1967...1968...1969....AKEVLER 40 YILDIR ÇALIŞIYOR....2005...2006...2007
BİZLER ÇALIŞIYOR VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ KURUYORUZ...
SİZLERİ DE ÇALIŞMALARIMIZA DÂVET EDİYORUZ; BUYURUN, BİRLİKTE ÇALIŞALIM...
ADİL DÜZEN 417
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 14 Temmuz 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 417. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
MUHTEREM ERBAKANA’a AÇIK MEKTUP
TÜRK MİLLETİNE AÇIK MEKTUP
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 79. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلَإِ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمْ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ أَلَّا تُقَاتِلُوا قَالُوا وَمَا لَنَا أَلَّا نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَأَبْنَائِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(246)
أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa) “Re’yetmedin mi?”
Tarihi bir olayı anlatmaktadır ve “sen re’yetmedin mi?” demektedir. Tarihi olay nasıl re’yedilir?
Re’yetme her zaman re’ye’l-ayn yani göz ile görmekle olmaz, re’ye’l-ilm ile de olabilir. Eğer siz üzerinde düşünürseniz ve ilmen öyle olduğuna kanaat getirirseniz, re’ye’l-ilm olur. Bunun böyle olmasının çok büyük önemi vardır. Şahitlerin bir şeye şehadet etmeleri re’ye’l-ayn yani göz görüşü ile değil, ilmin görüşü ile olmaktadır. Bir soruşturmacı soruşturma sırasında kesin kanaate varırsa; ben bunu böyle re’yettim, kıyas yoluyla ben bunu böyle müşahede ettim diyebilmektedir.
Yine bu bize öğretmektedir ki, tarihi olayları tetkik ettiğimiz zaman ilmen onun öyle olduğuna kanaat getirsek ayn gözü ile görmüş oluruz.
Burada “terav” değil de “tera” olarak hitap etmesi, “sen re’yetmedin” denmesi, “siz re’yetmediniz” denmemesi, herkesin tarihi olaylardan kendisinin ibret alması gerektiğini ifade eder. Herkes tarihi olayları tetkik etmez ama tarihçilerin yazdıklarına inanır. O halde mütevatiren sabit olan tarihi olayları tesbit edip ortak bir tarih kitabını yazmamız gerekmektedir. Bu Kur’an’da zikredilen peygamberlerin hikâyesinden ibaret kalmamalıdır. Çünkü “tera” deniyor, “sana kasas edilen” denmiyor. Yine bu ifade bize gösteriyor ki, belli ilimleri tahsil etmek bütün kişilere farzdır. Sekiz yıllık ilköğretimi çocuklara yaptırmak velilere farzdır. İnsanın ömrünün sonuna kadar ilim tahsil etmesi farzdır. İcma ile sabit olan tarihi vakaları çocuklara öğretmek ve insanlara ulaştırmak farzdır. Üç yıllık temel eğitim bir tarafa bırakılacak olursa, yirmi yıllık beşer yıla taksim edilmiş ilk, orta, yüksek ve akademik ders kitapları olacak, bu kitaplar okunacak. Her yıl bu kitaplardan imtihanlar yapılacak. Yapılan imtihanlardaki başarılarına göre insanların ilmî dereceleri yükseltilecek ve başaranlar derece atlayıp ehl-i amil, ehl-i zikr, fakih ve rasih olabileceklerdir. “Elem tera”nın taşıdığı mânâlar bunlardır.
إِلَى الْمَلَإِ (EiLay elMaLaEi) “Melei re’yetmedin mi?”
Burada “re’y” kelimesi “ilâ” ile teaddi etmiştir. Oysa “re’yetmek” zaten muteaddidir. O zaman gözle görmek olur. “İlâ” ile gelirse ilmî araştırma yapma, zihni ona yöneltme demektir. Bu bilgiye kitaplarla ulaşıldığı için “ilâ” kelimesi gelmiştir.
M. Lütfi Hocaoğlu’nun yaptığı ilmî çalışmalara bir yenisi daha katılmalıdır; fiillerin harfi cerlerle kullanılması. Mesela, “Elemtera keyfe feale rabbuke bi eshabil fil”de harfi cersiz kullanılmıştır. Burada “ilâ” ile getirilmiştir. Acaba “re’y” kelimesi başka harfi cerlerle getirilmiş midir? Buna dair çalışmalar yapılıp bilgisayara geçirilmelidir. “Re’y” kelimesinin Kur’an’daki mânâsı böylece açıklanmalıdır.
“Mil’” dolu demektir “İmla’ etmek” demek, doldurmak ama ağzını kapatmamak demektir. “İmlal” ise çuvalın ağzını doldurarak kapatmak demektir. “Mele’” bir topluluğun en üst yöneticileridir. Bunlar şunlardır. Başkanlık çevresindeki kimselerdir. Mukarrabundur. Bunlar her bucakta beş ile yirmi kişi kadar olacaktır.
“Mele’” ümmet gibi çoğul ismidir, ellezîne ile tavsif edilmektedir, vav elifle yazıldığı yerler vardır. Topluluğun en üst temsilcileridir. Yönetim kuruludur.
مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ (MiN BaNIy EiSRAEIyLa) “İsrail oğullarından.”
Burada “Min” teb’iz için değildir, tebyini cins içindir. Yani “İsrail oğullarının seçtiği melei re’yetmedin mi” demektir. Mele’ kelimesi marife gelmektedir. Teb’iz için olsaydı nekire gelmesi gerekirdi.
Bizim bilmediğimiz bir mele’ olduğu için bu İsrail oğullarının meleidir. Bundan sonra nebinin nekire gelmesi melein marifeliği, melein sürekli olmasıdır. Yani kabinenin üyeleri teker teker değildir ama kabine değişmez. Bu şunu ifade eder, hükümet düşmez, bakan düşer. Mes’uliyet şahsi olduğundan her bakan ayrı ayrı muhakeme edilir, gerekirse düşürülür. Başbakanın başarısızlığı bakanların başarısızlığına götürmez. Bakanlardan biri değişir, biri gelir diğeri gider, hattâ başbakan gelir gider ama hükümet değişmez, hükümet hep aynı hükümettir. Onun için nebi nekire geldiği halde mele’ marife gelmiştir.
Buradan yine şunu öğreniyoruz ki, bakanlar cumhurbaşkanı tarafından atanmaz, meclis tarafından seçilerek gelir. Cumhuriyet’ten önceki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşma şekli ile oluşur. Düşürme meclisin ekseriyeti ile olmaz, hakemlerin kararı ile olur.
Buradaki “min” atanmış değil de seçilmiş kabine demektir. Kabinenin de devamlılığı esastır.
مِنْ بَعْدِ مُوسَى (MiN BaGDi MUvSAy) “Musa’nın ba’dinde.”
Hazreti Musa’dan sonra İsrail oğullarının melei yani kabinesi olan nebilerine denmektedir. Hazreti Musa hem nebi hem resuldür; kurucu resuldür. Hazreti Muhammed de kurucudur. Kurucuların imtiyazı vardır. Onun ümmeti olarak addedilirler. Yani onun baş imamlığı devam eder. Hazreti Musa İsrail oğullarını teşkilatlandırmış, eğitmiş ve yerleşik devlet kuracak hâle getirmiştir. Ama Hazreti Musa zamanında vaat edilen topraklar alınamamış ve İsrail devleti kurulamamıştır. Bu görev Peygamber Yuşa’ya verilmiştir. Yuşa vaat edilen topraklara girmiş ve İsrail devletini kurmuştur. Hazreti Davut peygamber 200 yıl sonra gelmiştir.
إِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمْ (EiÜ QAvLUv LiNaBiyYin MinHuM)
“Onların nebilerine demişlerdi.”
