ADİL DÜZEN 421
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 11 Ağustos 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 421. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
PARA, BORÇ VE AK PARTİ’NİN BAŞARISI!
YENİ ANAYASAYI NASIL HAZIRLAMALI?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 83. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُوا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ(250) فَهَزَمُوهُمْ بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتْ الْأَرْضُ وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ(251) تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ(252)
وَلَمَّا بَرَزُوا (Va LamMAv BaRaZUv) “Buruz edince”
Buradaki “Ve” “felemma fesale”ye bağlanmıştır. Savaşın iki safhası vardır. Biri savaş yerine intikal etmek, bu savaşmak kadar zordur. Eskiden imkansızlıklar içinde hareket gerçekleştirilirdi. Bunu sağlamak için atlar ve develer ehlileştirilmiş, kervansaraylar kurulmuştur. Bugün kara, deniz, hava ve demir yolları ulaşımı gerçekleştirilmiştir. Ne var ki yürüyen askerleri havadan ve uzaktan vurmak kolay olduğu için, pusu ile kolayca mefluç hâle getirildiği için, bugün yürümek savaşmaktan daha zordur. Hele başkalarının topraklarında yürümek, mayın engellerini aşmak son derece zordur.
Birinci “lemmâ”da bu intikal kısmı anlatılmıştır. İkinci kısım ise karşılaşma kısmıdır, düşmanla karşı karşıya gelmedir. Savaşta siz iki cephede bulunursunuz. Ya savunmadasınız, ya da saldırıdasınız. Savunmanın zorluğu sabırdır. Düşmanın size ne zaman taarruz edeceğini bilemezsiniz, nereden taarruz edeceğini bilemezsiniz. Hangi silahlarla saldıracağını bilemezsiniz. Dolayısıyla sabırla cephenizi korumanız gerekir. Buna karşılık savunma saldırıdan kolaydır. Savunma alanını siz seçersiniz. Çok daha az imkanlarla savunmanızı yaparsınız. Karşı taarruzla kolayca def edersiniz. Düşman sizi görmeden siz düşmanı görürsünüz. Burada buna işaret ederek, “Talut’un ordusu Calut’a bariz olunca” denmektedir, yani ilk gören Calut’un ordusu olmuştur. Saldıran bir ordu için en tehlikeli an budur. “Buruz etmek” görünmek demektir.
لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ “Calut ve cunuduna buruz edince”
Savaşın kazanılması için barışta geçerli olmayan kurallar vardır:
a) Savaşın kazanılması için ilk defa davranacaksınız. Kim önce tetiği çekerse savaşı o kazanır.
b) Birlikte hareket edeceksiniz. Tek güç olarak vurduğunuz zaman düşmanı perişan edersiniz. Ayrı ayrı oldunuz mu düşman sizi perişan eder.
c) Düşmanın beklemediği yerden vuracaksınız. Düşman tedbirleri almadan saldıracaksınız.
d) Bir de düşmana bilmediği silahla ve savunmasını bilmediği biçimde vuracaksınız. Taarruzun kuralları bunlardır.
Bunun gerçekleşebilmesi için askerin bir komutanın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmesi gerekir. Savaşta ordu gövdedir, komutan baştır. Asker düşünmeden kendisine verilen emri yerine getirir. Savaşı komutan yönetir. Zaferde tüm ordu kadar komutan da önemlidir. Farklı yeri vardır. Disiplinsiz ve eğitimsiz ordu kadar, kabiliyetsiz komutan da yenilmeye sebep olur.
Burada bu sebeple “Calut ve ordusu” diye söz etmektedir. Benzer şekilde Talut ve askerlerinden bahsetmiştir. Bir yerde Talut ordusunu alıp götürmüştür. Başka bir yerde de o ve onunla beraber iman edenler denmiştir. Bu farklı ifade ikisinden ileri gelmektedir. Biri mü’min olmayanlar arasındaki farktandır. Diğeri ise intikal esnasında ve karşılaşma sırasındaki durum farkıdır.
Burada çarpışma zamanındaki durum esas alınmaktadır. İş hayatında durum böyledir. Namaz kılarken bu eğitim verilmektedir. İnsanlar her zaman başkanlarına aynı disiplinle uymazlar. Namaz içinde uyarlar. Savaşta da, iş durumunda da böyledir. Barışta hukuk düzeni vardır. Başkanın hemen hemen hiçbir yetkisi yoktur, başkanın halkın işlerine müdahalesi sözkonusu değildir. İkinci durum seferberlik hâlidir. Bu da Talut’un askeri ile yola çıkması durumudur. Daha kendi ülkesindedir. Irmağı geçince savaş alanına girmişlerdir. Burası savaş alanıdır. Anlaşılan ırmağın beri tarafı bunların elindedir. Karşı taraf düşmanın elindedir. Irmağı geçince düşman alanına girmişlerdir.
قَالُوا (QAvLUv) “Kavlettiler.”
Karşı tarafa geçtiklerinde beklemede iken veya yürürken düşmanla karşılaşırlar. İşte bu savaşın başlaması anıdır. Bu anda askerler artık ölmeyi veya zafer kazanmayı göze almışlardır. Burada artık ölüm korkusu ortadan kalkar. Düşmanı yok etme hırsı doğar. Bu bir savaş ruhiyatıdır, öldürme azmidir. Barış zamanında da iki kişi dövüşürken artık ölüm korkusu kalkar. Savaşın doğal kanunu budur. Bir komutanın emrinde toplanıp ona itaat etme, kayıtsız şartsız onun emirlerine uyma fıtratıdır. Çarpışmadan önceki psikoloji budur. Topluluk oluşturma ve başkana uyma. Sosyalleşme.
Komutana itaat arzusu fıtridir, akılla izah edilemez. Hislerle, sosyal hislerle izah edilebilir. Savaş alanına girdiğinde de öldürme hırsı ölme korkusunu yener. Artık ölmeler etkilemez hal alır. Hastahanedeki inlemeler doktorları nasıl rahatsız etmiyorsa, savaşta da yanındaki ölümler insanları rahatsız etmiyor. Bu iki hâl savaşların kıyamete kadar sürmesini sağlayacaktır.
Savaşı durdurmazsınız. Çünkü savaşı kazandığınız zaman çok kazançlı çıkarsınız.
Bugün Türkiye 70 milyon Türkün tartışmasız yurdudur. Eğer İstiklâl Savaşı’nı kaybetseydik, şimdi biz değil Yunanlılar ve Ermeniler buralarda yaşayacaklardı. Bir savaşın böyle binlerce sene sürecek kazançları vardır. Bu kadar kârlı bir işi insanların bırakmaları sözkonusu olmayacaktır.
Kur’an savaşları bunun için kaldırmamıştır. Savaşı savunma aracı yapmıştır. Ama savunma ile savaş kazanılmayacağı için karşı saldırıyı da teşri etmiştir.
Burada meşru savaş vardır. Çünkü yurtlarından ve çocuklarından çıkarılmışlardır.
Yahudiler ülkelerinden neden çıkarılmışlardır?
Çıkarılmışlardır çünkü bâtıla tapmamaktadırlar. Bugün Türkiye’de dinsizlerin mü’minlere yaptıkları zulüm budur. Yarın Türkiye’yi terk edip gitmek zorunda kalırsak, savaşıp ülkemizi geri alma hakkımız vardır. İstiklâl Savaşımız bunun için meşru bir savaştır.
Düşmanla karşı karşıya gelince artık korkuları bitmiş oluyor, Allah’a sığınarak dua ediyorlar.
رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا (RabBaNAv EaFRiĞ GaLaYNAv ÖaBRan)
“Rabbimiz sabrı bize ifrağ et.”
Savaş demek sabır demektir. İki ordu çarpıştığında hangisi sabırlı ise o galip gelir.
