KASAS SÛRESİ - 11. Hafta
أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَوْلَا أَنْ تُصِيبَهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (47) فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَى أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ (48) قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (49) فَإِنْ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (50) وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (51)
***
وَلَوْلَا أَنْ تُصِيبَهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (47)
Va LaV LAv EaN TuÖIyBaHuM MuÖıBaTün BiMAv QadDaMaT EaYDIyHlM, Fa YaQUvLUv RabBaNAv LaV LAv EaRSaLTa EiLaYNAv RaSUvLan FaNatTaBiGa EAvYAvTiKa Va NaKUvNa MiNa eLMuEMiNIyNa
“Ve onlara yedlerinin takdim ettikleri sebebiyle bir musibet isabet etmesi ardından onların ‘Rabbimiz, ayetlerine ittiba edelim ve müminlerden olalım diye bize bir resul irsal etmeliydin’ diye kavil etmeleri olmasaydı…”
وَلَوْلَا أَنْ تُصِيبَهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ |
قَدَّمَتْ أَرْسَلْتَ | تُصِيبَهُمْ يَقُولُوا نَكُونَ نَتَّبِعَ | مُصِيبَةٌ رَسُولًا | أَيْدِيهِمْ آيَاتِكَ | رَبَّنَا الْمُؤْمِنِينَ | إِلَيْنَا بِمَا | فَ فَ وَ وَ أَنْ مِنَ لَوْلَا لَوْلَا |
(2+(2+2)+2+(2+2))+2+(2+2+2)+2=22=16+4+2 |
قَدَّمَتْ- أَرْسَلْتَ نَكُونَ- نَتَّبِعَ يَقُولُوا- رَسُولًا آيَاتِكَ- أَيْدِيهِمْ رَبَّنَا- الْمُؤْمِنِينَ إِلَيْنَا- بِمَا أَنْ- مِنَ |
QDM-RSL KVN-TBG QVL-RSL EYY-YDY RBB-EMN EiLaYNAy-BiMAv EaN-MiN |
- وَلَوْلَا daki وَ nereye atfeder?
Bundan önce surede atfedilecek bir لَوْلَا geçmez. Buna göre لَوْلَا ilk zikredilmiş olur. “Musa’ya, bütün insanlara basiret olsun diye kitabı ita ettik” ayetine (43 ayet) atfedilir. İkinci olarak ise قَوْمًا kelimesine (46. ayet) atfedilmiş de olabilir.
- لَوْلَا’yı inceleyiniz.
لَوْلَا’nın değişik manaları bulunur. لَمَّا ile benzerliği vardır. İki menfi bir araya gelir ve müspet mana ortaya çıkar. “Böyle olmalıydı ama olmadı” anlamına gelir.
İnsanlara bir musibet isabet ettiğinde önce bu musibetin hangi hatalı fiilden dolayı isabet ettiğini düşünür ve hatayı kendisinde arar. Sonra da hatasını düzeltebilmek için kendisine doğru yolu gösterecek birisini bulur. Ona değil, onun kanıtlarına uyar ve müminlere katılır. Bir kavim için olması gereken budur. Bu ayet bunu öğretir.
- مُصِيبَة nedir?
صَيِّب sağanak yağmur demektir. Kur’an’da tahrip edici yağışlara صَيِّب veya مُصِيبَة denir.
Yağmur aslında iyi bir şeydir, hayattır ama her şeyin aşırısı zararlıdır. Eğer fazla yağarsa sel olur. Bunun dışında yıldırımlar olur, dolu olur. Bunlar hep kötü olanlardır. Kur’an’da 1 defa kavil için صَوَابًا kelimesi kullanılır (Nebe 78/38). Orada “Doğru söyledi” anlamındadır.
- Musibetin isabet etmesi ne demektir?
Kâinat denge üzerine kurulmuştur. Denge demek, merkezden uzaklaşmak ve tekrar merkeze dönmek demektir yani dalgalanma anlamındadır. Belli sınırlar içinde dalgalanma hayat için gereklidir. Hep gündüz olsa hayat olmaz. Hep gece olsa hayat olmaz. Hayat gece ile gündüzün aşırı olmaksızın birbirinin peşinden gelmesidir. Bazen dengeler aşırı duruma geçer ve sıkıntılar ortaya çıkar. Bu aşırı durumlara “musibet” denir. Musibetlerin de kendilerine göre yararları vardır. Musibetler sayesinde dengeler tazelenir ve ilerleme meydana gelir.
- Yedlerin takdimi ne demektir?
قَدَم ayak demektir. Ayak ileriye gitme aracıdır. قَدَم ön demektir. “Takdim etmek” demek, ilerisi için bir şeyi bugün yapmak demektir. Tarlanın ekilmesini ekinin biçilmesine takdim edersiniz. Takdimler başkalarının takdimiyle olur. Başkası sizin tarlanızı ekmiş olabilir ama siz kendi tarlanızı kendiniz ekerseniz kendiniz takdim etmiş olursunuz.
Ayaklar ileriye gitme aracı olduğu gibi eller de iş yapma aracıdır. Dolayısıyla insanın yaptığı işlere ‘elleriyle yaptığı’ denir. Gelecekte olacaklarına sebep olan kişinin yaptığına ellerinin takdimi denir.
- “Amel et” demez de “Takdim et” der, neden?
“Amel etmek” başkasının işini yapmaktır. “Fiil etmek” herhangi bir işi yapmaktır. “Takdim etmek” ise bugün bir iş yapıyorsunuz, isteyerek yapıyorsunuz, sonuç ileride ortaya çıkacak demektir. Onun için قَدَّمَتْ kelimesi kullanılmıştır. Bir şeyi yaptığınız zaman o işin sonuçlarını da hesaba katmak zorundasınız. Bu husus yalnız insanlar için geçerlidir. Bundan dolayı canlılar içinde, geçmişte yaptığından sadece insan sorumludur.
- لَوْلَا nın cevabında فَ harfi gelir mi?
لَوْ şartının cevabına فَ harfi gelmez ama لَوْلَا iki menfinin müspete dönüşmesi şekline girdiği için إِنْ‘de olduğu gibi cevabında فَ harfi gelir veya gelmez. Eğer bir defaya mahsus olmak üzere şart ise o zaman فَ harfi gelmez ama her şartın tekerrüründe sonuçta tekerrür edecekse o zaman فَ harfi gelir. (لَوْ ve لَوْلَا şart edatı olduklarında cevap cümlesinin başına لَ harfi cevap Lam’ı olarak gelebilir. Tayibet Erzen)
- Buradaki فَ harfi neyi ifade eder?
Şartın cevabıdır. Dolayısıyla şartın cevabında fiili muzariler mensup olurlar. “Kendilerine musibet isabet ettiğinde böyle söylemelidirler” diyor.
- يَقُولُوا daki ن niye düşmüştür?
لَوْلَا nın cevaba amel etmesinden dolayı düşmüştür. (أَنْ تُصِيبَهُمْ ifadesine atfettiğinden أَنْ ‘in etkisiyle mensub olur. Tayibet Erzen)
- أَرْسَلْتَ‘deki ت kime işaret eder?
رَبَّنَا‘ya işaret eder. Yani onlar musibeti kendi elleriyle yaptıklarından dolayı Rabları tarafından isabet ettiğini bilmeliler ve ona göre Rablarına başvurup “Biz bu hatayı yaptık, çünkü bilgimiz yoktu, biz başka şeyleri doğru biliyorduk, babalarımızdan, çevremizden böyle duyduk, böyle duyduğumuz için de bugünkü duruma düştük. Eğer sen bize bir Resul gönderseydin biz ona uyardık ve müminlerden olurduk. Bizim günahımız ne?” diyebilmelidirler.
Bugünkü İslam âleminin durumu budur. İslam âlemi çöküntü içindedir. Hıristiyanlar da öyle, Budistler ve Hindular da öyledir. Bunların şimdi Rablarına müracaat ederek “Bize bir resul irsal etmedin, onun için bu durumdayız. Eğer böyle bir irsalde bulunursan biz onun getirdiği ayetlere uyacak ve doğru yolu bulmuş olacağız” demelidirler.
- إِلَيْنَا‘daki نَا kimlere işaret eder, يَقُولُوا‘daki و kimlere gider?
إِلَيْنَا‘daki نَا ile يَقُولُوا‘daki و ya nasa (insanlar) ya da uyarılmamış kavme gider. Yani biz bunu okurken bugünkü insanlığı düşünerek manalandırabilir veya ülkemizi düşünerek manalandırabiliriz. İkisi de doğrudur. Önce ülkemizi düşünerek manalandırmalıyız ancak çözüm tüm insanlık için olur.
- رَسُولًا neden nekredir?
Resul tebliğ ile görevli kişidir. Kur’an’dan önce görevi Allah verir, Allah gönderdiği melekle görevliye gerekeni öğretirdi. Kur’an’dan sonra ise artık bir resulü Allah görevlendirmez, insanlar müspet ilmin metotlarıyla hem dünyayı müspet ilimlerle hem de hükümlerini ilahi kitaplarla öğrenirler ve insanları uyarırlar. Böyle olur. İnsanlar da bunların uyarılarını almaya hazır olmalıdırlar. Kendileri âlim olmayabilirler ama âlimleri seçebilirler. Kendilerine göre âlim ve ilmi ile amel eden birisini buldular mı ona tabi olmayı kabullenebilmelidirler. Bu ayet “Ya müçtehit ol ya da kendi müçtehidini içtihadınla kendin seç, ona uy ve onun fetvalarıyla amel et” diyor. Bunlardan istediğini içtihadınla seçeceğin için رَسُولًا nekre gelmiştir.
- Buradaki فَ harfi de لَوْلَا‘dan sonra gelmiştir, neyi ifade eder?
Yine إِنْ manasındadır, bundan önceki لَوْلَا. فَ, لَوْلَا‘nın cevap Fa’sıdır. Bir defa gönderdiğin bir resule uyacak değiliz. Her seferinde gelen resule tabi olacağız. Tabi olduğumuz resul bir tane olacak. Bir müçtehidi seçeceğiz. Ancak devamlı içtihatta bulunacağız, durumların değişmesiyle yeni görevli resul ortaya çıkarsa ona uyacağız demeliler. Bunun anlamı insan her zaman içtihadını değiştirebildiği gibi müçtehidini de değiştirebilir demektir. (فَنَتَّبِعَ şeklinde gelerek fiili nasb ettiği için Sebep Fa’sı olduğunu düşünüyorum. Zaten لَوْلَا‘nın cevabında فَ değil لَ gelir. Tayibet Erzen)
Bu hükümleri bu ayet içerir.
- “Ona ittiba edelim” demezler de “Ayetlerine ittiba edelim” derler, neden?
Müçtehidini seçerken onun boyuna posuna bakarak seçmeyeceksin, zenginliğine bakarak seçmeyeceksin, iktidarda olup olmadığına bakarak seçmeyeceksin. Müçtehidini seçerken onun içtihatlarına ve kanıtlarına bakarak seçeceksin. Bir insan kendisi içtihat yapamaz ama başkası problemi çözerse doğru çözüp çözmediğini kontrol edebilir. Dolayısıyla müçtehidin içtihatlarını tercih edeceksin, müçtehidin kendisini değil. Ondan dolayıdır ki ayetlerine tabi olsaydık deniyor. Kur’an’ın ne kadar biliyor olduğu burada görülmektedir. آيَاتِكَ kelimesiyle “Senin ayetlerine ittiba etseydik” deniyor. Yani resullerin görevi insanlara emretmek değildir. Resullerin görevi Allah’ın kitaplarını açıklamak ve ondaki ayetleri göstermekten ibarettir. İnsanlar müçtehide değil içtihatlarına yani ayetlerin kendilerine uyacaklar.
- وَنَكُونَ deki وَ nereye atfeder?
فَنَتَّبِعَ‘ye atfeder. İttiba etmek, Kur’an’ın ayetlerine göre amel etmek demektir. Ne var ki insanlardan bir kısmı Kur’an’ın ayetlerine tabi olmayı engellemeye çalışır. O zaman ilahi ayetlere tabi olanlar iş birliği yaparak kendilerini savunmalıdırlar. Bedenen asker olmalılar yahut malen bedel vermeliler. Bu anlamda müslimler de mümindirler.
- الْمُؤْمِنِينَ kurallı erkek çoğul gelir, kimler kastedilir?
Kur’an insanları dörde ayırmaktadır.
Müşrikler Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri gibi diğer insanlarla çıkan nizaları da yargı yoluyla halletmezler. Yenen haklıdır, yenilen haksızdır. Felsefeleri budur.