Burada “iz” gelmiştir. O halde geçmişte olanlar anlatılmakta ama “re’yetmedin mi” denmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, re’yetmek gözle görmek anlamında değildir. “Nebi” nekiredir. Onun için “linebiyyihim” denmemiş, “linebiyyin lehum” denmiş, “onların kendi nebilerine” denmiştir.
Bu âyet önemli bir sorumuzu çözmektedir. Bugünü ele alalım. Bir “nebi” vardır, bir de “resul” vardır. Resul devlet başkanıdır, nebi meclis başkanıdır. Meclisin görevi yasaları yapmak, bakanları ve bölge müdürlerini atamak, bakanlıkların ve bölge müdürlüklerinin bütçelerini yapmak, nihayet bakan ve görevlileri denetleyerek gerektiğinde hakemler nezdinde dava açmaktır.
Mecliste dört şura vardır; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şuralar. Meclis başkanı hem meclise başkanlık yapar, hem de bu şuralara başkanlık yapar. Bu nebidir. İlmî şuranın üyeleri nebilerdir. Bu baş nebidir. Buradaki “nebi” işte bu baş nebidir. Resul ise başbakanı atama ve yargılama ile ilgili bakanlıklar arasında koordinasyonu sağlama, bölgelere emirler atayarak orduları oluşturma ve barışta başkomutan görevini yüklenmiştir.
Şimdi bir soru ortay çıkar: Meclis başkanı mı protokolde ilerdedir, yoksa devlet başkanı mı ilerdedir?
Bu âyet gösteriyor ki meclis başkanı protokolde cumhurbaşkanından daha ilerdedir. Çünkü resulün yerini alacak meliki nebi atıyor. Bugünkü çelişki işte buradadır. Meclis hükümetin üstündedir. Hükümetin başkanı meclis başkanının altındadır. İşte bu çelişki dengesizlikleri oluşturmaktadır. Kur’an bu çelişkiyi kaldırıyor, meclis başkanını yönetimin başının üstüne çıkartıyor. Kur’an’a göre barış zamanında nebi ile resul yani meclis başkanı ile cumhurbaşkanı aynı kişi olmaktadır. İmam yani başkan bölgelere emirler, ordu komutanları atamaktadır. Onlar kendi bölgeleri dışındaki halktan askerlerini toplamakta ve ordularını oluşturmaktadır. Yeter sayıda katılanlar bulunursa ordu teşekkül etmekte, komutanlar da meclisin yani siyasi şuranın üyeleri olmaktadırlar. Ayrıca bakanlar kuruluna başkanlık etmek üzere başbakanını yani vezirini atamaktadır. Kendisi nebi resul olarak görev görmektedir.
Eğer dış saldırı bir cepheden gelirse, cephe komutanı savunmasını yapmaktadır. Ama eğer tüm ülke savaşa girecekse, o zaman seferberlik ilan edilir ve hukuk düzeni yerine askeri düzene geçilir. İşte o zaman başkomutan atanır. Meclis, yani askeri şura, yani ordu komutanları o zaman bir başkomutanın atanmasını isterler. Çünkü başkan resuldür, melik değildir. Barış döneminde meliklik yoktur. Kendisi de denge unsuru olma durumundadır.
Demek ki normal zamanlarda genelkurmay başkanı yoktur, ordu komutanları vardır ve doğrudan doğruya devlet başkanına bağlıdırlar. Bu başkan aynı zamanda birinci derecede meclis başkanıdır. İllerde gerekli görülürse il başkanı sıkıyönetim ilan ederek ordudan askeri birlik ister ve yönetimi ona teslim eder. İstediği zaman da alır. Devletin asker isteyebileceği bir mercii olmadığı için başkomutan atanır. Yönetim ona teslim edilir. Görevi sona erdiğinde başkomutanlık da sona erer.
“Li rasulin” demeyip de “li nebiyyin” denmesi, meclis başkanının protokolde daha ileri olduğunu ifade eder. Benim bu mânâ verişimi herhalde hiçbir fıkıhçı yadırgayamaz. Çünkü mecliste ilmi şura oluşmuştur. Onların başkanı meclis başkanıdır. Aynı zamanda devlet başkanıdır. Alimler nebilerin vârisleri değil midirler?
İşte ben de onu anlatıyorum. Yönetim tarihte safhalar geçirmiştir. Önce din adamları yönettiler, sonra siyaset adamları yönettiler, şimdi de iş adamları yönetiyorlar. Gelecekte insanlığı ilim adamları yani nebilerin vârisleri yönetecektir. Savaş zamanlarında ise seferberlik ilan edilecek, başkomutan atanacaktır. Başkan ise yönetimi ona devredecektir. İstediği zaman da savaş durumuna son verecektir.
ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا (iBGaÇ LaNAv MaLiKan) “Bize bir melik ba’set.”
Melikler yönetimi yerine resullerin yönetimi demektir. Resul elçidir. Askeri yönetim şekliyle yönetmez. Nezaret eder. Re’yetemz. Melik ise re’yeder, merkezi yönetimi uygular.
Krallık yönetimi sona ermiştir. Yerine hukuk yönetimi, risalet yönetimi getirilmiştir. Ancak savaş risalet yönetimi ile olmaz, o amaçla savaş zamanında melikin atanması gerekir.
Burada tekrar askeri yönetim ile hukuk yönetimi arasındaki farkları gözümüzün önüne getirmeliyiz.
Her askerin ve sivilin bu farkları iyi bilmesi ve birbirlerinin usullerine karışmaması gerekir.
a) Hukuk düzeninde şeriat vardır, kurallar vardır. Herkes kurallara uyar ve hakemlere karşı sorumlu olur. Askerlikte ise emir-komuta vardır, herkes amirin emrine uyar ve amirine karşı sorumlu olur.
b) Hukuk düzeninde kişiler davranışlardan sorumlu olurlar, sonuçlar ise faaliyet sonunda ortaya çıkar, kollektif olarak ortaya çıkar. Kişi sorumlu değildir. Askerlikte ise sonuçtan sorumluluk vardır. Hedefe ulaş da hangi yolla gidersen git.
c) Hukukta sorumluluk şahsidir. En yakını olsa bile kimse kimsenin yaptığından sorumlu olmaz. Kişi kendisi sorumlu olur. Askerlikte ise sorumluluk ortaktır. Kaybederlerse hepsi suçlu olur, kazanırlarsa hepsi zafer kazanmış olur.
d) Hukukta haklı kuvvetlidir. Kim haklı ise o kazanır. Askerlikte ise kuvvetli olan haklıdır. Kim savaşı kazanırsa haklı olan odur.
Bir kimse eğer askerlikte yetişmişse askeri kurallara alışmıştır. Hukuk düzeninde başarılı olamaz. Hukuk düzeninde yetişmiş ise askerlikte başarılı olamaz. Bunun için devlet başkanlarının asker olması gerektiği görüşünü hep savundum. Bu savunmamda küçük bir değişiklik yapıyorum. Meclis başkanları profesör olmalıdır. Yönetim başkanları asker olmalıdır. Yönetim başkanı meclis başkanına tâbi olmalıdır. Bugünkü anayasamıza en yakın çözüm budur.
“Adil Düzen Anayasası”nda ise barış zamanında meclis başkanı ile cumhurbaşkanı aynı kişi olmalı, seferberlik hâlinde başkomutan melik olarak atanmalıdır. Savaşlarda yani böyle olağanüstü hallerde olağanüstü yetkili başkomutanlar atanmıştır. İstiklâl Savaşımızda Mustafa Kemal böyle olağanüstü yetkilerle donatılmış başkomutan olarak atanmıştır.
نُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (NuKaTiL FIy SeBİyLi elLAHi) “Allah’ın sebilinde kıtal edelim.”
