ADİL DÜZEN 422
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 18 Ağustos 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 422. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
SU KESİNTİLERİ VE “SELEM SİSTEMİ”
AK PARTİ, RTE VE YENİ MEDENİYET
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 84. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ وَلَكِنْ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ (253) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَ بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمْ الظَّالِمُونَ (254)
تِلْكَ الرُّسُلُ (TiLKa elRuSuLu) “O resuller.”
“Tilke” burada müfrettir. “Tilke” ismi işaret ve “er-Rüsul” müşarun ileyhtir. Bundan önce anlatılan resullere işaret etmektedir. Hazreti Davut Peygamberden bahsettikten sonra bu ifade gelmiştir. Daha önce de diğer peygamberlerden bahsetmişti. Biz bu peygamberleri birbirlerinden üstün yaptık demektedir. Kur’an’da adları sayılan peygamberleri şöyle sıralayabiliriz.
Adem, İdris; tarım dönemi öncesi peygamberlerdir.
Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb; Mezopotamya peygamberleridir.
İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf; bunlar ilk beşeri uygarlığı hazırlayan kimselerdir.
Musa, Harun, Elyasa’, Davut, Süleyman, İlyas;
Yunus, Zülkifl, Eyyub, Zekeriyya, Yahya, İsa;
Muhammed (aleyhimüsselâm, Allah’ın selamı üzerlerine olsun.).
Bunların sayıları 25 etmektedir. Kur’an’da bir de Üzeyir, Zülkarneyn ve Lokman’dan bahsedilmektedir. Bunların nebiliği tasrih edilmemiştir.
Peygamberlerin özellikleri, tarih boyunca uygarlaşmada köşe taşları olmalarıdır. Birbirlerinden uzak, hatta birbirlerinin dillerini dahi bilmeden, insanlığı hep aynı istikamette götürmeleri, on binlerce yıllık çabanın böylesine birbirine uyumlu olması, bunların ancak insanlığı var eden tarafından görevli olmaları ile izah edilebilir.
Auguste Comte, insanlığın din ve felsefe çağlarını geçirdiğini, kendi zamanında ilim çağının başladığını belirtmiştir. Kendisi ilim dininin temellerini atmaya çalışmıştır. Bu görüş gelişmiş ve Marks döneminde ateizmde en üst seviyeye ulaşmıştır.
Oysa peygamberler bugünkü uygarlığı getirdiler. Yunan’daki felsefeden sonra, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gelmişlerdir. Uygarlıktaki hamleyi Yunanlılar değil bu peygamberler yapmışlardır. Ne olmuştur? Peygamberler her çağda uygarlığın kurucusu olmuşlardır. Felsefe onları onaylamıştır. Ondan sonra gelen müsbet ilim vahyin yerini almıştır. 20. yüzyılda Kur’an ile müsbet ilim birlikte, müsbet ilim uygarlığının kurucusu olacaklardır.
Auguste Comte’un başaramadığı işi Adil Düzen Çalışanları başaracaklardır. Ama bu başarıları peygamberleri reddederek, onları küçümseyerek ve onlara rağmen değil; onların verisine dayanarak, onların arkasından giderek bu iş olacaktır. III. bin yıl uygarlığını da resullerin halifeleri olan mü’min alimler kuracaklardır. Allah’tan vahiy alan peygamberler Kur’an’dan sonra gelmeyecektir. Ama onların vârisleri olan âlimler resullerin getirdikleri kitapları uygulayarak daha nice uygarlıkları oluşturacaklardır. Peygamberler Allah’tan melek vasıtasıyla vahiy aldılar. Âlimler müsbet ilim yoluyla Allah’tan vahiy almaktadır. İkisi de Allah’tan gelen mesajlardır. Ne var ki peygamberler aldıkları vahye uydular, isyan etmediler. Bugün âlimlerin çoğu öğrendiklerini şeytanın emrinde kullanmaktadır.
Mü’min âlimler gelecek ve onlar nebilerin yerlerini alacaklardır.
Burada dikkat edeceğimiz en önemli husus, Allah’tan müsbet ilim yoluyla gelen mesajları kötüye yorumlayarak insanlığı dalalete götürmemektir. 19. yüzyıl âlimleri Avrupa’da bunları yaptılar. Örnek verelim. Darwin evrim teorisini ortaya attı. Bu teori Batı ulemasınca benimsendi. Bu Allah’ın varlığını ispatlayan en büyük delil olmuştur. Çünkü bu kıdemcilerin ‘kâinat yaratılmamıştır, hep vardır’ sözlerine cevap veriyor. Hayır, kâinat yaratılmıştır ama birden değil, evrimleşerek bugünkü hâle gelmiştir. Bunu ispatlıyordu. Peygamberler de aksini söylemiyordu. Altı devirde yaratıldığını söylüyorlardı. Allah Halik olduğu kadar Rab idi de. Çünkü varlıkları tedrici olarak yaratıyordu.
Batı bunu tanrı olmadığına delil göstermeye kalkıştı. Yani tam tersi olan Allah’ın varlığını ispatlayan ilmi sonucu ters olarak insanlığa yutturmaya kalkıştı, iki asır boyunca insanları kandırabildi. Ama 20. yüzyıl onların bu safsatasını ortadan kaldırdı.
فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ (FawWaLNAv BaGWaHuM GaLAv BAGWın)
“Bunlar arasında bazılarını bazılarından tafdil ettik.”
Uygarlaşmada köşe taşlarını koyan ve insanlığı şaşırmadan hedefe götüren peygamberlerin uygarlaşmadaki görevleri aynı olmamıştır. Bir çuvalı doldurursunuz, hepsi sığmaz, bir kısmı dışarıda kalır, ona “fadl” denmektedir. Yahut bir bardak suyu içersiniz, bir kısmını içinde bırakırsınız, bu da fazldır. 100 kadar koyununuz olur, bir yıl sonra 115 olmuşsa, 15 fazldır. Fıkıhçılar buna semere diyorlar. Kur’an bu artan şeye fazl demektedir. Siz 160 cm iseniz ve arkadaşınız 170 cm ise, arkadaşınız size göre 10 santim fazladır.
Önce varlıkları ikiye ayırmamız gerekir; şuurlu ve şuursuz varlıklar. Şuurlu varlıkların kişilikleri vardır. Ben varım der ve kendilerini savunur, varlığını sürdürmek ister. İnsan böyle bir varlıktır. Oysa dağ, toprak, dere, yıldız böyle değildir. Kendi varlıklarından kendilerinin haberi yoktur.
Bu arada canlı varlıklar için ise kesin bir şey söyleyemiyoruz. Maymun ve köpek şuurlu varlıklarmış gibi gözüküyorlar. Aynı şeyi arı ve sinek için söyleyebilir miyiz, bitkiler için söyleyebilir miyiz? Tek bir şey söyleyebiliriz, bunlar arasında eşitlik sözkonusu değildir. Her varlığın kâinatta bir görevi vardır, onu yerine getirmek için yaratılmıştır. Gereksiz ve anlamsız hiç bir şey yoktur. Görev farklı olunca yetki yani imkanlar da farklı olmakta, ihtiyaçlar farklı olmaktadır. Eşitlik sözkonusu değildir. Kapıcı ile genel müdür aynı görevi yapmazlar ama şerefte hangisinin daha üstün olduğu ise bizim kabulümüze bağlıdır. Bunun için bazı kriterler ortaya koyabiliriz:
a) Az olan çok olandan daha kıymetlidir. Buna “nedret kanunu” denmektedir.
b) Bilgi isteyen iş daha kıymetlidir. Bu da yine azlığa dayanır. Herkes bilgili olamayacağından bilen kıymetli olur.
c) Yapılan işin sağladığı yarar ile de değerli olması sözkonusudur. Bu da mahsulün para ile değerinin ölçülmesi ile ortaya çıkar. Yani başkalarının ona gösterdiği rağbetle ilgilidir.