“Sabır” granit taştır. Sabretmek dayanmaktır.
a) Önce ikmal bakımından sabırlı olunması gerekir. Eskiden kaleler kuşatılır, iki taraf sabırla beklerdi. Hangisinin azığı önce biterse o yenilmiş olurdu. Bugün de durum farklı değildir. Kimin ikmali biterse savaşı o kaybetmiş olur.
b) İkincisi ise insan bakımından sabırdır. Eğer nöbetleşe savaş yapılabiliyorsa ve bu devam ediyorsa, o zaman nüfusu çok olan zaferi kazanmış olur demektir.
c) Başka bir sabır da savaşta hareketsiz durabilmedir, yani siperi bırakmadan beklemedir. Saldırı için de fırsat kollamadır.
d) Sabrın en çetini çarpışma ânıdır. Orada ölümü göze alan taraf varsa onun galibiyeti kesindir. Çünkü o artık yaşamayı düşünmemektedir. Galibiyeti hesaplamaktadır.
“İfrağ etmek” demek, akıtmak demektir.
Sabır insan beynindeki anahtarlara kumanda etmektir. Zorluk burada başlar. Nefis bir şey ister ama akıl onu yasaklar. Aklın istediğine uymak sabırdır.
وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا (Va ÇabBıT aKDaMeNAv) “Ve ekdâmımızı tesbit et.”
“Sebbit” kelimesi ile “rabata” kelimesi akrabadır. Zabt etmek, rabt etmek, tesbit etmek, tutundurmak demektir. Rabt etmek, iki şeyi birbirine bağlamadır. Zabt etmek, birini bir yere bağlamadır. Tesbit etmek de bir yere çakmak demektir. Türkçede beyana ispat etmek denmektedir. Oysa Kur’an ifadesi ile o tebyindir.
Düşmanın topraklarına girdikten sonra en büyük sorun tutunmadır. Kendinize yer bulup tutunabildiğiniz takdirde orasını yarı yarıya işgal etmiş olursunuz. Demek ki bunlar ırmağı geçerler, karargah kurarlar. Düşmanlar da düşman ordularının ülkelerine girdiklerini görüyorlar ve bunlara saldıracaklardır. İşte orada tutunabilmeleri için dua ediyorlar.
ABD Kuveyt’te tutunduktan sonra Irak’ı alması basitleşmiş bulunmakta idi. Irak baştan buna müsaade etmemeliydi. ABD şimdi de Ortadoğu’yu fethetmek için Irak’ta tutunmaya çalışıyor. Düşman orduları bizim İstiklâl Savaşı yıllarımızda Sakarya’yı geçtiler ama tutunamadılar.
وَانْصُرْنَا (Va uNÖuRNAv) “Bize nusret et.”
Allah’a dua etmektedirler. Doğal kanunlara göre savaş devam ediyorsa Allah nasıl yardım edecektir? Doğa kanunlarını değiştirecek midir? Hayır. Doğa kanunlarını insanlar kullanmaktadırlar. İnsan orada karşı tarafı yenebilir. Acaba neler olabilir?
a) Allah düşmanın kalbine korku, mü’minlerin kalbine cesaret düşürür, böylece düşmanı yenmiş olurlar. Bu doğa kanunlarını değiştirmeden uygulanacak en basit olaydır. Bu nasıl sağlanacaktır? İnsanlara hep ilham gelmektedir. Melekler insanların beynine bazı düşünceler zerk edebiliyorlar. Korkaklık ve cesaret iradi olay değildir. Beyinde oluşan devreler insanı korkak veya saldırgan yapar. Kişiler bundan halas olunmasını istemektedir.
b) Hatalı bilgiye ulaşır, düşmanın saldırı şeklini ve yerini yanlış tahmin eder. Kendisi saldıracaksa hatalı cepheden saldırır. Burada doğal kanunlar değil, insanın cüzi iradesi sözkonusudur. İnsan bu iradeyi kullanırken ruhlar alemiyle ilişkilidir. Yanlış kararlar mağlubiyete sebebiyet verir.
c) Çok önemli bir husus olarak tarihte cephe değiştirme olayları olmuştur. Gruplar cephe değiştirir. Onlar arasında ortaya çıkan bir anlayışla cephe değiştirirler. Bu şekildeki bir davranış Talas’ta (751) ve Malazgirt’te (1071) olmuştur.
d) Beklenmedik doğal olaylar olur. Sis, sel, fırtına ve benzeri olaylar öyle cereyan eder ki, sizin zaferinize veya mağlubiyetinize sebep olur.
İşte, Allah insanlara doğa kanunlarını değiştirmeden yardım etmektedir. İnsanın cüzi iradesi varsa Allah’ın da iradesi vardır. Meleklerin yardımı böyle olmaktadır. Tarihin genel akışını değiştirmek sünnetullaha aykırıdır.
“Nusret etmek” düşmana karşı yardım etmektir. “İane etmek” ise işte yardım etmektir.
عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ(250) (GaLay elQaVMi elKAvFıRIyNa)
“Kâfir olan kavme karşı bize nusret et.”
Burada “kâfir kavim” marife gelmiştir. Kastedilen Calut ve ordusudur.
Buradan öğreniyoruz ki Calut ve ordusu kâfir idiler. Devletleri ve hukukları olan ama adil olmayan düzenlerin halkı kâfir sayılmaktadır. Hakemlik sistemi ile değil de, merkezi yönetimlerin kararı ile yönetilen topluluklar kâfir topluluklardır.
İnsanlık bugün küfür içindedir. Bu küfür sanıldığı gibi Allah’ı inkâr etme küfrü değildir. Bu küfür yönetimin küfrüdür. “Adil Düzen”de şeriat vardır. Bu şeriatı halk veya temsilciler kendileri yapar. İçtihat ve icma sistemiyle ortaya çıkar. Sonra halk bu şeriatı kendi anladığı gibi uygular; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı sistemine hesap verir. İşte bunlar mü’min kavimdirler. Böyle bir yargı sistemi yoksa, yöneticiler ve memurlar keyfi uygulamalar yapabiliyor ve buna karşı herhangi bir dengeleyecek sistem yoksa, o zaman işte o küfür sistemidir. Çünkü hak ortaya çıkmıyor. Zahiren hak görünen ama zulüm olan bir düzen vardır.
İsrail oğulları yurtlarından çıkarılmışlardır. Bu çıkış adil yargı kararları ile olmamış, yöneticilerin keyfi ile yapılmıştır. Zaten çıkaranlarda adil yargı sistemi yoktu. İsrail oğulları ise Tevrat’ın öğretisi ile adil yargı sistemine sahip idiler.
Bizim anayasamız devletimizin hukuk devleti olduğunu söylüyor. Hukuk devleti demek, bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargısı olan devlet demektir. Mü’minlerin devleti demektir.
Değişmez maddeler içinde yer alan bu hüküm esas maddedir. Diğerlerinin hepsi hukuk devleti için konan vasıflardır. Madde öyle gelmiştir. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir diyor. Hukuk devleti vasıf değil mevsuftur.
Bize hayasızca “demokrasi düşmanı” diyen utanmazlar, gelin sizinle anlaşalım, Türkiye’yi hukuk devleti hâline getirelim. Bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı düzenini tesis edelim. O yargı sonra bizi yargılasın. İdamımıza karar verirse seve seve sehpaya gideriz.
Burada Calut’un ordusunun kâfir olarak vasıflandırılmasını ancak hukuk devleti anlayışı içinde manâlandırabiliriz.
***
فَهَزَمُوهُمْ (Fa HaZaMUvHuM) “Onları hezimete uğrattılar.”
“Hedmetmek” yıkmak demektir. “Hedim” yıkıntı demektir.
“Hazmetmek” sindirmek demektir. Midedeki yemekleri kana karıştırmaktır.
“Hezimet” mağlubiyet demektir. Düşman ordusunun dağılması hezimettir.