“Allah’ın sebilinde kıtal etmek” demek, meşru olan kıtali yapalım demektir. Birisi toprağınıza saldırsa, ona karşı savunmaya geçme haktır. O topluluk için savaşmadır. O da Allah yolunda savaşmadır. Bir de zulme uğramış toplulukları zulümden kurtarmak için hakem kararları ile mahkum edilen ama hakem kararlarına uymayan kimselerle savaşmaktır ki, bu insanlık için savaştır.
Kur’an’dan önce bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. Kur’an’dan sonra bu görev Kur’an ehline verilmiştir. Irk olmaktan çıkarılmış ve bu görev artık iman olarak tevcih edilmiştir. Her ne şartla olursa olsun, savaşın Allah yolunda olması için hakem kararları gerekmektedir. Yoksa herkes kendine göre sebilullah der ve diğer taraflara saldırır. Savaş ganimet için yapılmaz, petrol için yapılmaz. Savaş hakem kararlarına uymayan toplulukları hakem kararlarına uymalarına zorlamak için yapılır. Ama savaş bir defa başladı mı, savaşın harcamaları da savaşın sonuçları ile alınır. Onun için ganimet meşrudur. Ganimet için savaş yapılmaz ama gerektiğinde ganimet meşru olur. Ganimet için savaşma Allah sebilinde savaşma değildir. Burada “Li Sebilillahi/ Allah’ın sebili için” denmemiş, “Fî Sebilillahi/ Allah’ın sebilinde kıtal edelim” denmiştir. Allah’ın sebili için kıtal demek, Allah rızası için onun isteği ile kıtal etmek demektir. Allah’ın sebilinde kıtal demek, Allah’ın koyduğu kurallar içinde, şeriat içinde kıtal etmek demektir. Bu sebeple diyoruz ki, Allah’ın sebilinde kıtal demek, hakemlerin izin verdiği kıtal demektir, şeriatın izin verdiği kıtal demektir.
Buradaki “Fi”yi “Li” olarak anlayıp ilayı kelimetullah için savaşı meşru gören ve İslâmiyet’i saldırgan din yapan zihniyet vardır. Oysa Allah sebili için değil, Allah sebili içinde kıtal etme emrolunmuştur, yahut müsaade edilmiştir. “Meliki bize ba’set, meliki bizim üzerimize görevlendir” diyorlar. Bu da açıkça gösteriyor ki, aynı zamanda meclis başkanı olan devlet başkanı başkomutanı atama yetkisine sahiptir.
Yine buradan öğreniyoruz ki, başkanın yetkisinde olan işlerde şura üyeleri ittifakla da olsa karar alamazlar. Başkomutanı atama, savaş ilan etme, savaşı sona erdirme yetkileri başkana aittir.
قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ (QAvLa HaL GaSaYTuM)
“Ne yapmak istiyorsunuz, isteğiniz nedir?”
“Asa” “eta” kelimesiyle akrabadır. “Eta” gelmek anlamındadır. Gelmesini istemek “asa”dır. Asanın fiili muzarisi yoktur, emir sigaları yoktur. Burada söyleyen nebilerdir. “Bize meliki ba’set” dedikleri zaman ne söylediklerini bilmekte midirler? Nebileri de onlara melik nasbedecektir ama onlara önce nasihat vermektedir.
Yurt dışına gidecek komutanı da devlet başkanı nasbeder. Gönüllüler bu komutana katılırlar. Gönüllüler bu komutanın emrine mâli imkânlar verirler. Bir savaş şirketi oluşmuş olur. Yurt dışına gidip savaşırlar. Uluslararası alınmış kararlara uyarak Allah’ın şeriatı içinde hakem kararlarına uymayanlara hadlerini bildirirler. Ne var ki, savaşa izin vermek kolaydır ama savaşmak zordur.
إِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ (EiN KuTiBa GaLaYKuMu eLQıTALu) “Size kıtal kitab edilse”
Arapça “Kitab” deyince gelişigüzel kitap anlaşılmaz. Roman kitap değildir. Astronomi de kitap değildir. Kitap, içinde hükümler içeren yazıdır. Sözleşme kitaptır. Kanun kitaptır.
“Size yazıldı” demek, size farz kılındı demektir.
Kur’an’da emretmek, vasiyet etmek, farz etmek ve kitabet etmek şeklinde yükümlülükler ifade edilmektedir. Ayrıca hükmetmek ve kaza etmek fiilleri vardır.
“Size yazıldı” yükümlü hâle getirildi demektir.
Allah yeryüzünü yaratmış, insanlara vermiştir. İnsanlar bunları Allah’ın emrettiği şekilde oluşturdukları şeriata göre işlerler ve yaşarlar. Bu düzen, şeriat düzeni, içtihatlarla, sözleşmelerle, istişarî kararlarla ve hakemlerin hükümleri ile oluşur. İnsanlar hakemlerin kararlarına uysalar kıtale de gerek yoktur.
İnsanlar hakem kararlarına uymadıkları gibi, ganimet için savaşlar da yapıyorlar.
İşte, hakem kararlarına razı olmayıp savaş çıkaran, diğer ülkeleri sömürmek isteyen bir grup insan vardır. Bunlarla savaşarak onları barış çizgisine yani hakem kararlarına getirme işini Allah bir topluluğa vermektedir. Baştan bu görev İsrail oğullarına verilmiştir. Roma’nın Hıristiyan olmasıyla bu görev İsrail oğullarından Hıristiyanlara intikal etti. Kur’an nâzil olunca da bu görev gönüllü olan mü’minlere verildi. Kıyamete kadar bu görev Hazreti İsa’ya tâbi olanlara verilmiştir. Onlar da Hıristiyanlar ve mü’minlerdir.
İsrail oğulları önce Mısır’dan çıkmışlardır. Bu çıkış kendi istekleri ile olmuştur. Mısır’da köle olarak yaşayan İsrail oğulları Hazreti Musa’nın verdiği mücadele ile oradan ayrıldılar. Çölde kırk yıl dolaştıktan sonra Filistin’de İsrail devletini kurdular. Akdeniz’i idari açıdan göl hâline getirdiler. Demircilik dahil sanayi hamleleri yaptılar. Tevrat’ı ve şeriatı dünyaya yaydılar. Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını sentez ederek bugünkü laik uygarlığın temelini attılar.
Ne var ki İsrail oğulları görevli bir kavimdi; tüm insanlığı tek uygarlığa götürmek, Kur’an uygarlığına götürmekle görevli idi. Tarihte parlak iki dönem geçirecekleri yazılıdır. Birini Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında geçirmişlerdir. Birini de şimdi geçiriyorlar. İsrail oğullarının görevlerini başarabilmeleri için yeryüzüne dağılmaları gerekmekte idi. İki defa ülkelerinden sürülmüşlerdir. Biri Babil sürgünüdür. Babil’e götürülmüş ve orada bir taraftan Tevrat uygarlığını onlara öğretmişler, diğer taraftan kendileri de Sümer uygarlığını öğrenmişlerdir. Tekrar ülkelerine dönmelerine izin verilmiştir. Sonra da Bizanslılar onları dağıtmışlardır. Bugün yeryüzünün her tarafında Yahudiler yaşamaktadır.
Bugün insanların anlaşmaları için artık üniversiteler kurulmuş, lisan okulları ortaya çıkmış, iş dolayısıyla ve göçlerle dünyanın bütün dilleri birbirleriyle tercüme edilir hal almıştır. Oysa o zamanlarda halklar ayrı ayrı dillerle konuşuyor, buradan Ankara’ya gitmek bile haftalar sürüyordu. Bu şartlar altında insanlığı tek uygarlığa götürmek imkansız idi.
İşte, insanlık arasında ilişki kurmalarını sağlamak ve bugünkü uygarlığa ulaşabilmelerini gerçekleştirmek için dünyanın dillerini bilen, her yerde yaşayan bir kavme ihtiyaç vardı. İşte bu kavim İsrail oğullarıdır. Bugün bile uygarlık hâlâ onların eşliğinde gelişmektedir. Savaşma görevi şimdi onların değildir ama hâlâ ekonomide, siyasette ve ilimde onlar dünyada en çok faaliyet gösteren bir kavimdir.
