ADİL DÜZEN 429
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 06 Ekim 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 429. SEMİNER
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ALLAH’A/ “ADİL DÜZEN”E İNANMAK
ANAYASA ÇALIŞMALARI VE DEĞİŞTİRME
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 91. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنْ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ(267) الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمْ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(268) يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(269)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHa elLAÜINa EavMaNUv) “Ey iman etmiş olan kimseler.”
Burada hitap edilen kimseler müslimler değil mü’minlerdir. Kur’an mü’minlerin üstünde bir güç tanımamaktadır. Mü’min diğer bir mü’mine zor kullanmamaktadır. Herkes kendi isteği ile şeriata uymaktadır. Herkes zekâtını kendisi vermekte ve zekâtın nimetlerinden yararlanmaktadır. Dolayısıyla infak âyetleri emirdir ama mü’minlere emirdir. Burada emredilen zekâtı almak değil, zekâtı vermektir. Vermeyenlere de bir ceza koymamaktadır. Çünkü insanlar kendi isteğiyle zekât vermektedir.
Şeriatın dışına çıkarlarsa cezaları verilir. Eğer bedeni zararlar vermiyorlar ve bu arada hırsızlık, yol kesme, zina ve iftira suçları işlememişlerse, sadece hakem kararlarına uymuyorlarsa, onlara uygulanacak ceza bucak dışına çıkarmaktır. Müşrik de olsa onları katl etmemektir. Mâli yükümlülük bedeni cezaları istilzam etmez. Nitekim Mekke müşriklerine de Kur’an dört ay kalma izni vermiştir.
Burada sorulacak ikinci soru vardır: Müslimlere uygulanacak sistem nedir?
Eğer kıyas yaparak hükmedecek olursak, o zaman vergi bakımından mü’min ile müslimin birbirinden ayrılmaması gerekir. Yok, mefhumu muhalefetle hareket edecek olursak, o zaman müslimlerden vergi almamamız gerekir. Burada emredilen, kişilerden alınan vergidir, işletmelerden alınan pay değildir. Kişilerin emvali batınadan infaklarıdır, yani kırkta birlerdir. Humus kâfirlerden alınan ganimetlerden alındığına göre müslimlerden alınacağı da kesindir. Öşür için ise iki yol seçilmektedir. Ya onlar da öşür vermektedirler, ya da haraç vermektedirler. Yani arazileri eksinler ekmesinler, mahsul alsınlar almasınlar, belirlenmiş miktarı vermektedirler. Oysa öşür arazilerinde ise mahsulden onda bir vermektedirler. Ne var ki ekmeyenin elinden haraç arazisi alınmadığı halde, öşür arazisi elinden alınmaktadır. İcmaa yakın içtihat böyle olmuştur. Biz bunu şöyle ayırıyoruz. Eğer onların bucakları varsa biz arazilerinden sadece haraç alırız. Birlikte bize öderler. Kendi hukuklarına göre aralarında bölüşürler. İlleri varsa biz bir şey almayız. Çünkü arazi vergisi illere aittir. Humusu ise yani madenlere ait vergileri ise eşit olarak herkesten alırız. Devletlerden istediğimiz şey, humuslarını aldıktan sonra malların ihracına müsaade etmeleridir.
Böylece bu âyetin delâleti ile onların vergi sistemini de fıkıhta çözmüş oluyoruz.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus yer almamıştır; sizler koyacaksınız.
أَنفِقُوا (EaNFıQUv) “İnfak ediniz.”
Yukarıda birinde Allah sebilinde infaktan, birinde Allah rızası için infaktan bahsettiği halde, burada “infak ediniz” diyerek sadece infaktan bahsetmektedir. Hanefiler mutlakı mutlak, mukayyedi mukayyed olarak anladıklarından burada infakın genel infak olduğuna kail olurlar. Yani kendi infakın için de aynı hükümleri içerir. Şafiiler ise mutlakı kıyasla takyid ederler, dolayısıyla onlara göre buradaki infak Allah’ın sebilinde ve merdatillah infakıdır.
Biz bu konuda Hanefilerin görüşünü benimsiyoruz ve diyoruz ki; bu infak genel infaktır, yani başkasına harcamak da dahil olmak üzere kendin de harcarken tayyibini harcayacaksın, tayyibini kullanacaksın.
مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ (MiN OayYıBATı MAv KaSaBTuM)
“Kesbettiklerinizin tayyibatını infak ediniz.”
“Tayyibât” burada nekre olan “Mâ”ya izafe edilmiştir. O halde nekredir. Nekreye gelen “Min” cins içindir, teb’iz için değildir. Dolayısıyla burada ifade edilmek istenen malların bazılarını harcayın, bazılarını harcamayın anlamında değildir. İyi mallarınızı harcayın demektir.
Peki, bu durumda malların kötüleri ne olacaktır?
Bu âyette önemli bir ayırım vardır. Sanayi ürünleri ile zirai ürünler birbirinden ayrılmaktadır. Sanayi ürünlerinden “kesbetmiş olduğunuz” denmekte, zirai ürünler için ise “bizim ihrac ettiğimiz” denmektedir. Sanayi mallarında bozuk olan mallar iade edilir ve yeniden ham madde yapılır, kaliteli mallar ise piyasaya sürülür. Sanayide kalitesiz malların kullanılması da satılması da haramdır. Kalitesiz mallar yeni imalata ham madde olur. Oysa tarım ürünlerinde bu böyle değildir. Onu geri iade edip ham madde yapamayız. Çünkü tarımda imal eden biz değiliz, imal eden canlılardır. Tarım ürünleri farklı muameleye tâbi olacaklardır.
“Kesbettiklerinizin tayyib olanını infak ediniz.”
“Tayyib” kelimesi işe yarayan demektir. Yendiği zaman rahatsızlık yapmayıp mideniz onu hazmediyorsa o tayyibdir. Ama midenizi ağrıtıyorsa veya kusma yapıyorsa, midenizi bulandırıyorsa veya zarar veriyorsa o habistir. “Tayyib” hoş kokulu, lezzetli demektir. İnsan önce gözü ile görür. Ona göre onun tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra burnuna yaklaştırır ve kokusundan tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra ağzına alır ve onun tayyib veya habis olduğuna karar verir. Sonra midesinde de kimyasal muayeneye tâbi tutulur ve işe yaramıyorsa bağırsaklarda geçit verilmez, dışarıya atılır; eğer işe yarıyorsa o zaman kılcal damarlar vasıtasıyla emilir. Tayyib olmayanlar ise dışarıya atılır, hattâ ince bağırsağa girmeden kusularak geri atılır.
Şimdi tayyib ve habis böylece ayrıldıktan sonra, topluluktaki mallar da vasıf itibariyle önce gözle muayenede onun tayyib olması gerekir. Sonra kokuda onun tayyib olması gerekir. Sonra tatta yani fiziki muayenede onun tayyib olması gerekir. En sonunda kimyasal tahlillerle yapısının tayyib olması gerekir. “Kesbettiklerinizin tayyibini infak edin” deniyor, “kesbettiklerinizden” denmiyor. Çünkü tayyib olmayanlar infak edilmeyecek, onlar gerisin geriye ham madde olarak dönecektir.
“Kesb” küspeden gelir; biriktirilen, yığın yapılan mallar demektir.
Sanayi malları genel olarak dayanıklı mallardır, miadları sözkonusu değildir ama tarım ürünleri dayanıksızdır ve miadları vardır. Burada bunu teb’iz etmiştir.
Bozuk mallar satılmayacak mıdır?
Mallar iki türlüdür. Biri halkın tüketim için kullandığı mallardır. Bakkallarda ve manavlarda bunlar satılır. Diğeri ise tekrar üretimde kullanılır. Üretimde kullanılmak için satılır. Onlar inşaat depolarında satılır. O halde mağazaları ikiye ayırmamız gerekir. Biri tüketim için kullanılan malların satıldığı yerlerdir. Bunlar mağazalardır. Diğerleri ise ham madde olmak üzere satılan yerlerdir. Bunlar da depolardır. Halk tüketim mallarını mağazalardan alır, üreticiler ise depolardan alırlar. İki mağazada satılan malların üzerinde farklı etiketler vardır. Domuz etinin mağazalarda satılması haramdır, ama depolarda satılması ham madde olarak kullanılmasını sağlamak için helaldir.
وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ (Va MıNMAv EaPRaCNAv LaKuM)
“Ve bizim sizin için ihrac ettiklerimizden.”
“Sizin kesbettiğiniz” değil de “bizim ihrac ettiğimiz” deniyor. Çünkü sanayinin aksine tarımda biz hakim değiliz. Biz hizmet veririz, asıl üreten hayvan ve canlılardır.
Batı sanayide çok ileri gitmişse de, tekelci ve merkezci olduğu için tarımı çözememiştir.
Bu sebeple “bizim ihrac ettiğimiz” diyor, “sizin ihrac ettiğiniz” demiyor. Bununla beraber “leküm/sizin için” diyor. Çünkü Allah canlıları birbirine rızık yapmıştır, canlılar başkalarına rızık olacak şekilde yaratılmışlardır. Allah bizim için de topraktan biten meyve ve sebzeleri ihrac etmiştir. Diğer bitkileri de hayvanlarımıza yem olsun diye ihrac etmiştir. Hepsi bizim içindir.
مِنْ الْأَرْضِ (MıNa eLEaRWı) “Arzdan”
“Arzdan sizin için ihraç ettiğimizden” deniyor.
“Arz” dendiği zaman havasıyla, suyuyla, toprağıyla, hattâ güneşten gelen ışığıyla hepsini içermektedir. Dolayısıyla deniz ürünleri dahil olduğu gibi, uzayda yapılacak tarım da buna dahildir. Gezegenler de birer arzdır.
Burada bir şey sorulur: Yeraltı madenleri ve kaynak suları da buna dahil midir?
Kaynak suları dahil edilebilir ama madenler dahil edilemez, çünkü onlar bizim kesbettiklerimizdir, Allah’ın ihraç ettikleri değildir.
Burada yeni ayırım dolayısıyla illet ortaya konuyor. Tarım ürünleri ve sanayi ürünleri. Tarım ürünleri canlıların ürettikleridir, Allah üretmiştir. Sanayi ürünleri ise insanların ürettiğidir. İçme suları kıyas yoluyla tarım ürünlerine dahildir, kullanma suları ise sanayi ürünlerine dahildir diyebiliriz.
Bu durumda bozuk olan ürün ne olacaktır?
Sanayi ürünü ise ham madde olarak gerisin geriye gönderilecektir. Tarım ürünü ise durum değişiktir. Önce tayyib olanları ayrılacak ve o insanlar için besin olacak, yiyecek olacaktır. Eşya tayyib olacaksa besin haydi haydi tayyib olacaktır. İnsan için habis olanlar hayvanlar için tayyib olacakları için artanlar yem fabrikalarına gidecektir. Onlardan bir kısmı ot yiyen hayvanlara yem olabilir. Bir kısmı ise tavuklar gibi böcek yiyen hayvanlara yem olabilir. Burada da işe yaramıyorlarsa, o zaman gübre fabrikalarına gidecek ve orada bitkilerin yemi olacaktır. Onlar için de zararlı ise o zaman sanayide ham madde yapılacak veya çukura gömülecektir.
Burada yine şu sonuçlar vardır: Sanayi ve inşaat malları ayrı satış yerlerinde alınıp satılır. Gübreler ayrı mağazalarda satılır, yemler ayrı mağazalarda satılır, yiyecek ve giyecekler ayrı mağazalarda satılır. Bunun yanında gelişmiş bir sektör var; eczaneler. Bunlar aslında habistir ama zarureten tedavide istimal edilmektedir. Bunlar da ayrı mağazalarda satılır.
وَلَا تَيَمَّمُوا (Va Lav TaYamMAMUv) “Teyemmum etmeyin.”
Bunun aslı “teteyemmemû”dur, “Te”nin biri düşmüştür. “Yememe” kökünün “tefe’ul” bâbıdır. “Yem” Nil gibi durgun akan büyük ırmaktır. Yatağında çamur çökmektedir. O çamurla bedeni sıvazlamak, öylece kumlanmak adeti olmalıdır. “Su bulamazsanız teyemmüm ediniz” âyetindeki teyemmüm bunun benzeridir. Teyemmüm etmek teemmum etmek (imam yapmak) anlamına da alınabilir, yani onu öne sürmeyiniz demek olur. Bozuk ve vasıfsız malları ambalajlayıp kaliteli imiş gibi piyasaya sürmeyiniz. Satış yaparken iyilerini üste koyup alttakiler bozuk çıkmasın.
“Yem” durgun akan sudur. “Teyemmum etmek” akmak demektir; yani içinizde kötüleri harcama zevkiniz olmasın denmiş olur. Bu takdirde burada nehy edilen kalbî fiildir. İnsan iradesini yapmamak için kullanır ama iradesi isteğine hakim değildir.
Birine kininiz olur ama ona kötülük yapmazsınız. Kininizi nasıl def edeceksiniz? Âyeti bu mânâda aldığımızda, kötüleri itme huyunuz olmasın denmiş olur. Böyle bir istekte bulunmayın anlamında olur. Bu nehyi böyle anlayacaksak, o zaman böyle huyların tedavisi mümkündür demektir.
a) Dille yapılan zikirler ve tesbihler insanın içini tedavi etmektedir. Kızdığınızda “lâhavle” çekersiniz. Demek ki kızgınlığınızı onunla yatıştırıyorsunuz. Kur’an’da emredilen tesbihler vardır. Mânâsını da bilerek tesbih etmekle bu tür kötü isteklerden kurtulmanız mümkündür. “Sübhanellah, elhamdülillah, Allahu ekber, estağfurullah…” Hazreti Yunus’un tesbihi “Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzâlimîn” demek, insandaki kötü hisleri tedavi eder. Ayrıca Kur’an okumak, Kur’an’ı ezberlemek, namaz kılmak, muttakilerin meclislerinde bulunmak da insanın habise meylini tedavi eder. Çünkü insanın beyni devamlı olarak yayın yapmaktadır. Birlikte olmak o yayınlardan beyninizin yararlanmasını sağlar. Evinizde odanızda birinin bulunması size huzur verir.
b) Allah rızası için yapacağınız fiilî iyilikler de sizi kötü hislerden kurtarır. Bu fiilî iyilikler bedenen yapılır, fiilî iyilikler mâlen yapılır. Birini ziyaret etmek, bir kimsenin işine yardımcı olmak, birine bir şeyi ikram etmek, sıkıntısı olanın sıkıntısını gidermek, kötülüklere sabretmek, onları affetmek sizdeki kötü hisleri temizler, sizi doğru yola götürür.
c) Aksini yapmak suretiyle nefsinizi zamanla yenersiniz. Mesela, verirken iyileri başkasına vermek, satarken iyileri seçip satmak gibi fiilleri istemeye istemeye yaparsanız, bir gün gelir artık siz o kötüleri verme isteğinden kendinizi tedavi edersiniz. Bu en etkin tedavi şeklidir.
d) Bir şeyh bulursunuz, bir arkadaş bulursunuz, bir ortak bulursunuz, ona göre eş seçersiniz, o sizi o kötü huylardan vazgeçirtir. İslâmiyet’te kişi hocasını kendisi seçer, ustasını kendisi seçer, komutanını kendisi seçer, mürşidini kendisi seçer; bu eksiği tamamlayacak kimseleri seçer.
الْخَبِيثَ (eLPaBıYÇa) “Habisi teyemmum etmeyin.”
“Habis” tayyib olmayandır. Çürük ve bozuk demektir, yaramayan demektir.
İnfak ederken yani kullanırken hep kaliteli olanları kullanın diyor. Burada tayyib ve habis marifedir ve müfreddir. Oysa emir cemaatedir.
Bu kelimeler cinstir. Tayyiblik de habislik de sosyal olaydır. Yirminci asrın sonunda batılılar standartları ve normları buldular. Oysa bu Hazreti Davud aleyhisselâm zamanında başlamıştı. Bugün “kaliteli mal” diyoruz, “markalaşmak” diyoruz. İşte bu habisi teyemmum etmemekle mümkündür.
