Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 436
BAKARA SÛRESİ 282(2).-AYETLER TEFSİRİ
8.12.2007
1754 Okunma, 0 Yorum

ADİL DÜZEN 436

“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)

“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE

Haftalık Seminer Dergisi                            01 Aralık 2007                                         Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 436. SEMİNER

“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)

“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)

Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİZafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL          Tel: (0212) 452 76 51

Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...

Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL

*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ

GEÇİŞ ANAYASASINDA YEREL YÖNETİM

BATI VE DOĞU’DA MEREKEZÎ YÖNETİM

SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALIYOR…

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 98. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلْ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلَّا تَرْتَابُوا إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلَّا تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282)

 

فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ (Fa EiN KAvNa lLaÜIy GaLaYHi lXaqQu)

“Aleyhinde hak olan kimseyle ise.”

Fa” harfi getirilerek ehliyeti kısıtlı olan kimseler hakkında hüküm koymaktadır. Yani arıza hallerinde nasıl hareket edileceğini burada bize anlatmaktadır. İstisna ile getirseydi kıyas yapılmazdı. “Va” ile getirseydi kıyas yapılırdı ama genel hüküm olmazdı. “Fa” harfi ile zikretmekle bu hususlar yalnız senet tanzim ederken değil, her zaman geçerlidir demektir. Zayıf, küçük, sefih kim olursa olsun aynı kurallara tâbidir.

İn Kâne” ile getirilmiştir. Çünkü istisnai durumdur, olması beklenmemektedir.

Burada borçlu olan zikredilmektedir. Zamirle işaret edilmemiştir. Bu da yine borcun tamimi içindir. Yukarıdaki “ellezî aleyhi’l-hakku”dan maksat, sözleşme yapan borçlu idi. Bütün borçlular kastedilmemiştir. Oysa burada bütün borçlular kastedilmektedir. Marifeli gelen kelime eğer aynı şeyi veya kimseyi kastediyorsa zamirle işaret edilir. Ama kastedilen başka kimse ise zamirle zikredilmez. “Raeytu erracüle ve darabtuhu” dersin, adamı gördüm ve onu darbettim. Burada gördüğün adam ile dövdüğün adam aynıdır. “Raeytü recülen ve darabtü erracüle” yani adamı gördüm ve o adamı dövdüm dersen, gördüğün için o adamı dövmüş olursun.

Tekrar etmenin bir sebebi olmalıdır. Burada da borçlu olanın borçlu olduğunu itirafı anlamında imzalamasının mânâsı vardır. Borç imza ile tamamlanmış olur.

Tarihte akdin yapılış şekli üzerinde çok durulmuştur. Roma’da akit tamamen şeklî idi. Bir görevlinin huzurunda taraflar icab ve kabulü yapar, görevli de ‘akdettim’ derse akit olmuş olurdu. Bugün tapuda ve nikâhta hâlâ aynı usul kullanılmaktadır. Araplar ise ellerini tutar ve tutulmuş iken ‘aldım-sattım’ derlerse geçerli sayılırdı.

Fıkıhçılar akit serbestliği ilkesi içinde tarafların tokalaşmalarını kaldırıp aynı mecliste olmayı şart koşmuşlardır. Yani ‘ben sana 50 liraya bu elbiseyi satıyorum’ dese, aynı mecliste bir diğeri de ‘aldım’ dese akit tamam olmuş olur. Ne satan ne de alan rücu edemez. Ama meclis dağıldıktan sonra ‘aldım’ dese, satan vermeyebilir.

Gelişen dünyada bunların hiçbirisi geçerli sayılmamaktadır. Tesbit de zor olmaktadır.

Kur’an’ın bu âyette “ellezî aleyhi el-hakku” demiş olması, zamir göndermemesi ve “Fa” ile başlaması delaleti ile akdin tamamlanması imza ile olmaktadır. Herhangi bir anlaşma imza atılınca tamam olmuş olur.

Bugün bu hususlara asla riayet etmiyoruz. Hepimiz şifahi anlaşmalarla işimizi tamamlıyoruz. Oysa her şey yazılacak ve imzalandığı zaman geçerli olacaktır.

Mekke’de on yedi kişi okuma yazma biliyordu. Medine’de Yahudiler biliyordu. Ama Araplar belki o kadar da bilmiyordu. Bu âyetlerin o zaman nâzil olması bir mucizedir. Bu bugün bile uygulayamadığımız bir emirdir. Ama insanlık buna dayanacaktır.

Bu âyetin gereğini yapmadığımız müddetçe tekel yönetimi bizi hep sömürecektir, çünkü o yazıyor. İstanbul Yenibosna’daki çabamız ve çalışmalarımız bunun içindir.

سَفِيهًا  (SaFIyHan)  “Sefih ise”

Sefh” “sefk”den gelir. Kanı akıtmak, suyu akıtmak, saçmak, heder etmek anlamındadır. Mallarını hesapsız kitapsız akıtıyorsa ona “sefih” denmektedir. Sefihlere mallarını vermeyin âyeti ile bunların hacredileceğini (mallarında tasarruf edemezler) anlatmaktadır.

Sefih olan kimse hacredilir. Kendisine miras yoluyla intikal eden malları alamaz, satamaz. Velisinin izniyle alıp satabilir. Sefih babasından kalan malları alıp satamaz ama kendi kazandığı mallar üzerinde tasarruf hakkı devam eder. Ne var ki evlenmişse, çoluk çocuk sahibi olmuşsa, o mallar üzerinde tasarruf edebilir mi? Bu hususta nass yoktur.

Biz kıyas yoluyla şu hükümlere varıyoruz. Evlenme esnasında sahip olduğu mallarda da evlendikten sonra savurganlık yapamaz, çünkü eşin nafakasını temin etmekle mükelleftir. Ama evlendikten sonra edindiği mallar üzerinde istediği tasarrufu yapabilir. Bir çocuğu doğarsa, çocuk doğmadan önceki mallarda savurganlık yapamaz, ama çocuk doğduktan sonra elde ettiği mallar üzerinde istediği tasarruflarda bulunabilir. İşte bu şartlar altında mağdur olanlar veya yakınları hakemlere giderek hacrettirirler. Mahcur olanlar hacrden evvel elde ettikleri mallar üzerinde istedikleri tasarrufları yapamazlar. Ama hacrden sonra kazandıklarında istedikleri tasarrufta bulunurlar. Sefih olan borçlanma ehliyetine sahiptir ama eski mallar üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemezler.

Bundan sonra başka hükümler ortaya çıkmaktadır. Bir kimse alışveriş yaptığı zaman, borçlu ve alacaklı olduğu zaman bütün mallardan sorumlu olur. Ama eğer baştan benim bu mallarım üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemez deyip tasarrufunu durdurursa, o mallar üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemezler. Yani ona borç verenler bilirler ki bu mallardan biz alacağımızı tahsil edemeyiz.

Evlenme esnasında eşler böyle mallarının bir kısmını koruma hakkına sahip olurlar. İş yapanlar da mallarını başkasına devretmeye gerek kalmadan bir kısım mallarını korumuş olurlar. Bunların muhasebede işlenmiş olması gerekir. Bu hüküm de sefihler için madem mallar tasarruftan ayrılabiliyorsa iradi olarak da ayrılabilmedir. Mahkeme kararı olmadan da mallarının bir kısmını iş hayatından uzak tutabilmelidir. İşte bugün geliştirilmiş bulunan limitet şirket budur. Ortaklar belli mallar koyarlar ve bu mallarla rizikoya girerler. Biz bunu tek kişi için de kabul ediyoruz. Muhasebeye bu şartlarla girmesi hâlinde, onunla işlem yapanlar bunu bilerek öyle yapacakları için sonuçlara katlanma durumunda olurlar. Mecnunlar evleviyetle sefihler hükmündedirler.

أَوْ ضَعِيفًا (EaV WaGIyFan)  “Yahut zayıf ise”

Küçükler zayıf kimselerdir. Burada “sagiran” denmemiş de “daifan” denmiştir.

15 yaşından küçük olanlar yahut baliğ olmayanlar imza koyamazlar. Burada yaşlılar da imza koyamazlar demektir. O halde 63 yaşını geçmiş veya emekli olmuş kimse de imza koyamaz demektir. Ama onların malları da çocukların malları hükmündedir.