Kâfirler ilahi ayetlere uymayı kabul etmezler ama insanlar arasında çıkan nizalarda hakemlere gitmeyi ve hakem kararlarına uymayı kabul ederler. Bunlarla anlaşmalar yapabiliriz.
Müslimler ilahi ayetlere uymayı kabul ederler ve kendi içtihatlarına göre amel ederler. Malen de cihada katılırlar.
Müminler ise müslimdirler, ayrıca bedenen cihada katılırlar. Hakem kararlarının yerine gelmesi için mallarını ve canlarını feda ederler.
Buradaki الْمُؤْمِنِينَ, الْمُسْلِمِينَ anlamındadır. Malen de cihada katıldıkları için müslimler de Mekke dönemi müminleri gibidirler. Bununla beraber bütün insanlar mümin olmakla mükelleftirler. İçtihat farklılığından dolayı cihada katılmıyorlar. Bundan dolayı müslimler müminlerden bir derece alt kabul ediliyorlar. Ebu Hanife’nin “İman ve İslam vahittir” demesi bu sebeple doğrudur.
- Aşağıdaki kavramları inceleyiniz.
- رسل-قدم (QDM-RSL)
Kıdem ileri gitme demektir, uygarlaşma demektir. Resul ise uygarlaşmayı sağlamak için görevli olan kimsedir. Bunlar eşleştirilerek resullerin görevleri ile ortaya çıkan ürün kendilerinden sonra ortaya çıkar.
- تبع-كون (KVN-TBG)
كَوْن oluş demektir. Bir sebebin sonucu değil de bir iradenin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Kâinat Allah’ın iradesiyle ortaya çıkmıştır. Ondan sonraki olayların bir kısmı sebep-sonuç ilişkisine dayanır. Yani sonradan olmuş olaylar önceki olaylara tabidirler. Bunların içinde insan ve meleklerin, cin ve ruhların iradesiyle oluşmuş kevnler vardır. Bu kevnler de tabi olma ile kâinatta etkili olmaktadırlar. Yani kuralları kendileri koyuyor ama sonra o kurallara uyuyorlar. Şeriat budur.
- رسل-قول (QVL-RSL)
Resullerin hiçbir maddi gücü yoktur. Onların tek silahı vardır, o da söylemektir, tebliğdir. Tek başlarına başlarlar, çevrelerinde cemaat oluşur, güçlenirler. Onların gücü oluşur. Resulün onlar üzerinde herhangi bir gücü yoktur. Bundan dolayıdır ki başkan merkez ocakta ikamet eder, merkez ocağın askerleri onun koruyucularıdır. Başka koruyucusu bulunmaz. Başkanların muhafızı olmaz.
- يدي-ءيي (EYY-YDY)
Ayet/آيَة kanıt, يَد ise güç demektir. Şeriatta güç demek kanıt demektir. Hakkı üstün tutan düzenlerde herkes hakkın etrafında toplanır ve haklıyı güçlü yapar. Haklı olmanın tek ayıracı ayetlerdir. Ayetler müspet ilme dayalı olarak hakkı batıldan ayıran araçlar demektir. Burada buna işaret edilir.
- ءمن-ربب (RBB-EMN)
İman güven, rab ise eğitim demektir. Şeriat düzeninde eğitim kurumları teminatlı ehliyet verirler. Ortağı eğitirler. “Bu, bu işi yapar” deyip ona belge verirler. O da o işi yaparken eğer bir hata yapar ve zarar verirse onun dayanışma ortakları onu tazmin ederler. Buna güvenceli diploma diyoruz. Bu, ortaklık düzeninin temel ayıracıdır.
- إِلَيْنَا- بِمَا(EiLaYNAy-BiMAv)
بِ sebep Ba’sıdır. مَا ise iradesiz tabiattır. Ona doğa diyoruz. Doğa bizim için yaratılmıştır. Onu imar ederiz, karşılığında da ondan yararlanarak yaşarız. O halde doğa bize yönelmiştir. لِ‘yi ve عَلَى‘yı yani hak ve vecibeyi birlikte ifade eder. إلَى=لِ+عَلَى’dır. Bunu anlatmak için eşleştirilir.
- أَنْ - مِنَ )EaN-MiN(
أَنْ mastar edatıdır. مِنْ ise mastarın gösterdiği hareketin başlangıcıdır. Başlama bitirme anlamındadır. Eğer bir fiile başlarsanız onu sonlandırmanız gerekir. Şuru (başlama) nezir sayılır. Usulde uzun uzun tartışılan bu husus burada eşleştirilerek ifade edilmiştir.
Öz Türkçe ile:
“Ve onlara ellerinin yaptıkları nedeniyle bir kötülük ulaşması ardından onların ‘Eğiticimiz, kanıtlarına uyalım ve inananlardan olalım diye bize bir elçi göndermeliydin.’ demeleri olmasaydı…”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve onlara yedlerinin takdim ettikleri sebebiyle bir musibet isabet etmesi ardından onların ‘Rabbimiz, ayetlerine ittiba edelim ve müminlerden olalım diye bize bir resul irsal etmeliydin’ diye kavl etmeleri olmasaydı…”
وَلَوْلَا أَنْ تُصِيبَهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (47)
***
فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَى أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ (48)
Fa LanMAv CAvEaHuMu eLXaqQu MiN GıNDiNAv QAvLUv LaVLAv EUvTiYa MiÇLa MAv EUvTiYa MUvSAv EaVa LaM YaKFuRUv BiMAv EUvTiYa MUvSAv MiN QaBLu QAvLUv SiXRAvNı TaJAvHaRAy Va QAvLUv EinNAv Bi KulLin KavFiRUvNa
“İndimizden onlara hak ciet ettiğinde ‘Musa’ya ita edilenin misline ita edilmeliydi.’ diye kavl ettiler. Min kabl Musa’ya ita edilene küfretmediler mi? ‘Birbirine tezahur eden iki sahir’ diye kavl ettiler ve ‘Biz küllisine kâfiriz.’ diye kavl ettiler.”
فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَى أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ |
أُوتِيَ أُوتِيَ أُوتِيَ قَالُوا قَالُوا قَالُوا جَاءَهُمُ | يَكْفُرُوا تَظَاهَرَا | مِثْلَ قَبْلُ سِحْرَانِ كُلٍّ كَافِرُونَ | الْحَقُّ عِنْدِنَا مُوسَى مُوسَى | لَمَّا إِنَّا بِمَا مَا | لَوْلَا | وَ وَ فَ بِ مِنْ مِنْ أَ لَمْ |
(3+3+1)+2+(2+2+1)+2+2)+(2+2)+1+(3+3+2)=31=32-1 |
أُوتِيَ- قَالُوا جَاءَهُمُ- يَكْفُرُوا مِثْلَ- قَبْلُ سِحْرَانِ- كُلٍّ تَظَاهَرَا- كَافِرُونَ الْحَقُّ- عِنْدِنَا بِمَا- مَا لَمْ- لَمَّا لَوْ-لَا فَ- بِ أَ- لَمْ |
ETY-QVL CYE-KFR MÇL-QBL SXR-KLL JHR-KFR XQQ-GND MAv-BiMAv LaM-LamMAv LaV-LAv Fa-Bi Ea-LaM |
- فَلَمَّا‘daki فَ nereye atfeder?
47. ayette “Böyle demeliydiler” derse de ondan sonra öyle deyip demedikleri hususunda bir şey söylemez. Böyle diyenler olur da olmayabilir de. Medineliler Yahudilerle komşu olmuşlardı. Yahudiler İsrail oğullarından başka ırktan olanları dinlerine almazlardı. Bu sebeple Medine Arapları Yahudi olmamışlardır. Güçlü olmalarına rağmen uygarlıkta geri kalmışlar, kendilerinin de Musa gibi bir peygamberlerinin olmasını istemişlerdir. İşte şimdi dolaylı da olsa kendilerinden olan bir Kitap getiren bir Peygamber gelmiştir. Kabul etmeleri gerekirken Ensar’dan başkası kabul etmemiştir. Kur’an bu ayetlerle aynı zamanda onlara bunu hatırlatmış olur. فَ harfi mahzuf olan bu cümlelere atıf yapar. Onlara “Kur’an Peygamberi geldi” der. فَ ona atfeder.
- Buradaki anlam nedir?
İnsanlar hep kurtarıcıyı beklerler ama kurtarıcı gelince de ona uymazlar. Burada örnek olarak bu anlatılır.
- جَاءَهُمْ daki هُمْ zamiri nereye gider?
İnsanlığa ya da Araplara gider. İnsanlık Musa’dan sonra İsa’yı beklemiştir ama İsa gelince ona inanılmamıştır. Öldükten sonra da İsa’nın kişiliğini değiştirerek insanlığın büyük çoğunluğu arkasından gitmiştir. Rabbin ayetlerine doğru değil de İsa’nın kendisinin peşine gidilmiştir, o tanrılaştırılmıştır.
Bugünkü Müslümanların, Hıristiyanların, Budistlerin, Hinduların da yaptıkları budur. Resulleri tanrılaştırıp onların getirdiklerine, Rablarının ayetlerine kulak vermezler.
- Gelen hak nedir?
Hak Allah’ın ayetleridir. Şeriattır. Batıl olmayandır.
Zaten مِنْ عِنْدِنَا demekle hakkın şeriat olduğuna vurgu yapılır. Şeriat Kur’an’la gelmiştir. Bugün de Kur’an’ın müspet ilimle tafsil edilmesiyle gelmeye devam etmektedir.
- مِنْ عِنْدِنَا ile zikredilir, neden?
Bir şeyin hak olması için dille ifade edilenin dilin haricinde varlığının olması gerekir. Kâinatı var eden, gönderdiği kitaplarla ve ayetleriyle o kâinatı ifade eder. Biz de onları tezekkür ederek kâinatı doğru olarak anlamaya, o kâinattan nasıl yararlanacağımızı doğru olarak öğrenmeye çalışırız. Rabbin ayetlerine inanmayanlar kendi heva ve hevesleri içinde gerçek âleme uymayan hükümler ortaya koyarlar, böylece dalalet içinde olurlar. Hak yalnız şeriatın içinde yer alır.
- قَالُوا deki و kimlere işaret eder?
جَاءَهُمْ‘daki هُمْ zamirine işaret eder. Araplara veya insanlığa işaret eder. 20. yüzyılın muhatapları olarak bugünkü Türkiye’ye de işaret eder. Türkler büyük cihat ile yeniden Kur’an kurslarını, İmam Hatip okullarını, İlahiyat Fakültelerini açmışlardır. Süleymancılar, Nurcular ve Adil Düzenciler kendilerine Allah’ın tebliğini, Kur’an’ı bugünkü ilimlerle yorumlayarak ulaştırmışlardır. Bunu beğenmezler de Musa ile son Peygamber’e verilmiş olanın mislini isterler.
- Musa’ya ita edilenden kasıt nedir?
Musa’ya ita edilen Tevrat’ta belirtilen ayetlerdir. Musa’ya yalnız kitap verilmez, bizzat kitabın uygulanması, ayetleri ve şeriatları verilir. Son Peygamber’e de yalnız kitap verilmez, sünnet de uygulama örneği olarak verilir.
- Bunlar ne isterler?
Bunlar, Medine Arapları veya bugünkü Türkler Musa’ya verilen mucizeyi isterler. Bunlar peygamberdi, mucizeleri vardı. Musa’nın mucizesi kendisinin şahsi mucizeleriydi. Kendisi bile kendi hayatında tekrar edemezdi. Kendisinden sonra da o mucize olmazdı. Son Peygamber’e Kur’an dışı mucize verilmemiştir ama Kur’an mucize olmuştur. Kur’an ortada yoktu, son Peygamber onu ortaya koymuş, uygulayarak onun ilahi olduğunu kanıtlamıştır. Bugün ise Kur’an nazil olmuştur ve ortadadır. Kur’an ile kendi resullüğümüzü ispatlayamayız. Uygulamada artık kişilere değil şahsi manevilere aittir. Dolayısıyla ne Musa’nın ne de Muhammed’in mucizeleri bugün mevcuttur ama bugünkü cemaat bunları bekler.
- Musa’ya verilip de Son Peygamber’e ve bize verilmeyen nedir?
Musa’ya sopa/asa ile 9 mucize verilmiştir. Böyle mucizeler bugün yoktur. Kur’an geldiği zaman da olmamıştır. Son Peygamber’in şahsına her zaman mucize olsun diye Kur’an mucize olarak verilmiştir.
- Neden verilmemiştir?