Görevlendirenin takdir ettiği değer önemlidir. Fazla maaş verdiği işler daha değerlidir.
Allah burada “Biz tafdil ettik” diyor. Farklı görev verdik. Verdiğimiz göreve göre de onları üstün yaptık demek olur. Yani burada o peygamberler iyi çalıştılar, üstün oldular demiyor, “biz onları üstün yaptık” diyor. Üstünlükleri vehbidir, kesbi değildir.
Burada çok önemli bir husus belirtilmiş oluyor. Kamu görevi yapanların yetkileri de çoktur, sorumlulukları da çoktur. Bu durum onların üstün insan olmalarından dolayı değil, görevleri gereği üstünlüktür. Biz valiye itaat ederiz. Namaz kıldıran imama uyarız. Onların bizden daha faziletli olmaları nedeniyle değil, o görevi yüklenmiş olmalarından dolayı bunu yaparız. Üstün olan imam değil, imamlıktır. Görev farklı olunca görevli de farklı yetkilerle mücehhez olacaktır.
Görev hak değildir. Görevlendirmede eşitlik ve adalet aranmaz. Kim o görevi daha iyi yapıyorsa görev ona verilir. Peygamberler diğer halktan farklı oldukları gibi peygamberler arasında da farklar vardır. Milletvekilleri halktan farklıdır. Dokunulmazlıkları vardır. Milletvekilleri arasında da fark olabilir. Herkes bakan olmaz. Herkes başkan olmaz. Kamu görevlilerine de dokunulmazlıklar tanımak son derece normaldir. Bu görevleri gereğidir. Dokunulmazlık kişiye değil, gördüğü göreve tanınmaktadır. Bu dokunulmazlık onun şahsına değil, görevini korumak için konmuştur.
“Birbirinden tafdil ettik” denerek birçok yönetim sorununu çözmüş olmaktadır.
Görev istenmez verilir uygulaması bu âyetten gelmektedir. Kur’an, “biz tafdil ettik” diyor, onlar faziletli oldu demiyor. Nitekim başka âyette de “biz resuller arasını tefrik etmeyiz” deniyor. Orada resul olma bakımından tefrik edilmiyor, burada ise görev bakımından tefrik ediliyor.
Vücudunuzun her yeri sizindir. İğne batsa kıyametler koparırsınız. Ama her yerin görevi farklıdır. Resul olma bakımından bir fark yoktur ama görev bakımından farklılık vardır. Bir makinede her parça aynı görevi görmez. Üstünlük bakımından birbirine tabi olmaları da sözkonusudur.
Hazreti İsa şeriat bakımından Hazreti Musa’ya tabi olmuştur. Hazreti İsa Hazreti Muhammed’in getireceği şeriata hazırlık yapmıştır. Hazreti Yusuf Hazreti Musa’nın sarayda yetişmesi için Mısır’a gitmiştir. Mü’minler arasında da böyle görev farkından doğan dereceler vardır.
Akevler “Adil Düzen”i hazırlamıştır. Millî Görüş “Adil Düzen”i dünyaya yaymıştır.
Herkes kendi görevinde farklıdır, farklı imkanlara sahip kılınmıştır. Şimdi AK Parti’nin de bu çabada görevi vardır. Herkesin bunları kabullenmesi gerekir. Adil Düzen Çalışanlarının onların milletvekilliklerinde, bakanlıklarında, iktidarlarında gözü olmamalıdır. Ama onların da “Adil Düzen”i, yani şeriatı, yani Kur’an’ı sırtlarının arkasına atmaması gerekir. “Adil Düzen”i uygulama yollarını araması gerekir. Aramazlarsa, onlar gider, arayanlar gelir. Bunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.
مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللَّهُ (MiNHuM MaN KalLaMa elLAHu)
“Onların içinde Allah’ın tekellüm ettiği kimseler vardır.”
Allah kâinatı yarattı. Kâinat O’nun hiçbir işine yaramaz. Çünkü O herhangi bir şeye muhtaç değildir. Ancak O hiçbir şeyi yaratmasaydı Allah olmazdı. İşsiz güçsüz yerinde oturan tek başına bir varlık! Yaratıcı olması nedeniyle yaratması gerekir. İstediğini yaratma O’nun iradesine bağlıdır ama hiçbir şeyi yaratmama O’nun iradesinde değildir. O nasıl iki olmazsa, O nasıl cahil olmazsa, aynı şekilde O gayrihalık da olmaz. Allah’ın sıfatları üzerinde tartışılmıştır. İttifak edilen husus Allah’ın değişmemesidir. Tagayyür kabul etmez. Allah en mükemmel olandır. Değişme O’nda noksanlık demektir. O da en mükemmellik ilkesine aykırıdır. O halde halıkiyet de Allah’ın sıfatıdır. Bu değişmez. Kendi işine yarayacak bir şeyi yaratmaz çünkü bir şeye ihtiyacı yoktur. Abesle de iştigal etmez. Yapılacak iş, şuurlu varlıkları yaratmak, diğer varlıkları onların emrine vermektir.
Böylece Allah insanı kâinatta halife kıldı. Hak ve vecibeleri insanlığa devretti. Topluluk Tanrı’nın yerindedir. Kişiler de insanlardır, kullardır; topluluğa hizmet ederler. Topluluk ise insanla konuşmaz. Bu sebepledir ki başkan eliyle topluluğun emirleri aktarılmaktadır. Başkan da meclisten emir alır. Meclis de konuşmaz. Allah da peygamberlere doğrudan konuşmaz, melek gönderir, onun vasıtası ile haberleşir. Bunun böyle yapılmasının sebebi, halkla kişiler arasında bir bağlantı sağlayan yolu ortaya koymaktır.
Topluluk isteğini kişilere nasıl ulaştıracaktır?
Biz bir toplantıda iken bir yabancı odamıza girse, selam verse, biri alsa hepimiz almış oluruz. O kişi artık onun emanındadır. O bize bir şey söylese hepimize söylemiş olur ve duyarız. İçimizden biri cevap verir de diğerleri ses çıkarmazsa, hepsi onu kabul etmiş olur. Bunun dışında kişi kendisine temsilci seçer, temsilciler de kendilerine temsilci seçerler. Onlar da temsilci seçerler. Onlu sistemle bütün topluluk temsil edilmiş olur. Son on temsilci şurayı oluşturur. Şuranın ittifakla aldığı kararlar topluluğun kararları şeklindedir. Bu kararlara hakemler nezdinde itiraz edilebilir. İtiraz edilmezse herkes tarafından kabullenilmiş olur. Burada başkan sözcü olarak topluluğun kararını ilan eder.
Bunlar vahiy ile konuşmadır. Peygamberlere genel olarak elçilik aracılığı ile Allah bildirir. Buna “vahiy” denir. Allah bazı peygamberlerle doğrudan konuşmuştur. Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim bunlardandır. Kur’an’da Hazreti Muhammed’le konuştuğuna dair bir bilgi zahirde yoktur.
Burada doğrudan konuştuğu kişileri tafdil etmiştir. Burada görev gereği bu konuşma olmuştur.
Bu husus uygulamada şöyle ortaya çıkar. Başkanı meclis seçerse, bu vahiy yoluyla seçilme olur. Çünkü aracılarla seçmiştir, elçilerle seçmiştir. Ama halk başkanını doğrudan seçerse, bu da doğrudan seçmiş topluluk başkanla konuşmuş olur. Bu nasıl olur? Herkes kendi başkanını seçer. Seçilenler de kendi başkanlarını seçerler. Herkesin başkanı olan kimse yani ittifakla seçilen kimse halk tarafından seçilmiş olur. Halk yalnız seçmeyi değil de, başkandan bir şey yapılmasını ister. Bu istek imzaya açılır. Bütün millet imzalarsa, doğrudan isteğini başkana bildirmiş olur.
Allah neden doğrudan konuşmuyor da arada elçilerle görüşmeler yapıyor?