Şimdi selem senedi tanzim ederek bunların katılmasına neden gerek görülmüştür? Kendileri üretmeyeceklerine göre onlar nasıl taahhüt etmektedirler?

Buradan şunu öğreniyoruz ki, senet veya para çıkarılırken bir taşınmazın ipotek edilmesi gerekir. Borç öyle hamiline yazılmış hâle gelir. Dayanışma ortaklıklarının imzalaması gerektiği gibi kişinin bir de mal varlığını koymalıdır. Yani senet bir taşınmaz karşılığı çıkar. Yeryüzünde toprak sınırlıdır, yapılar da sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey para olabilir. Sonsuz olan bir şey para olamaz. Hava çok kıymetlidir ama sonsuz olduğu için değeri yoktur. Senedi veya parayı da sınırlandırmamız gerekir.

Bu sınırlandırma mesela fayans miktarı ile olamaz mı? Fayans senedinin miktarı fayansla sınırlandırılacaktır. Ama fayans senedinin değeri nasıl tesbit edilecektir? Para ile tesbit edilecektir. O halde bunun sınırlandırılması gerekir.

Kur’an iki şeyi sınırlı kabul etmiştir. Biri altın ve gümüştür. Bunlar sınırlı yaratılmış ve kıymetli madenlerden olmuştur. Para altın miktarı ile sınırlı olmalıdır. Bir de toprak sınırlıdır. O halde para toprak karşılığı veya altın karşılığı olmalıdır. Malların muhafazasını denetlemek zor olduğu için senet veya parayı taşınmaz karşılığı tanzim ediyoruz. Mevcut olan bütün toprakların ve binaların devreye girmesi için çocukların ve yaşlıların malları da senet karşılığı konabiliyor demektir. Bugün de ipotek senedi veya ipotekli taşınmaz senedi gibi senetler medeni kanunda yer almıştır.

أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ (EaV LAv YaSTaQIyGu EaN YuMilLa HuVa)

“Kendisi imlala istitae edemez ise”

Burada cümle gelmiştir. Cümle أن (En) siz geldiği için mef’ul olamaz, sıfat veya hâl olabilir. Marifeye sıfat olamayacağı için hâldir. Demek ki yukarıdaki sefih ve daif/zayıf da hâldir. Haller birbirine “ev/veya” ile atfedilmiştir. Hâl arızi olan bir şeydir. Sefihlik de zayıflık da kalkabilir demektir. Mahkeme kararı ile sefahatine mahkum edilen kimsenin durumu düzelirse yine mahkeme kararı ile kalkar anlamındadır. Yahut emekli olan kimse emekli maaşından vazgeçip tekrar işe döner demektir.

Burada gelen “Hüve” “İstitaa” fiilinin failini teyittir. Neden bu teyide gerek görülmüştür? Sefih ve daif/zayıf olan velisini kendisi seçmemektedir. Doğal velisi ona velayet etmektedir. Oysa burada imza etmeyi bilmeyen kişi imza edecek velisini kendisi seçmektedir. Vekilin yaptığı imza da müvekkilin yaptığı imza olduğu için sadece “lâ yestetıu en yümille” deseydi, velisini de seçemez durumda ise mânâsı çıkabilirdi. Oysa burada kastedilen velisini seçebiliyor ama kendisi imza edemiyor. Böylece yeni bir müessese ortaya çıkıyor. Kişi kendisi bir şeyi yapamıyorsa, seçeceği vekiline veya velisine bunu yaptırabilir. Eğer seçme gücüne sahip değilse o zaman onun fıtri velisi velayet eder. Yeter sayının vekili olmadığı veya yeter tahsili olmadığı için mecliste kendisini temsil edemeyen kimse kendisine vekil seçer demektir. Böylece temsili sistemin meşruiyeti ortaya çıkar.

Yetmiş milyon insan Ankara’ya gidemeyeceğine göre kendisini bizzat temsil etmesi mümkün değildir. Buna istitaası yoktur demektir. 25 bin kişinin vekaletini alan Ankara’ya meclise gider kuralını koyduğumuz zaman onu dolduran bir kişi kendisine vekil seçmelidir. Bunu uygulayabilmek için seçmene seçim kartını veriyoruz, o birisini tevkil ediyor. Vekilin vekil tayin etmesi caiz olduğu için o da birilerini vekil yapıyor. Seçmen kartını ciro ederek veriyor. Sonunda 25 bin kişinin vekili olan milletvekili oluyor. Vekilin azli caizdir. Ancak başkasını tevkil etmesi gerekir 25 binden aşağı düştüğü zaman azledilmiş olur. Bunun tesbiti yıl sonunda yapılmaktadır. Dolayısıyla azledilenin milletvekilliği yıl sonunda sona erer.

فَلْيُمْلِلْ (Fa eL YuMLiLu)  “İmlâl etsin. İmza atsın. Sözleşmeyi kapatsın.”

Sözleşme aralarında boşluk bırakılmadan yazılır. Satır başları da bırakılmaz. Yazılacaklar yazılır ve son satırda borçlunun adı ve imzası bulunur. Tarih baştan atılır. Yani öyle form kabul edilmelidir ki sonra ilave yapılmamalıdır.

Bugün bu senetler matbaa ile basılarak çoğaltılmaktadır. Bu caiz midir? Çünkü imza edilmeden çoğaltılıyor. Para böyle basılıyor. Burada istenen ve beklenen başkalarının taklit edememesidir, sahtesinin çıkmamasıdır.

Bunu sağlamanın yolu kullanılacak mürekkeptir. Gelişigüzel bir boya yapılır. Boyada oluşacak doğal elementlerin yüzdesini tutturmak çok zordur. Çünkü ölçü üretimden ileridedir.

Şöyle ki, bir sopa yapsanız, 100 santim olacak deseniz, bunu hiçbir zaman yüzde yüz tutturamazsınız; ya küçük ya da büyük olur. Buna ‘imalat aralığı’ diyoruz. Bir de ‘ölçü aralığı’ vardır. Herhangi bir sopanın uzunluğunu ölçmek isterseniz hiçbir zaman yüzde yüz ölçemezsiniz. Mutlaka sopanın uzunluğu ile sizin cetvelin ölçtüğü uzunluk farklıdır. Genel kanun şudur; ölçü aralığı her zaman imalat aralığından küçük yapılabilir. Böylece mürekkepteki bir maddenin imalat aralığı ölçü aralığından büyüktür. Dolayısıyla yaptığınız bir mürekkebi bir daha yapmanız mümkün değildir. İşte bu tip çoğaltılan para veya senetleri özel mürekkeple imzalar, sonra da onu dökerseniz, yani piyasada o mürekkebi bırakmazsanız, bir daha sizi hiç kimse taklit edemez. Matbaada da aynı mürekkebi kullanarak basarsanız ve sonra o mürekkepten arta kalanı yok ederseniz bir daha onu kimse basamaz.

Buna cevaz kıyas yoluyla verilmiş olur. İllet, bir daha taklit edilmemesidir. Senetlerde kuyumcuların, mağazaların, komisyoncuların, müteahhitlerin imzası vardır. Onlar az sayıda olduğu için doğrudan imzalanmaktadır.

وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ (VaLıyYuHUv Bi eLGaDLı)  “Velisi adl ile imzalasın.”

Bu ifadede iki mânâ vardır. “Adl ile olan velisi imzalasın” veya “velisi adl ile imzalasın”.

Birinci anlamını verdiğimizde “adl olmayanlar veli olamazlar” demektir. Bu şart dayanışma ortaklıklarına konmuş bir şart olmaktadır. Sonuç olarak dayanışma ortaklığı kurabilmek için adil olma  şartı burada getirilmiştir. Dayanışma ortaklığı kurabilmek için bucakta orta, ilde yüksek, ülkede üstün ehliyet sahibi olunmalıdır. Bu ilmî ehliyet şartıdır.

Bunun yanında bucakta kurabilmek için bucakta,  ilde kurabilmek için ilde, ülkede kurabilmek için ülkede, insanlıkta kurabilmek için insanlıkta tezkiye edilmiş olması gerekir. Bu tezkiyeyi dinî dayanışma ortaklıkları yaparlar. Üç sınıf vardır. Bunlar adil olanlar, meçhul olanlar, mecruh olanlardır.