Kur’an’dan sonra Cebrail’den vahiy alan bir peygamber gelmeyecektir. Dolayısıyla Kur’an’dan sonra gelen resullerin resul olduklarını kanıtlayan bir mucizeleri yoktur ama Kur’an her zaman mucizedir. İnsanlar mucizesiz kalmasınlar diye Kur’an mucize yapılmıştır. Kur’an kendi mucizesini her asırda ve her yerde gösterir, gösterecektir.
Kur’an kredileşmeli faizsiz ortaklık sistemini getirir. Üçüncü binyıl böyle bir uygarlık olur. İnsanlık bunu bu asrın sonunda görerek yaşayacak, bu onun inkâr edilmez mucizesi olacaktır.
Bugünkü fen âlimleri Kur’an’ın mucize ayetlerini bilirler. Misal olarak, kâinat yuvarlaktır, çapı vardır ve sınırlıdır. Bugün ölçülmüştür de. Kur’an bunu çok açık olarak ifade eder. Kur’an’da bunun gibi daha pek çok mucize vardır. Bu mucizeler ancak ilim adamları tarafından görülebilir.
Kredileşmeli ortaklık düzeni ise bütün insanlar tarafından yaşanarak görülecektir.
- Daha evvel Musa’ya verilip de küfredilenler nelerdir?
Kur’an’da İsrail oğullarının kıssaları anlatılır. Mekke surelerinde peygamberler ve onların Arabistan çöllerinde dolaşmaları faziletleri ile anlatılırsa da ondan sonra Medine surelerinde tam onlarla komşu iken İsrail oğullarının yaptıkları ve halen yapmakta oldukları kötülükler anlatılır. Tevrat nazil olduğu zaman İsrail oğullarına hitap ediyordu ve onlar Musa’nın getirdiklerine uymamışlardı. Bugün ise tüm dünya İsrail oğullarının emrine girmiştir. Tüm insanlık İsrail oğullarının emrinde ama Musa’nın getirdiği ayetleri dinlememektedirler.
- “Birbirlerine tezahür eden iki sahirdir.” diyenler kimlerdir?
Aslında bu sözü Firavun söyler. Ancak Firavunun yanındakiler bugün yaşamazlar. Aslında Musa onlara mucizeyi göstermişti ama İsrail oğulları karşı çıkmamışlardı. O halde bu ayet sadece onlardan bahsetmiyor. İnsanlığın tarihinde böyle söyleyenler mevcuttur.
Şeriatın iki kolu vardır. Biri şeriat koludur, diğeri ise tarikat koludur. Biri ilme dayanır, diğeri ise seziye dayanır. Bunların çalışma usulleri farklıdır. Musa ile Hızır arasındaki tartışma bu farklılıktan ileri gelir. Burada kastedilen Harun ile Musa değil, Harun’un temsil ettiği tarikat ile Musa’nın temsil ettiği şeriattır.
Bugünkü inkârcılar ikisini de reddediyorlar.
- Bugünkü muhataplarla o gün bunu diyenler arasında ne gibi bir ilişki vardır?
O gün Musa ile Harun vardı, Musa ile Harun mucizelerini göstermişlerdi. Firavun ve yanındakiler “Bunlar iki sahirdir.” demişlerdi. Bugün ise bütün dinlerdeki tarikat ehli ve Yahudilerle Müslümanlardaki şeriat ehli iki sahir kabul ediliyor ve bunların getirdikleri ilmi delillerle hissi varsayımlar doğrulanmıştır. Varsayımlar iki sihir sayılıyor.
- Neden وَقَالُوا tekrar edilmiştir?
Birinci قَالُوا halka söylenmiş. Halka diyorlar ki “Bunlar iki sahirdir, Harun ile Musa iki sahirdir.”. Bugün de “Şeriatçılarla tarikatçılar iki sahirdir.” diyorlar. Sonra kendi aralarına dönüyorlar. Firavun’un melei aralarında anlaşıp “Bunlar sahir değiller ama biz bunları doğrularsak tacımız tahtımız gider, biz bunların resul olduklarını bile bile kabul etmeyelim.” diyorlar ve böylece küfrettiklerine bilinç içinde karar veriyorlar.
Bugün de sosyalistler ile kapitalistler şeriat ehlinin ve tarikat ehlinin doğru yolda olduklarını biliyorlar ama aralarında ittifak vardır. “Bizim zenginliğimiz gider, bizim saltanatımız gider. O halde biz bunları kabul etmeyelim.” diyorlar. Bile bile kâfir oluyorlar.
Sadece bu kelime bile Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Çünkü bu çağın yarım bin yılı bu küfür üzerinde kurulmuştur.
- Atıf harfiyle söylenmiştir, neden?
Atıf harfiyle söylenmiştir. Çünkü muhataplar ayrı kimselerdir, söyleyenler ise aynı kimselerdir. Eğer atfetmezseniz karşılıklı konuşma olur. Söyleyen muhatap olur.
- بِكُلٍّ‘deki tenvin neyin yerine gelmiştir?
“Toptan reddedelim” diyorlar. Hiçbir doğruluk yanını kabul etmeyelim, yani tartışmayalım demektir. Eğer bir şeyde hiçbir yarar yoksa, hiçbir doğruluk tarafı yoksa o zaman onun tartışılmasında da bir yarar yoktur.
Sermaye’nin insanlara en çok yutturduğu şey budur.
Sermaye ve iktidarların şeriatçılarla ve tarikatçılarla tartışıp yanlış taraflarını atıp doğru taraflarını kabul etmeleri gerekir ama onlar böyle yapmıyorlar, onlar küllin kâfirdirler.
Oysa kâinatta hiçbir cümle %100 doğru olamaz, %100 de yanlış olamaz. Her cümlenin ifade ettikleri içinde az veya çok yanlışlar da var, doğrular da var. Onun için Kur’an muhkem ve müteşabih olarak ayetlerini zikretmektedir.
- كَافِرُونَ burada ne manadadır?
كُفْر örtmek, kapatmak demektir. خَفْر kazımaktır, قَبْر mezardır.
Toplulukta bir şeyi, etrafındaki insanların görmemesi için kapatırsınız. Örtmenin ötesinde bir anlamı vardır. Örtmede örtünün altında bir şeyin olduğunu bilirsiniz ama ne olduğunu bilemezsiniz. Kapatmada ise onun varlığını da yok edersiniz.
Küfretme örtme değil kapatmadır. Onların iddia ettikleri, hiçbirisinin varlığının olmamasıdır. Yok olan şeyler incelenmez. Dolayısıyla ağıza bile alınmamalıdır.
Sermaye ve iktidar, işbirliği yaparak şeriat ve tarikatı böyle kapatmıştır.
- Aşağıdaki kavramları inceleyiniz.
- قول-ءتي )ETY-QVL(
إِتْيَان gelmek, قَوْل ise söylemek demektir. Bir kimse yapıyor ve yaptığını söylüyor, söylüyor ve söylediğini yapıyorsa, işte Müslim olan kimse odur. Peygamberlerin vasıfları bu olmuştur. Söylediklerini yapmışlardır. İslamiyet’in temel dayanaklarından birisi budur.
- كفر-جيء )CYE-KFR(
جِيأَة bir yerde toplanma anlamındadır. Değişik yerlerde birbiriyle çelişen fikirleri toplarsınız ortaya bir küfür müessesesi çıkar. İslamiyet’te bütün görüşler dinlenir, anlaşılır. Sonra o bilgilere dayanarak yepyeni bir yapı oluşturulur, bina olur ama toplanan malzemeleri bir çuvala doldurursanız yani oradan da bir şey olsun derseniz o sonuç vermez ve küfür düzeni oluşur.
Örnek olarak KDV’yi ele alalım. KDV Türk hukukçularının icat ettiği veya benimsediği bir vergi değildir. Sermaye “KDV’yi koyarsanız ben size 50 milyar faizli kredi açarım.” diyor. Biz de o krediyi alabilmek için KDV’yi kabul ediyoruz ama ondan sonra da uygulamıyoruz.
Herhangi bir mağazaya gidin, sonunda fatura isterseniz “KDV’si şu kadar” derler. İstemezseniz %18’e varan KDV’den kurtulursunuz. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor, kamu görevlileri de biliyor ama bile bile görmüyor. İşte bu küfürdür. Dolayısıyla toplama akılla yapılan işler sonunda küfre götürür.
- قبل-مثل (MÇL-QBL)
مِثَال örnek demektir. Bir şeyi anlatmak için benzeri bir şeyle anlatırsınız. Fıkıhta da bir şeyin haramlığını veya helalliğini bir misalle anlatırsınız. Tüm Kur’an şeriatı misallere dayanır. Her konuda bir misal getirilir. Sizin bir sorununuz olduğu zaman benzerini ararsınız ve ona kıyaslarsınız. İçtihadın temeli bu kıyası yapmaya dayanır. Kıyası yapan kabul etmelidir. Yani örneğini sorunu olan bulmalıdır ve kendisi sorumlu olmalıdır.
Bu ilkeyi anlatmış olur.
- ) كلل-سحرSXR-KLL(
سِحْر olanı farklı göstermedir.
Bugünkü televizyonların gösterdikleri hep sihirden ibarettir. Sihirden farkı bunların gerçek olduklarını iddia etmemeleridir. Yani filmi oynatan bunun gerçek olmayan görüntü olduğunu beyan eder. Fıkıhta “hezl” diye bir bahis vardır. Sahneye çıkmış iki kişi sözleşme yaparak senaryo gereği bin lira borçlansa daha sonra senaryo alacaklısı mahkemeye çıkıp yüzlerce kişinin önünde “Bana bin lira borçlandı, şimdi vermiyor” dese, mahkeme şahitleri çağırsa “Evet, sahnede borçlandı” deseler, hâkim borçlandırır mı?
Bunun için bir kural konulmuştur. Bir kitabın üzerine “Roman” veya bir salonun kapısına “Tiyatro” yazarsanız, orada söylenenlerin hiçbir bağlayıcılığı olmaz. İşte bunu söylemez de ekranda gerçek olaylar diye gösterirseniz ama o fotomontaj olursa işte o sihir olur.
Demek ki sihirde iddiada bütünlük olmalıdır. Buna işaret eder.
- كفر-ظهر (JHR-KFR)
ظَهْر sırt sırta vermek demektir. Küfretme de baş başa verip yanlışta dışa karşı ısrar etmek demektir. Küfrün muzaherete dayandığını ve tek başına bir kimsenin düşünce ve kanaatlerinin küfür olmadığı anlaşılır. Yani küfür ferdi değil içtimai olaydır.
- عند-حقق (XQQ-GND)
“Hak” insanın indinde olan bir şeyin hariçte de var olmasıdır. Beyinde düşünülen ve tasarlanan şeylerin dışarıya benzer olmasıdır. عِنْد iç âlemini, “hakikat” ise dış âlemini ifade eder. Bunlar arasındaki uyum sıdktır. Bunlar arasındaki uyumsuzluk hatadır. Kasti uyumsuzluk kizbdir.
- بِمَا- مَا (BiMAv-MAv)
مَا doğa olaylarıdır ve her doğa olayı başka bir doğa olayının sonucudur. Sebepsiz hiçbir şey olmaz, her şeyin sebebi vardır. Sebepsiz bir şeyi var etme yaratmadır. Tek yaratıcı Allah’tır. İnsanlar sebepsiz hiçbir şey yapamazlar. İnsanlar sadece sebeplere yön verebilirler.
- لَمْ-لَمَّا (LaM-LamMAv)
لَمْ olumsuzluğu ifade eder. لَمَّا‘da iki olumsuzluğun bir araya gelmesiyle olumluluk ortaya çıkar. Olumlu ile olumsuzluk bir araya gelince olumsuzluk ortaya çıkar. Şöyle bir kural vardır, çok çarpan varsa çarpanların içinde negatiflerin sayısı çiftse sonuç olumlu olur. Negatif çarpanların sayısı tekse sonuç olumsuz olur. Bu kurala işaret etmiş olur. Yani soruyor, “Birden fazla çarpanlarda negatif ve pozitif çarpanlar varsa sonuç ne olur? Bunun üzerinde düşünün” diyor.
- لَوْ-لَا (LaV-Lav)
لَوْ mazide olmamış bir olayın başına getirilir. Bu olmamış olay başka bir olayın şartıdır. مَا‘dan farkı budur. Geçmişte geleceğe işaret eder. لَا ise şimdi geleceğe işaret eder. Geleceğin içine bugün de dâhildir. Bu dâhilliğini ifade etmek için لَوْ ile karşılaştırılır.
- فَ- بِ(Fa-Bi)
فَ şartların cevabında sebep ifade eder. “Bana gelirsen sana ikram ederim” dediğimde her gelişin benim ikramıma sebeptir demektir. بِ harfi de sebebin başına gelir. Bu sebeplilik ilişkisini göstermek için eşleştirilirler.