Birlik hâlinde bir teşkilat iken mağlup olunca artık kalabalık hâline gelmektedirler. Teşkilatları kalmamış, dağılmıştır. Savaşın son safhası budur. Birlikleri oluşturma, yürüyüşe çıkma, düşman topraklarına girip yerleşme, sonra karşılaşma ve yenilme veya yenme. Savaşın safahatı bunlardır. Savaşın kuralı komutanın öldürülmesi ile savaşın son bulmasıdır.
Bunun başka bir yararı da zayiatları azaltır. Komutan dışındakilere ise çeşitli kurallar uygulanabilir. Başkomutanın savaşta yeri ne kadar büyükse sorumluluğu da o kadar büyüktür. O da ölümdür. Ordu komutanlarından birinin ölümü savaşı bitirir.
بِإِذْنِ اللَّهِ (Bi EiZNı elLAvHı) “Allah’ın izni ile galip gelmişlerdir.”
“Uzn” kulaktır. “Ezan” duyurmadır. Allah’ın izni ile galip gelinmiştir.
Savaşlarda psikolojik hâl vardır. Bir taraf yendik diye inanır, diğer taraf yenildik diye inanır. Bu bir anda his olarak yayılır. Aniden iktidar değişir.
Kenan Evren’in “yönetime el koydum” demesiyle iktidar bir kelime ile değişmiştir. Oysa karşı gelen olsaydı, ‘Sen kimsin?’ deyip de cesaretle onu öldüren çıksaydı, o zaman iktidar değişmezdi. Bu da muhafızların yönetime bağlılığı ile olabilirdi. Amerika’da karar alınır, Türkiye’de askeri muhtıra verilir, sivil idareler de ona itaat eder. Halbuki hükümet görevden alsa belki de hiçbir şey olmayacaktır. Ama ona cesaret eden hükümet çıkmadı. Çünkü Allah böyle istemiştir.
Savaş da budur. Topluluğun bir anda bir tarafa dönmesi demektir. “Biz yenildik” diyen taraf yenilmiş olur. Toplulukta kararlar baskı ile tek taraflı olarak alınır. Herkes bir tarafa giderken siz de ses çıkarmadan gitmek zorundasınız.
وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ (Va QaTaLa DAvUDu CAvLuTa) “Davud Calut’u katletti.”
Böylece Calut’un Davud aleyhisselâm ile muasır olduğu anlaşılmaktadır. Bundan önce “nebi” nekre olarak geçmiş idi. Dolayısıyla onun Hazreti Davud olması uzak ihtimaldir. Hazreti Davud’un orduda bulunduğu anlaşılıyor. Savaşta yararlılık gösteriyor. Calut’u öldürüyor. Ordu hezimete doğru gidince işte o zaman Hazreti Davud Calut’u öldürüyor.
İsrail kavmi çölde kırk sene dolaştı, kabileler hâlinde yaşadı. Sonra Yeşu zamanında Hazreti Musa’nın ölümü akabinde Filistin’e girildi ve İsrail devleti kuruldu. 100 veya 200 sene sonra Hazreti Davut Peygamberin dönemi başlar.
Bu arada İsrail oğullarının ülkelerinden çıkarıldıkları anlaşılmaktadır. Yani burada kastedilen Babil sürgünü değildir, daha önce olan olaydır. Hazreti Davud’un Calut’u öldürmesiyle başlayan yeni dönemdir. Hazreti Davut Peygamber de diğer peygamberler gibi imtihanlardan geçerek peygamber olmuştur. Hazreti Davut Peygamber devletçiliği getirmiştir.
“Dud” kurt demektir. “Devad” kızaklar demektir. Sürünerek gittiği için o adı almıştır. “Davud” kızaklı demek, yahut kızak yapan usta demek, demirci demektir.
Demiri daha önceleri Hititler bulmuşlardı ama kimselere öğretmemişlerdi. Sonra ondan çalan Avrupalılar demirle onu yıktılar. Demirciliği yaygınlaştıranlar İbranilerdir.
Hazreti Davud aleyhisselâm demir sanayiini geliştirmiştir. Bu savaşta yararlılık gösteren Hazreti Davud sonra melik olacaktır. Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman hükümdar olarak peygamberlik yapmışlar, insanlığa devlet yönetimi örneklerini vermişlerdir.
وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ (VeAeTAvHu elLAHu eLMülKa) “Allah ona mülk verdi.”
Savaşta başarı gösterdiği için Allah ona mülkü vermiştir. Bu da bizim ‘başkan askerlerden olacaktır’ hükmünü teyit eder. Meclis başkanı askerlerden seçilmiş ise o zaman ordu komutanlığını da kendisi yürütür. Ayrıca genelkurmay başkanı atamasına gerek yoktur. Ama eğer meclis başkanı asker değilse, kendisi orduya doğrudan komuta edemeyeceği için melik ba’seder. Hazreti Davut ordudan yetiştiği için kendisi melik olmuştur.
Görülüyor ki, Kur’an okuduğunuzda çözülmeyen sorunlar çözülür hâle gelir.
İki yoldan birini seçeceğiz. Ya meclis başkanını alimlerden seçip onu devlet başkanı yapmalıyız. Bu takdirde devlet başkanı olarak bir başkomutan atayacaktır. Bu başbakan ile aynı seviyede olacaktır. Her ikisi de meclis başkanına bağlı bulunacaktır. Ya da meclis başkanını askerlerden seçeceğiz. Bu aynı zamanda devlet başkanı ve başkomutan olacaktır.
Türkiye devleti için şöyle çözüm düşünmüştüm. Ya parti başkanları anlaşsın ve bir askeri devlet başkanı yapsın, yahut ordu komutanları anlaşsın ve ittifakla bir profesörü devlet başkanı seçsin. Onu istihsanen düşünmüştüm. Şimdi burada delil olarak âyeti bulmuş oluyoruz.
“Mülk” yönetim demektir, hem de askeri yönetim demektir. Savaşlarda ve askeri eğitimde geçerliliği vardır. Asıl olan hukuk devletidir. O zaman sivil yönetimde hiçbir yetkisi yoktur. Yine burada sorun çözülüyor. Barışta risalet, savaşta mülk esas olmaktadır. Yani Hazreti Davud aleyhisselâm gibi hem nebi hem de melik olanlar askeri işleri bizzat kendileri tedvir etmeliler. Hukuk düzenine ise karışmamalılar. Devlet başkanının askeri teşkilat üzerinde sınırsız yetkiye sahip olması, sivil yönetimde ise hiçbir yetkisinin bulunmaması gerekir. Bugün bu hususlar ayrılmamış, askeri kurumlarda atama yetkileri hükümetlere bırakılmış, YÖK ve yargı gibi sivil müesseseler ise devlet başkanının imtiyazına verilmiştir. Bunlar fahiş hatalardır.
Devlet başkanının yani melik olan devlet başkanının yetkileri şöyle sıralanabilir.
a) Devlet başkanı devleti temsil eder. Son imza ondan çıkar.
b) Devlet başkanı başkomutandır. Ordu üzerinde sınırsız yetkiye sahiptir.
c) Devlet başkanı başbakanı atar. Başbakan meclise karşı sorumludur. Siyasi partilerden birinin açacağı dava ile hakemlerden oluşan yargı tarafından başbakanlığı düşürülebilir.
d) Seferberlik ilan etme, kaldırma, savaş ilan etme, barış yapma devlet başkanına aittir. Bölge merkez illerinde ve devlet merkez ilinde sıkıyönetimi ilan etme ve kaldırma da onun görevidir.
Devlet başkanı;
a) Meclise karışamaz, yasaları denetleyemez. Yasalar meclisin iç yargısı içinde denetlenir.
b) Sivil yönetimin hiçbir kademesine karışamaz. Sivil yönetimde atamalar yapamaz.
c) Yasama mahiyetinde kararnameler çıkaramaz. Onaylama yetkisi de ona ait değildir. O sadece yayınlar.
d) Yargı kararlarına uymak zorundadır.