أَلَّا تُقَاتِلُوا (EaN LAv TuQAvTiLUv) “Kıtal etmemeyi mi istiyorsunuz?”
Yani size savaşmak emredildikten sonra savaşmama durumuna düşmeyi mi istiyorsunuz?
Mü’minler adil düzeni kurduktan sonra o düzene karşı çıkanlarla savaşmakla yükümlüdürler. Ama adil düzeni kurmadan savaşma durumunda değildirler. Savaşmaya izin yoktur.
Mü’minler burasını çok iyi anlamak durumundadır. Yöneticilere karşı gelinmez. Yöneticilere isyan edilmez. Yöneticilere kayıtsız şartsız itaat edilir. Ama bu itaat onlarla fikrî mücadeleyi, hakka davet mücadelesini engellemez. Her şeyi söylemek serbesttir. Ama düzeni bozucu en küçük hareket yapmak yasaktır. Zorda kalırsanız yapacağınız iş hicret etmek, orasını terk etmektir.
İşte, siz iktidar olmadan savaşmak yoktur, iktidarla savaşmak yoktur. Hattâ ülkenizden çıkarılabilirsiniz: Orasını işgal için bile savaş yoktur.
Mesela, bugün Irak işgal edilmiştir. Terör olayları ile orasını kurtarmak yoktur. Yapılacak iş sabırla beklemektir. ABD kendi iç olayları nedeniyle Irak’tan çekilecektir. İşte o zaman Irak’ta adil bir düzen kurarsınız.
Şimdi Iraklıların şöyle düşünmeleri gerekir. Allah bize Kur’an’ı göndermiş, uygarlıkların merkezi yapmış, ancak Saddam’ın zulüm idaresine karşı bir ilmî faaliyet gösterilmemiş; Allah da bize ABD’yi musallat etmiştir. O halde, acaba Kur’an’a nerelerde uymadık ki Allah başımıza bunları getirdi diye düşünüp kendilerini hidayete götürecek yollar arayacaklarına, intihar eylemleri ile Allah’ın gazabını kendilerine çekiyorlar.
İran, Suriye, Türkiye ve Suud devletlerinin yapacakları şey de, Irak’tan gelecek muhacirleri kabul etmektir. Irak’ı boşaltmalıyız. Bakalım kim gelecek de orada oturacaktır?
Biz İslâmî barış düzenini kurduğumuz zaman Allah o zalimleri kendisi helak eder. Onlar rahat durmaz; Türkiye’ye, İran’a, Suriye’ye ve Suud’a da saldırırlar. İşte o zaman biz Washington’a kadar gidebilmeliyiz. Dünyayı at üstünde fethetmeyi bilen milletimiz elbette New York’a gitmeyi de bilecektir.
Önce Ruslarla ve Çinlilerle anlaşarak oralarda adil düzeni kurmalıyız. Sonra bize Alaska yolu açılır; sonra Kanada; derken askerlerimiz karadan Washington’a varırlar.
İşte Allah’ın İsrail oğullarından istediği bu idi. Sürgünden vatana dönmeden evvel ve döndükleri zaman nasıl bir devlet kuracaklarını bilmeleri ve öğrenmeleri gerekir. İsrail oğulları Babil’de büyük iş başardılar. Yahuda ve İsrail diye iki devletleri vardı. Bunların Tevratları da farklı idi. Birbirleriyle savaşıyorlardı. Babil sürgününde bunlar anlaştılar, Tevrat’ı tek kitap hâline getirdiler. Tevrat’ta bazı tekrarlar vardır, sebebi budur. Demek ki Babil sürgününün bir hayrı olmuştur. Sonra yurtlarına döndüler. Bölünmüşlük ortadan kalktı. Bugün Yahudiler dinlerinde ve kültürlerinde birdirler. Nebi onlara savaşı istemeyin, sonra savaşamazsınız, savaşmak için henüz gücünüz yeterli değildir diyor.
Biz 1960’larda siyasete başladığımız zaman benim savunduğum hep tek başına iktidar olmamaktı. Ortaklığı savundum. Ama iktidar olmayı istemedim. İktidara ortak olmak tebliğ için gerekli idi. Koalisyonlar başarılı geçmiştir. 1969 bağımsızlar hareketinden bu yana Türkiye’de neler oldu? Biz hep askerlere ve sivillere birşeyler anlattık. Onlar artık İslâmiyet’in öcü olmadığını gördüler. Biz iktidara geliriz, ortak oluruz, nasıl idare edeceklerini öğrenirler, şimdi biz de yaparız derler, bizi iterler, kendileri iktidara soyunurlar, başaramazlar; o zaman biz daha güçlü olarak geliriz. 1970’lerde biz iktidar ortağı olduk. 1980’lerde bizi uzak tutmak için Özal’ı iktidar ettiler. 1990’larda biz iktidar olduk. 2000’li yıllarda anayasa ekseriyetini aldık. Şimdi bizi uzaklaştırıp bizden öğrendiklerini kendileri yapacaklar sanıyorlar. Bizi indirecekler, çünkü biz “Adil Düzen”i bıraktık. Ama biz “Adil Düzen”e yaklaşmış olarak daha güçlü bir şekilde iktidar olacağız.
Tekrar hatırlatıyorum. Bir hususu iyi bilmemiz gerekir. Biz iktidara karşı gelmemeliyiz. Ama biz iktidar olursak, o zaman bize karşı gelenlere asla müsamaha göstermemeliyiz. Tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıyı tesis etmeliyiz. İlk işimiz bu olmalıdır. Ondan sonra o yargının kararlarına karşı çıkanların gözyaşlarına bakmadan cesaretle sehpalar dikebilmeliyiz. Devlet budur; adil yargılama, hakemlerden oluşan adil yargılama ve yargı kararlarını kayıtsız şartsız uygulama. Ama biz adil yargıyı tesis etmedikçe değil savaşmak, elimizi bile kaldırmamamız gerekir.
İktidar olmadan da adil yargı sistemini kurabilir miyiz?
Evet, kurarız. Hakemlik sistemini işletiriz. Site kooperatifleri kurarız. Halkımızı “Adil Düzen”e alıştırırız. İktidar zulme devam ederse, Allah onları bertaraf eder ve bizi iktidar yapar. O zaman da biz iktidarın gereğini yaparız. Yoksa böyle yığma ve yığıştırma oylarla iktidar yaması olmak bize yakışmaz.
AK Partili ve Saadet Partili olanların yapacakları iş siyasetten uzaklaşarak “Adil Düzen”i tesis etmeleridir. Adil Düzen Partisi’ni kuracaklar; ama iktidara gelmek için değil, “Adil Düzen”i halkımıza anlatabilmek için parti kurmalıyız.
قَالُوا وَمَا لَنَا (QAvLUv Va MAv LaNAv) “Ne yararımız var dediler.”
Kıtal etmemizde ne yararımız var diyorlar. Bizim lehimizde ne var?
Burada “Ve” getirilmiştir. Demek ki bundan önce bir cümle hazfedilmiştir. Kıtal ederiz. Kıtal etmemiz için ne yararımız var demektir. “Cae Ahmedu” derseniz, “Ahmet geldi” demiş olursunuz. Ama “Ve Cae Ahmedu” derseniz, “Ahmet de geldi” demiş olursunuz. Yani başkaları da geldi de o da geldi denmiş olur. Burada da “ve mâ lena” derken bir cümle söylenmiştir. Bu cümle ona atıftır demektir.
Kur’an’da bu tür cümleler vardır. Diyen kimdir? Mele’dir. O halde “mele’” kelimesi ya cemdir, ya da kavim/cemaat ismidir.
