ADİL DÜZEN 432
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03 Kasım 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 432. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
PKK NASIL DURDURULUR?
ERMENİ MESELESİ VE SOYKIRIM TASARISI
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 94. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنْ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللَّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(275)
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا (elLaÜIyNa YaEKuLUvNa eLRıBAv) “Ribayı ekledenler.”
“Ve” harfi getirmeden âyete başlamıştır. Mallarını harcayanlardan, stok edip bekletmeyenlerden bahsettikten sonra sıra stok edenlere gelmiştir.
Batılılar faizli sistemle işlerin yürüyeceğini sanmışlar, Adam Smith faizin da arz ve talep kanunları ile işleyeceğini ileri sürmüştü. Keynes önce bunun doğru olmadığını ileri sürdü, sonra uygulayarak yanlış olduğunu gösterdi.
Adam Smith diyor ki; eğer sermayeye ihtiyaç varsa faiz yükselir, halk faize para verir. Sermaye sermayeyi bulur. Eğer faiz düşerse sermaye arzı azalır. Bunun yanlış olduğunu Keynes şöyle açıkladı: Sermaye nerden artacak? Piyasada dolaşan para vardır. Faizin çoğalması ile para artmıyor ki sermaye artsın. Faizi yükseltsen de düşürsen de sermaye miktarı aynı kalır.
a) Tam tersine, faiz yükselince üretim yapan iş çevreleri sermaye bulamaz, bulamayınca üretim durur, üretim durunca halk borçla geçinmeye başlar. Borç isteyenler çoğalınca faiz daha da yükselir. Üretim ve ticaret durur. Dolayısıyla faiz üretimi durduran bir âmildir.
b) Faizli para sözkonusu olduğu için çalışanlar sermaye bulamaz, işçiler durdukları yerde kazanç sağlamaya yani çalışmadan para almaya başlar. Herkes üretim yapacağına faizle geçinme derdine düşer. Sermaye iş ve üretim yapamaz hâle gelir. İnfak durmuş olur.
c) Faiz er veya geç tekel oluşturur. Tekelin marifeti azami kâr statüsünü uygulamasıdır. Bugün ekonomide matematikle kesin olarak ispatlanmıştır ki, azami kâr ilkesi üretimi yarıya düşürür, böylece çalışan insanların yarısı işsiz kalır demektir.
d) Faiz sebebiyle para zenginlerin arasında dolaşmaya başlar ve işsizlik alıp yürür...
Bunların dışında, bugün paraya faiz vermek kadar saçma bir şey yoktur; hele devletin paraya faiz vermesi saçmalığın daniskasıdır. Para devletin elinde sonsuzdur, kâğıdı basıyor para oluyor. Devlet faize bulaştığında faiz kadar fazla parayı basmak zorundadır. Çünkü başka türlü faiz ödenemez. Bu da faiz kadar enflasyon demektir.
Faiz enflasyona sebebiyet veriyor. Enflasyon fiyat ve ücret anarşisini doğurduğu için işsizliğe sebep olur; ondan açlık doğar, ondan borç doğar, ondan yolsuzluk doğar, rüşvet doğar, baskı doğar ve en sonunda anarşi doğar. Hâsılı, nereden bakarsanız bakın, faiz infaksızlığın kaynağıdır.
Sosyal olaylarda zina, ekonomide faiz birer AİDS virüsü gibidir. Faizin en büyük kötülüğü infaksızlığa sebebiyet vermesidir. Herkes ben parayı çalışmadan kazanacağım diyerek hapseder ve faizli sistem ekonomik krizlerin esas kaynağı olur.
İşte, gece gündüz açık ve aşikâr olarak infak emredildikten sonra faiz âyetinin getirilmesinin hikmeti budur. Kırkta birleri vererek bu sorunun çözüleceğini sanmak hatalıdır.
Burada faizin yeni tarifi getirilmiştir; harcamamak. Kur’an’da “altın ve gümüşü kenz edenler” deniyor; “altın ve gümüşten kenz edenler” demiyor. Yani altın ve gümüş veya başka bir şey kenz edilmeyecek, stok edilip bekletilmeyecek. Ya karz-ı hasen olarak verilir yani faizsiz bankaya yatırılır veya harcanır. Burada da bunun böyle olması gerektiği açıkça ifade edilmiştir.
Kur’an “ribayı/faizi” tanımlarken, harcanmayan veya karz-ı hasen olarak yatırılmayan paraları veya malları faiz olarak tarif etmektedir.
“Ekletmek” demek, güveye yedirmek, küflendirip işe yaramaz hâle getirmek demektir.
O halde ne yapmalıyız?
Bunun için şunları yapmalıyız.
a) Mü’minler ortak hesap açacaklar. Mesela, Akevler Kooperatifi ortaklarına bir hesap açacak. Paralarını kendi hesaplarına değil o hesaba yatıracaklar. Bankada ortak hesap masrafsız bankadır. Makbuzu kooperatife verecekler, kooperatif de hesabına geçecektir. Parayı çekmek istediklerinde paralarını çekle veya yazı ile çekeceklerdir. Kooperatif bunu bankaya tekaruz esasları içinde kullandıracaktır. Ortaklara da tekaruz esasları içinde kredi açılacaktır.
b) Yalnız paralar değil, mallar da vedia (mevduat) olarak verilebilecektir. Şöyle ki, kooperatif kefil olacak ve mesela fındık senedi çıkarılacaktır. Ürün ortak ambarlara verilecek ve fındık senedi alınacaktır. Senet sahibi bu senedi istediğine satacak yahut üç ay sonra gidip o senetle fındığı alacaktır. Bu da harcamadır.
c) Diğer taraftan mala mal senedi ile mal mağazaya satılır ve karşılığında senet alınır. Bu senet artık para değildir, mal senedi gibi mağazalardan alacağındır. Dolayısıyla gerektiğinde onunla harcama yapmış olursun.
d) Yahut işçi olarak çalışır ve taşınmaz mal pay belgesini alırsın. Bu senet pay senedidir. Dolayısıyla malı depolama değildir.
Şimdi, bu izahlardan sonra şunu öğrenmiş oluyoruz ki, yararlanma mülkiyetinde hapsetme yoktur. Onu istediğin kadar çoğaltabilir ve depo edebilirsin ama işletme mülkiyetinde depolama haramdır, faizdir. Bu sebepledir ki “hayrı infak edin” diyor, “malınızı infak edin” demiyor.
Bir taşınmaz karşılığı elde ettiğin bir senedin kirasını alabilirsin, bu faiz değildir. Selem senedinde de tenzilat yapabilirsin, bu faiz değildir. Faiz veresiye satıştır veya bir yararlanma mülkiyetinin hapsidir. Burada büyük sorun çözülmüş oluyor.
Bir kimsenin parası var, bunu ne yapsın da değerlendirsin? Bunun değişik yolları vardır.
a) Bir selem senedini şimdi ucuz alır, sonra onu satarak parasını değerlendirmiş olur.
b) Bir mal senedini alıp bankaya vermek suretiyle kredileşmeden yararlanabilir.
c) Bir taşınmazın hisse senedini alır ve onun kirasına iştirak edebilir.
d) Bankaya yatırarak kredileşme payından yararlanabilir.
“Ekledenler” burada kurallı erkek çoğulu ile getirilmiştir. Bir kimsenin kişi olarak aldığı faizden bahsetmiyor, toplulukların aldığı faizden bahsediyor, kurumların aldığı faizden bahsediyor, faizi meşrulaştıranlardan bahsediyor. Yoksa, eğer bir topluluk faizi meşrulaştırmışsa o toplulukta kişilerin faiz almalarını yasaklamış olmuyor. Erkek kurallı çoğulla nehy edilen bir yasak fertler için yasak olmayabilir. Hukuk onu himaye etmez ama cezayı da vermez. Banka kurmak, bankerlik yapmak yasaktır. Faizli para çıkarmak haramdır. Ama kişilerin birbirlerine verdikleri ve aldıkları faizin zulüm düzeninde haram olduğu bu âyetten çıkmaz. Nitekim fıkıhçılar; eğer o memlekette faiz kanuni ise ve halk arasında yaygınsa, mü’minin mü’minden alıp vermemesi şartı ile o ülkede faiz almakta haklıdır diyorlar. Bu âyetin mefhumu muhalefeti ona delâlet eder.
