ADİL DÜZEN 428
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 29 Eylül 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 428. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ANAYASA ÇALIŞMALARINDA NELER OLUYOR?
YENİ ANAYASANIN ESASLARI NELER OLMALIDIR?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 90. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَتَثْبِيتًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(265)
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاءُ فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(266)
وَمَثَلُ (VaMaÇaLu) “Ve meseli”
Bundan önce riyaen infak edenler gibi sadakaları menn ve eza ile iptal etmeyin, onun meseli şöyledir demişti. Şimdi ayrı âyette Allah için harcayanı anlatmaktadır. Böylece Allah’ın rızasını ibtiga ederek infak edenlere ayrı yer vermektedir.
“Ve” harfi ile atfederek iki kimsenin meselinin farklı olduğunu belirterek anlatmaktadır.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ (elLaÜIyNa YuNFıQUvNa EaMVALaHuM) “Mallarını infak edenler.”
Önceki âyette riyaen infak edeni müfret olarak getirdi. “Malını infak eden” dedi. Burada “mallarını infak edenler” deniyor. O gösteriş için infak ediyor; bu Allah rızası için, topluluğun rızası için infak ediyor. Ben, sen, o ayrı ayrı vermiyoruz, ortak bütçe oluşturuyoruz. Herkes oraya katkıda bulunuyor. Harcama da oradan yapılıyor.
Burada mallarımızı birlikte infak edeceğimiz anlatılıyor ama mal da çoğul getiriliyor. Dolayısıyla kişisel katkımız da belirtiliyor.
Yetkili kıldığımız kimseye bir veya birkaç defter veriliyor. Bunu yönetim kurulu üyeleri imzalıyor ve defter karar defterine geçiyor. Yetkili belirtiliyor. O kişi defter alıyor. İnfak edeceklerden istiyor. Verdiklerini deftere yazıyor. Yevmiye defteri ile yazıyor. İsterse kendi gerçek adı ile yazıyor, isterse bir kod ile yazıyor. Bu suretle toplanan paralar internete geçiyor. Herkes kendi ismini veya rumuzunu okuyor. Kayda geçtiğini kontrol edebiliyor. Sonra bunlar harcanıyor. Harcamalar da internete geçiyor. Eser meydana geliyor. İsteyenler eseri gözle görürler. O eserin kaça mâl olduğunu keşfettirirler. Böylece kendi verdiklerini kontrol etmiş olurlar. Yeterince harcanmadığına kanaat getirirlerse hakemlere giderler. Keşif yaptırırlar ve yöneticilerin âkilesine ödetirler. İşte burada kurallı erkek çoğul getirmiş olması bu mekanizmaya bizi zorlamaktadır. Şöyle ki, kişi hem kendi yaptıklarını kontrol edebilmeli hem de beraberce harcamalıdır.
Burada “malları” tâbirini kullanmaktadır. Beşte bir paylar ortaklığın olduğu halde, ödeyinceye kadar onun mülkündedir demektir. Yani topluluk adına mâliktir. Zaten kendisinde kalan da topluluk adınadır. Beşte ikisi yeniden üretime harcasın diye ona bırakılmaktadır. Topluluk adına üretim yapmaktadır. Beşte biri de çocuklarına baksın diye kendisine bırakılmaktadır. Çünkü çocuklara bakma görevi de topluluk adına ona verilmiştir.
ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ (EiBTiĞAEa MeRWATi elLAHi) “Allah’ın merdâtını taleb ederek.”
“Merdât” “rıda/rıza” fiilinin müennes ism-i zaman veya mekân veya masdar-ı mimidir. Allah’ın razı olacağı zamanı veya yeri arayarak veya rızasını isteyerek denmiş olur.
Bu ifade bize birtakım yükümlülükler yüklemektedir.
1- Bir defa biz araştırıp nereye harcamamız gerektiğine karar vereceğiz. Nasıl mal alırken en ucuzunu ararsanız, satarken en pahalı satmaya çalışırsanız, aynı şekilde malları harcarken de nerelerde harcamamız gerektiğini arayıp en uygun yere vermek durumundasınız. Gerçi malınızı ortak fona, başkana veriyorsunuz ama nerelere harcanması gerektiğine de siz karar veriyorsunuz. Ben zekâtımı veriyorum, şuradaki köprü yapılsın diyorsunuz. Yahut şu aç doyurulsun ve giydirilsin diyorsunuz; o yediriliyor ve giydiriliyor. Ama paranız artmış ve başka yerde de kullanılmış olabilir.
2- Harcama zamanı üzerinde durulmalıdır. Yılbaşında elde edilen o gün harcanmamalıdır. Bugün gelen elli haftaya bölünmeli, gelecek haftalara taksim edilmelidir. Böylece her hafta benzer gelire sahip olmuş, harcamalar haftalık periyoda dönüştürülmüş olur. Bu da bizim bugün olduğu gibi yıllık bütçeler değil, haftalık bütçeler yapmamızı gerektirir. O zaman muhasebe olmadığı, ortak ambar olmadığı için öyle yapılması zorunlu idi. Ama şimdi muhasebede çok kolaylıkla hesaplayabilirsiniz Bir ton patates zekât geldi ise elliye böler, her haftaya düşen patatesi kaydedersiniz. Sonra uygun zamanda patatesi paraya çevirdiğinizde bütün haftaların hesabındaki patates YTL’ye çevrilir.
3- Harcama mekânı da seçilmelidir. Uygun yerlere harcanması gerekir. Kur’an’da belirtilen yerlere harcanacaktır. Kişi fakirler arasında fark gözetmekten ziyade, harcamaların Kur’an hükümlerine uygunluğunu denetleyecektir. Bununla beraber bir fakir özel olarak fazla muhtaç ise farklı işlem de yapılabilir, fondan borç alınabilir.
4- Burada “Allah’ın merdâtı” denilmiştir. “Allah”tan murad O’nun halifesi olan topluluk olacaktır. Topluluğun rızasını arayarak harcama yaparlar. Kişi kişiye verince riya olabilir. Ama kişi ortak hesaba verip de oradan dağılınca, bunun da kira payı olduğu bilindiği takdirde artık menn ve ezaya gerek kalmaz.
5- Sondaki tenis “te”si aynı zamanda çoğul “te”sidir. O zaman bir yere değil de çok yere vermemiz gerekir. Bütün fakirlere bölüştürüyoruz. Çok zaman olması gerekir. Haftalara bölüştürüyoruz. Âyetler nasıl birbirlerini tebyin ediyor, dikkat olunmalıdır.
وَتَثْبِيتًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ (Va TaTBIyTan MıN aNFuSiHiM)
“Ve nefisleri tarafından tesbit ederek harcarlar.”
Bu ifade çok önemli bir ifadedir. Kimi zenginler vardır ki hayır yaparlar, verirler ama verilenlerinin nerede harcandığı üzerinde durmazlar. Kendi mallarına sahip çıktıkları gibi topluluğun mallarına da sahip çıkmazlar. Topluluk için harcayacak ama sonuna kadar takip edecek, heder olmasını önleyeceklerdir.
