ADİL DÜZEN 424
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 01 Eylül 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 424. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
AK PARTİ NELER YAPMALI?
KRİZ Mİ, GELİŞME Mİ?!.
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 86. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمْ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنْ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(257) أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَاجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رَبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّي الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللَّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنْ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنْ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(258)
اللَّهُ (elLAHu) “Allah”
“Allah” kürsi âyetinde zatı ile yani bizi ve kâinatı yaratan olarak tarif edilmiştir.
Burada ise halifesi olan toplulukların velisi olarak tarif edilmektedir Dinde zorlama yoktur. Rüşt gayden ayrılmıştır demiştir. Şimdi burada O’nun halifesi olan toplulukların velisi “Allah” tarif edilmektedir.
Allah kâinatı yaratmış, kâinatı kullanmak ve orada kendi adına emaneti muhafaza etmek üzere insanı yaratmış ve onu kendisine halife yapmıştır. Bir de onun amellerini dengede tutan kâfirleri yaratmış ve onlara da muhalefet görevi vermiştir. Muhalefet görevi yüklenen kâfirleri bir parti yapmış, iktidar görevi yüklenen mü’minleri ayrı parti yapmıştır. İktidar partisinin başına kendi halifesi olan topluluğun başkanını koymuştur. Mü’minlerin görevi yapmaktır, kâfirlerin görevi yıkmaktır. Yıkmak yapmak içindir. Yenisinin ve daha iyisinin gelmesi için eskisi yani bozulmuş olan yaşlısı yıkılacaktır.
Allah yıkmayı değil yapmayı murat ettiği için O yapanların yanındadır. Kendi adını kullanma imtiyazını onlara vermiştir.
“Allah” burada müptedadır, bundan sonra gelen cümleler haberdir.
وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا (VaLıyYu elLaÜıYNa EaAvMaNUv) “İman etmiş olanların velisidir.”
“Allah iman etmiş olanların velisidir.”
Yeryüzünde iki parti vardır; hizbullah ve hizbuşşeytan. Allah’ın hizbinde olanlar yeryüzüne salahı, islâmı yani barışı getirmek için çalışırlar; şeytanın hizbinde olanlar ise ifsad için çalışırlar. Her ikisini de var eden Allah’tır. Şeytan ‘beni ateşten yarattın’ diyor. Şeytanın da halikı Allah’tır, onun hizbinin halikı da Allah’tır. Mü’minlerin partisi Allah’ın partisidir. Çünkü esas olan onlardır. Karşı tarafta olanların görevi muhalefettir, yani mü’minlerin iyi olmalarını sağlamadır.
Biz şimdi Kur’an okuyoruz, Allah’ın hizbine kaydolmuşuz. Bu Allah’ın bize olan en büyük ihsanıdır. Ne kadar şükretsek yine azdır. Şükretmemiz görevlerimizi yerine getirmektir.
Yerine getirmemiz gereken bu görevimiz nedir?
Şeriatı tamamen yeniden anlamaktır. Baştan başlayarak her şeyi yeniden anlamak zorundayız. Kur’an’ı yeniden anlamak zorundayız. Allah Kur’an’ı yeniden bize nâzil etmiştir. Bugünkü hayatımızı düzenlemek için onun mânâsını yeniden bize inzâl etmektedir. Zalim düzensizliklerin içinde helâk olup gitmememiz için Allah’ın bize yüklediği şerefli görevi mutlaka yerine getirmek zorundayız.
Allah bizim velimiz olmuştur. Bu şerefli görevi yerine getirmek üzere biz kendisi için canımızı verecek kadar hazır olmalıyız.
“Velayet” ne demektir, “velilik” ne demektir?
“Veli” bel, sırt demek, arka demektir. Allah mü’minlerin velisidir, onların arkasıdır.
İslâmiyet’te devletin temeli velayettir, dayanışma ortaklığıdır.
İnekler dinlenecekleri zaman sırt sırta verirler ve bir daire oluştururlar. Başları dairenin dışına doğrudur. Canavar saldırsa, bir yerden görülse, hemen birbirlerine haber verir ve tedbir alırlar. Boynuzları ile canavarı def ederler. İşte bu şekildeki dayanışma suretiyle kendilerini canavarlara karşı savunurlar. Buna “velayet” denir.
Diğer taraftan insanlar evlerini de böyle halka şeklinde yapar, ortasını güven altına alırlar. Buna “mena” denmektedir. Menaya girmek ise emandır. Menayı güven altına almak demek, iman etmek demektir. İnsanlığın güvenini sağlamak amacıyla oluşan ortaklık iman etmiş olanların ortaklığıdır. İnsanlar aşiret içinde velayet içine girerler, dayanışma içinde olurlar. İnsan aile içinde doğar ve büyür, evlenir ve kendisi aile kurar. Sonra yaşlanır ve ölür; aile içinde ölür. Ne var ki aile tek başına yaşama imkanına sahip değildir. İnsanlar ve aileler birleşerek birlikte yaşarlar, dayanışma ve yardımlaşma içinde yaşarlar. Bugün aile küçülmüş, aşiret ise dağılmıştır.
İşte, iman etmek demek, aşireti/ocağı tesis etmek demektir. Günde beş vakit namazı beraber kılmaya başlamak demektir. Kadınların temizlik, erkeklerin bekleme nöbetlerini tutmaları demektir. Yani mü’min olmaları demektir.
Sonra kabilelerini/bucaklarını oluşturacaklardır. Bucaklar ortak çalışma yerleridir. Orada dayanışma içine gireceklerdir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kuracaklar, kendilerini emana alacaklardır. Allah her insanla ayrı ayrı beraberdir. Her aşiretle ve her kabile ile de beraberdir. Ocak ve bucakla beraberdir. Günde beş defa Allah’la buluşur, O’nun emirlerini ve talimatlarını alırız. Haftada bir defa da kabile içinde O’nunla buluşup haftalık işlerimizi tanzim ederiz.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur, beş vakit namazı kılan cemaattir, Cumaları kılan cemaattir. Buralara, bu topluluklara devam etmek demek, Allah’a inanmak demektir. Onun için imanın şartları arasına namaza devam da alınmıştır. Namazlara gelenler mü’mindir.
İşte, biz bugün madem ki Allah’ın istediği bir şekilde beş vakit namaz kılamıyoruz, Allah’ın istediği bir şekilde Cuma kılamıyoruz; bu durumda biz henüz iman etmiş değiliz. Fıkıhtaki namazı kılabildiğimiz gün mü’min oluruz. Biz henüz Mekke dönemindeyiz, Medine dönemine geçmiş değiliz. Hayatımızı namazımıza göre düzenlemiş değiliz.
Biz henüz iman etmedik ki Allah velimiz olsun. Eğer biz bugün sıkıntıda isek, bunun sebebi henüz aşiretimizi ve kabilemizi oluşturamamış olmamızdır. Hicret edip velayetimizi ve emanımızı kuramamış olmamızdan dolayıdır. Gerçekten iman etmiş olmak için neler yapmalıyız?
a) Önce on kadar aile bir araya geleceğiz ve “Adil Düzen”i öğreneceğiz. “Adil Düzen” Kur’an’la öğrenilir, Kur’an’ı usulü içinde okumamızla öğrenilir. Kur’an’ı usulü fıkıh içinde öğreneceğiz. Kur’an bizim ana kitabımızdır. Biz onu atalarımızdan devraldık, onların anladıkları şekliyle devraldık. Onlar olmasaydı biz kitabı nereden bilecektik. Ama onlar Kur’an’ı kendilerine göre anladılar. Biz de kendimize göre anlayacağız. Arapçayı öğreneceğiz. On aile aşiret içinde iman etti ve Allah da onlarla beraber oldu mu, birinci adım atılmış demektir. Bunu başarmak kolay değildir. Biz 1967’den beri bunun için uğraştık ama başaramadık. Bununla beraber bunu gerçekleştirmek için şartlar hazırladık.