Tadil etmek (değiştirme) için ortaya koyduğumuz mekanizma şudur. Dinî dayanışma sorumluları kendi cemaatlerini ahlâklarına göre sıralarlar. Bunların tersi alınır ve kişinin dini içindeki ahlâkî derecesi bulunur. Dinleri ise bucaklarda aşiret; illerde bucak; ülkelerde il ve insanlıkta ise ülke başkanları tezkiye ederler. Bunların terslerinin toplamı ile dinin derecesi ortaya çıkar, kişinin din içindeki derecesi ile dinin derecesi çarpılırsa adalet derecesi ortaya çıkar. İnsanlar buna göre üç sınıfa ayrılırlar. Başkanın koyacağı sınırlarla adil, meçhul ve mecruh ortaya çıkar. Toplulukta mecruhlar (şahadeti kabul edilmeyenler) kararla ortaya çıkmazlar. Yalnız mahkum olanlar mecruh grubunda yer alır. İşte, bir dayanışma ortaklığı kurabilmek için adil olma şartı getirilmiş olmaktadır. Yani burada velinin adil olması istenmektedir.

Başka bir özellik de, velinin oy sahibi olması sadece imza bilmesi ile değil yani okuryazar olması ile değil, aynı zamanda muhteviyatı yani senedin muhteviyatını bilmesi ile olur. Dolaysıyla yapılan senetleri belli ehliyete sahip olanlar çıkarabilirler. Hamiline yazılmış senetleri ihraç edebilmek için bucaklarda orta ehliyetli, illerde yüksek ehliyetli ve ülkede üstün ehliyetli olmak şarttır.

Velisi” burada marifedir. Demek ki herkesin bir velisi vardır. Yoksa “veliyyün lehu” denirdi, yani sadece o imzayı atacak veli demek olurdu. Oysa burada daha önce bilinen velisi vardır demektir.

Burada da senet veya para ihracı için dayanışma ortaklığının kefaleti söz konusudur. Kişilere senet imzalama yetkisi diye bir ehliyet verilir. O zaman kendisi imzalar. Yahut onu imzalamaya yetkili kılmaz, veli yani dayanışma sorumlusu doğrudan kendisi imzalamış olur.

Demek ki senet ve paralarda hem maddi hem de şahsi kefalet vardır.

a) Bir kişi şahsen borçlanmaktadır. b) Karşılığı ambara veya inşaata gitmektedir. c) Bir taşınmaz borca ipotek edilmektedir. d) Bir dayanışma ortaklığı borcu yüklenmektedir.

Dört güvence ile para veya senet çıkmaktadır. Önce borç ödenir, sonra mal varsa mala el konur. Ortak ambardan çekilir. Ambarda mal yoksa dayanışma ortaklığına gidilir. Borcu öder, taşınmaza el koyar.  Bunlar muhasebede hep otomatikman işlenir.

وَاسْتَشْهِدُوا (Va iSTaŞHıDUv)  “İstişhad ediniz.”

Şuhd” petekteki baldır, hilesiz olduğu bilinen baldır.

İnsanlar peteklere bal yerleştirmezler, dolayısıyla hile yoktur. Oysa sıkılmış bala su eklenebilir, şeker eklenebilir.

Kur’an şehadeti gayba karşı kullanmaktadır. Şehadette olayın cereyan şeklini tesbit vardır. Gaybda ise sadece olayın varlığı bilinir, oluş şekli bilinmez. Şahidlerden istenen olayın cereyan şeklini aydınlatmaktır. Bunun için olayın cereyan şekline de vâkıf olmak gerekir.

Şahidlik var, şehidlik var.

Şahidlik, (İsm-i fâil) olayı gören kimsenin olayı nakletmesidir.

Şehidlik (Sıfat-ı müşebbehe) ise olayın cereyanını soruşturmak suretiyle tesbittir. Yani şehitlik bir meslektir, soruşturmacıdır.

Bugün soruşturmayı polis, savcı ve hâkim yapmaktadır. İslâmiyet’te ise soruşturma ayrı bir müessesedir. Soruşturmacılar soruşturma yaparlar ve sonunda vardıkları sonucu beyan ederler. Hakemler veya hâkimler baştan soruşturmacıyı kabul veya reddedebilirler. Ama kabul ettikten sonra duruşmada soruşturmacı ne beyan etmişse ona göre hüküm vermekle yükümlüdürler.

Bir de istişhad var (istif’âl babı), işhad (if’âl babı) var.

İstişhad” olay mahkemeye gitmeden, buna gerek olmadan şahitleri tutmaktır. Resmi belgeler bugün noterlere teslim edilmektedir. Kur’an ise bu görevi soruşturmacılara yani polislere vermektedir. Kâtib yazar ama kâtib saklamaz, şehid saklar. Çünkü kâtib saklarsa onda değişiklik yapabilir. Oysa şehidde durursa o değişiklik yapamaz, çünkü yazılar birbirine uymaz.

İşhad” ise mahkemeye gidip şahitlik yapmaktır, soruşturma yapmaktır.

Kur’an bu dört kavramı da zikretmektedir. Şahid, şehid, istişhad ve işhad.

Bunlar yargılamadaki şehadettir. Bilirkişilerin konuşmadaki şehadeti ise sülasi olarak gelmektedir. Kadının ehlinden bir şahit şehadet etti diyor.

شَهِيدَيْنِ (ŞaHIyDaYNı)  “İki şehidi istişhad ediniz.”

Bir senet veya para çıkarırken iki soruşturmacı istişhad edilecektir. Senet bucakta çıkarılıyorsa bu iki şehid ilçedeki soruşturmacı olacaktır. Senet ilde çıkarılıyorsa bu iki şehid bölgedeki yüksek soruşturmacılardan olacaktır. Ülke çapında bir senet çıkarılacaksa bu da üstün şehidlerden olacak, o ülkenin üstün şehidlerinden olacaktır.

Şehideyn” burada nekre gelmiştir. Onun ehliyetli biri olacağı, şehid kalıbından sıfatı müşebbehe olmasından ileri gelmektedir. Belgelerin suretlerinden birini bir şehid alır, diğerini diğer şehid alır ve bunları muhafaza ederler. İki yerde muhafaza edilmiş olur, birine bir şey olursa diğerinde kalsın. Bunlar olaya şahid olurlar. Belgelerin kâtib tarafından tanzim edildiğine, borçlunun imzaladığına ve o belgenin bu olduğuna şehadet ederler. Şehitler içeriği hususunda şehadette bulunmazlar. İçeriği hakkındaki bilgi yazısından anlaşılacaktır, onları yorumlamak da hakemlere aittir.

Burada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır.

Resmi belgeleri değerlendirme soruşturmacılara değil hakemlere aittir. Ama gelişigüzel yazıları değerlendirme veya sözleri değerlendirme hakemlere aittir. Tarafların veya şahitlerin dışarıda söyledikleri hususları değerlendirme soruşturmacılara aittir. Resmi olmayan yazılı belgeleri değerlendirme soruşturmacılara aittir. Katiplerin yazdığı belgeleri değerlendirme hakemlere aittir. Soruşturmacılar sadece onun resmi belge olup olmadığını tesbit ederler.

مِنْ رِجَالِكُمْ (MiN RiCaLiKuM)  “Recüllerinizden”

Bu kayıtla şehadet ancak mü’minlere verilen bir yetkidir, yani nöbetli olanlar soruşturma yapabilirler. Müslimlerin şehadetleri kendi bucaklarında geçerli olur. Orada da nöbetli olanların şehadetleri geçerli olur. Buradaki “küm” zamiri bunu ifade eder.

Rical” erkek demek değildir. “Rical” nöbet tutan, gerektiğinde savaşan, diyeti tediye eden kimselerdir. Küçük çocuklar ve yaşlılar bunlardan değildir.

Buradaki “min” cinsin beyanı içindir. İslâm bucaklarında kişiler ikiye ayrılırlar; bedelli müslimler ve nöbetli mü’minler. Mü’minler de nöbet tutma ve diyete katılma görevlerini yapmakla mükellef olan erkekler ile yapma ehliyetine sahip oldukları halde yapmakla yükümlü olmayan kadın, çocuk ve yaşlılar. Erkeklerden şahit tutmak gerekir. Çünkü biz ancak bunları mahkemeye çağırıp şahitlik yapmalarına zorlayabiliriz. Kadınlar mahkemeye gelip de şahitlik yapmak zorunda değildirler. Onları şahit yaparsak sonra mahkemede hakkımızı savunamayız.

فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ (Fa EiN LaM YaKUvNAy RaCuLaYNı)  “Eğer iki erkek olmazlarsa”

Yani kadın olacaklarsa o zaman bir erkek iki kadın olsun. Burada kadının şahitlik ehliyetinin yarım olması mânâsı çıkmaz. İllet ehliyet noksanlığından değil, şehadeti eda etmek zorunda olmayışından ileri gelmektedir. Sonra burada iki erkek bulamazsanız demiyor, iki erkek olmayacak da kadınlar katılacaksa, bir erkek yerine iki kadın şahit olarak tutulsun denmektedir. O halde erkekleri tercih sözkonusu değildir.

فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ (Fa RaCuLun VaEiMRaEaTANı)  “Bir racul ve iki kadın olsun.”

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bunun anlamı, her yerde işhad edilirken, şahit tutulurken bir erkek yerine iki kadın şahit olsun anlamı çıkar. “İn”den sonra “Fa” gelirse şartın cezasını tamim eder yani her zaman bu böyledir demektir.

Buradaki anlayış yine karşımıza çıkıyor. Kıyas yoluyla hareket ettiğimizde istişhadda dört tane kadın olabilir. Kıyas bizi buna götürür. Bir şahitte iki kadın geçebildiğine göre iki şahitte de dört kadın geçer. Mefhuma muhalefetten gidersek bir tanesinin mutlaka erkek olması gerekir. Dört tane kadının istişhadı yeterli değildir. Başka bir düşünüşte de üç kadın yeterlidir. Biz Hanefilerin görüşünü kabul ettiğimiz, kıyası muhalefete tercih ettiğimiz için dört kadının şehadeti yeterlidir diyoruz.

مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ (MınMaN TaRWaVNa MıNa elŞuHaDAEı)

“Şehîdlerden razı olduğunuz kimselerden biri iki kadın olsun.”

Buradaki “Mimmen Terdavne” neyin zarfı müstakarrıdır; “şehideyni”nin mi yoksa “imraetani”nin mi, açık değildir. Yani razı olduğunuz iki şahit midir, yoksa iki kadın mıdır, yoksa “vesteşhedu”ya mı muteallaktır?  Bilinemiyor. Bunlardan biri olsa bile diğerleri kıyasla bunun içine girer. ‘Şahitler çağırıldığında şahitliği yüklenmek zorunda değildir’ hükmü esas alınabilir.

Hiçbir şahidin şehadet etmediği senet çıkarılamayacak mıdır yahut hiçbir şahidin şehadet etmediği boşanma olmayacak mıdır? Bu şöyle hallolabilir. Herkesin bir danışman şehidi vardır. Onun şehadetliği kabul etmesi gerekir, diğerlerinin şehadeti kabul etmeleri gerekmez. Halkın önünde açık yapılması yeterli sayılabilir.

Şüheda” marife gelmiştir. Gelişigüzel şahitler değildir. Şüheda şahidin değil şehidin çoğuludur. O halde soruşturmacılardan şahit kılınması şarttır demektir. Buradaki “Şüheda”nın marifeli gelmesi demek, bunlar değişik dayanışmalara bağlı olanlardan seçilebilir demektir.

Buradan anlıyoruz ki, kadınlar da şehadete ehildir demektir, soruşturma yapabilirler. Bu meslekte çalışırlar. Genel hizmet yaparlar. Yani kişilerin soruşturma danışmanı olurlar demektir. Buradan daha genel kaideye varırlar. Kadınlar kamu görevleri yüklenip yüklenmemekte serbesttirler. Bu sebeple zorunlu olan işlerin bazılarını yapamazlar. Mesela komutan olamazlar, zorunlu görevlilere komuta edemezler. Ama kadınlar genel hizmetlerin hepsinde görev alabilirler. Hizmetli olabilirler. Genel hizmet sorumlusu olabilirler. Hakemlik yapabilirler.

أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا (EaN TaWılLa EoXDAyHuMAy)  “İkisinden biri dalalet etmesi hâlinde.”

En” burada şart sigası değildir, masdar sigasıdır. Masdarlar nekre de olsa fail olabilirler.

“Darbu bairin elimün/ Devenin vurması acıdır.” “En tadribe’l-bairu kâne elimün/ Devenin vurması acıklı oldu.” Burada da masdarla getirilen cümle nekre de olsa mübteda olabilir. Birinin şaşırması durumunda diğeri tezkir eder, yani kadının bulunmaması durumunda diğeri tezkir eder.

Dalâlet etmek” kaybolmak demektir. “Dalla el-Baıru/ Deve kayboldu” derler. Yani kadın tanıklardan biri bulunmazsa diğeri şahitlik yapsın diye iki kadın şahit olsun denmiş olur. Eğer razı olduğunuz şahitler sözkonusu ise o zaman buradaki “te’nis te”si şühedanın çoğuludur. Şahitlerden biri hata yaparsa diğeri hatırlatsın.

Şahitler değişik dayanışma ortaklıklarından olmalıdır. Şahitlerin ayrı ayrı şehadeti yüklenmeleri gerekir. Ayrı ayrı dayanışmalardan olması gerekmektedir. Çünkü hamiline yazılmış senet ortalıkta dolaşacaktır. Tezkir etmek demektir. Birileri şehadeti hatalı yapıyorsa diğeri onu dengelesin.

فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى (Fa TüÜakKiRa EıXDAyHUMAv eLEuPRAy)

“İkisinden biri diğerini tezkir eder.”

Fa” harfinin getirilmesi daha önceki cümlenin şart cümlesi olduğunu ifade eder. Sılalı cümleler şart cümlesi olabildiği gibi masdar cümleleri de şart cümlesi olabilir. Burada bir kadın şahid bulunamazsa, kaybolursa, gelmezse diğeri gelip tezkir eder. Şahitlik yapar anlamına geldiği gibi eğer şahidin biri başka türlü diğeri başka türlü şehadet ederse, bunların dayanışma ortaklıkları sorumlu olmaktadır. Buradaki ifadenin müennes olması kadına değil çoğula delâlet etmiş olur. Yani şahitlerden bir grup şaşarsa diğer grup tezkir eder.

Tezkir etmek” dengeye getirmek demektir. Bir çalı fidanını eğip de sonra bırakırsanız tekrar yerine gelir. Çeliğin adı da zekr dir. Eski yerine getirmek demektir. Erkek ve kadın için söylenmiş olur. Soruşturma yapılırken  dayanışma ortaklığına dayanmaktadır. Çünkü soruşturmalar birtakım bilgi ve belgelere dayanır. Birçok soruşturmacının ortak çalışmasına dayanır. Tek soruşturmacı grubun soruşturması yeterli görülmüyor. Aynı soruşturmacılardan iki eleman değil, iki soruşturma grubunun iki elemanı soruşturmalıdır.  Bunlar arasında dengeleme söz konusudur.

Burada kadın iki şahitten biri şaşırmazsa o zaman diğer şahide gerek yok demektir. Sadece dalâlette olması hâlinde diğeri hatırlatacaktır. Yani şehadette sadece kadınlardan biri bulunur, biri şehadet yapar, diğeri ise sadece dinler. İtiraz etmemekle o da ona şehadet etmiş olur. Üç kadının şehadet etmemesi gerektiği ifade edilmiştir. Diğerinin itiraz etmemesi yeterli görülür.

Burada şu husus ortaya çıkar. Kadınlardan biri duruşmaya gelmezse şehadeti geçerli midir?  Soruşturmayı ikisinin birden mi yapması gerekir? Soruşturmayı birisi yüklenir. Ama diğerinden yardım alabilir. Sorduğu sorulara cevap verir. Soruşturma dosyasını hakemlere verir. Hakemler dosyayı ikinci kadına da verirler. İtirazı varsa dinlerler, ona göre şehadeti reddeder veya kabul ederler. Kabul ettikleri takdirde soruşturan gelip şehadet eder.

وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ (Va LAv YaEBa elŞuHADAEu)  “Şühedâ’ i’ba etmesin.”