“Mâ” soru edatı olabilir, yahut nefyi harf olur. Bizim kıtal etmememiz caiz değildir. Elbette kıtal ederiz demek olur. Yani iki mânâ verilebilir. “Ne yararımız var ki kıtal edelim” ya da “bize kıtal etmememiz yakışmaz” demek olur.
أَلَّا نُقَاتِلَ (EaN LAv NuQAvTiLa) “Kıtal etmememizde ne yararımız vardır.”
Bugün yeryüzünde devletler oluşmuştur. Devlet aşamasına gelmemiş bir topluluk kalmamıştır.
Devlet demek, ordusu olan demektir, ordusunu adalet için kullanan demektir. Eşkıyaların da orduları vardır ama onlar ordularını fitne ve fesat için kullanmaktadırlar. Devlet ise yargı kararlarının infazı için kullanır demektir. O halde devleti tarif ederken, barış düzenini sağlamak için yargılama müessesesi olan ve ordusu ile yargı kararlarını infaz edebilen örgüttür demektir.
Allah nasıl sağlığın yanında hastalığı da yaratmışsa ve vücut hücreleri yanında mikroplar ve virüsler de varsa, topluluk içinde de devlet yapısına uyan fertler var etmiştir, ama devlet yapısını bozan mikrop insanlar da var etmiştir. Bunlar da örgütleniyor ve şebekeler kuruyorlar. Devlet demek, bu şebekeleri etkisiz hâle getiren kuvvet demektir. Bu da ancak savaşmakla sağlanır. Bu sebepledir ki savaşmak mü’minlere farzdır.
Bazı kavramlar mânâlarını kaybetmişlerdir. İşte bugün çekilen sıkıntı budur.
Adil Düzen Çalışanları bu kavramları iyi anlamalıdırlar.
a) Mü’minler vergi verirler ve bedenleri ile savaşırlar. Hakem kararlarına uyarlar.
b) Müslimler vergiden başka cizye yani bedel verirler, bedenleri ile savaşmazlar. Hakem kararlarına uyarlar.
c) Kâfirler bedel ödemezler ama hakem kararlarını kabul ederler. Biz onları kendi hallerinde bırakırız.
d) Müşrikler bedel ödemedikleri gibi hakem kararlarını da kabul etmezler. Onların bizim aramızda yaşama hakları yoktur. Kentlerimizden uzak olurlar. Onları savunmayız.
Burada sözkonusu olan mü’min olma konusudur.
İsrail oğullarına mü’minlik emredilmiş ama hazırlanmaları için savaşmak onlara da haram edilmiştir. Müslümanların Mekke dönemi gibi dönemler yaşamakta idiler. Bugünkü bizim durumumuz da budur. Biz vatandaşlık görevimizi yerine getiririz ama iktidar olmadığımız için güvenlik işlerine karışmayız. AK Parti’nin hükümet kurması bundan dolayı yanlıştır. Yapılacak iş; ya uzlaşarak millî mutabakat hükümeti kurulmalı ya da başbakanlık kabul edilmemelidir.
Koalisyona katılabiliriz ama ortaklarımızı “Adil Düzen”e ikna etmedikçe biz hükümeti kurmayız.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBIyLı ElLAHı) “Allah’ın sebili içinde”
Yani şeriat hükümlerine uyarak savaşmak. Hakem kararlarının izin verdiği sahalarda savaşmak. Savaşı ganimet için yapmamak. Köleleştirmede onların emeğinden yararlanmak amacı ile yapmamak, sadece onları asimile ederek vatandaş yapabilmek için ailelerin nezdinde eğitmek.
Bundan daha insani bir muamele olabilir mi?
Bıraksanız, fitne kaynağıdır. Hep saldırıyor. PKK böyle değil mi? Şimdi, diyelim ki 5000 PKK’lı var. Bunları ne yapacağız? 5000 kişiyi öldürelim mi? Buna hangi hukuk kuralı razı olur? Peki, 5000 kişiyi besleyelim mi, ne yapalım? Yapılacak iş affetmektir. Affetmek mümkün değilse, tekrar eşkıyalığa devam edeceklerse, yapacağımız iş onları esir ederek köleleştirmek, diğer ailelere köle olarak vermektir. Kaçarlarsa o zaman öldürmektir. Kölelik devam ederken onlara hür vatandaş olma yollarını açmaktır. Artık o topluluk dağılmışsa kendilerine kredi vererek iş kurdururuz. Değişik yerlerde normal vatandaş hâline getirilirler. Böylece PKK sorunu çözülür. Bu sayede, önce, kölelik nedeniyle korkan kimse bir daha böyle teşebbüslerde bulunmaz, sonra da onlar ıslah olmuş olur.
“Allah’ın sebilinde savaşmak” demek, savaş hukukuna uymak demektir.
وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا (Va QaD EuPRiCNAv MiN DiYAvRıNAv)
“Diyarlarımızdan ihraç edildik.”
İsrail oğulları diyarlarından ihraç olundular. Ne sebeple ihraç olundular?
Bulundukları topraklarda rahat durmuyor, devlete itaat etmiyorlardı. Onlar yurtlarından çıkarıldılar. Babil’e götürüldüler. Çünkü onlar daha uygar bir topluluktu.
“Min Dârina” denmeyip “Min Diyârina/ diyarlarımızdan” denmiştir. Demek “dâr” kelimesi ulusun sahip olduğu toprak değil de, herhangi bir topraktır. İl toprakları diyardır. Bucak toprakları diyardır.
Neden “diyâr” denmiştir? Bir ulusun toprakları devlet topraklarıdır. Bütün ülkeyi kaplamaktadır. Ondan sonra parça parça il topraklarıdır. Yani il topraklarının bitişik olması şartı yoktur. İller arası kalan topraklar devlet topraklarıdır.
Bugün Türkiye’deki bütün topraklar devlet toprakları kabul edilir. Tüm ülke illere ayrılır.
Kur’an hükümleri böyle değildir. Devlet toprakları illere ait olmayan illeri kuşatmış topraklardır. Merkez illerin toprakları da devlete aittir. “Diyâr” kelimesinin çoğul olması bu hükümleri ortaya koymaktadır.
Biz hadislerden, müçtehitlerin sözlerinden yararlanarak “Adil Düzene Göre Anayasa”yı telif ettik. Şimdi Kur’an’ı okudukça bizim varsayımlarımızı teyit eden âyetler karşımıza çıkıyor. Bazılarını da değiştirmek durumunda kalıyoruz. “Diyâr” kelimesi ile şunu öğreniyoruz ki iller arası boşluklar vardır. Her il kendi sınırını tel örgü ile çevirecektir. Bu hususu ancak bu âyetlerin tefsirinde öğreniyoruz. Biz “diyârina” kelimesinin bu şekilde geçtiğinin henüz farkında değiliz.
وَأَبْنَائِنَا (Va EbNAEiNAv) “Ve çocuklarımızdan ihraç olunduk.”
Burada anlaşılan, gençler, çocuklar, alınıp götürülmemiş; büyükler, yöneticiler, söz sahibi olanlar, mele’ olarak götürülmüş.
Burada savaşın yeni bir kuralını daha öğreniyoruz. Bir yeri işgal ettiğimizde uygun görürsek halkı orada bırakırız, sadece yönetici kadroyu tehcir ederiz. Nereye tehcir ederiz? Merkez ilin bir bucağında hapsederiz. Yani oradan çıkışlarına izin vermeyiz. Gençler memleketlerinde yeni hayat ve yeni düzen kurarlar. Onlar oralarda yaşarlar.
Burada “una” denmemiş de “ina” denmiş, yani çocuklarımızdan bizi ayırdılar, onları oralarda bıraktılar demektir. Bir ulus mağlup olur, ülkeyi bırakır, göç eder, başka yerde vatan edinir. Orada yeni nesil yetişir. Artık onların eski vatanlarına dönme hakları yoktur.
