ADİL DÜZEN 433
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 10 Kasım 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 433. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
PKK’nın ASIL KAYNAĞI ‘İŞSİZLİK’TİR
5000 PKK’lıyı NE YAPALIM?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 95. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللَّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ (276)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ وَآتَوْا الزَّكَاةَ
لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (277)
يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَا (YaMXaQu elLAHu elRıBAv)
“Allah ribayı mahk eder.”
Yağmur yağar ve ortalık yeşerir. Eğer yağmur devam ederse bu yeşillik sonunda meyve verir.
Bu arada sıcaklar gelir de yağmur yağmazsa; yeşillik, otlak veya ekinler sararıp kurur. Bu kuruyan şey yani otlağa “muhak” denir. Sonbaharda kuruyup düşen yapraklara “habt”, vakti gelmeden susuzluktan kuruyan yeşilliklere “muhak” denmektedir.
“Mehaka” fiili kurutmak anlamına gelir. “Sıcaklar ekini mahketti” denir.
Burada da “Allah ribayı mahk eder, kurutur” deniyor.
“Riba” nedir?
a) Riba, kişilerin birbirlerine sağladığı karşılıksız satın alma gücüdür. b) Riba, birisinde meydana gelen zararın başka birisinde kazanç olmasıdır. c) Riba, zamanla artan borçtur. d) Riba, zorla tahsil edilen alacaktır.
Bunlardan elde edilen kazançlar, sararıp kuruyan ekin gibi ekonomiyi soldurur.
a) Siz eğer veresiye satış yaparsanız, alıcıya satın alma gücü sağlarsınız. Böylece karşılıksız yeni para çıkarmış olursunuz. Bu da enflasyona sebep olur. Enflasyon fiyat ve ücret belirsizliğini ortaya çıkarır. Bunun sonucu işsizlik ortaya çıkar; ondan açlık, ondan borçlanma, ondan yolsuzluk, ondan rüşvet, ondan baskı, ondan da anarşi doğar. Zamanla “ekonomik anarşi”den “sosyal anarşi”ye geçer, böylece o topluluk mahk olup gider yani kuruyup yok olur.
b) Bu da dört şekilde ortaya çıkar: 1) Sizden “faizle para” alan onu sermaye yapar ve zarar eder ama siz faizinizi alırsınız. Ancak o size faizinizi ödeyemez. İş yapmaktan vazgeçer. Böylece iş yerleri üretimden ve ticaretten çekilirler. İnsanlar işsiz kalır, üretim olmaz. Dolayısıyla siz de parayı tüketiciye borç olarak verirsiniz ama o da ödeyemez. Böylece yukarıda sayılan uçuruma doğru yuvarlanılmış olur. 2) Bir işyerini “sabit kira” ile verirsiniz, o işyeri zarar eder ve size faiz gibi kira öder. Bir müddet sonra ödeyemez. Kirayı feshedersiniz. İşsizlik başlar. Başkasına da kiraya veremezsiniz. Böylece anarşiye doğru gidilir. 3) İşyerinde işçiye “sabit ücret” verirsiniz. Siz zarar edersiniz, siz ücret ödersiniz. Sonunda işyeriniz batar ve oranın işçileri işsiz kalır. 4) Nihayet devletin paradan aldığı “sabit vergi” de faizdir. Vatandaş satın aldığı malı aldığı fiyatla beyan ederek size para borçlusu olur. Vergi tahsil edileceği zaman o malı maliyetinden daha ucuza satmak zorunda kalır. Bu da o işletmenin devre dışı olması sonucunu doğurur. Devlet bir daha senden bir şey alamaz. Giderlerini karşılamak için vergileri çoğaltır. Bu sefer daha da çok firma devre dışı kalır. Sonuç, o devletin yıkılması ve yok olması demektir.
c) Siz bankadan aldığınız faizle üretim yaparsınız. Diyelim ki, yüz çift ayakkabı ürettiniz. Maliyetiniz on liradır. Ayakkabıyı maliyet fiyatı ile satamadınız. Her ay faiz bineceği için ayakkabınız gittikçe pahalılaşmaktadır. Giderek pahalandığı için satamıyorsunuz. Sonunda ayakkabılarınız elinizde kalıyor veya yok pahasına satıyorsunuz. Böylece sonunda iflas edip işletmenizi kapatmak zorunda kalıyorsunuz.
d) Kişi borçlu bulunuyor. Elinde malı var ama satamıyor, borcunu ödeyemiyor. Bu borcuna karşılık icra uyguluyorsunuz ve onda bir bedelle mallarını satıyorsunuz. İşletmesini mahk ediyorsunuz, kurutuyorsunuz, yok ediyorsunuz. Alacağınızı aldınız ama bir tutam yün için bir koyunu öldürdünüz. Bu icra uygulaması insanları iş yapmaktan alıkoymakta, girişimciliği bıraktırıp işçi yapmakta, bu da sonunda işçilik sistemi içinde toplumu çöküşe götürmektedir.
وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ (Va YuRBıy elÖaDaQAvTı)
“Sadakatı irba eder.”
“Riba” kelimesini if’âl bâbından getirerek çoğaltır mânâsını vermiştir. “Rabvet” bir ağacın kendi kendine büyümesi, çoğalması demektir. Paranın kendi kendine çoğalması ribadır.
“İrba” ise çoğaltmadır. Çoğalmasına sebep olma demektir. “Mahk” sararıp solma ise; “irba etme” de ona bakarak büyütmedir. “Terbiye” kelimesi ile akrabadır.
Zekât ekonominin bakımıdır, imarıdır, onu yaşatmadır. İnsanın bedeninde kalb ve kan ne ise zekât da ekonomide kalbin atmasını sağlar. Kendi kendini besleyen kalbin damarı gibidir.
Hayat birtakım pisliklerin ortaya atılmasını doğurur. Onu temizlemek için bir döngüye ihtiyaç vardır. Kâinatta böyle döngüler vardır. Güneş denizleri ısıtır. Buharlaşma olur ve bulutlar ortaya çıkar. Onlar dağlara çarparak yağmur olur. Yağmur toprağı ve canlıları sular, onları yıkar ve tekrar denizlere döner. Canlılar bitkileri üretir. Toprağı canlı yapar. Sonra hayvanlar onları yer. Hayvanları da mikroplar çürütür ve tekrar toprağa dönerler. İnsandaki kan kalb vasıtasıyla dolaşır. Pis kan ciğerlerde temizlenir. Bu genel döngünün sağlanması bir tür terbiyedir, bakımdır.
İşte, zekât da böylece ekonomik atıkları temizleyen döngüyü sağlar.
Zekât demek vergi demektir. Zekât olmazsa yollar olmaz, güven olmaz, insanlar uygarlığa ulaşamaz ve uygarlığı koruyamaz. Bugünkü dünyada vergi vardır ve zorla alınmaktadır.
Oysa İslâmiyet’te vergi vardır ama zorla değil gönül rızası ile alınmaktadır. Vergi ödeyene sağlanan imkanlarla kişi vergisini ödemektedir.
a) Her şeyden önce ödediği vergi nisbetinde faizsiz kredi verilmektedir. Gelecek yıllarda kredisini alabilmesi için vergisini şimdiden ödemektedir.
b) İşletme, elektrik ve su gibi altyapı kaynaklarından, geçmiş yıllarda ödediği vergi nisbetinde yararlanmaktadır. Bunlar para ile satılmamakta, ödediği vergi ile orantılı olarak karşılıksız verilmektedir.
c) Mahsul ödenen değerlerle sigortalanmaktadır. Böylece kayıt altına giren mallar güven altına alınmaktadır.
d) Resmi değerler ödenen vergilerle tesbit edilmektedir. Sıkıyönetim gibi olağanüstü zamanlarda veya hicret gibi hallerde resmi değerlerle taşınmazlar alınmaktadır.
Bunlardan yararlanmak istemeyen zekâtını vermesin.
Bu sebepledir ki zekât beyana ve gönüllü ödemeye tâbidir.