Bize standartlar dersi veriyorlardı. Amerikan bezi yahut kaput bezi için standartlar; bir santimetre karede şu kadar atkı olması gerek demişlerdi. Sümerbank’a gittik, çok altında idi. Oranın yöneticisine sorduk; devlet neden yasak işi yapıyor? Bizim işimiz değil; iplik, makine ve işçi sorunu dedi. Evet, sizin istediğiniz kalitede bir üretim yapabilmeniz için kullandığınız tezgâh o kalitede olmalı, kullandığınız iplik o kalitede olmalıdır. Hattâ elektrik motorunuzun devri düşüp yükselmemeli, aynı güçle vurmalı. Bunlar yetmez, makineyi ayarlayan usta o makinenin ustası olmalı. Fransa’dan aldığınız bir makineyi İtalya’dan getirdiğiniz bir ustaya verirseniz verim alamazsınız. Bu sorun geri kalmış ülkelerin en büyük sorunudur. Kendi teknolojinizi kendiniz geliştirip kendi mallarınızın ölçülerini kendi imkanlarınız içinde koymazsanız, kaliteyi tutturamazsınız.
Burada şunu belirtmemiz gerekir ki kaliteli-kalitesiz mal yoktur. Müşterinin beklediği vasıfları tutturmanız önemlidir. Size ona göre para vermektedir. Bir arabaya uymayan parça ne kadar iyi olursa olsun araba için habistir. Çünkü ona yaramamaktadır. Vasıfsız da olsa arabaya uyan parça sizin işinize daha iyi gelir. Dün insanlar kendi ürettiklerini tüketiyorlardı. Bugün ise parçaları üretiyorsunuz. Bir eşya veya mahsul elli yerde yüz el değerek size ulaşır. Artık her şeyi ölçülü yapmak zorundasınız.
مِنْهُ (MiNHu) “Ondan”
“Minhu” zamiri nereye râcidir ve “Min” neye mütealliktir? Önce tekil gelmiştir. Ondan denmektedir. Habisten olması gerekir, çünkü tayyibe gitmez. İkisine birden de gitmez, ikisine de girmez, çünkü “Mâ”da teb’iz yoktur. “Mimmâ Ehracnâ”daki “Mâ”ya gider. “Sizin için ihrac ettiklerimizden infak ederek habise teyemmum etmeyiniz” denmiş olur. Burada izhar etmedi izmar etti, yani zamir olarak getirdi, çünkü o ihrac ettiklerimizden habisin infak edilmemesini istemiştir.
Sanayi mallarında tayyibâtı infak edin diyor, tarım ürünlerinde habisi teyemmum etmeyin diyor. Tayyibât dişi kurallı çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin tayyib olması için uyumlu olması gerekir. Oysa habis olmak için uyumlu olmaması yeterlidir. Bu sebeple orada emir sigasıyla getirmiştir, burada nehiy sigasıyla getirmiştir. Sanayi mallarında biz ürettiğimiz zaman onu biz tayyib yaparız. Oysa tarım ürünlerinde biz üretmediğimiz için onlardan ancak habisleri seçeriz. Yani tarım ürünlerinde tayyiblik esastır, bizim habisleri seçip ayırmamız gerekir. Sanayi ürünlerinde ise habislik esastır, biz onu tayyib hâle getirmeliyiz.
Nereye taalluk eder sualinin cevabı ise; infak edersinize râci cümle hâl olur, teyemmuma taalluk etmez, “el-habîse”nin bedeli olmuş olur. “Ekeltü es-Semeke Minhü” cümlesi fasih değildir. “Ekeltü”nün tekrarı gerekir. “Ekeltü es-Semeke Ekeltü Minhü” dersiniz.
تُنفِقُونَ (TuNFıQUvNa) “İnfak ederek.”
Tarladan bitirdiklerimizden infak ederken habise meyletmeyiniz. Burada çok ince bir ifade vardır. Arzdan bitirdiğimizi infak etmeyin demiyor, infak ederken habise teyemmum etmeyiniz diyor. Yani biz yerden biten her şeyi, tüm canlıları infak edeceğiz, hiçbir şeyi boşa atmayacağız ama o infakta habislik yapmayacağız. Yani insan yiyeceklerine hayvan yemlerini karıştırmayacağız, hayvan yiyeceklerine gübrelikleri karıştırmayacağız. İlaçları satarken gıdalarla beraber satmayacağız.
İnfakın kendisi haram kılınmamış, infakta habislik yapmak haram kılınmıştır.
Deri bozuktur diye satış yasaklanıyor. Sonra görüldü ki bozuk deri de işe yarar, esnaf ‘bozuktur’ damgasını bastı ve öylece piyasaya sürdü.
İşte Kur’an bize burada böyle yasaklamaların mânâsızlığını anlatır.
Günü geçmiş gıdanın satılması marketlerde yasak olabilir ama yem satan mağazalarda satılabilmelidir. Günü geçen mallar sıfırlanmamalıdır. İnsan gıdası ile hayvan gıdası arasında fiyatlarda çok az fark olmalıdır. Çünkü un orada süte dönüşmektedir. Süt ekmekten daha kıymetlidir. Habisin kendisini yasaklasaydı o zaman biz onu yem olarak da kullanamazdık.
وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ (Va LaSTuM Bi EaPıZIyHIy)
“Onu ahzedecek değilsiniz. Ahzetmezsiniz.”
“Kâne”nin karşıtı fiildir; “Mâ Kâne” gibidir. Fiili mazisi vardır, fiili muzarisi yoktur. “Mâ” ve “Lâ” da bu anlamadadır. “Mâ” geçmişte olmayanı, “Lâ” gelecekte olmayacağını, “Leyse” ise geçmişte ve gelecekte olmayanı bildirmek içindir. İsim cümlesinin olumsuzudur. Burada hâl olarak gelmiştir. “Tunfikûne”deki “Entüm”ün hâlidir.
İnfak ederken öyle infak ediniz ki, siz alırken nasıl alacaksanız ona göre infak edin. O fiyatla satın almayacağınız bir şeyi satmaya kalkışmayın. Yahut imalat yaparken, harcarken, çocuklarınıza yedirirken, eşinize giydirirken sizin kullanmayacağınız bir şeyi onlara kullandırmayınız.
Bir taraftan fiyatlar tamamen serbesttir ama diğer taraftan da kalitenin tamamen belirli olması gerekir. Eşinize yediğinizden yedireceksiniz; siz daha iyisinden yiyemezsiniz, siz daha iyisinde kalamazsınız, siz daha iyisinde seyahat edemezsiniz, siz daha iyisini giyemezsiniz. Ama siz iyisini yiyorsanız o da iyisini yiyecek, siz kötüsünü yiyorsanız o da kötüsünü yiyecektir.
إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ (ıN Lav EaN TuĞMıDUv FIyHIy) “Onda igmad etmedikçe”
Buradaki “İllâ” İnlâ”dan oluşmuştur. Eğer fiyatını düşürmezseniz, almayacağınız şeyi kapatarak normal fiyatla satmayın. Yahut normal fiyatla pazarlayacağınız mala hile karıştırmayın.
“Gamz” derin çukur yerdir. “Gözü gamzetmek” demek, uykudan gözlerin kapanması demektir, gözleri açık da olsa görmemesi demektir. Pazarlarda fiyatların düşmesi gamza esir demektir. Birden yok pahasına sayılması demektir. “İgmaz etmek” fiyatları düşürmek demek, yani düşük fiyatla almak demektir. Bir malda kusur varsa fiyatı yarıdan aşağıya düşer.
Bir araba kullanıldı mı fiyatı en az dörtte üçe düşer. Fiyatları düşürüp satın almayacağınız malı normal fiyatla pazarlamayın. İmalata o ham maddeyi katmayın. Kalitenin yakalanması budur.