Kimse şimdi Orta Asya toprakları bizimdir diye iddia edemez. Amerika’ya gidenler Avrupa toprakları bizimdir diyemez. Amerikan yerlileri de bu topraklar bizimdir diyemez. Çünkü artık yeni nesil ortaya çıkmıştır. Eski nesil de toprak olmuştur. Bu sebepledir ki artık Anadolu toprakları üzerinde Rumların ve Ermenilerin hak talep etmeleri sözkonusu değildir.
Peki, ‘Filistinlilerin topraklarını kurtarmak için cihat yapma hakları vardır’ demeleri gerekir mi?
İşte Kur’an burada kriter koymuş oluyor. Eğer aradan o kadar uzun zaman geçmemişse, o yeri yaşayanlar istirdad edebileceklerse bunda hakları vardır. Ama eğer Filistin’den gidenler ölmüşlerse, artık onların oradaki çocukları ‘bu bizim baba vatanımızdır’ diye böyle bir talepte bulunamazlar. Bugün o toprakların işgal edildiğinden beri altmış yıla yakın zaman geçmiştir. O gün yirmi yaşında olanlar şimdi seksen yaşındadırlar. Demek ki artık toprakları için savaşıp geri alma imkanından mahrum olmak üzeredirler. Bir yirmi sene daha kan akabilir. Ama ondan sonra o toprakları İsrail oğullarına bırakmak zorundadırlar. Çünkü artık yeni nesil yetişmiş, bulundukları yere yerleşmiş, orası onların vatanı olmuştur.
Bizim vatanımız şimdi Türkiye’dir. Artık Orta Asya ile bir ilişkimiz kalmamıştır. Ermenilerin ve Rumların vatanları orasıdır, gittikleri yerdir, yeni vatanları vardır. Türkiye ile ilişkileri kesilmiştir.
Buradaki “ebna-ina” kelimesindeki “una” olmayıp “ina” olmasının taşıdığı mânâlar bunlardır.
Kur’an gerçekten şaşırtıcı bir şekilde mucize kitaptır. Kafamızda çözemediğimiz sorunları o çözer.
فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ (Fa LamMAv KuTiBa GaLayHiMu elKİTAvLu)
“Onlara kıtal kitabet edilince.”
Düşmanı yenemeyecek durumda isen onunla savaşmayacaksın. Yenecek güce ereceksin, ondan sonra savaşacaksın. Bazı topluluklar bozulurlar. Allah onlara şer güçleri musallat eder ve onları yurtlarından kısmen de olsa ihraç eder. Sonra hazırlıklarını yapmalı ve o ülkelerini geri almalıdırlar. Aldıktan sonra artık ülkelerinde adil düzeni kurarlar. İstiklâl Savaşı’nı biz böyle yaptık. Onlar işgal ettiler, biz direndik ve kazandık. Bu bize farzdı. Eksiğimiz vardı, hâlâ saltanatı sürdürüyorduk. Düzelttik. Yetmedi. Yine eksiğimiz vardı. Hâlâ içtihat yapmıyor, Kur’an’ı yeniden kendimize rehber yapmıyorduk. İnkılâplar oldu, bizi uyandırdı.
Bugün Kur’an ehli iktidarı kaybetmiştir. 1950’den beri bu iktidarı elimize alabilmemiz için uğraşıyoruz, alamıyoruz. Alamıyoruz, çünkü “Adil Düzen”i öğrenip uygulayacak hâle gelmedik. Geldiğimiz gün hiç tereddüdünüz olmasın, iktidar bizim olacaktır. Zaten adım adım yaklaşıyoruz.
Peki, biz seçimi kazanıyoruz ama iktidarı bize vermiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Biz seçimi kazanmadık, seçimde en çok reyi aldık, %35 aldık. Bu da bilerek değildir, küskün oylar bize geldi.
Adil Düzen partileri kurarız. Bunlar “Adil Düzen”i benimseyen değişik partiler olacaktır. Bu partiler %70’ten fazla oy toplarlarsa, o zaman onlar iktidarı verir ama iktidar yaptırmazlarsa, işte o zaman bizim onlarla savaşma hakkımız doğar. Şimdi yapacağımız iş sabırdır ve kendilerinin koydukları kurallara uyulmasını istemektir. Biz yüzde 70 nüfusa sahip olup kendi beldelerimizi adil bir şekilde yönetirken bize saldırırlarsa, o zaman savunma hakkımız doğar, hakem kararları ile doğar.
تَوَلَّوْا إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ (TaValLaV EilLAv QaLIyLan MıNHuM)
“Onlardan az bir kısmı dışındakiler tevelli etti, savaştan kaçındı.”
Demek ki savaşa az kimse katıldı. Halbuki savaş onların hepsi üzerine farz olmuştur.
İstiklâl Savaşımız gerçekten örnek bir savaştır. Mekke de sekiz sene sonra fethedilmiştir. Yönetimde hâlâ onları oradan çıkarmış kimseler vardı. Bununla beraber Mekke fethedildikten sonra muhacirler Medine’ye dönmediler. Baba evlerine bile sahip çıkmadılar. Hazreti Peygamber’ aleyhisselâmın doğup büyüdüğü ev bile geri alınmadı. Çünkü onlar Medine’de yer bulmuşlardı. Sekiz sene içinde tehcir tamamlanmıştır.
Bugün Müslümanların elinde geniş topraklar vardır. Çöl veya bozkır şeklindedir. Bugünkü Teknoloji ile Türkiye 500 milyon insanı besler. Bizim savaşıp toprak almamıza gerek yoktur. Bizim sorunumuz nüfus sorunudur. Türkiye’ye her gelen vatandaş olarak kabul edilmelidir: İyi yönetim kurulmalıdır. On seneye gerek olmadan Türkiye dünyanın en gelişmiş ülkesi olur. Biz organize olursak bizi bırakanlarla işimiz yoktur. Kalanlar bize yeter.
Demek ki geleceğin Türkiye’si Adil Düzen çalışanlarının Türkiye’si olacaktır. Savaşla değil, barışla iktidar olacağız. %70 oyla iktidar olacağız. Saldıranlar olursa, işte o zaman savaşmak bize farz olur. Ordu onlarla olabilir mi? Halkın %70’inin bir tarafta olduğu ve askerlerin de onlardan oluştuğu bir ordu karşı olamaz. Şimdi ne yapmak istiyorlar? Askerliği paralı hâle getirmek istiyorlar. Halkı silahtan tecrit ederek küçük bir ordu ile ülkeyi idare etmek istiyorlar.
Ordumuz için şunları tesbit etmemiz gerekir.
a) Ordu millî ordu olmalıdır. Siyasi hakkı olan herkes ordunun bir parçası olmalıdır.
b) Ordu küçültülmemelidir. Ordu üretici hâle getirilip millete yük olmaktan kurtarılmalıdır. Ordu küçültülmemelidir.
c) Ordular bağımsız hâle getirilmeli ve bütçeleri de bağımsız olmalıdır. Siyasiler ordu üzerinde oynayamamalıdırlar.
d) Ordu da sivil hayata karışmamalıdır. Biz bunun siyasetini yürütmeliyiz.
وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(246) (Va elLAHu GaLIyMun Bi elJAvLıMUvNa)
“Allah zalimleri ilmetmektedir.”
Savaşmayı talep etmişler, onlar uyarılmış, sonra ‘yapamazsınız’ denmiş, onlar ‘neden savaşmayalım’ demiş, sonra da savaşa gitmemişler. İşte bu büyük bir sorundur. Zulümdür.