وَالْحِكْمَةَ (Va eLXıKMaTa) “Ve hikmeti”
“Hikmet” “XKM” kökünden gelir. Atın yularının üzerinde atı sağa sola çevirmek için takılan demir parçasıdır, gemdir. Bugünkü direksiyon karşılığıdır. Siyasette de yöneticinin halkı yönlendirmesidir. Hukukta mahkemenin karar vermesidir. “Hikmet” ise insanın karar almasını sağlayan hedeflerdir. Bir işteki yararlardır. Felsefenin Kur’an’daki adı hikmettir. Hükümet etmektir.
Mülkün yanında hükümetliği de ona vermiş bulunmaktadır. Belli hedeflere ulaşmak için planlar yapmak hikmettir. Hikmet, istenen yararları elde etmek için yapılan planlamadır.
Türkiye’de Devlet Planlama Teşkilatı (DTP) vardır. İnsanların gelecekte varılması istenen yerlere ulaşması için planlar yapılır. Buna hikmet denir. Bugün ne yapılması gerektiğini öğrenme ilmü’l-ameldir. Nasıl yapılacağını öğrenme ilmu’l-esbaptır. Gelecekte elde edilecek sonuçları hikmet ilmi öğretir. Tarihin akışı nedir? Nereye gidiyoruz? Bunları hikmet ilimleriyle bilebiliriz.
Üniversitelerde anayasaları okutan iki bölüm vardır. Biri mevcut anayasanın hikmeti, mevcut anayasanın yorumu ve uygulaması ile ilgilidir. Anayasanın metni tartışılmamakta, anayasa metninin neyi ifade ettiği tartışılmaktadır. Diğeri ise anayasanın nasıl olması gerektiğini tartışan ilimdir. İşte buna anayasanın hikmeti yani anayasanın felsefesi denir. Buna da ancak değişik anayasaların doğurduğu sonuçları karşılaştırmak suretiyle varılabilir.
Hazreti Davut Peygambere hikmet de öğretilmiştir. İllet olayların sebeplerini inceler. Olaydan öncedir. Hikmet ise olaydan sonrakileri inceler, sonuçları ortaya koyar, bu gidişin nereye varacağını belirler.
وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ (Va GalLaMaHUv MimMAv YaŞAvEu) “Meşieti olandan ona talim etmiştir.”
Allah’ın meşieti vardır. Bu bizim cüzi irademize benzer. Biz nasıl Allah’ın kanunlarına uyuyorsak, Allah da kendi koyduğu kanunlara uyuyor. Onu değiştirmiyor, yaz boz tahtası yapmıyor. Ama Allah nasıl insanlara cüzi irade vermiş ve insan o cüzi iradesi ile serbestçe hareket ediyorsa, Allah’ın da külli iradesi vardır. Orada sünnetullahın içinde istediğini yapmaktadır. Kâinatı yaratması ve kâinatın tarihi akışı içinde oluşması sünnetullah içinde olmakta ise yeryüzü ve insanlık da öyledir. Uygarlıklar O’nun meşieti içinde gelişip gitmektedir. Nereye gittiğini bilebilirsek, biz kendimiz ona göre hareket eder, ona göre davranırız.
Hazreti Davut aleyhisselâm uygarlaşmada büyük bir adım atan peygamberdir.
Hazreti Nuh aleyhisselâm yeryüzüne ilk şeriat düzenini getirdi, yazılı kanunlarla idareyi öğretti. Sonra Hazreti İbrahim peygamber ilmi öğretti. Hazreti Musa peygamber yönetimi öğretti. Hazreti Davut Peygamber de ekonomiyi öğretti. Türkiye’de devletçilik olarak ortaya konan düzen Hazreti Davut aleyhisselâmın uyguladığı düzendir. Halkın yapabildiğini halkın yapması, halkın yapamadıklarını devletin yapması ilkesi, Hazreti Davut aleyhisselâmın uyguladığı ilkedir. Hazreti Davut aleyhisselâma öğretilenler bunlardır. Ondan sonra gelen Hazreti İsa aleyhisselâm dini düzenden ayırıp kişilerin özgürce yaşama kurallarını getirmiş oldu. Hazreti Muhammed aleyhisselâm bütün bunları birleştirerek şeriat devletinin bir örneğini tesis etti.
Kur’an’la peygamberlik ve yeni kitap son buldu.
Zaten icma ve içtihat sistemi ile günümüzün devletleri ortaya çıktı.
Demek ki, Hazreti Davut aleyhisselâm uygarlıklar zincirinin bir halkasını oluşturdu, birçok işler yaptı. Ama bunları niçin yaptığını biliyordu. Gelecek dünya hakkında da ona bilgi verilmişti, yani yaptıklarının hikmetlerini öğrenmişti.
Burada “a’lamahu” (ifal bâbında) denmemiş de “allemehu” (tefil bâbında) denmiştir. Yani öğretme tedrici olmuştur. Melek ona bir taraftan ne yapacağını ve nasıl yapacağını öğretiyor, diğer taraftan da gelecekte ne sonuçların ortaya çıkacağını da öğretiyordu.
وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ (Va LaV LAv DaFGu elLAHı) “Allah’ın def’i olmasaydı.”
Allah yeryüzüne denge kanunları koymuştur. Bunlar çekme ve itme kanunlarıdır. Talep ve def kanunları vardır. Bu çekme ve itme arasında kurulacak dengeli varlıkları ortaya koyar. Yeryüzünde de bir çatışma dengesi kurulmuştur. Sağlıklı vücut kendisine verilen görevi yapmaktadır. Normal hücreler faaliyettedir. Ne var ki bunlar zamanla ömürlerini tamamladıkları için veya başka sebeplerle işe yaramaz hâle gelmektedirler. İşte o zaman mikroplar, virüsler ortaya çıkmakta ve vücudu ortadan kaldırmaktadır. Mikroplarla, virüslerle sürekli savaş vardır. Hastahanelerimiz bu savaşın ordu karargahlarıdır. Benzer savaş insanlardan oluşan mikrop ve virüsler ile ordular ve güvenlik kuvvetleri arasında vardır. İnsanlar arasında devletler oluşmakta ve her devlet bir vücut olmaktadır. Dışarıdan gelen mikroplar ile içerdeki kanser hücreleri birleşerek mevcut düzeni çökertmek, devleti yıkmak istemektedirler. İşte bunlara karşı da topluluk ordular ve güvenlik güçleri oluşturmakta, savaşlarla ve yargı yoluyla, yargı infaz yoluyla düzeni sağlamaktadır.
İşte, Allah’ın def’i yani topluluğun def’i budur.
Hazreti Davud aleyhisselâm bu def’i yapmış ve kurduğu güvenli devlet sayesinde tüm Akdeniz bir göl hâline gelmiştir. Bunları özel sektör yapamayacağı için devlet yapmıştır. Devlet ayrıca demircilik ve tekstil sanayiini de düzenlemiştir. Bugünkü standartları o tesis etmiştir. Güvenliği bozanların cezalarını vermiş, hile ve sahtekarlıkları da önlemiştir.
“Adil Düzen”in nasıl bir devlet düzeni şeklinde oluşacağı hususunu, İsrail devletinin oluşması içinde Allah bize anlatmaktadır. Talut’un hikayesi ile Hazreti Davud aleyhisselâma geçmektedir.