“Sadakât” kelimesi dişi kurallı kelimedir. “Sadaka” tek başına ödenen bir meblağdır. “Sadakât” ise bütçedir. Gelir ve gideri ile bir bütündür. Gelirleri beşte birler, onda birler, kırkta birler oluşturmaktadır. Giderler ise fakirler, yoksullar, yetimler, yaşlılar, görevliler, müellefler ve yolculara doğrudan bölüştürülür. Garimîn, rikab, ibnüssebil sebilullahtır. Bunun dışında hükümetin ve meclislerin bütçeleri vardır.
İnsanlık ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak teşkilatlanmıştır.
Kur’an iki çeşit bütçeden bahsetmektedir.
a) “Onların mallarından sadaka ahzet” denmektedir. “Kazançlarından al” demiyor, “mallarından al” deniyor. Böylece sadaka sermayeden alınacaktır demektir. Yine Kur’an’da bunların fakirlerin hakkı olduğunu ifade etmektedir. Bunların sarf yeri de “sadakât” olarak sayılmaktadır. Bunlar fakirler, yoksullar, âmiller ve müelleflerdir. Kendilerine verilecektir. Borçlularla kölelerin payları alacaklılara verilecektir. Vakıflarla vakıfta çalışanlara ise harcama yapılacaktır. Bunun belde geliri ve giderleri olduğunda icma vardır.
b) Kur’an’da anlatılan diğer kısım fey ve ganimettir. Onların sarf yerleri olarak üçte biri meclise bırakılmış, üçte biri başkana bırakılmış, üçte biri de yetimlere, yaşlılara, yolculara ve yoksullara ayrılmıştır. Burada bahsedilen gelir savaşta elde edilen ganimet benzeri gelirler olduğu için bunların da devlet geliri ve giderleri olduğunda icma vardır. Şimdi üç kuruluş daha vardır. Onların bütçeleri nasıl yapılacaktır?
c) Aşiretlerin yani ocakların gelirleri nelerdir ve nerelerde harcanacaktır? Ocaklarda yardımlaşma bedenîdir, mâlî değildir. Dolayısıyla ocağın gelir-gider bütçesi yoktur. Sadece ocak başkanının kendisine bir gelir sağlanabilir. Ocaklar bunu vakıf şeklinde çözerler. Biz bunun için ocakta iki sosyal müessese oluşturuyoruz. Biri; beş vakit namaz kılacaklar, mescit olacak, sosyal kurum olan revir de burada yani mescit civarında olacak, kreş de burada olacak; nöbetliler buradakilere bakacaklardır. Diğeri de; bir market olacak. Kişiler ve aileler günlük ihtiyaçlarını bu marketten alacaklardır. Sipariş verecekler ve siparişleri orada teslim edeceklerdir. Buradaki teslim ve tesellüm işi nöbetleşe yapılabilir. Kadınlar alır ve verirler. Ama muhasebesi ve sorumluluğu başkana aittir. Ona buraya mal satanlardan bir pay verilir.
d) Diğeri de ildir. Kur’an’da üçüncü bir gelirden bahsetmektedir. Bu da tarım gelirleridir. Kur’an bunların taksim şeklini anlatmamaktadır. Burada bu gelirlerin nereye ait olacağı da belirtilmemektedir. Biz bunu il gelirlerinden kabul ediyoruz. Şöyle ki;
1) Madenler gibi tükenen kaynaklardan yararlanarak üretim yapanlar ürünün beşte birini devlete verirler.
2) Herkese açık yerlerde üretim yapanlardan alınan vergi ise üç defa yarılanır. Biri, toprak gibi kaynakları tükenmeyen yerlerden yapılmaktadır. İkincisi ise özel mülkiyetten çıkarılmıştır. Üçüncüsü ise gelirden değil de sermayeden alınmaktadır. O halde beşte bir üç defa yarılandığı için kırkta bir zekât olarak verilmektedir. Âyetin delâleti ile bunlar anlaşılmaktadır. Bu hususta icma da vardır. Paralardan, ticaret mallarından, meralarda yayılan hayvanlardan ve bir yıllık ambar muhafaza kirası kırkta bir alınmaktadır. Tarımda ise sadece bir hafifleme vardır. O da toprak tükenmeyen bir kaynaktır. Ama özel mülkiyettir ve gelirinden alınmaktadır. Dolayısıyla onda bir alınmalıdır. Bu hususta da icma vardır. Peki, bu gelir nerenin geliri olmalıdır? Kırkta bir ve onda bir olarak belirlendiği için aradadır. O halde bu da devlet ile bucak arasında olan ilin geliri olmalıdır. Bu hususta fıkıhçılarda bir görüş bile yoktur. Peki, bunlar kimlere dağıtılmalıdır? Kıyasla yarısı devlet gelirleri gibi, yarısı da bucak gelirleri gibi dağıtılmalıdır diyoruz. Bu bizim içtihadımızdır.
e) İnsanlığın gelirleri ne olacaktır? Başka bir tasnif daha yapıyoruz. Tarım, ticari, sanayi tasnifleri yanında bir de işletmeleri büyüklüklerine göre tasnif ediyoruz. Kur’an’da emredilmiş olan genel hizmetlere göre bütçeleri yapıyoruz.
1- “Küçük işletmeler” 10 kişiden az işçi çalıştıran ve taşra bucaklarının semtlerinde faaliyet gösteren işletmelerdir. Bunların genel hizmeti bucak başkanlıkları tarafından verilir ve gelirler de bucaklara aittir. Kırkta birler burada daha çok faaliyet gösterirler.
2- “Orta işletmeler” ise 10 ile 100 arasında işçi çalıştıran işletmelerdir. Bunlar illerin ilçe merkez bucaklarında faaliyet gösterirler. Bunlardan alınan vergiler il gelirlerindendir. Tarım arazilerinin mallarını değerlendirmek ve ambalajlayıp piyasaya sevk etmek burada yapıldığı için tarım işletmeleri daha çok buralarda kurulur.
3- “Büyük işletmeler” 100 ile 1000 arasında işçi çalıştıran şirketlerdir. Bunlar büyük işletmelerdir ve daha çok sanayi kuruluşlarıdır. Vergileri de devlet gelirlerindendir.
4- “Dev işletmeler” 1000 kişiden fazla işçi çalıştıran çok büyük işletmelerdir. Bunlar uluslararası işletmelerdir. Bunlardan alınan vergiler de insanlığa aittir. Bunlar da şu işletmelerdir. a) Uluslararası ulaşım ve haberleşme işletmeleridir. Deniz, hava ve demiryolları işletmeleridir. Yollar uluslararası vakfa aittir. Araçlar ise özel mülkiyete aittir. b) Enerji dağıtımı da uluslararası vakıflara aittir. Elektriği, petrolü, kömürü ve keresteyi uluslararası vakıf almakta ve satmaktadır. Enerjide serbest rekabet sağlanamamaktadır. c) İlaç ticaretini de uluslararası vakıf yapmaktadır. d) Silah ticaretini de uluslararası vakıf yapmaktadır. e) Altın parayı uluslararası vakıf yapmaktadır. Bunlardan alınan vergiler insanlığın olmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra “sadakât” dediğimiz zaman bucak bütçesidir. Ama il merkez bucağının bütçesi de sadakâttır, devlet merkez bucağının bütçesi de sadakâttır, insanlık merkez bucağının bütçesi de sadakâttır. Zekât daha çok gelirleri, sadakât ise daha çok paylaşımı gösterir.
Bütçeler ne yapar? Önce bucaklarda buğday, illerde demir, ülkelerde toprak ve insanlıkta altın ile tarif edilmiş paralar basılır. Bu paralar karşılıklı olarak basılır.
İnsanlık altın para basar. İlçelerdeki şubeleri vasıtasıyla İnsanlık Merkez Bankası kuyumculara kredi olarak verir. Kuyumcular bununla halktan altın satın alır ve satarlar. Böylece kuyumculardaki altın karşılığı piyasada altın para yani kâğıt bulunur.
İnsanlık Merkez Bankası kuyumculardaki altın kadar, yani piyasaya sürülmüş altın para kadar bir parayı basar, devletlere toprakları nisbetinde kredi olarak verir. Onlar da ona karşılık beş misli toprak parasını çıkarır, inşaat yapanlara kredi olarak verirler. Bu para ile devlet taşınmazları alıp satar. Ülke parası olur, bütçe olur.