b) Ondan sonra yüz veya bin dönümlük yer bulacak, oraya on aileyle hicret edeceğiz. Orada kabilemizi yani bucağımızı bir belde olarak kuracağız. Mü’minler malları ve canları ile oraya geleceklerdir. Orada kooperatif içinde düzenimizi kuracağız. Tapuları ortaklara vermeyeceğiz, dolayısıyla bize uyum sağlamayanlar ortaklıktan çıkarılacaktır. Orada Cuma namazlarımızı kılacağız, haftalık toplantılarımızı yapacağız. Orası örnek kent olacaktır. İşte biz böyle bir bucak kurduğumuz zaman Allah bizim velimiz olacak, o topluluk içinde Allah tecelli edecektir. Biz Akevler’de aşiretimizi kurmadan bucağımızı kurmaya başladık. Büyüdük ama “Adil Düzen”i getiremedik. Hatamız, aşireti oluşturmadan kabilemizi kurma isteğimizdir. Ondan sonra F. Gülen cemaati dünyayı fethetti, okullar kurdu. Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu. Ama bütün bunlardan sonra, faiz ve zina uygarlığına girmek için kapıda pineklemektedirler!
c) Kurulacak Adil Düzen bucağı örnek alınacak ve İstanbul Adil Düzen bucakları ile dolacaktır. Çünkü kriz dönemleri gelecek ve insanlar Adil Düzen bucakları dışında bir yaşama imkanı bulamayacaklardır. İşte o zaman İstanbul süratle teşkilatlanarak bir Adil Düzen merkezi olacaktır.
d) Nihayet İstanbul’dan Türkiye’ye yayılacak ve Anadolu “Adil Düzen”e kavuşacaktır. Ülkemizdeki her beş aileden biri İstanbul’da yaşamaktadır. Anadolu’ya “Adil Düzen”in gelmesi İstanbul’dan sonra birkaç yılı alır.
e) Bundan sonra bütün insanlık “Adil Düzen”e göre şekillenecektir. Buraya varma bir iki asır alacak, III. Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır.
يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ (YuPRiCuHuM MiNa elJuLuMAvTı EiLay elNUvRi)
“Onları zulumattan ihrac eder.”
Onları zulumattan nura ihrac eder. Mü’minleri zulumattan nura ihrac eder.
Bugün dünya zulumattadır. Sokaklar elektrik ampulleri ile aydınlanmıştır ama insanlar karanlıklar içine gömülmüştür. Siz evinizin üstündeki ve evinizin altındaki insanları görüyor musunuz, tanıyor musunuz? Sokakta rastlasanız komşunuz olduğunu biliyor musunuz? Tanımıyor ve bilmiyorsunuz. O halde siz karanlıklar içindesiniz. Çünkü çevrenizi göremiyorsunuz.
Şeriatı olmayan, kuralsız yaşayan topluluklar karanlıklar içindedir. Çünkü onlar Tevrat’ı ve Kur’an’ı taklit ederek kanunlar yapıyorlar ama o kanunlara uymuyor, istedikleri gibi yorumluyorlar. Sizin için kanun diye bir şey yoktur, memur o gün ne anlamışsa kanun odur! O halde kanunsuz ve kuralsız bir dünyada yaşıyorsunuz demektir. Bu zulumat değil midir?
Hastalansanız hangi doktorun tedavisine düşeceğinizi bilmiyorsunuz, size ne tedavi uygulayacağını bilmiyorsunuz. İşte bu durum zulumattır. Yarın ne iş yapacağınız belli değildir. Her an işinizi kaybetme veya işten kovulma ile karşı karşıyasınız. İşte, zulumatta olmak demek, bilgisizlik demektir. İstikrar yok demektir.
Eskiden insanlar birbirlerini tanıyor, yakın kimselerle ilişkiler kuruluyordu. Şimdi tüm dünya tek bir köy hâline geldi. Yedi milyar insan bir yerde toplanmış gibidir. Ama karanlıklar içindeyiz. Birbirimizden haberimiz ve bilgimiz yoktur. Nerede neyimiz var, haberimiz yoktur. Dolayısıyla hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz hususu karanlıklar içindedir. Türkiye’de kayıtsız ekonomi var demek, karanlıklar içindeyiz demektir. Herkes körebe oynuyor demektir.
Allah bize vermiş olduğu emirlerle bizi aydınlığa çıkarmak istiyor.
إِلَى النُّورِ (EiLAy elNUvRı) “Nura”
Bir odaya girdiğinizde orası karanlıksa, sağa gider ve bir şeye çarparsınız, sola gider bir şeye çarparsınız. Ama bir mum bile sizin çevrenizi aydınlatır ve siz her tarafı görürsünüz. Bu sayede aydınlığa çıkar ve selametle istediğiniz işi yaparsınız.
İnsanlar şimdi karanlıklar içindedir. Zulumatla zulüm birlikte sokaklarda dolaşıyor.
Aydınlığa kavuşmamız için neler yapmamız gerekir?
a) Önce örgütlenmemiz gerekir. Örgütlenmemiş topluluk malzeme yığınıdır. Örgütlenmiş topluluk makine gibidir. Ocaklar, bucaklar, iller, ülkeler ve insanlık olarak örgütlenmeliyiz. Ailelerin yanında semtler, ilçeler, bölgeler ve kıtalar birliklerini oluşturmalıyız. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklılarını kurmalıyız. Evrak, zimmet, envanter ve tapu kayıtlarını yapmalıyız. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî imtihanları yapıp teminatlı ehliyetler vermeliyiz. Planlama, sağlık, bakım ve güvenlik kurumlarını kurmalıyız. Millî basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetlerini vakıflar şeklinde oluşturmalıyız. Tescil, tesbit, tahkik, soruşturma ve hakemlik sistemlerini kurmalıyız. Hâsılı, genel hizmetleri oluşturmalıyız. Böylece biz her türlü hizmetlerle birbirimizi ve mallarımızın varlıklarını bilmiş oluruz.
b) Örgütlenmeden sonra her türlü kayıtları tutmalıyız. Mesela, benim geçmişteki hastalıklarım kayıt içine alınmalıdır. Dünyada neler var, neler yok, bilmeliyim. Örgütlenme ve kayıtlar içine alma.
İşte, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran nur bunlardır. “Adil Düzen” bunu sağlamaktadır. Bunun düzeni bulunmaktadır. Kur’an bize bunları yapmamızı emrederken bizi zulumattan aydınlığa çıkarmaktadır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okuduğunuz zaman, orada o düzenin bir bütün olduğunu görürüz. Yani parça parça değil, hepsi birden nurdur. Orada her şey açıktır ve serbesttir. Açıktır, çünkü her şey kayıt altına alınmıştır ve insanlar birbirleriyle ilgi kurabilsinler diye örgütlenmişlerdir. Bir insana ulaştığım zaman onu tanımak için komşulara sormayacağım. Ya ne yapacağım? Kayıtlara bakacağım ve onu kayıtlardan öğreneceğim. Bugün başka türlü hayat sürmemiz mümkün değildir. Her gün herkesle karşılaşıyoruz. Kimin kim olduğunu bilgisayardan öğreneceğiz.
Evimize boyacı mı geldi? Adını soracak ve bilgisayara bakacağız. Mensup olduğu kabilesini öğreneceğiz. Sonra hangi dayanışma ortaklığında olduğunu öğreneceğiz. Tezkiye derecesini bileceğiz. Ona göre boya yaptıracağız veya yaptırmayacağız.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا (Va elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanlar.”
Küfretmiş olanlar, gizleyenler, kapalı çalışanlar, varlıklarını inkâr edenler, nankörler.
Yirmi beş genel hizmet vardır. Sadece bir tanesi, evrak kaydı yarı yarıya gizlidir. Tecessüs etmeyin âyetine uyarak onun mahremiyetine ittila etmeyiz. Onun dışındaki yirmi dört genel hizmet açıktır. Hiçbir şey gizlenmez. İnsanlar birbirlerini kandırmazlar. Oldukları gibi görünürler.
Bunun yararı nedir?
Herkes iyi olmaya çalışır, iyi görünmeye çalışmaz. Bu da insanları iyilikte yarışa götürür.