Her ulusun nasıl dili varsa, onun gibi her ulusun tekniği vardır, standardı vardır. Bir ulus eğer sıfırdan kendi standartlarını oluşturmuşsa, sanayiye ulaşmış demektir. İki yüz yıldan fazladır Batı sanayiini almakla uğraşıyoruz. Batıdan ilim alınabilir ama teknik alınamaz. Batı lisansı ile araba imal edilemez. Batıdan araba alır kullanırsınız, bunda bir beis yoktur. Batıdan proje yapmada mühendislerden yararlanabilirsiniz. Ama inşaat ve makineyi siz kendiniz imal edeceksiniz. Proje onlardan, imalat sizden. Önce geniş toleranslarla işe başlarsınız. Tolerans demek, azami ve asgari sınırdır. Basit olarak şöyle ifade edelim. Siz hassas terazi yapamadığınız için ölçülerde bir fark bulunur. Bir kilo 950 ile 1050 gram arasında olur. Bir kilo olarak verdiğiniz bu kadar az veya çok olur. Çünkü sizin imal ettiğiniz terazi ondan fazla hassas olarak tartmaz. Bir kimse Batıdan terazi alsa ve o terazi de on gramı gösterse, bir kilo olarak sattığınız yanlış çıkacak, dolayısıyla hukuki sorun ortaya çıkacaktır. Biz kendi ülkemizde imal ettiğimiz ölçü ve tartılarla alıp satarız, onu gerçekleştiririz. Türk mallarını alanlar ucuz alırlar ama onun toleransının geniş olduğunu bilirler. Standartlar topluluğa göre değişmekte olduğu için burada çoğul sigası kullanılmış.
وَاعْلَمُوا (VaIGLaMUv) “Biliniz.”
Çoğul edatı ile “biliniz” denince, kayıtlara geçiniz demektir, envanter muhasebesini yapınız demektir.
أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ(267) (EanNa elLAHa ĞaNıyYun XaMIyDun)
“Allah’ın gani ve hamîd olduğunu biliniz.”
Bundan önce “ganiyyün halîm” denmiştir; şimdi de “ganiyyün hamîd” denmiştir.
Orada sözlerden bahsedilmiş, minnet edilmemesi gerektiği bildirilmişti; burada da ganiyyün hamîd olduğu ifade edilmektedir.
Zenginlik nedir?
Günde sekiz saat çalışırsınız; bunun beş saati ile geçinirsiniz, kalan üç saatinde elde ettiklerinizi biriktirir, nüfusunuzu arttırmanız için harcarsınız. İşte bu artan saatler ganiliktir. İnsanlar ayrı ayrı yaşarken hayvanlar gibi ancak karınlarını doyurmaktadırlar. Topluca yaşamaya başlayınca üretimde verim arttı ve insanların daha fazla üretmek için zamanları oldu. Uygarlık böyle doğdu.
Allah insanı öyle yaratmıştır ki, sekiz saat çalışır ama kendisini ve çocuklarını beş saat çalışması ile geçindirir. Bu topluluğun nimetidir. Dolayısıyla hamd topluluğa aittir, rant topluluğa aittir. Burada “gani” ve “hamîd” kelimeleri nekre getirilmiştir. Oysa Fatiha Sûresi’nde “bütün hamd Allah’ındır” denmiştir. Demek ki burada murad edilen kâinatın yaratıcısı Allah değil, O’nun yeryüzündeki halifesi topluluktur, insanlıktır.
***
الشَّيْطَانُ (elŞaYOAvNu) “Şeytan”
“Şeytan” kurnaz yılanın adıdır. Avını kandırarak avladığı için insanları yanıltan kimselerin adı olmuştur. Cinlerdendir. Hazreti Adem’e musallat olan şeytanın adıdır.
Basit sayılar sistemi vardır. Bu kümelerle izah edilmektedir. İkili ve onlu kümeler ile sayılarımızı tanımlıyoruz. Toplam iki ayrı kümenin tek küme hâline getirilmesidir. Çarpma, aynı büyüklükteki çok kümenin tek küme hâline getirilmesidir. Beşli üç küme üçlü beş kümeye eşittir. Her birine çarpma denir. Üs alma çarpanları eşit olan kümelerin çarpımıdır. Bu da bir kümedir. Küçük sayıdan büyük sayı çıkarılmadığı için eksi sayılar icat edilmiştir. Küçük sayı büyük sayıya bölünmediği için kesir sayılar icat edilmiştir. Eksi sayıların kesirli üssü alınamadığı yani kök bulunamadığı için bâtınî sayılar icat edilmiştir. Artık bu sayılarla bütün işlemler yapılabilmektedir. Başka yeni sayının icadına gerek kalmamaktadır. Bu sayılar düzenine mükemmel sayılar düzeni denir. Şimdi bir varsayım kabul edilmektedir. Kâinatımız mükemmeldir. Yani sayılarda ne varsa o kâinatta geometri olarak vardır.
Parçalanmadan hareketin olabilmesi için üç boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Bu uzayda yaşıyoruz. Üç boyutlu uzayda hareket edebilmek için dört boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Alternatif hareket için beş boyutlu uzaya ihtiyaç vardır. Hareket edebiliyoruz, alternatif hareket yapabiliyoruz; o halde dört ve beş boyutlu uzay da mevcuttur. Kâinatın büyümesi ve ışık hızından büyük dalgaların olması bize fizikî olarak bunların varlıklarını ispatlamaktadır. Matematiğin zorunlu kılması sebebiyle bunların da bâtınileri vardır. Yani kâinat parmaklarımız gibi beş çift boyutlu uzaydır.
Bunun dışında çekirdekler vardır, moleküller vardır. Moleküllerde elektronlar çekirdeklerin etrafında dolaşmaktadır. Sıcak cisimlerde ise bunlar dağılmakta, bunun yerine atomlar çekirdek bağları ile birbirine bağlanmaktadır. Soğuk kâinatta ne varsa sıcak kâinatta da o vardır. Bu da ikinci varsayımdır.
Üçüncü varsayım ise, kâinat şuurlu varlıklar için yaratılmıştır. Yoksa bileni dahi olmayan bir varlık var sayılamaz. Böylece kâinat bilinen ve bilen olmak üzere ikiye ayrılır. Buna göre dört çeşit bilen varlık vardır.
Bir varsayımımız daha vardır. Kâinatta yapmakla görevli bilen varlıklar vardır, yıkmakla yani temizlemekle görevli bilen varlıklar vardır. Bunlar arasında denge kurulmuştur. Kâinat bu dört varsayım üzerinde oturmuştur.
Bundan daha iyi varsayım oluşturulamadığı için bunları doğru kabul etmek zorundayız.
Buna göre;
-Soğuk kâinatta zahirî bilinçli varlıklar insanlardır.
-Sıcak kâinatta zahirî bilinçli varlıklar cinlerdir.
-Soğuk kâinatta bâtınî bilinçli varlıklar ruhlardır.
-Sıcak kâinatta bâtınî bilinçli varlıklar meleklerdir.
Böylece cinlerin varlığı kâinatı izah eden tek varsayımlar sistemi ile ispatlanmış olmaktadır.
Cinlerin ve insanların yıkıcılarına yani temizleyicilerine şeytan denmektedir. Şeytanın görevi işe yaramayanları ortadan kaldırıp temizlik yapmaktır.
İnsanlar kendi iradeleri ile yaşayarak derecelerini yükseltmek için yaratılmışlardır. Melekler ve nebiler insanlara doğru yolu göstermekte ve sınıflarını geçmeleri için yardımcı olmaktadırlar. Oysa şeytanlar da insanları kötülüğe doğru sürüklemektedirler. İnsan bunlardan hangisinden yararlanır da davranırsa ona göre sınıfta kalır veya geçer. Melek ve şeytan insanın iradesini kullanabilmesi için insanın emrine verilen iki görevlidir. Bu açıklama dördüncü varsayıma dayanmaktadır.
Kur’an’ın felsefesi bu dört varsayım üzerine dayanmaktadır. Şimdiye kadar kâinatı bundan daha ileri varsayımlarla açıklayan bir düşünce gelmemiştir.O halde şimdilik bunları doğru kabul etmek zorundayız. Kur’an da bunları teyit etmektedir.