Yine aynı miktarda altın para çıkaran devlet bucaklara kredi olarak dağıtır. Bucaklar bununla buğday paralarını basarlar. Bucak içi tüketimini bu para ile yaparlar. Altın para ile konvertibl olur.
Merkez Bankası yine kuyumculardaki altın karşılığı para basar ve illere kredi olarak dağıtır. Bunlar da bunları inşaat malzemesi alıp satan mağazalara kredi olarak verirler. Mağazalara inşaat malzemesi girer, bu para piyasaya çıkar. Böylece tüm paralar altına bağlanmış olur ve tüm paralar karşılıklı olarak çıkar.
a) Kuyumculardaki altın kadar altın para piyasada dolaşır.
b) Kuyumculardaki altın kadar da devletlerin merkez bankalarında stok edilir. Beş misli toprak parası çıkarılır. İnşaat yapılır.
c) Kuyumculardaki altın para üçüncü kez çıkarılır. Bucaklara kredi olarak verilir. Bankalardaki hesaplarında durur; beş misli buğday parasını çıkarır ve halka selem kredisi olarak dağıtırlar.
d) Kuyumculardaki altın kadar dördüncü olarak altın para çıkarılır. İllere kredi olarak verilir. Onlar merkez bankalarına koyar, karşılığında demir para çıkarırlar. Bu parayı mağazalara kredi olarak verirler.
e) Nihayet kuyumculardaki altın kadar altın parayı beşinci defa İnsanlık Merkez Bankası çıkarır, bunu ilçelerdeki döviz bürolarına kredi olarak verir. Bununla diğer paralar ve dövizler alınıp satılır.
Böylece altın paraya dayalı diğer bütün paralar “sadakât”ı oluşturur. Zekât bunlarla alınıp verilir. Çıkarılan mal senetleri bu paralarla alınıp satılır.
*
“Sadakât”ın işleyişini tam anlamak için burada biraz da mal senetlerinden bahsedelim.
1) Önce altın parayı bankaya yatırma hacmi ile orantılı olarak krediyi istihkak eder.
2) Toprak parasını inşaat kredisi olarak müteahhitlere veririz. Çalıştırdıkları işçilerin ücretleri olarak ve onların kullandığı inşaat malzemesi karşılığı veririz. Müteahhitler inşaat yaparlar. Bunları toprak parası ile satarlar. Yani çalışma kredisi toprak parası ile verilir.
3) Buğday parasını halka devre başında ön ödemeli sipariş parası olarak veririz, üretim bu siparişler üzerinden yapılır.
4) Demir parasını inşaat tüccarlarına veririz. Bununla inşaat malzemesini alırlar. Depolarlar; satınca bize öderler.
Kuyumcularda bulunan altın kadar para piyasadadır. Ayrıca döviz bürolarındaki diğer paralar karşılığında altın para piyasadadır. Gerçek karşılığı olmayan hiçbir kuruş çıkmayacaktır. Böylece denge sağlanmaktadır.
*
‘Neden dört çeşit para?’ denebilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Ülkede ve dışarıda kriz olmasına göre değeri değişir. Dolayısıyla aynı istikamette artıp eksilmez. Para doğru dürüst ölçmez. Onun için dört çeşit para kullanmak gerekecektir.
Dört çeşit para ve maden olarak altın “sadakât”ın dayanağı olacaktır. Devlet mal ve işletme senetlerini mükelleflerden alacak ve bunları önce kendi paralarına çevirecek; sonra da isterse altın parasına çevirecektir.
Devlet bütçesini toprak parası, il bütçesini demir parası ve bucak bütçesini buğday parası üzerinden yapacaktır. İnsanlık ise altın para üzerinden yapacaktır.
“Sadakât” kelimesi marife ve dişi kurallı çoğulla gelmiştir; bütün bunları bize anlatmaktadır.
Başkaları başka bir düzen kurabilir; ama düzeni kurmalıdır. Nasıl yollar birbirine bağlanmışsa paralar da birbirine bağlanmalıdır.
وَاللَّهُ (Va elLAHu) “Ve Allah”
Allah ribayı mahk eder ve sadakâtı ise irbâ eder deyip fiil cümlesini kullandı. Sonra isim cümlesi ile atfetti. O halde bu cümle hâl cümlesidir. Allah her keffar esimi muhabbet etmez olan kimsedir. Hâli budur. Bu nedenle ribayı mahk eder, sadakâtıı irbâ eder.
Burada “Allah” izhar edilmiştir. “O” denebilirdi. Allah’ı izhar etmesi; birisi kâinatı var eden Allah, diğeri de O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluktur. Allah sadakaları irbâ eder, faizi mahk eder. Birinci olay yeryüzünde olmaktadır. Dolayısıyla oradaki “Allah” doğal kanunların sahibi olan Allah’tır, buradaki ise kâinatın hâlikı ve irade sahibi olan Allah’tır. Burada sünnetullah ile değil, doğrudan muhabbet ile insanlarla olan ilişkisini göstermektedir.
Bu ifadeler açıkça şuna delâlet etmektedir. Allah insanlarla iki şekilde ilgilenir. Biri, vazettiği doğal ve sosyal kanunları sonunda mü’minler dünyada karşılığını almaktadırlar. Âhirette de bunun hesabını vereceklerdir. Bir diğeri de, Allah’ın doğrudan o kişi ile kurduğu özel ilişkidir. Allah onu adeta duygularla karşılar.
لاَ يُحِبُّ (Lav YuXıbBu) “Muhabbet etmez.”
“Muhabbet” insandaki duygudur. Sekiz yüzlüde bunun yeri his ile ünsiyet arasında bir yerdir. İnsandaki duygularla ilgilidir. Ancak bu duygu diğer insanla kurulan ilişkidir.
Kişide karşısındakine karşı sevgi ve nefret duyguları oluşur. Değişik şiddettedir ama ya müsbettir ki buna “sevgi” diyoruz ya da menfidir ki buna “nefret” diyoruz. Bunların da dereceleri vardır. Sevgi ve nefret eşitlik içinde olmaktadır.
Ayrıca insanın diğer insana karşı duyduğu duygular vardır. Bunlar hükmetme veya itaat etmedir. Ya siz onu kendinizden üstün görürsünüz, ona itaat edersiniz ve emrine girersiniz; ya da siz onu kedinizden aşağı görür ve ona itaat ettirmek istersiniz. Buna “rahmet” veya “taat” denmektedir.
Allah burada “muhabbet”ten bahsetmektedir. Allah insanı eşit olarak hak ve görev içinde tutmaktadır. İşte Allah’ın adaleti budur. İnsana kişilik vermekte, onunla karşılıklı olarak borçlu ve alacaklı olmaktadır.
Yukarıda ribayı mahk eder, sadakâtı irbâ eder denmiştir. Burada sadakayı neden irbâ ettiğini değil de faizi neden mahk ettiğini açıklamaktadır. Çünkü yukarıda da önce ribadan bahsetmiştir. Önce riba yasaklanacak ki zekâtın anlamı olsun. Önce zina yasaklanacak ki nikâhın anlamı olsun. Riba varsa zekâtın bir yararı yoktur. Çünkü faiz sonunda topluluğun ve kişilerin mallarının tamamını tekellere verir. Bu sebeple önce faiz yasağını koydu, sonra zekâttan bahsetti. Âyetin sonunda faiz yiyenlerin akıbetini belirtti. Zekât verenleri ise ayrı âyette yüceltti. Faizli iş yapmayan zekât verenleri yüceltmektedir. Faizci kimseleri ise muhabbetin dışına çıkarmaktadır. Muhabbetten mahrum olmak onlara yeterli cezadır. Çünkü nasıl insan tek başına yaşayamamakta, ancak topluluk içinde yaşayabilmekte ise; insan da hayatını ancak Allah’ın muhabbeti içinde sürdürebilir.
كُلَّ كَفَّارٍ (KülLA KafFARın) “Keffarın küllisini muhabbet etmez.”