Biz şunu yapıyoruz. Nerelere harcanacağına zekât verenler karar verecektir. Zekât bir ortaklıktır. Herkes katkıda bulunarak ortaklık kurulmaktadır. Sonra da ortaklar veya onların temsilcileri tarafından yönetilmektedir.
Kendileri tarafından tesbit edilmiş yani başkaları tarafından zorlanarak değil, kendi istekleri ile harcayanlar. Kendi istekleri ile infak edenler anlamına gelir. Yahut “min” izafet “min”i olursa, kendileri tesbit ederek infak edenler anlamına da gelmiş olur.
İslâm düzeninde zorlama yoktur. Herkes kendi isteği ile hareket eder. İyilik yapanlara iyilik olur. Kötülük yapanlar da mahkeme kararı ile mahkum edilir ve herkes kendi isteği ile hakemlerin kararlarına uyar. Hakem kararlarına uymayanlara şu muameleler yapılır.
a) Hakemlerin kararlarına uyanlara sağlanacak iyiliklerden bu kimseler mahrum edilir. Mesela kredi verilmez. Bu onun için caydırıcıdır.
b) Hakemler kararına uymayanlar, borçlarını ödemeyenler, hattâ ödeyemeyenler borçlanma ehliyetini kaybederler. Bu da onlara bir yaptırımdır.
c) Hakem kararlarına uymayanlar bucaktan sürülürler. Böylece o bucak o türlü kimselerden arınmış olur. Başka bucaklar kabul etmezse gezgin olarak dolaşıp dururlar.
d) Nihayet bedenî zarar iras ettikten sonra hakem kararlarına uymayanlar güvenlik kuvvetleri tarafından ortadan kaldırılırlar.
Hukuk düzeninde zorla malını alma, hapsetme, kovalama, yakalama diye bir işlem yoktur. Hukuk düzeni hürler düzenidir.
كَمَثَلِ جَنَّةٍ (Ka MaÇaLı CanNaTin) “Cennetin meseli gibidir.”
Daha önce “Kemeseli Safvanin” demiştir. Burada mukayese edilen cennet ve cehennem değildir. O cennet harfi tarifle gelir; “El-Cennet”tir. Bu ise herhangi bir bahçedir.
“Cennet” bağlık ve meyvelik demektir.
Yukarıda üzerinde toprak bulunan kayalık diye bahsedildi. Burada cennetten söz edilmektedir.
Toprak bitkiler tarafından oluşturulmaktadır. Bitkiler kökleri ile kayaları delerler ve saplanırlar. Yapraklar dökülür ve çürür. Böylece kayalardan aldıkları madenleri iade ederek toprak oluştururlar. Kökler kayalara saplanıp tutunmuş oldukları için yağan yağmur sağanak olsa da etki etmez, sabit kalır. Bitki örtüsü adeta insandaki deri gibidir, toprağın alınıp götürülmesini önler. Bitki örtüsü olmayan topraklar eğer karada iseler, yağmur suları tarafından alınıp denizlere götürülürler. Böylece bir taraftan deniz dolmaya başlar, diğer taraftan karalar topraksız yani hayatsız kalır. Hafifleşen dağlar yeraltı mağmanın kaldırma kuvveti ile yükselmek ister ve bu da zelzeleye sebep olur. Bu sebepledir ki dünyada çok az çıplak kaya vardır, yeryüzü bitki örtüsü ile kaplıdır.
بِرَبْوَةٍ (Bi RaBVaTin) “Rabvette”
“Bi” harfi “Fi” mânâsına gelir. “Ene Fî Bosna” dersem, ben Bosna’nın herhangi bir yerindeyim demektir. “Ene Bi Bosna” dersem, ben Bosna’nın belirli yerindeyim demektir. Yani cennet rabvenin belli yerindedir. Eteğinde değil, tepesindeki düzlüktedir. Yüksek yerdedir.
“Rabve” üstü düz tepe demektir.
Yüksek yerlerin özelliği vardır. Rüzgar doymuş su buharı içerir. Bu rüzgar bir tepeye çarptığı zaman yağmur yağmaz, çise yapar. Dağa çarptığı zaman da yağmur yağar. Yüksek yerlerde temiz hava vardır, çünkü pis hava aşağı yerlere çökmektedir. CO2 yani karbondioksit oksijenden daha ağır olduğu için oksijen yüksek yerlerde daha fazladır. Dolayısıyla hayvanların burada yaşamaları daha kolaydır. İnsanlar da dinlenmek için ya deniz kenarlarına ya da dağlara çekilirler.
“Terbiye” kelimesi buradan gelmektedir. Tepenin yeşilliklerle terbiye edilmesi gibi insan da bedenen veya ruhen eğitilmektedir. Ağaçlar da böyle büyümektedir.
أَصَابَهَا وَابِلٌ (EaÖAvBaHAv VAvBiLun) “Ona vâbil isabet etmiştir.”
“Vâbil” yağmur demektir.
Yağmurlar dört şekildedir.
a) “Tall” çise demektir. Yağmaz ama bitkileri yapraklarından doyurur. Bitkiler köklerinden su aldıkları gibi yapraklarından da alabilirler.
b) “Vâbil”dir. Vâbil yağmur taneleri ihtiva eder. Yavaş yavaş toprağa düştüğü zaman toprak onu emer, içer. İstenen ve makbul olan yağmur budur.
c) “Matar”dır. Bu sağanak hâlindeki yağmurdur. Yağdığı gibi akıp gider, topraklar ve bitkiler ondan yararlanamaz.
d) “Sayyib”dir. Bu da yıldırımlı ve şimşekli yağmurdur.
Bu tepeye ve bu tepedeki bahçeye vâbil yağmıştır, tatlı yağmur yağmıştır Toprak onu emmiştir. Toprak su ile dolmuştur. Sonra bitkiler onu kullanacak ve gelişecektir.
Kur’an bize burada sulama tekniğini de öğretmektedir. Yağmurlama suretiyle sulama yararlıdır. Yağmurlama sistemi havayı ve yaprakları temizler, toprağı sulandırır. Bir de sular oksijenlenmiş olur. Çünkü köklerin de oksijene ihtiyacı vardır.
فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ (FaEAvTaT EuKuLaHAv WıGFaYNı) “Ükülünü dı’feyn vermiştir.”
Demek ki sulanan topraklar iki misli verim verirler. Ne var ki yeraltı suları ile sulanan topraklar çölleşmekte, tuzlanmakta ve verimi azalmaktadır. Ancak yağmur suları ile sulamamız hâlinde topraklarımız uygun hâle gelir. Göller ve göletler yağmur suları ile dolmalıdır. Yağan yağmurlar toprakla değil de bitki örtüsü ile temas etmelidir. Yeryüzünde bitki örtüsü olmayan yer kalmamalıdır. Böylece yağan yağmurlar göllere temiz olarak gelirler. Bu sularla sulanan topraklar da temiz olurlar.
Burada misal olarak tepeyi getirmiştir. Çünkü tepelerde yağan yağmurlar tuzları alıp götürürler. Oysa düz yerlerde tuzlar orada çöker ve kalır. İlkin düz yerler verimlidir. Çoraklaşıncaya kadar orası daha bereketlidir. Ama zamanla düz yerler çoraklaşır. Bundan dolayıdır ki sulama işleri, suni sulama işleri yamaçlarda yapılmalı, düz yerlere gitmeden kanallara alınmalı ve denize gönderilmelidir. Ovalar ise doğal yağmurlarla sulanmalıdır.
