ADİL DÜZEN 420
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 04 Ağustos 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 420. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İSTANBUL İÇİN NELER YAPMALI?
MAĞLUP OLACAKSINIZ!
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 82. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلَّا مَنْ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُوا مِنْهُ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللَّهِ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ(249)
فَلَمَّا فَصَلَ (FaLamMAv FaSaLa) “Fasl ettiğinde”
Krallık tacı giyildikten sonra ordu hemen hareket etmiştir. Buradaki “Fa” harfi şunu göstermektedir ki, krallık yani merkezi yönetim sadece orduda geçerlidir. Sivil yönetim için melikin seçilmesine gerek yoktur.
İslâmiyet’te devamlı ordu yoktur. Bütün mü’minler askerdir. Ordu komutanları vardır. Bunlar bölge merkezlerinde askeri eğitim yaparlar ve bölge merkez illerini yönetirler. Melikin ancak tüm ülke seferber hâle geldiği zaman seçilmesi zorunludur. O zaman da tüm ülke sıkıyönetimle yönetilir. Başbakan ve genelkurmay başkanları birlikte olsalar da, barış zamanında ordu kışlasındadır ve yönetim başbakanlıkça ve bakanlar kurulunca yapılmaktadır. Savaş zamanlarında yani seferberlikte artık hukuk yönetimi kalkar, onun yerine askeri yönetim gelir. İşte o zaman başkomutan atanır. Bu başkomutan melik durumundadır. Ülkeyi askeri yönetimle yönetir. Buradaki “Fa” harfi bize kral nasbının askeri zaruret sebebiyle olduğunu ifade etmektedir.
Savaş iki şekilde yapılmaktadır. Bir düşman ülkeye saldırır. Bu saldırı tek cepheden gelecektir.
Türkiye’nin komşuları belirlenmiştir. Saldırı Avrupa’dan gelebilir. Trakya’da konuşlanmış ordu kara savunmasını yapar. İkinci saldırı karadan güneyden Irak ve Suriye’den gelebilir. Bu saldırıya karşı Diyarbakır’da konuşlandırılmış kara ordusu mukabele eder. Üçüncü saldırı İran’dan gelebilir. Van’da konuşlandırılmış kara ordusu burasını savunur. Dördüncü kara ordusu Erzurum’da konuşlandırılmıştır. Bu ordu Kafkasya’dan gelen saldırılara karşı koyar. Samsun’da deniz ordusu vardır, Karadeniz’den gelecek saldırıyı def eder. Bursa’da konuşlandırılmış ikinci deniz ordusu Marmara ve Boğazları savunur. İzmir’de konuşlandırılmış üçüncü deniz ordusu, denizden gelen saldırıları def eder. Adana’daki deniz ordusu Akdeniz’den gelecek deniz saldırısını def eder. Bunun dışında üç hava ordusu vardır. Bunlar Konya, Kayseri ve Afyon’da konuşlanmışlardır. Bunlar da kendi bölgelerini hava saldırılarına karşı savunurlar. Gerektiğinde kara ve deniz ordularını takviye ederler. Ankara’da konuşlandırılmış merkez ordusu vardır. Uzak merkezleri dövecek şekilde ayarlanmıştır. Bu savunma ordusudur.
Bunun dışında eğer uluslararası yargılama sistemiyle mahkum olan devlet varsa ve o devleti işgal edip yok etme hakemler kararı çıkmışsa, bunun için özel ordu teşkil edilir. Başkomutan ordunun başına geçer. Viyana seferi gibi seferlere çıkılır. İşte burada bundan bahsedilmektedir. O zaman ülke içinde seferberliğe gerek yoktur.
طَالُوتُ بِالْجُنُودِ (OAvLUvTu Bi eLCuNUvDi) “Talut cunud ile fasl edince”
“Cunud” “cund”un cemidir, çoğuludur. “Akvam” gibi çoğul isminin çoğuludur.
Kur’an burada “Adil Düzen Anayasası”nda kabul ettiğimiz bağımsız ordu komutanları ilkesini teyit etmekte, istihsanen kabul ettiğimize nass gelmektedir. Melik ordu komutanı değil, orduların komutanıdır. Ordular, savaşan birlikler cunuddur.
Askeri teşkilatı onlu sisteme göre sıralıyoruz. Manga 10, bölük 100, alay 1000, tümen 10 000 ve ordu 100 000 dir. Demek ki bir ordunun sayısı yüz bindir. Kur’an’da bu sayı geçmektedir. Onlar yüzbinler olduğu halde savaşmadılar deniyor. Melik ise on orduyu yönetmektedir. Bu da bir milyon insan etmektedir. Demek ki dışarıya ordu sevk edeceğimiz zaman bir milyon büyüklüğünde bir ordu ile gitmeliyiz. Hükümdarların askerlerinden söz ederken hep çoğul olarak “cunud” kelimesini getirmektedir. Aşiret ondur. Kuruluş ma’şer onlu sistemdir.
“Fasl” lazım fiildir. Ayrıldı demek olur. “Bi” ile müteaddi olmuştur. Ordusunu ülkesinden ayırdıktan sonra demek olmuş olur. Orduyu başkomutan toparlayıp götürür. Hazreti Muhammed aleyhisselâm seferberliği ilan edince birliklerin hazırlanıp yerlerinde kalmalarını emreder, gelip alacağını bildirirdi. Askerleri ülke içinde dolaştırırdı. Böylece hareketlilik kabiliyetini ölçerdi.
Diyelim ki Birleşmiş Milletler’de karar alındı, uluslararası yargı, hakemlerden oluşan yargı, İsrail’in işgaline karar verdi, yani ulusları işgale serbest bıraktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi de başkomutanı seçti ve Filistin’e gidilip savaşı durdurma kararı aldı. Seçim komutanların yani ordu komutanlarının ona itaat etmesiyle tamamlanmış olur. İşte bunun arkasından çıkış yapılacaktır. Ordular yerlerinde duracaktır. Başkomutan her ordunun merkezine uğrayacak ve oradan birlikleri ve orduları ona katacaktır. Buna İzmir’den başlar, Erzurum’a gider, sonra Adana’ya gider, ondan sonra Bursa’ya gider. Askerleri ülke içinde mobil hâle getirir. Sonunda nereden hareket edecekse hareket eder. Suriye’den gidebilir. Akdeniz’den deniz çıkartması yapabilir. Irak’tan gidebilir. Irak’tan Suudi Arabistan’a geçerek oradan gidebilir. Mısır’dan Sina Yarımadası’ndan gidebilir. Baştan belli değildir. Ama kararı verip de nereden gideceklerini askerlerine bildirdikten sonra, artık savaş alanına ulaşma ve orada savaşma talimatı verilir.
قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ (QAvLa EinNa elLAHa MuBTaLıKuM Bi NaHaRin)
“Allah sizi bir nehirle ibtila edecektir.”
“EinNe” ile tekid etmiştir. Çünkü onlar Talut’un onları bilinen düz yoldan götüreceğini sanmışlardır. Oysa Talut düşmana beklemedikleri yerden vurmak için onları daha zor yollardan götürmüştür. Böylece askerlerinin zorlukları yenme gücünü ölçmüştür.
Amerika Birleşik Devletleri Irak’ta aynı taktiği uyguladı. Herkes Körfez ve Kuveyt’ten hareket ederek Irak’ı vuracağını sanırken, o çölden hücum etti. Çöl’de savunması olmadığı için Saddam yenildi. Halbuki Türk komutanları tam tersini yaparlardı. Onlar askerlerini çöle sevk eder, Kuveyt sınırlarına yaklaşırlardı. Bağdat’ı ise serbest bırakırlardı. Düşman elini kolunu sallayarak Bağdat’ı işgal ederdi. Kuveyt’i işgal edecek ordu, ABD ordusunun ikmalini keser ve düşmanı ülkesinde imha ederdi. Ordusu mahvolan devlet bir daha kolay kolay buna cesaret edemezdi.