“Keffâr” burada nankör demek, yani kendisine yapılan iyilikleri görmeyen demektir. Allah ona servet vermiştir. Buna şükür olarak sadaka vermesi gerekirken, o faizli işler yapmaktadır. Kim olursa olsun faizli işler yapan kimseyi Allah sevmez.
Bu AK Partili olsa da Allah onu yine sevmez.
AK Partililere bunları anlattığımız zaman; “Bakınız” diyorlar, “Allah bize nasıl iyilikler yapmaktadır. Yüzde ellileri bize nasip etmektedir. Allah beş senedir bize hep yardım etmektedir. Faizli işler yapıyoruz, ama kendimiz faizle iş yapmıyoruz.”
Allah gerçekten de AK Partililere büyük imkânlar vermiştir. Bunun karşılığında onlardan beklediği ve istediği artık faizli düzeni sona erdirmektir.
Bunu nasıl yapacaklardır ve bunu yapmaları karşılığında Allah onları nasıl sevecektir?
a) Bugünden itibaren devletin tüm alacakları ve borçları altına kote edilmiştir; yani altın değeri ile borçlu ve alacaklı yapılmıştır. Böylece tüm borç ve alacaklar YTL ile tahsil edilecek veya ödenecek; ama altının o günkü serbest piyasa değeri üzerinden alınıp verilecektir.
b) Bugünden itibaren devletin tüm faizli borç ve alacakları sıfırlanmıştır. Ana parayı altın değeri üzerinden ödeyenler ibra edilmiş olurlar.
c) Borçlarını zamanla ödeyemeyen kimselere cebrî icra uygulanmayacak, sadece onların borçlanma ehliyeti kaldırılacak, yani devlet artık onlara faizsiz kredi vermeyecektir.
d) İşçi çalıştıran her işverenin işçisine devlet faizsiz ve icrasız borç/kredi verecek, aldığı ham maddesinin bedelini ödeyecektir. Mamul satıldığında parasını tahsil edecektir.
Bu uygulama ne yapar? AK Parti’yi yarın sabah aklamış olur.
Bu işi yapmak, Sayın Abdullah Gülü devlet başkanı yapmaktan çok çok kolaydır. Allah’ın bu kadar büyük nimetlerine karşılık bu kadar basit bir işi yapmamak keffarlıktır, nankörlüktür.
Bu ihtar yalnız AK Partililere yapılan bir ihtar değildir. Varlık sahibi, imkan sahibi herkes sorumludur. Faizsiz kredileşme sistemini kurmayan herkes sorumludur. Biz de sorumluyuz.
Sorumlu olduğumuz içindir ki her türlü sıkıntılara katlanarak İstanbul’da faizsiz çalışan bir market kurmakla meşgulüz. Adil Düzen siteleri kurmak amacıyla inşaat/lar yapmak istemekteyiz…
أَثِيمٍ (276) (EaÇIyMin) “Esim olan keffarın hepsini sevmemektedir.”
“Esîm” burada “keffâr”ın sıfatıdır.
Nankörlük yapıyor, zekât vermiyor, sadakât müessesesini kurmuyor, faizi alıp yiyor.
Şimdi birçok kardeşlerimiz diyorlar ki; ‘Biz faizli iş yapmıyoruz, faiz yemiyoruz…’
Bu kardeşlerimize şunları hatırlatmak isterim.
a) Siz YTL’yi kullanmıyor, YTL ile borçlu ve alacaklı olmuyor musunuz? YTL faiz karşılığı bir paradır. Günlük ödemeler onunla yapılır; zarureten yapılır. Ama onunla borçlanılamaz; yani veresiye alınıp satılamaz, borç verilip alınamaz.
b) Siz işler yaparken doğru beyanda bulunuyor, bütün vergileri ödeyebiliyor musunuz? Hayır! Ben de dahil olmak üzere hepimiz KDV’yi tam ödüyor muyuz? Hayır! Çünkü kimse tam ödemiyor. Biz ödesek yaşayamayız. O halde haram yiyoruz, faiz yiyoruz. Çünkü vergisini tam ödemediğimiz bir gelirle geçiniyoruz.
c) Veresiye alışveriş yapıyor muyuz? Bunların hepsi faizdir.
d) İşyerlerini “sabit kira” ile kiralıyoruz. İşçileri “sabit ücret” ile çalıştırıyoruz. Bunların hepsi faizdir.
O halde hepimiz “esîm” içindeyiz.
Keffaretimiz Adil Düzen çalışmalarımızdır. Her mü’min “Adil Düzen”e ben katkı katıyorum diye düşünecek, katkıda bulunacak ve katkısı nisbetinde sevinecektir.
***
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
Dayanışma ortaklıkları kurup yeryüzünün güvenliğini korumaya katılmış olan kimseler.
Gelecekte Kur’an’a inanan bir taife, “Adil Düzen”e inanmış bir taife yeryüzünün güvenliğini ele alacaktır. Bunlar ulusal devletler kuracaklardır. Aynı dili konuşan ve nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arasında olan millî devletler kuracaklardır. Bunlar insanlığın üyeleri olacak, insanlığın merkezinde oluşmuş yönetim olacak ama onun askeri olmayacaktır. Hakemlerin verdiği kararları devletleri içinde uygulama görevi ulusal ordulara ait olacaktır. Hakem kararlarına uymayan devlet olursa, diğer devletler onunla savaşıp o devleti ortadan kaldırma hakkına sahip olacaklardır.
İşte; hakem kararlarının yeryüzünde hakim olmasını sağlayan ulusal ordulara katılanlar “iman etmiş olan kimseler”dir. En küçük dayanışma birimi bucaktır ama iç güvenliğini sağlama illere, dış savunma devletlere aittir. Bunlar “İnsanlık Merkez Bankası”nın çıkardığı altın paranın da bekçisidirler. Kur’an bunlar için dört vasıf saymaktadır.
Bu vasıfların birincisi, iman etmek yani askere gidip nöbet tutmak, dayanışma ortaklıklarına katılmaktır. Bu tâbir Medine’de “Medine Anlaşması”ndan sonra başlamıştır: Allah’a inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, resullere inanmak ve âhirete inanmak. Bunlar da inanmanın şartlarıdır. Bunlara müslimler de inanma durumundadır. Şeriat böyle oluşur.
*
Bu vesileyle burada bir meseleye açıklık getirelim:
Kur’an’daki kelimelere değişik yönden mânâlar verilebilir. Ancak iki yönü önemlidir.
Biri “tarikat yolu”dur. Bu mânâda kişiyi ele alır ve kişinin âhiretini mamur etmesi için bu dünyada ne yapması gerektiğini anlatır. Bu tefsir İncil’in usulüne göre Kur’an’ı yorumlamaktır.
Diğeri ise “şeriat yolu”dur. Bu anlamda kişiden ziyade topluluğu ele alır ve topluluğun nasıl düzenleneceğini anlatır. Şeriat burada herkesin ne yapması gerektiğini anlatır. Muhatap yine kişilerdir, insanlardır. Bu tefsir de Kur’an’ın Tevrat usûlüne göre tefsiridir.
Bu tefsirde kelimelere mânâlar verilirken hep bu “dünya düzeni” göz önüne alınarak mânâ verilmektedir. Biz Kur’an’ı buna göre yani şeriata göre yorumluyoruz.
Kur’an’ın dine göre, âhirete göre yorumlanması ise tarikat ehline aittir. İnanıyoruz ve yaşıyoruz ama onun önderliğini biz yapmıyoruz.
Her iki yorum kumaşın iki yüzü gibidir. Biri diğeri olmaksızın olmaz. Biz (şeriatçılar) dışarıdan bakarız, onlar (yani tarikat ehli) içerden bakarlar. Ama yaşarken onlar da şeriata göre yaşarlar ve çalışırlar, biz de tarikata göre inanır ve yaşarız.