Kur’an’ın anlattıklarını iyice anlamamız için önce Tevrat’ı iyice öğrenmemiz ve bilmemiz gerekmektedir. Tevrat’ta, İncil’de ve Furkan’da neler anlatılıyor, öğrenmemiz gerekmektedir. Sonra oradaki eklemeleri Kur’an ve müsbet ilmin ışığında çıkarıp atmalı ve düzeltmeliyiz. Kur’an’ı böylece çok daha iyi anlama imkanını buluruz. Bizim bunları tetkik etmemiz mümkün olmadığına göre, onlardan bizim çalışmalarımıza katılan kimseleri bulmalıyız ve birlikte çalışmalıyız. O ülkelerde yaşayan ve Arapça bilenlerle işbirliği yaparak kendi kitaplarının özetlerini Arapçaya aktarmalarını sağlamalıyız. “Adil Düzen” devletini kurabilmemiz için bunlardan yararlanmalıyız. Fethullah Gülen’in okullarından yararlanılabilir. Millî Görüş’ten daha geniş bir şekilde yararlanma imkanını bulacağız. Her şey “Adil Düzen” için hazırdır. Bizim Yenibosna’da merkezimizi oluşturmamız beklenmektedir.
النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ (elNAvSa BaGWaHuM Bi BaGWın)
“İnsanlardan bazısını bazısı ile def etmiş olmasaydık.”
Canlılarda işbölümü vardır. Bitkiler güneş enerjisini alarak üretirler. Bunların ürettiklerini hem kendileri yerler, hem de diğer grup olan hayvanlara yem olurlar. Hayvanlar ise üretmezler, temizlik yaparlar. İşe yaramayan bitkileri alıp yerler, böylece kendilerine besin yaparlar. Hayvanlar birbirlerini de yiyerek temizlik yaparlar. Yaşlanmış, hastalanmış, işe yaramaz hayvanları ortadan kaldırırlar.
Bu temizlik düzeni şu şekilde oluşmuştur.
Bitkileri ot yiyenler yer. Ot yiyenleri et yiyenler yer. Et yiyenleri canavarlar yer. Yani bunlarda birbirini yeme yoktur. Bir üst yaratıklar bir alt yaratıkları yiyerek yaşarlar. En üst yaratıkları yiyen ne olacak, bunları kim yiyecektir? Geçmişte bu denge hastalıkla çözülmüştür, yani onlar hastalanarak ölürler ve mikroplar onları parçalayarak ortadan kalkmış olacaktır.
Peki, insanların bu besin zinciri içindeki yeri nerededir?
İnsan meyvecil varlıktır. Eti pişirerek yer, bitkilerin de meyvesini yer. Maymun ve domuz seviyesinde bir varlıktır, onun için onların etleri ona haramdır. Ama insanoğlu elde ettiği teknoloji sayesinde bütün canlıları hakimiyeti altına almıştır. Artık yeryüzünde hiçbir canlı onun elinden postunu kurtaramamaktadır.
Böylece insan yeryüzünde canlılar üzerinde denge unsuru olmuştur. Artık en üst canlılar da insanlar tarafından dengelenmektedir. Burada dengeyi bozabilmektedirler. Hele insanı dengede tutacak ne vardır. Üreyip gitmesi ve doğanın dengesini bozması her zaman mümkündür.
İşte Allah bunu da insanlar arasında savaşı koymakla dengelemiştir. Savaşarak sağlıklı neslin yeryüzünde payidar olmasını sağlamıştır. Birbirlerinin etlerini yemiyorlar ama birbirlerinin mallarını yiyorlar. Bölüşmek için savaşıyorlar. Böylece nüfus dengelenmiş olmaktadır.
Burada bir şeyi açıklamakta yarar vardır. Mikroplarla, virüslerle denge sağlandığı halde, bir de besin zincirini oluşturmaya neden gerek duyulmuştur? Eğer canlılık statik olsaydı, o zaman besin zinciri kısa olurdu. Bitkiler üretir, mikroplar da tüketir, temizlik yaparlardı. Oysa canlılarda da evrim vardır, yarış vardır. Yarışı kazanan yaşayacak, kaybeden elenecektir. Eğer insanlarda evrim olmasaydı savaşa da gerek olmazdı. Oysa savaş sayesinde evrim olmaktadır. Allah bu dünyayı böyle yaratmış, evrim ve çöküş dünyası olarak yaratmış, bunun için de savaş konmuştur.
Başka bir açıklamayı da şöyle yapabiliriz. Bir ağaç yaşlanır ve kurur. Sonra mikroplar ve virüsler onları ortadan kaldırırlardı. Böyle yapılmamış, canlı iken yaşlanmış ama daha ölmemiş, bedenini başka canlı onu yiyerek ortadan kaldırmaktadır. Yahut fazla doğanlar hastalanmadan onları yiyenler tarafından ortadan kaldırılarak gelişmişlere zarar vermeleri önlenmektedir. Böylece en verimli bir çalışma olmaktadır. İşe yaramayanlar ölmeleri beklenmeden öldürülmektedir.
Topluluklar da böyledir. İşe yaramayan topluluklar kendiliğinden yıkılmaları beklenmeden diğer topluluklar tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Böylece çürümüş ve kokuşmuş toplulukların yeryüzünü işgal etmeleri önlenmiştir. Demek ki bu geçici entropinin büyüdüğü dünyada savaş zorunludur. Ancak her şeyi usulüne göre, şeriata göre kullanırsanız işe yarar.
Sonunda Nuh uygarlığı yaşlanmış ve işe yarmaz hâle gelmiştir. İmanın yerini küfür almıştır. İbrani uygarlığı tarafından ortadan kaldırılacaktır. Nitekim aynı kanun İbraniler için de geçerli olmuş, Hıristiyanlık tarafından kaldırılmıştır. Hıristiyanlık da İslâmiyet tarafından kaldırılmıştır. Batı uygarlığı da İslâm uygarlığını ortadan kaldırmıştır. Şimdi II. Kur’an uygarlığı doğmaktadır. Bu uygarlık da Batı uygarlığını ortadan kaldıracaktır. Bu böyle devam edip gidecektir.
Biz Viyanalara kadar gittiysek, İlâhi takdirin gereği gittik. Onlar da Sakarya’ya kadar gelmişlerse, İlâhi takdirle gelmişlerdir. Şimdi de biz “Adil Düzen”le Hıristiyanlarla birleşip II. Kur’an uygarlığını kuracaksak, bu durumda ateist Batı uygarlığını ortadan kaldırmak durumundayız. Onlar bize saldıracaklar, biz de savunmaya geçeceğiz. Calut öldürülecektir. Calut’u öldüren Davut olacaktır.
Bizi bu konular ilgilendirmiyor. Şimdi bize gerek olan Talut’u görevlendiren nebinin görevini yapmaktır. Geçmişte yaptık. Erbakan’ı destekledik. Gelecekte çıkacak kimseyi desteklememiz gerekir. Bu kimse ilim ve cisim sahibi birisi olmalıdır. Bu kuruluşu ve kişiyi bekliyoruz…
لَفَسَدَتْ الْأَرْضُ (La FaSaDaTi eLEaRWu) “Yeryüzü fesat olurdu.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmadığını farz edelim. Ne olurdu? Önce içtihat kapısı kapanmış, donuklaşmış, medreseler kendi hallerinde kalmışlardı. Yeniçeri ayaklanmaları, yolsuzluk, isyan ve rüşvetler dünyası alıp başını gitmişti. Uygarlaşma yolunda atılan bir adım yoktu.
Oysa Osmanlıların yıkılması ile cumhuriyet ortaya çıktı. Ama o imparatorluğu henüz yıkamadık. Hâlâ onun kalıntıları içinde yaşamaktayız.
Bugün de Batı yıkılmaz da yeni bir dünya kurulmazsa, Hıristiyanlarla Müslümanlar birleşip ateist sermayeyi yerine oturtmazsa, dünyanın nereye gittiğini görebilirsiniz.
Allah ne yapıyor?
Yaşlanmış ve kokuşmuş uygarlığı ortadan kaldırıyor, yerine ileri ve gelişmiş uygarlığı getiriyor. Böylece ilerleme mümkün oluyor. “Adil Düzen” Kur’an’dan ve bugünkü müsbet ilimlerden yararlanarak o dünyaya gidişin yollarını araştırıyor. Eğer mikroplar olmasa, yeryüzünde şimdi Himalaya dağlarından daha yüksek leş yığınları olurdu, yani hayat olmazdı. Savaşlar olmasaydı şimdi mağaralarda yaşamış olurduk.