Su hayattır.
Su damarlarda akan kandır.
Kanda şeker ve yağ olunca sıkıntılar meydan getirmektedir. Suların devrinde de dengesizlik ortaya konmamalıdır. Sanayi artıkları ile sular ve denizler kirletilmemelidir.
“Ükül” kelimesi Türkçedeki yemiş kelimesine tekabül eder. “Ekletmek” yemek demektir.
“Dı’f” iki kat demektir. “Dı’feyn” ise dört kat anlamındadır. Verim dört misli artar demektir. Gökten inen yağmur saf sudur. İçinde zararlı veya fazla tuzlar yoktur. Köklerden gelen mineralleri de kullanarak bünyeyi dört kata çıkarmaktadır.
فَإِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ (Fa EiN LaM YuÖıBHAv VABiLun) “Vâbil isabet etmezse”
Burada “Fa” harfi ile getirilmiştir. Bu öyle bir tepedir ki, vâbil isabet etmezse çise isabet eder, susuz kalmaz . Çünkü bir yer eğer susuz kalırsa o zaman oradaki bitkiler kururlar. Yeşillik ortadan kalkar. Sonra birden sağanak yağmur alıp götürür.
Bu âyetlerin iyi anlaşılması için köylerde büyümüş olmak gerekir, bunları yani bu tabiat olaylarını bizzat yaşamış olmak gerekir.
Eskiden Araplar çocuklarını süt annelerine verip büyütürlerdi; çöl ve çadır hayatını görsünler diye. Biz de şimdi dinlenme evlerini öneriyoruz. Kentte oturan herkesin kent dışındaki kırlarda en az bir dönüm yerinin olması gerekir, orada ahşap evinin olması gerekir. Çocuklar hiç olmazsa tatil günlerinde oralarda yaşamalı, oraları görmelidirler. Çisenin soğuk ve temiz havasını solumalıdırlar.
Şehirde büyüyüp doğayı göremeyen insanların beyinlerinde boşluk var demektir.
Bunun dışında bugün köyler boşalmaktadır. Tarım unutulmaktadır. Şehir çocukları yarın oraları, o arazileri, tarım topraklarını işletemez hâle gelmektedir.
Yapılacak iş; artık halkımızı köylerde sabit tutmak, oraları canlı hâle getirmektir.
Bu nasıl olacaktır?
Teknoloji köylere götürülmelidir. Oralara kredi verilmelidir. Tarım ürünleri sübvanse edilmelidir. Şöyle ki, selem senedi ile sipariş alan köylü, selem senedini kredilendirmelidir; faizsiz kredilendirmelidir, sanayi kredisi verilmelidir. O zaman sanayinin rantını tarıma aktarmış oluruz.
فَطَلٌّ (Fa ĞalLun) “Talleder”
“Tall” ıslak topraktır. Islatan çiğe de “tall” denir. Çise olarak gelmiş olmaktadır. Yağmur yağmıyor ama esen rüzgar nem bırakıyor, toprağı kurutmuyor. Yapraklar da nemli hava geldiği için çok su harcamıyor. İki misli verim vermiyor ama normal olarak daima yeşildir ve meyvelidir.
İşte, gönül rızası ile infak edip menn ve ezaya tâbi tutmayanların durumu budur.
Zekât ne yapıyor?
Ekonomide denge vardır. İşçiler işyerlerinde çalışır ve ücret alırlar. Onunla mağazalara gidip kendi ürettikleri malları alırlar. Mağazalar tüccarlardan, tüccarlar da işyerlerinden malları satın alırlar. İşçiler yeniden çalışırlar. Böylece döngü devam eder.
Ne var ki bazen bu döngü kesilir. İşçiler işsiz kalır. Ellerine para geçmez. Mağazalardan mal alamazlar. Mağazalar da tüccarlardan mal alamazlar. Tüccarlar da fabrikalardan mal alamazlar. İşçiler de işsiz kalmış olurlar. Böylece tüccarlar da mal alıp satamaz, dolayısıyla kriz olur.
İşte, burada zenginlere düşen bir iş vardır; kriz zamanında da zekâtlarını vermek. Böylece mallarının kırkta biri eksilecektir. Ama bu sayede halkın eline geçen paralarla mağazalardan malları alacaklar; onlar da tüccarlardan alacaklar; onlar da fabrikalardan alacaklar ve fabrikalar işçileri çalıştırıp iş vereceklerdir. Böylece döngü başlayacaktır. Tüccar o verdiği kırkta biri ikinci döngüde kâr olarak elde edecektir.
İşte ekonomideki çise bu zekâttır. Yağmur ücret ise, çise de zekâttır. Çise sayesinde dağdaki yeşillik sürer gider. Yeşillik yağmuru çeker, yağmur sel yapmaz.
Zekât vermezseniz tepe çıplak kalır, erozyon olur, toprak denizlere akıp gider.
Burada bir taraftan doğadaki canlılığın oluşması anlatılmakta ve toprak anlatılırken diğer taraftan da ekonomik döngü ve tıkanmalar anlatılmaktadır.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(265) (Va elLAHu BiMAv TAGMaLUvNa BaÖIyRun)
“Allah amel ettiklerinizi basîrdir.”
“Basîr” kelimesi burada nekre gelmiştir. O halde Allah’tan başka da basîr vardır.
“Mâ” genellik mâsıdır. O halde ne yaparsak kamu onu bilecektir. Tüm yapılanlar ve hayırlar kaydedilecektir. İnternete girdi mi orada kimin ne verdiği bilinecektir. Adını kullanmak istemeyen rumuzla girmiş olur.
İnsanlar gelecekte sabahleyin kalkıp işe başladıkları zaman yaptıkları işleri kaydedeceklerdir. Akşam üstü yatsı namazına geldikleri zaman o günkü tutanaklarını muhasiplerine verecekler, muhasipler de kayda geçireceklerdir. Böylece ne amel yapılmış ise hepsi yazılmış olacaktır. Buradaki bu ifade bunu göstermektedir; nekreliği bunu göstermektedir. İleride zaten başka türlü hayat olmayacaktır. Çünkü insanlar tamamlayıcı bir üretim yapamayacaklar, mutlaka parça parça işlemlerle ürün elde edilecektir. Mesela, bir mal bir yerden bir yere taşınacak. Siz onun yerini bilgisayara girer ve teşhir edersiniz. Nakliyecilerden boş olanlar gelip onu alır ve götürürler. Size haber bile vermezler. Onlar o malın kime ait olduğunu da bilmezler. ‘Ben şu malı şuradan aldım ve şuraya götürdüm. Eşyada o yazılı idi. İnternette de ilanı vardı.’ O kadar; işini yapar ve ücretini alır.
Geleceğin dünyasında hayat hep böyle akıp gidecektir.