يَعِدُكُمْ الْفَقْرَ (YaGıDuKuM eLFaQRa) “Size fakrı vaat ediyor.”
Sizi fakirlikle korkutuyor.
“Vaat etmek” demek, ileride olacakları haber vermek demektir. Eğer harcarsanız sonra muhtaç olursunuz, aç kalırsınız diyor.
“Fakr” kaburga kemikleri demektir. Yoksulluktan kaburga kemikleri görünen kimselere fakir denmektedir. “Gani” ise ganemden gelir; dolgun, postu kalın demektir. Kur’an bir toplulukta halkın yarısını fakir, yarısını da zengin kabul eder. Zenginlerin fakirlere vermelerini ister. Şeytan ise sonra siz de alanlar sınıfına düşersiniz diye korkutur. Buradaki “fakr” lugat mânâsında da olabilir.
Fakirlik demek, muhtaç olmak demektir. Zengin de yoksa fakirin ihtiyacını kim giderecektir?
وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ (VaYaEMuRuKuM Bi eLFaXŞaEı) “Ve size fahşayı emreder.”
“Fahşa” aşırı demektir. Zina yaparsınız, bu kötülüktür; ama zinayı meslek hâline getirirseniz ve evli kadınlarla yaparsanız bu fahşa olur. Cimrilik edersiniz, fakirlere meşru yollardan harcamazsanız, bu günah olur; ama faizle paraları toplayıp hapsederseniz, tekelleri oluşturup halkı esir eder de açlık içinde kıvrandırırsanız bu da fahşa olur.
Ekonomik krizler her kötülüğün anasıdır. Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmaktadır. Zina o sebeple yaygınlaşmaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar çalmakta, yolsuzluklar ve hileler ondan başlamaktadır. Ekonomik krizlerde insanlar aç kalmakta, rüşvet ve zulüm ondan doğmaktadır. İnsanlar aç ve işsiz kalınca terör olaylarının vesilesi hâline gelmektedir. Şimdi eğer Şemdinli dağlarında iki kardeş birbirini öldürüyorsa, bunun sorumlusu ekonomik krizleri çıkaran Amerika’daki otel odaları yani oralarda çöreklenen sömürü sermayesi lobileridir. İşsiz ve aç kalan genç orada sömürü sermayesinin tuzağına düşmüş, asker de onu kovalamak zorunda kalmıştır.
İşte, ekonomik krize sebebiyet veren cimrilik burada bunun için fahşa olarak adlandırılmıştır.
Bundan kurtuluşun tek yolu vardır, o da ekonomik krizleri yani şeytanın oyununu ortadan kaldırmaktır. Burada şeytanı sömürü sermayesi olarak görebilirsiniz. Allah’ın onlara verdiği imkânları insanların saadetine kullanacaklarına, dünyayı ifsat etmek için kullanıyorlar.
وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ (Va ElLAHu YaGıDuKUM eL MaĞFıRaTan MiNHu)
“Allah size kendisinden mağfireti vaat ediyor.”
“Adil Düzen”in gelmesiyle fahşa ortadan kalkacaktır; fakirlik sebebiyle ortaya çıkan tüm kötülükler ortadan kalkacaktır. Dış borçlar bitecek, işsizlik sona erecek, anarşi kalkacak, rüşvet ve yolsuzluk sona erecektir. Eskiden işlediğiniz kötülükler artık unutulacaktır. Kardeş kavgaları son bulacaktır. Bu sorunlar ne dağlardaki silahla çözülür, ne de meclisteki sarmaş dolaşla çözülür. Bu sorunlar yalnız ve yalnız “Adil Düzen”le çözülür.
“Kendisinden bir mağfiret” ile çözülür deniyor. Demek çok mağfiret varmış ama bu O’ndan yani Allah’tan gelen özel mağfiretmiş. Yani bu ancak Kur’an’la, şeriatla yani “Adil Düzen”le çözülür.
Şeytan taifesi sömürü sermayesi Türkiye’yi bu yoldan uzak tutmak için Kur’an kurslarını kapatıyor, meslek okullarını söndürüyor, camileri yaptırmıyor, hacca göndermiyor…
Güçsüzlük sebebiyle buna herkes boyun eğiyor. O halde yapılacak iş önce Türkiye’nin ekonomisini düzeltmek ve güçlendirmektir. Bunu da iktidarda olanlar yapamamaktadır. Çünkü onlar iktidara istediklerini getirip oturtmakta, onları dinlemeyenleri ise oradan indirmektedirler.
Biz İstiklâl Savaşı’nı nasıl İstanbul’da değil de Anadolu’da kazandıysak; şimdi de sıra İstanbul’da, ekonomik savaşı Ankara’da değil İstanbul’da kazanacağız. 1950’lerde İstanbul nüfusunun yüzde 52’si azınlık idi, şimdi yüzde 99’u Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Sermaye hâlâ sömürü sermayesinin uzantılarının elinde. Bir dernek (TÜSİAD) hâlâ ahkâm kesmeye devam ediyor. Oysa İstanbulluların nefesleri onları boğmaya yeterlidir.
وَفَضْلًا (Va FaWLan) “Ve fazlasını vaat ediyor.”
Evet, insanlar artık işsiz, aşsız, eşsiz olmaktan çıkacaklar. Ama Allah daha fazlasını vaat ediyor. O da muasır medeniyetin fevkine çıkmış olacaklardır. Bu nasıl olacaktır, tekrar hatırlatalım.
Türkiye’nin terör sorunu yok, dört önemli sorunu var; işsizlik, dış borç, yargının çalışamaması ve sermayenin esiri basın. Bunları çözdüğünüz zaman Irak’taki PKK bizim kardeşimiz olur. Eski yaraların hepsi sarılır. Şehitlerimiz Çanakkale şehitlerinin yanında huzur içinde olurlar.
1- İşsizlik sorununun çözümü için işçiye faizsiz ve icrasız çalışma kredisi verilerek işveren borçlandırılacaktır. Böylece sermayesizlik yüzünden işletmeler durmayacak işsiz insan kalmayacaktır. Sermaye sömürüsü de sona erecektir. Faizsiz kredi bulan artık faizli krediyi kullanmayacaktır.
2- Dış borç iç borca, faizli borç faizsiz kredileşmeye, nakit borç mal borcuna ve nihayet borç iştirake çevrilerek dış borç tasfiye edilecektir. Faiz yükünden kurtulan ülke yüzde yüz zenginliğe erecektir.
3- Basın yayın kooperatifleri kurulacak ve yazarlara devletten dolgun maaş verilecek, yazarlar istedikleri yayın organında yazacaklardır. Basın serbest olmayacak, para serbest olmayacak, yazarlar serbest olacak; yazarlar sermayenin esiri olmaktan kurtarılacaklardır. Böylece millî medya oluşacaktır.
4- Hakemlik ve bilirkişilik sistemi çalıştırılacaktır. Yargı teşkilatı bağımsız olmayacak, yargıçlar bağımsız olacaklardır. Hakemlerin verdiği kararı üst mahkemeler bozamayacak, böylece tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemeler ortaya çıkacaktır.
Bunlar sayesinde eski yaralar sarılacak ve ülkemiz muasır medeniyetin fevkine çıkacaktır.
وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(268) (VaelLAHu VASıGun GaLIyMun) “Allah vâsidir alîmdir.”
Bu ifade daha evvele infak edenlerin misali anlatılırken geçmişti. Nekredir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vasi olduğunu alim olduğunu bildirmektedir. Yani Türkiye Devleti geniş imkânlara sahiptir, ayrıca bilgilidir.