Birleşmiş Milletler toplansın ve bir karar alsın; polis teşkilatı kaldırılacak, jandarma olmayacak, ordular olmayacak, savaşlar duracak, hapishaneler kalkacak!
BM böyle bir karar alsa ve bu karar uygulanabilse, o zaman hâlimiz ne olur?
O halde madem ordulara, madem jandarmaya ve polise ihtiyacımız var, o halde savaş meşrudur. Çünkü bunlar savaş kuruluşlarıdır.
Peki, eşkıyalardan farkımız nedir?
Fark, bizim hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uymaya zorlamaktan ibarettir. Savaş sayesinde insanlık huzur ve barış içindedir. Savaşa karşı olanlar, fitnenin veya istilanın gerçekleşmesini istemektedirler. Yani onların silahı olacak, bizim olmayacak, bizi silahsız esir edeceklerdir. Aksi halde önce onlar ordularını terhis etsinler, önce Amerika silah fabrikalarını kapatsın ve silah üretimini durdursun.
وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ(251) (Va LAKiN elLAHa Üuv FaWLin GaLAy elGAvLaMIyNa)
“Velâkin Allah âlemlere fazl sahibidir.”
Burada Allah savaşla insanlara fadl etmektedir. Önce mü’minler örgütleniyor, ordular oluşturuyor, güvenlik güçleri oluşturuyor, böylece yeryüzündeki fesat ve fitne kalkıyor, dünyaya güvenlik geliyor. Devletler olmazsa, ordular olmazsa, evimizden dışarı bile çıkamayız.
Kur’an gelinceye kadar yeryüzünün güvenliğini tesis etme görevi İsrail oğullarına verilmişti. İsrail oğulları bu görevi binlerce sene sürdürdüler. Sonra bu görev mü’minlere verilmiştir.
İsrail oğulları bir kavim olarak seçilmiştir. O zaman öyle olması gerekiyordu. Çünkü başka türlü insanlık yapılması gerekenleri ortak olarak yapacak seviyede değildi.
Ama bugün artık bu görev bir kavme değil, gönüllülere verilmiştir. Her insan isterse asker olur, cizye vermekten kurtulur. İsteyen de cizye verir ve askere gitmez.
İşte, askere gidenler seçilmişlerdir. İsrail oğullarının yerini onlar alırlar.
Böylece Allah insanlara büyük fazl yapmış olmaktadır. Çünkü ayrı güvenlik sağlamak imkansızdır. Bizim bir araya gelmemiz ile fazl orta çıkmaktadır.
“Fazl” kelimesi burada nekredir. Dolayısıyla Allah’tan maksat O’nun halifesi olan insanlıktır, topluluktur.
Allah’ın savaşla ortaya koyduğu ikinci fazl ise evrimdir, yani insanların uygarlaşmasıdır. Bu sayede insanlar hayırda yarışmak zorunda kalmaktadır. Yeni keşifler ve yeni icatlar hep savaşın zorlaması ile ortaya çıkmaktadır. İnsanlar cennette yaşayacak şekilde yaratıldığı için her gün yeni bir şey keşfetmek istemektedir. Ama cennet evrimin sonunda kazanılacaktır. O zamana kadar her gün rızkımızı aramak ve kendimizi savunmak zorundayız. Savaş sayesinde uygarlık oluşmakta, bu da fazl olmaktadır.
Burada “âlemîn” denmiştir. Bu topluluğu ifade eder. Harfi tarif istiğrak içindir. Bütün topluluklar kast eder ve bütün topluluklar fazl sahibidir. Çünkü evrimde bütün topluluklar kazanmaktadır.
***
تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ (TiLKa EaYAvTu elLAHi) “Bunlar Allah’ın âyetleridir.”
Burada işaret edilenler tarihteki olaylar olur. O takdirde tarihi okuduğumuz zaman şu sonuçlara doğru gideriz. Günümüzün uygarlığı hedeflenmiştir. İnsanlıkça bu seviyeye gelinmesi istenmiştir. Tüm geçmiş ona göre ayarlanmış ve olaylar cereyan etmiştir.
Mesela, bugün insanlığın en çok üzerinde durduğu lâikliği ele alalım. Lâiklik Mezopotamya’da başlamıştır. Şöyle ki, her kabile tek Tanrı’ya tapıyordu. O’na bir ad vermiş ve O’nu bir sembolle göstermiştir. Bir topluluğun Tanrı’sı vardı. Mezopotamya’da değişik dinler bir araya gelince, değişik dinlerin bir arada yaşamasına imkan arandı. Lâiklik ilk defa burada doğdu. Ancak bu lâiklik fiili uzlaşmadan ibaretti. İnsanlar hep kendi tanrılarının başkalarının tanrılarını yenmelerini istiyorlardı. Kendi aralarındaki savaşları tanrıları arasındaki savaş kabul ediyorlardı. Oysa Tanrı tekti.
Mısır’da çok tanrı yerine tanrının oğlu kabul edilen kral tek tanrı olarak kabul edildi.
Nihayet Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap etti. Diğer dinlere karışmamaları emredildi. Böylece lâik yönetim ortaya çıktı. Fiilen bir lâik düzen doğdu.
Sonra Hazreti İsa geldi; “kralınkini krala, Allah’ınkini Allah’a verin” diyerek lâiklik ilkesini getirdi. Bunlar sadece birer ilke idi.
Sonunda İslâmiyet geldi ve Kur’an lâikliğin bütün müesseselerini ortaya koydu. Dinde zorlama kaldırıldı. Yerinden yönetimle hicret demokrasisini getirdi. Dayanışma ortaklıklarıyla da değişik din ve mezheplerin bir arada yaşamalarını teşri etti.
Şimdi biz onu demokratiklik ve lâiklik ilkesi ile uygulamaya çalışıyoruz. Yani sanki geçmişte hep bugünkü düzenimiz için hazırlık yapılmış gibidir. Öyledir de, ve bu bir mucizedir, âyettir. İsrail devlet düzeni cumhuriyetimizin devlet düzenidir. Ayrı ayrı zamanda olaylar oluyor ama hepsi birbirini tamamlıyor. Bunlar âyetlerdir.
Âyetin ikinci manâsı ise olayları anlatan sözlerdir. Olaylar âyet olduğu gibi onların doğru olarak bize anlatılışı da âyetlerdir. Çünkü bunu ancak onları yapan kimse anlatabilir. Kur’an bu sebeple mucize olmaktadır.
نَتْلُوهَا عَلَيْكَ (NaTLUvHAv GaLaYKa) “Onu sana tilavet ediyoruz.”
Evet, olaylar Allah’ın âyetleridir. Bunları anlatan bu sözler de Allah’ın âyetleridir.
“Onu sana tilavet ediyoruz. Onu sana aktarıyoruz.”
Buradaki “sen” kimdir? Kur’an kime hitap ediyor? Bunu tekrar görelim.
a) Her okuyucuya hitap etmektedir. Allah’ın âyetleri hepimize ayrı ayrı okunmaktadır. Her birimiz okuyup anlamalıyız. Onu kabul edip etmediğimiz okuduktan sonra ortaya çıkacaktır. Mü’min kabul ederek okuyacaktır.
b) Sonra siz yorumlayıcısınız, siz bir âlimsiniz, söylenenleri yorumlayıp halka anlatacaksınız. O halde buradaki muhatap âlimlerdir, yani nebilerin halifeleridir, vârisleridir. Kur’an’dan sonra vahiy yoktur. Onun yerini içtihat almıştır. İçtihat yani ilim vahyin yerine geçmiştir.
c) Uygulayıcı olarak yöneticilere hitap etmektedir. Yorumların amelî hâle gelmesi için bir yöneticinin çevresinde birleşmek gerekir. Bu da risalettir, resule halifeliktir.
d) Son olarak bu Hazreti Muhammed’e hitap olur.