Bir işte başarıya ulaşmak için işi yapan kimsenin kendisini vererek çalışması gerekir. Bunu sağlamanın yolu herkesin müteşebbis olması, elde ettiği malın kendisinde kalmasıdır. Kişilerin müteşebbis hâle gelebilmesi için ona imkânlar verilmelidir. Zarar etse bile korkulmamalıdır. Bir müteşebbis on defa zarar etse ve bir defa kazansa bile, o kazanç geçmişteki on zararı telafi eder.
Bir devletin veya bir bucağın sağlam para çıkarıp faizsiz kredi olarak dağıtması menn ve ezaya tâbi tutulmayan infaktır. Toplanıyoruz ve birisine diyoruz ki; ‘Sen çalış, zarar edersen biz sana kefiliz. Borcunu biz ödeyeceğiz.’ İşte bu kişi üretime geçer. Yüzde seksen başarır; yüzde yirmi de batabilir. Ne var ki bir işletmenin batması ülke ekonomisine zarar getirmez. Millî ekonomide eksilme olmaz. Biri kaybederse diğeri kazanır. Millî sermaye sabit kalır. Önemli olan âtıl kalmayıp sürekli hareket hâlinde olmaktır. Ne de güzel söylemişler; ‘Nerede hareket, orada bereket.’
***
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ (Ea YaVadDu EaXaDuKuM) “Biriniz meveddet eder mi?”
Vadide sular meylederek akar gider. İnsan da eğer bir şeyin peşine takılır giderse, onun peşine koşarsa, arzularsa, ona “meveddet” denir.
Burada “Biriniz ister mi?” sorusunu soruyor; yani hiçbiriniz böyle bir şeyi istemezsiniz.
Burada hitap edilen kimdir?
Burada hitap edilen “ey iman edenler”dir, yani “mü’minler”dir. Siz menn ve eza ile yaptığınız iyiliği çürütmeyin, iyiliği menn ve ezaya tâbi tutmadan yapınız. Eğer siz zekât müessesesini sonunda menn ve ezaya çevirirseniz, o zaman biriktirdiklerinizi yangına vermiş olursunuz.
Burada işaret edilen başka bir husus, vergi halka zor gelmemelidir, eziyet olmamalıdır. Halk ödemekle yükümlü olacağı vergileri kolaylıkla ödemelidir. Bunun için şu kurallar getirilmiştir.
a) Vergi kişilerden değil, işletmelerden alınmalıdır. Kişi kazanmıyorsa vergi ödememelidir. Haraç memnudur.
b) Vergiyi zengin ödemelidir. Fakir ve yoksul vergi ödememelidir.
c) Vergi maldan ödenmelidir. Paradan vergi ödenme zorunluluğu kalkmalıdır, çünkü o zaman mükellef vergi ödeyebilmek için malını yok pahasına satar.
d) Vergi borcu kişinin beyanına dayanmalıdır. Aksi sabit oluncaya kadar beyanı esas alınmalıdır. Memurun re’sen tarhı zulümdür. Genel hukuk kurallarına aykırı olarak mükellefe kazanamadığını ispat külfeti yüklemek zulümdür.
Menn ve ezadan oluşan zulmün sonu aşağıdaki sonuçlardır. Ne olur? Vergi ödeyemeyen işletmeler batar. Sonra hiç vergi alamazsınız. İşte ateşin bahçeyi yakması budur.
أَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ (EaN TaKUvNa LaHUv CanNaTun) “Onun cenneti olsun.”
Tarımda iki çeşit üretim vardır. Biri buğday gibi her yıl ekmedir. Bu usul toprağı aşındırmakta, doğal oluşu önlemektedir. Bu sebepledir ki Kur’an’da tarım olarak hep meyveliklerden bahsedilmektedir. Toprağı ağaçlandırdığınızda bu ormanın gördüğü görevi görür. Diğer taraftan da meyve vermektedir. Zaten insan meyvecil bir varlık olarak yaratılmıştır.
Bugün yeryüzünde çöl yerler vardır. Buralarda bitki örtüsü bile yoktur. Buralar sulansa buğday ambarları hâline gelir. Tahıl ana gıdadır. Bunlar üretilmelidir. Bataklıklarda pirinç yetiştirilmelidir. Ama diğer alanlarda hep meyvelikler oluşturulmalıdır. Meyve ağaçları hem meyve verir, hem de ormanın gördüğü görevi görürler. Burada da bu cennetten bahsetmektedir.
مِنْ نَخِيلٍ (MiN NaPıLın) “Hurmalıklardan bahçesi olsa.”
Bir bahçe var, o bahçe içinde “hurma ağaçları” var.
Bahçede ayrıca diğer ağaçlar var. O bahçe içinde üzüm bağaları var. Diğer çilek gibi meyveler var. Aynı cennetin içinde var. Kışın yaprak döken meyveler var, kışın yaprak dökmeyen meyveler var.
وَأَعْنَابٍ (Va EaGNABın) “Üzümden bağlar vardır.”
“Üzüm” kısa boylu asma tipi meyvelerdendir ama o da birkaç yıl yaşar. Her yıl yeniden yetiştirilmez. Kur’an insanların bu tür meyvelikler yapmasını, ağaçlar dikmesini istemektedir. Çünkü bunlar erozyona sebep olmazlar. Her ailenin böyle hurma ve üzüm karışımı tarlasının olması gerekir. Bir dönümlük yerde bunlar bulunmalıdır. Çünkü bunlar her türlü kriz zamanında insanın yaşaması için gerekli olan besinleri sağlar. Canlılar arası dayanışma vardır. Canlılara gerekli olan bütün maddeleri bir canlı üretmez. Üretim konusunda tüm canlılar arasında işbölümü vardır. Her canlı başka bir maddeyi üretir. Besin olarak birbirlerini yiyen canlılar, sonunda birinin ürettiğinden hepsi yararlanır. İnsan meyve yiyecek şekilde yaratılmıştır. Ancak insan sadece bir meyveyi değil, değişik meyveleri yemelidir. Dolayısıyla bir dönümlük bahçede değişik meyveleri yetiştirmek gerekmektedir.
Şunu belirtmeliyiz ki, burada hurmadan söz edildi, biz de bahçemizde hurma yetiştireceğiz. Diğer ağaçlar da onun yerini alacaktır. Hurma örnek olarak zikredilmiştir. Üzüm de öyledir, örnektir. Bununla beraber genetik araştırmalar yapmalıyız, belki Sibirya’da da yetişen hurma ağaçları vardır. Bunu bilmek için gen analizlerini yapmamız gerekmektedir. Aynı şeyi üzüm için de söyleyebiliriz. Üzüm daha yaygın şekilde yetiştirilmektedir. Hurma ise şimdilik çok dar sahanın meyvesidir. Bu bakımdan da bir sınıflama yapabiliriz. İki çeşit meyve vardır. Biri her iklimde yetişir, diğeri ise ancak özel iklimlerde yetişir. Ama hepsinin bir alternatifi vardır. Kur’an’da hurma ve üzüm çifti bu sebeple bahis konusu olabilir. Bununla beraber hurmanın her yerde yetiştirilmesi için denemeler yapılmalıdır.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIyMın TaXTıHav eLEaNHARu)
“Tahtında nehirler cereyan eden bahçe vardır.”