Biz ise fetva verirken diyoruz ki; zaruret varsa helaldir, yoksa haramdır. Biz kişilerin faiz alıp vermesini meşru göremiyoruz; ama ortak hesapta eğer banka kredileşmeyi kabul etmiyorsa faiz alır, kefalet hesabında toplar ve borçları ödenmeyenlerin borçlarını kapatır diyoruz. Yani, sadece özel hesap olarak ve sadece kooperatifler için meşru sayıyoruz.
لَا يَقُومُونَ إِلَّا (La YaQUvMUvNa) “den başka kalkmazlar”
“Lâ” ve “illâ” ile gelen fiil olumsuzdur ama mânâsı olumludur. Mefhumu muhalefeti de içerir. “Ahmet geldi” derseniz Ahmet’in geldiğini ifade etmiş olursunuz. Ama Hasan’ın gelmediğini de ifade etmek isterseniz “Mâ câenî illâ ahmedu” dersiniz; bana Ahmet’ten başka kimse gelmedi, sadece Ahmet geldi demiş olursunuz. Hanefilere göre Ahmet’in de geldiği kesin değildir.
Burada da “kıyam etmezler” ancak şeytanın çarptığı kimsenin kıyamı gibi kıyam ederler denmiş oluyor. “Kıyam etmek” ne demektir? Kayyumluk yapma yani işletme demek, işletme mülkiyetinin hakkını verme demektir.
Faizin peşine düşenler, faizciler, kendilerine verilmiş işletme yükümlülüğünü yerine getirmezler. Onlar çalışmadan kazanmak isterler. İş yapmayı değil, sadece kâr etmeyi düşünürler. Üretmeden kazanç temin etmek isterler.
Burada faizin mahiyeti hakkında yeni bilgi verilmektedir. Değer artışı olmadan kâr etmek yani başkasına zarar verip kendin kazanmak faizdir. Bu bizim eski tanımımızdır. Ama burada bu tanıma yer bulmuş oluyoruz.
-Ya üretecek ve orada emek payınızı alacaksınız. Kur’an, insan için bundan başka yani insan için emeğinden başka kazanç yoktur diyor. Marks da bunu teyit etmiştir.
-Yahut alışverişte malı üretmeyecek ama değerini artıracaksınız, yani o malın yararını artıracaksınız. Bir bardak su içmek çok kıymetlidir. Bu değer artışından yararlanmada kârınız vardır. Burada sa’yediyorsunuz ama bu sizin zararınızı kapatmak içindir. Yani bir yerdeki değer düşüşünü başka yerdeki değer artışı ile kapatıyorsunuz.
Mesela, Erzurum’da et beş yevmiye ile elde ediliyor, İzmir’de yedi yevmiye ile elde ediyorsunuz. Erzurum’daki otlaklar ete dönüşmüyor, çünkü üreticiler bundan yararlanamıyor. Bu sefer üzüm Erzurum’da yedi yevmiye ile elde ediliyor, İzmir’dekiler beş yevmiye ile elde ediyorlar. Onlar da artan üzümleri sokağa atıyorlar. Ama mübadele sayesinde iki taraf da yedi yevmiyelik mallarını beşer yevmiyelerle elde ediyorlar. O halde bu alışverişte her iki taraf ikişer yevmiye kazandı.
Taraflar bunu ne sayesinde kazandı?
Tüccar sayesinde kazandı. Öyleyse tüccarın burada yarım yevmiyelik kâr alması meşrudur.
Oysa faizde artan bir şey yoktur. Çünkü paranın maliyeti her yerde birdir. Para sadece ölçü aletidir. Eğer metreyi uzatıp kısa tutarsan, o zaman o metre olmaz. Faiz demek parayı uzatmak demektir. O zaman o metrelikten yani paralıktan çıkar.
Bu âyet faizcilerin işleri yapmadıklarını, üretim yapmadıklarını ifade etmiş oluyor. Para da uzamadığına göre ne yapıyorlar? Faizciler hiçbir iş yapmıyorlar demektir.
كَمَا يَقُومُ (Ka MAv YaQUvMu) “Kıyam ettiği gibisinden başkası ile kıyam etmezler.”
“Kıyam” burada iş yapma ve yönetme demektir. Akıl hastalarının ve delilerin yaptığı gibi işler yaparlar. Kıyam etmek kalkmak demektir. Ama “kâme aleyhi” dediğiniz zaman oranın yöneticisi olma demektir. Burada “aleyhi” kelimesi mahzuftur.
Bir işletmenin kayyumu olmak demek, onu yararlı hâle getirmek demektir. Her varlığın, her canlının, toplulukların bir görevi vardır, işi vardır. O iş yani görev dolayısıyla kendisine verilen yetki vardır. Yetkiden dolayı sorumluluk vardır. Sorumlu olma karşılığı hak ettiği ücreti vardır.
Görevli yetkilerini kullanırken eğer görevi yerine getirmek için kullanırsa o akıllı bir görevlidir. Ama yetkilerini görevi yerine getirmede değil de, gelişigüzel ve amaçsız veya kötü amaçlı kullanırsa, o zaman görevi yerine getirmemiş olur. Birçok görevli vardır ki görevini yerine getirmeden ücreti istihkak etmeye çalışır. Faizli işler yapanlar, faizle para kazanmak isteyenler, sorumsuzca ve çalışmadan kazanmaya çalışan kimselerdir.
الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ (elLaÜIy YaTAPabBaOuHUv) “Onu hubut etmiştir.”
“Habata” ağaçtan dökülen yapraklardır. Sonbaharda yaprakların su alan damarları tıkanır, yapraklar sararır. Sonra da o yerden yaprak kopup yere düşer. Bu düşen yaprağa “habat” denir.
Faiz demek, yeşil yaprağı kurutan şey veya dökülüp giden yaprak misalidir. Artık o sadece gübre olmaya mahkumdur.
“Tahabbut” kelimesi burada tafa’ul bâbından getirilmiştir. Şeytan ona çarpmamış, şeytanın messinden dolayı kendisi tahabbut etmiştir. “Yetehabbetu min” ile müteaddi olmuştur. “Tahabbata mine’l messi” demek, mes ile onu ezdi demek olur. Burada “min” “bi” mânâsına gelmiştir.
Topluluk burada çarpılmış bir kişiye benzetilmiştir. Şeytan onu çarpmamıştır ama aslında o çarpılmıştır, onu tahabbut etmiştir, onu yutmuştur demektir. Yutmak aslında müteaddidir ama kendi karnını doyurmak esas olduğu için tahabbut lazım olmuştur. Sonra da onunla doyduğu için de müteaddi olur. Şeytan onu yutmuştur anlamındadır. Dokunarak onu kendisine yem yapmıştır demek olur.
الشَّيْطَانُ (elŞaYOaNu) “Şeytan onu tahabbut etmiştir.”
“Şeytan” cin taifesindendir. İnsanlara vesvese vermek ve kötüye çekmek için görevlendirilmiştir. İnsan iradesini istediği tarafa kullanabilsin diye Allah ona peygamberler gönderdiği, melekleri musahhar kıldığı gibi; şeytanı da musallat etmiştir. İnsan ancak o sayede tarafsız düşünüp karar verebilme imkanına sahiptir. Şeytanın tahabbut etmesini iyi anlamamız için insanı ve diğer şuurlu dört varlığı iyi tanımamız gerekir.
Biz şimdi üç boyutlu mekan içinde yaşıyoruz. Hareket edebiliyoruz. Bunu yapabilmemiz için dört boyutlu uzaya ihtiyacımız vardır; Kur’an buna “kürsü” diyor. İradeli hareket yapabilmemiz için beş boyutlu uzaya ihtiyacımız vardır; Kur’an buna “arş” diyor. Bunlar yetmiyor.
Kâinatın eksiksiz olarak var olması için matematikten biliyoruz ki bir de bunlara eş beş uzay daha olmalıdır. Kur’an bizimkine “zâhir” diyor, ona “bâtın” diyor. Matematikçiler buna “reel dünya”, öbür tarafa da “sanal dünya” diyorlar. Bugün bunlar artık kanıtlanmış varlıklardır.