Usul şudur. Önce mü’mine hitap eder, sonra nebinin halifesi âlime hitap eder, sonra resulün halifesi yöneticiye hitap eder. Bunlardan hiçbirisine manâ verilmezse, o zaman Hazreti Muhammed aleyhisselâma hitap eder. Bu sırayı kaldırdığınız takdirde, Kur’an’ı rafa kaldırmış olursunuz. Kur’an Hazreti Muhammed’e indi, o okusun, o uygulasın dersiniz ve işiniz biter.
Burada her birimiz kendimize hitap eder kabul ederek okuruz. Mü’min isek bize yani şahsımıza hitap etmiş olur. Âlim isek nebilere hitap eder gibi bize hitap eder, yönetici isek resule hitap eder gibi bize hitap etmiş olur.
بِالْحَقِّ (Bi eLXaqQı) “Hak ile tilavet ediyoruz.”
“Hak” demek, söylenen söz olaylara uyuyor demektir.
Demek ki anlatılanlar tarihi gerçeklerdir. Bunları her zaman tahkik etme imkanına sahibiz demektir. İlmen bunu tahkik ederiz. Bunun için başvuracağımız kaynaklar nelerdir?
a) Tevrat ve İncil’de anlatılanlarla karşılaştırabiliriz.
b) Bugün yaşayan Yahudilerin âlimlerine başvurup sorabiliriz.
c) Geçmişte yazılmış tarih kitaplarına başvurup tahkik edebiliriz.
d) Nihayet yapılacak kazılarda olayları onaylayacak kalıntılar bulabiliriz.
Böylece bu söylenenlerin hak olduğunu anlarız.
Haklılığın diğer tarafı da, müsbet ilmin verilerine göre vardığımız sonuçlarla karşılaştırabiliriz. Yani ortaya konan hükümler aklidir. İnsanların makul görecekleri bir sistemdir. İnsanlar yanlış olduğu için değil, işlerine gelmediği için kabul etmeyeceklerdir.
وَإِنَّكَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ(252) (VaEinNaKa LaMıNa eLMuRSaLIyNa)
“Ve sen mürsellerdensin.”
Sen nebilerdensin denmemiş de, “sen mürsellerdensin” diyor. Bu âyetlerde anlatılan nübüvvet değil, risalettir. Çünkü Melik nebi değil resuldür, hem de nebi olmayan resuldür. Dolayısıyla muhatap olanlar nebilerin halifesi olan âlimler değil, resullerin halifesi olan yöneticilerdir. Sonunu bu şekliyle bağlamakla melikliğin risalet içinde olduğunu anlatmış olmaktadır.
O halde şimdi üç durum vardır demektir:
a) Yalnız nebinin halifesi âlim vardır.
b) Yanız resulün halifesi olan melik vardır.
c) Hem nebi hem resul olan meclis başkanı vardır.
Meclis başkanı aynı zamanda ordu komutanı ise nebi resuldür. Meclis başkanı komutan değilse, yalnız nebi vardır demektir. Başkomutan meliktir. Başbakan ise vezir mahiyetindedir. Meclis başkanı adına bakanlar kuruluna başkanlık etmektedir.
Bakara Sûresi İsrail oğulları ile başlayan hitabını burada anlatarak devam etmiştir. Burada onlar hitap etmemiş, sadece bize anlatmıştır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-421 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-251 İstanbul, 11 Ağustos 2007
PARA, BORÇ VE AK PARTİ’NİN BAŞARISI!
Sanayi ekonomilerinde herkes çalışır. Çalıştığını topluluğa verir, karşılığında para alır, sonra gider onunla kendisine istediği malı satın alır. Kimse ürettiğini kendisi tüketmez.
Tarım ekonomisinde ise herkes kendi ürettiğini kendisi tüketir. Fazla olan malı satar, eksik olan malı satın alırdı.
Gelişmiş ekonomilerde emek halktan işyerlerine gider, işyerlerinde mala dönüşür. Tüccar onu satın alır, mağazalara satar, mağazalar da halka satarlar. Para ise aksi istikamette işyerinden halka, halktan mağazalara, mağazalardan tüccarlara, tüccarlardan işyerlerine akar. Mal döngüsü ile para döngüsü birbirine eşittir.
Piyasada para artar mal artmazsa fiyatlar artar, fiyatların ve ücretlerin artması ile sözleşmeler yapılmaz olur. Kimin ne ücret alacağını, malını kaça satacağını bilemeyeceği için iş hayatı durur. Mal arttığı halde para artmazsa fiyatlar düşer. Fiyatlar düşünce herkes mallarını zararla satmak zorunda kalır ve bunu yapmak istemeyeceği için ekonomik kriz doğar. Bu sebepledir ki merkez bankaları fiyatları sabit tutmaya çalışırlar. Avrupa Birliği’nde müsaade edilen en büyük fiyat artışı %2’dir. İslâmiyet’te de bu oran %2.5’tur.
Merkez bankaları parayı piyasaya nasıl sürmektedirler?
a) Açık bütçe piyasaya sürülecek yeni para ile mümkündür. Artırmalı bütçe ise piyasadan para çeker.
b) Mevduat faizi ile kredi faizi arasındaki fark parayı piyasadan çeker veya iter.
c) Açılan krediler piyasada parayı artırır. Kredileri keserseniz piyasadan para çekmiş olursunuz.
d) Bankaların merkez bankası adına yapacakları rezervasyon zorunluluğu piyasadan parayı çeker veya iter.
e) Dolar veya döviz satarsınız, böylece para piyasaya sürülmüş olur.
Merkez bankaları bu araçları kullanarak enflasyonu %2.5’tan azda tutarlar.Türkiye gibi dışa borçlu olan ülkelerin bu mekanizmayı çalıştırmaları mümkün değildir. Çünkü dışa büyük faizler ödemek zorunda olduğu için bunu bütçe açığı ile kapatmaktadır. Böyle olunca da enflasyon kaçınılmaz olmaktadır. Dışarıya borçlanarak malı artırsanız geçici olarak enflasyonu yavaşlatırsınız. AK Parti’nin başarısı bundan ibarettir. Ama bunun sonrası ise birden patlamadır. Çünkü borç alamaz hâle gelirisiniz. Bu arada artan faiz yükü de üstünüze biner ve çökersiniz.
Osmanlı İmparatorluğu’nu böyle yıktılar.
Şimdi de Türkiye’yi böyle yıkmak üzere hazırlanıyorlar.
Türkiye’nin varlığını sürdürmesi için dış borçlarını hemen kapatması gerekir.
Bunun nasıl yapılacağını defalarca anlattık; tekrar hatırlatalım:
a) Doların fiyatını 2 YTL’ye çıkarırsınız. Sonra tedrici bir şekilde düşürmeye başlarsanız. Herkes Türk Lirasını alır ve doları hazineye satar. Böylece borçlar ödenir. Bir defaya mahsus olmak üzere enflasyon olur. Bu da ihracatı kamçılar.
b) Devletin imkanlarını halka satarsınız ve elde ettiğiniz YTL ile dolar alır, borcunuzu kapatırsınız. Dinlenme yani turizm yerleri dışarıya da satılabilir. Dağlar boş durup faiz ödeyeceğimize, dağlardan insanlar yararlansın, biz de faiz ödemeyelim.
c) Halktan kredileşme usulü ile borç alır, onunla dolar toplayıp borcunuzu kapatırsınız. Sonra halka ödersiniz. Ayrıca faizsiz olarak kredi verirsiniz. Ülkede maliyetler düşer, ithalat patlaması olur.
d) Dolar borcunu mal borcuna çevirirsiniz. Yabancılar faiz yerine ucuz mal almış olurlar. Böylece ihracatımızı yapmış oluruz.
e) Borcu iştirake çevirebiliriz. Fabrikaları borç karşılığı onlara satarız. Onlar borçlanır. Biz de fabrikalarımızdan vazgeçeriz.
