ADİL DÜZEN 430
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 20 Ekim 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 433. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ANAYASA YAPANLAR YAPIYOR AMA…
ADİL DÜZEN ANAYASASI VARSAYIMLARI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 92. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا أَنفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ(270) إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّئَاتِكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(271) لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِأَنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلَّا ابْتِغَاءَ وَجْهِ اللَّهِ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ(272)
وَمَا أَنفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ (Va MAv EaNFaQTuM Min NaFAQaTin)
“Nafakadan neyi infak ederseniz.”
Buradaki “Ve” “Mâ Enfaktum” isim cümlesini “Ey iman edenler, infak ediniz” fiil cümlesine atfetmektedir. O halde bu vav hâl vavıdır. İnfak ettiğiniz her şeyi bilmektedir. O halde temizinden infak ediniz denmiş oluyor. Buradaki infak her türlü harcamayı içine almaktadır. Hangisi olursa olsun, tayyib olan neyi infak ederseniz Allah onu bilmektedir denmektedir.
“İnfak etmek” çarşıya bir şey satmak, çarşıdan bir şey almaktır. Çarşıya satmak, malı elden çıkarmak olduğu için infaktır. Çarşıdan bir şey almak da evlere nafaka temin etmek olduğundan dolayı o da infaktır. Kur’an’a göre tarlada yapılan yatırımlara da infak denmektedir. Bu yatırımların içinde emek de olabilir. Hâsılı “infak etmek” üretim ve tüketim için yapılan faaliyetlerin adıdır.
Eskiden insanlar tarlalarında üretiyor, evlerinde tüketiyorlardı. Bugün ise kimse ürettiğini tüketmiyor. Herkes ihtiyacı olanı çarşılardan alıyor, ürettiğini çarşılarda satıyor. Kâmil infak hayatı vardır. O halde bugün tayyibattan infak etmek zorunluluğu vardır.
Nekrede “min” cins içindir. Yani nafaka cinsinden neyi infak ederseniz Allah onu biliyor denmiş olmaktadır. Nafakanın cinsi ne olursa olsun infak ettiğinizi Allah biliyor. Üretirken yaptığınız harcamayı biliyor, tüketirken yaptığınız harcamayı biliyor, kendinize yaptığınız harcamayı biliyor, başkalarına yaptığınız harcamayı biliyor. Ailenize ve topluluğa yaptığınız harcamayı biliyor.
“Nafaka” bir değerdir. Sadece mal olarak alabiliriz. Ama kıyasla da olsa diğer değerleri de sayabiliriz. Bunlar; a) maldır, b) emektir, c) yapıdır, d) zimmettir. Zimmet alacak ve paraları içerir. Para bir alacak senedidir, dolayısıyla değerlidir; karşılığı varsa değerlidir. Bir üretimin veya tüketimin girdileri bunlardır. Borç ve alacak genel hizmet anlamındadır. Çünkü orada kaydolmakta ve orada değer kazanmaktadır.
أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ (EaV NaÜaRTuM MiN NaÜRın) “Yahut nezirden neyi nezrederseniz.”
Kesbettiğiniz tayyibatı infak ediniz emrine karşılık, yeryüzünden ihrac ettikleriniz ifadesini getirmişti. Burada ise “nafaka” yerine “nezr” kelimesini getirdi. Nafaka gerçek anlamda varlığı olan şeyleri üretmek veya onları harcamaktır. İnfak budur. Ekonomik yapıdır. Oysa “nezr” insanların beyinlerinde oluşturdukları şeylerdir, plan ve projelerdir.
İnfak çoğul sigası ile gelmiştir, nezir de çoğul sigası ile gelmiştir. Her biri “min” ile ifade edilmiştir. Burada infak ile nezr arasında bir paralellik var demektir. Plan yapılacak ama merkezî plan yapılmayacak. Herkes kendisi nezr edecektir. Plan ma’şerî olarak yapılacaktır.
Bu nasıl mümkün olacaktır?
Pazara patates getirenler istedikleri fiyatı koyarlar ama alıcılar da istedikleri fiyatı koyarlar. Öğleden sonra fiyatlar belli olur. Kim belirler ve nasıl belli olur? Topluluk vardır ve o toplulukta alıcı ve satıcı konumunda olan insanlar bir araya gelir, piyasa oluşur. İşte o topluluk belirler.
Plan da böyledir.
Plana herkes katkıda bulunur, sonunda plan oluşur.
Burada bahsettiğimiz plan inşaat planı değildir, işletme planıdır.
İnşaat planı kaderdir. Nezr ise yürütme ve işletme planlamasıdır.
Topluluk nasıl nezr edecektir?
Bir kimsenin Ümraniye’de 500 kiloluk eşyası olsa ve yarın bunu Yenibosna’ya götürmek istese, kişi akşam yatsıdan önce internete girer ve vereceği ücreti öyle bilir. Kilometre başına ortalama hangi taşıma ücreti verildiğini bilgisayardan öğrenir. Bu İstanbul’un orta değeridir. Ümraniye ile Yenibosna arasının kaç kilometre olduğunu da yine bilgisayardan alır. Yaklaşık olarak kaç liraya götürüleceğini hesaplar. Saat sekizde bunu internete girer. Bundan sonra Yenibosna’daki ve Ümraniye’deki nakliyeciler internete girerek iş ararlar. Saat dokuza kadar işveren bekler. Alan olmazsa onbirde yükseltir. İşi acele ise onikide yükseltir. Nakliyeci uygun bulduğunda mausa basar ve taahhüt etmiş olur. Şimdi buradaki kişi nezridir. Nakliyeci de nezretmiştir. Planlama ortaya çıkmıştır. Nezr ettiğini de topluluk bilmiştir. İşte burada infak değil de nezr vardır, planlama vardır.
Demek ki nezr iler planlama kastedilmektedir.
Burada şöyle bir durum sözkonusudur: Önce nezr, sonra infak var. Yani önce planlamayı yapar, sonra infak yaparız. Burada ise nezri sonraya almıştır.
Nezr etmeyi yani planlama yapmayı insanlar sonra öğrendiler. İnfak ise yaratılıştan beri bilinmektedir. Nezr infak içindir. Nezr olmadan infak vardır. Ama infaksız nezrin bir anlamı yoktur. Bu sebeple tehir edilmiştir. “EV/veya” ile atfedilince zaman önemli değildir.
فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ (Fa EinNa elLAHa YaGLaMuHu) “Allah onu ilmeder.”
Buradaki “Fa” harfi “Mâ”nın şart mâsı olduğunu vurgular. Neyi infak ederseniz demektir.
“İnne” getirilmiştir. İnsanlar bazı hususlarda tereddüt ederler. Mesela, pazara getirilen patatesin fiyatını kalabalık nasıl tesbit edecektir? Allah o topluluğa ilham etmektedir.
Türk Milleti nasıl anlaştı da AK Parti’ye yüzde elliye yakın oy verdi? Tarihte hep halk bir karar alıyor ve onu icra ediyor. İstiklâl Savaşı’nda halk anlaştı ve Mustafa Kemal’in başkanlığında birleşti, İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Sonra beklemedik bir darbe olan İslâm düşmanlığı ile karşılaştı. Millet anlaştı ve yine itaat etti, 27 sene sabretti ama dinini bırakmadı. 1950’de anlaştı ve DP’de birleşti. Mareşal Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne oy vermedi, çünkü iktidarı ona teslim etmeyeceklerdi. 1961’de anlaştı ve oyunu parçaladı, Demokrat Parti’yi böyle kurtardı, sonra oyunu yine AP’de birleştirdi. Böylece sağdaki parçalamayı fırsat ele geçince başardı. 1980’de Kenan Evren’e % 92 oy verdi ama karşısına Turgut Özal’ı çıkardı. Türk halkı milyonlarca insan olarak anlaşıyor ve bir istikamette oy kullanıyor. Bu nasıl başarılıyor? Allah’ın insanlara yaptığı ilhamla başarılıyor.