Türkiye’de Müslümanlar hep ihtiyatlı adımlar atmışlardır. İstiklâl Savaşı’nın başkomutanlığını özel hayatı İslâmî olmayan bir komutana vermişlerdir. Neden? Çünkü başka türlü çözüm yoktu. Sonra Mareşal değil de İnönü cumhurbaşkanı olmuştur. Mareşal bunu böyle yapmıştır. Çünkü Mareşal dindardı ve cumhurbaşkanlığını yapamayacağını biliyordu. Millet sonra iktidarı Millet Partisi’ne değil de, Demokrat Parti’ye vermiştir. Sonra Demirel’e, sonra Özal’a, sonra Çiller’e, sonra Ecevit’e, sonra Erdoğan’a…
Erbakan başbakan olmuş ama sürdürememiştir.
Erdoğan başbakan olmuş ama Türkiye ekonomisini içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur.
Burada zulüm nedir, zalim kimdir?
İktidar oldukları zaman Adil Düzen getirmeyi vaat edip iktidar olduktan sonra bundan yüz çevirenler zalimdirler. Demirel ve Özal böyle bir şey vaat etmedikleri için zalim değildirler.
Bu âyeti böyle yorumluyoruz. Allah adına vaat etmeyeceksin. Ama vaat edersen artık onun için savaşacaksın. “Adil Düzen” anayasaya aykırıdır diye ondan vazgeçmek, işte bu zalim olmaktır.
Tabii bu âyeti başka türlü yorumlayanlar da olabilir.
Erbakan ve Erdoğan adildirler ama imkanları olmadığı için yapamamışlardır, yapamamaktadırlar. Oysa diğerleri zalimdirler, çünkü adaletle bir ilişkileri yoktur.
“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman ne yapılmalıdır?
İki yoldan birisi takip edilebilir.
Birincisi; “Adil Düzen”in iktidar olmasından önce olanlar cahiliye döneminde olmuştur deyip de onlarla hiç meşgul olmamaktır.
Yahut adil yargılama sistemi getirilecektir. Taraflar birer hakem seçecekler, onlar da baş hakem seçecek ve geçmişte 1960 veya 1950’den sonra olan olayların divanı kurulur, herkes hesabını verir. Hakları gasp edilenlerin hakları verilir. Suçlulara bedeni ceza verilmez, ama mâli imkanları varsa, vârisleri zarara uğramaksızın cezaları verilir.
Ben olsam hangisini yapardım?
Bu onların tevbe ederek hakka teslim olması ile sağlanır. Hakemlerin kararlarına tâbi olanlar ve direnmeyenler affedilebilir. Ama hakem kararlarına karşı gelmeye devam edenlere acımadan gerekli cezalar verilmelidir.
Burada “alimün” kelimesi nekire gelmiştir. O halde devletin zalimleri tesbit etmesi gerekmektedir. Eğer zalimlerin yaptıkları kendilerine kalırsa zulüm bitmez. Âhirette cezalandırılmaları da yeterli değildir. Çünkü onlar âhirete inanmamaktadırlar. Adil Düzen iktidar olacak ve adil yargılama sistemini getirecek, hakemler sistemini getirecektir.
Herkes, hayatta olan herkes, uğradığı zulmün hesabını hayatta olandan isteyecektir. Ölmüş olanlar ölmüştür. Vârislerine veya haleflerine intikal etmez. Ama kişilerin kişilere yaptığı zulümler hesap konusu olacaktır. Bunu da bugün bu âyetle tesbit etmiş bulunuyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
MUHTEREM ERBAKANA’a AÇIK MEKTUP
Selam ve hürmetler…
Bundan önceki seçimde Anayasa ekseriyetini alsın, sonra mazereti kalmasın diye oyumu AK Parti’ye verdim. Başaramayacağını biliyordum, ama bu belki ona ders olur, Allah’a döner, Adil Düzene döner dedim. Allah Anayasa ekseriyetini nasip etti ama Erdoğan akıllanmadı. Başlangıçta, partinin yarısını bizden olan ANAP’lılara teslim etti. Şimdi de bizden olmayan solculara diğer yarısını teslim ediyor. Millî Görüşçüleri ayıkladı. Bu durumda artık ona oy vermem imkansız oldu.
Saadet Partisi’ne gelinirse; sizin canla başla çırpınmanıza karşılık, Arif Ersoy dahil hiçbir Saadetli “Adil Düzen”i ağzına almıyor. Sizden yararlanıyorlar. AKP’nin çökmesine yardım ediyorlar. Bu arada Saadet’tin oy alamaması için de ellerinden geleni eksik etmiyorlar. Adil Düzen taraftarıdır diye Süleyman Akdemir’i bile listeye koymadılar. Ankara ESAM’da yaptığım konuşmalara karşı çıktılar. Bunlar iktidarda olsa beni bile Türkiye’den kovarlar. Bu durumda bu partiye nasıl oy verebilirdim?
Bir ara Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy vermeye karar verir gibi oldum. Benim bir görüşüm vardır; bir insan Hıristiyan olsun, Budist olsun, ona oy veririm. Ama kendi dini inançlarını kendi halkıyla ve kendi dindaşlarıyla paylaşmayan kimseye ise oyumu vermem. Bu sebeple o partiye de oy veremez durumda idim; kararsızdım.
Sizi dinledim. Anlattıklarınız çok doğru. Düşündüm, hangi cümle yanlıştır. Tesbitte sizden ayrıldığımız bir yer bulamadım. Tedaviye gelince, işte orada da çözümlerinize iştirak etmiyorum. Saadet Partisi’nin yöneticileri AK Parti’liler kadar bile şuurlu değiller. O mahiler ki derya içindedirler ama deryayı bilmezler. Çözüm sadece ve sadece “Adil Düzen”dedir. “Adil Düzen” için iktidar olmak gerekmez. Saadet Partisi olarak bunu başarmamız mümkündür. Ama o Saadet Partisi ortada yoktur.
Sizi dinledikten sonra kararsızlığımı sona erdirdim. Kararımı verdim, oyumu Erbakan’ın isteği doğrultusunda kullanacağım ve Saadet Partisi’nin barajı geçmesi için Allah’a dua edeceğim.
Bunun için sizlere bazı önerilerim olacaktır.
a) TV5 her gün sizin konuşmalarınızı günde iki defa yayınlamalıdır.
b) TV5’in seyirci kazanması için TV5 size karşı olan, Saadet’e karşı olan görüşlere de yayında yer vermelidir.
c) Saadet Partisi Meclis’e girerse AK Parti ile koalisyon yapacaktır. Bunu halka ilan etmelidir.
d) Saadet Partisi faizli sistemde iyi işler yapmayacak, faizsiz Adil Düzeni kuracaktır. Bunun için Akevler Adil Düzen ekibiyle beraber çalışmaya söz verilmelidir. Bu bize söz verme değildir. “Adil Düzen”den yapılan uzaklaşmalardan tevbe ve istiğfar edildiğinin Allah’a arzıdır.
Saadet Partisi’ne oy gelecektir.
a) Saadet Partisi’nin kendi oyu vardır. Bu % 4’tür. Bu artmamıştır ama Erbakan’ın konuşması ile pekiştirilmiştir.
b) AK Parti’nin oyu belki artacaktır ama bu diğer partilerden gelen oylarla artacaktır. Kendi oyunu ise biraz da olsa kaybedecektir. Bu da % 4 civarındadır.
c) ANAP’ın oylarının yarısı Saadet Partisi’ne gelecektir, % 3 de bu etmektedir.
d) Genç Parti’nin oylarının dörtte biri Saadet Partisi’ne gelecektir. Bu da % 1.5 eder.
e) Büyük Birlik Partisi’nin % 0.5 oyu da Saadet Partisi’ne gelecektir.
Toplam % 13 eder. Demek ki % 4 yanılma payı versek, Saadet Partisi % 11 ile yüzde % 15 arasındaki oyu alabilecektir.