Türk ordusu Kıbrıs’ı şöyle almıştır. Rumlar Kıbrıs’ta uçaksavarlar yerleştirmişlerdi. Havadan yapılacak hücumla Kıbrıs’ı almamız çok zor olurdu. Karadan gitmek de son derece zordu. Çünkü belli yollardan geçilecek ve orada da Rum askerleri yol vermeyecekti. Onun yerine Türk askeri yeni bir savaş yolu denedi. Helikopterlerle saldırdı. Helikopterler alçaktan uçtuğu için uçaksavarlar etki edemedi. Helikopterlerle de düşmanın en zayıf noktalarına iniş yapıldı. Böylece şaşkına dönen Rum ordusu bir hafta içinde teslim oldu.
“Nehr” kelimesi ırmak demektir. “Nehir” olarak da okunur. Çoğulu “enhar”dır. Kendisi tekildir.
Burada nekre gelmiştir. Çünkü ordusu hangi nehirden geçeceklerini bilmemekte, komutandan başka hiç kimse planı bilmemektedir. Savaş sırlarla kazanılır. Askerler bilirse herkes bilir. Komutandan başka kimse bilmez. Bugünkü savaşlar planlanarak yapılmaktadır. Planlanarak yapılan savaş demek, herkesin planı bilmesi demektir, düşmanın da bilmesi demektir. Bu sebeple değişik plan yapılır. Ona yakın saldırı planı hazırlanır. Komutana arz edilir ve bekletilir. Her planın içinde değişik varyantlar konur. Savaşa başlandığı zaman tam o anda komutan planlardan birine karar verir. Planın içindeki tercihleri de yapar. Hattâ kendisi o anda planda değişiklik yapar. İşte böylece düşman ne ile karşılaşacağını bilmez olur.
“Falammâ”daki “Fa” harfi işte bu hususa da işaret eder. Yani ülke içinde dolaşırken, ülkenin dışına çıkar çıkmaz sözlerini söylemiştir. “Allah sizi ibtila edecektir” denmiştir. Burada emri ve kararı kendisi verdiği halde, “Allah sizi imtihan edecektir” neden söylenmiştir? Çünkü, böyle bir imtihan sünnetullahtır ve böyle bir imtihandan geçiren de şeriatın emridir.
Buradan şunu öğreniyoruz ki, askeri eğitim farzdır. Askeri eğitimin iki gayesi vardır. Biri, gelişmiş silahlarla savaş eğitimini almaktır. İkincisi ise savaşın zorluklarına alışmaktır. Sıcaklık, soğukluk, açlık, susuzluk, çıplaklık, uykusuzluk, koşmak, engelleri atlamak, yüzmek... Böylece savaşabilme gücünü elde etmedir.
Savaş cephede kazanılmaz. Savaş önce ikmalle kazanılır. Savaşırken eğer yiyecek ve cephane ulaşıyorsa savaş devam eder. Kimin yiyecek ve cephanesi önce tükenirse savaşı o kaybeder. Bu sebepledir ki ülke ekonomisi dışa bağımlı ise savaş çabucak biter. Askerin silahını ve cephanesini yetiştiremez, yiyeceğini ve giyeceğini temin edemezseniz, o asker iki gün dayanamaz.
İkinci önemli husus eğitimdir. Hem silah kullanmayı öğrenmeli, hem de savaşma gücü olmalıdır, dayanıklı olmalıdır. Bu iki gücü elinde tutan ordu bir defa cephede yenilse bile sonra tekrar zafer kazanır. Savaşta ise çok önemli husus askerlerin disiplinli olması, yanlış da olsa birlikte hareket etmeyi bilmeleridir. Askerliğin sonuncusu ise komutanın taktikleridir.
Talut askerini zorlukla geçilecek yollardan hareket ettirince hem onları disipline etmekte, hem sıkıntılara alıştırmakta, hem de düşmanın beklemediği yerden saldırıya uğramasını sağlamaktadır.
فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ (Fa MaN ŞaRIBa MiNHu) “Ondan kim şurb ederse”
Buradaki “Fa” bundan önceki cümleyi açıklamaktadır. Allah sizi bir nehir ile imtihan edecektir dedikten sonra, nasıl imtihan edeceğini açıklamaktadır. Nehirden su içmeyecekler. Yorgun argın bir şekilde su içerlerse dokunur, rahatsız olabilirler. Bu bakımdan onların o nehirden su içmemelerini emretmiştir. Yahut nehirde zararlı maddeler vardır, onun içinin içmemelerini emretmektedir. Burada hangi sebeple olduğu izah edilmemiştir.
Her emrin bir hikmeti vardır, bir de illeti vardır. Askerlikte ise emirlerin ne illeti ne de hikmeti sorulur. Emredilir ve herkes emri yerine getirir. Bilmeden, düşünmeden, körü körüne itaat vardır. Birlik öylece sağlanır, zamanında hareket öyle sağlanır. İnsanlar düşünüp içtihat yaparak karar verseler çoktan hayatlarını kaybetmiş olurlar. Bizim bedenimizde de buna benzer davranışlar vardır. Elimize sıcak su dökülse, düşünmeden hemen elimizi çekeriz. Buna refleks hareket deniyor. Topluluk da böyle zaman zaman refleks hareket yapmak durumundadır. Bunu başarmanın yolu, emir-komuta zincirine itaat etmektir. Sofra hazırlanır, kimse bir lokma almaz. Komutan gelir, ‘Afiyetler olsun!’ der. Yemeğe birden başlanır. Sofradan birden kalkılır. Komutan baştan içilmesini yasaklıyor. Nehirden kimse su içmeyecektir diyor. Askerlikte şeriat yoktur. Askerlikte talimatlar vardır. Talimat komutanın koyduğu kurallardır. Herkes ona itaat eder ama komutan istediği anda onu değiştirir. Sonra, komutanın koyduğu talimatlar eşitlik ilkesini taşımaz, bana başka size başka emir vermiş olabilir. Oysa, şeriatta emir yoktur, içtihatlar vardır, sözleşmeler vardır, ortak vekil kararları vardır, hakem kararları vardır. Kimse amirine karşı sorumlu değildir, hakemlere karşı sorumludur.
فَلَيْسَ مِنِّي (Fa LaYSa MinNIy) “Benden değildir.”
Demek ki komutanın askerlerini ordudan çıkarma yetkisi vardır. “Nehirden içen benden değildir” demekle, ordudan uzaklaştıracağım demiş oluyor. Artık benim komutamda bulunamaz demektir. Komutanlar ordudan ihraç kararı veriyorsa, askerlere de birliğini değiştirme yetkisini veriyoruz demektir. Yine bizim istihsanla kabul ettiğimiz komutanın ihraç yetkisi burada nass ile teyid edilmiş oluyor. Buna kıyaslayarak biz bu yetkiyi bütün başkanlara veriyoruz. Yani toplantı başkanlarına, aşiret başkanlarına, bucak başkanlarına bu yetkiyi tanıyoruz. Tabii başka âyetlerle bu sonuca varmış bulunuyoruz.
وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ (Va MaN LaM YaOGaMHu) “Kim onu taam etmezse.”
Burada “lem yeşribhu” dememiş de “lem yetamhu” demiş. “Taam” doyasıya yemek anlamına gelir. “Şeribe” ise az veya çok içmek demektir. Zararlı olan çokça içmek, doya doya içmektir. Bir iki yudum su kötü etkiler yapmaz. Yorgunluk yapmaz, zararlı maddeler de yapmaz. Çünkü gerekli tedbiri alır ve onu yener. Dolayısıyla bir avuç içmeye izin verilmiştir.
“Taam” kelimesi tatmak kelimesini içermez. Yukarıda “şurb etmeyi” getirdi, burada “taam etmeyi” getirdi. Şurb edenin kendisinden olmadığını söyledi. Burada taam etmeyenin kendisinden olduğunu belirtmektedir. Az olanları istisna etmektedir.