İstanbul’da on iki milyondan fazla nüfus var. Ama bunlardan hiçbiri akşam üstü açlıktan ölmüyor. Bunların rızkını kim ayarlıyor. Siz kendi hayatınızda böyle beklenmedik yardımlarla karşılaşmışsınızdır. Bugün kâğıt parçası olan YTL her şeyden daha kıymetli hâle gelmiştir. Neden gelmiştir? Gelmiştir, çünkü halk ona kıymet veriyor.
Peki, halka bu meyli verdiren nedir?
İşte “Allah onu bilir”in anlamı budur.
Bununla beraber bir gün gelecek, insanlar sanayi dönemine geçtikleri zaman her nezri ve infakı kayıt altına alacaklar ve topluluk böylece her şeyi bilecektir.
İşte Allah bunu haber vermektedir.
Şimdi biz yine kendi içtihadımıza dönelim. Kâinatı var eden Allah elbette her şeyin zerresini bilmektedir. O konular üzerinde kelamcılar ve tarikatlar dursunlar. Bu âyetin o husustaki mânâlarını onlar versinler. Biz şimdi fıkhî mânâsı üzerinde çalışıyoruz.
Allah’ın Resulü Kur’an yedi harf üzerine inmiştir veya on harf üzerine inmiştir diyor. İşte harf budur. Kur’an’daki bir âyet yedi ila on çeşit mânâ içerir demektir; hattâ yetmiş ile yüz çeşit mânâ içerir demektir. Yüz çeşit ilim vardır. Kur’an her ilme göre ayrı yorumlanır.
Bizim on yıl önce Üsküdar’da başlayıp Yenibosna’da devam ettirdiğimiz tefsir fıkhî tefsirdir. Onun için mânâları hep o istikamette vermekteyiz. Bu demek değildir ki diğer mânâları yoktur veya önemsizdir. Biz bunu yapmakla emrolunduk, yani böyle içtihat ettik. Arkadaşlarla bu hususta birleştik. Herkes kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. Biz ‘başkaları bunu neye yapmıyor’ diyemediğimiz gibi, başkaları da ‘bunlar bunu niye yapıyor’ diyemez.
O halde şimdi âyetin fıkhî mânâsına devam edelim. Sözleşme yaptık. Nezrimizi yaptık. Ümraniye’den Yenibosna’ya nakliye işi ihale edildi. Gece saat sekizde ihale eden tarafından artırmaklar yapıldı. Saat on ikide nakliyeci ihaleyi aldı. Bunlar bilgisayarla yapıldı. İş bitmedi. Nakliyeci Ümraniye’deki 500 kiloyu aldı ve Yenibosna’ya götürdü. Teslim eden onu muhasebeye ‘ben bu malı teslim ettim’ diye bildirdi. Sonra Yenibosna’da onu birisi teslim aldı. Teslim alan da teslim aldığına dair belge verdi. Böylece ihale yerine geldi. Nakliyeci belgeyi muhasibine verdi, o da naklettireni borçlandırdı, şu kadar lira borcun var diye yazdı. Naklettirenin cari hesabından düşüldü. Böylece nezr gibi infak da muhasebeye geçti ve bunların hepsini topluluk bildi, yani Allah bildi.
İşte Yenibosna’da Lütfi Hocaoğlu’nun çalışmaları ile geliştirmekte olduğumuz “Adil Düzen Muhasebesi” bu muhasebedir. Bu muhasebeyi bir işletmede faaliyete geçirdiğimizde “Adil Düzen” doğmuş olacaktır. Bunun için 5000 YTL hisseli inşaat şirketini kuracağız. Onun desteği ile de marketler zincirini oluşturacağız. Derslere devam eden arkadaşlar artık hedeflerine bunları alsınlar.
İlmî çalışmalarımızı şöyle sıralayabiliriz.
a) Kur’an tefsiri Reşat Nuri Erol merkezinde çalışılmaktadır.
b) Fıkıh çalışmaları Hasan Özket merkezinde yapılmakta idi. Şimdilik ara verilmiştir. Yerini Yasin Kılar almaktadır.
c) Muhasebe çalışmalarını Lüfti Hocaoğlu yapmaktadır. Taha Özket şimdilik ara vermiştir. Emine, Fatma ve diğer hanım arkadaşlar devreye girmektedirler.
d) Ekrem Arıkan ekonomi üzerinde çalışmaya başlamıştır.
e) Hakan Kandal ve Uğur Tanış ise tercüme faaliyetleri üzerinde çalışmaya hazırlanmaktadırlar.
Bunların yanında yapacağımız işler vardır.
a) İnşaat şirketini kurmalıyız ve İstanbul’da işlere başlamalıyız...
b) Ahşap evler projesi ve Bahşayış faaliyete geçmelidir…
c) Marketimiz faaliyete geçmelidir…
d) Dergi çıkarmalıyız.
Bunları da Süleyman Akdemir ve arkadaşları, Hasan Hacıbektaşoğlu ve arkadaşları, Gürsel Kartal ve ortağı ile Yaşar Gönül desteklemektedir. Cengiz Demirci ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu arkadaşları da katkıda bulunmaktadırlar.
İşte bunlar nezr ve nafakalardır. Muhasebemiz bunları kayda aldığı gün “Adil Düzen” faaliyete geçmiş olacaktır. Doğan çocuk için nefes alma ne ise “Adil Düzen” için de muhasebe odur.
وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ(270) (Va MAv Lı elJAvLıMIyNa MiN EaNÖARın)
“Zalimlerin ensarı yoktur.”
“Zulumat” karanlıklardır, bulutlardır. Ayrıca eğer terazi bir tarafa tartarsa yani denge bozulursa ona da ‘zulmetti’ deriz.
“Zalimler” haksızlık yapanlardır. Harcamaları şeriata göre yapmayanlar demektir. Mallarını, yapılarını, emeklerini ve paralarını şeriatın istediği yerde ve şekilde harcamayanlar demektir. Nezr yapmayıp da plansız projesiz hareket edenler demektir. Yahut nezredip nezirlerini yerine getirmeyenler demektir.
“Zalimler” burada erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. Yani kişileri ayrı ayrı değil de topluluğu kastetmektedir. Açık ifadesi, “Adil Düzen” içinde değil de zalim düzen içinde yaşayanlar demektir. Zalim düzende bir iş yapacaklarını sananlar demektir.
Refah Partisi iktidar oklunca “Adil Düzen”i getireceğine, “Adil Düzen”i bırakıp mevcut zalim düzende iyi işler yapmaya kalkıştı. Zalimlerle işbirliğine girip zulumat içinde işleri başaracağını zannetti. Refah Yol Hükümeti bunun için gitti. Şimdi de AK Parti zannediyor ki ben bu zulumat içinde zalimler içinde yaşayacağım. AB zalimleri ile beraber olursam işim iştir. RP de öyle zannetti, DYP ile olursam ben orada kalırım diye düşündü.
Oysa âyet burada çok açık olarak söylüyor, “zalimlerin ensarı yoktur.”
Tabii AK Partililer biz zulmetmiyoruz diyebilirler. Haklılar, kendileri zulmetmiyor, zalimlerin zulmüne merkez oluyorlar...
Zalimlerin erkek kurallı çoğul kullanılması bunun içindir, yani o toplulukta herkesin zalim olması gerekmez; kimi zalim olur, diğerleri de o toplulukta kalırlarsa onlar da zalim olur.