Şahitlerin şehadetten kaçınması yasaklanmıştır. Buradaki şahitler soruşturmacılardır yani polislerdir. Bunlar şehadet etmekle görevlidirler. Kadın da olsa, eğer görev yüklenmişse onu yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak erkek soruşturmacılar görev yerlerini uzun zaman terk edemezler. Oysa kadınlar terk edebilirler. Onlar uzakta iseler çağrılmazlar. Soruşturma görevini yüklenme zorunlulukları yoktur. Ancak yüklendikten sonra ifa zorunluluğu vardır. Dolayısıyla kadınlar da şahitliğe çağrıldıkları zaman gitmek durumundadırlar. Şühedâ’ kelimesi onları da içerir.

إِذَا مَا دُعُوا (EiÜAv MAv WuGUv)  “Dâvet olunduklarında”

Buradaki “İzâ” şart değil zarftır. Davet olundukları zaman ve davet olundukları yerde hazır olsunlar demektir. “İzâ Mâ” ile geldiği zaman şart  mânâsını kaybeder. Dolayısıyla cümlenin başında olma durumunda değildir. “” tamim için gelir. Her davet olundukları zaman demektir.

Buradan şunu anlıyoruz ki, hâkimler nasıl dava açılmadığı zaman yargılama durumunda ve yetkisinde değil iseler, şahitler de kendiliklerinden gidip de şehadette bulunmazlar, şehadete davet olunurlar. Kişi kendi kendine soruşturma yapamaz. Kişi bildiklerini sokakta beyanda bulunamaz. Ancak davet edildikten sonra beyanda bulunabilir. “İzâ”nın sona alınmış olmasının hikmeti budur. Nehiyde umumilik olduğu için davet olundukları zaman gidecekler ama davet olunmadan da şehadette bulunmazlar. Buradan ne ortaya çıkar?

Bir soruşturmacı birinin zani olduğunu tesbit etse, onu beyan edemez. Ancak mahkemeye çağrıldığı zaman şehadette bulunur. Mahkemeye çağrılması için dört şahidin hakemlere şehadet edeceklerine dair beyanda bulunmaları gerekir. Hakemler ancak ondan sonra şehadete davet ederler. Dört şahit baştan şehadet edeceklerini hakemlere bildirdiği halde biri gelmezse diğerlerine şehadette bulundurmazlar. Fıkıhçılar dördünün de birlikte şehadet salonuna ayrı ayrı girmelerini bile meşru görmemişlerdir. Hukuk davalarında ayrı ayrı girebilirler. Ama ceza davalarında birlikte girme zorunluluğu da getirilmiştir. Girip de biri şehadetten vazgeçse, şehadet etmeyene seksen sopa vurulur.  Diğerleri ise davet olundukları için şehadet etmişlerdir. İftira cezasından kurtulmuş olurlar.

Buradaki “İzâ Mâ” bunu anlatır. Davete icabet tekid edilmiştir. Hakemlere ben şehadet edeceğim dendiği halde sonra şehadetten i’ba edene seksen sopa vurulacaktır. Buna kıyasen şehadetten kaçınan kimselere adl olmaktan iskat edilir, yani bir daha şehadeti yüklenmezler ama yüklendikleri şehadeti ifa etmeyenlere seksen sopa ceza olarak verilebilir.

Burada önemli olan husus, emrin kadınlara da şamil olması nedeniyle edada erkeklerden farklarının olmamasıdır. Çünkü eğer iki kadın bir arada olduklarında şehadet ederlerse biri gelemediği zaman diğerinin de gelmesi gerekir. Oysa bu “İzâ Mâ” emrine aykırıdır. Kollektif sorumluluk olmadığı için her biri ayrı ayrı şehadet eder. İkincisinin görevi tezkir olduğu için şehadeti ifa etmede kadın erkek birdir. Yani bir kadın bir erkek veya iki kadının şehadeti ile hükmedilebilir.

Ceza davalarında da kadınların şehadeti geçerlidir. Dört adil soruşturmacı kadının şehadeti ile kişiye kısas uygulanabilir. Hanefiler mutlak mutlak ile mukayyed mukayyed ile delalet eder kuralını kabul etmişler ama dört halifenin uygulamasını esas alarak Kur’an’ın ifadelerine aykırı olarak cinayetlerde kadınların şehadetini kabul etmemişlerdir.

Bizim usulümüzde Kur’an asıldır. Kur’an’ın usulüne uygun delaleti varken başka delillere biz itibar etmeyiz. Bunu yaparken sünneti ikinci derecede saydığımız zannedilmesin. Dört delil masanın dört ayağıdır. Biri olmadan olmaz. Çünkü biz Kur’an’ı sünnetlerle anlıyoruz. Ancak uygulamada ve teferruatta âyeti esas alırız. Çünkü:

a)      Sünnet âyetten önceki uygulama olabilir. Âyet onu neshetmiştir.

b)      Sünnet o zamanın icapları olarak uygulanmış olabilir. Aynı şartlar olursa biz de uygularız. Şartların farklı olmasından dolayı sünnetten önce âyeti uygularız.

c)      Sünnet bize Kur’an gibi mütevatir gelmemiştir. Dolayısıyla sünnet olup olmadığı belirsizdir. Hazreti Peygamber şüpheliyi bırak, kesine git diyor. O halde bize kesin olarak gelmemiş olana gelmiş olanı tercih ederiz.

d)      Kur’an bize bunu emretmektedir. “Sana ne vahyolunuyorsa onu aktar. Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. Ondan başka tutunacak dal bulamazsın.”

Demek ki fıkıhçılardan şehadette ayrıldığımız iki nokta vardır. İstişhadda iki kadın gerekiyor ama bize göre işhadda yani şehadeti ifada bir kadın bir erkek gibidir. Sonra kadın şahitler de ceza hukukunda erkek gibidirler. Bu icmaa aykırı değil midir? Bu husustaki icmalar sükuti icma olup ancak amelde delil olur. Ona muhalefet caizdir. Bizim için icma kesin delil olmakla beraber icma olduğunda bizim de kanaatimiz gelmelidir yahut çağımızda icma olduğuna icma olmalıdır. Bu hususta icma yoktur kanaatindeyiz.

وَلاَ تَسْأَمُوا (Va Lav TaSEaMUv)  “Seamet etmeyin”

Saim” meraya salınmış deve veya diğer benzeri hayvanlardır. Onlar ahırda alaf/yem tüketmedikleri için onlara “saim” denir. “Savm” kelimesi ile akrabalığı vardır.

İştahı kesilmiş hayvanlar vardır, insanlar vardır. Yemek yemek istemezler. İşte onlar için “seime’l-bair/ deve yemez oldu” demektir. İsteksizlik anlamındadır. Türkçede üşenmek olarak ifade etmekteyiz. Burada nehy edilmiştir. Üşenmeyin denmiştir.

Uygarlaşma yazının icadı ile başlamıştır. Uygarlaşmanın tamamlanması için yazının hayatın her tarafını kaplaması gerekir. Küçük-büyük demeden her şeyin yazılması istenmektedir. İşte bu yazının uygulanır hâle gelmesi için namaz kılmaya başladığımız gibi yazışmaya da başlamalıyız.

Nelerin yazılması gerekir?

Evinize bir çuval un aldınız. 100 YTL verdiniz. Bunu yazmalısınız. Çünkü cebinizdeki para eksildi. Hafta sonunda cebinizdeki paraları sayarsınız. O hafta gelenleri sayarsınız, o hafta gidenleri sayarsınız. Bakiyeyi bulursunuz. Hata yapmışsanız kontrol edersiniz. Sonra bir çuval ununuz tükendiği zaman da çuvalın bittiğini defterinize kaydedersiniz. Bu ne işinize yarar? İleride senede ne kadar un tükettiğinizi tesbit edersiniz. Yılbaşında mağazalara onları sipariş edersiniz. İşte kendi işlerinizde bile azını çoğunu yazmak zorundasınız. Çünkü sonra denge tutmaz. Bir muhasip hesap yapmış ve bir kuruşu bir türlü tutturamamış. O zaman delikli bir kuruşluklar varmış, dosyaya iplikle o parayı bağlayarak takdim etmiş. O bir kuruşu bulup düzeltmişler ama muhasibin de işine son vermişler. Artık uygar olma demek her şeyi yazma demektir. Bu son derece zordur. Onun için yapmamız gerekir.