“Adil Düzen” aynı zamanda ahlâki düzendir İslâmiyet’te gizli istihbarat örgütü yoktur. Çünkü her gizlilik sonunda fesada gider. Açık istihbarat örgütü vardır. Getirdikleri haber hemen ilgiliye bildirilir. Böylece, kötü niyetli biri ‘yaptıklarımdan haberleri var’ deyip onları yapmaktan vazgeçebilir.
أَوْلِيَاؤُهُمْ الطَّاغُوتُ (EaVLıYAvEuHuMu elOAvĞUTu) “Onların evliyası taguttur.”
Onların dayanışma ortakları taguttur.
“Tagut” yani tuğyan burada marife gelmiştir. Demek ki bunlar da bir kuruluştur. Bunlar şeytan ehlidir, şeytanla beraber olanlardır. Gizli kapaklı toplantılar, gizli kuruluşlar, yeraltı faaliyetleri taguttur. Onların görevi bozmak ve dağıtmaktır. Savaşların körükleyicisidirler. Sen savaşacaksın, öleceksin ama öldürmeyeceksin, esir almayacaksın. Kimsenin toprağını işgal etmeyeceksin. Peki, niye savaşacağım? Ortalık karanlıklar içinde olsun diye mi savaşacağım?!.
“Tagut” kelimesinin yorumunu şöyle yapacağız. İdam cezasını kaldıran, hapishaneleri otele çeviren, gizliliği kutsallaştıran, savaştıran ama esir aldırtmayan, işgali yaptırmayan zihniyet taguttur.
Sömürü sermayesi tagut olarak adlandırılır. Belirlilikten belirsizliğe giden yollar taguttur. Merkezi yönetim taguttur. Çünkü “merkezi yönetim” demek birçok kanunlar demektir ama; uygulanmayan ve halk tarafından bilinmeyen kanunlar demektir. Oysa “yerinden yönetim” ora halkının kendi işleri için koydukları bir sistemdir, kurallardır. Türkiye’nin değişik yerlerinde ve değişik zamanlarda gerekli olan bütün hususlar için bir yasalar düzeni öğrenilemez ve uygulanamaz. Oysa her ocak ve bucak kendilerinin sorunlarını çözen kuralları yaşayarak öğrenip öğretmektedir.
يُخْرِجُونَهُمْ (YuPRıCUvNaHuM) “Onları ihraç eder.”
İnsanlık bugün sosyal tufana doğru gitmektedir. İnsanlığı sosyal tufana götürenler kimlerdir? Çevre kirliliği yapan, yeraltı faaliyetleri ile insanlığı birbirine kırdıran, savaşları alevlendiren, yeryüzünü barut deposu hâline getirenler kimlerdir? İşte onlar taguttur. Tagut insanlığa saadet yerine açlık ve yoksulluk getirmektedir.
Bir kimse yarın ne iş yapacağını bilmezse, nasıl yaşayacağını bilmezse, o kimse karanlıklar içinde değil midir? Ürettiği malı nereye satacağını bilmeyen karanlıklar içinde değil midir?
Oysa yılbaşında selem yoluyla sipariş vermişse, herkes işini ve aşını bulmuş durumdaysa, bu aydınlık değil midir?
Gizli cinsi ilişkiler kurulan veya zinanın serbest olduğu bir dünya, doğacak çocuğun kime ait olduğunun bilinmediği bir dünya, karanlıklar dünyası değil midir? Oysa, normal şekilde evlenip çocuğun kimlerin akrabası olduğu belli olan dünya aydınlıklar dünyası değil midir?
مِنْ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ (MiNa elNUvRı EiLAy elJuLuMAvTı) “Nurdan zulumata götürmek.”
Bugün ekonomik bir hareket vardır. Herkes çalışıp yaşamaktadır. Bütçenin dörtte biri maliye bakanlığına gitmekte ve vergi tahsili için harcanmaktadır. Kayıtlar tutulmakta, yazılar yazılmaktadır. Bir o kadar da işletmeler ve o işletmelerin muhasebesini tutan serbest muhasipler bulunmaktadır. Demek ki devlet gelirlerinin yarısını kendisi harcamaktadır. Verim yüzde ellidir.
Oysa,” Adil Düzen”e göre vergi tarh edilse ve toplansa, bu oran yüzde sekize inmektedir.
Bu kadar kayıt dışının yapıldığı bir dünyada yazılanların hayatla alakası bulunmamaktadır. Herkes vergi kaçırmakta ve ekonomi kayıt dışı faaliyet göstermektedir. Vergi kaçırayım diye hiç kimse gerçek muhasebesini tutmamakta, dolayısıyla herkes karanlıklar içinde yaşamaktadır.
Merkezi yönetim ve gelir vergisi sistemi karanlıklar dünyasıdır. Zulumat yalnız yeraltı faaliyetlerinde, mafyada ve CIA’da değildir. Tüm muhasebe ve maliye bakanlığı gerçeklerden uzak hayali bir dünyanın kayıtlarını yapmakta, insanları aydınlıktan zulme götürmektedir. Kişi kazandıklarını göstermemek için hep gizli bir dünyada faaliyet göstermektedir.
İnsanlar hürdür, istediklerini yapmakta serbesttir. Ama yaptıkları işler açık olacaktır. Birbirimizin neler yaptığını bilmemiz gerekmektedir.
İslâm ceza düzeninde suçlar çok basit ve sadedir.
a) Hataen işlenen cinayetler diyete dönüşmekte, kişiye bedeni ceza verilmemektedir. Diyet de fail tarafından değil, âkilesi yani dayanışması tarafından ortaklaşa ödenmektedir. Gizlemesi hâlinde ise hata olmaktan çıkmakta ve kasta dönüşmektedir. Böylece aydınlık zorlaması vardır.
b) Açık işlenen kasdi cinayetlerde kısas hükümleri geçerlidir. Mağdurun affı ile diyete dönüşmektedir. Çünkü bunlarda aydınlık vardır. Af ihtimali olduğu için kişiler cinayetlerini gizlememektedir.
c) Gizli işlenen cinayetler ise cezalandırılmaktadır. Artık bunlarda af bulunmamaktadır. Yani bir kimse adam öldürür de itiraf ederse cezası kısastır ama ekseriyetle affedilmektedir. Oysa, eğer kişi cinayetini gizlerse ve biz onun cinayetini ortaya koyarsak, o zaman artık bunun affı yoktur. Öldüren öldürülür. Kolunu ve ayağını keseriz.
d) Bunun dışında kişilere değil de topluluklara karşı işlenmiş suçlar vardır. Bunların hepsi gizli oluşundan doğan cezalardır.
1- Zina, gizli cinsi ilişkilerde bulunanlara verilen cezadır. Sopa atılmaktadır. Gizlilik karanlıktır. Oysa nikah aydınlıktır. Kimin kiminle ilişki kurduğu bilinmektedir. Doğan çocuk kimin kardeşi olduğunu bilmektedir. Allah aydınlığa, tagut ise karanlığa çağırmaktadır.
2- Hırsızlık malların gizli alınmasıdır. Bu sebepledir ki gasp suç teşkil etmez. Sadece tazminatı gerektirir Oysa hırsızın kolu kesilir. Çünkü orada gizlilik vardır, zulumat vardır. Başkasının malını almak suç değildir, gizli almak suçtur.
3- Zina veya suç iftirasıdır. Böylece insanlar itham edilmekte, kişinin iffetli olup olmadığı tesbit edilememektedir. Karanlıklara gidilmektedir. Devletin ne yapacağına karar verememesi demektir.
4- Birçok gizli suçlar işlenir ama siz onu yakalayamayabilirsiniz. Karanlıklar içinde fesat ve fitne alıp yürür. O zaman bucak başkanı belirlediği kişileri bucaktan çıkarır. Ancak ispat edilmediği için ceza verilmez. Sadece uzaklaştırılır. Mağdur edilmez. Tüm malları satın alınır, cari fiyatla satın alınır.
Ekseriyet sistemi zulumat sistemidir. Çünkü istikrarsız bir sistemdir. Bugün şu parti biraz fazla oy alır, yarın öbür parti fazla oy alır. Yaz-boz tahtasına döner. Geleceğimizi bilemez hâle geliriz. Bu sebepledir ki onlar ancak beş senede bir seçim yapabilmektedirler.