Çünkü Allah Kâinatı insanlar için yaratmıştır. Onlar kullansınlar diye kendisi doğrudan yönetime çok az karışmaktadır. Her şey kural ve temsilcilerle yönetilmektedir.
Bununla beraber Allah bazen insanlara doğrudan da hitap etmektedir. Allah Hazreti Adem’e doğrudan esmayı öğretmiştir, çünkü melekler esmayı bilmiyordu. Allah meleklere nasıl öğretmektedir? Doğrudan tekellüm olmadıkça sorun çözülmüş olmaz.
وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ (Va RaFaGa BaGDaHuM DaRaCAvTin)
“Bazılarının derecelerini ref’ etmiştir.”
Tafdil etme iki şekilde olur. Siz benden daha zengin olursunuz. Bu sebeple servette siz bana tafdil edilmiş olursunuz. Ama benim zenginliğim sizin zenginliğinize etki etmez. İlimdeki fazl böyledir. Oysa, eğer bir sıralama varsa, ben ast siz üst iseniz, beni sizin üzerinize çıkarmıştır. Benim sizin seviyenize getirmem sizin bana fazlınızı sona erdirir. Allah’ın tekellümündeki üstünlük derecede değildir. Ama Hazreti Musa Hazreti Harun’dan üst derecede idi. Bu derecelemede Hazreti İbrahim diğer peygamberlere üstün kılınmıştır. Hazreti Muhammed’in kendisi değil ama getirdiği Kur’an diğer kitaplardan üstün kılınmıştır. İmam olarak Hazreti İbrahim öndedir, ama kitap olarak Kur’an diğer bütün kitapların önündedir. Hazreti Musa resul olarak Hazreti Muhammed’den öndedir. Çünkü Kur’an Hazreti Muhammed’i Hazreti Musa’ya benzetmiştir. Ama cemaat olarak Kur’an mü’minleri, Tevrat mü’minlerinden ve Havarilerden daha ileridedirler. Peygamberler ve kitaplar arasında dereceler vardır.
Burada “dereceler” dişi kurallı çoğul gelmiştir. Çoğul demek sayısal demektir. O halde dereceler sürekli değil sayısaldır. En az dört kademedir. Kamu görevi alanların dereceleri dörttür: Âmil olanlar, zâkir olanlar, fakih olanlar, rasih olanlar.
Peygamberler arasında da dereceler vardır. En üst derecede olanlar ulu’l-azm resullerdir. Hazreti Muhammed, Hazreti İsa, Hazreti Musa üzerinde ittifak vardır. Bunların dışında Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim ve Hazreti Davut’u da azimet sahibi resullerden sayabiliriz. Bunları ikinci derecede de kabul edebiliriz. Bundan sonra şeriat sahibi resuller gelir. Bunlar Hazreti Hud, Hazreti Salih, Hazreti Şuayb, Hazreti Lut, Hazreti Yunus peygamberlerdir. Bundan sonra da şeriat sahibi olmayan resuller vardır. Hazreti Yusuf bunlardandır. Bunlar görev bakımından birbirlerinden tafdil edilmişlerdir.
Başkanlık bakımından da insanlık, ülke, il ve bucak başkanları resullerdir. “Derecat” içinde yerleşmişlerdir. Mekke bucağının başkanı Çankaya bucağının başkanından, Bahçelievler’in başkanı Zafer Mahallesi’nin başkanından daha üst yer almaktadır.
Kur’an insanlığın kıyamete kadar olan bütün sorunlarını çözmüştür.
وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ (Va EAvTaYNAv GıySa EBNi MaRYaMa)
“Meryem oğlu İsa’ya verdik.”
Diğer peygamberlerden bahsederken, ne anasından ne de babasından bahsetmektedir. Onların adları geçmemektedir. Oysa Hazreti İsa’dan bahsederken annesinin ismiyle anmaktadır. Çünkü o da Hazreti Harun gibi çağdaşı olan kadın peygamberdir. Nasıl Hazreti Musa sarayda ve Medyen’de yetiştirilmişse, Hazreti İsa da annesi tarafından eğitilmiş ve yetiştirilmiştir.
Önce Hazreti Meryem Hazreti Zekeriyya peygamberin yanında yetişmiş, rahibelerin bütün ilimlerini almıştır. Sonra Hazreti Meryem vahiy alarak doğuya gitmiş ve Hazreti İsa’yı doğurmuştur. Babasız doğduğunu kabul ettikleri çocuğu ile kavmine gelmiş, fazileti ve asaletiyle çevreyi ve çevredeki söylentileri susturmuştur. Hazreti İsa’ya vahiy çocukluktan itibaren başlamıştır. Ömrünün sonuna kadar oğlu ile cihat yapmıştır. Vahiy almaya devam etmiştir. Kur’an’da doğrudan hitaplar vardır. Namazın nasıl kılınacağını ona öğretmiştir. Hazreti Musa ile Hazreti Harun ne ise, Hazreti Yakup’la Hazreti Yusuf ne ise; Hazreti İsa ile Hazreti Meryem de öyledir.
Şimdi şu sorulur; Hazreti İsa’nın diğer peygamberlerden üstünlükleri nelerdir?
1) Hazreti İsa baba terbiyesinde değil, anne terbiyesinde yetişmiştir. Babasız olarak doğduğu kabul edildiği halde, hem kendisi hem de annesi insanlıkta en büyük saygınlığa ulaşmıştır.
2) Hazreti İsa’nın peygamberliği beşikte başlamış, tüm insanları böylece saydırmış, saygı göstertmiştir.
3) Hazreti İsa savaşı yasaklamış ve hayatında ancak 12 mü’min bulmuştur. Ama bugün en çok nüfusu ile dünyanın en büyük dini olmuştur.
4) Hazreti İsa’nın doğumu insanlık tarihine başlangıç olmuştur. Bugün herkes “Milattan Önce” ve “Milattan Sonra” diye tarih anlatır. Biz nasıl Hazreti Muhammed aleyhisselâma salavât getiriyorsak, biz de dahil olmak üzere tüm insanlık her gün onun doğuşunu takdis ediyoruz. İnsanlık tarihinde uygarlıkların doğuş ve batışları biner yıldır. Hazreti İsa’nın doğumuna göre başlamakta ve bitmektedir.
“İsa” kelimesi “asa” kelimesinin kökünden gelir, beklenen anlamındadır. Tevrat’ta onun geleceği müjdelenmiştir. Hazreti Yahya haber vermiş öyle gelmiştir. Hazreti Meryem de Rumelili demektir. “Ravm” çukur demektir, Anadolu’nun adıdır. İtalya’daki Roma’yı Anadolu’dan gelen Etrüskler benzeri kavimler kurdukları için Roma denmiştir. Hazreti Meryem sonra Anadolu’ya gelip yerleşecektir. Mezarı Türkiye’dedir. Ayrıca Doğu Roma onun memleketinde kurulmuştur. Hıristiyanlık da Anadolu’da yayılmıştır.
Kıyamete kadar Hazreti İsa’ya tâbi olanlar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar dünyayı yöneteceklerdir. Merkezi de Anadolu olacaktır. Nitekim Romalılar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra merkezlerini İstanbul’a taşımışlardır. İlk konsül İznik’te toplanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’da hüküm sürdü. III. Bin Yıl Uygarlığı’nın merkezi de Anadolu olacaktır.
Uygarlıklar, Meryem Uygarlıkları olacaktır.
الْبَيِّنَاتِ (eLBayYıNAvTı) “Beyyinatı verdik.”
Tevrat’ta hep şeriat hükümleri vardır, cennet ve cehennemden bahsetmemektedir. Laik devlet anlayışını topluluğa yerleştirmek için Allah Tevrat ile İncil’i birbirinden ayırmıştır. Tevrat’ta yalnız şeriat hükümleri vardır. Oysa İncil’de yalnız iman ve ahlâk hükümleri vardır. Buna dini hükümler diyoruz. Kur’an’da “din” “düzen” anlamında olduğundan, biz buna “takva hükümleri” diyoruz. Ama Türkçe yazarken “dini” de diyoruz. Demek ki, Tevrat şeriat, İncil ise takva hükümleri içermektedir. İncil’i okurken kendinizi huzurlu olarak bulursunuz.