Bu da usulcüler için pek çok yerde kullanılan sistemdir. Mesela, hırsızın kolu her zaman kesilmez, az miktarda çaldığı zaman kesilmez. Zina yapana her zaman dayak cezası atılmaz. Çünkü sârik ve zani denmiş, ismi faillerle getirilmiştir. O halde az olanlar istisna edilmektedir. Fıkıhçılar hırsızlıkta bir nisab koydular, ondan az çalanın eli sünnetle kesilmektedir. Delili işte bu âyettir. Zina eden için de duhul şartı getirilmiştir. Sevişenlere zina cezası uygulanmaz. Şehvetle bakmak bile günahtır, ama zina cezası ancak duhulle uygulanır. Faizde de küçük çaptaki mübadelelerde tam eşitlik aranmıyor.
فَإِنَّهُ مِنِّي (Fa EinNaHUv MınNIy) “Kim doyasıya içmezse o bendendir.”
Böylece doyasıya içeceklerin ordudan çıkarılacağını haber vermektedir. Bu nasıl sağlanacaktır?
İçenler hastalanacak ve nehrin kenarında serileceklerdir. Birlik artık onları beklemeyecektir. Bırakıp devam edecektir. Böylece onlar çıkmış olacaktır.
Burada da başka husus ortaya çıkmıştır. Haramlar, yasaklar uygulanmaz ama kanun onu himaye etmez. Çünkü yaptığı iş hukuki değildir. Cizye ve askerlik anlaşmalarında onlar istisna edilmiştir. Cezasını Kur’an bize vermediğine göre biz onlara ceza vermeyiz, ama biz onları himaye etmekle yükümlü değiliz demektir. Başkana itaat etmeyenin hukuku o başkan tarafından korunmaz. Bu kural da bu âyetten çıkmaktadır.
إِلَّا مَنْ اغْتَرَفَ (EilLAv MaN EiĞTaRaFa) “Sadece iğtiraf edenler.”
Kur’an’da “ğurfe” kat anlamındadır, yani binalardaki kat anlamındadır. “Ğurfetün mebniyye” bina edilmiş ğurfe; “Ğurfetün fevkaha ğurfetün”, ğurfe üzerine ğurfe yani kat kat yapı; “ğurufat” apartman yani üst üste binmiş katlar olarak geçmektedir. Sadece burada bir avuç su anlamına gelmektedir.
Aradaki ilişki nedir? Binanın katı ile bir avuç su arasında ne gibi bir ilişki vardır?
Yakın kelimeleri tahlil ederek aradaki ilişkiyi arayalım.
ĞRB: Garb, batı demektir. Güneşin battığı yerdir. Ğurab ise karga demektir. Karga uçmaya batıya yönelerek başlar. Gökte dolaştıkça ne kadar ileri-geri gittiğini ölçer ve kalanı belleğinde tutar, yine ne kadar sağa-sola gittiğini ölçer ve belleğinde tutar. Yani her zaman kendi yuvasının ne kadar uzakta olduğunu ve hangi istikamette olduğunu bilmektedir. Arılar ve diğer sinekler de bu yolla yerlerini bulmaktadır. Kuşlar bu metot sayesinde güney kutbundan kuzey kutbuna kadar yolculuk yapabilmektedir. Balıklar da bu sayede kıtalardan kıtalara yolculuk yapmaktadır. Bu yol irsen yavrulara da intikal eder. Kuşların ve diğer canlıların giderken kilometreyi nasıl ölçtüğü de sorulabilir. Bunu uçaklar gibi kuzey-güney istikametini bilmelerinden çok, gökten gelen ışıklara göre tayin etmiş olabilirler.
Kur’an’da bir de “Ğarabibe sudin” geçmektedir. “Ğarabib” ğarbiybin çoğuludur. Garbib, topluluktan uzaklaşan, halktan çekinen kimse demektir. Halka karışmayan, namazlara gelmeyen kimse demektir. Batan, kaybolan anlamındadır. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Allah’ın bunlara kızdığını söylemektedir. “Ğurfe” kelimesinin “ğurbe” kelimesi ile akrabalığı, ğurfenin insanları ğurbe gibi gözden ırak tutmasıdır.
ĞRY: Ğaray, gark olmak, dalmak anlamındadır. Iğra etmek demek, daldırmak demektir. Aralarına adaveti iğra ettik. Seni onlara iğra edeceğiz. Onların içine dalacaksın. Burada da ğrk kelimesi ile akrabalığı, odanın içine girmek demek olur. İğtiraf etmek de, avucu suya daldırıp çıkarmak mânâsına gelir.
“Ğaram” ağırlık demektir. Onlar onun ağırlığından eziliyorlar mı denmiş olur. Batı dillerindeki gram kelimesi de buradan gelmektedir. Ğurfe ile akrabalığı, dalma ve batmanın ağırlıkla olmasından dolayıdır. Bir yudumluk su gibi bir dalımlık su müstesna demektir.
“İğtiraf etmek” de daldırıp çıkarmak demektir. “Kat” kelimesi de bir meskenlik demek olur.
غُرْفَةً بِيَدِهِ (ĞuRFaTan BıYaDıHIy)
“Diliyle iğtiraf ettiği bir ğurfe dışında kim taam etmezse o bendendir.”
Suya ağzı dayayıp doyasıya içme yasaklanıyor. Bir avuca gelen kadar az suyun içilmesine izin veriliyor. “Bi yedin” bir avuçla alınan su anlamındadır. Demek ki avuç ölçü birimidir.
Biz de bir avucu fitre için esas alıyoruz. Bir avuç tahıl yaklaşık yarım kilo gelmektedir. Çalışan bir insan yarım ekmek yer. Yarım ekmeklik de katık sayıyoruz. Ve günde iki öğün yediğini farz ederek, iki kilo buğday bir fitredir diyoruz, yani dört avuç buğday demektir. Hanefilere göre bu daha fazladır. Üç okka arpa veya birbuçuk okka buğday diyorlar. Birbuçuk okka buğday (1.38+.69=2.07 gram) Böylece bizim içtihadımız Hanefilerin içtihatlarına uymaktadır. Uzunluk ölçüsü olarak da parmağın uzunluğunu alıyoruz. 9.415 olarak alırsak gezegenlerin uzaklıkları tamamen uymaktadır. Allah insanın ölçülerini doğal uzunluklara uygun var etmiştir.
“Ğurfet” bir ölçü olduğu için nekire gelmiştir. Bir tek avuç su alınacak demektir.
فَشَرِبُوا مِنْهُ (Fa ŞaRIyBUv MıNHu) “Ondan şurb ettiler.”
Yani imtihanı kaybettiler. Dereyi geçtikleri zaman doya doya içmeyen çok az kimse kalmıştır. İçmeyenler, doya doya içmeyenler derenin öbür tarafında yerleşmişler, karargah kurmuşlar ve savaşma durumlarını tartışmaktadırlar. Komutanın takip ettiği başka bir taktik de geri dönmenin zor olacağı yoldur. Eğer kolay dönülürse savaşanlar kaçabilirler. Bu sebepledir ki Tarık bin Ziyad Cebeli Tarık’ı geçince gemileri yaktı. Önünüz düşman, arkanız deniz; geri dönerseniz kesin olarak ölürsünüz ama savaşırsanız yaşama şansınız var demiştir. İşte bu sebepledir ki düşmana ırmakları geçerek saldırma avantajlı olmaktadır.
Kur’an insanları gruplara ayırmıştır.
Müşrikler, hakem kararlarını kabul etmeyen kimselerdir. Onlarla savaşmak ve yeryüzünden fesadı kaldırmak mü’minlere farzdır. Müşriklerin dışındakilerle savaş yapılmaz, yani hakem kararlarını kabul edenlerle savaş yapılmaz. Bunlar dört gruptur.
Kâfirler, cizye vermeyenlerdir. Hakem kararlarını kabul ettikleri için biz onlara saldırmayız. Ama onlara müşrikler saldırsa biz onları korumayız.
Müslimler, bunlar savaşa katılmazlar ama askerlik bedeli verirler ve biz onları koruruz.
Mü’minler, bedenen savaşa katılanlardır. Bunların savunma savaşına bedenen katılmaları zorunludur.