Erbakan bundan önceki seçimde TV5’e sahip değildi. Şimdi bunu iyi kullanmalıdır. Bunun etkisi 1973’teki gibi olacaktır. O zaman da % 13 oy almıştık.
Saadet Partisi Meclis’e girerse neler yapar? Başlangıç olarak cumhurbaşkanının seçilmesi sorununu çözer.
Türkiye’yi çok çetin günler bekliyor. Bu çetin sorunları nasıl çözer? “Adil Düzen”le çözer. Kur’an’ın gösterdiği yolu Meclis’e anlatmakla çözer. Bugünkü Türkiye 1973’lerin veya 1997’lerin Türkiye’si değildir.
a) Bir defa 1 Mart Tezkere’sinden sonra sermaye süper güç olmaktan çıktı. Artık süper güç yok. ABD’nin çırpınışı bundan. Almanya, Fransa, Rusya ve Çin, Irak Savaşı’nda bizimle bir oldu ve insanlık ABD’ye karşı birleşti.
b) CIA ABD’de etkisini kaybetti, Türkiye’de de eskisi gibi at oynatamıyor. Artık otel odalarında iktidarları değiştiremiyor.
c) Türk Ordusu artık millete güvenmekten başka yol kalmadığını gördü. Türkiye’nin “Adil Düzen”siz bir yere varamayacağını anladı. Artık ABD’den aldığı talimatlarla tankları yürütmüyor.
d) Türk iş adamları olan TÜSİAD’cılar da batıdan ümitlerini kesmiş, AK Parti’ye razı olur hâle gelmişlerdir. Bunlar da “Adil Düzen”e eskisi kadar soğuk bakmıyorlar.
Sonuç, 28 Şubat şartları artık yoktur. Meclis uzlaşarak Türkiye’ye “Adil Düzen”in gelmesine yol açabilir.
Bu maksatla sizin heyecanla anlatmalarınızı delil kabul ederek Saadet Patisi’ne oy vermeye karar verdim. Halkıma da bunu tavsiye ediyorum.
Bu mektubumu TV5’de yayınlatınız. Siz Allah için konuşanlara yaklaşınız, Allah da size yaklaşacaktır.
Allah sa’yinizi me’cur eylesin. Hürmet ve muhabbetlerimle…
ADİL DÜZEN
Çalışma Arkadaşlarınızdan
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-417 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-247 İstanbul, 14 Temmuz 2007
TÜRK MİLLETİNE AÇIK MEKTUP
1071 yılında Malazgirt’te yapılan savaşta başlayan Anadolu Fethi henüz tamamlanmış değildir. Selçuklular yalnız Bizans orduları ile değil, Avrupa’nın Haçlı orduları ile de savaşmak zorunda kaldılar. Birçok zaman Bizanslılarla bir olup Anadolu ve Trakya’yı birlikte korumuşlardır.
Ordularımız Viyana kapılarına dayandığı zaman bile Anadolu tam olarak bizim değildi, çünkü Anadolu’da çoğunluk hâlâ Hıristiyanların elindeydi. Düşmanlarımız Sakarya’ya kadar geldiklerinde, dedelerimiz ölüm kalım savaşı vermişlerdir. İstiklâl Savaşı sadece Osmanlıların I. Cihan Savaşı’nda kaybettikleri toprakları geri alma savaşı değildir.
Anadolu kimin olacak; Müslümanların mı, Hıristiyanların mı?
Lozan, mübadeleyi kabul etmekle, Anadolu’yu Türklere teslim anlaşmasıdır.
Türkiye’de olup bitenler hep Türk ordusu tarafından düzenlenmiştir. Savaşları o kazanmıştır. İçteki olayların kaynağı odur. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti iyi ise onun eseridir, kötü ise de onun eseridir. Bu böyledir, bundan sonra da böyle olacaktır.
Bununla beraber askerler sivil yönetimde kimlerin olmasına karışıyorlar ama yönetime karışmıyorlar. Türkiye’deki çöküşün kaynağı ordu değildir, sivil yönetimin beceriksizliğidir. Askerlerin buradaki suçları, yönetime gelecekleri belirlemede rollerinin olmasıdır.
Şimdi durum nedir?
Askerler Türkiye Devleti yaşasın diye yöneticilerin atanmasına etkili olmakta ama bu da yönetimin kötü olmasına sebebiyet vermektedir. Karışmasalar devlet yıkılacak, karışsalar devlet çökecektir. O halde ne yapılmalıdır? Devleti yıkmayacak ve çökertmeyecek bir sivil yönetim oluşturulmalıdır.
Bunu kim yapacak ve nasıl yapacaktır?
a) Ordu bunu yapamaz, çünkü nasıl yapılacağını bilmez; bilse bile ordunun yaptığı sağlıklı olmaz. Ordu düşmanlarla savaşır ama kendi halkı ile didişemez. Ordu düzen kuramaz, ordu düzeni korur. Bir defa askeri müdahalelerle çözümün üretileceğini sanmak, ilimden habersiz olmaktır.
b) Mevcut siyasi partilerden de çözüm üretecek hiçbir parti yoktur. Erbakan’dan başka “Adil Düzen”i kimse ağzına almamaktadır. Millî Görüş bizi “Adil Düzen”e götürmüştür. Ama bizzat Millî Görüşçüler “Adil Düzen”e cephe almışlardır.
c) Çözümün siyasi yoldan olmayacağı denemelerle anlaşılmıştır. Yani iktidara geleceğiz ve iktidarda sorunları çözeceğiz; bu bugün mümkün değildir. Çözmeye kalkışırsanız, Erbakan’a yaptıkları gibi sizi tahttan indirirler. Yoksa AK Parti’de olduğu gibi sizin elinizle ülke uçuruma gider.
d) Türkiye’de halkın örgütlenmesi gerekir. İktidara göz dikmeden, iktidarda çözüm aramadan örgütlenmesi gerekir. Ekonomide örgütlenemezsiniz. Çünkü ekonomide örgüt çok zordur ve pahalıdır. Başarı şansı da yoktur. Holdingleri batırdıkları gibi sizi de batırırlar veya Akevler’de olduğu gibi sizi büyütmezler. Dini örgütlenmeler yasaktır. İlmi örgütlenmeler de yasaktır. Elimizdeki tek araç kalmıştır, o da siyasi partidir. Kapatıyorlar ama yenisini kuruyorsunuz. O halde tek çözüm kalmıştır, Adil Düzen Partisi’ni kurmamız gerekir.
Adil Düzen Partisi nasıl bir partidir?
a) Adil Düzen Partisi diğer partilere karşı kurulmuş parti değildir. Herkes oyunu kendi partisine versin ama çalışmayı “Adil Düzen”de yapsın. Adil Düzenciler AK Parti’den temizlenmişlerdir. Bu bir fırsattır. Oy AK Parti’de olacak. O gitmeden iktidara talip olunmayacak.
b) Adil Düzen Partisi’nin hedefi iktidar olmak değil, halkın siyaseti öğrenmesidir, demokrasiyi öğrenmesidir, lâikliği öğrenmesidir. Öğrenmesidir diyorum, çünkü öğretmeni yoktur. Halk kendi kendine öğrenecek ve birbirine öğretecektir.
c) Bu partiyi gönüllüler kuracaktır. Şimdilik haberleşme merkezi benim adreslerimdir. Kendi partilerini oylarıyla desteklemeye devam etmek şartı ile, Adil Düzen Partisi’nin kurulmasında kurucu olmak isteyen kimselerden mektup bekliyorum.
d) Parti için paraya ihtiyaç yoktur. Biz şirket kurmuyoruz, parti kuruyoruz. Adil Düzen Partisi’nin kurulması için paraya gerek yoktur.
Bu yazı www.akevler.org ve www.ehabir.com’da yayınlanacaktır.
Başvurulacak telefonlar:
ADİL DÜZEN
Çalışanlarından
SÜLEYMAN KARAGÜLLE