Oysa, istişareye dayanan ortak vekalet sistemi ve seçilenlerin yaş haddine kadar görev yapması ilkesi istikrarı sağlamaktadır. İçtihat ve yerinden yönetim sistemi de demokrasiyi sağlamaktadır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ(EuLAEiKa EÖXABu elNARi) “Onlar nâr ashabıdırlar.”
“Nâr” burada marife gelmiştir. Bilinen bir nârdır, âhiretteki cehennem nârıdır.
Buradaki “ulaike” kâfir olanlardır. İman ve küfür karşılaştırılmaktadır.
İman ehli aydınlık ehli olarak anlatılmakta, küfür ehli de karanlıklar ehli olarak anlatılmaktadır. Kurallarla yaşayanlar nur ehlidir, kuralsız yaşayanlar zulumat ehlidir. Nâr ile nur aynı kökten gelirler. Her ikisinin yapısı aynıdır ama nâr yakar, nur aydınlatır.
İşte, “Adil Düzen”in oluşturduğu topluluk ile ekseriyet sisteminin karanlıklar dünyası arasındaki fark budur. Dünya işlerine Allah’ı karıştırmıyorlar. Onlar dinsiz lâiklerdir. Dünyayı kendileri yarattılar, kendileri idare etmek istiyorlar! Allah -haşa- onların uşağı imiş; kâinatı yaratacak, ondan sonra da onlara teslim edecek, onlar da onu kendi işlerine karıştırmayacaklardır!
İşte böyle bir zavallılık elbette “Adil Düzen”e karşıdır.
Onlara göre lâiklik demek, Allah’ı insanların mutlak olarak temsil etmemesi demektir. Yani dini kuruluşların ve din adamlarının Allah adına başkalarına zulmetmeleri demektir, hükmetmemeleri demektir. Onlara göre Allah dünya işlerine karışmazmış!
Bu ne biçim bir mantık ve düşüncedir? Siz O’nsuz bir soluk nefes alabilir misiniz? Küfrün sonu ateştir. Bu ateş bu dünyada başlar ve devam eder. Âhirette de onlar kurtulamazlar.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(257) (HuM FıyHAv PavLıDUvNa) “Onlar orada hâliddirler.”
Kur’an’ın devamlı olarak vurguladığı husus âhiret inancıdır. Bizim uzayımızda izleri bulunmayan bu hayat Kur’an’da çokça anlatılmaktadır. Vurgulanan hususlar şunlardır:
a) Bu dünya yaratılmıştır ve sonu vardır. Ama sonra daha ileri başka hayat başlayacaktır. Bu hayat insanları eğitip o hayata hazırlamak için yaratılmıştır.
b) Âhirete gidildiğinde bu dünyada sınıflarını geçenler orada belgelerini gösterip cennete gidecekler; sınıflarını geçemeyenler ise belgeleri ile cehenneme gideceklerdir. Böylece orada iki sınıf birbirinden ayrılacaktır. Bu durum çok çok ve tekrar tekrar anlatılmaktadır.
c) Âhiret hayatı sonu olmayan bir hayattır. Orada devamlı kalınacaktır. Ölüp yok olma yoktur. Allah abesle meşgul olmaz, yarattığı bilinçli varlıkları yok etmez.
d) Oradaki cennet hayatı saadet hayatıdır. Bu dünyadan çok çok ileridir. Cehennem hayatı da ölümlü değildir.
Burada bize şu bildirilmektedir ki, bizim görevimiz iman etmektir. Onların işi de küfretmektir. Bizim velimiz Allah’tır. Onların velisi taguttur, şeytanın hizbidir.
İktidar muhalefete dayanmalıdır. Karşı takımı olmayanlar maç yapamazlar. Karşı takımı yenmemiz gerekir ama yenebilmemiz için karşı takımın varlığı da gerekmektedir.
Şunu bilmemiz gerekir ki, kâinatta ölüm vardır ama yok olma yoktur. Ölüm, daha iyi hayat için eskilerin hayattan çekilmesidir.
Sonbaharda yaşlı yapraklar dökülür. Neden dökülür? Dökülenler işe yarasın ve aynı zamanda yenileri gelsin diye dökülür. Dökülen yapraklar yeni hayata besin olur. O halde yaprakların dökülmesi demek sadece hayatın yenilenmesi demektir. Dallarda yeni yapraklara yer açılmış oluyor, köklere de o yapraklar gübre oluyor. Bu dolaşım devam ederken, bir taraftan canlılar çoğalıyor, yeryüzü daha çok canlının yaşayabilmesi için imar ediliyor; diğer taraftan canlılarda evrim oluyor.
Âhiret hayatı da evrimin bir basamağıdır. İnsanlar orada hâliddirler.
Başka yerlerde cennet ve cehennemliklerden birlikte bahsettiği halde, burada sadece cehennemliklerden bahsetmektedir. Mü’minler için onların Allah’ın velileri oldukları belirtilmiş ve sadece bununla yetinilmiştir. Çünkü ondan büyük mertebe yoktur. Zulumattan nura ihrac etmesi yeterli görülmektedir. Dünya zulumattır. Cennet nurdur.
***
أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa) “Re’yetmedin mi? Yani sen re’yettin.”
Kur’an’da böyle hitaplar vardır. Hikâyeyi kendisi anlattığı halde “re’yetmedin mi?” diyor.
Hazreti Muhammed dahil biz nerden re’yetmiş olacağız? Re’yedeceğiz.
Tevrat’ta ve Kur’an’da Mezopotamya peygamberlerinden bahsedilmektedir. Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb peygamberler anlatılmaktadır. Hazreti İbrahim oradadır. Oradan hicret etmiştir. Sonra Hazreti Musa da orada evlenmiş ve sekiz-on yıl kalmıştır. Ne var ki bu peygamberlerin nerede oldukları dahi bilinmezken, 19. asrın sonlarında bir İngiliz subayı tabletler bulmuştur. Tuğla üzerine yazılan bu tabletlerden sonraları pek çok çıkarılmış, kütüphaneler bulunmuş, yazıları okunmuştur. Ne var ki bunlar henüz tetkik edilip ortaya konmamıştır. İşte ileride bu yazılar okununca görmüş olacağız.
Başka bir yorum da; “re’yetmedin mi, düşünmüyor musun?” demiş olur. “Lem” harfiyle yapılan menfiler hâli içerir. Biz Türkler hâli gelecek fiili ile ifade ederiz. Oysa Arapçada geçmiş sigası hâle getirilir. Müsbette “kad”, menfide “lem” getirilir. “Lem” “Lâ” ile “Mâ”nın birleşmesidir. Fiili muzarinin başına gelmiştir. Geçmişte olan ama hâlen devam eden menfiliği ifade eder. “Mâ câe” dersen, geçmişte gelmedi ama şimdi gelmiş olabilir demektir. “Lemma câe” geçmişte gelmedi, şimdi de burada değildir demektir. “Lem yeci’” ise şimdi burada değil ama geçmişte olabilir demektir.
O halde “re’yetmedin mi?” şeklinde tercüme edebildiğimiz gibi; “re’yetmiyor musun?” “Düşünsene, öğrensene” demek olur.
إِلَى الَّذِي حَاجَّ إِبْرَاهِيمَ (EalLaÜIy XAvcCa EıBRAvHIyMa)
“İbrahim’le hicac yapana bakıyor musun?”
Onun üzerinde düşünüyor musun?
“Icac” eğri büğrü demektir. “Hıcec” ise sallanmak, gidip gelmek demektir. “Hac” da bu anlamdadır. Kişi memleketinden kalkacak, memleketinin delegesi olarak hacca gidecek, kongreye katılacak ve gerisin geriye gelecektir. Buradan oraya birşeyler götürecek, oradan da buraya bir şeyler getirecek. Bu izahtan sonra hacılık ancak gidip-gelme ile tamamlanır, oradan geçmekle tamamlanmaz. İhram memlekette başlar, sonunda memlekette biter.
“Huccet” delil demektir. Siz bir önerme ortaya sürersiniz, o da ona karşı önerme sürer. Deliller iki önermeden oluşur. Üçüncü önerme sonuçtur. Karşı taraf da aksi önermeler ileri sürer.