Cihad yapan mü’minler. Bunlar ülke dışında savaşa gönüllü olarak katılanlardır. İşte insanlar savaşa katılmaya zorlanmaktadır. Bedel ver, savaştan kurtul. Ülkeden göç et, savaşmaktan kurtul. Yurt dışındaki cihad savaşına katılma, savaştan kurtul. Ama savaşa katıldıktan sonra artık geri dönüş yoktur. Ya zafer ya ölüm. Savaş bir tür düellodur. Birlikler savaşırlar. Bir taraf ölür, diğer taraf zafer kazanır. Mallarına ve canlarına sahip olur. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve bir daha sorun çıkarmayacak savaşanlar esir edilip köleleştirilir. Başkomutan isterse affedebilir.
İşte, savaşın kuralı savaştan kaçanı öldürmek, yahut kişiyi savaştan kaçamayacak hâle getirmektir. Allah böyle bir dünya yaratmıştır. Niçin böyle yaratmıştır? Onu soramayız. Sadece nasıl yaratmıştır, onu araştırırız. Bizim görevimiz nedir? Onu öğrenmek durumundayız. Askeri düzende durum böyledir. Allah orada kendisi de askeri düzeni uygulamaktadır. Sorma, itaat et diyor. Şeriat düzenine geçtiğimizde, o zaman her şeyin hikmetini öğrenmek hakkımız olur. Savaş eğer meşru ise savaştan kaçanı öldürmek de meşrudur. İnsanları esir edip köleleştirmek de meşrudur.
إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ (EilLAv QaLIyLan MıNHuM) “Onlardan azı dışındakiler onu içtiler.”
Demek ki içenler içmeyenlerden çok idiler ve onlar ordu dışında kaldılar. Ordu yarıdan aşağıya düşmüştür. İşte savaşın zorluğu buradadır. Savunma kolaydır ama saldırma çok zordur. Yolda dökülürsünüz. İkmaliniz biter. ‘Ya ölüm ya zafer’ demek zorundasınız, çünkü geri dönemezsiniz. Eğer haklı bir savaş yapıyorsanız, karşı taraf suçluluk ruhiyatı içindedir, korkmaktadır. Kimden? Allah’ından kokmaktadır. Çünkü herkesin beyninde kazılmış inkâr ettiği Allah vardır. Tehlikeli anlarda her şey çözülür, o merkeze varılır ve orada insan yaratanını bulur. Haklı ise cesurdur. Ölmeyi göze almıştır. Haksızsa korku içindedir, endişelidir. Dolayısıyla savaşı kaybetmeye mahkumdur.
Tarih boyunca zalimler çıkmıştır. Ama insanlık hep zalimleri yenmiş ve adalet üzerinde yaşayarak bugünkü hâle gelmiştir. Hep insanlık zafer kazanmıştır. Zulüm fırtına gibi gelip geçmiştir.
Tarihin en büyük zulmünü Sovyetler yapmıştır, sömürü sermayesi yapmıştır. Ama sonunda Sovyetler yıkılmıştır. Sömürü sermayesi de kanser hastası gibi ömrünü beklemektedir. Bugün Amerikan sermayesi dünyaya saldırmaktadır ama artık kurtuluşun olmadığını da öğrenmiş bulunmaktadır. Hıristiyanlık yeniden eski satvetine yani gücüne kavuşma durumundadır. Papalık en güçlü ve etkin müessese hâline gelmiştir. Hindistan’da Hindu dinine karşı saldırı olmamıştır. Çin’de Budistlere saldırı olmuş ve bu gün artık serbest hâle gelmişlerdir. Müslümanların hepsi bağımsızlık kazanmaktadırlar. İslâm devletlerindeki sol diktatörler bir bir ortadan kalkmakta, İslâmî yönetim gelmektedir.
İşte; ırmağı geçenler az idiler ama yine onlar galip gelmişlerdir.
فَلَمَّا جَاوَزَهُ (Fa LamMAv CAvVaZaHUv) “Suyu içmeyenler nehri geçince.”
“Fa” harfi içmenin takibidir. Irmak geçilmiştir. Acaba ırmak nasıl geçilmiştir?
Tarihte ırmak geçme teknikleri geliştirilmiştir. Önce su derin değilse yürünerek geçilir, derinse yüzülerek geçilir. Hayvanlara yükler yüklenir. Sonra sallar ve kayıklarla geçilir. Gemilerden köprüler kurulur, yahut halat köprüler kurulur. O zaman bu geçme tekniklerinin hepsi biliniyordu.
Burada “kendisi geçince” deniyor da “fasala”da olduğu gibi ordusunu geçirdi demiyor. Çünkü artık herkes kendisi geçmeye çalışmıştır. Karşıya geçinceye kadar komuta durmuştur. Savaşta da bu böyledir. Çatışmaya başlayınca hiçbir kimse artık emir beklemez, herkes kendisi kendisinin komutanı olur, çatışmada öldürmek ve ölmemek için çalışır. Bu sebepledir ki Talut geçince denmiş, Talut ordusunu geçirince denmemiştir. Kur’an’ın her sözü ve sigası derin anlamlar içerir. O sebepledir ki insan sözü olmamaktadır. Bizim böyle bir kitabı telif etmemiz mümkün değildir.
هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ (HuVa Va elLaÜIyNa EAvMaNUv MaGaHUv)
“O ve onunla beraber iman etmiş olan kimseler ırmağı geçince.”
Burada “huve” gelmiştir. Çünkü muttasıl zamire atıf yapılamaz. Onun için munfasıl zamir getirilir. Onunla beraber iman eden kimseler denmektedir. Burada kastedilen onunla beraber su içmeyerek kendilerini güvene alanlar demektir. Burada Allah’a inandılar, su içmediler ama aynı zamanda kendilerini de helâk olmaktan, hasta olmaktan kurtardılar.
İçenlerin ne olduğundan bahsetmemektedir. Ama geçenler arasında onları saymamaktadır. Ya suda boğulup gittiler, ya geri döndüler, ya da geçtiler ama birliklerini kaybedip orada kaldılar. Her ne olursa olsun, perişan oldular. Sayı olarak az da olsalar, iman etmiş kimseler kalmışlardır.
“Adil Düzen” savaşında da durum böyledir. “Adil Düzen”in şer’î kuralları ortaya konur. Size şöyle yapmayın denir. Siz ise kana kana su içersiniz ama artık “Adil Düzen” kervanına katılamazsınız. Kalanlar çok az olabilir. Ama kalanların imanları varsa, devam ederlerse, başarıya ulaşacaklarında şüphe yoktur.
-“Yenibosna Adil Düzen Çalışanları böyle dere ile karşılaştılar mı, geçenler geçti mi?” sorusuna cevap verebilirim. Evet, market çalışmaları, ahşap ev çalışmaları başarısızlığa uğrayınca, geçen haftalarda bir toplantı yaptık. Bazıları; artık bizim yapacağımız bir şey yok, markete devam edemeyiz, ahşap evleri yapamayız dediler. Hemen hepimizin fikri bu idi.
Ama Talut’un ordusunda olduğu gibi gelişmeler oldu. Her zaman bu böyle olur.
Osmanlı Devleti’nden ümidi kesenler İngilizlere, Ruslara, Amerikalılara teslim olmayı düşündüler. Bugün de Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ortaklığı aranıyor. Teslimiyete ortaklık diyorlar. Ama buna karşı direnen insanlar vardır, partiler vardır, ordu vardır.
قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ (QAvLUv LAv OAvQaTa LaNA aLYaVMa)
“Bugün takatimiz kalmadı dediler.”
Irmağı büyük zayiat vererek geçtiler. Zaten Calut ile denk bile değildiler. O halde artık aklen savaşma imkanı yoktur. Geri dönmek de kolay değildir. Kararsız bir şekildedirler.
Bizim Yenibosna’daki faaliyetimiz de böyledir. Demek ki, sayısı az olsun çok olsun her zaman aynı şeylerle karşılaşırsınız. Gücünüz tükenir. Allah’tan başka melce kalmaz. Kendi kendinize artık yapacağımız bir şey yok dersiniz. İzmir’den geldiğim günden bugüne kadar hep böyle takatsizlikle karşılaştım. Bu yalnız bende değil, hepimizde oldu. Ben şahsen istihareler yaptım. İzmir’e dönüp dönmeme üzerine istiharelerde hep burada kalmam çıktı. Henüz durulmuş ve oturulmuş bir durum yoktur. Ama durulmaya doğru adımlar atılmaktadır.