Cennet bir tanedir ama tahtında iki nehir değil nehirler cereyan etmektedir. Bu cennet âhiret cenneti değildir. Bu cennet dünya cennetidir. Bu nasıl olacaktır?
Bugünkü sulama sistemi yanlıştır. Meyveliklerin içi künklerle döşenmelidir. Bunlar toprağın altına gömülecektir. Onun için “tahtında” denmektedir. Mesela bir metrede bir döşenecektir. Künkün içinden sular akacaktır. Meyve ağaçlarının kökleri künkü saracak ve ondan suyunu ve mineralleri emecektir. İşte onun için “tahtihâ/altında” diyor da “fîhâ” demiyor ve onun için “enhâr”ı çoğul olarak getirmiştir. İnsanlık bu sulama tekniğini henüz kullanmamaktadır. Âhiretteki cennette de bu sulama tekniği vardır. Demek ki kapalı borularda akan sulara da “enhâr” denmektedir.
Buradan diğer âyetin yorumuna gideceğiz. Sudan, baldan, sütten ve hamrdan nehirlerden bahsedilmektedir. Bu nehirler boru şebekeleridir. Çeşmeden süt akacak, çeşmeden bal akacak, çeşmeden su akacak ve çeşmeden meyve suları akacak bir dünyaya doğru gidiyoruz demektir. Kur’an üzerinde çalıştıkça birçok şeyleri öğrenmiş oluruz. Bir cennet ve enhâr/nehirler bize bunları öğretti.
لَهُ فِيهَا (LaHUv FIyHA) “Orada onun için vardır.”
Burada önemle temas edeceğimiz husus, orası firdevs cennetidir. Başkasının ortaklığı yoktur. Oradaki meyveler de satılmak için değildir. Ailenin kendisi için bu meyvelik vardır. Elde ettikleri meyveler buzluklarda saklanır ve bütün yıl boyunca yenir. Ağaçlar farklı zamanda yetişirler. Meyveler alınır, saklanır; yahut pekmez yapılır, reçel yapılır; herkes kendisi yapar. Böylece tarımdaki birikim unutulmaz. Savaş ve âfet zamanlarında da aile yaşamaya devam eder.
Burada “lehu”yu başa alıp sonra “fîhâ” demesinin hikmeti, cennetin kendisine mahsus olduğunu ifade etmek içindir.
Çatalca Bahşayış köyündeki yerimize otuz-kırk aile sığabilir. Birer oda yaparız. Sonra meyvelik hâline getiririz. Hepimiz Kur’an’ın bize tanımladığı cennete sahip oluruz.
مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ (Min KulLi elÇaMaRAvTi) “Her semerattan vardır.”
“Semerât” burada marife gelmiştir. “Semereti” denseydi her çeşit meyve olurdu. Oysa burada her çeşit meyve değildir, belli çeşitlerden birer tane vardır demektir. Burada kurallı dişi çoğul gelmiştir, birbirini tamamlayan meyveler demektir.
Önce Çatalca Bahşayış köyünde ne yetişiyorsa o meyvelerden dikmeliyiz. Bu bakımdan belirleme vardır. Sonra her çeşit meyveden dikilmelidir; orada yetişen meyvelerden her çeşit dikilmelidir. Sonra her mevsimde tazesi olacak şekilde meyveler dikilmelidir.
Artvin’in Camili bucağında ilk armut Nisan ayında ortaya çıkar, değişik çeşitleri ile Aralık ayına kadar devam eder. Üç dört ay da ambarlarda saklanır. Böylece meyvesiz zamanlar olmaz. Meyve toplayıcılık döneminin yaşanabildiği bir yerdir.
Çatalca Bahşayış köyü arazisinde neler dikmeliyiz? Meyve gruplarını şöyle sıralayabiliriz.
a) Erik tipi meyveler. Bunların tohumu değil, tohumun etrafını çeviren et kısmı yenir. Hurma, elma, armut, ayva gibi meyvelerden uygun olanları tesbit etmemiz gerekir: Ziraat müdürlüğüne gidip oralarda nelerin yetişeceğini tesbit etmeliyiz. Yetişme zamanlarını da belirlemeli ve onları dikmeliyiz. Anadolu ve Trakya’daki çeşitlerinden yararlanmalıyız.
b) Ceviz, fındık, badem, fıstık gibi meyvelerin ise içleri yenir.
c) Üzüm, böğürtlen, çilek gibi meyvelere de yer vermeliyiz.
d) Kavun, karpuz, yer elması benzeri meyveler için de bir kenarımız olmalıdır.
İşte, bir dönümlük bir yere neler sığdırabilirsek sığdırmalıyız. Semerât bahçesini yapmalıyız. “Semerât”ın dişi kurallı çoğul gelmesi bize bunu anlatmaktadır.
Bakınız, biz ne yapıyoruz? Bir bahçe yaparken bile Kur’an’a danışıyoruz. Kur’an bize ne tavsiye ediyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Her şeyde ve her hareketimizde Kur’an esas olmalıdır. Her şeyi Kur’an’a danışmalıyız. O zaman biz başarıya ulaşmış oluruz. Böyle bir misal getirirken Kur’an aynı zamanda bize yaşamamız için gerekli şeylerin dersini de veriyor.
İnsanlık günümüzde çıkmazdadır. Sorunlarını çözemiyor. Kentleşme çarpıktır. İnsanlar oksijensiz yerlerde ömürlerini tüketiyor. Akevler ise bunlara çareler arıyor. Biz harekete geçtiğimizde O bize yardım edecektir.
وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ (Va EÖAvBaHUv elKiBaRu) “Ona yaşlılık isabet etmiştir.”
“İsabet” nedir? Ok attığınız zaman hedefine ulaşmışsa isabet etmiştir demektir. Daha çok muhtemel olan olaylar için söylenir. Burada isabet kelimesini kullanmaktadır.
Kişi yaşlanmayacağını sanmaktadır. İnsan yaşlanır ama sağlığı yerinde, gücü yerinde ise yaşlılığını hissetmez, ölümü de görmez. Ama bir de bakar ki birden yaşlılık gelmiştir. Artık bir iş yapamaz durumdadır. O zaman küçük çocukları varsa onları düşünür, onlara ne bıraktığını hesap eder.
Kur’an “yaşlılık isabet etmiştir, çarpmıştır” demektedir. Gerçekten yaşlılık yavaş yavaş gelir ama ortaya birden çıkar. İşte burada o birden bire ortaya çıkış yaşlı insanın hâlini anlatmak için “isabet” kelimesini kullanmaktadır.
Yaşlılığı “kiber/büyüklük” kelimesi ile ifade etmektedir. Buradan şu anlaşılıyor ki, yaşlanmak büyümek demektir, akıllanmak demektir. Rütbe olarak ilim ve yaşlılık esas alınır. Hazreti Peygamber de birine “a’lemukum” demiş, diğerine “ekberukum” demiştir. Yaşlı olmayı başkan olmak için etkili kabul etmiştir.