Bu iktidar da bize zulmediyor. Kırk milyon dolarlık İzmir Akevler Yaylabelen arazisinin ruhsatı gasp edilmiştir. Hakkımız hâlâ bize verilmiyor. Bana zulmediliyor, yaşlısın diye medeni haklarımı kullanmam engelleniyor. Basit bir ikâmetgâh için onlarca kilometrelik yolu üç dört defa kat ediyorum. Bunların her biri zulümdür. İşte, Allah diyor ki, “zalimlere bir yardımcı yoktur.”
Ne Avrupa Birliği, ne TÜSİAD veya MÜSİAD sermayesi, ne de halktan alınan oylar zalimlere yardımcı olamazlar. Tek çare ve çözüm “Adil Düzen”e geçmek için yol almaktır.
“Adil Düzen”e geçmek için neler yapılacaktır?
a) Önce ocak, bucak ve il teşkilatı adil düzene göre kurulacak.
b) Sonra hakemlik sistemi çalıştırılacak.
c) Toprak, demir, buğday ve altın paraları çıkarılacak; selem, mal, inşaat ve kredileşme kredileri faizsiz hâle getirilecek ve cebrî icra uygulanmayacak.
d) Herkes aidatsız sosyal sigortalı olacak.
İşte o zaman adil olursunuz ve yardımcınız Allah olur.
***
إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ (EıN TuBDuv wlÖaDaQAvTı) “Sadakâtı ibda ederseniz.”
Nafaka yani genel harcamadan şimdi sadakalara yani ortak harcamalara geçti, kamu bütçesine geçti. Dolayısıyla konuyu değiştirdi. Aralarına bu sebeple “Ve” harfi koymadı.
Burada ve harfi koymamakla, yukarıda harcamalardan kastın sadece zekât olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Aslında “Fa” koyabilir, zekât iki çeşittir, açık yapılanı var, kapalı yapılanı var denirdi. Ancak yukarıdaki nafakadan kastın genel harcama olduğu, üretim ve tüketim olduğu için burada fasl yaptı yani vasl etmedi.
“İbda etmek” açık yapmak demek, herkesin yanında yapmak demektir.
Bir bucakta ortak bütçe oluşur. Fakirler ve zenginler belli olur. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir. Kimin zengin kimin fakir olduğu kendi beyanları ile anlaşılır. Böylece açıkça zekât verenler başkanlara verirler, başkan da fakirlere bölüştürür. Böyle zekât verenlerin birtakım yararları vardır. Malları buna göre sigortalanır. O nisbette kredi alma haklarını kazanırlar. Üretimde o kadar su ve elektrik ile diğer hizmetlerden yararlanırlar. Ödenen vergi ile taşınmazlar değerlenir. Bu imkanlardan yararlanmak için zekât açıkça verilir. Bununla beraber bu zekât dağıtılırken herkese eşit olarak bölüştürülür. Oysa insanların ihtiyaçları farklıdır. Siz komşu ve akrabanızın ihtiyacını daha iyi bilirsiniz. Onun için emvali batınanın zekâtını kendiniz o kimseye verirsiniz. Böylece daha adil bir dağılma olmuş olur. Ama asıl olan ortak bütçeye katmadır.
“Sadaka” “sıdk” kelimesi ile ilişkilidir. Bir malı torbaya koyar da üzerine 5 kilo pirinç yazarsanız ve sonra geçekten onun içinden beş kilo pirinç çıkarsa, o etiket sadık olur. Sadık demek, söylenen veya ifade edilenin dışarıda olana mutabık olması demektir.
“Sadakât” kişinin bağlılığını ifade eder. Kur’an’da iki hususta zikredilmektedir. Kocanın karısına verdiği mihir sadaka olarak geçmekte, “sadukât” olarak zikredilmektedir. Bir de halkın bucak başkanına verdiği zekât sadakât olarak geçmektedir. Sandık da sadakaların konduğu yer olarak adlandırılmaktadır.
“Sadakât” burada dişi kurallı çoğul olarak gelmiştir. O halde sadaka herkesin ayrı ayrı dağıttığı şey değildir. Herkesin kendi beyanına dayanılarak sandığa katkıda bulunulur, ortak fonda toplanır. Buna zekât denmektedir. Dört çeşit maldan zekât alınmaktadır; paradan, ticaret eşyasından, merada yayılan hayvanlardan ve depo edilen yiyeceklerden kırkta bir alınmaktadır. Bunlar bucak gelirleri olmakta ve bucak bütçesini oluşturmaktadır.
Bucak bütçesinin giderleri “sadakât” olarak adlandırılır. Bunlar da sekiz sınıftır; fakirler, yoksullar, âmiller ve müelleflerdir. Fakirler, bucakta serveti vasat servetin altında olanlardır. Yoksullar, yıllık geliri vasat gelirin yarısından az olanlardır. Bunların fakir olması da şarttır. Âmilîn kamu görevlileridir. Müellefler ise bucak yöneticileridir, dayanışma sorumlularıdır. Üçte biri böyle bölünür. Üçte biri ise borçlulara ve kölelere harcanır. İflas edenleri borçtan kurtarmak için harcanır. Kölelerin azat olmaları için harcanır. Üçte biri de bucaktaki vakıfların gelirleridir. Yarısı vakfın cari harcamalarına sarf edilir, yarısı da orada çalışanlara maaş olarak verilir.
Görülüyor ki bu bir kurumdur. Dişi kurallı çoğul olması sebebiyle bunları ifade ediyor. Harfi tarifli dişi kurallı çoğul kurum demektir.
فَنِعِمَّا هِيَ (FaNiGimMA HiYa) “Bu niimmâ. Bu çok iyi.”
“Ni’me” nimetten gelen kelimedir. “Nimet” “en’âm”dan gelir. “Rahmet” ile akraba kelimedir. Rahmet daha çok sosyal iyiliktir. Nimet ise daha çok ekonomik iyiliktir.
“Niimmâ” “ni’me”nin mübalağasıdır. Ne kadar iyi denmiş olur. Buradan anlıyoruz ki sadakada asıl olan açıklıktır.
Şimdi sadakayı kimler toplayacak ve kimler bölüştürecektir? Başkan on kişiye yakın âmil atayacak, kişi bunlardan istediğine teslim edecek, bunlar oturup dağıtımı yapacaklardır. Başkan bunların başındadır. Dolayısıyla başkan da âmilîn faslından ücretini alacaktır. Âmilîn erkek kurallı çoğul olduğu için eşit alacaklardır anlamı çıkmaz. Toplanan zekâtın on ikide biri onlarındır.
Eskiden tahsildarlık zor idi, şimdi ise çok kolaydır. Üretici ürettiği malı kendisi depolamayacak, kendisi kullanmayacak. Kontrolü yaptıktan sonra ambara teslim edecek, karşılığında kendisine bir kâğıt verilecek. Kâğıt sahibine eksik kâğıt verilir, böylece vergi tahsil edilmiş olur. Dağıtma da aynı şekildedir. Müstahaklara buğday parası verilmektedir. Fiyatlar stok seviyesine göre oluşmaktadır. O halde âmillere ayrılan on ikide bir yeterlidir. Başkan da bunların aldığını alır. Onların aldığının beşte biri başkana aittir. Onların iki katı maaş almış olur.
وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ (Va EıN TuPFUvHAv Va TuETUv elFuQaRAEa)
“Onu ihfa eder de fakirlere i’tâ ederseniz.”
İhfa ettiğiniz zaman fukaraya vereceksiniz. Başka yere harcamanız kabul olunmaz demektir.