Benim gibi ümitsizliğe düşen arkadaşlarıma tavsiyelerim olacaktır. Biz bugün diyoruz ki, devama takatimiz yoktur. Karşımızda dev güçler var, bizi yeniyor ve dağıtıyorlar. Yenibosna’da birlik sağlanamıyor. Biri geldi mi diğeri bırakıp gidiyor. Herkesin kendine göre bir dünya görüşü vardır. Uzakta iken bunlar fark edilmiyor. Yakınlaştıkça bu farklılık ortaya çıkıyor, o zaman gitmeler başlıyor. Çözüm nedir? Terk edip gitmek değildir, suda boğulmak değildir. Sorunu şeriata göre çözmektir. Şeriat ne diyorsa onu yapmaktır. Şeriatın ne dediği de hakemlerin dediği ile olur. Haksız da karar verseler, hakemlerin kararlarına uymalıyız. İşte o zaman bizim takatimiz tekrar gelir.
İnsanların ben yapacağım veya falan yapacaktır dememeleri için Allah peygamberleri bile bu imtihandan geçirmiştir. Bunu herkes bilsin ki “Adil Düzen” falanın veya filanın işi değildir. Hepsi takdiri İlahi’dir. O istediğini yaptırmaktadır. Bizim işimiz bize düşen görevi yapmaktır. Yazdıklarımızı, bildiklerimizi hayatımızda uygulayacağız diye bir şey yoktur.
بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ (Bi CAvLUvTa Va CuNUvDiHi)
“Calut ve cunudü ile savaşmamızda takatimiz yoktur.”
İki ordu karşılaştığı zaman güç karşılaştırması yapılır. Normal fiziki kanunlara göre hangi ordunun hangisini yeneceği hesap edilir. Buna durum muhakemesi denir.
Durum muhakemesinde neler karşılaştırılır?
a) Asker sayısı.
b) Silah ve teçhizat miktarı.
c) Savunma veya saldırı durumu.
d) Savaş alanının sağladığı avantajlar.
Bu muhakeme sonunda savaş kabul edilir veya edilmez.
Bunun dışında savaşanların durumu da yukarıdaki maddi durum kadar önemlidir.
a) Askerlerin inançları, savaşma istekleri ve kabiliyetleri.
b) Askerlerin eğitimi, savaşmayı bilmeleri veya savaşa dayanmaları.
c) Askerlerin geri çekilme imkanının olup olmaması.
d) Savaşmada haklı olup olmadıkları da etki edecektir.
Hırsız ne kadar güçlü olursa olsun, mal sahibi kadar direnemez.
İşte, Talut ve onunla beraber inananlar önce Calut’un ordusu ile maddi karşılaştırma yapmışlar ve durumun aleyhlerinde olduğunu görmüşlerdir. Calut ve ordusu ile savaşma güçlerinin olmadığını tesbit etmişlerdir. Kur’an’ın öğrettiği durum şudur.
1- 20 kişiden az sayıda birlik savaşmaya girmeyecek, geri çekilecek ve birliğine katılacaktır.
2- Birliğin sayısı 100 ile 1000 arasında ise birlik savaşa girip girmemekte veya birliğe çekilmekte serbesttir. Ancak bu durumda da düşmanın sayısı kendilerinden 10 mislinin üstünde olmamalıdır.
3- Birliğin sayısı 1000’den yukarı ise ve düşmanın sayısı da iki katından az ise savaş kabul olunmalıdır. Geri çekilme caiz değildir.
4- Birliğin sayısı 1000’den fazla ve düşmanın sayısı 10 mislinden fazla ise savaşa girilmez, geri çekilme olur.
Burada şunu öğrenmiş oluyoruz ki, manga genellikle 20 kişiden azdır. Sadece savunma yapar, saldırıya geçemez. 20 kişiden fazla olduğunda saldırıya geçebilir. Ama düşman 10 mislinden fazla olmamalıdır. 100’den yukarı ise, eğer düşman 2 mislinden azsa savunma yapmak zorundadır, 10 mislinden çoksa saldırıya geçemez. Bu da bölüğün yetkilerini tayin eder. Asıl savaş birliği alaydır. Tümen ve ordular savaşırlar. Burada kabul edilen kriter şudur. Ordunun 2 misli fazla veya eksik olması savaşa etki etmez. Eşit sayılırlar. 10 mislinden fazla olan ordu moralleri ne olursa olsun saldırıp galip gelemezler.
Kur’an’ın başka âyetlerinde bunlar anlatılmıştır.
قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ (QAvLa elLaÜIyNa YaJunNUvNa) “Zannedenler kavlettiler.”
İlmetmek, iman etmek, hesap etmek, zannetmek kelimeleri insanın bir şeye olan bilgisini gösterir. Bunların içinde iman ile ilim, biri fikrî diğeri de hissîdir. Mü’min ilmin verilerine inanan kimsedir. Yani fikri hisleri ile birleştiren, fikre göre hisseden kimse demektir.
Hak dinin bâtıl dinden farkı budur. Bâtıl dinler, ilme aykırı şeylere iman eden dinlerdir. Hak din ise ilmin verilerine iman eden dindir. Hakkın verilerine iman ettiklerini söylemekle beraber, ilmin verilerini araştırmadan ilim olarak kabul eden dinlere de fasit dinler diyoruz.
Onlar amelde hataya düştüler ama imanda onlar da hak dine inanıyorlar. Hesap ile zan arasında ilişki vardır. İlim ve iman ilimde etkindir. Oysa hesap ve zan ise amelde etkindir. Hesap daha çok kesin ilme dayanan ameldir. Zan ise içtihada dayanan ameldir. İnsan amelde bulunurken ihtimaliyat ilkesine göre hareket eder. Tahmin eder, tahminde hangisi daha olası ise ona göre hareket eder. Biz öldükten sonra nereye gideceğiz? İki ihtimal vardır. Bizi var eden bizi unutmayacak, tekrar diriltecek ve biz O’na kavuşacağız, O’nunla karşılaşacağız. İkinci ihtimal ise, ölüp gidecek ve bir daha geri gelmeyeceğiz. İlk bakışta bu iki ihtimal yarı yarıyadır. Ne var ki bu yarı yarıya olsa da, kârlı taraf kavuşma tarafıdır. Yer ayırdık, otelde kalacağız. Para atın, yazı gelirse otele girersiniz, tura gelirse otele almayacağız diyorlar. Atmazsanız hiç almayacağız diyorlar. Parayı atarız, yazı gelirse kazanmış oluruz, tura gelirse bir şey kaybetmeyiz.
İşte, öldükten sonrası için çalışma da böyledir. Gerçekse kazanırız, değilse bir şey kaybetmeyiz. Bu sebeple “yezunnune” diyor da “yahsebune” veya “yü’minune” demiyor.
Yenibosna Adil Düzen çalışmaları da böyledir. Yenibosna’da ilmi çalışma vardır, Adil Düzen çalışması vardır. Kur’an’ın çağımız sorunlarını nasıl çözeceği üzerinde çalışılıyor ve ortaya konuyor. Bunun üzerinde başka çalışan yer yok. Herkes İslâmiyet’i bin sene evvelki içtihatlarla öğreniyor. Öğrendikleri hayata uymadığı için de laik olarak yaşıyor.
Biz ise önce Kur’an’ı bugünkü ilimlerle yorumluyoruz. Sonra da Kur’an’ın verilerine göre diyoruz ki, yeryüzüne Adil Düzen hakim olacaktır. Diğerleri ise “Adil Düzen”in ismini kabul etseler bile, onun ne olduğu üzerinde bir çalışma yapmamaktadırlar. Kur’an’a göre Adil Düzeni değil de, kendi akılları ile adil bir düzeni ortaya koyuyorlar. Bizim yorumlarımız doğru olmasa da, doğru olma ihtimali vardır; “Adil Düzen” gelmese de, gelme ihtimali vardır. Oysa onların doğruyu bulmaları mümkün değildir, çünkü aramıyorlar. Onların “Adil Düzen”i getirmeleri mümkün değildir, çünkü getirmekle meşgul değildirler. Babalarından duyduklarının peşinden gidiyorlar.
أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ (EanNaHuM MuLAvQUv elLAHa)
“Allah’a mülaki olacaklarını zanneden kimseler.”
İnsan Allah’la beraber idi, O’nun idi. Yeryüzüne sürüldü. Burada eğitilsin diye geldi. Sonra tekrar O’na mülaki olacaktır. Eğer sınıfını geçmişse cennete gidecek ve Allah ile beraber olacaktır. Sınıfta kalmışsa cehenneme alınacak ve bütünleme imtihanlarına sokulacaktır. Öğretilinceye kadar bu böyle devam edecektir.
Biz hayatımızı Allah’a kavuşacağımıza göre ayarlarız. İçimizde kimileri buna tam kani olmayabilirler. Hattâ zaman zaman bizim de içimize kuşkular girebilir. Gerçekten dirilecek miyiz diyebiliriz. Eğer bu vesvese amelimize etki etmezse biz yine şeriat üzerinde amele devam edersek, o zaman o vesvesenin ilacı muavizeteyni yani Felak ve Nâs sûrelerini okumaktır. Amelimize etki etmeyecektir. Çünkü amel etmekle hiçbir zaman zararlı çıkmayacağız. Ama kazanma ihtimalimiz her zaman vardır.
كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ (KaM MiN FiETin QaLIyLaTin) “Nice kalil fiet vardır ki”
“Kem” burada çokluk anlamında soru edatıdır. Kem, pek çok az sayıda ordular vardı ki çok olanları yenmiştir. Allah insanları bir güç etrafında toplanacak bir şekilde yaratmıştır. Tarihte küçük güçler dünyayı istila etmişlerdir. İskender’in orduları çok azdı ama dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuşlardı. İslâm orduları her tarafta savaşları az iken kazanmışlardı. Talas ve Malazgirt savaşları bunların örneğidir. Atilla, Cengiz, Timur orduları hep az olan ordular idi. Kur’an bu gerçeği bildirmiş ve tarih bu geçeğe şahit olmuştur. Talut’un askerleri de bu gerçeği bilmekteydiler.
“Fiet” kelimesi üzerinde ihtilaf vardır. Kur’an’daki “Fiet” kelimesinin kökü üzerinde ihtilaf edilmiştir Alusi “FEV”den veyahut “FYV”den gelmektedir diyor. FEV, başı yarmak anlamındadır. FYV ise dönmek veya ifa etmek anlamındadır.
Biz bunun hangi kök olduğunu ispatlamamız için ilmi metoda başvurabiliriz. Bizim bir şiirde vezin ile satırı düzeltmemiz mümkündür. Burada “F” harfi ile geçen kökleri sayalım. Firavunu Fer’den, Firdevsi Ferd’den, Fetvayı Fety’den ve Fieti Fey’den ayrı sayarsak 75 kök etmektedir Aşağıdaki cetvele bakarsanız üçlü tasnifle buradaki dörtten biri olan “Fie”yi nereye yerleştireceğimizi düşünebiliriz. Şöyle düşünelim. 75 sayısı standart saydır, ancak sistematikte yeri yoktur. Öyleyse Fetvayı, Firavnı ve Firdevsi ayrı kelime saymazsak, Fie kelimesi “FVE”ye uygun gelerek yerleştirilirse 72, 36, 18 ve 9’lu gruplar olarak çıkmaktadır. O zaman “Fie”nin aslı “FVE”dir veya “FRE”dir. Hangi şekilde olursa olsun “FYE”den ayrı kök saymamız gerekir. Fatiha Sûresi’nden biliyoruz ki “R”ler “Y”lere dönüşmektedir. Biz bunun kökünü “FRE” olarak alıyoruz. O zaman buna en yakın kök “FRG, FRĞ, FRQ” olmaktadır. Bunların hepsi ayrılmayı, dallanmayı ifade etmektedir. O halde “Fie”nin aslı “Firek”dir; kaf hemzeye dönüşmüş ve “R” yeye dönüştükten sonra düşmüştür.
“Firek” fırka demektir. “Fırka” askeri birlik demektir, parti demektir, dayanışma ortaklığının parçası demektir. “FVH” ve “FVM” köklerinin “FeM” kelimesi ile ilişkisini kurup düşününüz.
Çizelge seminer notlarının sonuna eklenmiştir.
غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً (ĞaLaBaT FıEaTan KaÇIyRaTan) “Kesir fiete galip gelmiştir.”
Az sayıda insan çok sayıda insana galip gelmiştir. Tarih Allah’ın çizdiği kaderle akmaktadır. İnsanlara kader için bazı tercihli uygulamalar verilmiştir. Tarihin dönüm noktası savaşlar vardır. Savaşların sonu tarihin kaderi mecrasında gitmiştir. Bedir Savaşı böyledir. Bire üç sayıda fazla gücü yenmişlerdir. Sonra Hendek Savaşı da ölüm-kalım savaşıdır. Bizim İnönü savaşları da Bedir Savaşı gibidir. Sakarya Hendek Savaşı gibidir. Tarihimizde iki büyük savaş daha olmuştur. Talas Savaşı da Batı’nın rasyonel uygarlığı ile Doğu’nun mistik uygarlığı çatışmasıdır ve rasyonel uygarlık galip gelmiştir; ama galip gelen daha zayıf ve daha az idi. İkinci önemli savaş da Malazgirt’te olmuştur. Orada da ortaçağın donmuş Hıristiyanlığının tümevarım metodu ile pozitivizmin yolunu açan İslâm arasında savaş olmuş, pozitivizm galip gelmiştir. Rasyonalizm akılcılıktır. Pozitivizm ise deneyciliktir.
Bugün Yahudiler çok azdır ama insanlığa karşı galiptir. Adil Düzen Çalışanları çok azdır ama onlar galip gelmektedirler. Dünya kapitalizm ve sosyalizmle dine saldırmış; orduları ile, sanatı ile, iletişim araçları ile, üniversiteleri ile din düşmanlığı yapmış, dünyaya Allah’ı unutturacağını sanmıştır. Ama bu savaşı ancak bir asır yürütebilmiş, sonunda teslim olmak zorunda kalmıştır. Dindarlar ne kadar az idi. Hâlâ belki de durum öyledir ama karşı taraf artık teslim olmuş durumdadır.
Bu âyet bize gösteriyor ki, azlık-çokluk haklılığı ve doğruluğu ifade etmediği gibi güçlülüğü de ifade etmemektedir. Bu sebepledir ki AK Parti adil olmadığı için haklı değildir ama güçlü de değildir. Çok oy almak yetmiyor. Güçlü olmak için haklı olmak gerekiyor. İşte bunun böyle olduğunu Saadet Partisi ve AK Parti anlamamıştır. Güçlü olacak ve adaleti öyle getirecekler; bu partiler öyle inanıyorlar. Oysa haklı olursan güçlü olursun. Haklı olmaya çalışmak gerekmektedir. O da “Adil Düzen”i öğrenip mümkün olanı uygulamakla olmaktadır.
بِإِذْنِ اللَّهِ (Bi EiZNi elLAHi) “Allah’ın izni ile”
Az topluluk çok topluluğa galip gelmiştir. Bu kurallara aykırıdır. Doğada denge vardır. Tabiat kanunları vardır. Nasıl oluyor da az olan çok olana galip geliyor? Burada Allah’ın yardımı vardır. Araştırıldığı zaman görülür ki, bu galibiyette beklenmedik olaylar olur. Talas’ta ve Malazgirt’te Türklerin cephe değiştirmesi ile zafer kazanılmıştır. Ölümü göze alan ordulara Allah yardım etmiştir.