Allah bütün bu uzaylara şuurlu varlıklar için mâliktir. Bizzat kendisinin bunlara ihtiyacı yoktur. Çünkü O zamandan ve mekândan sübhandır, yani zaman ve mekân içinde değildir. Ne var ki O’nun hâlik olması için kendisinin muhatabı olan varlıkları yaratması gerekir. Yoksa o hâlik olmaz, tanrı olmazdı. Şuurlu varlıklar için de bu kâinatı ve on boyutlu uzayı var etmelidir.
Kâinatta bir başka yönüyle molekül ve çekirdek yapıda varlıklar vardır. Molekül güneş sistemine benzer. Merkezde çekirdek vardır. Çevresinde elektronlar dolaşır. Bu yapıya “moleküler yapı” denmektedir. İnsan ve ruh moleküler yapıya sahiptir. İnsan zâhirî âlemde, ruh bâtınî âlemde vardır. Buna karşılık çekirdek yapıda ise elektronlar dışarıda serbestçe hareket ederler. İçerdekiler birbiriyle bağlantı kurarlar. Bunlardan cinler zâhirde sıcak âlemin varlıklarıdır. Melekler ise bâtın âlemin şuurlu varlıklarıdır.
Şimdi insanı anlamamız için bilgisayarı ele alalım. Tuşlara bastığımız zaman maddî hareket yaparız. O elektriği doğurur. Bilgisayarda devreleri faaliyete geçirir. Sonunda ekrana sonuç çıkar. Bu sefer elektrik maddeyi faaliyete geçirir. Şimdi biz burada tuşla girdik ama uzaktan kumandalı bir devrede ise biz madde ile gireriz ama sonra elektrik devreye girer ve öyle harekete geçirir. Bilgisayarınızın ya programı bozulur ya da yapısı bozulur. Programı bozulursa onu programcılar, bilgisayarcılar düzeltir. Yapısı bozulursa onu elektronikçiler düzeltir.
Melekler insanın bâtınî devresine girerler, cinler ise zâhirî devresine girerler. İnsan beyninin çalışmasında virüs görevini görürler. İnsanın kendi ruhunun şifresi vardır, kendi beynine doğrudan ruh olarak girer. Ama diğer insanlar başkasının ruhuna araçla yani maddi araçla girerler. Bugün nörologlar vardır, bunlar beynin yapısını onarırlar; psikiyatristler vardır, bunlar da ruhunu onarırlar.
Önce ‘bunlar var mıdır’ sorusu sorulabilir. Bunların olduğunda şüphe yoktur. Mesela, vesvese varsa, vesvese veren biri de vardır. Bunların ne olduğunu çözmeye çalışırken Kur’an’dan yararlanmamız gerekir. İnsan beynine etki eden cinler fizikî etki mi yapıyorlar, yoksa ruhî etki mi yapıyorlar? İşte bunun cevabı bundan sonra gelecektir.
مِنْ الْمَسِّ (MıNa eLMasSı) “Mes ile”
Vahiy veya ilhamla değil de mes ile tahabbut ettirdiği gibi deniyor. O halde akıl hastalığı meleklerden gelmemektedir, cinlerden ve şeytandan gelmektedir. Akıl hastalığı ruhsal değildir.
Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz:
Biri makroda beyinde meydana gelen hasardır. Çıban gibidir.
Diğeri de moleküler yapıdadır, hem de sinir sistemindeki moleküler yapıdadır. Ona göre devreler karıştırılmakta ve insan doğru düşünemez hâle gelmektedir.
Böyle bir hastalığın tedavisi nasıl yapılacaktır?
Moleküler yapıda devreleri düzeltecek çözümler üretmemiz gerekir. Elektrik devrelerini normal hâle getirmeliyiz. Bu nasıl olur? Bilgisayarımızın programı bozulduğu zaman kapatırız; yeniden açarız. İşte beynimizde de böyle tedavi şekilleri aramamız gerekir. Yahut bazı programlar üreterek orasını ayarlarız. İşte zikir ve okuma bu işleri yapmaktadır. Birçok defalar bilgisayarla veya makine ile oynarız, o da düzelir. İşte okuyucuların veya üfleyenlerin yaptığı budur. Beynin içini karıştıra karıştıra bazen düzelmesine sebep olmaktadırlar.
Bütün bunlar bize şunu göstermektedir. Bu yolla müdahale mümkündür. Belki bazı kanunlar keşfeder ve o sayede müdahale imkanını kazanabiliriz. Mesela, öyle sözler buluruz ki, o sözler hastayı iyileştirir; yahut öyle sözler buluruz ki, onun mânâsı hastaları iyileştirebilir.
“Mine’l-messi” demesiyle çarpmanın maddî olduğu gösterilmiş olmaktadır. Buna mecazi mânâsını da verebiliriz. O zaman şeytanın buradaki messi maddî hasar değil de sadece elektrikî devrelerimizde olabilir. O zaman mes mecazi mânâda kullanılmış olur. Bu mânâ uzak mânâdır.
Şimdi biz baştan beri anlatılan faiz meselemize dönelim ve burada anlatılanlarla irtibatını anlamaya çalışalım. Faizli işler yapanların yaptığı işler delilerin yaptığı işleri yapmadır.
Deli ne yapar?
Deli normal insanların kabul ettiği kuralları çiğner. Mesela, soyunup çıplak gezmeye başlar, sosyal kuralları tanımaz, yasağı bilmez, ayıbı bilmez, ne yaptığını bilmez. Bazen kendisine gelecek zararları da bilmez. Saldırgan olur.
‘Delidir, ne yapsa yeridir.’
Bu âyeti tam tahlil etmek için bir psikiyatri, bir deli doktorunun delilik arazlarını ortaya koyduktan sonra, faizli ekonomide delilik alametlerinin nasıl ortaya çıktığını anlatması gerekir. Kur’an bize bir temsili vermektedir. O temsilin inceliklerini ortaya koymak ise ilme aittir. İlim bunu ne kadar ortaya koyarsa Kur’an’ı o kadar daha iyi anlamış olacağız.
Bu temsildeki incelikler bundan sonra devam ettirilecek bir çaba ile daha iyi anlaşılmalı, faizli işlemlerin delilik olduğu daha iyi anlaşılmalıdır.
Sömürü sermayesi insanları soymaktadır. Tüm insanlar akılsız olmasa soyulur mu, sömürü sermayesi onları soyabilir mi? Eskiden diyelim ki sermayenin altını vardı, onu piyasaya sürüyor ve faizi istihkak ediyordu. Çünkü bizde yoktu, onda vardı. Şimdi ise sermayenin bir şeyi yok, matbaada dolarını basıyor ve tüm insanları soyuyor! Merkez Bankaları delicesine kendilerini oraya bağlamış, soyuluyor; sonra aynı Merkez Bankaları bu sefer kendi halkını soyuyor!
Oysa, insanlar “karşılıksız para” yerine “karşılığı olan senet sistemi”ni, “mal senedi sistemi”ni geliştirirlerse sömürü sermayesi karşılıksız para basamaz. Bassa bile işe yaramaz. Devletler kendi halkına “faizsiz kredi” verseler, onun doları işe yaramaz hâle gelir ve sömürü biter.
Bu kadar basit şeyi yapmayanlar cin çarpmışlardan daha beter durumda değil midirler?
‘Faizsiz iş yapalım’ dediğimizde; ‘faiz birden kalkmaz ki’ diyorlar.
Evet, ey akıl hastaları, faiz bir gecede kalkar; ‘ben devlet olarak faizi almıyorum ve vermiyorum, sadece para değerini koruyorum’ derseniz; ertesi gün artık kimse faizle para almaz ve bu iş sona erer.
Tek sorun kalır; Türkiye’nin dışarıya taahhüt ettiği dış borçlar ne olacaktır?
Bu da çok kolay bir şekilde kalkar.
a) Dolar borcu YTL borcuna çevrilecektir.
b) Para borcu mal borcuna çevrilecektir.
c) Dış borç iç borca çevrilecektir.
d) Borç iştirake çevrilecektir.
Bu saydıklarımızın hiçbirini kabul etmeyen olursa; ‘alın ana paranızı’ dersiniz.
‘Efendim, hayır almıyoruz, biz ille de faiz istiyoruz!’ diyebilirler.
Onun çözümü de askerimizin süngüsünün ucudur...
Hiç şüpheniz olmasın, dünya delilere bırakılacak kadar değersiz değildir.