“Fakir” serveti vasat servetin altında olandır yahut muhtaçtır. Evlenme, tahsil, ev yapma, iş kurma gibi girişimler vardır. Kişi altından kalkamıyor. O da muhtaçtır. Ona yardım edilecektir. Bunun gizli yapılması uygun olur. Yoksullar yoksulluklarını kabul etmişlerdir. Fakirler ise fakirliklerini kabul etmez ve bütçeden pay istemezler, farklı pay istemezler. Onlara verildiği zaman gizli verilmelidir. Ya siz doğrudan verirsiniz, yahut âmilinize verirsiniz, o ona takdim eder. Ama bu internete girmez ve halka yayılmaz. Her şeyin gizlice verilmesi gerekir.
“Fukarâ’” burada marife gelmiştir. Bu bize fakirlerin tarif edilmiş olduğunu gösterir. Biz buna serveti orta değerin altında olan kimseler diyoruz. Fakirlere yalnız il ve bucaklarda pay verilmektedir. O halde oralarda fakir tarif edilecektir. Böylece dört çeşit fakir ortaya çıkmaktadır. İlde ve bucakta fakir olanlar. İlde fakir olanlar, bucakta fakir olanlar. Ve ilde ve bucakta zengin olanlar. Buna göre sadakayı ya il ve bucaktan alır, ya da ilde alır bucakta verir, yahut bucakta alır ilde verir, veyahut her ikisinde de verir.
فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ (Fa HuVa PaYRun LaKuM) “Sizin için böyle yapmanız daha iyidir.”
Açıkça zekât verdiğiniz zaman karşılığında kredi alıyorsunuz, altyapıdan yararlanıyorsunuz, mallarınız sigortalanıyor, yerlerinizin resmî değeri artıyor. Gizli verdiğinizde bunlardan yararlanmıyorsunuz, ama sizin için böylece daha hayırlı iş yapmış olursunuz.
Şimdi tekrar meselemize dönelim. Açık verme nasıl olacak, fakire verme nasıl olacak?
Bütçe açıktır. Kim ne kadar verdiği belli, kimin ne alacağı da bellidir. Bu açık durumdur. İkincisi ise ortak bütçeye koymuyorsunuz. Sizin âmiliniz ile başkanın bilgisi dahilinde fukaraya veriyorsunuz. Bu takdirde zekâtın avantajlarından yararlanamıyorsunuz.
وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّئَاتِكُمْ (Va YuKafFiRu GaNKuM MiN SayYiETiKuM)
“Seyyielerinizden tekfir eder.”
Birçok günahlar işlenir. Bunların kefaretleri vardır. Ancak günahların fâş edilmesi istenmez. İster beyyine ile sabit olsun, ister ikrarla bilinsin, kişi seyyielerinin kefaretini gizli vermek isteyebilir. İşte o zaman o gizli tutulur. Bu gelirler açık bütçeye meçhul yerden gelenler olarak eklenir, yahut bunlar da o gizli fakirlere bölüştürülür. Böylece gizli sadakalar kefaret olmuş olur.
Böyle bir seyyieyi haber alan kimse başkana gider ve ona ihbarda bulunur, başkan ona tekfir ettiğini bildirir, böylece muhbir tatmin olarak gerisin geriye döner.
Kur’an tuvalete nasıl gidileceğini, temizliğin nasıl yapılacağını öğretmiştir. Kıyasla bizim bütün hayatı kurallaştırmamız gerekir. Her şeyi en iyi bir şekilde kurallaştırmamız gerekir.
Bunları nasıl yapacağız?
Kur’an’dan istidlâl edeceğiz. Eğer harfi tarifle gelmişse o halde bu marifedir, yani bizim onu tanımlamamız gerekir. Kur’an’da; zengin var, fakir var diyor. Ara sınıftan bahsetmiyor. O halde yarısı fakir, yarısı zengindir. Böylece tarifini de bulmuş oluyoruz. Burada seyyielerin sadakalarının gizli olması gerektiğini istidlâl ediyoruz.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(271) (Va elLAHU Bı MAv TaGMaLUNa PaBıRun)
“Allah bütün amel ettiklerinizi habîrdir.”
Yukarıda ilkinden bahsederken nekre gelmişti. Dolayısıyla yukarıdaki bilgi âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bilgisidir. Buradaki nekredir, devletin bilmesi, kamunun bilmesidir, haberdar edilmesidir. Daha doğrusu muhabirler bunları kaydetmektedirler.
Şimdi; evrak kaydında gizlilik, muhasebe kaydında açıklık esastır. Ancak evrak kaydında gizlilikte istisnalar vardır. Muhasebe kayıtlarında da açıklıkta istisnalar vardır. Bunların bir kısmını şeriat belirler, bir kısmını da evrak veya hesap sahibi belirler. Her iki halde de resmî kayıtlara geçmesi gerekmektedir. Çünkü bu kayıtlar gerekli görüldüğünde savunma aracıdır.
Bu âyet zekâtın toplanması ve dağıtılmasındaki gizlilik istisnalarını koymaktadır. Biz bundan muhasebe şeklimizi de öğreniyoruz. İki muhasebe vardır; açık muhasebe, gizli muhasebe. Gizli muhasebede yalnız kendisi bilir ve gerektiğinde gösterir.
***
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ (LaYSa GaLaYKa HuDAyHuM)
“Onların hidayetleri senin görevin değildir.”
Burada da “Ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü konu değişmiştir. Tayyibâtı infak etmezlerse ne olacaktır konusuna geçmiştir. Ne verileceği anlatılmış, nasıl verileceği anlatılmış; şimdi de vermeyenlere uygulanacak kurallar belirtiliyor.
“Leyse Aleyke” demek, senin vazifen değildir demektir. Bunun anlamı yetkin de yoktur, sorumlu da değilsin demektir. Devlet zorla vergi toplamaz. Herkes vergisini kendi beyanı ve isteği ile verir. Vergi vermeyen ancak sürülebilir.
Burada “sen” demek suretiyle yöneticilerin, başkanların zorlama yetkileri yoktur demektedir. Ama hakemler kararı ile mahkumiyetler konabilir.
“Hudahum” denmektedir. Buradaki “hum/onlar” zamiri zalimlere gitmektedir.
Gerek infak yaparken, gerek nezri ifa ederken, senin onları yola koyman yoktur. Merkezî karar sistemi yoktur, kollektif karar sistemi vardır.
Toplulukta herkesin her konuda hakemlere gitme yetkisi vardır. Vergi kaçıran kimse aleyhine mağdur olan herkes, her fakir hakemlere gider ve kendi hakkını alabilir. Ama yöneticilerin müdahale etme hakları yoktur. Kişilerin ne yapacaklarına merkez karar vermez. Kişi kendisi karar verir, kendisi içtihat eder ve ona göre hareket eder. Yanlışı ve doğrusu ona aittir, sevabı ve hatası ona aittir. Zaten insan olmak demek bu demektir.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ (Va LaKınNa elLAvHa YaHDIy MaN YaŞAEu)
“Lâkin Allah meşiet ettiğine hidayet eder.”
Topluluk kurallar koyar, koyduğu kurallara göre de hakemlere gidilir. Kişi mahkum edilebilir. Hukuki sorumluluk vardır ama cebrî icra yoktur.
Şöyle açıklayalım: Bir kimsenin süpermarketi var, ticaret yapıyor. Her sene kırkta bir zekât verecektir ama vermiyor. Bunun cezası yoktur. Cezası o kişinin o dükkanı tahliye etmesidir. Çünkü belli bir dükkanı işgal edebilmen için yeterli sermayenin olması gerekir. O sermayeyi de ödediği zekâtla biliriz. Bu yıl zekât vermedi demek, sermayesi yoktur demektir. O zaman onun orasını boşaltması gerekir. Orasını kiralamak isteyen kimse başvurur, gerekirse hakemlere gider ve o yeri kiralamış olur. Yani hukuk yoluyla kişiye yaptırım uygulanabilir. Yöneticinin yapacağı hiçbir şey yoktur.