Bunu “Allah’ın izni” ile ifade etmektedir. Çünkü doğanın normal kanunlarına uymamaktadır. Allah insanları ve melekleri beklenmedik olayların cereyanı için görevlendirmektedir. Görünen hesaplara uymadığı için Allah’ın izni ile denmektedir. Saadet Partisi için de böyle düşünüyor ve Allah’ın izni ile barajı geçeceğini umuyoruz. Aksi çıktığı zaman hata mı yapmış olacağız? Evet, oturup o zaman düşünmemiz ve artık o partilerle ilgilenmememiz gerekecektir. Saadet Partisi barajı geçerse onun için ölüm kalım sorunu olacaktır. Biz Adil Düzen Çalışanları olarak dört beş sene daha rahat edeceğiz demektir. Yoksa mecliste denge oluşmayacak ve biz çetin günler yaşayacağız. Ama onun anlamı da “Adil Düzen” yakındır demektir.
وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ(249) (Va elLAHu MaGa elÖAvBıRIyNa)
“Allah sabredenlerle beraberdir.”
Savaşı kazanmanın yolu sabırdır. Batılılar Lozan’da Türkiye İslâmiyet’i terk ederse, dinsizleşirse, yaşatacaklarını söylediler. O zamanın yöneticileri de dinsizleşmeye söz vermediler, ama onların istedikleri inkılapları yapmaya söz verdiler ve yaptılar. Bunun sonucunda “Allahu Ekber” demeyi yasakladılar, “Tanrı uludur” dedirttiler. Ama 27 sene sonra yasak kalktı ve şimdi insanlar “Tanrı uludur” sözünü unuttular bile. Türk halkı savaşmadı ama sabretti. Sonunda zafer onun oldu.
Adil Düzen Çalışanlarının da sabretmeleri gerekir. Sonunda zafer onların olacaktır.
Biz bu âyetleri yorumluyoruz, redakte ediyoruz, okuyoruz ve internette yayınlıyoruz.
Biz birkaç kişiyiz ama bizi destekleyen ve bize dua edenler ise pek çoktur.
Çok kısa zaman sonra insanların fevc fevc “Adil Düzen”e gireceklerinden şüphe edilemez. Bunun için sabır gerekiyor. Bunun için çalışma gerekiyor. Zorlukları aşmamız için Allah bize yardım edecektir. Ben sabrı kendime yoldaş yapıyorum. O’na teslim olarak çalışmaya devam edeceğim. Sizleri de sabra davet ediyorum. Madem ki O bizimle beraberdir, bize daha ne gam.
“Allah” kelimesi burada tekrar edilmiştir. “Vehüve meassabirin” denmemiş de, “Vellahu maassabirin” denmiştir. Birincisi, kâinatı var eden Allah’tır, kaderi O çizer. İkincisi ise topluluktur, Allah’ın halifesi olan topluluktur. Burada Allah’ın büyük müjdesi vardır.
Türk halkı ve insanlık Adil Düzen Çalışanları ile beraberdir. Biz yeterince hazır olunca insanların fevc fevc “Adil Düzen”e akın ettiklerini göreceksiniz. Önce kâzip tan ağarır.
فقد فقر فقع | فج فجر فجو | فكه فكر فك | فحش فعل فخر |
فقه فهم فئد | فوق فوض فوج | فوت فور فوز | فيء فيض فيل |
فسح فسد فسر | فتق فسق فشل | فتأ فتح فتي | فتل فتن فتر |
فضي فض فضل | فظ فطر فضح | فزع فدي فز | فصح فصل فصم |
فرق فرث فلن | فرط فرع فرغ | فرض فره فري | فرد فرر فرش |
فئة فو ه فوم | فلح فلق فلك | فند فن فني | فرت فرج فرح |
فضح فصح فسح | فرح فلح فتح | فقه فكه فره | فيء فتأ فئة |
فو ه فك فلك | فسق فتق فلق | فرغ فوق فرق | فقع فرع فزع |
فهم فصم فوم | فري فني فجو | فتي فضي فدي | فوج فج فرج |
فوز فز فظ | فحش فرش فرث | فرد فوت فرت | فقد فسد فند |
فجر فقر فر | فعل فخر فكر | فض فرط فئد | فوض فرض فيض |
فضل فن فلن | فسر فشل فصل | فتل فتن فتر | فطر فيل فور |
فردوس فرعون فئة فتو
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-420 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-250 İstanbul, 04 Ağustos 2007
İSTANBUL İÇİN NELER YAPMALI?
Bir yerin değeri oraya gelen insanların sayısıyla artar. İstanbul 1950’de bir milyon nüfus sahibidir. Bugün 15 milyon nüfusu vardır. Bir yerin değeri o yerden geçen yollar ve yolcularla birkaç kata çıkar. Demek ki İstanbul elli yılda en az yüz misli değer kazanmıştır. O gün bir dolar olan yer bugün en az yüz dolar olmuştur. İstanbul ve çevresi 100*50 km2’dir, yani beş milyar metrekare etmektedir. Yenibosna’da 40 dönümlük bir yer satılıyormuş. Yaklaşık metrekaresine 1000 lira istiyorlar. Bu arsa değeri ile bütün İstanbul 1000 milyar YTL etmektedir. Türkiye’nin borcu 500 milyar YTL’dir. O halde İstanbul’u satsak, Türkiye’nin borcunu ödemiş oluruz. İstanbul en az elli senede yüz misli değer kazandığına göre bunun tamamına Türk Milleti bu değeri katmıştır. Eğer İstanbul yağmalanmasaydı bizim bir kuruş borcunuz olmaz, borcumuz kadar alacaklı olurduk.
Sosyalistler bu hesabı yaparak halkın tüm varlıklarını aldılar.
Biz Adil Düzenciler böyle yapmayacağız. Kimsenin elinden malını mülkünü almayacağız.
Yenibosna’daki bu 40 000 metrekarelik arsa üzerinde %45 arsa payı istiyorlarmış. Oysa buralardaki arsalarda arsa payı %35-40’tır. Önce çıkaracağımız kanunla bu yüzdeyi dondururuz. Merkezi yerde %50 olur, Yenibosna’da %33 olur, bu %20’ye kadar iner. Arsayı isteyen istediği fiyatla satar. Kendisi inşaat yapacaksa yapar. Ama eğer bu arsa müteahhide verilecekse yüzde 45 ile değil de, yüzde 33 ile verilecektir. Bir defa bu kanunu getiririz. Neden getiririz? Çünkü Yenibosna buralarda oturan halk tarafından değerlendirilmiştir. Kimsenin bunu Avrupalılara peşkeş çekmeye hakkı yoktur.
İkinci getireceğimiz kanun da, boş olan arsa üzerinde yetkili müteahhitler, sahibinin izni olmadan kat karşılığı inşaat yapabilirler. Müteahhidin payı yüzde ondur. Hizmet bürolarının payı yüzde beştir. Sermayenin payı yüzde ondur. Arsa sahiplerinin bu değeri ile binayı almada imtiyazları vardır ama arsa sahipleri boş duran arsayı bekletemezler.
Devlet inşaat sektöründen vergi almaz, sadece inşaattan yüzde yirmi pay alır. Sigortayı devlet aidatsız yapar. Böyle olsaydı bugün İstanbul’un beşte biri belediyenin olur, kirası ile Türkiye’yi beslerdi.
Bu yazdıklarımı bir okumada anlamayabilirsiniz ama, birkaç defa okuyup düşünürseniz, herkes için ne kadar kârlı olduğunu görürsünüz. Arsasında inşaat yapılan kimse de vergi ödemeyecektir. Dolayısıyla yüzde 33 yüzde 50 kadar kıymetli olacaktır.