*
Her mü’minin dört vasfı sayılmıştır diyorduk. Birincisi iman etmek yani siyasi dayanışma ortaklığına katılmak; asker olmak, nöbetli olmaktır. Buradaki gaye hakemlerin kararlarını infaz etmektir. Hakemleri taraflar seçerler ve onlar da adil olarak karar verirler. Vermezlerse yine hakemler yoluyla denetlenirler. Silahlı güç ise hakemlerin kararlarını yerine getirmeyenleri bertaraf eder, iman edenlerin yönettiği bucaklardan uzaklaştırır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (VaGaMILUv elÖAvLıXAvTı) “ve salih amel işlemiş kimseler”
İman etme dayanışma ortaklığı kurmadır. Bu siyasi birliktir. Sonra da faizsiz kredileşme müessesesini kurarak insanların şeriat ve plan içinde amel etmelerini sağlamadır.
Burada çok önemli bir sonuç ortaya çıkıyor. Sermayenin ayrı ayrı ve bölük pörçük olarak değil, dayanışmanın içinde plan ve projeye göre işlerin yürütülmesidir. Bu plan ve proje halk tarafından yapılır, onların katkıları ile yapılır ama ondan sonra ona uyulur.
Acaba planlar nasıl yapılacaktır?
Planlar kademe kademedir.
İlk kademe insanlığın yaptığı planlamadır, “insanlık planlaması”dır. Tüm yeryüzünü mamur hâle getirme planlamasıdır. Ondan sonra “ulusal planlama”dır. Bu planlama ülke içi planlamadır. Uluslararası planlamaya uyulur. Burada merkeziyetçilik vardır. Sosyal kuruluşlarda yerinden yönetim var, oysa ekonomik kuruluşlarda planlamada merkezi sistem vardır. Ondan sonra “il planlaması” vardır, “bucak planlaması” vardır. Bucaklarda iş siteleri semtler oluşturulur. Mesken siteleri ocaklar oluşturulur. Buralardaki planlamalar yani site planlamaları son ve kesin planlamadır.
Planlama böyle mekâna göre yapılmaktadır.
Ayrıca bu planlar zamanla değişmekte ve yenilenmektedir. İş ve mesken site planlaması ancak tasfiye ile yenilenir. Yani değişecek ve yenilenecek yerin elektriği ve suyu kesilir. Herkes oradan tehcir edilir. Benzer yenileme tüm bucak için de yapılabilir. Bunun dışında bucak, il, ülke ve insanlık planlamalarında her yıl çalışma yapılır. İnsanlık 500 yıllık öngörüyü esas alır. Ülke 50 yıllık öngörüyü esas alır. İller 5 yıllık öngörüyü esas alırlar.
Bunun anlamı şudur: İnsanlık bir yol yaptığı zaman o yolu 500 sene kullanır. 501’inci yılında yapılacak değişikliği şimdi düşünür ve plana koyar. Uygulaması yapılmayanları yeniler. 500 sene evvel yapılanları yeniler. Mesela, Fatih Külliyesi 500 sene evvel yapılmıştır. Şimdiye kadar durmaktadır. 500 sene sonra kaldırmayı şimdi planlayabiliriz.
Bu planlama taşınmazlarda oluşan planlamadır. Bu planlama yarışma usulü ile mimarlar tarafından yapılır. Her yıl bunun için ayrılmış meblağla isteyenler yarışlara girerler. Sonra meclisler tarafından sıralanarak uygulamaya konur. Uygulamaya konanlar üzerinde artık değişiklik yapılmaz. Uygulamaya konmayanlar üzerinden her yıl yenisi yapılır. Böylece mimarlar da kendilerine iş bulmuş olurlar.
Planlamanın dışında bir de “standartlar” oluşturulur. İmalat standartlar üzerinden yapılır. Herkes otomobilin bir parçasını yapar, sonra bunlar monte edilerek otomobil olur. Kişilere şunu yap veya bunu yap diye emretmeyiz ama kişiler bir şeyi yapacaklarsa standartlar ve planlama içinde yapacaklardır. Bu arada inşaat yapacaklar plan ve projeye uygun inşaat yapacaklardır,
Standart ve planları oluşturma da halkın hakkıdır. Eğer bir arsa boş duruyorsa, planı da yoksa, kendisi genel planlamaya uyarak bir plan yapar ve artık o oranın planı olur. Başkası ondan sonra başlarsa artık onu değiştiremez; kendisi de değiştiremez.
Bu kuralları nereden biliyoruz?
Yeryüzü bütün insanlığındır. Herkesin öncelik hakkı vardır. Kim önce başlarsa o geçerli olacaktır. Sonra karar verdin mi artık dönme, tamamla deniyor. Burada da salih ameli emretmektedir. Yani başkasının yaptığını bozma, onu tamamla. Yıkıcı olma, yapıcı ol. İşte “salih amel” budur; birinin yaptığını diğeri tamamlıyor, birinin başladığını diğeri ikmal ediyor.
Bu hususta AK Parti büyük başarılar elde etti. Yanlış da olsa başlanan şeyleri tamamladı. Karadeniz yolunu bitirdi. Kemal Derviş’in ekonomik planlarına uydu. Hiçbir şeyi yarım bırakmadı. İstikrar budur. Yaptıklarının nimetlerini de gördü. Yanlış olan pek çok iş yarım bırakılmadığı için sonunda ülkeye kısmi de olsa huzur gelmiştir.
Ama şimdi de faizsiz sistemi başlatması gerekmektedir.
“Sâlihâtın ameli” plan ve projeye göre, kurallara göre amelle mümkün olmalıdır.
Yapılan proje tekrar edilmez. Biten köprü bir daha yapılmaz. Her yıl plan ve projenin yenilenmesi ve ona uyulması gerekir. Başlanan şey bırakılmamalıdır. Erbakan’ın sanayi hamleleri bırakıldı, alay edildi ama sonunda plansız projesiz de olsa onun çizdiği hedefe fazlasıyla ulaşıldı.
“Sâlihât” kelimesine biz bu mânâları nasıl veriyoruz? Marifeli dişi çoğul ile ifade edilmiş olmasıyla veriyoruz. Salih olma, uyumlu olma demektir.
وَأَقَامُوا الصَّلاَةَ (Va EaQAvMUv elÖaLAvTa) “Ve salâtı ikame etmiş olanlar”
“Salât” burada müfrettir. İkame edenler ise cemaattir. Salât müessese olarak ortaya konmuştur. “Salât” nedir? Vakitleri bölmek ve her vaktin başında bir araya gelerek birlikte hareketi sağlamaktır. Bunun dışında namaz sayesinde insanlar eğitilmektedir.
İman ile ameli salihi birbirinden ayırmıştır.
İman etmek, nöbet tutmak demektir. Özel şartlarda özel işleri yapmaktır. Kamu görevlerini ifa etmektir. Diyet taksitlerini ödemektir. Ortak olarak savaşa katılmaktır.
Ameli salih ise tüm üretimde hayatta başkalarıyla uyumlu hareketlerde bulunmaktır.
İmanda emir-komuta zincirine uyuyorsun, ameli salihte kendin içtihat yapıp amel ediyorsun.
Bundan sonra “namaz ve zekâtı” saymaktadır. Bunları “Ve” harfi ile atfetmektedir. Önce bunlar imandan ve ameli salihten ayrıdır. Namaz da zekât da ameli salih sayılmaz. Ameli salih demek, tüm çalışmada ve yaşamada kendi işlerini yaparken başkalarının işleri ile uyumlu olma demektir, standartlara uyma demektir. Namaz ve zekât ile iman ise ayrıca ameli salihten başka bir iyiliktir, hasendir, ibadettir.
Bunlar birbirlerine “Ve” harfi ile bağlanmıştır, “Ev/veya” harfi ile bağlanmamıştır. Yani dördünün bir arada yapılması gerekmektedir. Birini yapmadınız mı bir tekerleği olmayan araba gibi olur ve sonuç alamazsınız. Sonra bunların hepsi birlikte yapılmalıdır. İman etme birlikte olmalıdır. Dayanışma zaten birlikte olma ile mümkündür. İman etme eğer sadece kalb ile tasdikten ibaret olsaydı “ellezî âmene” denmiş olurdu. Burada sözkonusu olan iman birlikte imandır. Benzer şekilde sözkonusu olan amel de birlikte yapılan işlerdir.