“Âyet” delil demektir, işaret demektir.
“Beyyine” ise açıklama belirleme demektir.
Kur’an âyât-ı beyyinattır.? İncil ise sadece beyyinattır. Tevrat da öyledir.?
Hazreti İsa’ya soruyorlar: Sen hep cennet ve cehennemden bahsediyorsun. Oysa Tevrat’ta âhiretten hiç bahis yoktur. O âhirete inanmıyor mu idi?
Hazreti İsa Cevap veriyor: Musa ateşi gördüğü zaman Rab ona ne dedi; babaların İbrahim, İshak ve Yakub’un Rabbiyim.
Eğer onlar ölmekle yok olsalardı “Rabbiyim” demez, “Rabbi idim” derdi. Çünkü söylediği zaman olmayan şeyin Rabbi olmazdı. Böylece usulü fıkıh kuralını kullanarak Tevrat’ta da âhiret vardır demiştir. İşte bu açıklama beyyinedir, yani sünnetler âyet değil beyyinattır.
Hazreti İsa İncil’den başka açıklamalar da yapmıştır. Kendisinden sonra gelen resuller de İncil’i açıklamışlardır. Hıristiyanlığı açıklamışlardır. Burada o da ifade edilmiş olur.
وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ (Va EayYaDNAvHu BiRuXı eLQuDUvSı)
“Biz onu kudsi ruh ile teyid ettik.”
“Kudus” topluluğun, kamunun, kitlenin ruhudur. Nasıl kişilerin ayrı ayrı ruhu varsa, insanlar bir araya gelince o ruhların birleşmesinden ortak ruh meydana gelir.
Durkheim bunu şöyle açıklamaktadır: Oksijen var, ayrı bir maddedir, hidrojen ayrı bir maddedir. Bunlar gazdır. Birleşince su olur. Artık bu ayrı maddedir. Sıvıdır. Kum ile çimento su ile karışınca beton olur. Artık ne kum ne de su kalır. Bunun gibi inananlar bir araya gelince birleşik bir ruh oluşur, kişilerin ruhları etkisiz hâle gelir.
Hazreti İsa bu ruhla teyit edilmiştir. İnsanlar ona inanmamışlar ama onunla ilgilenmişler, onu kendilerine konu yapmışlardır. Hazreti İsa ve Annesi ile ilgilenmişler, bu sayede Hıristiyanlığı öğrenmişlerdir. Havariler dağılınca o daha çok meşhur olmuştur.
Bugün de tüm insanlık onunla meşguldür, İncil’den çok Hazreti İsa meşhurdur. Oysa Hazreti Muhammed’den çok Kur’an meşhurdur. Hazreti İsa kadar tüm insanlığı meşgul eden başka bir kişi yoktur. Biz tarihlerimizi onun doğumuna göre ifade ederiz.
Bir şeyin mukaddes olması demek, onun topluluğa ait olması demektir. Halkın toplandığı yerler mukaddes yerlerdir. Harem, Arafat, Müzdelife, mescit mukaddes mekanlardır. Kutsiyet eşyadaki üstünlükten değil, onun toplanmaya ait yer olmasından ileri gelir. Topluluğun ruhu orada oluşur, yahut kişilerin üzerinde oluşur. Başkan bu suretle başkan olur.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ (Va LaV ŞAyEa elLaHu) “Allah’ın meşieti olsaydı.”
Mu’tezile, Allah kötülükler yapmaz, insan yapar, onun için Allah onu cezalandırıyor demektedir. Eş’ari ise iyilikleri yapan da kötülükleri yapan da Allah’tır. Allah’tan başka bir yaratıcı yoktur. ‘Peki, o zaman insanları neden cezalandırıyor?’ sorusuna ise, o öyle istediği için demektedirler. Matüridi ise; evet, her şeyi yalnız Allah yapar, iyiliği de kötülüğü de Allah yapar. Ancak insan ise bu yapılanlara niyeti ile katılır, niyetinden dolayı sorumlu olur, yani Allah’ın kaderinde ne yazılmışsa o olur. Ama insan bunlardan hangisinin olmasını isterse ona göre sevap veya günah alır, ceza veya mükafat görür.
Bu kaza-kader sorunu müteşabih sorunlardandır. İnsan hiçbir zaman çözemez.
Matematikte de böyle insanın aklının ermediği yerler vardır. Dairenin merkezinden bir doğru çizseniz, teğet doğrusunun her noktasına dairenin yarısında bir nokta tekabül eder. Öyleyse daire çevresi ile doğru eşit noktalar içerir ama eşit değildir. Kader-kaza meselesi de böyledir. Her şey Allah’ın kaderiyle olmaktadır ama bizim de irademiz vardır.
مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ (MaQTaTaLa elLaÜIyNa MıN QaGDıHıM)
“Onlardan sonra iktital etmezlerdi.”
Peygamberlerden sonra gelenler iktital etmezlerdi. Allah kurallar koyuyor. O kurallarda insanlar iktital etmektedirler.
Canlılık çıkar çatışması üzerine kurulmuştur. İnsanlar arasındaki denge de savaş üzerine kurulmuştur. Allah istemeseydi denge savaş üzerine kurulmayacaktı. Bu dünya fanidir. İnsanlar nasılsa öleceklerdir. Savaşta ölmelerinde bir mahzur görülmemiştir. Ancak savaş asıl değildir.
Peygamberler gelmiş ve insanlığa barış getirmek istemişlerdir. Bütün hak dinlerin ortak adı İslâm’dır, barıştır. Peygamberler savaş için değil, barış için gelmişler, insanlığa barış yolunu öğretmişlerdir. Tarih savaşlar kadar barış düzeni ile doludur. Devlet demek, zaten barışı tesis etmek demektir. Peygamberler gidince savaş avdet eder. Bu sünnetullahtır.
Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberlerin arkasından İsrail oğulları bölünmüş, İsrail ve Yahuda devletlerini oluşturmuşlardır.
Hazreti İsa’dan sonra Hıristiyanlar arasında kavgalar çıkmıştır. I. ile II. Cihan Savaşları, tarihin en kanlı savaşları olarak gerçekleşmiş ve bu savaşlar Hıristiyanlar arasında olmuştur.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan kısa zaman sonra savaş çıkmış ve o kanlı savaşın etkileri bugün dahi Sünni-Şii olarak etkisini sürdürmektedir.
Bütün bunlar, barışın da ancak İlâhi düzenlerle olacağının açık misalidir.
Sahabeler savaşmasaydı sultanlar gelmeyecekti. O zaman da müçtehitlere gerek kalmayacak, halifeler sorunları çözecek ve fıkıh ilmi doğmayacaktı. Şer zannedilen şey hayr olmaktadır.
مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ (MiN BaGDi MAv CavEATHuMu elBayYıNAvTu)
“Kendilerine beyyinat ciet ettikten sonra.”
Dinler insanlığı barışa kavuşturmak için gelmiştir. Hazreti İsa bunun örneğini vermiş, mensuplarına savaşmayı reddetmiştir. “Biri sana tokat atarsa, sen öbür yanağını çevir!” demiştir. İnsanlığa sevmeyi ve sabretmeyi öğretmiştir. Hıristiyanlar bunu 300 sene yaptılar, her türlü zulme göğüs gerdiler. Zulüm gördükçe çoğaldılar. Asla silaha sarılmadılar, karşı gelmediler...
Bu büyük sabır ne yaptı?
Bu büyük sabır Roma İmparatorluğu’nu dize getirdi ve Hıristiyanlığı kabul ettirdi.
Bu ne büyük bir olaydır. İman ne kadar büyük güce sahiptir.
İş burada kalmadı. Cermenler Roma’yı işgal ederler, imparatorluğu ortadan kaldırırlar, ama Hıristiyan olurlar. Allah’ım, bu ne ulvi bir mucizedir.