- أَ -لَمْ (Ea-LaM)
أَ soru edatı olmakla beraber menfiliği de içerir. Kelimelerde de أَ gelirse menfiliği taşır. “Ebedi” bidayeti olmayan demektir. “Ezeli” zevali olmayan demektir. Bunun için eşleştirilir.
Öz Türkçe ile:
“Bizden onlara gerçek geldiğinde ‘Musa’ya verilenin benzerine verilmeliydi.’ dediler. Daha önce Musa’ya verileni kapatmadılar mı? ‘Dayanışan iki büyücü’ dediler, ‘Biz bunların tümünü kapatıyoruz.’ dediler.”
Kur’an kelimeleri ile:
“İndimizden onlara hak ciet ettiğinde ‘Musa’ya ita edilenin misline ita edilmeliydi.’ diye kavl ettiler. Min kabl Musa’ya ita edilene küfretmediler mi? ‘Birbirine tezahur eden iki sahir’ diye kavl ettiler ve ‘Biz küllisine kâfiriz.’ diye kavl ettiler.”
فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَا أُوتِيَ مِثْلَ مَا أُوتِيَ مُوسَى أَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَا أُوتِيَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا وَقَالُوا إِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ (48)
***
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (49)
QuL Fa uETUv Bi KiTAvBin MiN GıNdi elLAvHı HuVa EaHDAv MiNHuMAv EatTaBiGHu EiN KuNTuM ÖAvDiQIyNa
“‘Sadık iseniz, bu ikisinden ehda olan bir kitabı Allah’ın indinden ita edin de ben ona ittiba edeyim’ diye kavl et”.
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ |
قُلْ كُنْتُمْ | أَتَّبِعْهُ أْتُوا | كِتَابٍ أَهْدَى صَادِقِينَ | عِنْدِ اللَّهِ | هُوَ مِنْهُمَا | إِنْ | مِنْ بِ فَ |
2+2+(2+1)+2+2+1+(2+1)=15=16-1 |
قُلْ- كُنْتُمْ أَتَّبِعْهُ- أْتُوا كِتَابٍ- أَهْدَى عِنْدِ- اللَّهِ هُوَ- مِنْهُمَا فَ- إِنْ مِنْ- بِ |
QVL-KVN TBG-ETY KTB-HDY GND-elLAH HuVa-MiNHuMAv FA-EiN MiN-Bi |
- قُلْ neden harfi atıfsız gelir?
Bu قُلْ onların söylediklerine cevaptır. Ancak وَقَالُوا‘daki söyledikleri kendi aralarında söyledikleri olduğu için ona cevap olmaz. O zamanعِنْدِنَا ‘dan sonra gelen قَالُوا‘ya cevaptır. Yani “Musa’ya verilenin benzeri bize verilmeliydi” derler. Söyledikleriniz iyi olabilir ama bunu siz değil biz söylemeliyiz.
Sermaye’nin bir oyunu vardır. Birisi bir şeyi buldu mu, doğru bir şey söyledi mi, önce onun kâfiri olur. Duymaz ve tartışılmaz bulur. Zaman geçtikçe o buluş veya söylenen unutulur. Sonra onu kendi adamlarından birisine öğretip söyletir, onun kâşifi, mübelliği Sermaye’nin o adamı olmuş olur. Onu tahrif eder ve kendine yarayacak şekle sokar.
İşte bu durumda bizim onlara söyleyeceğimiz, bu قُلْ ile ifade edilmiştir.
Bu söylediklerimizi arada hazf edilmiş kabul edebiliriz.
- Kim kime emreder?
Allah bize emreder. Kur’an’ı benimseyip onun için cihat yapanlara emreder. Dolayısıyla başta kendisine Kur’an nazil olan son Peygamber’e de emretmiş olur.
Demek ki bizim bugünkü Sermaye ve iktidar taraflarına söyleyeceklerimiz vardır.
Allah bize bu görevi veriyor.
- Kime söylenecektir?
Bugünkü durumda şeriata karşı olan Sermaye ve siyasi iktidarlara söylenecektir.
- فَأْتُوا’daki فَ harfi nereye atfeder?
Mademki siz şeriatı ve tarikatı bahse değer bulmuyorsunuz, onları devre dışı bırakıp kendiniz insan hakları adı altında sunu yapıyorsunuz. O zaman gelin şeriattan ve tarikattan üstün bir düzen getirin. Biz bizim düzenimizi biliyoruz. Siz de sizin düzeninizi bize anlatınız. Şeriat düzeni veya tarikat düzeni değil de bizim görüşlerimizden, sizin görüşlerinizden görüşler gibi laik düzen olsun. “Bize bizim şeriatımızdan ve tarikatımızdan değil de bizim görüşümüz olarak görüşlerimizden ehdasını getirin” denir.
Biz Akevler’deki çalışmalara “İslam düzeni” veya “Kur’an düzeni” değil de “Adil Düzen” demişizdir. Onu da şeriat düzenini çağrıştırdığı bahanesi ile yine yok sayıyorsunuz. Şimdi adını değiştirip “Ortaklık Düzeni” diyoruz. Sizin uygulamakta olduğunuz düzene de “işçilik düzeni” adını veriyoruz. Kur’an, “Gelin karşılaştıralım, işçilik düzeni daha iyiyse biz de ona uyalım” dememizi emretmiş olur.
- Ne Fa’sıdır?
Ayetin sonundaki إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ifadesine cevap olan Fa’dır. “İddianızda sadık iseniz bir kitap getirin.” denir. Sonunda bu cümle eklendiği için burada hazf olur.
- Kitap/ كِتَابٍneden nekredir?
Bizim şeriat ve tarikata dayalı olarak sunduğumuz kitap yazılıdır, bellidir. Birden fazla kitap vardır ama koydukları hükümler bir bütündür, tektir. Siz de bize bir kitapla geliniz, evvela aranızda anlaşınız, bizlere düşmanlıkta berabersiniz ama ortada bir kitabınız bulunmaz. O halde buradaki kitap nekre olmanın yanında tekliği de ifade eder. O kitap bir olsun da nasıl olursa olsun. Yeter ki sorunları çözsün. Bunun için nekre gelir.
- Allah’ın indinden nasıl getireceklerdir?
“Allah” kelimesinin iki manası vardır. Biri insanlıktır, halktır. Halkın kabullendiği seçim kurallarıyla oluşmuş bir kitabınız olmalıdır. Her devletin ayrı anayasası vardır, bu anayasalar da sık sık değişir. Bizde de değişme vardır ama eskisini yok etme değil, eskisinin üzerine daha iyisini getirme şeklindedir. Sizde ise Sermaye’nin veya iktidarın çıkarına dayanan bir değişmedir.
“Allah’ın indinde” bunun için denir. “Allah’ın indinde”, kâinatı var eden mutlak gücü de ifade eder. Yani doğa kanunlarını ifade eder, içtimai yani sosyal kanunları ifade eder, başka bir deyimle müspet ilmi ifade eder. O kitabınızın müspet ilme dayanması gerekir.
“‘Getirin böyle bir kitabı ben ona uyarım.’ deyin.” diyor.
- Neden bu kayıt konur?
Müspet ilmi onlar da kabul ederler, biz de kabul ederiz. O halde müspet ilmi hakem yapalım, müspet ilmin onayladıklarını benimseyelim. Onlar ne yapıyor?
Sosyal ilimlerin kâinatı var eden Allah’ın kâinatı değil de kendilerinin oluşturduğu topluluğu ifade ettiğini kabul eder ve sosyal ilimlerde hesaba kitaba dayalı sebep-sonuç ilişkisi olan bir düzenin işe yaramadığını söylerler. Müspet ilimlerle sosyal olayları açıklayan kimselere kâfirliklerinden dolayı sosyal mühendislik yapıyorlar deyip onları devre dışı atıyorlar.
Biz ise kâinatı var eden kimse insanları da var etmiştir. Doğada kanunlar olduğu gibi sosyal kanunlar da vardır. Hepsinin sahibi tek Allah’tır. Bizim ilmimiz noksandır ama ilmimiz vardır. Biz ilimlerle hem doğayı hem topluluğu anlarız.
- مِنْهُمَا‘daki zamir nereye işaret eder?
مِنْهُمَا‘nın nereye işaret ettiği bundan önce anlatılanlardan anlaşılır. Tevrat ve Kur’an’a işaret eder.
Allah birçok kitap indirmiştir. Ancak şeriat kitabı olarak yalnız Tevrat ve Kur’an vardır. Diğer kitaplar tarikat kitaplarıdır. Eğer bu ayet Araplara hitap ediyorsa هُمَا zamiri Kur’an ve sünnete gider. Kitaptan bahseder, sonraنَتْلُو عَلَيْكَ denir. Yani resulden bahseder.
Eğer bugüne gelir de bu ayetler insanlığa hitap ederse o zaman buradaki هُمَا zamiri şeriata ve tarikata işaret eder. Eğer Türkiye’ye gelir, Adil Düzen çalışanlarına hitap ederse bu zamir Kur’an seminerleriyle matematik çalışmalarına işaret eder. Kur’an ilme dayanılarak yorumlanır. O zaman biz bugünkü şeriatçılara ve tarikatçılara diyoruz ki, günümüzün meselelerini çözün, biz sizin tarikatınıza ve medresenize tabi olalım.
Adil Düzen gömleğini çıkaranlara söylüyoruz; Adil Düzen’den daha ileri Allah’tan bir kitap getirin ama şeytani kitap olmasın, ona uyalım.
- أَهْدَى ne demektir?
Bir hedefe varmak için çeşitli yollar vardır. Ankara’ya gidecekseniz trenle, uçakla, otobüsle, bisikletle, atla, yaya olarak da gidebilirsiniz. Ancak bunlardan birisi en kısa, en ucuz ve en güvenlidir. Onu seçersiniz. İşte ehda olan budur. En ekonomik olan, en yararlı olan demektir. Burada daha yararlı olan manasındadır.
- Hidayetlerde fark mı vardır ki أَهْدَى kelimesini kullanır?
Hidayetlerde farklar vardır. Bunun için değişik mezhepler ve dinler ortaya çıkmıştır. İnsanlar gruplaşırlar ve en kısa yolu ararlar. Allah kâinatı öyle yaratmıştır ki gayret ederseniz daha kısa yolu bulursunuz ama en kısa yolu bulamazsınız. En kısa yollar cennette bulunacaktır.
- “Sadık iseniz” diyor, ne konuda sadık olacaklardır?
Kendilerinin Allah’tan daha akıllı olduklarını iddia ediyorlar. Allah topluluğu yanlış yaratmış. Doğayı değiştiremiyoruz, doğa kanunlarını öğrenmekle yetiniyoruz ama biz insanları değiştirebiliyoruz ve sosyal kanunlarını biz düzeltebiliyoruz. Allah’ın eksik bıraktığı düzeni tamamlıyoruz. Yanlışlığını düzeltiyoruz hem de bunu Allah’ın verdiği ilimle değil kendi irademizle yapıyoruz. Toplanıyoruz, ekseriyet ne derse o Allah’tan daha doğru sonuca varmış olur. İşte bu görüşünüzde sadık iseniz, bize bir kitapla gelin, ihtilafa niye düşüyorsunuz? Her gün eski kanunları niye nesih ediyorsunuz? “Böyle de” diyor.
- Bugünkü uygulamamızda bu ayetin anlamı nedir?
Bugün Allah bize Kur’an Arapçasını öğrenmemizi, şeriatımızı bilmemizi emreder. Matematiği öğrenin, bugünkü dünya sorunlarını bilin, içtihadınızı yapın ve içtihadınıza göre uygulamalar yapın. Sizi rahat bırakmayacaklar. Musa’ya yaptıkları gibi size de saldıracaklar. Kendinizi savunun. Ancak savaşmadan önce ilimle savunun. Bu ayetler bize bunu öğretir.
- Aşağıdaki kavramları inceleyiniz.
- كون-قول (QVL-KVN)
قَوْل insan beynindeki kainatın dille ifadesidir, كَوْن ise kainatı oluşturur.
Duyu organlarımızla dışarıdan bilgileri alırız, beynimizde tefekkür eder, tezekkür eder, taakkul eder ve ne yapacağımıza karar veririz, sonra da dille bunu ifade ederiz, böylece beynimizde oluşan irade dil ile önce insanlığa ulaşır, sonra da birlikte yapacağımızı yaparız.
Demek ki kâinatta etkileme ancak kaville olur.