Bu âyetten şunu öğreniyoruz ki, yaşlanmak emekli olmak için sebep değildir. Yaşlılığın isabet etmesi gerekmektedir: Bu sebeple biz herkes kendi emeklilik yaşını kendisi seçsin diyoruz. Erken emekli olanlar az maaş alırlar, çalışma kredisini almazlar. Oysa geç emekli olanlar bir taraftan çalışma kredisini almaya devam ederler, diğer taraftan emeklilik oranı yükselir.
وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاءُ (VaLaHUv ÜurRiYaTun WuGaFAvEu) “Onun zayıf zürriyeti vardır.”
Burada “zayıf çocukları vardır” demiyor da “zayıf zürriyeti vardır” diyor, yani torunları da hesaba katıyor. Bu da fıkıhtaki önemli kuralı ortaya koyuyor. Dede babanın yerine geçer ve bütün hakları ve görevleri yüklenir. Buradaki bu ifadedir ki baba önce ölmüşse payı olan altıda bir kime kalır? Yoksa kalmaz mı? Baba babası varsa ona kalır, çünkü dede babanın yerine geçer. Fıkıhçılar bu hususta ittifaktadırlar. Ama Kur’an’daki delil işte burada ortaya çıkmaktadır
Bunun başka mânâsı; çocuklar babalarına bakmakla yükümlü oldukları gibi dedelerine de bakmakla yükümlüdürler. Bu böyle devam etmektedir.
Burada “sugarau” denmemiş de “duafau” denmiştir. Hasta veya sakat olanlar da dahildir. Baba çocuğuna 15 yaşına kadar bakmakla yükümlüdür. Ondan sonra darda olursa topluluğa yüktür. Ama zayıf olursa tekrar ona yük olmaya başlar. Fakir ise fakirlik payını alır.
Kişi yaşlanmıştır. Kendisinden sonra çocuklara bir şeyler bırakmakta olduğu için rahattır. Sıkıntısı yoktur. Yaşlılık gelmiş ama geçim sıkıntısı sözkonusu değildir. Yahut bugün emekli maaşı var, bu maaş çocuklarına kalacaktır.
فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ (Fa EaÖAvBaHAv EıGÖAvRun) “Ona ı’sâr isabet etmiştir.”
“Asr” ikindi vaktidir. Üzüm sıkma zamanıdır.
“Iğsâr” ikindi vakti gelen fırtınadır. Üzüm devşirilmiş ama henüz sıkılmamıştır. Yağmur gelir ve berbat eder. Karadeniz’de bu tür olaylarla çok karşılaşılır. Otu biçersiniz, kuruması için bırakmak zorundasınız. İkindi vakti toplarsınız. Bir bakarsınız yağmur gelir ve ıslatır gider.
“Iğsâr” buna kıyasla sonbaharda kuruluk varken birden yıldırımlı yağmur düşer ve ormanı yakıp bitirir. Sonbahar ikindiye benzetilmiştir. İlkbaharda yağmurlar ne kadar yararlı ise, devşirme zamanı da o kadar zararlıdır. O zararlı hâli tasvir etmektedir.
فِيهِ نَارٌ (FIyHIy NAvRun) “İçinde ateş vardır.”
“İçinde ateş olmak” yıldırım veya şimşektir. Bol yağmurdan sonra gelen yıldırım yangın çıkarmaz. Çünkü her taraf ıslaktır, çevre kendini korumaktadır. Ama yeni başlayan yağmurlar eğer yıldırım içeriyorsa çok tehlikeli olur, ağaçlar henüz ıslanmadığı için yanmaya başlar ve bir defa yanmaya başlayınca da artık onu durdurmak mümkün olmaz.
فَاحْتَرَقَتْ (Fa ıXTaRaQaT) “Yanmıştır.”
Yanmıştır, bahçe kül olmuştur. Artık çocuklarına bırakacak bir şeyleri kalmamıştır.
Onun durumu ne olur? Çocukları ne olur?
İşte bu duruma karşı alınan tedbir zekâttır, feydir. Çünkü orada yetimlerin payı vardır, fakirlerin payı vardır, yoksulların payı vardır. O çocuklar babaları sağmış gibi yetiştirilecektir. İşte zekât budur. Nitekim bugün inanmış kimselerin çoğu zekâtlarını vermektedir. Kendi tanıdıkları ve yakınları gözetilmektedir. Böylece yaşama imkânına sahibiz ama bu eksiktir.
Bu eksikliği gidermek için vakıf kurmalıyız; yetimler vakfı. Herkes bu yetimler vakfına hayat sigortasına aidat öder gibi işletmedeki cirodan pay verecektir. Mesela yüzde bir pay verilebilir. Bu paylar toplanıp şimdi bu durumda olanlara bölüşülecektir. İleride bizim başımıza da benzer olay gelirse o zaman verenlerin payları bölüşülecektir. İşte İslâmî sigorta budur.
Kur’an infak edin, bunlara infak edin diyor. Kur’an ne yapıyor? Bize zekât felsefesini yapıyor. İnsanlar bir defa inandı mı ondan sonra artık işler kolaylaşır.
Burada kısaca yine dayanışma ortaklığına temas edelim. Biz bir ortaklık kuruyoruz. Kim hasta olursa ona hepimiz katkıda bulunup tedavi ettirelim. Ben hasta olmazsam bir şey almıyorum ama hasta olmadığımdan dolayı şükrediyorum. Ödemelerimi yapıyorum. Hasta olursam artık ödemiyorum ve onlar bana masraflar yapıyorlar. İşte buna “dayanışma ortaklığı” diyoruz.
Baştan verilen aidat infaktır. Bu karzı hasen sigortadır Ama kişiden aidat alırsan ve aidata karşılık onu sigorta edersen; o menn ve ezaya tâbi bir sigortadır ve o çeşit sigorta haramdır. Ancak İslâmî sigorta ortaya konuncaya kadar ona katılmak zorunda olduğumu çok sonra anladım. Suphi Koral arkadaşım bana sormuştu; ‘Hani sen sigorta haramdır diyordun, şimdi alıyor musun?’ Alıyorum, çünkü benden zorla aldılar. Alıyorum, çünkü Akevler’de adil sigorta kuramadık.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ الْآيَاتِ (KaÜAvLıKa YuBayYıNU elLAHu LaKum EaYAvTıHIv)
“Allah size âyetlerini böylece beyan ediyor.”
“Âyet” burada kurallı dişi çoğul ve marife gelmiştir. O halde bu bilinen âyetlerdir.
Kur’an’ın âyetleri olabilir. Doğal kanunlar olabilir. Sosyal kanunlar olabilir.
“Adil Düzen” bir bütündür, ideal düzendir, tek düzendir; başka bir düzen yoktur. Ya adalet vardır, ya zulüm vardır, ara bir şey yoktur.
Şimdi AK Parti yeni bir anayasa hazırlıyor. Taslak anayasa metnini henüz görmedim ama şimdiden o anayasada neler olacağını sizlere anlatabilirim.