Kur’an burada bir tartışma örneğini vermektedir.
فِي رَبِّهِ (FIy RabBıHIy) “Rabbi üzerinde tartışmıştı.”
“İbrahim’le tartışan kimseyi re’yetmedin mi?” diyor. Tartışan meliktir, tartışan Hazreti İbrahim değildir. Buradaki zamir İbrahim’e gitmektedir. İbrahim’in Rabbi hususunda tartışmıştır.
“Yıldız rabbimdir” demiş, sonra vazgeçmiş; “ay rabbimdir” demiş, sonra vazgeçmiş; “güneş rabbimdir” demiştir. Sonra bunların rabbi olmadığını, arz ve semavatı halk edenin rabbi olduğunu ifade etmiştir. Bu husus ülkede yayılmış, melik de onu çağırıp soru sormuştur. “Senin ibadet ettiğin rab kimdir?” diye sormuş, o da cevabını vermiştir. Tartışmayı başlatan Hazreti İbrahim değil, meliktir. Bu sebeple burada Hazreti İbrahim tartışılan kimsedir, tartışan kimse değildir.
Burada bize çok önemli bir husus belirtilmiş olmaktadır. Biz karşı tarafa saldırmayız, onlar bize saldırırlar. Biz savunmaya geçeriz. Hedefimiz hakkı öğretmektir. Bu sebepledir ki biz teşhisle değil de, tedavi ile meşgul oluruz. Hattâ tedavi de yanlıştır. Biz sağlığı koruruz.
Sömürü sermayesi ise hakkın ortaya çıkmaması için hep karşı tarafın kötülüklerini anlatır, böylece onların güçlenmemesini sağlar.
Erbakan AK Parti’ye çatmış ve sonuç olarak oyumuz %50’nin üstüne çıkmıştır. Merkez partiler erimiştir. Sol yerinde saymıştır. MHP de yeterli oy almıştır. 22 Temmuz seçimi İslâmiyet’in zaferi ile bitmiştir. AK Parti % 47.5 Saadet Partisi % 2.5 MHP % 15 oy almıştır. Böylece % 65 oy sağın olmuştur. Zafer İslâmiyet’e inanan ve saygılı olanların olmuştur. Kalan % 35’in ancak % 7.5 kadarı merkez partilere kalmıştır. Saldırıya uğrayan güçlenir.
Sonuç ise hiçtir. Çünkü güç ancak beyinle, akılla, düşünceyle birleşirse bir anlam ifade eder.
*
Açıkça ilân ediyorum:
“Adil Düzen” dışındaki çözümlerin hepsi seraptır.
Akevler Adil Düzen Ekibi ile işbirliği yapmadıkları takdirde başarılı olmaları mümkün olmayacaktır. Allah’ın emri olarak hem Saadet, hem AK Parti, hem de Hareket Partisi’ni davet ediyoruz; Gelin, Akevler Adil Düzen Ekibi ile çalışın, iktidarınız başarılı olsun.
CHP’yi davet etmiyorum, çünkü alenen “Adil Düzen”e cephe almıştır.
ANAP ve DYP’ye gelince; eğer gerçekten partinizi diriltmek istiyorsanız “Adil Düzen”i kabul ediniz.
*
Bunları burada neden yazdım? Partiler ders alsın diye yazdım. Karşı partinin kusurlarını göstermekle uğraşmayın, kendi meziyetlerinizi anlatın. Siz onlara çatmayın, onlar size çatsın.
Buradaki “İbrahime Fî Rabbihi” bunu ifade ediyor.
أَنْ آتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ (EaN EAvTAyHu elLAHu eLMuLKa) “Allah ona mülk verdi diye.”
Allah ona saltanat vermiş, insanları onun emrine inkıyat ettirmiştir. Astığı astık, kestiği kestik olmaktadır. Allah acaba ona bu imkânı niye verdi, halka neden zulüm yaptırdı? Çünkü halk zalimdi, öyle bir zalim hükümdarı hak etmişlerdi. Allah onlara o meliki gönderdi. Ama Hazreti Lut’u ve Hazreti İbrahim’i de gönderdi, bu peygamberler onları hak yoluna çağırdı.
Dünyada kötülerin yanında iyiler de aynı azabı tadarlar. Dünyada vakti geldiğinde hicret etmedikçe kâfir-mü’min ayrılığı yoktur, müfsit-salih ayrılığı yoktur. Âhirette ise herkes kendi yaptıklarının cezasını çekecektir. Orada da topluluğa cezalar yoktur. İktidar olup da herkes onu dinlemeye başlayınca kendilerini tanrı gibi görmeye başlarlar ve kendilerine karşı çıkan herkesi yok ederler.
Melik tek tanrı fikrine şiddetle karşı çıkmaktadır. Çünkü kendisi tanrıların en büyüğüdür. Bütün tanrılar yok olunca kendi tanrılığı da gitmekte ve bitmektedir.
Kur’an kişilerin isimlerini zikretmez. Firavun diye bahsedilen de melik gibi bir mertebedir. Bunun sebebi şudur ki, bunlar sadece tarihte gelip geçmiş kişiler değildir. Her zaman böyle kimseler gelecektir. Dolayısıyla o zaman da bu tür mânâlar verilebilsin diye isimden bahsetmemekte, Hazreti İbrahim peygamberden bahsetmektedir. Çünkü Hazreti İbrahim peygamber insanlara tartışmanın kurallarını öğretmiştir. Hazreti İbrahim tüm insanların imamıdır, dini babasıdır.
إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ (EiÜ QAvLa EiBRAHIyMu) “Hani İbrahim demişti.”
Arapçada bütün fiiller üç harflidir. Arapça olmayan kelimeler de Arapçalaştırılarak aktarılır. Biz ona Arapça mânâ veririz. Kendi dillerinde başka mânâsı olsa da biz Arapça mânâlandırırız. Çünkü Kur’an Kur’an’ın Arapça olduğunu söylemektedir.
“İbrahim” kelimesinde “B” ve “H” harfleri asıldır. Çünkü bunlar zaid olmaz. “R” ve “M” harfleri ise zaid olabilir. O halde “İbrahim” kökü ya “BRH”dir, ya da “BHM”dir.
“BRH” burhan demektir. “BHM” ise olgun hayvan demektir. Burada istihsanen “BRH” kökünü alırız. Çünkü “İbrahim” insanlığa tartışmayı, burhan ibraz etmeyi öğretmiştir. “Furkan” kelimesi ile de akrabalığı vardır; ayırıcı demektir.
Hani İbrahim ona demişti, cevaben demişti. O senin rabbin kimdir diye soruyor. O da rabbim filandır diyor. Orada her kabilenin bir rabbi vardı. En büyük rab ise o idi. Senin rabbin kimdir ki benimle ölçüşsün diyordu. O yeryüzündeki hükümdarlığın rab olmak için yeterli olduğunu sanmıştı. Melik Hazreti İbrahim’in Rabbi ile kavga edecek ve onu yenecekti. O öyle düşünüyordu.
Bugün de öyle düşünen zavallılar vardır. ‘Lâiklik, lâiklik’ deyip Tanrı’yı yeryüzünden kovacaklarını sanmaktadırlar. Oysa gerçek lâiklikte herkesin Tanrı’sı olan tek Allah herkesin ayrı ayrı Rabbi’dir. Çünkü onları ayrı ayrı yetiştirmektedir. Bu husus iyi anlaşılmalıdır. Senin Tanrı’n benim Tanrı’m diye ayrı olmaz. Ama tek Tanrı beni ayrı yetiştirir, seni ayrı yetiştirir. Rab sıfatı ile bana başka şekilde, size başka şekilde tecellidir. Kur’an’da “Rabbim” veya “Rabbimiz” çokça geçer.
رَبِّي الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ (RabBıYa elLaÜIy YuXYı Va YuMIyTu)
“Rabbim ihya eden ve imate eden kimsedir.”
Hazreti İbrahim önce ihya eden ve imate eden cümlesiyle cevap vermiştir. Çünkü yaratılıştaki gaye ihya ve imatedir. İnsan olmasaydı, cin olmasaydı, melek olmasaydı, ruh olmasaydı kâinat ne işe yarardı? Abesle iştigal olurdu.