Biz bugün değil de 1950’lerde “Adil Düzen”i getirmek isteseydik getiremezdik. Çünkü altyapımız yoktu, yeterli makinemiz yoktu, eğitimli halkımız yoktu. Bugün ise “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in gelmemesi için hiçbir sebep kalmamıştır.
a) Ülke imar edilmiş, altyapısı tamamlanmıştır. Tüm köylere her türlü ulaşım ve haberleşme altyapısı ile elektrik, yol, su götürülmüştür. Altyapı tamamdır.
b) Bugün her türlü makine sanayii oluşmuş, bir vardiyenin yarı kapasitesi ile çalışmaktadır. Üç vardiye tam kapasite ile altı misli insan çalıştırabilir bir iş kapasitemiz vardır. Bunların ham maddelerini de rahatlıkla bulabilmekteyiz.
d) Eğitilmiş işçi ve işveren kapasitemiz en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Avrupa ekonomisini bizim işçilerimiz ve müteşebbislerimiz yürütüyor.
e) Güçlü ve bilgili ordumuz var. Her zaman ülkemizi savunur durumdadır. Vasi ve alimdir.
O halde neyimiz eksik? Tek şey eksiktir; sistemimiz eksik, düzenimiz eksiktir.
İşte, Allah bize eğer O’nun kitabına uyarsak mağfireti ve fadlı vaat ediyor, o da “Adil Düzen”dir, şeriat düzenidir, yani çoklu sistemdir. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.
***
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ (YuETıy eLXıKMaTa) “Hikmeti verecektir.”
“Hikmet” nedir? “Hikmet” hükümden gelen kelimedir. Hüküm, atın ağzına takılan gemdir, atı sağa sola götürme ve durdurma aracıdır. Direksiyon ve frendir. Yönetirken hükmetmedir, yani yönlendirmedir. “Hikmet” ise yönetimdir.
Ülkenin kuralları vardır. O kurallara göre herkes hareket eder, sonunda istenen sonuca varılır.
Burada “vâsiun alîmun”dur dedikten sonra “hikmeti verecektir” diyerek “Adil Düzen”i vaat ediyor, yani Türkiye’ye “Adil Düzen” gelecektir, denge düzeni gelecektir. Türkiye artık Amerika’daki localardan yönetilmeyecek, onların Türkiye’deki uzantılarının oyuncağı olmayacaktır. Türkiye nimetler ülkesi olacaktır, muasır medeniyetin fevkine yükselen bir ülke olacaktır.
Harfi tarif yapmadan âyeti başlatmıştır. Çünkü bu “vâsiun alîmun”un bir açıklamasıdır. Türkiye “Adil Düzen”i kolay anlayacak ve uygulayacaktır. Çünkü artık bunları anlayacak elemanları vardır, bunları uygulayacak imkanları vardır. Eksik olan hikmetin olması yani düzenin olmasıdır. Onu da Allah verecektir. Türk halkı iktidara bakmadan kendisi ortaya koyacaktır. Onun için “Allah” kelimesini izhar etmedi. “Yu’tillahu” denseydi, o zaman birincisi Allah’ın halifesi olan topluluk olurdu, ikincisi ise kâinatı var eden Allah olurdu. Aynı zamir ile ifade etmesiyle Türk halkının bu hikmeti ortaya çıkaracağını ve iktidarlara öğreteceğini ifade etmiş oluyor. Bundan dolayıdır ki “alîmun/bilgilidir” kelimesini de tehir etmiştir “alîmun vâsiun” denmesi gerekirken, “vâsiun alîmun” denmiştir. Çünkü hikmeti verecek olan ilimdir. Burada hemen ilim ile hikmeti ayırmamız gerekir. İlim illetleri ele alır, sebep-sonuç ilişkisini inceler. Oysa hikmet sonuçların yararlarını ele alır. O sonuçlara neden varıldığını öğretir.
“Hikmet” marife olarak gelmiştir; bilinen hikmettir, “Adil Düzen” hikmetidir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAEu) “Meşiet edene”
Burada iki mânâ verilebilir. Biri, kim isterse ona hikmeti verir denmiş olur. Diğeri de, kime isterse ona hikmeti verir demektir. Her iki mânâ da doğrudur. Hikmeti isteyene onu verecektir.
Adil Düzen Çalışanlarına hikmeti öğretecektir. Ama “Adil Düzen”den i’raz edenlere yani yüz çevirenlere de “Adil Düzen”i vermeyecektir. Nitekim “Adil Düzen”in üzerine basarak tepelere çıkanların “Adil Düzen”den hiç nasipleri yoktur. Allah bunlara onu öğretmeyi murat da etmez. Çünkü onlar istememişlerdir. Sonuç aynı mânâyı ifade etmektedir.
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ (Va MaN YuETa eLXıKMaTa) “Kime hikmet verilirse”
“Hikmet” burada izhar edilmiştir. Her iki hikmet de marife gelmiştir. Marife gelmesi “Adil Düzen”i ifade etmiş olmasından dolayıdır. Ancak birinci hikmetle ikinci hikmet arasında fark vardır. Birinci hikmet ilmîdir. Akevler ve Erbakan’ın ortaya koyduğu düzen budur. Bunlar nazarisini ortaya koymuşlardır. İleride verilecek hikmet ise amelîsi olacaktır, düzenin kendisi olacaktır. Hayrın kesiri onda vardır. Bizim yaptığımızın karşılığını âhirette verecektir. Uygulanmadığı için hayrın kesiri görülmüyor. Hayrın kesirini havariler değil Pavlusçular gördüler, hayrın kesirini Nursiler değil Gülenciler gördüler. İşte burada bu sebeple hikmet kelimesi tekerrür etmiştir.
“Adil Düzen” nedir; tekrar hatırlamada yarar vardır.
“Adil Düzen” şeriat düzenidir, “Adil Düzen” İslâm düzenidir, “Adil Düzen” adil ekonomik düzendir, “Adil Düzen” hak düzendir, “Adil Düzen” hükümler düzenidir.
Bunların Lâtin menşeli karşılıkları da şöyledir. Şeriat düzeni demokrasidir, İslâm düzeni lâikliktir, adil ekonomik düzen liberal düzendir, hak düzen sosyal düzendir, hükümler düzeni hukuk düzenidir. İşte hikmet anayasamıza değişmeyen maddeler olarak girmiş bulunan düzendir. Ama bunların sahteleri değil, gerçekleridir. Bir yerde hem ekseriyet hem lâiklik olamaz. Varsa sahtedir ve kandırmacadır. Nisbî sistem olursa lâiklik olur.
فَقَدْ (FaQaD) “Fekad/fakat”
Şarttan sonra gelen fiili maziler de muzari mânâları alırlar. “Fa” harfiyle tekrar mazi mânâsını kazanırlar, “Kad” ile de hâle yaklaşırlar. Türkçede ise işte o zaman onlar mânâsındadır.
Hikmet verilince yani “Adil Düzen” kurulunca, işte o zaman, o takdirde hayrın kesiri verilecektir. Şimdi istenen ve beklenen ise seraptır. Faizcilerin ve zinacıların peşinde koşularak bir yere varılacağını sanmak hatadır, seraptır ama öyle bir seraptır ki oraya varılınca helâk olunur.
أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا (EuTıYa PaYRan KaÇıRan) “Hayrı kesir verilmiştir.”
“Hayr” zenginliktir, ihtiyaçtan fazla maldır, sermayedir.
İşte “Adil Düzen” açıkça hayrı yani zenginliği vaat etmektedir. Bu sadece zenginlik olarak gelmiyor, bütün kötülükleri kurutan bir zenginliktir. Tekelleşmiş sömürü sermayesi değil, halkın eline adil bir şekilde dağılmış sermaye, zekâtlı sermeyedir. Batıda sermayeler olmaktadır. Çünkü zenginlerin fakirleri daha çok ezme imkânını vermektedir. Oysa hikmetli zenginlik yoksulların ihtiyaçlarını gidermektir, hayrı kesir olmaktır. Hayrın kesir olması için o hayrdan çok kimsenin yararlanmış olması gerekir.
Elimizde bin ekmek olsa, bunlara da üç kişi mâlik olsa, o ekmeğin değeri üç dört ekmek kadardır. Çünkü ondan fazlası yaramamış olur. Oysa ekmekler bin kişinin olursa onların hayrı bin kişiliktir. Hayrı kesir yaygın ekonomide vardır. Millî hâsılanın azlığı veya çokluğu hayır getirmez, adil dağılım varsa hayır getirir.