Bu da yetmez.
Dünyaya, insanlığa savaş ve bombadan başka bir şey götüremeyen Avrupa, zamanla tüm dünyadaki insanları saadete erdirecek ümit olarak Hıristiyan olmayı sunabilmiştir.
Siyonizmin büyük oyunu ile İslâmiyet’i ve Hıristiyanlığı ortadan kaldıracağım diye yola çıkan sermaye başarılı olamamıştır. II. Cihan Savaşı’ndan sonra Hıristiyanlık ve Müslümanlık Sovyetleri yıkmış, ateizm iflas etmiştir. Papalık, yeryüzünün en güçlü sivil kuruluşu olarak insanlığa hidayet vesilesi olmaya devam etmiştir.
Bütün bu başarılardan sonra, Hıristiyanların barış içinde dinlerinin istediği gibi savaşsız yaşamaları gerekmez miydi? Hayır, onlar böyle yapmadılar ve yapmıyorlar.
Önce Doğu ve Batı Roma diye ikiye ayrıldılar. Birbirine hasım iki mezhep ortaya çıktı. Aralarındaki ayrılık hâlâ sürüp gitmektedir. Slavların Hıristiyanlığı ile Latinlerin Hıristiyanlığı ayrı din kadar birbirinden uzak bulunmaktadır.
Bu da yetmedi.
Sonra Yahudilerin fitnesine kapılarak birbirinden uzak kavmî Protestanlık mezhepleri ortaya çıktı. Bu mezhepler papalığı yıktılar, Avrupa uluslarını kendi aralarında savaşlara soktular. 500 senedir kendi kendilerini öldürmektedirler. 20. yüzyıldaki cihan savaşlarında birbirleriyle savaşmışlar, bu savaşlarda 40 milyon Hıristiyan ölmüştür.
Bugün de ABD ile AB arasında savaş hazırlığı yapılmaktadır. Ortadoğu’ya ABD hakim olmak istiyor. Bunu gerçekleştirebilmek için Akdeniz’e hakim olmalıdır. Bu da Kıbrıs’a hakimiyetle olur. Oysa AB buna rıza göstermiyor. Bu savaşta Türkiye’yi kullanıyorlar. Asıl savaş onlar arasındadır.
İşte bütün bunlar Allah’ın izniyle olmuştur. Uygarlık bu savaşlarla doğmuştur.
III. bin yıllık uygarlık da bu savaşların sonucu oluşmaktadır.
وَلَكِنْ اخْتَلَفُوا (VaLAvKıN iPTaLaFUv) “Velâkin ihtilaf ettiler.”
“Lâkin”i söylenen bir cümlenin aksini ifade etmek için kullanırız. Kış geldi lâkin yağmur yağmadı. Kışta yağmur beklerken olmadı, yağmadı.
“Velâkin” dediğiniz zaman olanın aksi de doğrudur. Kış geldi velâkin biz havuzları doldurmadık. Burada fail değişmiştir. Aksini başkası yapmıştır.
Evet, Allah onlara kıtal için izin vermiştir. Ama onlar da ihtilaf etmişlerdir, yani onlar da suçludurlar. Biz izin verdik, onlar da o izin içinde iktital ettiler. Bizi dinleseydiler iktital etmez, birbirlerini öldürmeden de uygarlığı oluşturabilirlerdi.
Evet; doğrudur, biz onların iktitaline izin verdik ama savaşa biz zorlamadık. Onlar ihtilaf ettikleri için birbirleriyle savaşmışlardır. Kader ile kaza arasındaki bu ilişki ile şunu öğreniyoruz. Olanlar Allah’ın takdiri iledir. Ama kişiler onları kendi iradeleri ile yapmaktadırlar.
Doğanın kanunları vardır.
a) Atalet kanunu ne ise o odur, öyle kalır. Bir müdahale olmazsa değişmez. Duruyorsa durur, yürüyorsa yürür.
b) Bozulma kanunu. Batılılar buna entropinin büyümesi diyor. Her şey zamanla kendiliğinden düzelmez, bozulur. Düzelmesi için canlıların müdahale etmesi gerekir.
c) Canlılarda evrim vardır. Canlılarda düzeltme kabiliyeti vardır. Böylelikle kendi kendilerini daha ileri götürürler.
d) Diğer canlılarda türden türe evrim olduğu halde, insanda sosyal evrim vardır. İnsan icatlar yapabilmektedir.
فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ (FaMiNHuM MaN EaMaNa) “Onlardan iman edenler vardır.”
İhtilaf iman ile küfür arasındadır. İman nedir? Kendilerini ve başkalarını güven altına almadır.
Mü’minler yeryüzünün güven içinde olmasını isterler. Ya bedenen ya mâlen güvenlik kuvvetlerine katılırlar.
Kâfirler ise güvenlik kuvvetlerine katılmazlar. Katılmayanlara kâfir diyoruz. Çünkü bunlar güvenlik kuvvetlerinin sağladığı güvenlik kuvvetlerinden yararlanıyorlar, ama katkıda bulunmuyorlar.
وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَ (Va MıNHuM MaN KaFaRa) “Onlardan küfredenler vardır.”
Beyyinat geldikten sonra kimileri küfretmiştir.
Bugün Yahudiler nüfus olarak dünyanın binde biri civarında oldukları halde, tüm insanlığa hükmetmektedirler. Yeryüzündeki bütün paralar onlarındır. Bu Allah’ın onlara verdiği nimettir.
Bunu nasıl elde ettiler?
Önce faizle tüm altınları ellerine geçirdiler. Sonra karşılıksız parayı icat ettiler ve tüm insanlığı kendilerine köle yaptılar. Bundan kurtulmak aslında çok basit olduğu halde, insanlık onların gönüllü kölesi olmaya devam etmektedir.
Oysa, yapılacak iş çok basittir: Her devlet diyecek ki, mallarımı kendi paramla satıyorum. Yabancı para ile satmam. Fiyatlara da müdahale etmem. Sonuç, vatandaş dışarıdan bir şey almak için dışarıya bir şey satmak zorundadır. Böylece ihracat ithalata denk olur, dolar da kendi ülkesine döner.
Ama Allah lütfediyor, insanlığı Yahudilere köle ediyor!
Allah Hıristiyanlarla Yahudileri birleştirdi, Yahudilerin bu nimetinden Hıristiyanlar da yararlanıyorlar. Uygarlıkları dünyaya hakimdir. ABD, AB, Eski Sovyetler bu sayede dünyaya Hıristiyan olarak hakim olmuşlar, ama aralarında çıkan savaşlarda kırk milyon insan ölmüştür. Allah’ın ihsanı olan Tevrat ve İncil’e düşman olmuşlar, dinleri ortadan kaldırmağa çalışmışlardır. Bugün ateşler içindedirler.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا اقْتَتَلُوا (VaLaV ŞavEa elLAvHUv Mav ıQTaTaLV)
“Allah’ın meşieti olsaydı iktital etmezlerdi.”
Tekrar ederek Hıristiyanların iktital etmeyeceklerini söylemektedir.
“Va” harfi ile atfetmektedir. Yukarıdaki iktital bu iktitalden farklıdır.
Yukarıdaki iktital Avrupa’da mezhep kavgalarından doğmuştu. Küfürden değil imandan dolayı doğmuştu. İmanın fesadından doğmuştu.
Oysa 20. yüzyılın savaşları ise din düşmanlığından doğmuştur. Savaş sonunda ateistlerin tasfiyesi ile bitti . Bu savaş da Allah’ın meşieti ile olmuştur. Çünkü öyle olması gerekmekteydi.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ (253) (VaLAvKınNa elLaHa YaFGaLu MAv YuRİyDu)
“Velakin Allah murad ettiğini fiil eder.”
Hıristiyanlar ve Müslümanlar mağlup olmuşlar, ateistler galip gelmişlerdir.