Yine burada dördünü bir “ellezîne”de toplamıştır. Bunları yapacak olan tek topluluktur. Kurallı erkek çoğul gelmiştir. O halde sözkonusu olan topluluk örgütlü topluluktur. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmiştir.
Dördü “inne”nin ismi hâlinde olan “ellezîne”nin sılasıdır. Fiil-i mâzi ile getirilmiştir. Yapacak olanlar değil, yapmış olanlar kurtulmuşlardır. Sûrenin başında “gayba iman ederler ve namazlarını kılarlar” diyerek muzari sigası ile getirildiği halde, burada fiil-i mâzi şeklinde getirmiştir.
Muzari sigası her zaman yapılması gerektiğini ifade eder. Yani geçmişte bir defa yapılmakla bitmez, sürekli yapılmalıdır anlamını taşır. Ama yapılma hususunda kesinliği azdır.
Mâzi sigası ise geçmişte yapılmış ve bitmiş mânâsında kesinliği ifade eder. Süreklilik hakkında kesinliği ifade etmez. Bu sebeple Kur’an’da hem mâzi hem muzari sigaları kullanılarak kesinlik ve süreklilik birlikte ifade edilmiş olur.
“Salât” müfret/tekil “ikame edenler” cem/çoğul demek, “birlikte namaz kılarlar” demektir, cemaat olurlar demektir. Sonra “salât/namaz” cins isim olarak alındığı zaman “beş vakit namazları birlikte kılarlar” anlamı çıkar.
İman etmeyi başa alması, bu haberlerin iman edenlere ait olması nedeniyledir. Yani diğer bütün ibadetlerin merkezi imandır, dayanışma ortaklığını kurmadır. Bundan sonra amel-i salih gelmiştir. Namaz ve zekât sonraya alınmıştır. Çünkü namaz ve zekât gaye değildir. Gaye amel-i salihtir. Namaz ve zekât amel-i salihin sebepleridir. Toplantı ve eğitim olmazsa amel-i salih olmaz. Ortak bütçe olmazsa amel-i salih olmaz. O sebeple önce amel-i salih gelmiş, sonra salât gelmiştir, zekât gelmiştir.
وَآتَوْا الزَّكَاةَ (Va EavTUv elZaKAvTa) “Ve zekâtı îtâ etmiş olanlar”
“Zekât” temizlik demektir. Bitkilerin kendi kendilerini tozlardan temizleyerek büyümelerine zekât denmektedir. Üzerlerindeki kirleri atıyorlar ve yeşilliklerini ortaya koyarak gelişiyorlar. Kişilerdeki mallarda mevcut olan kirleri atarak büyümeleri anlamında zekât kelimesi kullanılmıştır.
Burada da “zekât” kelimesi müfrettir/tekildir, marifedir; îtâ edenler çoğuldur, çoktur. Teker teker, ayrı ayrı verilen sadakalar zekât değildir. Zekât bir yerde toplanır ve toplanma sayesinde olan ortak güçle ortak işler görülür. Çalışamayan veya çalışmayanlara payları verilmiş olur.
İnsanın diğer canlılardan farkı vardır. Diğer canlılar dışarıdan besinler alırlar ve onları yiyerek her türlü ihtiyaçlarını görürler. Yuva yaparken kullandıkları bazı maddeler dışında besinden ve başka eşyadan fazla yararlanamazlar. Oysa insanın ihtiyacı besinden çok daha fazlasıdır.
İnsanlar için “besinler” çok önemlidir, bu ihtiyaçlarını çeşitli kaynaklardan yararlanarak alabilmektedir. Esas maddesi meyvedir. Bazı bitkilerin meyvelerini yemektedir. Bununla beraber kabak gibi, ekmek gibi bazı meyveleri pişirerek yemekte, meyvelere sebzeleri de eklemektedir. Diğer hayvanların süt ve yumurtalarını besin olarak kullanmaktadır. Pişirerek bazı hayvanların etlerini de yemektedir. Bunlar kişilerin tek başlarına çabalarından çok, birlikte işbirliği içinde gerçekleşmektedir.
İnsanların besin kadar “giyeceklere” de ihtiyaçları vardır. İnsan çıplak yaratılmıştır. Kendisine özel elbise üretmektedir. Daha ilk toplayıcılık zamanından beri insan dokumacılığı bilmektedir. Ağaç kabuklarından elde ettiği lifleri birbirinin üzerine geçirerek bezler dokumakta idi. Hâlen sanayinin can damarı tekstil olmaktadır. Tekstil sayesinde insanlar özel elbiseler üreterek denizin dibine inebilmekte ve uzaya açılmaktadır.
İnsanın başka bir ihtiyacı da “barınma”dır. Ev ve evin içindeki mefruşat, su, elektrik artık onun ayrılmaz ihtiyacı hâline gelmiştir. Başka canlılar da elektrik kullanmakta ama kendi bedenleri içinde üretip tüketmektedirler. Suları doğal kaynaklardan içmektedirler. Oysa insan elektrik şebekeleri oluşturmuş ve bunu evlere bağlamıştır. Şehirde elektriksiz yaşayamazsınız. Elektrik adeta hava gibi ihtiyaç hâline gelmiştir. Bunu kendi başına üretmek mümkün değildir.
Diğer en önemli ihtiyaç da “ulaşım”dır; yollardır, limanlardır, rıhtımlardır.
İnsan bütün bunları tek başına yapabilir mi?
O halde “zekât” yani “ortak bütçe” namaz kadar önemli bir müessesedir.
İlk canlılar ayrı ayrı yaşıyorlardı. Hücreler birleşti ve ortak beden oldu. Omurgalılarda bu kalbin oluşmasına neden oldu. Kalbi dursa insan ölür. Toplulukların kalbi de zekât yani vergi müessesesidir. Devletin olmadığı yerde artık hayat mümkün olmamaktadır. Devlet demek bütçe demektir. Bütçe demek vergi demektir.
Zekât paradan değil de maldan alınmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? Herkes ürettiği malları ortak ambarlara teslim etmekte, ambarlardan belge almaktadır. Malın kontrolünü kontrolör yapmış, üreticinin sorumluluğu sona ermiştir. Belgenin bir kısmını kamuya vergi olarak vermektedir. Yani mal yerine belge alınmaktadır. Belgeyi borsada satmakta ve nakde çevirmektedir. Yahut Perslerde olduğu gibi mal çekleri kesilmekte ve halk ortak ambarlardan istediği malı çekmektedir.
İnsanda kalb ve kan damarları ne ise; topluluklarda da zekât ve kredi müessesesi odur. Kredi de zekâtın mütemmimidir. Çünkü devlet kredi vererek karşılığında vergi almakta, vergi karşılığı kredi vermektedir. Para piyasaya kredi olarak sürülmektedir. Kuyumculara giren altın karşılığı “altın para”, işetmelerin sipariş aldığı tüketim malları kadar “buğday parası”, inşaat depolarındaki malzemeler kadar “demir para” ve kamuda bulunan taşınmazlar kadar “toprak parası” çıkmaktadır. Böylece ülke değişik kanallarla sulanmaktadır. Alyuvar ve akyuvar gibi değişik paralar kullanılmaktadır. Kanda mevcut hormonlar karşılığı senetler çıkarılmaktadır.
لَهُمْ (LaHuM) “Onlar için şunlar vardır.”
Bundan önce gece-gündüz ve açık-gizli infak edenlerden sonra haber olarak bundan sonra gelen kısmı aynen getirmiştir. Orada “inne”siz başlamış, burada ise “inne” ile başlamıştır. Orada “lehüm”ün başına “fa” getirilerek “felehüm” demiş; burada ise “lehüm” demiştir. Çünkü “inne”nin haberine “fa” gelmez. “İnne”li habere “fa” gelebilir. Gelmeyebilir. Gelirse “ellezî” şart olmuş olur.
Orada aynı haber cümlesi sadece infak edenlere gelmiş olduğu halde, burada zekât sona alınarak diğer dört vasıf zikredilmiştir. Oradaki infak müslimlere de şamildir. Çünkü onların sadece mâli yükümlülükleri vardır. Onlar namazlarını evlerinde de kılabilirler. Onlar zekâtlarını vermekle kurtulurlar.