O halde hayrı nasıl tarif edeceğiz? Hayrın toplamı ile değil logaritmaların toplamı ile ifade etmeliyiz. Mal bir kimsede çoğalırsa onun hayrı logaritmik olarak küçülür. Yani, hayır malların toplamı değil, logaritmalarının toplamı kadardır. Hayır = ? (Log Mal i)
Malın değeri birden küçük olamaz. Bunun en büyük olması için adil dağılım gerekmektedir.
وَمَا يَذَّكَّرُ (VaMAv YaüÜakKaRu) “Tezekkür edemez.”
Yani anlayamazlar. “Adil Düzen”in nasıl hayır getireceğini anlamak kolay iş değildir. Bunun için Arapça ve Matematik bilmek gerekmektedir.
Batının faizli sömürü mantığı içinde hesapsız kitapsız “Adil Düzen”i anlamak mümkün değildir. Onlar kâr deyince faiz anlarlar, onlar sa’y/emek deyince işçilik anlarlar.
إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(269) (EilLAv EuLUv eLBAvBı) “Ulu’l-elbâbdan başkası anlayamaz.”
“Lub” beyindeki girinti ve çıkıntılardır. Ceviz içinde de böyle girinti ve çıkıntılar vardır. İnsan zekâsı oralara yerleşmiştir. Aklî faaliyetler oralarda yapılmaktadır. Kur’an rasihlerden (yani ilimde derinleşenlerden) bahsederken de aynı tabiri kullanmaktadır.
“Adil Düzen”i kavramak için rasih olmak gerekmektedir. Kişi kendisinin rasih olup olmadığını kontrol etmek istiyorsa, “Adil Düzen”i anlayıp anlamadığını kontrol etsin. Bu kuralı biz koymuyoruz, Kur’an burada koyuyor, hikmeti anlayamazlar diyor.
Namaz kılarlar ama namazın ne işe yaradığını bilmezler. Domuz eti yemezler ama niçin yemediklerini bilmezler. Faizli işlem yapmazlar ama faizin neden haram olduğunu bilmezler. Bunlar ancak içtihatla ve rusuhla bilinir, lüb sahipleri tarafından bilinir. Siz eğer iktidara lüb sahibi olmayanları getirirseniz, işte böylece yapıyoruz diye yıkarlar.
Türkiye KİT’leri oluşturdu ve bunlar dört önemli görevi gördü.
a) Batıdan teknoloji transferi yapıldı,
b) Halkı teknik olarak eğitti,
c) Halkımızı kentlere taşıdı,
d) Tekel sermayenin sömürüsünü önledi.
Bu hikmetleri bilmeyen beyinsizler şimdi onları düşmanların istekleri üzerine kapatıyorlar.
Günümüzde KİT’lerin görevi değişmiştir ama bitmemiştir.
a) KİT’ler teknoloji transferi yerine teknoloji üretimi yapacaktır.
b) Halkı tarımdan sanayiye geçiş için eğitecektir.
c) Sanayiyi köylere götürerek oraların boşalmasını önleyecektir.
d) Tekel sermayeye karşı yaygın sermayenin yani halk sermayesinin organize olmasını sağlayacak, bunu gerçekleştirecek olan hizmet kooperatiflerini kuracaktır.
İşte bunları anlamak hikmettir. Lüb sahibi olmayanlar bunları anlayamazlar. Halkın bunları bulup iktidar etmesi gerekir: Hikmet sahibi olmayanların iktidarı helakten başka bir şey getirmez. Hikmet Kur’an’ın Batıdaki müsbet ilimler üzerinden tafsilidir. Kur’an bizden bunu istiyor.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-429 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-259 İstanbul, 06 Ekim 2007
ALLAH’A/ “ADİL DÜZEN”E İNANMAK
İnanmak bilmek demek değildir. Bir şeye inanıyorsanız, siz onun için varsınız demektir, çevrenizdeki her şey ve herkes size göre sizin içindir. Onların sizin nazarınızdaki değeri size olan yararları nisbetindedir. Yalnız bir şey vardır ki siz onun içinsiniz. Siz adeta denize dökülen ırmaksınız. Çevreden birçok değerleri topladınız, şimdi onların hepsini denize akıtıyorsunuz.
Allah herkesten mü’min olmayı istememektedir, Müslim olmayı yeterli görmektedir. Onlar yani müzlimler; “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver” derler, ikisini birden isterler. Mü’minler ise kendileri talip olurlar. Onlar cennetlerini garanti etmek isterler. Onlar cennette illiyinde olmak isterler. Onlar dünyalarını Allah’a satmışlardır. Allah onlardan cennet karşılığı mallarını ve canlarını satın almıştır. Artık onların oturduğu ev onların değildir. Kiracıdırlar. Sahibi Allah’tır. Artık onların bedenleri kendilerine ait değildir. Ruhları bedenlerine kiracıdır. Sahibi Allah’tır. Nerede teslim edilmesini emrederse bedenlerini oraya verirler.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi de topluluktur; devlettir. Onlar devletleri için mallarını ve canlarını seve seve verirler. Çünkü onlar o devletlerini İslâm devletidir diye korurlar. Bugün olmasa da yarın olacaktır diye gelecek için korurlar.
İstiklâl Savaşı’na gittiğimizde Türkiye aslında daha Meşrutiyet döneminde dinsizleşmeye başlamıştı. Ama biz vatanımızı koruduk. Şehitler verdik. Onlar şimdi cennette rızıklanmaktadırlar.
Şimdi nereye geldik? “Adil Düzen”i kurma aşamasına geldik. O gün atalarımız; bu dinsiz devlettir, onun için mi savaşacağız deseydiler bugün Türkiye olmazdı. Allah mü’minlerden önce devletlerini dinsiz de olsa korumalarını istemektedir. Devletiniz için bu amaçla can verirseniz şehit olursunuz.
Şüphesiz Allah için yapılan savaş savunma savaşıdır, saldırı savaşı değildir. Yöneticiler saldırı savaşına zorluyorlarsa, o zaman yapılacak iş ülkeyi terk etmektir. Birleşmiş Milletler’in kararı ile yapılan savaş saldırı savaşı değil, savunma savaşıdır. Bu savaşları istismar eden devletler vardır. Ama sonunda yapılan savunma savaşıdır. Gidilecek bir yer de kalmamış olur.
Demek ki inanma; Allah için, mensup olduğun topluluk için canına ve malına kıyabilme ile başlar. İslâm dini demek, barış düzeni demektir. Kelime mânâsı ile anlamı odur.
Birileri cahilliklerinden “Allah’ın indinde din İslâm’dır.” âyetini hutbelerde okutmak istememişlerdir. Cehaletin büyüğü ancak bu kadar olur.
Bir defa İslâm dendiği zaman, Hazreti Adem aleyhisselâmdan Hazreti Muhammed aleyhisselâma kadar gelmiş geçmiş bütün dinler İslâm’dır. Yani İslâm Muhammediliğin değil; Nuh, İbrahim, Musa, Davut ve İsa peygamberlerin getirdiği Kur’an düzenidir. O halde İslâm dinine düşmanlık din düşmanlığı demektir; Komünizmdir, Marksizmdir.
Diğer taraftan İslâm barış demektir. Kur’an uygarlığı sonradan verilmiş addır. Âyet ise İslâmiyet’i kendisi tarif etmekte ve ona İslâm demektedir. Size Müslim adını İbrahim verdi, eski dinlerden bahsederek Müslim olarak bahsetmektedir. Sana selâm verene sen mü’min değilsin deme diyor. Samimi olmayana, kötü niyetli olana bile sen barış diyor.
Başka bir önemli husus; Kur’an’daki din Batılıların religion dedikleri takva ibadetleri içeren anlamda değildir, düzen demektir. Firavunun dininden bahsedilmektedir. Takva insanların inanışlarını ve kişisel yaşayışlarını ele alır. Din ise toplulukların düzenini ele alır, kurallardır.