Ama deliler, aklı başında olmayanlar, aklını kullanmayanlar faizle sömürülmekte, işsiz ve aç olarak çırpınmaktadırlar. Faizi kaldırdığınız gün işsizlik sorunu biter. Çünkü orada artık sermaye sorunu diye bir sorun kalmaz; çalışana “faizsiz kredi” verirseniz artık işsiz kimse kalmaz.
ذَلِكَ (ÜAvLıKa) “Bu böyledir.”
Buradaki “bu” nedir?
Şeytan onlara çarpmışçasına deliler gibi işler yapmaları nereden ileri gelmektedir?
Kur’an baştan sona âyettir.
Gerek sosyalistler gerek kapitalistler faizi yemektedirler. Burada faizi yiyen kişiler değil topluluklardır, yönetimlerdir, devletlerdir. Kapitalistlerde faizi sermaye sahibi olanlar yiyor, sosyalistlerde devlet yiyor. Sonuç itibariyle her ikisi de emeği ve işçiyi sömürüyor.
Marks bunu bilmektedir, ancak şöyle mantık yürütüyor. Kapitalizmi bizim ortadan kaldırmamız mümkün değildir, çünkü çok güçlüler. Bizi sömürmeye devam edeceklerdir. Bunu ortadan kaldırmak için önce onun karşısına onu yenecek bir gücü getirmemiz gerekmektedir. O da sosyalist devlettir. Uluslararası güçlü devlet oluşacak, bu devlet kapitalizmi ortadan kaldıracak. Tek güç hâline gelecek. Tek güç hâline gelince büyür, hantallaşır, kendiliğinden çöker, yerine komünizm gelir.
Marks’ın İbni Haldun’u izleyerek ortaya koyduğu tarihi materyalizm yani tarihteki determinizm kendisini doğru şeyler söylemeye götürmüştür. Ama Marks sonuçları vermemiştir.
a) Marks ‘sonunda komünizme gidilecektir’ demiş ama komünizmi tarif edememiştir. Sonunda komünizme değil adil düzene gidilecektir. Bu da sosyalizm ile kapitalizmin birbirini yemesi ile sağlanacaktır. Marks tahminini doğru ama eksik yapmıştır.
b) Marks tekel mülkiyetinin yanında halkın mülkiyetini ortadan kaldırmak istemiştir. Oysa mülkiyet, halkın mülkiyet hakkı temel haklardandır. Kimsenin onu kaldırmaya gücü yetmez.
c) Marks ailenin de ortadan kalkacağını ileri sürmüştür. Zannetmiştir ki, aile insanların sonradan geliştirdikleri suni bir müessesedir. Oysa bugün bilinmektedir ki, insanlar ailesiz bir dönemi hiçbir zaman yaşamadılar. Aile yalnız sosyal bir müessese değildir, aile aynı zamanda biyolojik bir müessesedir. Dişilerin birden fazla erkekle çiftleşmediği, yakın akrabalarla çiftleşmenin bitkilerde bile olmadığı, birçok hayvanların yavrularını büyütürken aile hayatı yaşadıkları, insanın ise hiçbir zaman aile dışında bir hayatının olamayacağı bugün müsbet ilimlerle sabit olmuştur. Marks bu konuda fahiş hataya düşmüştür.
d) Marks din konusunda da yanılmıştır. Yunanistan’dan gelen kıdem nazariyesine inanarak her şeyin tarih içinde akıp gittiğini ileri sürmüştür. Biyolojik bilgisi olmadığı için hataya düşmüş veya kasten hata etmiştir. Bugünkü müsbet ilimler hep tek tanrılı dinlerin getirdiklerini tasdik etmiştir. Ayrıca din de fıtrî bir müessesedir. Dinsizlik de bir dindir; bâtıldır ama dindir.
Faizli sistem yani sömürü sistemi, tekelci sömürü sistemi, devlet veya sermaye sömürüsü sistemi, ikisi bir sistemdir; tekel sistemi.
Faizsiz sistem ise halkın kredileşme sistemidir.
Allah kâinatı var ederken bazı varsayımları kabul etmiş, kâinatı ona göre yaratmıştır. Marks’ın yani sosyalizmin veya Adam Smith’in yani kapitalizmin varsayımları Allah’ın varsayımlarına uymadığı için müsbet sonuçlar alınamamıştır.
بِأَنَّهُمْ قَالُوا (Bi EanNaHuM QaVLUv) “Çünkü onlar böyle dediler.”
Buradaki “onlar” kimlerdir, Kur’an kimleri kastetmektedir?
Yukarıda anlatılan ribayı ekl edenlerdir.
Riba nedir, faiz nedir?
Tekelleşmedir; yani birilerinin bir şeyleri eksilirken diğerlerinin artmasıdır.
Kapitalistlerde bu tekel sermaye sahiplerinin olmuştur.
Sosyalistlerde bu tekel siyasi partilerin olmuştur.
Mekanizma her ikisinde de aynıdır.
Daha da ileri giderek bu tekel hep sömürü sermayesinin olmuştur. Sömürü sermayesi kapitalizmde halkın elinden mallarını faizle almıştır. Faizle alamadığını sosyalizmde/ komünizmde siyasi sistemle almıştır. Nasyonal sosyalizm, enternasyonal sosyalizm adı altında halkın bütün mallarını gasp etmeye kalkışmıştır. Böylece dünyada sermaye tekeli bir tek devleti hedeflemiştir.
Buna karşı koyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.
Türkiye’de ‘halkçılık ve devletçilik ilkeleri’ ile halkın yapacağı işler halka bırakılmış, halkın yapamayacağı işler KİT’lere bırakılmıştır. Bu sistem, Hazreti Davut Peygamberin uyguladığı ekonomik sistemdir. Dolayısıyla bu sözleri söyleyenlerin adresi, faizi meşrulaştıran veya sosyalizmde ticareti de yasaklayan sömürü sermayesidir. Marks, Lenin, Mao ve Hitler’i finanse eden sömürü sermayesidir. Türkiye’yi finanse etmediler ama Türkiye’ye de Lozan’da destek oldular.
Sonuç olarak şunu deriz: Buradaki zamir kapitalist ve sosyalistlerdir. Bunlar iki ayrı sözdür ama söyleyen aynı yerdir, sömürü sermayesidir. Yani ABD’deki 200 Yahudi ailesidir. Şimdi daha da azalmış olabilirler.
Kur’an’ın ikisini birlikte sayması, söyleyenlerin gerçekte aynı kimseler olduğunu belirtmesi içindir. Bunlara inanıp onlarla savaşmayan yani sosyalizmle ve kapitalizmle savaşmayan zavallı insanlar akıl hastaları değil de nedirler, kimlerdirler?!.
إِنَّمَا (İnNaMAv) “Sadece”
“İnne” tahkik içindir. Karşı tarafa bir şeyin aksini, bir şeyin doğrusunu bildirmek içindir.
“Erracülü sakıymun” derseniz, adam hastadır dersiniz. Ama muhatap onun sağlam olduğunu sanıyorsa, öyle inanıyorsa “inne erracüle sakımun” dersiniz; adam hastadır, sağlam sanma demektir. “Mâ” ile getirirseniz, adam hastadır, başka bir şey değildir mânâsını da taşır. Mefhumu muhalefet de doğru olur. Burada iki mânâ çıkar; adam hastadır, başkası değildir; adam yalnız hastadır, başka bir şey değildir. Mesela tembel değildir. Burada tereddüt edilecek bir nokta daha vardır. Hasta olan yalnız adamdır, mesela kadın değildir.
Burada da “bey’ sadece riba gibidir” diye mi tercüme edeceğiz, yoksa “riba bey’ gibidir” diye mi tercüme edeceğiz? Her iki mânâyı da içermektedir. Takdim tehir hasrı ifade eder, bey’ ribanın mislidir. Yahut riba bey’in mislidir. Bu husus Arapçada açık değildir. “İnnemâ”nın gelmesi ile bu husus eşitlenmiş olarak alınabilir.
الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا (eLBaYGu MiÇLu elRıBAv) “Bey’ ribanın mislidir.”
Burada “bey’” de “riba” da tanımlanmıştır.