Bu durumla elde edilen sonuçlar nelerdir?
a) Hıristiyanlık’ta ve İslâmiyet’te karışmış olan hurafelerin ayıklanması ancak ciddi mağlubiyetten sonra olmaktadır. Bu sayede dinler kendi kendilerini yenilemek zorunda kalmışlardır.
b) Hıristiyanlar ve Müslümanlar bu sayede birleşmişler ve aralarındaki din düşmanlığı sona ermiştir. Dinler arası diyalog böyle ortaya çıkmıştır.
c) Dinsiz dünyanın ne demek olduğu insanlara öğretilmiştir. Dinlerin nasıl Allah’ın büyük rahmeti olduğunu insanlık öğrenmiştir.
d) Dinlerde çözüm aranmaya başlanmış ve iman ile ilim arasında da uzlaşma meydana gelmiştir. İşte Allah bu sebeplerden dolayı 20. yüzyılın savaşlarını ortaya koymuştur.
Allah’ın meşieti olmasaydı onlar savaşmazlardı.
Burada ise “Allah dilediğini fiil eder” demektedir.
Bütün bunlarda Allah’ın iradesi vardır.
Çeşmeye önce su bağlarsın. Çeşmeden su akar. Kapattığın zaman suyun akması durur. Çeşmeye suyu bağlamak kaderdir. Çeşmeyi kapatmak kazadır.
Müdahale etmezsek her şey doğal kanunları içinde akar. Biz müdahale edince de doğa kanunları başka türlü akar. O halde olmuş olan bütün olaylar Allah’ın iradesi ile olmuştur. O’nun kaderi veya kazası ile gerçekleşmiştir. Hayırdır. Bizim ‘niye böyle oldu’ diye tasa çekmemize gerek yoktur. Bizim yapacağımız iş, yapacaklarımızı tesbit edip yapmaktır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYu HAv elLaÜIyNa EavMaNUu) “Ey iman etmiş olanlar.”
Hazreti Adem’den başlayıp peygamberlerin kıssalarını anlattıktan sonra, son olarak Hazreti İsa’dan bahsetmiştir. Ondan sonra da “Ey iman edenler” hitabı ile Kitabı sona erdirmektedir. Artık peygamberlerin kıssalarından 1-2 yerde bahsetmekte, mü’minlerin ne yapacaklarından bahsetmektedir.
İsrail oğullarını muhatap aldığı ve öyle anlattığı gibi, Bakara Sûresi’nde mü’minleri de muhatap alarak anlatmaktadır. Hazreti Muhammed ismi geçmemektedir. Çünkü artık resuller dönemi son bulmuş, Kur’an dönemi başlamış, ulema dönemi gelmiştir. Dayanışma ortaklıkları ile oluşan bir yönetim devri başlamıştır.
Kur’an yenilik olarak neleri getirmiştir?
a) İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları getirmiştir. Artık devlet bunlarla oluşturulacaktır.
b) İmam meclis tarafından seçilecek ve başkomutanı meclis atayacaktır.
c) Kamu görevlileri ile genel hizmetliler yürütme ile görevli olacaklardır.
d) Hakimler sisteminin yerini hakemler sistemi alacaktır.
e) Yerinden yönetim olacak, merkezî yönetimin yerini merkez bucaklar alacaktır.
f) Her bucak kendi şeriatını kendisi tedvin edecektir.
g) Kanun sistemi yerine içtihat ve icma sistemi geçerli olacaktır.
h) Asker olmak zorunlu olmayacak ama siyasi haklara yalnız askerler sahip olacaktır.
Kur’an’dan sonra en büyük sorun ve en büyük mucize, sanayileşmiş topluluklarda geçinme sorununu çözmek olacaktır. Bu sebeple hitaba oradan başlıyor.
أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ (EaNFıQUv MimMAv RaZaQNAvKuM)
“Size rızık olarak verdiğimizden infak edin.”
Bu sûre başlarken yine bu ifade ile başlamıştı. “Kendilerine rızk verdiklerimizden infak ederler” denmişti. Burada sûrenin son bölümlerinde yapılması gerekeni emir hâlinde ifade etmiş ve bundan sonra bu infakın anlamını açıklamıştır.
“İnfak” yalnız elde mevcut olanları harcamak değildir. “Mâ” eşyayı içerdiği gibi ameli de içerir. O halde kendilerine verdiğimiz emeği de üretime harcayın demek olmuş olur.
Allah’ın bize rızık olarak verdiği karbonhidratlardır, şekerlerdir. Onlar vücudumuzda depolanmıştır. Onları harcamak demek, kaslarda veya beyinde yakıp iş yapmak demektir. Tamamen biyolojik bir ifade yer almaktadır. Vücutlarındaki şekeri yakarak harcadıkları gibi, ambarlarındaki gıdaları da yiyerek harcarlar. Stok etmezler, bekletmezler. Zararla da olsa herkes çalışmak zorundadır. Çünkü stoklar eritilmezse üretim olmaz, insanlar işsiz kalırlar. Tüm vücut çalışamaz duruma geçebilir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ (MiN QaBLi EaN YaETiYa YaVMun)
“Bir yevm gelinceye kadar.”
“Yevm” burada nekredir. Dolayısıyla kastedilen yevm âhiret yevmi değildir. Bu dünyadaki kriz günleridir.
Bugün yeryüzüne krizler gelip geçmektedir. Çünkü tam gelişmiş ekonomi oluşmamıştır. Gelişmiş ekonomilerde stoklama yapılır da harcamalar yapılmazsa krizler oluşur. Krizleri atlatma son derece zor olur. Öyle bir ekonomi mekanizmasını kurmalıyız ki, bir yerde damar tıkanıklığı olursa onu açmalıyız. Kalbi durdurmamalıyız.
-Bankalar kalptir.
-Krediler kandır.
-Ulaşım kan damarlarıdır.
-Haberleşme sinirlerdir.
Kalbi duran insan ölür. Beyni duran canlı felç olur. Bu sebepledir ki ulaşım bedavadır. Haberleşme bedavadır. Genel hizmetler halka bedavadır. Buradaki “enfikû” emri, genel hizmetleri tesis edin anlamındadır. Bundan sonraki âyetler bize bu hususta bilgiler verecektir.
لاَ بَيْعٌ فِيهِ (LAv BaYGun FIyHı) “Orada bey’ yoktur.”
Kriz zamanlarının en belirgin özelliği ürettiğin malı satamamandır. Çünkü kimsenin elinde para yoktur. Sen satamayınca para alamıyorsun. Para alamayınca sen de mal alamıyorsun. Vitrinlerde mal bekler, aç karınlar da yiyecek bekler ama o ona parasızlık sebebiyle ulaşamaz. Bunun çaresi infaktır, yani malları vermektir. Keynes bu sırrı keşfetmiş ve 1930’ların krizi bu yolla atlatılmıştır.
وَلاَ خُلَّةٌ (Va LAv PulLaTun) “Ne de hulle vardır.”
“Hall” dişler arasındaki aralık, iki şey arasındaki boşluktur. “Halil” demek, yanında duran aralarında boşluktan başka kimse yoktur. Bu da asgari demektir.
Herkesin çok yakın bulunduğu bir kimsesi vardır. Bütün sıkıntılarını ona açar. O onun sırdaşıdır. Genellikle eşler arasındaki durum budur. Eşlerin birbirlerinden daha yakınları olmaz. Anneler için çocukları kocalarından daha yakın olurlar. Kocalar ise çocuklardan çok eşlere yakındırlar. Bu da tartışmalara sebep olmaktadır. Kriz o safhaya ulaşır ki, artık kimse kimseyle ilgilenmez durum alır. Herkes kendi derdine düşer, kimse kimseye yardım edemez hâle gelir.
Gelişmiş ekonomilerde merkezin durması, kalbin çalışmaması, para akışının olmaması tüm insanları felce uğratır. Herkes birbirlerini yemeye kalkışır. Para için çocuklar analarını ve babalarını öldürür. Böyle bir kriz oluşmadan gerekli tedbirleri alın diyor.