Mü’minlere emredilen cemaatle namaz kılmaktır. Mü’minlere emredilen zekât vermekle yetinmeyip zekâtın yerlerine harcanmasında da görev almadır.
Zekâtı îtâ ediyorlar. Kime? Müstahaklara...
أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ “Rablerinin indinde ecirleri vardır.”
“Rablerinin” dayanışma ortaklıkları olduğunu daha önce belirtmiştik. Kâinatı var eden Allah’ın Rab olarak yeryüzünde tezahürü, eğitimde halifesi dayanışma ortaklıklarıdır. O’nun adına halkı eğitirler. Daha doğrusu insanlar birbirlerini eğitirler. Ücretlerin takdiri de onlara aittir.
Dayanışma ortaklıkları imtihanlar yaparak teminatlı ehliyet verirler.
a) İlmî dayanışma ortaklıkları bilgi imtihanları yapar ve onun ehliyetini verirler. Bilgisizlikten bir zarar verirse ilmî dayanışma ortaklığı tazmin eder.
b) Meslekî dayanışma ortaklıkları beceri eğitimini verir ve tezkiye ederler. Beceriksizlikten bir zarar verirse bu dayanışma ortaklığı tazmin eder.
c) Dinî dayanışma ortaklıkları ahlâkî eğitimi verirler ve tezkiye ederler. İhmalden doğan zararları bunlar tazmin ederler.
d) Siyasi dayanışma ortaklıkları savunma eğitimini verirler ve kasten iras edilen zararları bunlar tazmin ederler.
Bu dayanışma ortaklıkları ayrı olmakla beraber bütün genel hizmeti ifa eder ve bir kimse ancak dördünden de teminat almışsa toplulukta yaşama imkanına sahiptir.
Kişilerin resmi ücretleri vardır. Bunlar bu dayanışma ortaklıklarınca takdir edilmektedir. Bunların teminatındadır. İşçi çalışırsa ücretini devlet ödüyor. Sonra çalıştığı yerden tahsil ediyor.
İşte bu uygulamamız bu âyetle teyit edilmektedir. Çalışanların ücretlerini dayanışma ortaklıkları, meslekî dayanışma ortaklıkları ödeyecek, onlar işverenlerden tahsil edecektir.
وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Va LAv PaVFun GaLaYHıM) “Onlar üzerinde havf yoktur.”
Onlara korku yoktur, çünkü dayanışma ortaklıkları onları güven altına almıştır. Onların hukukunu koruduğu gibi herhangi bir hataları olursa tazmin etmektedir. Çünkü onlar sigortalıdır. Aç kalmaları sözkonusu değildir.
-Ya kredi alıyorlar, çalışıyorlar, ücretleri devletçe ödeniyor. İşsiz kaldım, maaşımı ne yapacağım diye bir korku yoktur.
-Yahut yeryüzündeki kira paylarını alıp geçinmektedirler.
Oysa dayanışma ortaklıkları olmayanlar, sigortalanmayanlar ise devamlı korku içindedirler;
Ya işten atılırsam, ya iş bulmazsam ben ne yapacağım, nasıl yaşayacağım?
Çocukları varsa o mesele de ayrıca korku vesilesidir; çocuklar ne yapacak?
وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (277) (Va LAv HuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmazlar.”
“Onlar üzüntü de duymazlar.”
Üzüntü elde mevcut bir şeyi kaybetmekten doğar.
Korku gelecekte olacaklardan endişe duymaktan doğar.
Hüzün ise geçmişte bir şeyleri kaybetmiş olmasından doğan acıdır.
Bu dünyadaki ecirleri olarak anlattıklarımdır. Asıl ücret Allah’ın yanındadır, öldükten sonraki cennettir. Bu dünyada mesut olacakları gibi âhirette de yücelere ulaşacaklardır.
“Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenmek, sonra da onu hayata geçirmek inanmış her insanın ideali olmalıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
***
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-433 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-263 İstanbul, 10 Kasım 2007
PKK’nın ASIL KAYNAĞI ‘İŞSİZLİK’TİR
Irak’ta konuşlandırılmış 5000 PKK’lı vardır. Bunlar eşkıyalıkla geçinmektedir. Bu eşkıyaları kimler ürettiler? Türkiye ABD ile işbirliği yaparak PKK’yı bizzat devletler olarak ürettiler. Güya istihbarat amacı ile katılan MİT sonunda bu PKK’yı üretmiştir. Bizzat Öcalan MİT’in adamıdır. Sonra ipin ucu elden kaçmış, Öcalan da hakim olamamıştır. CIA tam tersine desteklemiştir. Çekiç Güç’ü doğuya konuşlandıran kimdir? Sonra ne sıkıntılarla son verebildik. Her ne ise; ister Ahmet ister Mehmet oluştursun; bu eşkıya teşkilatını ABD, Türkiye, Irak, Suriye ve İran’dan başkası oluşturmadı; AB devletleri de destekledi. Ne var ki bunların hepsinin merkezinde sömürü sermayesi vardır. ,Hâlen de o sermaye bunları finanse etmektedir. Bunu kim yaparsa yapsın; doğudaki vatandaş da, batıdaki vatandaş da buraya istekle katılmamaktadır.
Terörün asıl kaynağı işsizliktir.
Türkiye’de nüfus artmaktadır. Her yıl milyonlara yakın işsiz vatandaş katılmaktadır. Aç kalan bu vatandaşlar başka çare bulamadıkları için eşkıyalık yapmaktadırlar. Bugün Irak’a girip 5000 kişiyi tamamen öldürsek bu iş yine bitmez. Aç kalan insanlar var oldukça, kötü niyetli sermaye orada bulundukça yeniden 5000 kişi iki ay içinde oluşur. Çıbanın başını ezmekle yarayı iyileştiremezsiniz, enfeksiyon yapar. O halde bizim asıl sorunumuz nedir; işsizlik. İşsizliği ortadan kaldırmadıkça tüm orduları seferber etsek, gidip dünyayı fethetsek, Ay’a gitsek yine çözüm yoktur. Okuyucularımın çoğu hayatta aç kalmışlardır. Aç kalmanın ne demek olduğunu iyi bilmektedirler. Okuyucularımın hemen hepsi oruç tutmaktadır. Hele bir de 48 saat, 72 saat yemesinler, ne hâle gelirler, görsünler...
İşsizliği ortadan kaldırmak için öyle uzun uzadıya çabaya gerek yoktur.
a) Bir defa ülkemiz çok zengin kaynaklara sahiptir ve dünyanın merkezindedir. Bu hususta bir sorunumuz yoktur.
b) Türkiye 1950’den beri sanayileşmektedir. Nüfusumuzun birkaç mislini çalıştırıp üretim yapabiliriz. O kadar makinelerimiz, sanayi sitelerimiz ve fabrikalarımız vardır.
c) Ayrıca Türkiye’de yetişmiş kalifiye elemanlarımız vardır. Yetişmeyenleri birkaç haftada eğitir ve üretim yerlerinde iş verebiliriz.
d) Son derece girişimci, cesur, atak ve akıllı iş adamlarımız vardır.
Her şeyimiz tamamdır.
Peki, eksiğimiz nedir? Eksiğimiz AK Parti’nin inadıdır, küfrüdür. ‘Ben Millî Görüş’ten, Adil Düzen’den geldim ama onu bıraktım, yapmam!’ Bundan başka hiçbir eksiğimiz yoktur.
İşsizliği nasıl önleyeceğimizi tekrar hatırlatalım.
1- Bankalara faizsiz kredi vereceğiz. Bankalar bu kredileri Adil Düzen kurallarına göre işletmelere vereceklerdir. İşletmelerden faiz almayacaklar, cirolarından bir yüzde alacaklar. Devletin faizsiz verdiği paraları işletmelere faizsiz verecekler. Kendileri işletmelerin cirosundan yüzde alarak kazanacaklar. Bir daha okuyun, bir daha okuyun, bir daha okuyun ve bu cümlelerin ne kadar basit olduğunu görün.