“Bey’” mastar olarak tokalaşma demektir. Elle tutuşmadır. Alışverişte kullanıldığı gibi herhangi bir anlaşmada da kullanılabilir. El ele tutulduğu zaman teklif yapılır. Karşı taraf eller tutulmuş iken ‘evet’ derse akit biter ve eller bırakılır. Eller bırakıldıktan sonra artık tek taraflı rücu caiz olmadığı gibi nikâh, talak ve azatlıkta artık iki tarafın rızası ile de rücu edilemez.
Buradaki marife olan “bey’” ise iki malın değişmesidir. Hattâ ticaret de bey’in içindedir. Şirâda yalnız malların satılması sözkonusudur. Bey’ tarif edilmiş ise o tarifi bizim arayıp bulmamız gerekir, yani bey’i bizim tanımlamamız gerekir.
“Bey’” şöyle tanımlanır.
a) Bey’ bir akit, tamamlanan bir anlaşmadır, bir değişmedir. Teslim daha sonra da olsa akit tamam olmuştur. Ne semen ne de mebi’ artıp eksilmez.
b) Bey’ de bir semendir, yani misliyattandır. Diğeri mebi’dir, yani ayndır. Eğer ikisi de misliyattan ise o bey’ değil selemdir. Burada bey’ selemi de içermektedir.
c) Bey’de iki tarafın kazancı vardır. Çünkü satan değerinden fazla almıştır. Alan da değerinden ucuza almıştır. Diyelim ki bir adamın iki bardak suyu vardır. Birine ihtiyacı var ama ikincisi fazladır. Dolayısıyla ikinci bardağın değeri yarım liradır. Ama alan için bir bardak suyun değeri iki liradır. Şimdi bir liraya sattığı zaman satan yarım lira kâr etmiştir. Alan da bir lira kâr etmiştir. Görülüyor ki, burada iki taraf da kâr etmişlerdir. Çünkü malın değeri miktarı arttıkça düşer.
d) Bey’ de çoğalan maldır. Bir adam bir lira ile iki kilo patates alır. Sonra birbuçuk kilosunu iki liraya satar, patatesi kâr etmiş olur. Mağazadaki malı artar.
Şimdi de “riba”yı yani faizi ele alalım.
a) Kâr bir akitle elde edilmez, iki akitle elde edilir. Taşınmazda kira meşrudur. Çünkü mislini değil aynını iade ediyorsun. Yine de yıpranma vardır.
b) Kira yıpranma bedelidir. Zamanla durup dururken artıştır. Zamanla kendiliğinden artma termodinamiğin ikinci kanununa aykırıdır. Azalma ise o kanunun gereğidir. Taşınmazlarda entropinin artması vardır. Misliyatta faiz ise entropinin azalmasıdır.
c) Faizde biri zarar ettiği durumda diğeri kazanmaktadır. İşte bu sebeple faiz haramdır. Bunlar da dört çeşittir. 1) Sermayede kesin kâr faizdir. 2) Üretimde kesin ücret faizdir. 3) Üretimde kesin kira faizdir. 4) KDV gibi paradan alınan vergi faizdir. Çünkü parayı kişi üretmez. Birinden eksilecek ki sana versin.
d) Bey’ çoğalan paradır. Oysa para birim ölçüsüdür. Metreyi kısaltmak demek, malı çoğaltmak demek değildir. Faiz fiyatları artırarak ülkeyi zengin etmek anlamındadır. Bugün doları YTL cinsinden yarıya düşürelim, yani dolar ile fiyatları iki misline çıkaralım. Zenginleşmiş oluruz. Ama gerçekte hiçbir şeyimiz artmaz.
Demek ki bey’ ile riba arasındaki farklar bunlardır.
İkisi de harfi tarifle tarif edildiği için kimse bunlara lugat mânâsını veremez.
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ (Va EaXalLa elLAHu eLBaYGa) “Oysa Allah bey’i helal etmiştir.”
Buradaki “Ve” hâl vavıdır. Allah bey’i helal etmiş iken onlar bey’ de faiz gibidir deyip bey’i de faiz gibi haram ediyorlar. “Hall” karışmış şey demektir. Mesela şeker suda hulul eder. Mizacına uyar. Armut yerseniz onu sindirirseniz, bedeninize hulul eder. Oysa at kestanesi yerseniz onu kusarsınız, bedeniniz onu halledemez.
Topluluk içinde yararlı olan şeyler helaldir, zararlı olan şeyler haramdır.
Evlenmek helaldir, zina haramdır.
Bey’ de helaldir. Topluluğa hulul eder, yararlıdır.
Pazara bir mal götürüp satarsınız. Hangi malların fiyatı yüksekse siz onu üretirsiniz. Mesela yoğurt yapıp pazara götürürsünüz, peynir yapıp pazara götürürsünüz. Hangisinden daha çok para kazanacaksanız onu götürürsünüz; yoğurt veya peynir. Bunu size söyleyen pazar fiyatıdır.
Evinize akşam yiyecek alırken de hangisi ucuzsa onu alırsınız; fasülye veya nohut.
Böylece alışveriş üretim ile tüketim arasında denge sağlar. Üretimde işbölümü yapar. Artık herkes her şeyi üretme yerine bir şeyi üretir. Kendi tarlası neyi yetiştirmeye daha elverişli ise onu üretir. O sahada daha fazla bilgi edinir, ihtisas sahibi olur, o malların müşterilerini öğrenir.
Bütün bunlar bey’ ile mümkün olmaktadır.
Zaten sosyalistler de alışverişi yok saymıyorlar ama onu devlet yapsın diyorlar. Kişilere planlama ile şunu yap bunu yap diyorlar. Merkezî sistemi yani tekeli uyguluyorlar. Sosyalizm kötü uygulanmış ve sonuç vermemiştir.
Serbest fiyat mekanizması her zaman olacaktır. Çünkü bütün mallar standart hâle getirilemeyecektir. Misliyat yapılamayacaktır. Dolayısıyla her mal ayrı pazarlanacaktır. Ancak misliyattan olan mallar üzerinde özel sistemler uygulanacaktır.
Bir örnek verelim. Şekeri ele alalım. Devlet bir şeker mağazası tesis etse. Ben gelen her şekeri 100 liraya alıyorum, 120 liraya satıyorum dese, ama ben bütün arz ve talebi yerine getiriyorum dese, piyasayı bu aralıkta tutmuş olur. Tüccar ticaret yapabilmek için 100 liradan daha fazlaya almak zorunda kalır. Satabilmek için de 120 liradan daha aşağı satmak zorunda kalır. Halktan kimse gelip devlet mağazasından alışveriş etmez. Dolayısıyla devlet zarar edebilir. Devlet masrafları bütçeden karşılar ama bu sayede piyasayı dengede tutar. Ancak devlet kimsenin alış ve satışına müdahale etmez.
İşte, aslında sosyalistlerin yapmak istediğini İslâmiyet yapmakta, ancak hiçbir yasaklamayı koymadan yapmakta, vergileri artırmadan yapmaktadır.
Bütün bunları yapabilmeniz için stoklarınız önemlidir. Öyle fiyat politikası uygulamalısınız ki mağazanızda mallar dolup taşmayacak, boşalmayacak da. Bey’ serbest olacaktır.
Bugünkü düzende tüccar mal alıp satmaktadır. Bu da tüccara külfet yüklemektedir. İndir bindir külfeti yerine nakliye külfeti. Malların bozulması, malları tanıtma gibi külfetler sözkonusudur. Herkes ticaret yapmaktadır.
İşte, İslâmiyet bu işi kolaylaştırmak için “mal evleri” kurmuştur. Kişiler o mal evlerine malları teslim eder, karşılığında belge alır ve o belgeyi alıp satarlar. Tüccar mal ile uğraşmaz, tüccar sadece belgeyi alacak müşteriyi bulur.
Bugün ticaretin olmadığını düşünürsek yaşamamıza imkan yoktur. Fiyatları merkezin keyfi olarak teşkil ettiğini varsayın, o zaman da ya mallar yığılıp elde kalır, yahut mal bulamazsınız. Yani bazı mallar çöpe atılır, bazı malların temininde de kuyruk olur. Bu sebepledir alış ve satış olacak, halkın isteğine bağlı olacaktır. Alıcıların ve satıcıların serbest talepleri piyasayı oluşturacaktır.