Burada “Men Yeşâu” denmiştir. Bu da kişi hakkında karar alınmasını gerektirir. Yani kuralların dışında hakemler nezdinde mahkum olmalıdır. Başkan mahkeme kararı olmadan kimsenin malına hiçbir suretle müdahale edemez. Kişi ile ilgili kararlar hep âyetle alınır. Allah’ın meşieti davacının ve hakemlerin meşieti birleşince ortaya çıkar. Bir mal üzerinde serbest pazarlık yapıp anlaştılarsa, o fiyat Allah’ın meşieti ile takarrur etmiştir. Pazarlıkla Allah’ın meşieti ortaya konmuştur.
Yine de zekâtı vermeyenin malları korunmaz, müeyyidesi de zorunlu yaptırıcıdır. İşte orada Allah istediğine eşkıyayı musallat eder denmektedir. Yargılama sistemi topluluk için önemli sistemdir. Çünkü Allah’ın iradesi orada tecelli etmektedir. Bunun için şunlar yapılmaktadır.
a) Önce davacı kendi hakemine konusunu anlatmaktadır. Hakemi onu haklı bulur veya bulmaz. Hakemi haklı bulmazsa dava açmaz, hakemini değiştirir.
b) Haklı bulursa karşı tarafa bildirir. Karşı taraf hakemini seçer.
c) Hakemler anlaşırlarsa kararları ittifakla verebilirler. Anlaşamazlarsa baş hakemi seçerler.
d) Hakemler ilk duruşmayı yaparlar ve ilk kararı verirler. Her madde ayrı karara bağlanır. İnkâr varsa, onlar için ispat külfetinin kime ait olduğuna karar verirler.
e) Davacı beyyine getirdiğinde ikinci duruşmayı yaparlar. Karar tefhim olunur.
İşte bu merasimlerin icrası Allah’ın iradesinin tecellisi demektir. Burada başkan karar vermez. Bir alacak ve borç meselesinde başkan geçici karar vermekte, malı zilyede teslim etmektedir. Oysa zekât alacaklarında başkanın herhangi bir icrai karar yetkisi yoktur. Bugün olduğu gibi ‘sen öde, sonra dava aç’ diyemez. Dava açılacaksa hazine açacaktır demektir.
“Men Yeşâu” demek suretiyle zekât konusunda başkanların geçici hakemlik yapamayacağını ifade etmiş oluyor. Çünkü başkan orada taraftır, başkanın orada payı vardır. Dava külfeti yönetime yüklenmiştir. Çünkü her ne kadar kamu işletmede ortaksa da zilyedi mükelleftir.
Burada yeni bir şey öğreniyoruz. Âyette delil bulmuş oluyoruz. İşletmeye tesis, emek, sermaye ve genel hizmet katılır; bunlar ortaktırlar. Ancak tüm işletmenin zilyedi bir kişidir, o da işletme sorumlusudur. Bu tecezzi etmez. Zilyedin sorumluluğuna kamu da müdahale edemez.
وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TuNFıQUv MiN PaYRın) “Hayrdan neyi infak ederseniz.”
Burada “hayır” kelimesi kullanılmıştır, yani buradaki infak genel harcama değildir. Buradaki infak zekât, sadaka, eşe infak, çocuklara infak, sağlığa infak gibi iyi şeyleri infaktır.
Bugün artık kimse ürettiğini tüketmiyor. İnsanlar birlikte yaşıyor, birlikte çalışıyorlar. Üretim ortak olduğu gibi; su, yol, temizlik gibi birçok işler de ortak hâle gelmiştir. İnsanlar da birlikte yaşamak zorundadır. İlk insanlar aşiretler hâlinde yaşamaya başladı. İlk insanın işi de zordu, çünkü tek başına savunma gücüne sahip değildi. Hazreti Adem’den sonra tek başına yaşayan aile kalmamış, insanlar aşiretler hâlinde yaşamaya başlamışlardır. Bugün bizim ocak dediğimiz topluluklar on aile civarındadır. Ailenin tek başına başaramadığı işleri birlikte yaparlar. Ölüm, doğum, hastalık ve benzeri günlerde birbirlerine yardım etmek durumundadırlar. Ondan sonra tek başına çalışmak zaten mümkün değildir. Ortak üretim semtlerde ve bucaklarda düzenlenmektedir. İç güvenlik illerde sağlanmakta, ilçelerde genel hizmet verilmektedir. Dış savunma ülkelerde gerçekleştirilmekte, ihtisas hizmetleri bölgelerde yapılmaktadır. Uygarlaşma sorunu ise insanlığın işidir.
Uygarlaşma demek, artan nüfusa yeni iş sahası bulma, yeni yaşam yerleri bulma demektir. Kıta merkezlerinde araştırmalar yapılmaktadır. İşte bunlar için yapılan harcamalar hayır harcamalarıdır. İnsanın kendi sıhhatini koruması da hayır harcamasıdır. Çünkü bedeni de ona Allah’ın emanetidir ve topluluğundur.
فَلِأَنفُسِكُمْ (Fa Li EaNFuSiKuM) “Sizin nefisleriniz içindir.”
Allah insanı yaratmış ve insana görevler vermiştir. Bu görevleri ifa ederken bir başkası için görev ifa etmektedir ama bu yine de kendi yararınadır. Bugün ulaştığımız nimetler hep topluluk sayesinde olmuştur. Ailesiz bir insanın doğması, büyümesi, yaşaması, hattâ ölmesi bile mümkün değildir. Her nefeste ailemize muhtacız. Ailemizin fertleri de görevlerini aile içinde yapmaktadır. İşler ocak içinde yapılabilmekte ve haklar orada alınabilmektedir. İl, ülke ve insanlık hepsi birlikte bizim yararımıza vardır. Erkekler nafaka temin etmeyi ve savunma yapmayı tek başlarına başaramadıklarından birlikler kurmuşlar; bucak, il ve ülkeyi oluşturmuşlardır. Şimdi insanlık içinde birleşmeye çalışmaktadırlar. Gaye biz kişilerdir, kişilere hizmet etmektir. Topluluk kişiler için vardır. Kişiler de topluluğa hizmet etmekle görevlidirler.
Âhirete inanmayanlar bile bu bilinç altında devletlerini kurmakta ve yaşatmakta, silah zoru ile yaşatıp korumaktadırlar.
Oysa Allah’a ve âhirete inananlar hem dünyaları için bu hayrın infakında bulunuyorlar, hem de öldükten sonra bunun mükâfatını Allah vaat ediyor. Âhirete yönelik vaat olmasa bile, bu dünyada zaten kendi çıkarımız için yaptıklarımız hayırdır.
Birçok kimseler vardır ki, para kazanmak ve zengin olmak istemektedirler. Eğer bir hedefleri varsa, onun için para kazanıyorlarsa ve hedef hayırlıysa, elbette bu tebcil ve takdir edilir. Bu çalışma Allah için çalışmaktır. Ben para kazanayım, kendimi ve ailemi geçindireyim; bu arada onlarla birlikte aşiretimi/ocağımı, bucağımı, ilimi, devletimi ve insanlığı yaşatayım diye çalışıyorsa ne âlâ. Bunun için para kazanmak ne kadar iyi olup ibadet ise; para kazanıp yığarsanız, kendi sağlığınıza bakmazsanız, ailenize cimri davranırsanız, topluluğu düşünmezseniz; bunlar yetmiyormuş gibi bir de üstüne üstlük haksız kazançların peşine düşerseniz, o zaman Allah yerine paraya ve servete tapmış olursunuz. Bütün bu çalışmalar aleyhinize olur.
وَمَا تُنفِقُونَ إِلَّا ابْتِغَاءَ وَجْهِ اللَّهِ (Va MAVv TuNFıQUvNa EilLav iBTiĞAEa VaCHı elLAvHı)
“Ancak Allah’ın vechini ibtiğa etmek üzere infak edersiniz.”