2- Bankalar işletmeleri kontrol edip onlara bir kredi açacaklar; sen şu kadar kapasiteye sahipsin, şu kadar krediyi alabilirsin. Faizsiz ve icrasız kredi. Her işletmenin bankaca garantilenmiş kredisi olacaktır. Tekrar ediyorum; her işletmenin faizsiz ve icrasız kredisi olacaktır.
3- Banka her kişinin tahsiline, yaşına, tecrübesine ve becerisine bakarak müşterilerine bir resmî ücret belirleyecek; ona resmî ücret kadar kredi verecek. ‘Git, işverenlerinden birinde çalış, akşam üstü ben sana yevmiyeni ödeyeyim’ diyecek. İşte, Merkez Bankası’ndan aldığı ‘faizsiz kredi’yi işletmelere böyle verecek; ‘işçiyi çalıştır maaşını ben evreyim’ diyecek.
4- İşletmeye diyecek ki; ‘Senin ham maddeye mi ihtiyacın var? Satın al parasını ben ödeyeyim.’ İcrasız ve faizsiz para. Mamul madde ambara konacak, satılınca banka alacağını tahsil edip üreticiye yeni kredi açacaktır.
Devlet burada ne yapıyor?
Devlet matbaayı çalıştırıyor, parayı üretiyor ve bankalara faizsiz kredi olarak veriyor. Banka da bu parayı işletmelere işçilik ve ham madde bedeli olarak ödüyor. Kendisi faiz almıyor, cirodan bir pay alıyor. Burada devlet için hiçbir sorun yoktur. Tek sorun; bu para enflasyona sebep olur mu?
Hayır, kesinlikle olmaz. Çünkü piyasaya çıkan para karşılığı ambarlarda depolanmış mamul mallar vardır. Halkın elinde para var ama buna karşılık ambarlarda da üretilmiş mallar vardır. Ekonominin temel formülü gereği mal artar, para artar ama fiyatlar sabit kalır. İşsiz insan kalmaz.
Siyasiler ve askerler bunu düşünsünler. Gerekirse bilim heyetlerince tartışılsın. On yaşındaki çocuğun bile anlayacağı basit şeyler söylüyoruz. İnat yüzünden devletimiz yıkılıyor; üzülüyoruz. Ama Adil Düzen Çalışanları müsterih olsun. Devletimiz yıkılınca milletimizin aklı başına gelir; komutanlarımızın da akılları başlarına gelir. Yeniden ikinci istiklâl savaşını yapar ve yine devletimizi kurarız. Şimdilik oturup ağlamaktan başka çaremiz yoktur. Biz bu AK Parti’yi kırk yıllık emeğimizle iktidara getirdik ama şimdi bize selâm bile vermiyorlar!..
Adil Düzen Çalışanları; sıkı çalışın, iktidarınız yakındır. Siz hazır olduğunuz zaman ya bunlar tevbe eder ya da Allah’ın bir âfeti ile giderler ve görev size düşer.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-433 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-263 İstanbul, 10 Kasım 2007
5000 PKK’lıyı NE YAPALIM?
Ekonomi bakımından PKK’nın kaynağını kurutmamız için “faizsiz çalışana kredi sitemi”ni öneriyoruz. Ama bugün canımızı alan ve bizi tehdit eden PKK’lıyı ne yapacağız?
Şimdi bunun çözümünü ortaya koyalım.
1- Önce Türkiye’de bir “Ocaklar Kanunu” çıkarılacaktır. Ocak kurmak isteyen kişi en az otuz kişilik bir katılımı sağladığında kendisine istediği yer tahsis edilecektir. Onların dışarıdaki yerlerini devlet satın alacak, istedikleri yerleri onlara satacaktır. Her ocak on yaşına kadar çocuklarını kendileri eğitecek ve ocak dili ile eğitim yapacaklar. Türkçeyi öğrenecekler. Yazı resmi yazı olacaktır. Ocak iç yönetimde tamamen serbest olacak, bucak yaşamalarına karışmayacaktır.
2- Bucak kurmak isteyenler sözleşmelerini yapacaklar, yönetimi oluşturacaklar, merkezini seçecekler ve halkı davet edecekler. En az 3000 kişiyi bulurlarsa bucaklarını kuracaklardır. Devlet onların mallarını satın alacak, onlara hak ettikleri yerleri teslim edecektir. Her bucağın meclisi, başkanı, bakanları ve yönetimi olacaktır. Kendi kanunlarını kendileri yapacak, cezaları kendileri için kendileri koyacaktır. Koruma teşkilatını kuracaklar. Bucak dilleri ile ilk öğrenimlerini yapacaklar, bu arada Türkçe öğrenecekler.
3- İl kurmak isteyenler sözleşmelerini yapacaklar, kurucuları belirleyecekler. Merkezlerini seçecekler. Halktan katılım isteyecekler. Eğer katılanların sayısı 300 000 kişiyi geçerse onlara il kurdurulacak. Devlet onların dışarıdaki mallarını alacak ve illerdeki malları satacak. İç güvenliği iller sağlayacak. Askerliğini yapanlar altı ay da illerinde jandarmalık yapacaklar. Orta öğrenimini il diliyle yapacaklar. Türkçe öğrenecekler.
4- Böylece oluşmuş Kürt illerine diğer illere olduğu gibi tam bağımsızlık verilecektir. Böylece terörün kaynağını başka şekilde de yine kurutuyoruz. Çünkü kendi iç güvenliklerini kendileri sağlayınca sorun bitmiş olur.
Ekonomideki enflasyon tehdidi gibi burada da bölücülük korkusu olabilir. Oysa bir ilin nüfusu bir milyondan fazla olmayacaktır. Dolayısıyla yüzde bir büyüklüğündeki bir yer bölücülük yapamaz. Bunun dışında bölgelerin merkezlerine ordular konuşlandırılacaktır. İsyan hâlinde bunlarla cephe savaşı yapılacaktır. Orduların askerleri o bölgeden değil de başka bölgelerden oluşturulacaktır. Ekonomik hizmetler merkezden yapılacaktır. İsyan eden ilin elektriği, gazı, diğer hizmetleri kesilir ve teslim alınır. İller içinde bucaklar bağımsız olacakları için merkezî güç oluşmaz.
Merkez Bankası faizsiz kredileri ilçelerdeki şubelere verecektir. İşsizliği devlet önleyecektir. Hicretlerdeki satın almaları da devlet yapacaktır. Böylece bir taraftan işsizliği ‘faizsiz kredi’yle diğer taraftan terörü ‘yerinden yönetim’le önlüyoruz.
İşte, bizim içişleri ve adalet bakanlarından beklediğimiz bunlardır.
Şimdi sorun; 5000 PKK’lı ne olacaktır?
Artık çözüm basittir.
Önce, şimdiye kadar işlenmiş olan suçlarda bedenî cezalar kaldırılacak, yerine diyet faslı gelecektir. Ölmüş olan 30 000 kişinin diyetini bu 5000 PKK’lı ödeyecektir. Bir kimseye bir kişiden fazlası için diyet ödetilemez. Dolayısıyla şöyle çözüm bulabiliriz.
a) Bunlara yabancı devletlerden sahip çıkan varsa 30 000 kişinin diyetini ödesin, onları da serbest bıraksın. Kaçının diyetini öderse onlar için öyle yapsın. Irak, Suriye, İran ve ABD bunu yapabilir.
b) Diyelim ki bu işi yabancı devletler yüklenmeyecektir. Devlet öldürme fiiline katılmamış olanların diyetlerini ödesin ve onları serbest bıraksın. Af böyle yapılsın.
c) İllerden, mesela Kürt illerinden sahip çıkanlar varsa, bize diyetlerini ödesinler ve onları onlara teslim edelim.
d) Bunların hiçbirisi olmayacaksa, onlara bir bucak kuralım, işyerleri kuralım. Ailelerine kavuşsunlar. Hayatlarını düzgün hâle getirsinler. Onlardan taksit taksit diyetlerimizi alalım. Burası sürgünler sitesi olduğu için demokrasi ile değil, askeri yönetimle yönetilecektir.
Bu arada Öcalan da diyeti ödenirse serbest bırakılacaktır.
Görülüyor ki, şeriat bütün sorunları her zaman en iyi bir şekilde çözmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92