Herkes cebinde bir kağıt taşıyacak, aldıklarını ve verdiklerini ona yazacak, haftanın sonunda muhasibine verecektir. Muhasip de bunu bilgisayara geçirecektir. Böylece üşenmeden yazılmış olacaktır. Muasır medeniyetin fevkine çıkmak mı istiyoruz? O halde azını ve çoğunu yazmamız gerekmektedir. Bunun kolay başarılabilmesi ve insanların buna alıştırılması için ne yapmalıyız?

Önce biz muhasebemizi kurmalıyız. Bu muhasebenin kurulması için Yenibosna’da bir ekip oluşturuyoruz. Çalışmalarımız devam etmektedir. Marketimizde ilk uygulamasını yapacağız. Katılacak ortaklarımız iki çeşit olacaktır. Biri yalnız kooperatifle ilgili hesap tutulacaktır. Diğeri ise tüm gelir-gider bu muhasebede tutulacaktır. Bu muhasebenin çalışması için en az iki kimsenin tam mesaisini buraya vermesi gerekir. 1000’er lira versek 2000 lira eder. Cirodan % 5 genel hizmet ayırıyoruz. Yarısını buna harcasak 40 000 liralık aylık ciromuz olmalıdır. Yani senede 500 000 liralık iş yapabilirsek bu sistemi çalıştırabiliriz. Marketteki ciromuz ayda ancak 10 000 YTL olur. 30 bin lirayı da başka yerden temin etmeliyiz. Bu da inşaat olacaktır. Her sene 90 binlik daireden dört daire inşa etsek yeterli olacaktır.

أَنْ تَكْتُبُوهُ (EaN TaKTuBUvHu)  “Onu yazmaktan i’ba etmesin.”

Buradaki zamir nereye gidiyor?

Buradaki zamir borca gitmektedir. Borcun azını veya çoğunu kitabet etmekten üşenmeyin denmektedir. Burada borç yazılacak. Buradan çıkan mânâ şudur ki, yazılmayan bir borç borç değildir. Davada mesmu’ olmaz. Bir şeyin dava konusu olması için mutlaka yazılması gerekir. Bunun da iki yolu vardır. Ya hepimizde defter olacak, herkes o defterde borcunu-alacağını yazacak, karşı tarafa imza ettirecek, böylece yazılmış olacaktır. Ne var ki burada cem/çoğul sigası ile emir vardır. O halde bunu resmi muhasebe yazacaktır. Caminin çıkışında para toplanıyor. Çünkü sonra kanunlar karşısında bunlar suç teşkil eder. Kanunda gösterilen yer dışında harcayamazsınız.

İşte bu âyet bu devletin, halkı yazmadan uzaklaştıran devletin muhasebe sistemini nehy etmektedir. Vergi resmi defterlere göre toplanmayacaktır, vergi kişinin beyanına göre ödenecektir. Az beyan ettiği zaman da sorumlu olmayacaktır. Defterdeki kayıtlar ise kişinin başka işlerine yaramaktadır. Kayıtlara gidebilmek için kayıtlar vatandaş aleyhinde olmamalıdır. Bütün kayıtları kayıt tutulan lehine kullanabilmelidir. Ama hiçbir kayıt kişi aleyhinde kullanılamamalıdır.

Hayatım boyunca beş vakit namazı cemaatle kılacak bir aşireti oluşturmak için çalıştım; başaramadım. Bir de bu kayıt sistemini yerleştirmek için çalıştım; başaramadım. Benden sonra yapan olur diye ona katkıda bulunmak için çaba gösteriyorum.

“Adil Düzen” ülke içinde yayılmıştır. Bir gün gelecek insanlar fevc fevc “Adil Düzen”e geleceklerdir. “Adil Düzen” demek, aşiretler ve kabileler oluşturup yani ocaklar ve bucaklar kurup beş vakit ve cuma namazlarını birlikte kılabilmek, bir de muhasebe sistemini kurup bu âyetin emrini uygulamak demektir. Biz küçük bir işe talip değiliz…

1400 sene önce gelen bu emri Müslümanlar bugüne kadar uygulayamadılar. Bunun farkındadırlar ve kendilerini savunmak için çeşitli yollar aramışlardır. İşte bunu başardığımız zaman 1400 senelik sorunu çözme ihsanında biz olacağız.

صَغِيرًا  (SaĞıRan)  “Küçük iken yazın, küçük olduğu halde yazın.”

Sagiran” burada “hu” zamirinin hâlidir. Mensubdur ve nekredir.

Küçük nedir? Miktarda küçük veya değerde küçük demektir. Değersiz de olsa yazılacaktır, değerli de olsa yazılacaktır.

Sagura” lazım fiildir. İsmi faili fail vezni üzere gelir. Her zaman sagir olması gerekmez. Sonra büyüyecek olanı yazın.

أَوْ كَبِيرًا (EaV KaBIyRan)  “Veya büyük”

Kebiran/Büyük” de  miktarda veya değerde olabilir. Büyük-küçük demeyin, her şeyi yazın demek olur. Eğer “ve” getirilseydi aynı sözleşmede az-çok demeden her şeyi yazın, eksik bir şey bırakmayın demek olurdu. Oysa burada “ev/veya” getirilmiştir, yani borcun küçüğüne büyüğüne bakmayın, mutlaka yazın demek olmaktadır.

Camiden çıkıyorsunuz, elinizde 1 YTL var, onu veriyorsunuz. Siz onu camiye tasadduk ettiniz. Küçük olan bu şeyi yazmanıza gerek yok, çünkü siz alacaklı değilsiniz. Ama o parayı alan kimse camiye vermek üzere aldı. O kişi borçlu hâle geldi. Onun yazması gerekir. Toplanıyor, sayılıyor, caminin mütevellisine gidiyor. Ne kadarı yerine gidiyor; bilinmiyor. Bunun da yararı var, bu sayede mabetler yapılıyor.

Yahut diyoruz ki, Karabağ’da savaş var, onlara yardım edelim. Parayı topluyor ve gönderiyoruz. Lübnan’a gönderiyoruz. Bunlar nereye gidiyor? Elbette bunların samimi olanları vardır, bir yardım oraya ulaşıyor ama bunun istismarcıları vardır. Bundan yararlanmak için bu savaşın devam etmesini isteyenler vardır.

Bu sebepledir ki Allah “yazın” emrini veriyor. Parayı toplayan kişinin bir defteri olacak, verilen paraları sıra ile yazacak, yevmiye defteri gibi yazacaktır. Sonra toplayıp kime teslim etmişse onu da çıkış gösterecektir. O da kime vermişse çıkış gösterecektir. Dağıtan kişi de dağıttığı kimselerin adlarını yazarak dağıtacaktır. Böylece ortada kaybolmuş olsa bile ne kadar kaybolduğu bilinecektir. Bugün bunlar internete geçirilir. Kişi kendi verdiklerinin kimlerden geçerek nereye vardığını bilecektir.

Bir işletme ortaklıktır. Çünkü işletmenin sekiz girdisi vardır. Altyapı, yapı, işçi, bakım işçisi, hammadde, yardımcı madde (elektrik-su-gaz), genel hizmet ortakları, dayanışma ortakları. Bunlar olmadan işletme olmaz. O halde bir bakkalın arkasında yüzlere varan insan çalışmaktadır. Bakkalın sattığı sakızdan onların hepsi yararlanmaktadır. Yazılacak demektir. Bugün kanunlar bunu emretmektedir. Bunun için makineler icat edilmiş, kontroller yapılmaktadır. Buna “kayıtlı ekonomi” denmektedir. O halde Kur’an’ın emrettiğini bugün devletler zorunlu hâle getirmişlerdir.

Ne var ki onlar bunun mekanizmasını kurmamışlardır. Kim yazacak, belli değildir. Bir bakkal yazsın diyor. Yazamıyor, hesap veremiyor, bu sebeple kayıtsız ekonomi ortaya çıkmaktadır.

İşte, “Adil Düzen”de muhasebe hizmetleri ucuzlaştırılıyor. İşletmeler cirodan küçük bir pay veriyorlar. Böylece herkes muhasebeyi rahatlıkla tutmaktadır.

“Onu yazın” demek suretiyle emir verilmiştir.

إِلَى أَجَلِهِ (EiLAy EaCaLiHIy)  “Eceline kadar yazın.”