وَلاَ شَفَاعَةٌ (Va LAv ŞaFaGaTun) “Ve şefaat da yoktur.”
O gün şefaat da yoktur.
“Şefi’a” çift demektir, bir konuda kişiyi yalnız bırakmayıp sahip çıkma demektir.
Krizden evvel dayısı olan işini yaptırır, işi olur. Ama kriz gelince artık kimse bir iş yapamaz olur. Bugünkü Türkiye’de herkes vergi kaçırmaktadır. Farz edelim ki Türkiye’de herkes namuslu oldu, kimse vergi kaçırmadı. Herkes iyi vatandaş oldu. Bir sene sonra bütün işletmeler kapanır ve devlet hiç vergi alamaz olur. İnsanlar da açlıktan ölür. İyi ki bugün rüşvet var, vergi kaçırılıyor da bu sayede devlet yıkılmıyor. Ya rüşvet olmasaydı? O zaman tüm işletmeler iflas ederdi. Çünkü vergiler o kadar ağırdır ki, onun altından halkın kalkması mümkün değildir.
Şefaat, sonuç itibariyle adam kayırmadır. Bugün adam kayırmadan iş yapmak mümkün değildir. Rüşvetsiz iş yapılamaz. Rüşvet ise devleti yıkar.
İşte, kriz zamanı öyle bir zamandır ki, artık rüşvet de işe yaramaz olur.
Kur’an, büyük kriz gelmeden infak edin diyor.
Şimdi “Adil Düzen”i yeniden tanımlayalım.
“Adil Düzen” demek, ekonomik krizleri önleyen düzen demektir.
Ekonomik krizler nasıl doğar?
Faizli sistem enflasyonu doğurur.
Enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini ortaya çıkarır ve işletmeler çalışamaz olurlar.
İşsizlik doğar, işsizliğin sonucu açlıktır.
Açlığın sonucu borçlanmadır.
Borç yolsuzluğa götürür.
Yolsuzluk rüşveti getirir.
Rüşvet isyanı getirir.
Sonuç; ülke çöker.
Eski toplulukların başlarına gelenler daha çok “doğal âfetler”dir.
Oysa bugün daha çok “sosyal âfetler” insanlığa musallat edilmiştir.
Bunun tek ilacı “Adil Düzen”dir; adil bir düzen değil, “Adil Düzen”dir.
Çünkü birçok adil düzenler yoktur, “Adil Düzen” bir tanedir.
وَالْكَافِرُونَ هُمْ الظَّالِمُونَ (254) (Va elKAfIyRUvNa HuMu elJAvLIMUvNa)
“Zalim olanlar kâfirlerdir.”
Buradaki “kâfirun” infak etmeyenlerdir, nankörlerdir. Onlar zalimdirler. Hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmektedirler.
Tekrar edelim ki, buradaki infak sadece mâli infak değildir. Bedeni çalışma da dahildir.
“Adil Düzen” için çalışılacaktır. Maddi imkanlar da harcanacaktır. Bu farzı kifayedir.
Yenibosna’da birkaç kişi çalışıyorsa, bütün insanlığın yükü onlara yüklenmiş demektir.
Tefsirlere sondan başladık, sûre sûre ilerledik. Bu Bakara Sûresi en büyük sûredir.
Biz şimdi emirleri almış olacağız. Kur’an’ı dolaşmış olduk. İzmir’deki çalışmaları da birleştirilerek Kur’an’ı yorumlama metodu üzerinde bir örnek verdik. Belki Allah’ın yardımı da yakınlaşmıştır. Bu dönemde de bir Ömer ortaya çıkacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-422 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-252 İstanbul, 18 Ağustos 2007
SU KESİNTİLERİ VE SELEM SİSTEMİ
Ankara’da sular kesilmiş. Halk haftanın bazı günlerinde susuz kalacakmış.
Ankaralıların çok beğendiği başkan ancak CHP’lilerin yaptığını yapabilmiş. Adil Düzen yönetimi ne yapardı? Ankara’daki suların yetmeyeceği belli olmuştur. Ne gibi tedbirler alınabilir?
Sular için en önemli mesele suların depolanmasıdır. Sular nasıl depolanır?
a) Sular barajlarda depolanır. Satın alınan sular buralara doldurulur. Burada alınacak tedbir, barajların yüzeyini buharlaşmayı önleyecek şekilde kapatmaktır. Bunun için mum veya plastik, tahta örtü kullanılabilir.
b) Yeraltı katmanlarında depolanabilir. Bu da jeolojik yapılara göre havzaların bulunmasıyla depolanır, sonra pompalanarak kullanılabilir. Suların kaçmaması için kenarları çimentolama veya kireçleme teknolojisi kullanılabilir.
c) Dağlardaki karların erimemesi için dağların üstü yalıtkan yansıtıcı toprakla örtülebilir.
d) Sular büyük plastik torbalarda depolanabilir.
Bu depolama işlerini halk yapar, özel sektör yapar.
“Sular Vakfı” mevsimlere göre sipariş verir. Bu siparişlere göre halktan parasını peşin alır, günü gelince de suları belediye satar, yani “peşin ödeme-selem sistemi” çalışır.
Suların temini de şu yollarla sağlanır.
a) Yağan yağmurları depolamak.
b) Yeraltı sularını çıkarmak.
c) Uzak yerlerden borularla su getirmek.
d) Mevcut pek çok suları arıtmak.
Bu işleri de halk ve özel şirketler yapar. Bunun için suları peşin para ile satın alırlar.
Depoları olanlara sipariş veriyorsunuz, parayı peşin ödüyorsunuz. Onlar da suları temin edeceklere sipariş veriyor, parayı peşin ödüyor. Bunların siparişleri yirmi yıllık da yapılabilir. Ben yirmi yıl senden şu kadar metreküp su alacağım diyorsun. Parasını şimdi veriyorsun. O da ona göre yatırımını yapıyor. İhale fiyatları ile yapmıyorsun. Sen ilan ediyorsun. O fiyatla taahhüt edene güvence vermek şartı ile krediyi veriyorsun.
Böylece suları temin eden satıcılarla, suları depolayan aracılar kredilendirilmiş olmaktadır. Kredi peşin ödeme ile yapılmaktadır.
Bu sefer halka dönüyorsun, Ankara halkına dönüyorsun:
a) Önce halkına asgari suyu bedava olmak üzere hesaplıyorsun. Suyun değerini hesaplamaya asgariden başlıyorsun. Asgari su miktarını taahhüt edinceye kadar yavaş yavaş yükseltiyorsun. En son fiyatı ile bütün suları alıyorsun. Böylece öncelikle Ankara halkının asgari zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak ve susuzluktan öldürmeyecek kadar suyu temin etmiş oluyorsun.
b) Akbile benzer sayaçlardan herkes her gün o kadar suyu bedava alıyor, su kesilmiyor ama günde alınacak su sınırlanmış oluyor. Bakınız, çok basit bir teknoloji ile su kesilmiyor ama halk sınırlı olarak su kullanabiliyor. Günlük olarak çekebileceği su bu kadardır.
c) Bundan sonra artık sular tarihlenerek kişiler paraları ile erken su sipariş verebiliyorlar. Akbil üzerinde tarih yazılıdır. O gün satın aldığı kadar fazla suyu çekebiliyor. Bunun için de yine günlük siparişler veriliyor. Önce alış ucuz-satış ucuz fiyatlar verilerek ilan ediliyor. Sonra alış ve satış fiyatları yaklaştırılıyor. Bunların kesiştiği yerde alış fiyatı ile satış fiyatı eşit olur ve alış miktarı ile satış fiyatı da eşleşir. Böylece “peşin ödeme-selem usulü” ile sular temin edilmiş olur. Belediye isterse arada fark varken keser. Dolayısıyla farkı ile parasız verdiğiniz kısımları da bununla karşılaşırsınız. Bu sipariş yılın her günü için yapılır.
d) Gelecek yıllara ait sular için de belediye siparişler alır ve siparişler verir. Bunu da “selem senedi” ile yapar. Mevsimlere göre ayırmaz, yıllara göre ayırır. Sonra o suları o yıl içindeki siparişlerle denkleştirir. Mevsimlere göre ucuz veya pahalı yapar. Onun için selem senedi ile alınıp satılan mevsimlik selem senetleri çıkarılır.