Şimdi ne oluyor? Hem yüzde 45 ile veriyor, hem de banka teminatını istiyor. Üç senede bitmelidir diyor. Bunu Türkiye parası ile yapamıyorsunuz. Dışarıdan gelen dolarlarla yapılacaktır. Yani İstanbul satılacaktır. Kişi parasını alacak ama Türkiye Batı’ya borçlanacaktır. Bunun fayizi içinde ülkemiz çöküp gidecektir. Hâsılı, bu arsa sahibi yalnız İstanbulluların hakkını yüzde yüz değeri ile almakla kalmıyor. Bunu şimdi Avrupalılara satıyor ve dolarını dışarıya transfer ediyor. Böylece Türkiye ölüme doğru gidiyor. Adil Düzen bunu arsa sahibini zarara sokmadan çözmeye çalışıyor. Yoksa ne olacaktır? Vatanın elden gittiğini gören ordu bir gün el koyup Türkiye’yi askeri yönetimle yönetmeye başlayacak. Belki sosyalizmi ilan edip herkesin elinden malını mülkünü alacaktır. Bunu da yapmazsa, o zaman Türkiye düşmanlar tarafından işgal edilip yağmalanacaktır. Ondan sonra ne olur, tahmini çok zordur. İşte Erbakan’ın durmadan anlattığı hususlar bunlardır. Teşhislerde eksik bir yönü yoktur.
İstanbullular, gelin harekete geçelim, oturmayalım. Kendimizi kurtarmaya çalışalım. İnşaat ortaklıkları kuralım. Küçük paralarımızı birleştirip bu yerleri biz alalım. Kendimizi böylece kurtarabiliriz. Nasıl yapacağız?
İstanbul’da partisi ne olursa olsun, siyasi görüşü ne olursa olsun, şuurlu İstanbullular artık anlaşmalıdırlar.
a) Arsa sahipleri, komisyoncular, imar büroları, müteahhitler, halk el ele verip birlikte ülkemizi kurtarmaya çalışmalıyız. İstiklâl savaşında nasıl Türkler bilinçli olarak çalıştılar ve Türkiye kurtuldu ise, aynı şekilde İstanbul da kurtulmalıdır.
b) Kooperatifler kurup bir sermeye oluşturmalıyız. Buraya insanlar paralarından çok arsalarını, evlerini, işyerlerini koymalıdırlar. Kooperatif bunları paraya çevirip yeni inşaat yaptırmalıdır. Böylece İstanbul’un satılmasını önlemelidir. Hem para kazanacaklar, hem de Türkiye’yi kurtaracaklardır.
c) Bu çalışmaları oda birlikleri, esnaf teşekkülleri, sendikalar ve tarikatlar desteklemelidirler. Onlara bunları anlatmalıyız. Bunu sağlayabilmek için de bir dergi çıkarmalıyız.
d) Partilerle temas kurarak bu çalışmaları bilinçli hâle getirmeliyiz. Biz de bu hususta yardımcı olanlarla temas kurmak isteriz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-420 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-250 İstanbul, 04 Ağustos 2007
MAĞLUP OLACAKSINIZ!
Türkiye İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Dikta bir yönetim oluştu. İslâm düşmanı bir yönetim oluşturuldu. Bu yönetim görevi tam yapamadı veya yapmadı. Türkiye dinini kaybetmedi. Onun için diktatörlüğe son verdiler, demokrasi içinde dinsizleştireceklerdir. Demokrat Parti’ye bu görevi verdiler. O da başaramadı. Başbakanlarını astılar. Savaş bu savaştır. Batılıların istediği dinsiz bir Türkiye ve din düşmanı bir iktidardır. Şimdi bu olmuyor, çünkü;
a) Halk İslâmiyet’e olan bağlılığını azaltmadı, aksine daha da artırdı. Eskiden mukallit Müslümandı, şimdi muhakkik Müslüman oldu. Artık onları dinsiz hâle getirmek mümkün değildir.
b) Harf inkılâbı sayesinde üniversitelerimiz Batı’yı öğrendi. Mü’min, inanmış, okumuş bir kadro doğdu. Artık devlet yönetimindeki kadrolar dindar kadrolardır. Artık Türkiye’yi baskı ile dinsizleştiremezsiniz.
c) Demokrasi geldi. Siyaset güçlü hâle geldi. Halka dayanan siyasiler yönetimi ele almak üzeredirler. Türkiye’yi dinsizleştirmeye talip olan bir parti kalmamıştır.
d) Dünyadaki dinsizlik merkezlerinin kaleleri de çöktü. Sosyalizm yıkıldı. Papalık güçlendi. Yahudi sermayesi ABD’de seçimleri kaybetti.
Şimdi bu seçimlerin sonuçlarını buna göre değerlendireceğiz.
[Bu yazı seçimden önce yazılmıştır.] Seçimin sonucu ne olacaktır?
a) Önce merkez daha da küçülecektir. ANAP, DYP ve GP gibi partilerin toplam oyu azalacaktır. Merkez oy kaybetmeye devam edecektir. Fikir partileri güçlenecektir.
b) Sonra sol da kan kaybetmiş olacaktır. Solun oyları da azalmış olacaktır. Ama varlığını sürdürecektir.
c) Sağ güçlenmiş olacaktır. AK Parti, Saadet Partisi ve MHP oylarını artırmış olacaklar, yani zafer dindarların olacaktır.
d) Bağımsız adaylar sanıldığı kadar çok oy alamayacaktır. Kürtçülük faaliyetinde de büyük bir başarısızlık ortaya çıkacaktır diyorum. Bu tamamen temenniye benzer tahmindir. Şunu söyleyebilirim ki, bağımsızlar mecliste bir parti oluşturabilirlerse, bu sol parti değil de sağ parti olacak, yani İslâm düşmanı olmayacaktır. Bölücü de olmayacaktır. Ağızlarıyla söylemseler bile fikirleri ile Adil Düzenci olacaklardır.
Recep T. Erdoğan’ın hükümetini kurmuş olacağını varsayıyoruz. Muhtemel bakanlar eski Anaplılar ve sol partililerden oluşacak, Millî Görüşçüler tasfiye edilmiş olacaktır. Biraz sonra da Anaplı bakanlar tasfiye edilecek, böylece sağ içten fethedilecektir. Erdoğan da bırakıp kaçmak zorunda bırakılacaktır. Bütün bunları başarmış olsalar bile, dine karşı olanlar şunu çok iyi bilsinler ki, mağlup olacaklar ve cehennemde haşr olunacaklardır. Bunu ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.
Dikkat edilsin ki, ben kimin dün düşmanı olduğunu söylemiyorum. Onu ben bilmiyorum. Ama herkes kendisini bilir. Ben Kur’an’ın söylediklerini onlara söylüyorum. Falana veya filana söylemiyorum. Onu ben bilmiyorum. Kimin ne olduğunu Allah bilir, bir de kendisi bilir. Mağlup olacaksınız ve cehennemde haşr olunacaksınız.
ستغلبون وتحشرون الى جهنم
Evet, din düşmanları mağlup olacak ve cehennemde haşr olunacaklardır. Seçimin sonucu ne olursa olsun, bu durum değişmeyecektir. Allah’a inanan herkes bilsin ki biz galibiz. Mütereddit olanlar vardır. Acaba kim galip gelecek diye bakıyorlar, onların yanında yer alacaklardır. Onlar da zamanlarını kaybetmesinler, biz galip geleceğiz, şimdiden yeriniz bizim yanımızda olsun. Bizden size zarar gelmez ama olur da onlar galip geldi sanır, onların yanlarında yer alırsanız, o zaman siz de onlar gibi mağlup olur ve cehennemde haşr olunursunuz.
Bizim sorunumuz galip gelme değildir, seçimi kazanma değildir. O kolay iştir. Asıl olan kazandıktan sonra ne yapacağını bilmektir. Bizim sorunumuz budur. Kazanıyoruz ama ne yapacağımızı bilmiyoruz, zaferimiz serap oluyor. Askerler de müdahale ediyor, sonra yine onlara teslim ediyor. Çünkü onlar da ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Biz de askerler de derslerimizi iyi çalışmalıyız. Türkiye’yi bir gün kurtarmak zorunda kalabiliriz. Süratle oraya doğru gidiyoruz. Onlar da ne yapacaklarını, biz de ne yapacağımızı bilmek zorundayız. Biz devleti yıkmayız ama yıkıldıktan sonra onu tekrar yerine oturtmak zorunda kalabiliriz. Ona hazırlıklı olmalıyız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92