Yani tarihi ile yazın. Ben camiye bir lira verdim, deftere yazıldı ama hangi gün verdim? O da yazılmalıdır. Böylece o günkü hesaplar deftere geçmeli ve toplanmalıdır.

Tarihleme de yazışmalarda önemli yer tutar. Tarih belirleme de en önemli etkendir. Birçok ortak adlar vardır, soyadları da uyar. Ama yer ve tarih belirlersek o yerde ve o tarihte aynı adlı birisinin olması imkansızdır. Dolayısıyla karışıklık sözkonusu olmaz. Muamelelerde de tarihler yazılırsa mükerrer olup olmadığı kolayca anlaşılır.

“Deyni eceli ile yazın”ın bir mânâsı budur; yani tarihi ile yazın, borçlanma tarihi ile yazın.

O zaman buradaki “ilâ” hattâ mânâsına gelir. Tarihine varıncaya kadar her şeyin azını çoğunu yazın anlamı çıkar. Az olsun çok olsun üşenmeden tarihine kadar yazın denmiş olur. Eğer vadeli ise yani bir taahhütse, iade edilecekse, o zaman muamele ödeme zamanını yazın denmiş olur.

Burada borçları tekrar edelim.

a) Matlup borçlar. Kişinin hemen ödemesi gereken borçtur. Alacaklının ondan onu bir daha istemesi gerekmez.

b) Vadeli matlup borçlar. Vadesi geldiğinde talebe gerek kalmaksızın ödenmesi gereken borçlar. Çek borçları böyledir. Bunlar da çeşit çeşittir.

1) Vadesinden önce istenemeyeceği gibi teslime de icbar edilemez yani daha önce ödenmez.

2) Borçlu daha önce isterse ödeyebilir, alacaklı almak zorundadır.

c) Vadesiz karzlar. Bunlar talep edilmiş borçlardır. Borçlu talepten önce ödemekle mükellef değildir. Ama talepten önce ödeyebilir. Alacaklı teslim almak zorundadır.

d) Vadeli karzlar. Bunlar günü gelmeden istenmez. Günü gelince istenebilir. Ama istenmemişse borçlu ödemekle yükümlü değildir. Bunlar da iki çeşittir.

1) Günü gelmeden borçlu borcunu ödeyebilir, alacaklı teslim almakla yükümlüdür.

2) Günü gelmeden borçlu alacaklıyı teslime zorlayamaz.

Böylece vade bakımından altı çeşit borç doğuyor. Kur’an işte bunu tasrih edin diyor.

Bu açıklamadan çok açık olarak anlaşılıyor ki, sadece vadeli borçlar değil, bütün borçlar yazılacaktır. Ne var ki bütün borçlar, hattâ muameleler yazılacaktır. Ancak hepsine kâtip, hepsine şahid gerekmiyor. Bunu nerden istidlâl ediyoruz?

“Az olsun çok olsun onu yazın” denmiştir. Buradaki zamir “deyne/borca” gidiyor. Yukarıda “müsemma eceliyle yazın” diyor, burada sadece “eceliyle yazın” diyor.

Müsemma eceliyle yazılan borçlunun imzaladığı hamiline yazılmış senedin noter tarafından yazılması ve şahitlerin şehadeti gerekmektedir. Oysa burada sadece eceliyle yazın dendiğine göre yukarıdaki borçtan farklı bir borç ele alınmaktadır. Her borç yazılacak ama bunlardan müsemma ecelle verilen ve hamiline yazılmış senetler şeklinde ortaya çıkan borçlar kâtip ve şahitler tarafından yazılmış olacaktır. Yukarıda “yazın” deniyor, burada “üşenmeyin” deniyor. Yani yukarıda yazmak emrediliyor, burada yazma konusunda üşenilmemesi gerektiği emrediliyor. Yukarıda “kâtib i’ba etmesin” deniyor, burada “siz üşenmeyin” deniyor. Öyleyse buradaki emir kâtibe değil bizedir, yani muhasebe hizmetlilerinedir.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-436 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-266 İstanbul, 01 Aralık 2007

 

GEÇİŞ ANAYASASINDA YEREL YÖNETİM

Türkiye Cumhuriyeti Devleti halk tarafından kurulmuştur. Yani bir kuvvet kurmamış, aksine yıkılan imparatorluğun yerine halk birleşmiş ve devletini kurmak istemiştir.

Anadolu iki faza ayrılmıştır. Suya yağ koyup karıştırdığınızda birlikte dururlar. Çalkalamaya devam ederseniz birlikte karışık olurlar ama eğer çalkalamayı durdurursanız yağ üste çıkar. İşte, aynen onun gibi Anadolu halkı bin yıldır birlikte yaşarken, imparatorluk yıkılınca halk iki gruba ayrıldı; Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Aralarında kanlı bir savaş başladı. Halk organize oldu ve teslim olmadı. Batı Hıristiyanları destekliyordu.

Bu savaşın kazanılması için merkezi bir güç oluşturuldu, Hakimiyeti Milliye, Kuvvayı Milliye kavramları geliştirildi. Vahdeti Kuvva ilkesi benimsendi. Sonunda merkezi hükümet oluşturuldu.

Demek ki Türkiye İstiklâl Savaşı’nı İslâm kuralları içinde yerinden yönetimle kazandı. Ama sonra varlığını sürdürmek için merkezi güç oluşturdu, Batı modeli yönetime geçti.

Bunun büyük yararları olmuştur.

a) Türkiye Hıristiyanlardan ayıklandı, saf Müslüman halklardan oluştu.

b) Batılıların kışkırtması ile oluşan bölücülük bertaraf edildi ve güçlü bir devlet ortaya çıktı.

c) Halk Türkçe öğrenerek dil bakımından da tek ulus hâline geldi.

d) Müslüman Anadolu halkı Türk kabul edilerek iç göçler ve evlenmeler sonucu tek ulus oluştu.

Bununla beraber bugün bu tek gücün sıkıntıları vardır. Dış kışkırtmalar sonucu ülkemizde terör olayları bitmiyor. Ekonomik sıkıntılarımız var, dış borçlarımız var. Yargı sorunumuz var, basın yani medya sorunumuz var. Yeni anayasa yapma ihtiyacındayız. Ama devletimizin esası olan Vahdeti Kuvva ilkesini terk edemeyiz. Terk edersek devletimiz yıkılır.

Onun için bizim önerdiğimiz bir geçiş dönemi ilkesi vardır.

Vahdeti Kuvva ilkesi hangi ilkeleri içermektedir?

a) Vahdeti Kuvva’nın birinci ayağı tek meclis sistemini içerir. Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegane temsilcisidir. Millî hakimiyet orada tecelli ve temerküz etmiştir. Bu durum korunmalıdır. Meclisin üstünde bir devlet başkanı, meclisin üstünde başka bir meclis, meclisin üstünde dışarıdan yargı denetimi, meclisin üstünde bir üniversite sözkonusu olmamalıdır. Ancak meclis de yargı denetimine alınmalıdır. Yoksa hukuk devleti olmaktan çıkarız. Meclisin içinde hakemler seçilmeli, yüce divan onlardan oluşturulmalı. Taraflar birer hakem seçmeli, baş hakemi de sonradan hakemler seçmeli. Her konu için oluşturulan yüce divanın kararları kesin olmalı. Bu hem yargı denetimini sağlar hem de meclisin hakimiyetine dokunmaz.

b) Vahdeti Kuvva’nın ikinci ayağı tek ordudur, millî ordudur. Orduda birlik sağlanmalıdır. Bunun için cumhurbaşkanı askerlerden seçilip ordu komutanları doğrudan ona bağlanmalıdır. Fiilen başkomutan asker devlet başkanı olmalıdır. Türkiye’nin on iki bölgesine on iki ordu yerleştirmeliyiz. Bu orduların askerleri o bölgeden olmayan halktan oluşmalıdır. Herkes kendi ordusunu seçmeli ama kendi bölgesini seçmemelidir. Böylece hem demokratik ordu oluşur hem de mütecanis silahlı kuvvetler oluşur.

c) Vahdeti Kuvva’nın üçüncü ayağı ise merkezi yönetimdir. Bölgelerin yönetimi merkezi olmalıdır. Orduların konuşlandığı illerin yönetimi orduya verilmelidir. Ama taşra iller tamamen bağımsız hâle getirilmelidir. Kendi meclisleri olmalı, kendi başkanları ve hükümetleri olmalıdır. Yüzde birden az büyüklükte bir bağımsız il devlet için tehlike teşkil etmez. Kaldı ki bölge merkezinde konuşlandırılan ordu bu ili yok etmeye her zaman muktedir olacaktır.

d) Vahdeti Kuvva’nın dördüncü ayağı ise Türkçe ve tevhidi tedrisattır. Üniversiteler Türkçe ders vermelidir. Ama illerde yapılan lise öğrenimi serbest olmalıdır. Türkçe öğrenmek şartı ile Kürtçe orta öğrenim yapılabilmelidir. Tarihi mirasımız korunmalıdır. Tedrisat serbest olmalıdır. Ama imtihanlar devlet tarafından merkezi yapılmalı, diplomayı okullar değil, üniversiteler değil, devlet vermelidir. Soruları merkezi yönetim tesbit etmelidir.