- تبع ءتي- (TBG-ETY)
تَبْع birisinin yaptığını yapmak demektir. Tabi olunan kimsenin bundan haberi olmayabilir. إِتْيَان ise gelme demektir. Karşı karşıya olup beraber iş yapmadır. Birisinde birçok kimsenin bir kimseye tabi olması mümkündür ama bir kimse başka birisiyle görüşürken bir üçüncü kimseyle görüşemez. Onun için toplu görüşmelerde topluluğun bir temsilcisi olur, iki temsilci görüşür. Öbürleri orada bulunurlar ve gerektiğinde sırayla görüşme yaparlar. Bu sebepledir ki Akevler’de görüşmeler ikili yapılır, diğerleri sonradan katılırlar.
- هدي-كتب (KTB-HDY)
“Kitap” yazılı kurallardır. “Hidayet” ise doğru yolu bulmadır.
Kurallar yazılırsa birbirinden uzak olanlar da aynı kurallara uyabilirler. Hatta binlerce yıl sonra da bu uyma gerçekleşir. Onun için “kitap” kelimesinin yazma anlamı yanında kuralları ortaya koyma anlamı da vardır.
Bugün bizim “kitap” dediğimiz ciltlere kitap denemez. Bunlara sifr denir. “Kitap” Kur’an gibi, kanunlar gibi hükmedici olur. Sözleşmeler kitaptır. Muhasebe defterleri kitaptır. Anlaşmalara konan projeler kitaptır ama bu tanımımıza göre romanlar kitap değildir, senaryolar kitap değildir.
- الله-عند (GND-elLAH)
عِنْد insan beyninde oluşmuş olan kainattır. Dışarıdaki kâinatla uyumluluğu vardır. İnsanın indi ile insanın çevresi arasında uyumluluk vardır veya uyumsuzluk vardır. Allah’ın indinde de bugün mevcut olan kâinat vardır. Eksiksiz her zerresiyle vardır.
Bizdeki varlıktan farkı, biz parça parça görürüz, O tümünü birden görür. Biz kısmi denklemler kurarız, O ise kâinattaki bütün olayların denklemlerine birden vakıftır.
Allah’ın indi bizim indimizden farklı olduğu için onlar eşleştirilir.
- هُوَ- مِنْهُمَا (HuVa-MiNHuMAv)
هُوَ bir şeyi gösterir. Bir kişiyi gösterir. مِنْهُمَا iki kişiyi gösterir. Biri iki kişiden biridir. Yani insan tek başına var olamaz ve yaşayamaz.
Herkes anne-babanın eseridir. Hayatımızı sürdürürken de bir iş yaparken de mutlaka birisiyle yapmak zorundayız. Tek başımıza bir iş yapamayız. Üretilen malın mal olabilmesi için bir başkasının onu tüketmesi gerekir.
Tüketilmeyen mal, mal değildir. هُوَ ile هُمَا arasında bu tür ilişkiler vardır.
- إِنْ – فَ (EiN-Fa)
إِنْ şart edatıdır, فَ ise şartın cevabı olarak gelen harftir. Dolayısıyla إِنْ ile فَ bir takım oluşturur. Buna işaret edilir.
- مِنْ – بِ (MiN- Bi)
مِنْ zarfın başlangıç noktasını, بِ ise zarfın belli noktasını ifade eder. Ayrıca بِ sebep Ba’sıdır. O da başlangıcı ifade eder ama kendisinden önce gelen kelimenin kendisinden sonra gelen kelimeye etkisi vardır. إِنْ‘de bu etki yoktur.
Öz Türkçe ile:
“‘Doğru iseniz, bu ikisinden daha doğru yola götüren bir yazıyı Allah’ın yanından getirin de ben ona uyayım.’ de.”
Kur’an kelimeleri ile:
“‘Sadık iseniz, bu ikisinden ehda olan bir kitabı Allah’’n indinden ita edin de ben ona ittiba edeyim’ diye kavl et”.
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (49)
***
فَإِنْ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (50)
Fa EiN LaM YaSTaCiBUv LaKa Fa iGLAM EanNa MAv YatTaBiGUvNa EaHVAEaHuM Va MaN EaWalLu MinMaN itTaBaGa HaVAvHu BiĞaYRı HuDan MiNa elLAvHı EinNA elLAvHa LAv YAHDıIy eLQaVMa elJAvLiMIyNa
“Sana isticabe etmezlerse ilmet ki onlar hevalarına ittiba ediyorlar. Allah’tan bir hüdanın gayrisiyle hevasına ittiba edenden edall kim vardır? Allah zalim olan kavme hidayet etmez.”
فَإِنْ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ |
اتَّبَعَ | يَهْدِي يَتَّبِعُونَ اعْلَمْ يَسْتَجِيبُوا | هُدًى أَضَلُّ غَيْرِ | اللَّهِ اللَّهَ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ | أهْوَاءَهُمْ هَوَاهُ | لَكَ أَنَّمَا مَنْ مِمَّنِ إِنَّ | فَ وَ فَ إِنْ مِنَ بِ لَمْ لَا |
1+(2+2)+(1+2)+(2+2+)+2 +(2+2+1)+(3+3+2)=27 =32-5=3*3*3 |
اعْلَمْ- يَسْتَجِيبُوا غَيْرِ- أَضَلُّ الْقَوْمَ- الظَّالِمِينَ لَكَ- أَنَّمَا مَنْ- مِمَّنِ وَ- إِنْ مِنَ- بِ لَمْ- لَا |
GLM-CVB ĞYR-WLL QVM-JLM LaKa- EanNaMAv MaN-MiNMan Va-EiN MiN-Bi LaM-LAv |
- Buradaki فَ harfi nereye atfeder?
Buradaki فَ harfi قُلْ emrine atfeder. Getirin sözüne cevap veremezlerse şöyle bil der وَإِنْ değil de, فَإِنْ olmasının sebebi atfın takip olması içindir. Bir şeyi reddetmen için o hususta araştırma yapmış olman ve sonuca ulaştırmış olman gerekir. Sonuca ulaşmamışsan onu ne kabul eder ne de reddedersin. Onlar ise reddetmişlerdir. O halde araştırmalarını yapmış ve alternatif çözümler üretmiş olarak seni reddetmelidirler. Böyle olunca da sen onlardan cevap isteyince hemen cevap vermeleri gerekir. Hemen cevap vermezlerse heva ve hevesleri konuşuyorlar, demektir. Burada وَ değil de فَ gelmesinin sebebi budur.
- Ne Fa’sıdır?
Takip Fa’sıdır. Hemen cevap vermeliler, vermezlerse hevalarına tabi oluyorlar, hazırlıkları yok demektir.
Biz Adil Düzen’i 50 sene evvel ortaya koymaya başlamışızdır. Her yönüyle saldırılarda bulunmuşlarsa da Adil Düzen’in alternatifi olarak ortaya bir çözüm getirememişlerdir.
Cumhurbaşkanı hala anayasayı tartışmamız lazım diyor. Siz anayasayı tartışmadan Adil Düzen’i nasıl reddedebildiniz. Demek ki ret heyeti heva ve hevesleri ile hareket etmiştir.
- “İsticabe etmezlerse” deniyor, nasıl isticab ederler?
“İsticabe etmek” demek cevap istemek demektir. لَكَ ile gelince de “Senin için cevap istemezlerse” demiş olur. Yani onların cevap vermesi gerekmez. İstedikleri yerden öğrenebilirler ama cevap ortaya konmalıdır. Yani onlar isticabe etmelidirler.
Bunun anlamı şudur. Soru sorulan kimse cevap verebilmek için makul bir müddet isteyebilir. Hemen o anda cevap veremeyebilir ama cevap vermeye çalışmalıdır. Bunlar bunu da yapmazlar. O anda cevap vermedikleri gibi cevap vermek için de çalışmazlar. Yani “Geçmişteki yanlış davranışlarına bundan sonra da devam ederlerse” deniyor. Eğer cevap aramaya başlarlarsa o zaman onlar hakkındaki hükmünü ertelemen gerekir.
- “Sana isticabe edemezlerse” diyor, لَكَ neye vurgu yapar?
‘Seni muhatap almayarak şimdiye kadar seninle tartışmayı bile yapmak istemeyenler şimdi de aynı şeye devam ediyorlar’ demektir.
Her insan kendisine sorulan soruları cevaplandırmak zorundadır. Sana cevap vermeyenler ve bunda ısrar edenler hevalarına tabidirler. Onun için لَكَ kelimesi getirilir.
- فَاعْلَمْ ‘deki فَ nereye atfeder, ne Fa’sıdır?
فَاعْلَمْ deki فَ cevap Fa’sıdır. إِنْ şartının cevabıdır. Başka bir şey söylersiniz ona da cevap vermezler. Sen o zaman da aynı bilgiyi teyit edersin. Cevap vermenin hevaya tabi olmadığının sebebi sayıldığını belirtmek için فَ harfi gelmiştir.
- فَاعْلَمْ kelimesiyle bize neyi öğretir?
“Bil” der. İyi sosyoloji ve iyi psikoloji bilmek demek, söylenenleri ve yapılanları iyi anlamak demektir. Buradaki اِعْلَمْ emri bize aynı zamanda sosyoloji ve psikoloji ilimlerini de tedris etmemiz gerektiğini gösterir.
- أَنَّمَا ile işaret edilen şey nedir?
أَنَّمَا sadece demektir. أَنَّ takip demektir, مَا ise ismi mevsuldür. Birleşik harf olur. Bundan sonra gelmiş olan cümlede aykırı olanlar, bu cümlenin şuuru içinde olmayanlar, yanlıştır demektir. Biz bu tür cümlelerde mefulü muhalefeti kabul ediyoruz. Başka ihtimali yok anlamındadır. Yani cevap vermeyenlerin hevalarından başka bir sebepleri yoktur.
- Hevalarına tabi olma ne demektir?
Canlılar nefislerinin istediklerini yaparak yaşarlar. Onlara öyle duygular verilmiştir ki kendilerinin çıkarı olmayan davranışlarda bulunmazlar. Örnek olarak sigara içmezler, kumar oynamazlar, kendilerinin yararına olmayan bir iş yapmazlar. Eğer bir topluluğa mensup iseler o topluluğun diğer fertleri aleyhinde de bir iş yapmazlar. Çünkü onlar ya ayrı yaşayacak şekilde yaratılmışlardır ya da toplu olarak yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. İnsanlar ise toplulukta ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. İnsan günün yarısını dışarıda topluluk içinde geçirir, yarısını da evinde ailesiyle geçirir. Aile sosyal değil biyolojik yapıdır. İşte, insanın bu iki varlığın arasında dengesini kurması gerekir. Yarı sosyal varlık olduğu için kendisinde çelişkili istekler vardır. Topluluğun ferdi olma aklın gereğidir. Kendi başına yaşama hissin gereğidir. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Karıştıranlar hevalarına tabi olmuş olurlar.
- Hevaya tabi olma neden dalaletin sebebidir?
Topluluğun ferdi olarak hareket ettiğin zaman hayvanlarda olduğu gibi gerekirse topluluk için canını verirsin. Kendi varlığın için hareket ederken de bütün canlılar gibi kendini korursun. Bu dengeyi bulabilmek için de kurallar vardır. O kurallar da şeriattır. Eğer bu kurallara uymazsan o zaman dalalette olursun. Ya topluluğun ferdi olarak görevi yapmazsın ya da kendine zulmedersin.
- Hevasına tabi olan dalalet etmiş olur, denir, bu ne demektir?
İnsan topluluk içinde yaşar. Topluluk da insanlardan oluşur. O halde şeriat düzeni öyle bir düzendir ki hem topluluğu hem de insanı yaşatır. Bundan dolayı insan çıkar paralelliği içinde iş yapar. Çıkar çatışması dengeyi bozar. Topluluğu yok eder, dolayısıyla topluluklar da yok olur.
- بِغَيْرِ‘deki بِharfi ne manadadır?
Alet Ba’sıdır.هُدًى ‘den غَيْرِ olan hevaya tabi olunmuştur. İnsanların birçok isteği hidayettir. Topluluğun lehinedir. Üzümden yapılan şarabın hevası delalettir ama üzümden yapılan pekmeze karşı duyulan heva hidayettir. Dolayısıyla bunları birbirinden ayırmak için hidayete ihtiyaç vardır.
- ‘Allah’ın hidayetinden gayri’ ifadesiyle neye vurgu yapılır?
Allah’ın hidayeti topluluğun varlığını da koruyan, çıkar paralelliğine dayanan bir hidayettir. Şeriat tarafların yararıyla topluluğun yararını birleştiren düzendir. Yani kişilerin yararıyla topluluğun yararını birleştirir.
Oysa kapitalistler Sermaye’nin çıkarını, sosyalistler siyasi iktidarın çıkarını esas alırlar. Karmacılar ise uzlaşarak ortak çıkarlarını esas alırlar.