İşte, Meclis’in ilk yapacağı iş IMF’e bugüne kadar ülkemize verdiği hizmetlerden(!) dolayı teşekkür etmek ve ilişkileri sona erdirmek, o andan itibaren de millî ekonomimizi kendimiz düzenlemektir. Bunun için “Merkez Bankası Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. Bu kuruluşa AK Parti 9, CHP 4, MHP 3, DP,GP, SP ve bağımsızlar birer üye vermelidirler. Merkez Bankası’na iki sene zarfında borçları tasfiye etme görevi verilmelidir. Başaramayanı eskiden olsa asarlardı, biz ise ülkemizden sürelim. Eğer Kur’an bana izin verseydi; ‘Beni Merkez Bankası Başkanı yapın, gerekli yetkileri verin, iki yıl içinde Türkiye’yi borçtan kurtaramazsam beni asın!’ derdim. TCMM Başkanı olmak isteyenler çözümü yazsınlar ve bir rapor olarak getirsinler. Partiler jüri oluştursunlar; birinci gelen başkan olsun ama sorunluluğunu da müdrik olsun.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-421 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-251 İstanbul, 11 Ağustos 2007
YENİ ANAYASAYI NASIL HAZIRLAMALI?
Daha cumhurbaşkanı krizi çıkmamıştı. Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya gittim; “Gelin seçime kadar Anayasa taslağı hazırlayalım. AK Parti 7, CHP 4, DYP 2, MHP 1, ANAP 1, GP 1, SP 1 ilmî üye versin. Biz Akevler’i de sizin kontenjandan alın.” dedim. Kendisinde bir cesaret bulamadım. Meğer o haklıymış; milletvekilliği birilerinin iki dudağı arasında imiş. O da öyle yapmakla listelerden tırpanlanmadı.
Tayyip Bey ne yaptı? Prof. Dr. Zafer Üskül’ü aldı. Bu zatın İslâmiyet’e ve sağa derin düşmanlığı vardır. Şimdi Erdoğan bu İslâm düşmanına Anayasa hazırlatacaktır. Çözüm anlaşılıyor değil mi? AK Parti sayesinde İslâm düşmanları İslâm’ı çökertme anayasasını hazırlayacaklar. Erbakan herkesi en derin bir şekilde uyardı. Allah razı olsun. Erbakan’ın iki hatası vardır. Bunun suçlusu AK Parti değildi, düzendi. Bunun tedavisi de Saadet Partisi değildi, “Adil Düzen”di. Ne var ki çözümleri söyleseydi onu konuşturmazlardı…
Şimdi Biz tekrar uyarıyoruz; Meclis’e giren partileri uyarıyoruz. Zaferiniz sizi sarhoş etmiş, ayılın! Anayasayı nasıl yapacağınızı sizlere hatırlatalım.
a) Yirmi kişilik Anayasa Komisyonu kurulacaktır. Buraya AK Parti 9, CHP 4, MHP 3, DP 1, GP 1, SP 1 üye verecektir.
b) AK Parti veya MHP kontenjanından mutlaka AKEVLER yer almalıdır.
c) Anayasa müzakereleri açık olacak, TRT 2 yalnız bu müzakereleri yayınlayacak, buralarda siyasi partilere, diğer sivil hakemlere ve kuruluşlara sıra ile yer verilecektir.
d) Ayrıca orduda Anayasa dairesi kurulacak, Anayasa müzakerelerini takip edip sonunda görüşlerini beyan edecektir. Bu beyan her maddenin bitiminde olabilir.
e) Anayasa müzakereleri sırasında ittifak hâsıl olmadığı zaman taraflar hakemlere gidecekler ve hakemlerin kararları taslakta yer alacaktır. Askerlerin görüşü ile sivillerin görüşleri arasında ihtilaf olursa bu da Meclis Başkanının seçeceği bir hakem, Genelkurmay Başkanının seçeceği bir hakem ile onların seçeceği bir başhakem tarafından çözülecektir.
f) Böylece oluşmuş anayasa metni hükümete gelecek ve hükümet bunun deneme uygulamasını yapacaktır. Örnek vereyim. Anayasa taslağında “Nüfusu 3000 ile 10 000 arasında olup tüzel kişiliği olan bucaklar kurulmuştur. Bucaklar iç yönetimlerinde tamamen bağımsızdırlar. Ceza hukuku dahil kamu hukuku ile ilgili tüm mevzuatı bucak meclisi tedvin eder. Belde ve köy teşkilatı kaldırılmıştır.” Madde tedvin edilmişse bu maddenin önce uygulaması yapılır. Sonra meclise gider ve yasalaşır.
g) Bu iş beş senede tamamlanır ve beş sene sonra seçimler buna göre yapılır.
Yeni Anayasaya neden ihtiyaç vardır?
1) Bugünkü anayasalar temenni anayasalarıdır. Mekanizmaları yoktur. Nasıl yapılacağı değil de, ne yapılacağı belirtilmiştir. Kavramlar tanımlanmamıştır. Kelimeleri herkes kendi istediği gibi anlamaktadır. Net, açık, kesin, anlaşılır anayasa yapılmalıdır. Kısa olacak ama muğlak olmayacak.
2) Bugünkü anayasalar gecekondu anayasalarıdır. Zaman zaman kendi çıkarları için maddeler değişmiştir. Çelişkilerle doludur. Mesela ekseriyet demokrasisinde lâiklik olmaz. Laiklik demek, herkesin kendi dininde yaşaması demektir. Demokrasi ise ekseriyetin istediği gibi yaşaması demektir. Bu tür çelişkiler giderilecektir.
3) Bugünkü hukuk tarım dönemi hukukudur, Nuh Nebiden kalma hukuktur. Sanayileşmiş dönemin sorunlarını çözmüyor. Hukuk mantığı tamamen değişecek ve yeniden kurulacaktır. Eskilerden yararlanacağız ama biz günümüzün sorunlarını çözen çelişmeyen bir hukuk oluşturacağız.
4) Bugün devletler olacak, ulusal hukuk olacak ama artık kimse kendi başına yaşayamıyor. O halde tüm beşeriyeti kaplayan bir hukuk düzeni getirmemiz gerekir. Çok hukuklu sistemi getireceğiz ama usulü tek olacak. Bunun için başvuracağımız kaynaklar şunlar olacaktır:
a) Geçmişten gelen peygamberlerin oluşturduğu büyük dinlerin kitaplarından yararlanacağız. Tevrat ve İncil ile Hinduların ve Budistlerin kitaplarından yararlanacağız. Kur’an ana kaynağımız olacaktır.
b) Bugün müsbet ilimlerin ve sosyal ilimlerin ulaştığı ilimleri esas alacağız. Dini kitapları müsbet ilmin verilerine göre yorumlayacağız. Müsbet ilmin verileri yeterli değildir. Onun için dini kitaplara ihtiyacımız vardır. Ama müsbet ilmin verilerinde yanlış yoktur. Dini kitaplar onlara aykırı olamaz. Çünkü her ikisini de bir Tanrı’nın eseridir.
c) Mevcut anayasaları ve kanunları da ele alıp uygulamada karşılaşılan durumları tesbit ederek sorunlarımızı ona göre çözmeliyiz.
d) Halkımıza ve sivil kuruluşlara kulak vermeliyiz. Bunun için bir danışma örgütü kurmalıyız. Sonunda tüm görüşler ilim adamlarına ulaşmalıdır.
Zafer Üskül de Burhan Kuzu da bu kurulda yer alırlarsa yararlı olur. Ama gizli odalarda hazırlanıp halka dayatılan anayasalar yararlı değil zararlıdır.