Alışverişin olması için daima bir stokun bulunması zorunluluğu vardır. Stok artarsa fiyatlar düşecek, stok azalırsa fiyatlar yükselecektir. Bazı mallar depo edilemez, her zaman kolay kolay üretilemez. Mesela, tarım ürünleri böyledir, inşaat böyledir. Bunlarda da stokun yerini sipariş almaktadır. Siparişler çok olursa fiyat artmakta, siparişler az olursa fiyatlar düşmektedir. Bunlar üretim ile tüketim arasında denge sağlamaktadır. Stoklara göre fiyatları kamu tesbit eder. Ancak asla müdahale etmez. Kamu sadece garantiler verir, fiyatları ilan eder. Alış ve satış merkezleri, tanzim satış yerleri kurar. Ama sonra TANSAŞ gibi kendisi bir ticaret merkezine dönüşmez. Sistemin iyi olması gerekir ama uygulayanlar da onu iyi uygulamalıdırlar. Sadece birinin iyi olması yeterli değildir.
وَحَرَّمَ الرِّبَا (Va XarRaMa elRıBAy) “Ve ribayı haram etti.”
“Haram olan” hulul etmeyen ve işe yaramayan demektir. “Harb” kapalı oda, kilitli yer demektir. “Haram” da yasak olan fiil demektir. Kıymetli olup gelişigüzel girilemeyen yerlere “harem” denir. Mekke “harem” olduğu gibi insanların akrabaları da “mahrem”dir. Burada ihlâli if’al bâbından, haramı ise tef’il bâbından getirmiştir. Bu da ribanın şiddetle tahrimi içindir.
Bunları “Ve” harfi ile atfetmiştir. “Ve” harfinin hükmü, kıyasın geçerli olmasıdır. O halde bey’e de kıyas yapılabilir, ribaya da kıyas yapılabilir. Her ikisine illet bulmalıyız. Madem ki harfi tarifle gelmiş ve “Ve” ile atfedilmiş, o halde illet bulmalıyız. İlletin bulunacağı burada nass ile sabit olmaktadır ama illetin ne olduğu belirtilmemektedir. Fıkıhçılar buna değişken illetler bulmuşlardır.
Hazreti Peygamber’in mübadelede mislen ve mislen hadisine dayanarak değişik mezhepler değişik illeti ortaya koymuşlardır. Onları fıkıh kitaplarında okuyacaksınız.
a) Ebu Hanife’ye göre ribanın illeti iki özelliğidir. Biri, ölçülüp tartılmalı veya sayılmalıdır. Diğeri de, aynı cinsten olmalıdır. Bunların fazla alınıp verilmesi ribadır. Zamanla artmazsa riba-i fazldır, artarsa riba-i neseidir.
b) Şafii’ye göre altın ve gümüşte illet semeniyettir yani para olmadır. Diğerlerinde ise tu’miyet yani yiyecek olmasıdır.
c) Maliki’ye göre onun saklanabilecek kuru yiyecek olmasıdır.
d) Ahmed’in görüşünde değişik rivayetler vardır.
e) Bazılarına göre zekât mallarında riba geçerlidir.
f) Bazılarına göre yalnız nesei faiz haramdır.
Biz bu tariflerin dışında tarif getiriyoruz.
Riba; birilerinde kesin artma var, diğerlerinde zarar etme ihtimali mevcut ise bu ribadır, bu faizdir. Bununla beraber hiç artma olmasa da veresiye satış haramdır. Bunun illeti de karşılıksız para üretmedir. Faiz kişilere karşılıksız satın alma gücünü kazandırdığı için haramdır.
Rehinli veresiye satış haram değildir. Çünkü karşılığı mevcuttur. Meskenlerin kiraya verilmesi faiz değildir. Hizmetlerin ücretlendirilmesi faiz değildir.
Makroda düşündüğümüz zaman tekele götüren her şey haramdır. Böylece haramın illetlerini ortaya koyduk. Aslında hepsi birleşmektedir. Serbest piyasayı ifsad eden şey haramdır.
Bey’in de illetini aramamız gerekir. Kazancın iki illeti vardır. Biri emek karşılığı kazanılan her şey helaldir. Bunun dışında riziko karşılığı kazanılan da helaldir. Hazreti Peygamber bunun için ‘riziko olmayan yerde kâr da yoktur’ diyor. Faiz rizikosuz kazanç olduğu için haramdır.
Kapitalistler; madem faiz ticaret gibidir, o halde faiz de helaldir diyorlar. Sosyalistler; madem faiz de ticaret gibidir, ikisi de haramdır diyorlar. Adil Düzen de; faiz haram, ticaret helal diyor. İşte onlarla İslâm ekonomisinin farkı budur.
Almanya’da ilmî toplantılar yapılmıştı. Erbakan tertip ettirmişti. Ekonomi Sistemleri Araştırma Enstitüsü Direktörü Ninhaus da toplantıya katılmış ve şöyle demişti: Ben bir dinin ekonomik sistemini bilmiyorum. Onlar ahlâklı davranışları tarif eder ama sistemi ortaya koyamazlar diye düşünüyordum. Hâlâ da size tam inanmış değilim ama bir sözünüz bana yeni bir sistem ortaya konmuştur gibi gözükmektedir Sosyalistler ticareti de faizi de yasaklıyor, kapitalistler ikisini de serbest bırakıyor. Siz ise ticareti serbest bırakıyor, faizi yasaklıyorsunuz. Bu bana bir sistem olarak gözüküyor. Ekonomi Sistemleri Araştırma Enstitüsü Direktörü Ninhaus bize böyle demiştir.
İşte, Kur’an bu âyetle 1400 sene önce kapitalizmi de sosyalizmi de İslâm düzenini de tarif ve tasnif etmiştir. Bu bir mucizedir.
فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ (Fa Man CAEaHU MeVGıJaTun) “Kime mev’iza gelirse”
“Mev’iza” ne demektir? “Mev’iza”yı “hikmet” ile mukayese edelim. “Hikmet” bir kimseye hangi fiillerin hangi sonuçlar doğuracağını anlatmaktır. Hikmet, fiillerin götüreceği hükümleri ifade eder. Hikmet, insanın davranışlarından ziyade fiilin sonuçlarını anlatmaktadır.
“Mev’iza” ise insanın davranışlarının kötü sonuçlarını anlatmaktır. Hikmette sadece sebep sonuç ilişkileri vardır. Mev’iza ise kötülüklerden nasıl korunacağımız meselesini de içermektedir. Yani geçişler üzerinde durulmaktadır. Sen bundan vazgeç, artık bunu yapma dediğimizde bu vaat olur. Ama bundan şu yollarla vazgeçebilirsin, bu durumdan şöyle kurtulabilirsin dediğimizde o vaaz olur. Zaten “vaaz” kelimesi “vaat” kelimesi ile akrabadır. Vaatte insanın başına gelecek kötülükler veya iyilikler anlatılmaktadır. Vaazda ise insanın kaderini nasıl değiştirebileceği anlatılmaktadır.
Faizli sistemden faizsiz sisteme nasıl geçilecektir?
مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBıHIy) “Rabb’inden mev’iza geldikten sonra.”
Burada “Rabb’inden” kelimesi kullanılmıştır.
Rabb’in yeryüzündeki temsilcileri dayanışma ortaklıklarıdır. Çünkü eğitimi onlar yapmaktadır. Kişiye meslekî dayanışma ortaklığı kefil olup ona faizsiz kredi temin edebilmelidir veya kişi eldeki malı faiz dışında değerlendirme imkanına sahip olmalıdır.
Bu âyet gösteriyor ki, karz-ı hasen müessesesini kurmadan insanlara faizi yasaklayamayız. Çünkü faizle de olsa bugün ekonomi çalışmaktadır. Faiz kalkar ve bu arada karz-ı hasen müessesesi kurulmazsa, o zaman hepten felaket olur. O halde biz kimseye şimdi faizli iş yapmayın demiyoruz; faizsiz iş yapabilecek müesseseleri kurun diyoruz. Bu da meslekî dayanışma ortaklığıdır.
MÜSİAD (veya benzerleri) güya Müslümanlar arasında yardımlaşma derneğidir. Oysa onlar Batı modeli içinde, faizli model içinde çalışmaktadırlar. İslâm kisvesi içinde faiz pisliğini işlemektedirler. Onların ne yapması gerekir? MÜSİAD’ın bir meslekî dayanışma ortaklığı olması gerekir. İşte o zaman esnafımıza deriz ki; artık faizle iş yapmayın…
فَانتَهَى (Fa iNTaHa) “İntiha ederse”
Meslekî dayanışma ortaklığı kuruluyor ve faizsiz kredileşme sağlanıyor...