Şeriat ise tarafların ve topluluğun çıkarını esas alır. Topluluğu da Sermaye ile siyasi iktidar temsil eder. Dolayısıyla onların çıkarını da gaye edinir. Yani şeriat herkesin çıkarına olan bir düzendir. Şeriata karşı olanlar bunu duydunuz mu?
- إِنَّ اللَّهَ‘den önce atıf harfi gelmez, neden?
Yukarıda anlatılanların bir açıklaması olduğu için وَ veya فَ harfi gelmez. Kâinatı var eden Allah insanı öyle yaratmıştır ki şeriatın dışında hidayet bırakmamıştır. Şeriatın dışına çıkanlar dalalettedirler. İşte bunu anlatmak için إِنَّ getirilir ve üstelik araya harfi atıf da getirilmez.
- اللَّهَ kelimesi tekrar edilir, neden?
Birinci اللَّهَ insanlığı, topluluğu, ikinci اللَّهَ ise kâinatın var edicisini ifade eder. Bunun için tekrar edilir. Yoksa إِنَّهُ derdi.
- Hidayet nedir, hidayete nasıl uyulur?
Hidayet şeriat demektir. Şeriat bizi hakka götüren bir kılavuzdur. Ona uymak demek şeriatın söylediklerini yapmak demektir. Herkes kendi içtihadına göre amel edecektir. Onun içtihatları onun için şeriattır. İhtilaflar halinde ise taraflar birer hakem seçecekler. Hakemler de bir başhakem seçecektir. Bunların kararı şeriattır. Demek ki hidayete gitmek için içtihada göre amel etmek ve ihtilaflarda şeriata uymak gerekir. Aslında bunu bugünkü Firavunlar da kabul eder, sadece kendilerini bununla mükellef kılmazlar. Hâkimleri atarlar ve onlarla topluluğu yönetirler. Şeriat kendi heva ve hevesleri olur.
- الْقَوْمَ marifedir, kimler kastedilir?
Burada الْقَوْمَ‘deki Lam cins içindir. Zalim olan, kim olursa olsun bir kavim olarak onlara hidayet edilmez. إنْ‘in başında وَ harfinin gelmemesi de buna delalet eder.
- الظَّالِمِينَ kelimesi kurallı çoğuldur, kimler kastedilir?
الْقَوْمَ‘in sıfatıdır. Demek ki kavimlerin bir kısmı zalimdir, bir kısmı adildir. Zalim olan kavme Allah hidayet etmez, onları doğru yola götürmez, onlara yol göstermez. Onlar doğru kararlar alıyoruz zannederler ama zulmederler.
Benim bugün acayibime giden husus şudur: Gerek AK Partililer gerekse cemaatler zalim kimseler değillerdir. Buna rağmen yine de dalalettedirler. Ümit ederim ki bunlar tövbe ederler ve hidayeti bulurlar.
- Aşağıdaki kavramları inceleyiniz.
- ) جوب-علمGLM-CVB(
عِلْم bilinenlerden bilinmeyenleri bulma demektir. Cebirde harfler kullanılır. Bu harflerden bir kısmı bilinenleri, bir kısmı ise bilinmeyenleri temsil eder. Bilinmeyenler kadar denklemler konur ve bilinmeyenler bulunur.
“Cevap vermek” demek boşluğu doldurmak, yani bilinmeyenleri bulmak demektir. Cebrin temeli budur. Peygamber de “Seni raybe sokanları bırak da rayb olanlara git” der. Yani bilinmeyenlerden bilinenleri bul demektir. Burada buna işaret edilir.
- ) ضلل-غير ĞYR-WLL(
Hak olan birdir. Doğru yol tektir. غَيْر olanlar yani yanlış olanlar çoktur. Tek olan icmalar haktır. İcmaların dışında olanlar ise غَيْر‘dır. Onlar arasında tercih yaparız ama onları hak kabul edip onları başkalarına kabul ettirmek için çalışmayız. Başkalarına kendi görüşlerini dayatmak dalalettir. Burada bize bu düşündürülür.
- ظلم-قوم )QVM-JLM(
Şeriat topluluk içinde oluşur. Her kavmin (ulusun) bir şeriatı vardır. Şeriatın dışına çıkma da ulus içinde olur. Zalim devletler vardır. Bu devletlerin şeriatı güçlü olanların haklarını korur. Kavimler vardır onlar ilahi şeriata dayanırlar. Onlarda zulüm yoktur. Buradan anlaşılır ki her kavmin bir şeriatı vardır ve kavim o şeriata göre zalimdir veya değildir.
- لَكَ- أَنَّمَا (LaKa- EanNaMAv)
أَنَّمَا çevre demektir. Sadece çevre demektir. لَكَ ise ‘senindir’ anlamındadır. Yani insanın çevresinden yararlanma hakkı vardır ama yalnız kendi çevresinden yararlanma hakkı vardır. Hakların sınırı başkalarının hakkının başladığı yerde biter. Yeryüzünde birisinin hakkı olmayan bir varlık yoktur. Dava açma hakkı yalnız insana aittir.
- مَنْ- مِمَّنْ (MaN-MinMan)
مَنْ ‘kim olursa olsun insanlardan biri’ iken مِمَّنْ ise onlardan istisna edilen kimse demektir. Türü ifade eder. مِنْ’den sonra gelen مَنْ türden birisini ifade eder. Eğer مِنْ‘den sonra marife gelirse o zaman onun bütününü ifade eder. Nahivdeki bu kurala işaret edilir. (مِمَّنْ ifadesinden önce ismi tafdil olan أَضَلُّ gelmiştir. O yüzden bu مِنْ tafdil Min’idir. مَنْ ise umumilik bildiren ismi mevsul olduğu için ‘her kim olursa’ manasındadır o yüzden tür değil de herhangi biri manasındadır. Tayibet Erzen)
- إِنْ-وَ (Va-EiN)
وَ harfi atıftır, إِنْ harfi şarttır. İkisi de birbirine bağlar. إِنْ bağlı olan haliyle olmayan hali, وَ ise devamlı bağlantıyı ifade eder.
- بِ-مِنْ )MiN-Bi(
مِنْ ile بِ ikisi de başlangıcı ifade eder. مِنْ’de sonra gelene tesir vardır, بِ‘de yoktur.
- لَمْ- لَا )LaM-Lav(
İkisi de nefiy edatıdır. Biri geçmişte biri de gelecekte nefyeder.
Öz Türkçe ile:
“Sana karşılık vermezlerse bil ki onlar kuruntularına uyuyorlar. Allah’tan bir yol göstericisinden başkasıyla kuruntularına uyan kimseden daha şaşkın kim vardır? Allah ezen kavmi doğru yola götürmez.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Sana isticabe etmezlerse ilmet ki onlar hevalarına ittiba ediyorlar. Allah’tan bir hüdanın gayrisiyle hevasına ittiba edenden edall kim vardır? Allah zalim olan kavme hidayet etmez.”
فَإِنْ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَكَ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يَتَّبِعُونَ أَهْوَاءَهُمْ وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوَاهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (50)
***
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (51)
Va LaQAD Va öÖaLNAv LaHuM eLQaVLa LaGalLAHuM YaTaÜakKaRUvNa
“Ve onlar için kavli tezekkür ederler diye tavsil etmiş bulunuyoruz.”
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ |
وَصَّلْنَا | يَتَذَكَّرُونَ | | | الْقَوْلَ | قَدْ لَهُمُ لَعَلَّهُمْ | وَلَ |
1+1+1+(1+1+1)+1=7=8-1 |
(H2+G1+Q2+ K2+ Y1)+(V3+ U1+M2)+( N2+L8)+A1+Ü1+D1+ Ö2+T1 8+6+10+6=30=32-2 |
وَصَّلْنَا- يَتَذَكَّرُونَ الْقَوْلَ- قَدْ لَهُمُ- لَعَلَّهُمْ وَ-لَ |
VÖL-ÜKR QVL-QD LaHuM-LaGalLaHuM Va-La |
- وَلَقَدْ‘daki وَ nereye atfeder?
Bu surede iki yerde وَلَقَدْ vardır. Biri “Musa’ya kitabı ita ettik” ayetinde geçer (43. ayet). Bu وَلَقَدْ sünnet dönemiyle kitap dönemini birbirinden ayıran dönemi ifade eder. Musa denizi geçmeden önce kitapla değil sünnetle hareket ediyordu. O zamana kadar gelen bütün peygamberler öyle görevlendirilmişlerdi. Denizi geçtikten sonra Tevrat nazil olmaya başlamış ve sünnet dönemi sona ermiştir. Şimdi bu وَلَقَدْ ile kitap döneminden sonra içtihat dönemine geçilir. O halde bu وَلَقَدْ bundan önceki وَلَقَدْ‘e atfedilir. Birinci وَلَقَدْ‘de de لَقَدْ geçmeden وَلَقَدْ geçmiştir. O halde orada mahzuf bir لَقَدْ vardır. O mahzuf لَقَدْ sünnet döneminden önceki resul dönemidir. Yani doğrudan doğruya kişinin kurallar koymadan topluluğu idare etmesi dönemidir. O halde insanlık; a) kişi yönetimi, b) sünnet yönetimi, c) kitap yönetimi, d) içtihat yönetimi devirlerini geçirerek bugünkü duruma gelmiştir.
- Kavil vasıl etmek ne demektir?
وَصْل önü dikilmiş elbisedir. Gömlek, kapalı kazak benzeri olanlardır. فَصْل önü açık palto benzeri olanlardır. و beraber olma, ص dayanıklılık demektir. Birbirinden ayrılamayacak şekilde bitişik olanlar demektir. ف ile birbirinden ayrılacak şekilde bitişik olanlardır.
Buradaki الْقَوْلَ Usulü Fıkıh’tır. Tevrat ve Kur’an’a onları yorumlayacak bir ilim eklenmiştir. Peygamberin vefatından sonra sünnet ile kitap eşit tutulmuş ve sünnetin öğretileri içinde Kur’an’ı anlama ilmi geliştirilmiştir. Bu ilme Usulü Fıkıh denilmiştir. Biz bugün o dönemde gelişmiş olan Usulü Fıkıh ilmini kullanıyor Kur’an’ı bugünkü sorunları çözecek şekilde yorumlamaya çalışıyoruz.
İşte, Kur’an burada “Kavli vasıl ettik.” der. Çünkü Usulü Fıkıh vahiye ve sünnete dayanmaz. Usulü Fıkıh ile ilgili olmayan ayetleri içeren kitabın, sünnet uygulamaları göz önüne alınarak yorumlama kuralları akli olarak geliştirilir. Usulü Fıkıh ilmi nakiller üzerine aklı çalıştırarak elde edilir. Burada marife olan الْقَوْلَ kelimesi buna delalet eder. Bununla beraber Tevrat’ta cennet ve cehennemden bahsedilmez. Ancak onların sünnetinde de cennet ve cehennem inancı vardır. Bu da الْقَوْلَ’dir.
- الْقَوْلَ marife gelir, hangi kavil kastedilir?
Bahsedilen kavil o zaman için Harun’un şifahi olarak İsrail oğullarına naklettiği tarikattır. Peygamber zamanında kavil Peygamber’in arkadaşları tarafından geliştirilmiş Usulü Fıkıh’tır. Bugünkü kavil ise Kur’an’ın Usulü Fıkıh’a göre müspet ilmin kuralları içerisinde anlaşılmasıdır, فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ ayetinin (Araf 7/52) ifade ettikleridir.
- لَعَلَّهُمْ‘daki هُمْ zamiri nereye racidir?
لَهُمْ ve لَعَلَّهُمْ yukarıda anlattığımız kavlin yorumuna göre İsrail oğullarına, sahabeye ve bugün de bütün insanlığa yahut Adil Düzen çalışanlarına işaret eder. كُمْ zamiri gelmeyip هُمْ zamiri gelmesi bütün insanlara hitap etmeye delalet eder. Yani Akevler’de geliştirilen kavil tüm insanlığın anlayacağı ve müspet ilmi bilenlerin tereddütsüz kabul edecekleri bir kavildir. Dolayısıyla bütün insanlara hitap etmektedir.
- Bugünü ele alırsak bu ayet bize ne görev verir?