İşte, “Adil Düzen” makroda yirmi yıllık planlama yapar. Bunu her yıl periyodik olarak yapar. Yani yirmi yıl sonrasını her yıl ihale etmiş olur.
Burada fiyatlarla suların miktarı korunur. Hiçbir zaman sular kesilmeksizin sadece fiyatlar ve günlere göre fiyatlar yükseltilir, düşürülür. Alış fiyatları ile satış fiyatları düşürülür veya yükseltilir. Bununla beraber her akşam ertesi günün siparişsiz fiyatları da ilan edilir. Akbille istendiği kadar su çekebilir ama bu pahalı olur.
İşte şimdi anladınız mı?
“Adil Düzen” suyu kesmeden pahalılaştırarak dengeliyor.
Cari düzen ise sizi susuz bırakıyor, sizi pislik içinde bırakıyor.
Yarın elektriği de öyle yapacak, gazı da öyle yapacak, diğerlerini de öyle yapacak.
Bu Melih Gökçek’in günahı değil, mevcut düzenin günahıdır. Hep söylüyor, yazıyor ve hatırlatıyoruz; düzene oy verenler zulmüne de katlanmalıdırlar.
Bunlar bunları bilemeyebilirler. Ama bunlar bizden yetiştiler, bizi biliyorlar. Kör, sağır ve dilsiz olmasalar öğrenirler. Ankaralılar, suyunuzun kesilmesini istemiyor musunuz? Yakında seçim vardır. “Adil Düzen”den başkasına oy vermeyiniz. O da yoktur demeyiniz. Siz talip olun, onlar çıkar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-422 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-252 İstanbul, 18 Ağustos 2007
AK PARTİ, RTE VE YENİ MEDENİYET
Bin yılda bir uygarlık yenilenir. Bu yenilenme Hazreti İsa’nın doğum yılından biner yıl sonra başlar. III. bin yıl uygarlığı II. Kur’an uygarlığı olacaktır. Uygarlığın oluşturulması bir kavme verilir.
Allah III. bin yıl uygarlığını oluşturma görevini Türklere vermiştir. Hazırlık birkaç asır önce başlar. Türkiye iki asırdan beri yeni uygarlığı kurmak üzere hazırlanmaktadır. Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezinden doğar. III. bin yıl uygarlığı İslâm uygarlığı ile Batı uygarlığının sentezinden doğacaktır. Bunu Türkler yapacaktır. Türkiye’de cereyan eden olayları bu gözle tahlil etmeniz gerekmektedir.
1900’lara gelinceye kadar Türkiye’de İslâm düşmanlığı yoktu. 1900’larda alenen İslâmiyet’e saldırılmış, Allah yoktur diye kitaplar yazılmıştır. Bu dinsizleşme hareketi 1933’e kadar sürmüş, Mustafa Kemal’in “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir.” sözü ile son bulmuştur. Ondan sonra 34 yıllık duraklama dönemi geçirilmiştir. 1967 yılında Akevler’in kurulması ile bu dönem de son bulmuştur. Bu yeni dönem de 33 yıl sürmüş, 2002 yılında yeni dönem başlamıştır.
Türkiye’de adım adım iktidara yaklaşılmıştır. 1969’da bağımsız adaylık, 1973’te Cumhuriyet Halk Partisi ile koalisyon, 1980’lerde Kenan Evren Turgut Özal ikilisi, 1990’larda en büyük parti, 2000’li yılarda Anayasa ekseriyeti. Böylece “Adil Düzen”e doğru adım adım gidilmiştir.
AK Parti son seçimde yüzde elliye yakın oy almıştır. Bu “Adil Düzen”in zaferidir.
1) 28 Şubat’tan sonra AK Parti iktidara gelmiş, hiçbir şey yapmamış ama iktidarı korumuştur. Halkımız 28 Şubat hıncını teyiden AK Parti’ye iktidarı vermiştir.
2) A. Necdet Sezer’in takındığı hasmane tavır halkı rahatsız etmiş ve bunun karşılığını vermiştir. Askeri müdahale olmuş ve devlet başkanı taraflı kalmıştır. Bugün orada oturması da sadece baskı yoluyla olmaktadır.
3) Erbakan iktidarını parçalamak için Erdoğan ile Gül desteklenmiş ve Millî Görüş parçalanmıştır. Bu parçalanmada ayrılanlar kadar onları iten SP de sorumludur. Halk Erdoğan’a veya Gül’e değil, Millî Görüşe oy vermiştir. Erdoğan ve Gül de Bülent Arınç’ı yanlarına alarak Saadet Partisi’nin döktüğü oyları toplamışlardır.
4) Erbakan’ın konuşmaları, CHP-MHP işbirliği, askeri beyanlar, cumhurbaşkanını seçtirmeme AK Parti’yi büyük oy desteği ile tekrar iktidar yapmıştır. Hele tüm CHP ve Sezer’in Meclis’i tatile götürecek anayasaya karşı olan girişimleri bugünkü şartları oluşturdu.
MHP AK Parti için nimet olmuş, CHP ile didişmekten kurtulmuştur.
AK Parti’nin dışa karşı kazandığı zaferlere karşılık, içte büyük çökme vardır.
a) 160 milletvekilini onlara danışmadan devre dışı bırakmıştır. Ben bu sebeple AK Parti’ye oyumu vermedim.
b) Gül’ün adaylığında ısrar ederek Gül’ü tasfiye etmiştir. Bu şekilde hareket edilerek AK Parti içinde bölünme tohumları atılmıştır.
c) Bülent Arınç da aynen Gül gibi zamanla tasfiye edilecektir. Milletvekilleri listesi yapılırken onlara danıılşmamıştır.
d) Şimdi hükümeti kurarken de kalan Millî Görüşçüleri tasfiye edecektir.
Böylece ampulün patlaması için ne gerekiyorsa yapılmıştır.
Bunların R. Tayyip Erdoğan tarafından tezgahlandığını sanmayın. Bütün bunlar dış güç/ler tarafından desteklenmiştir. AK Parti’yi çetin günler bekliyor. Erdoğan’ın tasfiyesi de uzak ihtimal değildir.
160 milletvekilini tasfiye et, İslâm düşmanı solcuları listelerin başına koy!
Bunu normal düşünen insanın yapmasına imkan yoktur. Bunlar gelirken tevbe ederek gelmediler, partiyi ele geçirmek veya yıkmak için geldiler. Bu oyunun dışardan tezgahlandığı İlhan Kesici’nin CHP’ye girmesi ile bellidir. Önümüzdeki dönemde partiler parçalanacaktır.
Peki, bunun sonucu ne olacaktır?
Tarihi gelişmenin zaruri sonucu, İlâhi takdirin gereği iki şeyden biri olacaktır. Ya Türkiye “Adil Düzen”e giderek helakten kurtulacak, ya da iç çekişmelerle Osmanlının akıbetini Cumhuriyet beklemektedir.
Fakat Kur’an’a dayanarak size haber veriyorum ki, Türkiye öyle de olsa yeniden yeni istiklâl savaşını yapacak ve yeniden Türkiye cumhuriyetini kuracak, “Adil Düzen” öyle gelecektir.
Osmanlılar da Timur’a yenilmişler ama sonra beşyüz yıldan fazla dünyayı yönetmişlerdir. Onların torunları Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuşlardır. Bizim derdimiz, devletimiz yıkılmadan “Adil Düzen”in gelmesidir. Biz devletimizi yaşatmak için çırpınıyoruz. Ama yıkılsa bile, asla ümitsiz durumda olmayacağız. Düşmanlarımızın hevesleri kursaklarında kalacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92