“Ellezî” gelmiştir. Ahd içindir ve başka ihya ve imate yoktur. Mevt uyku veya uyanıklık hâline benzer. Zaten hay diri yılan, meyyit de kış uykusundaki yılandır. Uyku nasıl yok olmak değilse, ölüm de yok olmak değildir. Daha zinde olarak uyanmak için istirahata çekilmedir.
قَالَ أَنَا أُحْيِي وَأُمِيتُ (QAvLa EaNa EuXYı Va EuMIyTu)
“Ben ihya ediyor ve imate ediyorum dedi.”
Devletim olmazsa bu insanlar nasıl yaşayacaklar, çocuklar nasıl doğup büyüyecekler, nasıl evlenecekler ve nasıl geçinecekler? Bugün devletimiz olmazsa, topluluğumuz olmazsa, bizim yaşamamız mümkün müdür? O halde biz hayatımızı topluluğumuza borçluyuz.
Topluluk da melikin olunca sorun bitiyor; o diriltiyor, o öldürüyor olur!
Bu mantık bugün bile sokaklarda dolaşmaktadır.
Mustafa Kemal olmasaydı biz olmazdık/mış! Oysa millet olmasaydı, Mustafa Kemal de olmazdı. Bu millet Mustafa Kemal’siz da yaşıyor ama, o milletsiz var olamazdı. Eğer güç onda olsaydı Erzurum’a değil de memleketi olan Selanik’e giderdi. Oysa Selanik’i sonunda alamamıştır bile.
İşte, insan mantığı böyle çarpık mantıktır. İktidar olunca insanlar ne oldum delisi olurlar. Çevre de onları tanrılaştırır. Çevredekiler insanları tanrılaştırmakta, hele ölümünden sonra ona adeta taptırmaktadırlar. Putperestlik hâlâ devam etmektedir. Kimileri hâlâ Mustafa Kemal’in hata etmediğini iddia etmektedir. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal’in doğru yaptıklarını bile sık sık söyleyemiyoruz. Hatasını söyleyemezsen doğrusunu da söyleyemezsin. İnsanlar hiçbir şey yapmazlar, insanlar niyetlerine göre sevap ve günah alırlar. Yapılanlar ise Allah’ın izni ile olmaktadır.
Melik burada mugalata yapmaktadır. Melik ihya etmiyor. O sadece topluluğu temsil ediyor. İhya ve imate topluluk tarafından yapılmaktadır. Onlar da ihya etmiyor. Çocuk anne karnında döllenirken ona müdahale etmeye kimin gücü yetiyor?
Biz anahtarı çeviririz ve lamba yanar. Biz lambayı yakmayız. Elektrik yoksa ortalık aydınlanmaz. Bir anahtar alıp evirip çevirseniz, ortalığı ne kadar aydınlatırsınız? İşte, melikler sadece birer anahtardır. Biz elektrik tesislerini yapan, santralleri kuran, suyu akıtan, güneşi yaratan kimseye ibadet ediyoruz. Mesele bu kadar açık iken; sadece cevap vermek için ‘ben de diriltiyorum ve öldürüyorum’ diyor.
قَالَ إِبْرَاهِيمُ (QAvLa EiBRAHIyMu) “İbrahim cevap veriyor.”
Yunanistan’da gelişen mantık kuralları ile cevap vermiyor. Onun yanlış önermesini kendi mantığı içinde çürütmek için cevap veriyor. Hazreti İbrahim’in Rabbi ile melikin kendisi arasında tartışma vardır. Bir kimse ev yapıyor. İçine her türlü konforu koyuyor. Yapan ustalar, işçiler ve mimarlardır. Onlar bunları yaptıktan sonra evi satıyorlar. Yeni ev sahibi alıyor. Kullanmaya başlıyor.
Hazreti İbrahim kâinatın mimarisini anlatıyor, bu binayı yapanı anlatıyor. Hattâ içerisindeki insanları koyanı anlatıyor. Firavun, evin sahibi olması sıfatı ile sanii unutuyor. Oysa o evi ona evin mimarı vermiştir, hem de karşılığını almadan vermiştir. “Allah ona mülk verdi” deyince bu ifade ediliyor. Kiracı bile değil; şimdilik sen kullan diyor. O ise kendisinin olduğunu iddia ediyor.
İşte, dinsiz lâikçilerin mantığı budur.
فَإِنَّ اللَّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنْ الْمَشْرِقِ (Fa EinNa elLAHa YaETı Bı elLŞaMSı MıNa eLMaŞRıQı)
“Allah güneşi maşrıktan getiriyor.”
Öyleyse, madem sen de ihya ve imate ediyorsun, onu biz ihya ve imate sayalım. Allah güneşi doğudan getiriyor, yani dünya doğuya dönüyor. Güneş ışıkları oradan dünyaya geliyor.
Şark izafidir. Nasıl sağ ve sol izafi ise şark da izafidir. Bizim sağımızda olan solumuzda olanın sağındadır. Güneş yeryüzündeki bütün yerlere doğudan doğar. Güneşe yüzümüzü çevirdiğimizde her yerde sağ kolumuz güneyi gösterir. Oysa öğleyin güneşe doğru yönelsek, doğu sağımızda kalır, güneyde yaşayanların solunda kalır. Dünya batıdan doğuya doğru döner. Ayın, güneşin, gezegenlerin, galaksinin dönüşleri hep aynı yöndedir. Bu sebepledir ki dünya yavaşlamıyor. Yoksa gün geçtikçe yavaşlardı. Allah dünyayı batıdan doğuya doğru çeviriyor. Buna “dâllun bi’l-iktiza” denmektedir.
فَأْتِ بِهَا مِنْ الْمَغْرِبِ, (FaETı BıHAv MıNeL MaĞRıBı) “Onu sen magribden getir.”
Doğudan batıya doğru dönsün.
Hazreti İbrahim burada başka bir şekilde cevap veriyor. Kanıtları karşı tarafın da varsayımlarına dayandırmaktadır. Allah’ın kâinatı yarattıktan sonra kendisine halife tayin edip çekilmesi bir varsayımdır. Olabilir. Olup olmayacağının tartışmasına girmiyor. O’nun düzeni var. Her şeyi uygun bir şekilde var etmiştir. İşte O benim Rabbimdir diyor. Burada ders alacağımız şey, Hazreti İbrahim melikten iktidarı bırakmasını istememekte, sadece melik kalmasını istemektedir.
Bu sebepledir ki bizim de iktidara talip olmamız yanlıştır. Biz “Adil Düzen”in gelmesini istiyoruz, yoksa biz iktidarı istemiyoruz. 1960’lardan beri ortak hedefimiz vardı; o da İslâmiyet idi. Ama bazı arkadaşlarımız bu hedefi iktidar olarak anladılar. İşte onlarla yolumuz bu sebeple ayrıldı. Biz, ‘asker devlet başkanı olsun, adil düzen gelsin’ dedik; o arkadaşlarımız, ‘Abdullah Gül gelsin, zalim düzen devam etsin’ dediler. İşte onların Kur’an’la olan çelişkileri buradadır.
Hazreti İbrahim aleyhisselâm ‘sen melik değilsin’ demiyor; ‘sen rab değilsin’ diyor.
Ama hayır, o rablığı da kendisinde tutmak istiyor.
فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ (FaBuHıTa elLaÜIyNa KaFaRa) “Küfretmiş olan kimse ibhat olundu.”
“Baht” “mevt” ve “fevt” kelimelerine akrabadır. Cevap veremez hâle getirdi demektir, susturdu demektir.
Buradaki önemli husus şudur: Şimdiki yöneticiler halkla ilişki bile kurmuyor, halkla muhatap olmuyorlar. Oysa Firavun ve bu melik Hazreti Musa’yı ve Hazreti İbrahim’i muhatap almışlardır. Çünkü halk sağduyuludur. Eğer dikkate almazsa kendi otoritesi gitmiş olur.
Şimdi biz ne söylersek söyleyelim, kimse nazarı itibara almamaktadır. Çünkü söylediklerimiz sermayenin kendi bağrışması ve çağrışması içinde kaybolup gitmektedir.