Madem ki “Adil Düzen” değildir; o halde o “zulüm düzeni”dir.
a) O anayasayı okuyunuz, çelişkilerle doludur. Hakimiyet hem milletin olacak, hem uluslararası yasalar anayasanın üstünde olacak! Bu çelişkidir. Hem ekseriyet demokrasisi olacak, hem lâiklik olacak! Bu çelişkidir. Hem demokrasi olacak, hem halkın istediği olmayacak! Bu da çelişkidir.
b) O anayasaya bakınız, ekseriyet sistemi vardır. Ekseriyet demek, sonunda diktatörlüğe gitme demektir. Zaten ekseriyet sistemi kralların etkisini kırıp sermayenin etkisini hakim kılmak için icat edilmiştir.
c) O anayasada merkezî sistem vardır. Hem merkezin yaptığı yasalara uymak zorunda olunacak, hem de demokrasiden ve insan haklarından bahsedilecek! Nasıl olacaksa?!.
d) O anayasada kavramlar tanımlanmamıştır. Sadece yuvarlak laflar ve temenniler. Herkes sosyal haklardan yararlanacak; ama nasıl yararlanacak? Tanım ve mekanizma yok!
Şimdi, gidin ve o anayasayı okuyun, bakınız bakalım, benim söylediğim dört kriter var mıdır, yok mudur?
Oysa bizim anayasamızda, “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda;
1) Dengesizlik yoktur, çelişki yoktur, çatışma yoktur, çarpıklık yoktur...
2) Ekseriyet demokrasisi değil, hicret demokrasisi vardır.
3) Merkezî yönetim değil, yerinden yönetim vardır.
4) Genel hizmet müessesesi ile sorunların çözümü getirilmiştir. Diğer anayasalar gibi çözüm temennilerinden ibaret değildir.
İşte bu âyetler bunu açıklamaktadır. Zorla verginin tahsiline karşı âyetler getirilmiştir.
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(266) (LaGalLAKuM TaTaFakKaRUvNa)
“Tefekkür edesiniz diye âyetlerimizi size beyan ettik.”
“Mekr” tuzak demektir. Bir hayvanı pusuya düşürmek, mesela olta atıp balık tutmak “keyd”dir. O anda yaptığın bir oyundur. Ama bir havuz yapıp balıklar içeriye girsin ama çıkmasın; bu da “mekr”dir. Öyle bir şey yapıyorsunuz ki sürekli onları onunla yakalıyorsunuz.
Fikir de böyledir.
“Tefekkür etmek” demek, olayları aksi sonuçlarla çözmek demektir.
Aldatmak için konan yeme gidip tuzağa düşmek mekrdir. İnfak edip sonra kazanmak fikrdir. Yani önce veriyorsunuz, sonra alıyorsunuz.
“Fikretmek” demek, aslında proje yapmak demektir. Sosyal proje de bir projedir.
Matematiği öğrenemeyen zavallılar sosyal mühendisliğe karşıdırlar. Sosyal mühendislikte baskı kötüdür. Bir kooperatif kurarsınız, bu sosyal mühendisliktir. Eğer insanları zorla kooperatife sokarsanız bu sosyal zulümdür. Ama ‘isteyenler ortak olsun-istedikleri zaman da çıksın’ derseniz, işte bu sosyal mühendisliktir. Sosyal mühendisliğin diğer mühendislikten farkı; diğer mühendislikte eşyanın rızası gerekmediği halde, sosyal mühendislikte rıza gerekir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-428 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-258 İstanbul, 29 Eylül 2007
ANAYASA ÇALIŞMALARINDA NELER OLUYOR?
Bir firma bir milyon YTL’lik bir yarış açıyor. Soru çok basittir; 3 kere 3 kaç eder? Bunun cevabını doğru olarak bulana bir milyon YTL verilecektir. Ancak firmanın küçük bir şartı vardır; 9 çözümünü kabul etmiyor! Başka çözüm bulunacaktır. Herkes çözüm olarak 9 sayısını buluyor ama firma kabul etmiyor, çünkü baştan onu kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Tabii kimse doğrusunu bulamıyor ve sorun çözülmemiş olarak kalıyor.
Başka bir firma da çok basit bir yarış düzenliyor: İstanbul’un dışına çıkmayacaksın. Köprülerden geçmeyeceksin, karadan Üsküdar’dan Eminönü’ne geçeceksin. Bunun için bir milyon YTL ödül koyuyor. Tabii ki kimse geçemiyor ve o ödülü alamıyor.
Buna benzer çok yarışlar düzenleyebilirsiniz: Ağzını açmadan konuşacaksın! Gözlerin kapalı iken göreceksin! Bunlara benzer istediğin kadar misal üretirsin.
Nitekim bunun bir örneğini Sn. sabık Adalet Bakanı Cemil Çiçek vermiştir. Televizyona çıkıp: ‘Biz böyle çözüyoruz, kimin çözümü varsa getirsin. Dinlemeye hazırız.’ dedi. Biz de randevu istedik ve Akevler olarak çözüm götürdük. Sağ olsunlar, bizleri kabul etme nezaketini gösterdiler. Allah ondan dinleme konusunda razı olmuştur. Dört tane yüksek kurul kurulsun dedik:
a) Soruşturma Yüksek Kurulu,
b) Savunma Yüksek Kurulu,
c) Bilirkişiler Yüksek Kurulu,
d) Hakemler Yüksek Kurulu.
Bunlar siyasi partilerin atadıkları ilim adamlarından oluşsun ve bunlar Türk yargısını bağımsız, yansız, etkin ve saygın hâle getirsin. Bu önerimiz 3 çarpı 3 kadar açık ve net değil midir?
Buna karşı Sn. sabık Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bize verdiği cevap şu olmuştur: ‘Çözümlerin içinde Adil Düzen olmaz! Bu sizin öneriniz Adil Düzendir! Bu partide bu olmaz!..’
Nerde olmaz/mış?!.
Adında ‘adalet’ kelimesi olan partide olmaz/mış!!!
Oysa ilân ederken bu şartı koşmamışlardı.
İşte AK Parti doğruları arıyor ama; yanlışlar içinde doğrular icat edilecektir, doğru olan reddedilecektir.
Öncelikle en akıllılarından biri olan Sn. Cemil Çiçek’e ve tüm AK Partililere şunu hatırlatmak isteriz ki, doğru olan tektir. Üç kere üçün doğru çözümü tektir. Kimse başka çözüm getiremez. Siz doğruya ambargo koyuyorsunuz demek; doğruyu aramıyor, yanlışlar içinden birisini doğru yapmak istiyorsunuz demektir. Bu mümkün değildir. Kimse Allah’ın koyduğu kuralları yani sosyal ve tabiî kanunları değiştiremez. Kimse Allah’ın yaptıklarını düzeltemez.
Bu hikâyeyi niye anlattık?
Anlattık, çünkü AK Parti yine kendisini seçen ulusuna yalan söylüyor. ‘Kimin nesi varsa getirsin’ diyor; demesine diyor ama minik bir şartı var, önerilen “Adil Düzen” olmayacak!
Ya ne olacak?
Bâtıl düzenlerden biri olacak;
Ya kapitalist olacak, ya da solcu sosyalist olacak!
Ya meclis ekseriyetle seçecek, ya da halk ekseriyetle seçecek!
Behey -hain değilsen- gafil adam! İçkiyi bardakla mı içsek, tasla mı içsek; ne fark eder?!. İçki değil de süt içeceksin süt, ey insan. Ekseriyetle seçtikten sonra ne ile seçersen seç, hep dengesiz sonuç çıkmayacak mı?