Daha önce “Ve Mâ Tunfikû” denmiş, “Nun”suz getirilmiştir. Burada ise “Nun”la getirilmiştir. Yukarıdaki “Mâ” şart mâsı idi. Buradaki “Mâ” ise nefy mâsıdır. İstisnalı nefy cümlesi getirilmiştir. “Yarın bana gelirseniz size ikram ederim. Dostluk ziyareti yapacaksınız.” dediğim zaman, ikincisi ikramın şartını bildirir. Yani hayır yapmanız yetmez, hayrın yapılması Allah rızası için olmalıdır. Hayrınız böyle olursa nefsiniz içindir.
Burada “Allah’ın vechi, Allah’ın rızası” tâbiri geçmektedir. Kur’an’da bu deyim başka yerlerde de geçer. Acaba Allah’ın razı olması ne demektir? Biz bu dünyada bunu nasıl ölçeceğiz? Burada topluluk dediğimiz zaman Allah’ı seven topluluk ne demektir? Halka kendisini sevdirmeye uğraşmak iyi midir? O zaman halkın yanlış yollarını tasvip etmiş olmaz mısın? Öyle olsaydı o zaman bugünkü uygarlık doğar mı idi? Öyleyse Allah’ın rızası ne demektir?
Burada şunu belirtelim ki, topluluk halktan ibaret değildir. Toplulukta kişilerin düşünceleri farklı olur ama bir araya gelince birlik olurlar. Ayrı ayrı bir kimseyi hiç sevmedikleri halde, birlikte olunca ona itaat ederler ve saygı gösterisinde bulunurlar. Ayrı ayrı birini çok sevdikleri halde, bir araya gelince ona karşı çıkar, saygısızlık gösterir ve onunla görüşmezler bile.
Biz Allah’ın rızasını nasıl arayacağız?
İşte burada ne halkın ne de topluluğun rızası sözkonusu değildir. Hakkın rızası sözkonusudur. Siz onları sevecek ve onların iyiliği için hayır yapacaksınız. O gerçekten o topluluğun ve halkın olacaktır. Ama onlardan teşekkür beklemeyecek, onlardan iyilik mukabelesini beklemeyeceksiniz. Siz iyiliği sizi var eden Allah’tan bekleyeceksiniz. Hak ne ise onun yanında olacaksınız. Böylece hayır kayıt altına alınmış olmaktadır. Halkı memnun etmek değil, Hakk’ı memnun etme yolunu tutacaksınız. Kendi içtihadınızla hareket edeceksiniz. Kendi çıkarınızı düşünmeyeceksiniz. Kendinizi halka sevdirme peşinde olmayacaksınız. Siz onları seveceksiniz ama onlar sizi sevmeyecekler.
وَمَا تُنفِقُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv TuNFıQUv MıN PaYRın)
“Hayırdan neyi infak ederseniz.”
İnfak sigasını bir arada getirdi. Biri istisnalı menfi, ikisi şart . Birincisinde sizin için denmiştir. Burada da size ifa edilir denmiştir. Oradaki haber infakın Allah rızası için olması şartını getirmiştir. Gösteriş için de olsa, çıkar için de olsa, infak edilenin karşılığı bu dünyada görülür. Orada Allah rızasının olup olmaması aranmaz. Hayır hayırdır. Ama âhirette karşılığın alınması için Allah rızası gerekir. Onun için ikinci cümleden evvel haber cümlesi gelmiştir. Asıl hayır da Allah rızası için yapılan hayırdır. Bu dünyada insanlara ve topluluklara hayır yapacaksınız, karşılığında ise sevgi ve saygı da dahil bunlardan bir şey beklemeyeceksiniz.
Siz beklemeyi bırakın; zorla saygı yaptırmaya, zorla sevdirmeye çalışmaktadırlar. Tuttukları partiye karşı çıkanlara kin beslemektedirler. Millî Görüş hareketini, Adil Düzen hareketini ortaya çıkaran Erbakan’ın yandaşları kenara çekilmiş, gençler AK Parti’ye kin kusmaktadırlar. Şimdi Erdoğan’ın da böyle perestişleri türemektedir.
Oysa biz kimse bizi sevsin veya saysın diye bir iş yapmadık. Sonradan Erbakan’ın yanında toplananlar Erbakan’ı tanımıyorlardı bile. Toplandığımızda Allah rızası için toplandık.
Bir şey beklemememiz gerekir. Bizi saymalarını da sevmelerini de beklemememiz gerekir. Biz sadece “Adil Düzen”e doğru gidip gitmediklerine bakarak insanlar hakkında kararlar veririz. Yoksa bize olan saygı ve sevgiyi değerlendirmeyiz. O bizim işimiz değildir. Hayrı yaparken kişilerden bir şey beklemeyeceksin. Beklediğin sadece Allah’ın rızası olacaktır.
Akevler Adil Düzen Çalışanları bu hususları iyi bilmektedirler.
Kişi “Adil Düzen”e doğru adım atıyor mu; o bizim arkadaşımızdır, biz onun yanındayız. Bizi sevip sevmemesi bizi ilgilendirmez. Hattâ onun işlediği başka günahlar olabilir, onlar da bizi ilgilendirmez. Biz ne yargıcız, ne de tanrı. Diğer amellerinin sevabı da günahı da ona aittir, hesabını o verir. Ama “Adil Düzen”e doğru samimi adım atıyor mu, atmıyor mu, buna bakmalıyız.
Böyle yaparsak ne olur?
يُوَفَّ إِلَيْكُمْ (YuVafFa EiLaYKuM) “Size ifa olunur.”
Kim ifa eder?
Allah ifa eder. Allah’ın âhirette de geçerli olan sünneti ifa eder. Onun için meçhul sigası gelmiştir. Bizim düşüncelerimiz ve kayıtlarımız beynimizdeki bilgisayarda kaydedilmektedir. Nasıl bilgisayarları sonra okuyabiliyorsak, yarın görevlilerce beynimizdeki düşünceler okunacaktır. Allah rızası için yapılmış olan hayır eksiksiz ifa olunacaktır. Bu dünyada eksik kalan ücretler orada çoğaltılarak ifa olunacaktır. Bu dünyaya zaten bunun için geldik. Çalışalım ve kazanalım da âhirette cennette yaşayalım.
Evet, yaptığımız iyilikler kat kat ödenecektir.
Mü’minler, Adil Düzen Çalışanları; siz bir şey beklemeyeceksiniz. “Adil Düzen” geldiği zaman siz yaşlanmış olacaksınız. Eskiler geride kalacak. Size bu dünyada karşılığı verilmeyecektir. Ne var ki sizin için en büyük mükafat “Adil Düzen” olacaktır, çünkü siz onun sayesinde cennetin âlilerine yerleşeceksiniz. Allah’ın burada verdiği müjde budur.
وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ(272) (Va EaNTuM LAvTuZLaMUvNa)
“Ve siz zulme uğramayacaksınız.”
1990’ların sonarında bir grup arkadaşımızla Kenan Evren’i Marmaris’teki evinde ziyaret etmiştik. “Biz Adil Düzen çalışanlarıyız” diyerek kendimizi takdim ettik, çünkü öyle söylemeyerek randevu almıştık. Önce biraz şaşırdı. Hemen askeri zekâsını kulandı ve karşı taktiğe geçti:
“Allah adil değil de siz mi adil düzeni kuracaksınız. Kimi fakir kimi zengin, kim sakat kimi sağlam, kimi güçlü kimi zayıf, kimi akıllı kimi deli; adil düzen olmaz!” dedi. Bununla önce adil düzeni reddettiğini beyan ederek kendisini basına karşı emniyete aldı.