Bu durumdan hiç endişe duymamanız gerekir.
Bediüzzaman böyle susturulmuş, kitapları yasaklanmış, adını ağıza almak bile korkulu olmuştur. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, bugün onun başlatmış olduğu hareket nerelerdedir?
Biz ilk partiyi kurduğumuz zaman da kimse bizden bahsetmiyordu. M. Şevket Eygi’nin Bugün gazetesi vardı, sadece o söz ediyordu. Millî Görüş bugün nerelerdedir?
Bize karşı ambargo devam ediyor. Allah böyle olmasını istediği için böyle oluyor. Hiç kuşkunuz olmasın, Allah bizi koruyor. Henüz bunlarla mücadele edecek gücümüz yok, görev verilse yapacak durumumuz yok, onun için böyle oluyor.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي (Va elLAHu LAy YaHDıY) “Allah hidayet etmez.”
Sözler tohumlar gibidir. Doğru söz söylediğiniz zaman size itiraz ederler ama; o söz kulaklarına girer, sonra o çimlenir, ağaç olur, orman olur...
O sözün sizden çıktığını siz de bilemezsiniz. Birçok sözleri siz kendiliğinizden söylediğinizi zannedersiniz. Oysa onu başkasından duymuşsunuzdur.
Hazreti İbrahim tartışmıştır. Orada o unutulmuş gibi olmuştur. Ama şimdi biz burada yazıyor ve okuyoruz. Allah istediği sözü kendisi duyurur. Siz onu duyurmakla uğraşmayacaksınız, söylemeye çalışacaksınız. Dinleyeceksiniz, söyleyeceksiniz ve birlikte çalışacaksınız.
İki kişi bir arada çalışıyorsanız bu büyük bir başarıdır. Ama asıl başarı üç kişi ve daha fazla olabilmektir. Bunun için kişilerin birbirlerine sabretmeleri gerekir. Beraber çalışmada zaman kaybettiğinizi sanırsınız. Oysa Allah; iki olursanız Allah üçüncüdür diyor. Demek ki tek başına olmak, Allah’tan uzak olmak demektir. Ama kişi beraber olursa Allah da yanlarındadır.
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(258) (eLQaVMa elJAvLıMIyNa) “Zalim kavme hidayet etmez.”
Kendilerini tanrı kabul eden kimseler zalimdirler. Allah onlara hidayet etmez.
Başkanlara tazir cezası verme yetkisini tanıma büyük hatadır. Tazir cezasını kabul etsek bile, bucak meclisi veya şurası tarafından belirlenmiş suç ve cezalar olmalıdır. Yargı yoluyla muhakeme edilip cezalandırılmalıdır. Belki başkana verilecek yetki; a) Ev hapsine koymak, b) Boykot ilan etmek, c) Kamu görevinden men etmek, d) Sürmek olmalıdır.
Bunlara karşı da yargı yolunu daima açık tutmak gerekir.
Tazir cezası ise aşağıdaki kimseler tarafından uygulanır.
1) Anne babanın çocuklara tazir cezası uygulama yetkisi vardır.
2) Askerlikte üstlerin astlara tazir cezası verme yetkileri vardır.
3) Kötü yollara düşüleceğinden korkulan kadın için alınan hacr kararının uygulamasında velinin tazir etmeye hakkı vardır.
4) Öğretmenlere de öğrencilerine tazir etme hakkı tanınabilir.
Başkanlara ceza yetkisini veren topluluklar zalimdir.
Biz bu âyetten bu hükmü çıkarabiliriz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-424 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-254 İstanbul, 01 Eylül 2007
AK PARTİ NELER YAPMALI?
1- AK Parti “Millî Koalisyon Hükümeti”ni kurmalıdır. Kabineye münafıkları değil, ciddi insanları almalıdır. “Millî Mutabakat Hükümeti mevcut düzende ülkeyi yönetmelidir.
2- AK Parti siyasi partilerin atayacakları ilim adamlarından oluşan yüksek kurullar kurmalıdır. Bunlar millî mutabakat içinde ülkeyi “Adil Düzen”e götürmelidir; “Adil Düzen” ne ise ona götürmelidir.
3- AK Parti önce 3 000 ile 10 000 arası nüfusa sahip bucaklar kurmalıdır. Bu bucaklara bağımsızlık sağlamalı, her bucak kendi içinde istediği sistemi uygulamalıdır. Türkiye yüze yakın ile bölünmeli, iller de bağımsız olmalıdır. İç güvenlik il halkı ve jandarma teşkilâtı ile korunmalıdır. Hakemlik sistemiyle bağımsız yargı oluşturulmalıdır.
4- Türk Ordusu doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanmalıdır. Sivil yönetim askerlere, askeri yönetim sivillere karışmamalıdır. Ordu ile sivil yönetim arasındaki sorunları devlet başkanı çözmelidir.
1950’ye kadar sömürü sermayesi hep semirmiştir. 1950’den sonra sermaye büyümüş; bugün dünyaya mutlak hakim durumda görünüyor. Sovyetler yıkılmış, Çin sermayenin emrine girmiş, dünyada sömürü sermayesinin kontrol etmediği bir yer kalmamıştır.
Bununla beraber sermaye etkinliğini kaybetmektedir. Halk ekonomisi gittikçe canlanmaktadır. Sovyet ülkeleri bağımsız olarak ekonomilerini düzeltmişlerdir. Çin de devreye girerek tekeli kırmıştır.
Türkiye’de halk ekonomisi en üstün seviyeye çıkmıştır. Sömürü sermayesi için sorun olan ülke Türkiye’dir. İran da Türkiye kadar etkin bir devlettir, ancak Şii olması nedeniyle tehlike teşkil etmiyor. Türkler her zaman dünyaya hakim olmuş bir ırktır. Türkiye var oldukça İsrail devleti kurulamaz. Sermaye beşyüz yıldır Türkiye’yi devre dışı bırakmak için uğraşmaktadır.
AK Parti zannediyor ki, Batılılar beni/bizi seviyorlar, beni/bizi destekliyorlar.
Sömürü sermayesinin vicdanı yoktur. Ermeni ve Rumları iki asır Türklere karşı kışkırttı; sonunda Anadolu’dan silinmelerine sebep oldu. Hasmın merhametine terk edilen bir düşüncenin zafer kazanması doğa kanunlarına aykırıdır.
AK Parti neler yapacaktır?
Derhal demokratik yollardan yüksek kurullar kurarak sorunlarını uzlaşma içinde “Adil Düzen”le çözmelidir. Bunu yaparsa tarihin en başarılı iktidarı olur. Yoksa hezimeti kesin olarak mukadderdir.
1- Yerel Yönetimler Yüksek Kurulu kurulmalıdır. Türkiye 12 bölgeye ayrılmalı ve her bölgede bir ordumuz bulunmalıdır. Ordu o bölgeyi savunacak şekilde donatılmalı ve eğitimini ona göre yapmalı, askerleri o bölgenin dışındaki halkımızdan oluşmalıdır. Bölgenin merkez iline başka vali tayin edilmemeli ve ordu komutanı yönetmelidir. Dış güvenliği sağladığı gibi devletin bölünmesine karşı da teminat olmalıdır. Ondan sonra yüzden fazla taşra illeri teşkil olunmalı, iller bağımsız hâle gelmelidir. Kendi başkanlarını kendileri seçmeli, kendi hukuklarını kendileri oluşturmalıdır. İller kendi halkından jandarma teşkilatını oluşturmalı ve ilçelerdeki birlikleriyle iç güvenliklerini kendileri sağlamalıdır. Lise eğitimlerini kendi dilleri ile yapabilmelidir. Üniversite Türkçe dili ile yapılmalıdır. İller de yüze yakın taşra bucaklarına ayrılmalıdır. Böylece ülke bütünlüğünü korumuş ama yerinden yönetimin tüm ilkeleri uygulanmış olur.