Ya nasıl seçeceksin?
Uzlaşarak seçeceksin.
Uzlaşarak seçmenin değişik yolları vardır:
a) İsteyen adayını gösterir. Seçiciler sıralama yaparlar. Birinin aldığı sıraların tersleri toplanır ve en yüksek derece alan seçilmiş olur.
b) Gruplar birer temsilci gönderir. Bunlar bir odaya kapanır. Uzlaşıncaya kadar orada kalırlar. Dışarı çıkan temsilciliği kaybeder. Gönderen de başka temsilci gönderemez. Sonunda uzlaşanlar kalır ve o uzlaştıkları kimse başkan olur.
c) Temsilciler ortak vekil seçerler. Ortak vekil istişare ettikten sonra birisini atar. Bu da bir seçimdir.
d) Başkan adayları kendi aralarında uzlaşarak başkanı belirlerler.
Görülüyor ki çözüm tektir, o da uzlaşmadır. Uzlaşmanın yolları ise değişik olabilir. Siz bizden daha adil uzlaşma yolu getirebilirsiniz. Ama; hayır, biz ekseriyet sistemini istiyoruz, dayatma sistemini istiyoruz!’ derseniz; siz üç kere üçün dokuz ettiğini reddediyorsunuz demektir.
Biz Akevler olarak “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” diye bir taslak hazırladık. Bu kırk senelik çalışmalarımızın mahsulüdür. Milleti dalâlet içinde oyalayıp, onları kandırıp birkaç yıl daha iktidar olma peşinde değilseniz; gelin bizi de muhatap alın. Yani sizin Anayasa çalışmanıza, AKP anayasa çalışmasına bizi de çağırın, size anlatalım. Dinleyin sonra yapmayacaksanız yine yapmayın!
Çağıramazsınız; çünkü mum yanınca karanlıklar ortadan kaybolur, doğru yanlışı her zaman yener. Yanlışlar içinde yaşamamız için karanlıklarda kalma çabası içindesiniz. Size dua edemiyoruz, çünkü kabul olunmaz. Size sadece nazar ediyoruz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-428 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-258 İstanbul, 29 Eylül 2007
YENİ ANAYASANIN ESASLARI NELER OLMALIDIR?
1- Türk Ulusu tanımlanmalıdır.
Ulussuz devlet olmaz. Türkiye devleti Türk ulusunundur. Bu da tartışılamaz. Yapacağımız tek şey Türk ulusunun kimlerden oluştuğunu belirtmektir. Mustafa Kemal bunu dört umdeye bağlamıştır.
a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak.
b) Türkçe konuşmak.
c) Müslüman olmak.
d) Ben Türküm demek.
Biz bunu biraz değiştiriyoruz.
a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, başka ülkenin vatandaşı olmamak.
b) Türkçe bilmek ama başka dilleri de bilebilir, konuşabilir. Yerel yönetimlerde başka diller kullanılabilir.
c) Azınlık haklarından yararlanmamak.
d) Türküm demek. Bu ben Kürdüm demeye mani değildir. Irkın değil, ulusun alt kimlikleri olabilir; olacaktır da.
2- Lâiklik tanımlanmalıdır.
Anayasamızın 24’üncü maddesi çok açık olarak lâikliği tarif etmiştir.
a) Kamunun değil, devletin,
b) Düzenin değil, temel düzenin,
c) Dini fikriyatı değil, dini hissiyatı,
d) İstismar edemez ve kötüye kullanamazda veya değil, ve olarak ifade edilmiştir.
Oysa bugün tamamen farklı yorumlanmaktadır.
Bunun tek çözümü vardır. Yargıyı hakemlerden oluşturup keyfi yorumlamalara son vermek.
3- Hakimlik sisteminden hakemlik sistemine geçilmelidir.
Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçmelidir. Baş hakemi hakemler seçmelidir. Hakemlerin kararları temyiz edilmemelidir. Hakemler aleyhine dava ikame edilebilmelidir. Yüce divan milletvekillerinden oluşmuş hakemlerce oluşmalıdır.O zaman tüm dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır.
4- Ekseriyet sistemi yerine ortak vekillik sistemi getirilmelidir.
Temsilciler oluşmalıdır. Temsilciler konuyu tartışmalılar. Anlaşamadıkları hususlarda ortak vekil atayıp ortak vekil istişareden sonra karar almalıdır. Bu karar herkesi bağlamalıdır. Çünkü ortak vekil karar vermiştir. Ortak vekil sıralama usulü ile atanabilir.
5- Merkez Bankası’nın parayı nasıl çıkaracağı kanunla belirlenmelidir.
TCMB dış baskılardan veya siyasi baskılardan arındırılmalıdır. Karşılıksız para çıkmamalıdır. Para arz edilen emeğe avans olarak verilmeli yahut kredi stok edilen mala tanınmalıdır. Yapılar kredilendirilmelidir. Altınla değiştirilebilen bir para çıkarılmalıdır. Devlet taşınmazlar alıp satarak para arzını dengeleyebilir. Devlet faiz almamalı, faiz de vermemelidir. Cebri icra kalkmalıdır.
6- Tek karar mercii bürokrasinin olduğu yerlerde, vatandaşa hizmet vereni seçtirmek ve hizmetliye ona göre maaş verme sistemi getirilmelidir.
Odalar birliği, tabipler odası, avukatlar odasının yöneticilerini siyasi partiler atamalıdır. Yoksa çoklu sistem getirilmelidir. Antidemokratik kuruluşlar artık tarih olmalıdır.
7- Baraj % 5’e indirilmeli ve partiler oylarını birbirine kullandırabilmelidir.
Denge nisbî sistemde aranmalıdır. Partilere aldıkları oylar nisbetinde bakanlık verilmelidir.
8- Türkiye dengeli olarak 120’ye yakın ile bölünmelidir.
Bir ilin nüfusu bir milyondan fazla olmamalıdır. Bölge merkezlerine valiler merkezden tayin edilmeli ve meclisleri olmamalıdır. Diğer illerin valilerini halk seçmelidir. Meclisleri de bağımsız çalışmalıdır. Cumhuriyet kanunları ancak merkez illerde ve devlet yollarında geçerli olmalıdır. İl içinde il kanunları öncelik taşımalıdır.
9- Her türlü eğitim ve öğretim serbest olmalı, imtihanlar devletçe yapılıp diplomayı devlet vermelidir.
Halkın ne öğreneceğine değil, istediği şeyleri bilip bilmediğine bakılmalıdır. Devlet halkta sen bunu öğren diyebilir ama devlet halka şunu öğrenmeyeceksin diyemez.
10- Tarikatlar resmileştirilip dinî cemaatler oluşturulmalı, partiler ve mesleki kuruluşlar gibi onlara da yönetim içinde yer verilmelidir.
Ya demokrasi ya da dikta rejimi.
İkisinin arası yoktur.
Devleti yıkmak istemiyorsanız; ya tek parti rejimine geçelim, ya da demokrasiyi tam uygulayalım.
Kenan Evren’in zulmü, AK Parti’nin adaletinden daha iyidir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92