Ben kendisine o anda cevap vermedim. Arkadaşlarla beraberdik, on kişiydik. Sohbetimiz ilerledikçe kendisine cevap verdim. “Siz böyle dediniz. Biz Allah’a inanıyoruz, âhirete de inanıyoruz.”
“Hepimiz inanıyoruz” dedi.
İşte o zaman orada bunu izah ettim:
“Bu dünyada adalet yoktur. Ama âhirette bu adalet tamamlanacaktır.”
Buradaki âyet bize işte bu gerçeği teyit ediyor. Bu dünyada hiçbir zaman tam adalet sağlanmaz. Adalet âhirette sağlanacak. Ama bu dünyada biz zulüm yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz, orası önemlidir. ‘Dünyada herkes zulüm yapıyor, biz mi düzelteceğiz?’ dersek, işte o zaman kaybettik demektir. Dünyada zalimler de olacak, adiller de olacaktır. Âhirete vardıklarında orada zalimler cezalarını çekeceklerdir. Bu sebepledir ki dünyadaki cezalar adaletin tesisi ile ilgili ceza değildir. Caydırıcı olma bakımından ceza veririz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-430 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-260 İstanbul, 13 Ekim 2007
ANAYASA YAPANLAR YAPIYOR AMA…
Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir. Canlının genetiği suni olarak üretilen sol moleküllerle kirlenmektedir. Doğum kontrolü, fuhuş serbestliği, ilaç tedavisi, kitle imha savaşları sebebiyle insanlığın nesli dejenere olmaktadır. Kimyasal, biyolojik, tahrip ve atom silahları yeryüzünü barut fıçısına dönüştürmektedir. Bunlar patlarsa yeryüzü havaya uçmuş olur. Rüşvet mafyası, iş mafyası, senet mayası ve terör mafyası insanlığı birbirini boğmaya doğru götürmektedir.
Bütün bunlar tüm insanlığı tehdit eden “sosyal tufanlar”dır.
Türkiye’deki dış borç sorunu, işsizlik sorunu, yargı bağımlılığı sorunu ve sömürü basını sorunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni adım adım uçurumun başına ve yok oluşa doğru götürmektedir. Bundan dolayı bu sorunlara çözüm getiren anayasaya ihtiyacımız vardır.
Dört kademeli anayasa değişikliği vardır.
a) Bakım Anayasası. Binanın yapısına dokunmazsınız, yapısı aynen kalır. Kırılan ve dökülen varsa onları değiştirirsiniz, yeni boya ve badana vurursunuz. Çeşme akıyorsa onu tamir edersiniz. Anayasada mesela bazı meselelerde yaşı 20’ye indirirsiniz, gözaltına alma sürelerini bir haftaya indirirsiniz, belediyelerin yetkilerini biraz genişletirsiniz, seçimi beş yıldan dörde alırsınız, toplantı sayısını azaltırsınız. Bunlar bakım benzeri değişikliklerdir. Bu değişmeler sorunları çözmez, biraz ferahlatır.
b) Tamir Anayasası. Binanız eskimiştir, bazı değişiklikler yapmanız gerekir. Mesela yeni bir kapı açmanız, bir duvarı yıkmanız, bir priz takmanız gerekecektir. Bu tüm binayı ilgilendirir. Biz markete kapı açmak istedik, ancak yapılacak şey zelzeleye dayanıklılığı sarsar iddiaları ile karşı çıktılar. Biz de makul gördük ve vazgeçtik. Gelişen insanlığın yeni ihtiyaçlarını karşılamak için bu tür değişiklikleri yapmak gerekecektir. Ama tehlikeli bir iş olduğunu bilmemiz gerekir. Bir kapı bir apartmanı yıkabilir. Bir madde bir devleti yok edebilir.
c) Yıkıp Yeniden Yapma Anayasası. Yıkıp eski projesi ile yapma üçüncü kademedir. Anayasanın ifade tarzı muğlaktır, dili eskimiştir. Anayasayı yeniden yazabiliriz. Ancak bu çözüm getirmez, sadece ömrü uzatır.
d) Yeni Proje Anayasası. Dördüncü köklü değişme ise yeni varsayımlarla yeni anayasa yazmadır, yani yeni proje ile yeni bina yapmadır. Sorunları ancak böyle bir anayasa çözebilir. Mevcut anayasaların varsayımları sorunları çözen değil, sorunları üreten anayasalardır.
Mevcut anayasaların varsayımlarını ele alalım ve neden bizzat kendilerinin sorun olduğunu görelim.
1- Mevcut anayasalar ekseriyet kararlarına dayanır. Oysa ekseriyet kararı yalnız zulüm değil aynı zamanda istikrarsızlık kaynağıdır.
2- Mevcut anayasalar ekseriyet seçimine dayanır. Bu da yalnız çoğunluğun azınlığa hakimiyeti ile sonuçlanmaz, çelişkiler doğurur. Lâiklikle demokrasi bir arada olmaz olur.
3- Mevcut anayasalarda hakim devlet vardır. Ekseriyetin oyu ile de gelse iktidarda olanlar halka hükmetmektedirler. Onlar ne kadar hak tanırlarsa insanlar o kadar hürdürler. Beş senede bir yapılan seçimlerle sadece efendilerini değiştirirler, kölelik devam eder.
4- Mevcut anayasalar merkezî yönetimi esas alır. Bu yalnız taşranın sömürülmesini doğurmaz, bu aynı zamanda işlerin sürüncemede kalmasını sağlar.
5- Mevcut anayasalar merkezden atanmış hakim sistemiyle yargıyı dağıtmaktadır. Yargı bağımsızlığı aldatmacadır. Savcı hakimin yanında oturur, maaşları merkez verir, terfileri onlar yapar, bir de Yargıtay’da kararları bozulur! Yargıtay da ya bağımsızdır, ya da yargı devleti oluşmaktadır.
6- Mevcut Anayasa bürokratik anayasadır, dokunulmazlıklar anayasasıdır, sınıflı anayasadır. Bürokrat halkın üstünde hata etmez kabul edilir. Yetkileri polisten alıp hakime vermekle sanki bir şey yapılmış oluyor. Oysa polis de hakim kadar adil olabilir.
7- Mevcut Anayasa hakları sayan anayasadır. Yani, insanlar köledir, hakları yoktur, sadece devlet onlara istediği hakları vermektedir. Hakların nerelerden tahsil edileceği de belli değildir. Devlet şunu yapar bunu yapar der de kimin yapacağını söylemez, nasıl yapılacağını söylemez.
8- Mevcut Anayasa faizli sistemi esas almıştır. Faiz enflasyonu, enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı anarşiyi doğurur ve insanlar birbirine girer.
9- Mevcut Anayasa gelir vergisine dayanan anayasadır. Bu da sömürü sermayesini güçlendiren ve tekele götüren, ekonomik ve siyasi krizler üreten bir sistemdir.
10- Mevcut Anayasa fuhuş serbestliğine dayanmaktadır. Cinsi ilişki serbesttir. Bu da aile müessesesini çökertmekte, ülkemizi nüfus azalmasına götürmektedir.
Bu varsayımların bizzat kendileri çözülmesi gereken sorunlardır. Sorunlar çözülecektir. İkinci yazıda “Adil Düzen”in varsayımlarını esas alacağız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-430 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-260 İstanbul, 13 Ekim 2007
ADİL DÜZEN ANAYASASI VARSAYIMLARI
İnsanlık uygarlaşmaktadır. Dünyamız toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarımcılık, kentçilik, ticaret ve işçilik dönemlerini geçirip “sanayi dönemi”ne ulaştı; şimdi “ortaklık dönemi”ne gitmektedir. Doğu uygarlıkları hukukta ve yönetimde evrimleri gerçekleştirdiler. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed ile bu adımlar atıldı. Batı bunlara dayanarak Mısır, Yunan, Bizans ve bugünkü Avrupa uygarlıklarını oluşturdu. Doğu’nun hukuk ve yönetim uygarlıklarına karşılık, Batı teknikte ve ekonomide uygarlıklar oluşturur.