يَذْكُرُونَ demiyor da يَتَذَكَّرُونَ diyor. Yani biz ayetlerimizi kendimiz anlayıp uygulamak ile mükellefiz. Müspet ilmi Usulü Fıkıh ile birleştirerek kendi fıkhımızı oluşturmamız gerekir. Oluşan fıkıh amel için olan fıkıhtır. Yani bize nasıl amel edeceğimizi öğretir. Nasıl düşüneceğimizi öğreten ilme fıkıhçılar “kelam ilmi” diyorlar. Fıkhı dörde ayırıyorlar. Biri itikadi fıkıhtır, buna “kelam” diyorlar. Biri ahlaki fıkıhtır, buna “tasavvuf” diyorlar. Biri yönetim ilmidir, buna “siyaset” diyorlar. Tek başına fıkıh dendiği zaman sonraki fakihler yalnız ilmi fıkhı anlamaktadırlar. Bunda da sonraki icma mevcuttur. O halde biz kavli ele alıp kendi sorunlarımızı çözmekle emredilmiş bulunuyoruz.
- Kavil nasıl tezekkür edilecektir?
Burada iki mana verilebilir. Biri kavlin yani Usulü Fıkıh’ın tezekkürüdür. Bize Usulü Fıkıh’ın öğrenilmesi emredilir. Bu imkânın bize verildiğini söylemektedir. Nitekim Yalova’da Müsellemü’s Sübût üzerinde usul çalışmaları yapıyoruz. Diğer bir mana ise بِهِ kelimesini hazfedilmiş kabul ederek لَعَلَّهُمْ بِهِ يَتَذَكَّرُونَ şeklinde anlayabiliriz. O zaman da usulü fıkha göre son olarak Akevler’de geliştirilen müspet ilme dayalı usulü fıkha göre tezekkür etmemiz emir olunur.
Kur’an’ın anlaşılması için varsayımlar kabul edeceksiniz ve baştan sonuna kadar Kur’an’ı o varsayımlarla anlamaya çalışacaksınız. Eğer varsayımlarınız ile Kur’an’ı yorumlayabiliyorsanız varsayımlarınız doğrudur. Farklı zamanlarda ve farklı topluluklarda farklı varsayımlarla Kur’an yorumlanır hepsi onlar için doğrudur. Mezhepler buna dayanılarak oluşmuştur. Hepsi haktır. Varsayımlar icmalara aykırı olmamalıdır.
- Aşağıdaki kavramları inceleyiniz.
- ذكر-وصل )VÖL-ÜKR(
Vasıl etmek demek bitişmek demektir veyahut oluşmak demektir. Türkçede “Vasıl olmak” şeklinde kullanılır. “Zikretmek” ise anlamak anlamındadır. Anmak manasını da içerir. Bilgisayarda dosyalar vardır. Dosyaların adları vardır. Siz o dosyaya bastığınız zaman dosya açılır. Dosyada olanları ekranda görürsünüz. Usul ilmi de bir dosya adıdır. Onu harekete geçirdiğinizde ana kaynaklara, delillere, kitap ve maslahata, sünnet ve istishaba, icma ve örfe, kıyas ve istihsana ulaşırsınız. Bu dosyalar size açılır, gerekenleri okursunuz. Buradaki eşleşme buna delalet eder.
- قد-قول )QVL-QD(
قَدْ harfi fiili mazinin üzerine gelir. Geçmişte olan bir olayın halen devam ettiği anlamını taşır. قَوْل ise tezekkür aracıdır. Geçmişte oluşmuş kuralların bu anda geçerli olduğunu sözle belirtir, hatırlatır. Ondan sonra mükellef sorumlu tutulur. Bugünkü hukukta buna tebligat derler. Demek ki bu eşleştirme tebligat hukukunu içerir.
- لَهُمْ- لَعَلَّهُمْ(LaHuM-LaGalLaHuM)
لَهُمْ lehlerine demektir. لَعَلَّهُمْ ise karşı tarafı bir işi yapabilme gücüne ulaştırma demektir. Lehlerinde olur ama yapıp yapmama ise kendilerine bırakılır. Yani لِ kesin hakları, لَعَلَّ ise kabule bağlı muhtemel hakları ifade eder. Şartlı haklardır.
- وَ-لَ (Va –La)
وَ beraberliği ifade eder. لَ ise oluşu te’kit eder. Her ikisinde de oluş vardır. Birlikte kullanılarak oluş te’kit edilmiş olur. وَ nin لَ ile birlikte gelebileceğine işaret vardır.
Öz Türkçe ile:
“Ve onlar için anlaşırlar diye sözü bitiştirdik.”
Kur’an kelimeleri ile:
“Ve onlar için kavli tezekkür ederler diye tavsil etmiş bulunuyoruz.”
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (51)
***
GENEL YORUM
Bu ayetlerdeki هُمْ zamirini bugünkü Sermaye ve siyasilere yönelmiş kabul edersek, bu ayetler bize neyi anlatmış olur?
Bugün faizli işçilik sisteminden kredileşmeli ortaklık sistemine geçilmektedir. İnsanlık sekiz büyük evrimi geçirmiştir. 15 yaşına girmiş, buluğa ermiştir. Bundan önce kitaplara ve peygamberlere dayanılarak yaşama ve gelişme imkânına sahip olmuştur. Birinci Kur’an uygarlığı da Peygamber tarafından oluşturulmuştur. Onun getirdiği fıkıh bilgileriyle bugünkü Batı medeniyeti doğmuştur. Şimdi bizim görevimiz birinci Kur’an uygarlığıyla onun etkisiyle oluşan Batı uygarlığını sentez ederek üçüncü binyıl uygarlığını yeni bir peygamber gönderilmeksizin oluşturmaktır. Bu ayetler bize nasıl davranacağımızı öğretmek için indirilmiştir. Peygamberlerin kıssalarını anlatarak bizim yapacaklarımızı bize öğretmektedir. Medreselerde ve kiliselerde bunlar binlerce sene önceki olayların hikâyeleri olarak okunmaktadır. Biz ise bunlarda anlatılan olayların illetlerini ve hikmetlerini tespit ederek günümüze getiriyor ve bu kıssaları günümüzün sorunlarını çözmek için kullanıyoruz. Bizden önce gelen âlimler böyle yapılması gerektiğini dile getirmişler ancak bir uygulama yapmamışlardır. Biz ise Akevler Kooperatifi’ni kurarak Kur’an’dan öğrendiklerimizi imkânlarımız nispetinde uygulamaya çalışıyoruz. Farkımız budur. Bütün insanlığı bu sisteme, bu kaville davet ediyoruz. Herkes kendi kavillerini esas alarak kendi yapılarını oluşturacaktır. Bunlar birbirleriyle iş birliği içinde olacaklardır.
1105. SEMİNER LÜGATI |
NO | Kelime | Vezin | Kök | Açıklama |
-
| أُوتِيَ | أُفْعِلَ | ءتي | أَتِيّ çardağa doğru suyu getiren kanaldır. Tek yönden gelmeyi ifade eder. أَتِيّ Su kanalı demektir. Suyun akıp gelmesi manasında أَتَى ya mastar olmuştur. Bir yönden gelişi ifade eder. جَاء ise yönsüz gelişi ifade eder. Kur’an’da ءتي 549, ءزف 3 defa geçer ve 552 (23*3*23) eder. ء gücü, ت oluşu, ي ise kolaylığı ifade eder. |
-
| الْمُؤْمِنِينَ | الْمُفْعِلِينَ | ءمن | أَمَنَة kapıları karşı karşıya olan evlerin ara yeridir. İlk topluluklar evleri bitiştirerek kale gibi yerleştirirdi. Kapılar ara sahanlığa açılırdı. Bu yerin adı أَمَنة idi. Buraya bir şey konulması o şeyin güvene alınması demekti. أَمَانَة buraya konmuş olan şeydir. أَمِنَ güven içinde olma, أَمَنَة karşı karşıya bulunan evlerin arasındaki yer demektir. Eskiden evleri bitiştirerek bir duvar meydana getirirler ve kapılarını orta boşluğa açarlardı. Orta boşluğa bir kapıdan girilirdi. Böylece orası güven altında olurdu. Oraya bir mal koymak veya oraya girmek أَمِنَ kelimesi ile ifade edilirdi. أَمِنَ emniyet ve güven altına almak demektir. Kur’an’da ءمن ,71 يمن ise 879 defa geçer. Toplam 950 (2*52*19) eder. ء gücü, م enginliği, ن belirsizliği ifade eder. |
-
| آيَاتِ | فَعَلَاتِ | ءيي | أَوْيَة kuş yuvası demektir. Türkçedeki “yuva” kelimesi de buradan gelir. Sonra و harfi ي’ye dönüşmüş أيي olmuştur. Yüksek yerlerdeki yapılar, işaretler ayettir. Türkçedeki ay da buradan gelmiş olabilir. آيَة işaret, alamet, delil demektir. Başına أَ harfi getirilirse “Delil mi? Hangi delil?” anlamlarına gelir. Sonraları ismi mevsul olarak veya soru edatı olarak “hangi” anlamında أَيُّ kullanılmaya başlanmıştır. أَيَّانَ“ أَيُّ آن” demektir. حَان su kenarındaki konaklama yeridir. Hayvanlar belli saatlerde buraya gelip su içerler. Bu esnada bunların sütü sağılır. حَانَة mastarı develerin suya gelmesi zamanının yaklaşması demektir. Sonra حِين herhangi bir işin yapılması için ayrılan zaman olmuştur. Sonra ح düşmüş آن olmuş. Şimdiki zaman için kullanılmaya başlanmıştır. ء güç, ي kolaylık demektir. |
-
| نَتَّبِعَ | نَفْتَعِلَ | تبع | تَبِيع inek yavrusu, dana demektir. Dana annesinin yaptığını yapar, peşinden dolaşır, buradan tabi olmak anlamına gelmiştir. ت düzendir, görünüşte düzen değil, fonksiyonda düzendir, dağınık ama düzenli. ب geçidi, ع etkiyi ifade eder. |
-
| يَسْتَجِيبُوا | يَسْتَفْعِلُوا | جوب | جَوْبَة içi su dolu çukurdur. Sonraları و yerine ي getirilerek جَيْب ‘cep’ anlamını kazanmış. Sorunun boşluğunu dolduran cümle cevaptır. جَوَّاب ormanlık içinde yol veren açıklıktır. Geçiş yeridir. Soruya cevap vermek insan zihnindeki soruların önünü açar. Karışıklıktan kurtarır. Kanal veya tünelleri açar. Cevap vermek sadece sözle anlatmak değil isteneni fiilen yapmaktır. جوب Kur’an’da 43, جوف 1 defa geçer. Toplam 44 (22*11) eder. ج cazibeyi, و beraberliği, ب geçişi ifade eder. |
-
| جَاءَ | فَعَلَ | جيء | جَيْأَة yağmur sularının toplanıp biriktiği yerdir. Sonra ciyetsiz olarak gelmek anlamına gelmiştir. Suyun toplandığı çukur demektir. Gelmek anlamındadır. أَتْوَة kanaldan gelen sudur. Bir yönden gelmesi kastedilirse أَتَى kullanılır, yönü belirsizse جَاءَ ile anlatılır. ج cazibeyi, ي kolaylığı, ء gücü ifade eder. أَتَى bir yönden gelmektir. جَاءَ ise her yönden ortaya çıkmak demektir. |
-
| الْحَقُّ | الْفَعْلُ | حقق | حُقَّة develere yemin dağıtıldığı kaptır. Bir devenin istihkakına hak denir. Hak, sonraları gerçek anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Hak kelimesi mutlak söylendiği zaman lehe hak alacak iken عَلَى kelimesi ile kullanıldığı zaman borç demektir. دَيْن kelimesi mutlak kullanıldığı zaman borç demektir. لِ harfi ile kullanıldığı zaman hak demektir. Hak borçla beraber doğar. Topluluk düzenine hukuk düzeni diyoruz. Yani herkes borçlu ve alacaklı hale gelerek topluluk oluşur. Fizik kimyada da elektron alışverişi ile bağlanmalar olur ve bütün fiziki maddi varlıklar böyle meydana gelir. ح hareketi, ق kuvveti ifade eder. |
-
| يَتَذَكَّرُونَ | يَتَفَعَّلُونَ | ذكر | ذَكَر Yay görevi gören ağaç dalı parçasıdır. Sonraları çelik denmiştir. Yumuşak demire ünsa denir. Bellek tekrar eskiyi hatırlama olduğundan yayın tekrar eski yerine gelmesine benzetilerek zakire denmiştir. Sonraları erkeklere zeker denmiştir. ذ işareti, ك oluşumu, ر tekrarı ifade eder. |
-