Bu ne demektir biliyor musunuz?
Herkes faiz ile temin ettiği para ile iş yapacak, ama MÜSİAD’ın üyeleri faizsiz sermaye ile iş yapacaklar. Sonunda faiz kadar ucuz satacaklar. O zaman tüm piyasaya onlar hakim olacaklardır.
Bugün Yahudiler öyle yapıyorlar, kendi aralarında faiz alıp vermiyor, dolayısıyla sattıklarını herkesten ucuza satıyorlar. Biz ise onlardan çok çok kalabalığız. Onlar piyasadan çekilip gider.
İşte “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen” budur. Ama bunları Millî Görüşçüler kurdular; sonra Millî Görüşe düşman oldular! Çünkü inanmayanlar “Adil Düzen”i getiremezler.
فَلَهُ مَا سَلَفَ (Fa LaHu MAv SaLaFa) “Geçmiş olan onundur.”
Yani, tahsil edilen faizler onundur. Hattâ tahsil etmediği alacağı olan faizler de onlarındır. Ana paraya ekleyerek isteyebilir. Ancak o andan itibaren artık bir santim faiz konamaz.
Biz ne yapacağız?
Biz iktidar olduğumuzda, o zamana kadar tahakkuk eden borçlar faizleri ile birlikte hemen ödenecektir. ‘Bunu nasıl ödeyeceksiniz?’ diyeceksiniz.
Bugün doları 2 yeni liraya çıkarın; bir anda bankanızda 200 milyar dolar toplanır.
Ondan sonra da dolar borcunu YTL borcuna çevirirsiniz, dış borcu iç borca çevirirsiniz, döviz borcunu mal borcuna çevirirsiniz, borcu iştirake çevirirsiniz, sizinle iş yapan kimselerin karşılığını sürdürürsünüz. Hiçbir seçeneği istemeyenlere kalan borcu dolar olarak ödersiniz. Böylece borcunuzu bitirirsiniz. Onu da kabul etmezlerse; ‘Güle güle, hiç ödemiyorum!’ dersiniz; isterlerse savaşırsınız…
وَأَمْرُهُ إِلَى اللَّهِ (Va EaMRuHUv EiLAy elLAHi) “Emri, onun işi Allah’a gider.”
Yani, bu andan itibaren faizli işlemi sona erdirenin işi düzelir, Allah ona yardım eder.
Bu borç ve alacaklara devlet kefil olmalıdır.
Faizsiz sisteme geçmek için şunlar yapılmalıdır.
a) Herkes mal beyanında bulunsun. Eğer varlığı borcundan fazla ise sorun yoktur. Borç kısmıyla varlığına devleti ortak etsin, devlet onların borçlarını ödesin. İşletmenin sahipliğini yine sahibi yapsın. Kazansın, devlete olan borçlarını ödesin, işletme onun olsun.
b) Eğer borçları mal varlığından fazla ise devlet bunun borçlarını kapatsın. Kendisi de borçlanma ehliyetini kaybetsin. Elindeki mal varlığı ile iş yapsın, borçlarını devlete ödesin, itibarı tekrar iade edilsin.
c) İsterse bütün mallarını, bütün varlığını devlete teslim etsin, devlet onun borçların ödesin. O da kalan borcunu kazanarak ödesin, itibarı iade edilsin.
d) İsterse artık işveren olma davasından vazgeçsin, devlet bütün borçları kapatsın.
وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (VaMaN GAvDa Fa EuLAEıKa EaÖXABu elNAvRı)
“Kim avdet ederse, vaız geldikten sonra, çıkış yolları gösterildikten sonra devam ederse, onlar nâr ashabıdır.”
Demek ki faizli işler yapanlar, vaız geldikten sonra, dayanışma ortaklığı kurulduktan sonra hâlâ sürdürenler nâr ashabıdır. Bundan daha büyük inzar olur mu?
Kur’an’a inanıp da arkadan AK Parti’lilerin başarıya ulaşacaklarını sananlar gafil değil, mecnundurlar. Bunlar yaşamaz, yaşayamaz. Yanlış anlaşılmamalıdır. AK Parti yaptıklarından vazgeçer, faizsiz kredileşme müessesesini kurmaya çalışırsa yaşamaz demiyorum; bu küfründe devam eder, faizli sistem içinde iyi işler yapacağını ileri sürerse diyorum.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(275) (HuM FIyHAv PaLiDUvNa) “Onlar orada hâliddirler.”
Kimilerine göre cehennemde yalnız kâfirler kalacaklardır. İşte faiz yiyen müslimler de orada kalacaklar, hem de hâlid olacaklardır.
Ben bu kaydı şöyle anlıyorum. Bu azab bu dünya azabı değil de âhiret azabıdır. Orada kâfirlerle beraber cehennemde hâlid olacaklardır demektir. Sürekli kalacaklardır. Orada kaldıkça hiç çıkmayacaklar demektir.
Ben mü’minleri de cehennemden çıkarmak için kâfirleri de çıkartıyorum. Âyeti tevil ediyorum. Ama keyfî mânâlar vermiyorum. Birinde anladığımı diğerinde başka, diğerinde başka anlamıyorum.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
***
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-432 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-262 İstanbul, 03 Kasım 2007
PKK NASIL DURDURULUR?
Çağımızı hâlâ tarım dönemi usulleriyle yönetenlerin, Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetlerden yararlanmayan ilkellerin yaşama şansı yoktur.
PKK nasıl önlenir, PKK nasıl durdurulur, PKK meselesi nasıl çözümlenir? Varsayımlar:
1- PKK terörü yurt içinde yerinden yönetimle önlenir. Bunun başka çözümü yoktur.
a) Her bucak kendi halkından herkese iş ve herkese aş bulmalıdır. Bunun için faizsiz kredi yeterli çözümdür. Bu krediyi bulmak için sadece Merkez Bankası’nın banknot matbaasını çalıştırması yeterlidir. Verilen kredi karşılıksız olmayacağı için enflasyon yapmaz.
b) Her il kendi halkından oluşturduğu jandarma teşkilatı ile iç terörü bıçak gibi keser. Jandarma o ilden oluşacak ama o ilçe halkından olmayacaktır.
c) İller bir milyondan aşağı nüfusa indirilmeli ve iç işlerinde bağımsız hâle getirilmelidir. Her il kendi yönetimini kendisi seçecektir. Valiler atanmayacak, seçilmiş belediye başkanları vali olacaklardır. Bucaklar kendi dilleri ile ilk öğrenimlerini yapabilmelidir. Yerel yayın kendi dilleri ile serbest olmalıdır. İller kendi dilleri ile orta öğrenimlerini yapabilmelidir. Yerel dilde yayın serbest olmalıdır.
d) Sadece merkezde yani Diyarbakır’da ve Van’da birer ordu konuşlandırılmalıdır. Merkez ilin yönetimi ordu komutanına verilmelidir. Oralardaki ordu ora halkından oluşmamalı, Türkiye’nin diğer bölgelerinden gelen askerlerden oluşmalıdır. Teröristlere idam cezaları uygulanmalıdır. Mahkemece terörist olarak tesbit edilen kişileri öldürenlere ödül verilmelidir.
e) Eğer il kendi güvenliğini kendisi sağlayamıyorsa il başkanı ilinde sıkıyönetimi ilan edebilmeli ve merkez ildeki ordudan yardım istemelidir. Askeri birlik o ile girip askeri metotla güvenliği sağlamalıdır. İl başkanı istediği zaman sıkıyönetime son verebilmelidir. Terörü besleyen bucak varsa o bucak halkını sıkıyönetim tehcire tâbi tutabilmeli ve bucağı dağıtmalıdır.
İç terör işte böyle önlenir.