Allah’a inanmanın başka bir yönü ise adalete inanmak, hakkın galip geleceğine inanmak demektir. Ümitsizliğe düşüp artık bunlar nasıl düzelecek demek değildir. Topluluk o kadar bozulmuştur ki, artık düzelmesi mümkün değildir demek ve ümidi kesmek küfürdür. Kaldı ki “Adil Düzen”i bilenler için düzelmek için basit bir olay beklenmektedir; on mü’minin ortaya çıkması beklenmektedir, on inanmış kişi birleşip mallarını ve canların vermeye hazır olurlarsa dünyadaki zulüm sona erer.
İşte, mü’min olmak demek, bu on kişiden biri olmak demektir. Paraya değil, oya değil, güce değil, iktidara değil; “Adil Düzen”e on kişi aranmaktadır.
Evet, Hazreti İsa gökten inmeyecek, kılıcı ile doğrayan Mehdi gelmeyecek ama on “Adil Düzen”e inanan mü’min gelecek ve dünya aydınlanacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-429 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-259 İstanbul, 06 Ekim 2007
ANAYASA ÇALIŞMALARI VE DEĞİŞTİRME
Birinci derecede değişiklik.
Bir eviniz vardır, bir yeri ihtiyacınızı karşılamıyor. Mesela, bir lamba veya priz ilave etmek istiyorsunuz; yahut ahşap kapısını demir kapı yapmak istiyorsunuz. Bu değişiklik yapının diğer taraflarına etki etmiyor, değişiklik sadece yerle iktifa ediyorsa, bu birinci derecede değişikliktir.
Anayasada, güvenoyu için oylamaya katılanların beşte üçü ‘evet’ oyu vermesi gerekir derseniz, bu birinci derecede bir değişikliktir. Cumhurbaşkanı seçmek için salt çoğunluğun iştiraki gerekir derseniz, bu da birinci derecede değişikliktir.
İkinci derecede değişiklik.
Evinizin bir yerine yeni bir kapı açacaksınız, duvar ilave edeceksiniz, bir yere yeni çeşme takacaksınız. Bunlar tüm evin yapısına, hattâ tüm binaya etki edebilir. Yeniden plan üzerinde değişiklik yapıp hesaplamalar yapmak gerekir. Yoksa bina yıkılır.
Anayasada temel maddelerden birini kaldıramazsınız, değiştirmezsiniz. O zaman birçok devlet kurumları rahatsız olur, patlama olur. Mesela, Genel Kurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayamazsınız. Çünkü o zaman siz silahlı kuvvetlerin statüsünü üçüncü, dördüncü dereceye atmış olursunuz. Onun yerini dolduran kurum onun yapacağı güce sahip değildir, ülkeyi koruyamaz.
Üçüncü derecede değişiklik.
Bina eskimiştir, artık tamirle onu yaşatamazsınız. Onu yıkarsınız ve eski projeye göre yenisini yaparsınız. Eski projeye göre yaparsınız, çünkü evinizden son derece memnunsunuz. Mobilyanızda ona göre değişiklik yaparsanız, onları da yenilemeniz gerekir.
Anayasanın ifadeleri eskimiş, bazı yerleri yanlış anlaşılmış olabilir. Dolayısıyla yeniden yazıp ortaya yeni anayasa koyarsınız. Bu öyle bir değişikliktir ki, kanunların değişmesine gerek olmayan tüm kurum ve müesseseler aynı kalır, sadece anayasanın ifadeleri yenilenmiş olur. Ufak tefek değişiklikler de yapılabilir.
Dördüncü derecede değişiklik.
Bina yalnız yapısı ile eskimemiş, kullanılış bakımından da eskimiştir. Geçmişte o eski inşaat yapıldığı zaman televizyon yoktu, buzdolabı yoktu, çamaşır makinesi yoktu, bulaşık makinesi yoktu, doğalgaz yoktu. O zaman üç kişi idiniz, şimdi altı kişi oldunuz. Artık yeni ihtiyaçları karşılayacak yeni ev projesi yapılacak ve yeni bina öyle inşa edilecektir.
Anayasa da böyledir.
Mevcut Anayasa;
a) Askeri müdahaleler sonunda hazırlanmıştır. Bir an önce sivil yönetime geçilsin diye acele edilmiştir. Halk o zaman zorunlu olarak onayladı. Şimdi vaktimiz var, enine boyuna düşünerek yenisini yapmalıyız.
b) Mevcut Anayasa batı modeli bir anayasadır, sömüren ülkelerin sömürmesini kolaylaştıran bir anayasadır. Türkiye ise sömürülen borçlu ülkedir. O anayasa bizi bir yere götürmez, götüremez. Bizi sömürüden kurtaracak ve borçsuz ülke hâline getirecek bir anayasa hazırlamamız gerekir. Bunun için de bir hayli düşünmemiz, araştırmamız ve tartışmamız gerekmektedir. Bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaracak bir anayasaya ihtiyacımız vardır.
c) Bugün Batı dünyasında ve İslâm âleminde mevcut tüm mevzuat “tarım dönemi”ne ait mevzuattır, onbin senelik ömrünü tamamlamıştır. İnsanlık “sanayi dönemi”ne geçmiştir. Artık o dönemin hukuki yapısı yeterli değildir. Roma’da ve İslâm’da olduğu gibi hukuku sıfırlayıp yeni varsayımlarla yeniden inşa etmek zorundayız. Bunun için Roma ve İslâm hukuk misyonundan yaralanacağız ama biz “sanayi döneminin yeni hukuku”nu oluşturmak zorundayız.
d) Türkiye’de Anayasa değişikliği Türkiye’nin karşılaştığı temel sorunların mevcut Anayasa ile çözülememesinden doğmaktadır. Bu temel sorunlar nelerdir? 1) İşsizlik, 2) Dış borç, 3) Onlarca yıl süren yargı, 4) Dışa bağımlı medya, 5) PKK yani terör, 6) Tarımın çökmesi, 7) Lâiklik sorunu, 8) Eğitim sorunu gibi sorunlar.
AK Parti ne yapıyor veya ne yapmak istiyor?
Anayasa kaçıncı derecede değişecek; AK Parti önce onu beyan etsin, işe ona göre koyulsun. Biz yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiğini 1950’lerden beri savunuyoruz. Böyle bir anayasa üzerinde elli yıllık çalışmalarımız vardır. Ancak AK Parti’nin böyle acil anayasa hazırlığına girmesinin meşru izahı yoktur.
Neler olabilir veya neler oluyor?
a) AK Parti başörtüsü sorununu başka türlü çözemiyor; diğerlerinin arasında başörtüsü sorununu çözecek, YÖK sorununu çözecek.
b) Batılılar diğer onlarca kanunlar gibi şimdi de anayasa dayatması yapıyorlar ve bu arada yapılanlar ordu gibi bazı kurumları hırpalama aracı oluyor.
c) Şimdi Anayasa referandumu var, onu geri alabilmek için bu anayasa değişikliğini araç olarak kullanıyorlar.
d) Bizim ciddî Anayasa Çalışmalarımız AK Partili kardeşlerimize etki etmektedir. Onların gündeme gelmesini önlemek ve onları arka plana atmak için bu tür oyalama hareketlerini yapmaktadırlar.
Bizim önerimiz şudur: AK Parti’nin dışındaki partiler birleşip İLİM ADAMLARINDAN müteşekkil bir ANAYASA HEYETİ oluşturmalı, onlar anayasa hazırlamalıdır. AK Parti’nin oyalama anayasası yerine, muhalefetin çözüm anayasasını ortaya koyması gerekir. Referanduma onunla karşı çıkmalıyız.
ANAYASA İLİM HEYETİ yirmi kişiden oluşmalıdır. CHP 7, MHP 6, DP 2, DTP 2, SP 1, GP 1, DSP 1 bir üye vermelidir. Bu kurul kendileri anayasa hazırlamayacak, tüm vatandaşların katkısı ile bir anayasanın hazırlanması imkânını ortaya koyacaklar. Biz Akevler olarak bizi dinleyecek bir merci aramaktayız, çünkü biz bu sorunları çözen bir “ANAYASA”yı hazırladığımız iddiasındayız.
İlgililere ve ilgilenenlere duyurulur…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92