| رَبَّ | فَعْلَ | ربب | رَبْوَة tümsek demektir. Çöllerde tümseğe benzeyen yer yer serpilmiş ağaçlıklara da رَبْوَة denir. Sonra yavaş yavaş gelişme karşılığı kullanılır. Birden oluş “hilkat” ile buna karşılık evrimle gelişmeler rabvet ile ifade edilir. ربب kökü de ربو’den dönüşür. Terbiye kelimesi bunlardandır. Türkçe olarak “yetiştiren” veya “yetiştirici” olarak tercüme edilir. Kur’an’da ربب 981, رمي 9 defa geçer. Toplam 990 (2*32*5*11) eder.ر tekrarı, ب geçidi ifade eder. |
-
| أَرْسَلْتَ | أَفْعَلْتَ | رسل | رِسْل Saçak demektir. Salmak fiiline dönüşmüştür. “Haber saldı” da olduğu gibi bir kimseye bir adamı göndererek ona haber ulaştırmaya irsal denir. عَلَى harfi ceri ile kullanıldığı zaman irsal askeri birlikleri göndermek anlamına gelir. رسل Kur’an’da 513, ردد 59 defa geçer. Toplam 572 (22*11*13) eder. ر tekrarı, س mekânda diziyi yani sıralanmayı, ل belirliliği ifade eder. |
-
| سِحْرَانِ | فِعْلَانِ | سحر | سُحَارَة Kesilmiş koyunun akciğeri demektir. Bununla büyü yapmış olmalarından dolayı سِحْر denmiştir. Sabahın alaca karanlığı ciğere benzediğinden dolayı سَحَر denmiştir. سحر Kur’an’da 63, سحل ise 1 defa geçer. Toplam 64 (26) eder. س mekânda diziyi, ح hareketi, ر tekrarı ifade eder. |
-
| تُصِيبَ مُصِيبَةٌ | تُفْعِلَ مُفْعِلَةٌ | صوب | صَيِّب sağanak yağmur demektir. Kur’an’daصوب 77, صوف 1 defa geçer. Toplam 78 (2*3*13) eder. ص dayanıklılığı, و beraberliği, ب geçişi ifade eder. |
-
| أَضَلُّ | أَفْعَلُ | ضلل | ضَلَال kaybolan deve demektir. Şaşırmak anlamına gelir. Yoldan şaşırmak ve kaybolmak demektir. Böylece her taraftan çevrilmiş bir çember içinde şaşkına dönmüşlerdir. Tarihte birçok savaş arkadan çevirerek çember içine alarak kazanılmıştır. Düşmanı başka tarafta gözetleyenler beklenmedik yerden saldırıya uğradıklarında şaşırırlar. ض katlamayı, ل belirliliği ifade eder. |
-
| الظَّالِمِينَ | الْفَاعِلِينَ | ظلم | ظَلْم sırasında çıkmayan diş. Bir şeyin yerine konmaması zulümdür. Her şeyin yerli yerine konması عَدْل’dır. ظُلْم karaltı demektir. Sonra karanlık anlamına gelmiştir. Nurun zıttıdır. Zulmetmek bir şeyi uygun olamayan yere koymak demektir. Sel kalıntıları zulümdür. Kur’an’da ظلم 315, ظلل ise 33 defa geçmektedir. Toplam 348 (22*3*29) eder. ظ karanlığı, ل belirliliği, م maddeyi ifade eder. |
-
| تَظَاهَرَا | تَفَاعَلَا | ظهر | ظَهْر arka demektir. بَطْن karnın dıştan görünüşüne, ظَهْر ise karnın arkasındaki kısma denmiştir. Sonra batın iç manasına görünmeyen anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Buna karşılık zahir de görünen anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da ظهر 59, ظعن 1 defa geçer. Toplam 60 (22*3*5) eder. ظ karanlığı, ه görünmeyen değeri, ر tekrarı ifade eder. |
-
| اعْلَمْ | افْعَلْ | علم | عَلَم dağın sivri noktası demektir. İnsanlar o tepeye bakarak bulundukları yerleri belirlerler. Sonraları yeryüzü beyler arasında bölüşülünce, her bey hâkim olduğu çevrenin tepesine o çevrenin kendisine ait olduğunu belirleyen işaret koymuştur. Buna “alem” denir. Bugünkü bayrak o dönemin geleneği olarak devam eder. عَرَفَة üstü düzlük dağ veya yayla demektir. İnsanlar ilk zamanlarda burada yıllık veya daha kısa zamana ait toplantılar yaparlar ve birbirleriyle tanışırlar. عَرَفَة (Arafat) kelimesi buradan gelir. Hala orada toplanılır. عِلْم varlıkları sınırlamak suretiyle tanımlama ve aralarındaki ilişkileri riyazi bir şekilde belirlemedir. مَعْرِفَة ise varlıkları diğerlerinden ayıracak özellikleri ile belirlemektir. ع etkiyi, ل belirliliği, م enginliği ifade eder. |
-
| عِنْدِ | فِعْلِ | عند | عَانِد yulara gelmeyen devedir. Fikirlere karşı yanlış üzerine direnen kişiye عَنُود denir. Bile bile aksini iddia eden kimse demektir. كَاجِر daha çok fikirde direnen, عِنَاد ise daha çok fiilde direnen kişidir. Bu anlamdan “inde“ insanın iç düşünce yapısı anlamına gelir. Kur’an’da عند 201, حرض 3 defa geçer. Toplam 204 (22*3*17) eder. ع üstünlüğü, etkiyi, ن belirsizliği, د çeperi ifade eder. |
-
| غَيْرِ | فَعْلِ | غير | غَيْر ‘dışında’ demektir. Kur’an’da 154 defa geçer. Kovuklarda ve çardaklarda birlikte yaşayan insanların bir kısmı mağaralarda yaşamaya başlamışlardır. Mağara غَيْر olmuştur. إِلَّا ile istisna edilenler, dâhilden hariçte olanlardır, غَيْر‘de ise içerden olmayandır. دُون de غَيْر gibidir. Bunlar mantıkta incelenir. غ değişmeyi, ي kolaylığı, ر tekrarı ifade eder. |
-
| قَبْلُ | فَعْلُ | قبل | قَبْل önce demektir. ق kuvveti, ب geçidi, ل belirlemeyi, sınırlamayı ifade eder. |
-
| قَدْ | قَدْ | قد | Kur’an’da قَدْ 406 defa geçer. قَدِيّ ocaktan taze indirilen yemektir. Özel kokusu bulunur. Soğudukça artık gaz çıkmaz ve kokusu kalmaz. İktida, kokusunu takip etmeye denir. Hayvanlar çoğu kokunun peşinden giderler. قدو’de و düşer. Halen etkisini sürdüren olaylardır. Tahkik edatıdır. ق kuvveti, د çeperi, çevreyi, sınırlamayı, ifade eder. |
-
| قَدَّمَتْ | فَعَّلَتْ | قدم | قَدَم ön demektir. Öne götürdüğü için ayak anlamı da kazanmıştır. Kur’an’da قدم48 defa geçer. ق kuvveti, د çeperi, çevreyi, sınırlamayı, م enginliği ifade eder. |
-
| قَالُوا | فَعَلُوا | قول | قَوْل Birlikte bir iş yapan kimselere, belli bir sesle kumanda eden kimsenin adından gelişmiş bir kelimedir. Bu sesten kinaye olunur. Kelamdan farkı bağlayıcı olmasıdır. Türkçedeki “söz” kelimesi de böyledir. O halde burada “söyledi” olarak tercüme edilir. ق dayanma kuvvetini, و beraberliği, ل belirliliği ifade eder. |
-
| الْقَوْمَ | الْفَعْلَ | قوم | قَائِمَة Hayvanların ön ayaklarına denir. قَوْم ise ağacın gövdesi demektir. Kıyam etmek (قِيَام), kalkmak veya ayakta durmak anlamındadır. قَائِم ayakta durandır. Mecazi olarak sağlam, bozulmamış veya bozulamayacak anlamına gelir. ق dayanıklılığı, güçlü olmayı, و beraberliği, م ise hava, su, atmosfer gibi enginliği ifade eder. |
-
| كِتَابٍ | فِعَالٍ | كتب | Derinin deri ile dikildiği sırım, iptir. Deriyi deri ile dikiş demektir. Sözleşmelerin yazılmasına kitap denir. Yani kitap sözleşme değeri taşıyan yazıdır. Hattan (خَطّ) farklıdır. “Ehli Kitap” sözleşmeleri olan topluluktur. “Kitap verilenler” ise Yahudiler ve Hristiyanlardır. Kur’an’da كتم كتب , 21 319 defa geçer. Toplam 340 (22*5*17) eder. ك dağı, oluşu ve hitapta seni ifade eder. ت de dağı oluşu ve hitabı ifade eder. İki harf de şemsidir. Birisi arka damaktan, diğeri ön damaktan çıkar. ت faili, ك ise mefulü ifade eder. ك kâinatı, ت tepeleri, ب geçidi ifade eder. |
-
| يَكْفُرُوا كَافِرُونَ | يَفْعُلُوا فَاعِلُونَ | كفر | حُفْرَة çukur,غُفْرَة çukurun dışarı atılmış toprağı demektir. كَفَرَة ise tohumu örten toprağın adıdır.كَافِر çiftçi demektir. Sonraları bu kelime gerçekleri ve hakikatleri kapatan, gizleyen anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Tohumun sonradan yeşermesi gibi hakikatin de bir gün yeşereceğini de bu kelime içermektedir. Kur’an’da كفر525, كفي 33 defa geçer. Toplam 558 (2*32*31) eder. ك oluşmayı, ف kopmadan ayrılmayı, ر tekrarı ifade eder. |
-
| كُلٍّ | فُعْلٍ | كلل | Kele etrafı çevrilmiş çayırlık demektir. Etrafının çevrilmiş olmasından dolayı bütün anlamında kullanılır. Marifenin üzerine gelirse birinin bütün cüzleri anlamına gelir. Nekre üzerine gelirse türün bütün fertlerini kapsar. Kur’an’da كلل 379, كلء 1 defa geçer. Toplam 380 (22*5*19) eder. ك oluşmayı ل belirlemeyi ifade eder. |
-
| نَكُونَ كُنْتُمْ | نَفْعُلَ فَعَلْتُمْ | كون | كَوْن tepe demektir. بَيْن’in karşılığıdır. Bunlara mukabil düz olan yere ise هَوْن denir. كَانَ tepe manasından yararlanılarak “olmak” fiilini oluşturur. هَوْن yokluğu bildirir, uzaktaki veya görünmeyen anlamındadır. بَيْن insanın kendisini bildirir. كَوْن de ortada olan, görünen anlamındadır. Oluşu ifade eder. لَمْ يَكُنْ “olmadı” veya “yok” anlamınadır. كَانَ ise “oldu” veya “-dır” anlamına gelir. ك oluşu, و beraberliği, ن belirsizliği ifade eder. |
-
| مِثْلَ | فِعْلَ | مثل | مِثْل Çamurdan yapılan ve bir şeye benzetilen nesne, heykeldir. Dengi, benzeri anlamına da gelir. Eş manası da taşır. عَدْل, ağırlıkla birbirine eşit olan demektir. شَبِيه görünüşte birbirine benzer olandır. مِثْل ise fonksiyonda, işte ve yaşayışta birbirine benzer olandır. مثل Kur’an’da 169 defa geçer. م enginliği, ث dağılmayı, ل belirliliği ifade eder. |
-
| يَهْدِي أَهْدَى هُدًى | يَفْعِلُ أَفْعَلُ فُعَلٍ | هدي | هَدِيَّة insanların görüşmeden evvel görüşmek isteklerini belirtmek için gönderdikleri değerli eşyadır. Hacca gitmeden evvel Mekke’ye gönderilen kurbanlık hayvanlara da هَدْي denir. Hediye götürüp haber getiren kimseye هَادِي denir. Sonraları “hidayet” yol göstermek veya yola götürmek anlamında mastar olmuştur. ه harfi boşluğu, د çevreyi, ي kolaylığı ifade eder. |
-
| وَصَّلْنَا | فَعَّلْنَا | وصل | وَصْل birbirine bitişik iki yapı, iki çardak demektir. Kur’an’da 12 defa geçer. و beraberliği, ص dayanıklılığı, ل belirliliği ifade eder. |
-
| أَيْدِي | أَفْعُلُ | يدي | يَد El ve kol demektir. İnsanı hayvanlardan ayıran özelliklerin başında elini sanat için ve yazmak için kullanabilmesi gelir. Bu tür işlerde yetenekler iki el ile ifade edilir. İki el arası ön taraf demektir. ي kolaylığı, د duvarı çevreyi ifade eder. İki eli ifade eder. |
İstanbul, Yenibosna; 27 ŞUBAT 2021
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlayan Adil Düzen Çalışanları:
AYŞE AYDIN
Yazar REŞAT NURİ EROL
Ecz. TAYİBET ERZEN
Doç. Dr. SÜLEYMAN AKDEMİR
***