2- İkinci sorun yargı sorunudur: Soruşturma, Savunma, Bilirkişilik ve Hakemlik Yüksek Kurulları kurulmalıdır. Yargı hakemlerden oluşmalıdır. Bucak bir yargı çevresi olmalıdır. Orada alınan kararlar merkezden denetlenmelidir. Yargıtay üstünlüğü yargı üstünlüğü değildir. Hakemler üstünlüğü yargı üstünlüğüdür. Anayasa mahkemesi meclis içinde hakemlerden oluşmalı, en yüksek yargı organı olmalıdır. O yargıya karşı dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Hakem kararları kesin olmalıdır.
3- Kamu Borçları Yüksek Kurulu kurulmalıdır. Türkiye, öncelikle dış borcu iç borca çevirerek, para borcunu mal borcuna çevirerek, borcu ortaklığa çevirerek ve faizli borcu faizsiz borca, kredileşme sistemine çevirerek tasfiye etmelidir. Sonra faizi sıfırlayarak, tüm iç borçlarını hemen tasfiye etmelidir. Devlet alacaklarına faiz uygulamamalıdır; devlet borçlarına da faiz uygulamamalıdır. Böylece faizsiz sermaye bulan işletmeler dünyanın en ucuz mallarını üreteceklerdir. İhracat patlaması olacak ve işsizlik ortadan kalkacaktır.
4- Sonra; Yüksek Basın ve Yayın Kurulu kurulmalıdır. Millî basının, millî medyanın oluşması için tedbirler alınmalıdır. Dağıtım devletçe bedava yapılmalıdır. Yazarların maaşlarını devlet vermeli ve onlar istedikleri yayın organında yazmalıdırlar. Basın ve yayından vergi kaldırılmalı, vergi yerine yerlerinin/vakitlerinin beşte birini kamuya ayırmalıdırlar. Devlet bunlara ayrıca reklam parası vermemelidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-424 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-254 İstanbul, 01 Eylül 2007
KRİZ Mİ, GELİŞME Mİ?!.
Osmanlı İmparatorluğu’nu borca boğarak yıktılar...
Mustafa Kemal ve arkadaşları bunu çok iyi bildikleri için ekonomide tedbirler almışlardır.
a) Osmanlıların Türkiye’ye düşen borcunu muntazaman ödeyerek 1950’ye kadar Türkiye’yi borçsuz hâle getirmişlerdir.
b) Ülke içindeki yabancı ekonomik kuruluşları (elektrik, su, demir yolları vs) devletleştirerek satın almışlardır. 1950’de yabancı sermayenin Türkiye’de bir kuruluşu yoktu.
c) Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni (KİT’leri) kurarak teknoloji transferini sağlamış, halkı teknolojide eğitmiş, kentleşmeyi sağlamış ve sömürü sermayesinin istilasını önlemiştir.
d) Devletçilik-halkçılık dengesi ile tamamen İslâmî olan, kapitalizm ve sosyalizme karşı üçüncü bir düzen olarak yeni sistem ortaya konmuştur. Bu, halkın yapacağını halkın yapması, halkın yapamayacağını devletin yapması ilkesidir. Sermaye tekelini önlemek esas olmuştur.
1897 Basel Kongresi’nde alınan kararlarla;
a) Birinci Cihan Savaşı çıkarılmış ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, dinsiz bir Türkiye devleti kurulmak istenmiştir. Rusya yıkılmış, yerine din düşmanı bir blok (Sovyetler) oluşturulmuştur. Avusturya İmparatorluğu yıkılmış, Avrupa’da ulusal devletler oluşturulmuştur.
b) 1948’de İsrail devleti kurulmuş ve Türkiye tekrar borçlandırılarak yıkılışa hazırlanmağa başlanmıştır.
1940’dan beri Türkiye batırılmak istenmiş ama; bilinen aksine gelişmeler olmuş, Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmamıştır.
1950’lerde ülke borçlandırılmaya başlanmış ama; Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçmiştir.
1960’lerde başbakan asılmış ve ekonomik baskıya alınmıştır ama; Türkiye altyapılarını tamamlayarak gelişme yoluna devam etmiştir.
1970’lerde ikinci darbe yapılmış ama; Türkiye bu sayede sanayiyi Anadolu’ya taşımıştır.
1980’de üçüncü darbe yapılmış ama; İstanbul’da özel sermaye oluşturulmuştur.
1990’larda ağır krizler olmuş ama; bu sayede Türkiye sermayesi dünya piyasalarına açılmıştır.
2000’li yıllarda Türkiye’de İstanbul sermayesi yerini Anadolu sermayesine bırakmaya başlamıştır.
Görülüyor ki, Türkiye’de kriz/ler çıkararak ülke ekonomisini çökertmek isteyen Batı dünyası ya da sömürü sermayesi, bunda muvaffak olamıyor; her seferinde Türk ekonomisi daha çok gelişiyor.
Batı bu durumu keşfetmiş olmalıdır ki, artık Türkiye’de kriz çıkarmıyor.
Anlatmak istediğim şudur ki; ‘Türkiye kriz bekliyor mu?’ sorusuna vereceğimiz cevap; keşke biraz daha krizler olsa da halkımız yeni hamlelerle muasır medeniyetin üstüne çıksa...
Hiç kimsenin hiçbir endişesi olmasın; Türkiye halk ekonomisini geliştirecek ve “Adil Düzen”i kuracaktır. Türkiye, III. Bin Yıl Medeniyeti’nin başladığı yer olacak, muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır. Bu sözü Mustafa Kemal’e Allah söyletmiştir. III. Bin Yıl Medeniyeti ne zaman kurulacaktır derseniz; Adil Düzen Çalışanları hazır olduğu zaman olacaktır. Türkiye’ye oynanan oyunlar Türkiye’yi ileri götürecektir. Bizim bu hususta endişemiz yoktur.
Bizim endişelerimiz başkadır ve o endişeler şunlardır:
1- Evet, biz İstiklâl Savaşı’mızı yaptık, Cumhuriyet’i kurduk. Ama bu bize çok pahalıya mâl olmuştur. Bundan dolayı istiyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti yıkılmasın, bu millet yine milyonları şehit vermek zorunda kalmasın. Ama vermek zorunda kalırsa, ikinci cumhuriyetimizi elbette kuracağız. Türkiye “Adil Düzen”in merkezi olacaktır. Bu takdir-i İlâhi’dir. Bundan endişemiz yoktur. Biz, “Adil Düzen”i zayiat olmadan kuralım diyoruz. Yanlış anlaşılmasın; birinci cumhuriyeti biz yıkmayacağız. Osmanlıları da biz yıkmadık. Biz yıkılmaması için son gayretimizi veriyoruz. Bunun için yöneticilerin “Adil Düzen”i benimsemeleri gerekir. Yoksa, asıl yapılması gereken yapılmadıkça, sosyal ve doğal kanunlar “zalim düzen”i yıkacaktır. Allah zulüm düzenini bâki kılmaz.
2- Evet, biz 1960’lardan başlayarak “Adil Düzen”i anayasa ekseriyetine çıkardık. Yine sıfırdan başlayarak “Adil Düzen”i yeniden kurabiliriz. Çünkü bizim elimizde Kur’an vardır. Gittikçe daha fazla anlıyoruz. Ancak, istiyoruz kırk yıllık emeğimizin sonucu olan AK Parti iktidarı iktidar olarak kalsın ve “Adil Düzen”i o getirsin. Yoksa helâk olacaklar; DP’den beter olacaklardır. Bizim uğraştığımız, onların bu akıbetlerinden kurtulmalarıdır. Allah hiçbir zaman faizli ve zinalı bir düzeni yaşatmaz. Biz onlara “faizsiz düzen”i teklif edince; “birden gelmez” dediler. Onu biz de biliyoruz; elbette birde gelmez ama bir yerden başlamazsanız hiç gelmez! Zinalı uygarlığa talipler! Bunların bu tutumlarını devam ettirerek başarmaları demek, -hâşâ- Kur’an’ın yalan olması demek olur. Bekleyip görelim bakalım; Kur’an mı yalan, yoksa kendileri mi dalâlette…
Bizim kimseden korkumuz yoktur ama; bizim endişemiz İlâhi azabın çarpmasıdır.
Ne dersiniz; son zamanlardaki sadece kuraklık ve susuzluk bile bir şeyler ifade ediyor mu?!.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92