Doğu uygarlıkları gelişmiş iken Batı uygarlıları yeniden doğarlar. Batı uygarlıkları gelişmişken Doğu uygarlıkları yeniden doğarlar. Ömürleri biner yıldır ve Doğu uygarlıkları Milatla tarihlenmişlerdir. Şimdi Batı uygarlığı zirvededir, yeni Doğu uygarlığı doğmaktadır.
Doğu uygarlıklarını yeni kitap ve yeni peygamberler başlatmışlardır. Ancak Hazreti Muhammed aleyhisselâm son peygamberdir ve Kur’an da son kitaptır. Yeni uygarlık Kur’an’ın müsbet ilimle bugün yeniden yorumlanmasıyla doğacaktır. Bunu da peygamberler/nebiler değil, onların vârisleri olan âlimler yapacaktır. Adil Düzen Çalışanları bunu yapmaktadırlar. Bu çalışmalarla III. bin yılın hukukunu ve yönetimini deneyerek bugün uygulanabilecek seviyeye ulaştırdılar.
Uygarlıklar iki uygarlığın sentezi ile doğar. III. bin yıl uygarlığı Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığının sentezinden doğacaktır. Uygarlık beşerîdir, ancak onu daima bir ulus başlatır. Yeni bir bin yıl medeniyeti öncesinde, iki-üç asır önce gelen peygamberler bir kavmi -mesela İsrail oğullarını veya Arpaları- hazırlamışlardır. Onlar inkılâplar yaptılar.
Bugün yani çağımızda bu görev Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmiştir, iki üç asırdır Türkiye bu sentezi yapmağa hazırlanmıştır.
O halde bizim hazırlayacağımız anayasa yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın sorunlarını da çözecektir; çözmelidir. Bu takdiri İlâhi’dir, kimse bunun böyle olmasının önüne geçemez, önleyemez.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi “Adil Düzen Anayasası”nın temel varsayımlarını ele alalım.
1- Ekseriyet kararı değil, ortak vekil kararı.
Adil Düzene göre; bir topluluktaki insanlar önce anlaşarak ittifakla karar alırlar. Anlaşmaları gerektiğinde ittifak ederlerse, o zaman ortak bir vekil seçerler ve ‘senin kararın bizim kararımızdır’ derler. Ortak vekil istişare eder ve kararları verir. Vekilin kararı asilin kararı gibi olduğundan, ittifakla karar alınmış olur. Bununla beraber kişi hakemlere gidip kararı iptal ettirebilir yahut alınan kararları tasvip etmiyorsa topluluktan her zaman ayrılabilir.
2- Ekseriyet seçimi değil, temsili sistem.
Adil Düzene göre; ortak işleri yürütmek için beşten az yirmiden çok olmamak üzere temsilciler seçilir. Kişi temsilcisini her zaman değiştirebilir. Temsilci olabilmek için yeter oy almak gerekir. Temsilciler açık ve şeffaf çalışırlar. Kişi temsilcisini her zaman değiştirebilir. Bunlar ortak vekille karar alırlar.
3- Hakim devlet değil, hadim devlet.
Hukuk düzeni bucaklarda doğrudan demokrasi usulü ile kurulur. Tamamen bağımsız ve hürdürler. Merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe merkez bucakları, devlet ve bölge merkez bucakları vardır. Ama bunlar taşra bucaklarının temsilcileri tarafından yönetilirler. Vergileri alırlar, onlara hizmet ederler; hükmedemezler. Hakemler önünde eşittirler.
4- Merkezî yönetim değil, yerinden yönetim.
Adil Düzene göre; bucakların kendi meclisleri ve yöneticileri vardır. Tamamen bağımsızdırlar. İlin yasaları sadece il ve ilçe merkez bucaklarında geçerlidir, taşra bucaklarında geçerli değildir. Ülke yasaları sadece merkez ve bölge merkez illerinde geçerli olup taşra illerinde geçerli değildir. Hizmette merkezîlik, yönetimde yerindenlik esas alınmış, ulus ve ülke bütünlüğü sağlanmış ama insanlar da topluluklarda hür kılınmışlardır.
5- Hakimler sistemi değil, hakemler sistemi.
Adil Düzene göre; davalı ve davacı birer hakem seçer, hakemler de bir baş hakem seçerler. Böylece oluşan mahkeme tarafsızdır, bağımsızdır, etkindir ve saygındır. Alınan kararlar kesindir, ne kendileri ne de başkaları bozabilir. Karardan mağdur olan varsa hakemler aleyhine hakemlere gider, mahkum olurlarsa dayanışmaları öder, eski karar bozulmaz.
6- Bürokrasi değil, serbest meslek.
Adil Düzene göre; kamu görevi ile genel hizmet birleşmiştir. Avukatlar hakemlik yapmaktadır. Maliyeciler serbest muhasiplik yapmaktadır. Haksızlığa uğrayan hemen hakemlere gitmektedir. Sadece başkanlar tektir. Silahlı güçlerde sistem farklıdır. Tapu memuru yoktur. Noter vardır. Belediyelerde imar müdürlüğü yoktur, imar büroları vardır, birbirlerini denetlerler ve hakemler sorunları çözer.
7- Hakları sayma değil, vazifeleri sayma.
Adil Düzene göre; hürriyetler sonsuzdur, saymakla bitmez. Yasalar hakları saymaz, yasalar vazifeleri sayar, kimin ne yapacağını söyler, hak sahipleri vazifelileri öğrenir. Çocuğun süt emme hakkı vardır değil de; annenin süt emzirme görevi vardır. Görev, yetki, sorumluluk ve bunlardan doğan haklar. Ana süt emzirir, görevlidir. Baba nafaka temin eder, görevlidir.
8- Faiz yerine karzı hasen.
Adil Düzene göre; yaşayan herkesin faizsiz ve icrasız sipariş kredisi alma hakkı vardır. Her çalışanın çalışma kredisini alma hakkı vardır. İşveren nezdinde çalışır, ücretini alır, işveren borçlanır. İşsiz ve aşsız insan yoktur. Çalışmayana yeryüzünün kira payından yaşayacak kadar hakkı verilir.
9- Gelir vergisi yerine sermaye ve hâsıla vergisi.
Adil Düzene göre; orta sermayenin üstünde olanlardan yüzde 2.5’luk sermaye vergisi alınır. Böylece sermayenin büyüyüp tekelleşmesi önlenir. Düşük sermayelilere dağıtılır. Böylece fakir-zengin sınıfı kalkar ama serbest rekabet için fakirlik ve zenginlik devam eder. Sanayide hasılanın beşte biri, tarımın onda biri yeryüzünün kira payı olmak üzere kamu payı olarak alınır. Bu pay aynî olarak alınır. Para üretmeyen halktan para talep edilmez.
10- Fuhuş değil iffet.
Adil Düzene göre; aile müessesesi evliliğe dayanır, evlilik de serbest cinsi ilişkinin yasaklığına dayanır. Kadın emanet olan rahmini ancak mahremi olmayan bir erkekle, sadece bir erkekle paylaşabilir. İddeti içinde birden fazla erkekle ilişki kuran fahişedir. Fuhuş şiddetle yasaklanmıştır. Zina ise bir erkekle ama gizli kurulan ilişkidir.
Gelin şimdi bu varsayımlarla insanlığın ve Türkiye’nin sorunlarının nasıl çözüleceğini tartışalım. Sizinkini tartışmamıza gerek yoktur, görünen köye kılavuz istemez, sorunlarımızı çözemediği bütün açıklığı ile ortadadır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92