2- Ülke dışından sızan teröre gelinirse; dışarıdan gelen teröristleri etkisiz hâle getirme işi orduya aittir.
a) Her şeyden önce hudutlarda giriş ve çıkış tamamen serbest olmalıdır. Vizeler, hattâ pasaportlar kalkmalıdır. Gelen kişiye vatandaşlardan birinin kefil olması yeterli sayılmalıdır. Telefon teyidi yeterli sayılmalıdır; sonradan vicahi teyid alınır. Gelen kişinin nerelerde olduğunu kefiline bildirmesi gerekir. Cep telefonu olmayan yurda alınmamalıdır. Ayrıca gümrükler kalkmalı, malların giriş ve çıkışları serbest olmalıdır. Beyan esas alınarak devam etmeli, açıldığı yerde bir kontrolörün kefaletinde açılmalıdır. Giriş-çıkış kapıları çoğaltılmalıdır.
b) Kapıların dışındaki giriş ve çıkışlar yasaklanmalıdır. Hudut boyunca 50-100 metre içerden tel örgü çekilmelidir. Tel örgü içine girenleri haber verecek ağlar kurulmalıdır. 1) Kameralar konabilir. 2) Radar alıcıları konabilir. 3) Ayak izlerini alan aletler konabilir. 4) Önemli yerlerde gözcüler yerleştirilebilir.
c) Bu kişileri hemen yerinde öldüren sistemler geliştirilebilir. 1) Hedefi tesbit eden silahlar yerleştirilir. Hareketli olana yönelir ve otomatik olarak öldürebilir. 2) Helikopter devriyesi konur, kişiye yönelir öldürebilir. 3) Basit yönlendirilmiş mermiler kullanılır. Kişi yerinde öldürülür. Devriyeler gördüklerine ateş etme durumunda olmalıdır.
d) Bucaklara gelen teröristlere yataklık etme suç olmaktan çıkarılmalıdır. Halk gelen misafiri korkmadan konuklayabilmelidir. Bunlar istihbarat için değerlendirilmeli ve dışarıdan gelen terörist belirlenmeli ve iç güvenlikçe etkisiz hâle getirilmelidir. Bunları haber veren yahut başını getirenlere ödül konmalıdır. Halk silahlandırılmalıdır.
Bunlar varsayımlardır. Bunların projelendirilmesi isteniyorsa Akevler Adil Düzen ekibi bunu yapmaya muktedirdir. İki bakandan, Beşir Atalay ve Mehmet Ali Şahin’den davet bekliyoruz. Sınır ötesi harekâtın hiçbir yararı olmayacak, aksine yarayı deşecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-432 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-262 İstanbul, 03 Kasım 2007
ERMENİ MESELESİ VE SOYKIRIM TASARISI
Savaşın kuralları vardır. İki ordu savaşır. Savaş bittikten sonra kaybeden taraf galip devletin dayatmalarını kabul edip anlaşma imzalanır. Barış oldu mu yeni bir dönem başlar, yeni bir dünya kurulur, eski düşmanlıklar biter, barışın gereklerini herkes yapmaya başlar. Mağlup devlet güçlenerek yeni savaş yapabilir, galip gelirse o eski anlaşmayı ortadan kaldırıp yeni anlaşma yapar, yahut yenilerek eskisinden daha ağır bir anlaşma yapar.
Biz Ermenilerle yaptığımız anlaşmalarla barışa ulaşmış bulunuyoruz. Kars ve Lozan anlaşmaları ile aramızda barış tesis edilmiştir. Batılıların kışkırtmaları ile Osmanlı imparatorluğu yıkılmıştır. Ermeniler ve Rumlar tarihi anlaşmaları kabul etmemiş, kendilerini güçlü görerek bizimle savaşmışlardır. Sonunda mağlup olmuşlar ve Anadolu’yu terk etme durumunda kalmışlardı. Barış olmuş ve barış devam etmektedir.
Şimdi Ermeniler yine Batılıların kışkırtmasına kapılarak barışı bozuyorlar. Anlaşmaları tanımıyorlar. Doğaldır! Yeniden savaşırız. Yenilirsek Anadolu onların olur, yenersek Erivan da bizim olur. Onları Amerika’ya göndeririz. Orada nasılsa onları barındıracak dostları vardır. Biz kimseyle savaşmıyoruz ama savaşsız da Anadolu’ya kimseye teslim edeceğimiz zannedilmesin.
Evet, tarihî bir olay parlamentolarda değil üniversitelerde araştırılır ve tesbit olunur. Oysa hiç ilgisi olmayan şeyler yapılıyor. Parlamento tarafından tarihî bir olay elbette tesbit edilemez. Peki, parlamentolar bu kararları neden alıyor? Ermenilere diyorlar ki; Türkiye’ye saldırın, biz sizin arkanızdayız! Bize de diyorlar ki; biz size düşmanız, Ermenilerle bir olup Sevr’i yeniden gerçekleştireceğiz. Bu kararların anlamı budur. Türklerde bir söz vardır; pilavdan kaçanın kaşığı kırılsın. Biz saldırmayız ama; bize saldırırlarsa Ermenistan diye bir devlet kalmaz, orası bir Kafkas devleti olur. Gürcistan ve Azerbaycan’ı birleştirir, bir Kafkas devletini kurarız ve o devlet bizim dostumuz olur. Ermenileri de onları yönlendiren dostlarının ülkesi Amerika’ya yollarız. Gemileri var, hazır tutsunlar; çünkü bizim onları Amerika’ya götürecek veya bu işe tahsis edilecek gemimiz yoktur.
Bir iki hususu belirtmemizde yarar vardır.
1- Bu kararları sömürü sermayesi finanse etmektedir. 1897 yapılan plan ve alınan karar gereği 1997’de Anadolu İsrail’in olacaktı; olmadı. Şimdi Ermenilerle Türkleri çatıştıracak, böylece tüm dünyayı Türkiye’ye saldırtacaktır. Türkiye bu kararlardan dolayı Ermenilerle olan dostluğu bozmamalıdır. Sabırlı, soğukkanlı ve itidalli olmalıyız.
2- Parlamentolar bu kararları inanarak almamakta; sömürü sermayesinin parası ve hatırına almaktadır. Dolayısıyla bunlar Ermeni saldırısını desteklemez, Ermeniler de Türkiye’ye saldıramaz. ABD saldırmaya cesaret edemiyor da Ermeniler mi saldıracak? Bizde bir söz var; ‘it ürür kervan yürür’. Dolayısıyla biz Ermeni ve Yananlılarla dostluk yolunda devam etmeliyiz.
3- Sömürü sermayesi sorun olmayan meseleleri sorun yapıyor. Yapmasalar bile; Osmanlılar soykırım yapmış olabilir, bize ne! Biz olmamıştır diye faaliyetler gösterince sömürü sermayesi kıs kıs gülmektedir. ‘Olmuşsa olmuş, bize ne!’ diyeceğiz. Hiç ilgilenmememiz gerekir. O zaman sermayenin bu yolda harcadığı dolarları havaya gider veya Ermeni komşularımız yararlanmış olurlar.
4- Olaylardan ve fırsatlardan yararlanmalıyız. Türkiye’nin Amerika ile olan en büyük sorunu İncirlik üssüdür. Sovyetlere karşı kurulmuş bulunan bu üs hâlâ devam etmektedir. Oradan komşularımıza saldırmakta, kanlar akıtmakta, canlar almaktadır. Irak’ı işgal etmeden önce buraya ihtiyacı vardı. İran’a nereden saldıracaktı? Ama şimdi Irak onun işgalinde; Türkiye’ye ihtiyacı yoktur. Burayı Kuzey Irak’a taşıyabilir. ABD İncirlik üssünü boşaltmalıdır. Çekiç Güç sorununu Erbakan çözmüştü. İncirliğin çözümü de AK Parti’ye nasip olsun. Temsilciler Meclisi kabul ettiği takdirde İncirlik üssünü dostane bir şekilde kapatmalıyız. Irak’a taşınmasına zorlamalıyız. ABD için bu sorun teşkil etmez, çünkü imkanı var. Zaten Türkiye’de kalmaya devam etmesi onun kötü emelleri olduğunu kanıtlıyor. Evi olmayan komşuyu misafir edersiniz. Ama apartman satın aldıktan sonra hâlâ evinizde misafir kalmakta ısrar etmesi iyi niyetle yorumlanamaz.
Şükrü Elekdağ gibi tecrübeli bir hariciyecinin sömürü sermayesinin oyununa gelerek Amerikalara aman Ermeni tasarısını geçirmeyin diye yalvarmasını anlamış değilim. Biz ABD’de böyle bir kararın alınmasını istemeli, teşvik etmeli, kışkırtmalıyız, Koçaryan’ı tebrik etmeliyiz ki İncirliğimizi işgalden kurtaralım.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92