Merkezin taşra üzerindeki denetimi devam etsin. Her türlü tasarruftan merkez haberdar olsun. Gerektiğinde müdahale etsin. Ancak bu izin şeklinde olmamalıdır. Taşra görevlileri her türlü kamu işleri hakkında aldıkları kararları hemen uygulasınlar. Merkezden izin veya ruhsat beklemesinler. Ancak yaptıkları bütün muameleyi merkeze bildirsinler, merkez bunları denetlesin, Vahdeti Kuvva ilkesine aykırı bir şey görürse gereken yapılsın. Muameleyi iptal edebilsin veya yargıya gidebilsin. Böylece hem merkezin denetimi devam eder hem de merkezin denetimi neticesinde oluşan tıkanıklık gitmiş olur.

Ben bunu 1968’de Süleyman Demirel’e teklif ettim, kulak vermedi; sonra 1971 müdahalesi oldu.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-436 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-266 İstanbul, 01 Aralık 2007

 

BATI VE DOĞU’DA MERKEZÎ YÖNETİM

Batı devlet modelinde merkezî bir güç vardır. Bu güç devleti oluşturmuştur. Devlet ülkeyi eyaletlere veya illere ayırır. İlleri ilçelere ve bucaklara ayırır. Bucakları muhtarlıklara veya semtlere ayırır. Halkın aile kurmasına izin verir. Böylece devlet mutlak güçtür. Bu mutlak güç bir şey yapamaz, o da kadını erkek, erkeği kadın yapamaz. Bunun dışında her türlü güce sahiptir.

Bu merkezî devlet önce site devletleri olarak oluşur. Sonra site devletleri aralarındaki savaşlar sonucu şehir devleti olur. Sonunda ulus devleti oluşur. Ulus devletleri de birbirleriyle yaptıkları savaşta diğer devletleri hakimiyetleri altına alır ve imparatorluklar oluşur. Batı feodal düzenden sonra önce krallıkları oluşturdu. Sonra bu krallıkları yıktı, demokratik ulus devletleri oluşturdu. Şimdi de Avrupa Birliği benzeri büyük devletler oluşturuyor.

Merkezî gücün nasıl oluşacağı hususunda geliştirilmiş teoriler vardır.

İbni Haldun’a göre merkezî güç asabeye yani soya dayanmaktadır. Bir anne babadan doğup çoğalan kabile önce kendi içinde sıkı bir disiplinli yönetim oluşturur. Güç olur. Sonra  o güç diğer kabileleri hakimiyeti altına alınca devlet oluşur. Büyür, yaşlanır ve sonunda parçalanıp yok olur.

Adam Smith ise bunun ekonomi ile oluşması gerektiğini ileri sürmüş, devletin ekonomiye müdahalesine şiddetle karşı çıkmıştır Kapitalistlerin mantığı budur. Serbest bırakalım, zenginler yarışsınlar, sonunda tekel oluşsun, o tekel kuvvet olsun ve merkezî bir yönetim kursun.

Karl Marx ise bunun işçilerin birleşmesiyle oluşmasını istemiş, isyan ve ihtilalle yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Yirminci yüzyılda diktatörlerin tanrılaştırılması ile de bu işlerin başarılacağı iddia edilmiştir.

Hâsılı, Batı modelinde önce devlet oluşmakta ve her türlü güç onun elinde bulunmaktadır. Alt örgütlenmeyi yapmakta ve onlara istediği hakları vermekte, istediği görevleri yüklemektedir.

Oysa İslâm düzeninde sistem tam tersine işlemektedir. Her şeyden önce hak sahibi olanlar insanlardır. Aile doğal bir müessesedir, kendiliğinden zorunlu olarak oluşmaktadır. Aileler birleşerek aşiretlerini yani ocaklarını kurmaktadır. On civarında olan bu aşiretler birlikte yaşama kurallarını kendileri koyar ve birlikte yaşarlar. Çalışmak zorunda oldukları ve aşiret içinde üretmek mümkün olmadığı için kabile içinde birleşerek bucaklarını kurmaktadırlar. Burada site devletlerini oluşturuyorlar. Tüm yasaları -ceza yasaları dahil bütün yasaları- bunlar koyuyorlar. Kendi aralarında yargılayıp mahkum ediyorlar. Bucaklarda hakem kararlarına uymayanlar oluyor. Bunlar eşkıyalıkla saldırılar yapmaktadırlar. Bucaklar birleşip merkezî bucaklar oluşturuyorlar ve bu merkezî bucaklara verilen vergiler karşılığı o ilin güvenliği sağlanmaktadır. Ne var ki dış saldırılara karşı il çapında örgütlenme yeterli olmamaktadır. Bunlar da birleşerek devleti oluştururlar. Böylece en büyük güç oluşur. Aynı dili konuşmayanların ortak savaş yapmaları mümkün olmadığı için silahlı en büyük güç devlettir. Bununla beraber ortak sorunları çözmek için de devletler birliği oluşmaktadır ama bu birliğin silahlı gücü bulunmamaktadır.

Şimdi burada açıkça iki düzen arasındaki fark ortaya çıkıyor.

Birinde mutlak güç merkezdedir, devlettedir. Devlet yerel yönetimlere istediği kadar haklar vermekte, istediği kadar görevler vermektedir. Kişilerin de hakları ve davaları devletin atıfeti sebebiyle doğmuştur. Ne isterlerse kişilere o haklar tanınmakta, onlara istedikleri vecibeler yüklenmektedir. Mesela zorla askere götürebilmektedirler.

Oysa İslâm düzeninde asıl hak sahibi olanlar kişilerdir. Kişiler ortaklıklar kurmakta, hangi konularda anlaşmışlarsa aşiretlerine, kabilelerine, illerine ve devletlerine o görevleri vermekte, ona göre yetkilerle donatılmakta, sorumlu tutulmakta ve bu amaçla vergisini vermektedir. Merkeze temsilcileri göndermekte ve ortak işleri onlara yaptırmaktadır.

Batı’da devletin doğal hakları vardır, hepsi onun elindedir, istediği gibi dağıtmaktadır.

İslâmiyet’te ise kişi doğal haklara sahiptir. O haklarından bir kısmından vazgeçerek birliğe vermektedir. Ona kullandırarak işlerini görmektedir.

Batı’da kişiler devletin kuludur.

İslâm’da ise merkez halkın hâdimidir. Hakim devlet yerine hâdim devlet vardır.

Batı’da İslâmiyet’in etkisiyle oluşan fikirlerle devletin yanında kişilere de bazı doğal hakları tanımayı savunmuşlar ve buna ‘insan hakları’ demişlerdir. Yani devletin yanında kişilerin de hakları olsun demişler ve insan haklarını icat etmişlerdir. Bazı maddeleri bozarak İslâmiyet’ten kopya etmişlerdir. Oysa İslâmiyet’te hak sahibi devlet değil insanlardır. İnsanlar istedikleri kadarını merkeze devrederek ortak işler gördürmektedir. Bu sebepledir ki ‘insan hakları’ diye bir kavram yoktur, çünkü bütün haklar zaten insan haklarıdır.

Usulde yegane hak sahibi ve mükellef kabul ettiği kimse Âdemoğludur, yani insandır. Âdemiyet hak sahibi kabul edilmektedir. Tüzel kişilerin hakları ile başkanın hakları birleştirilmiştir.

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-436 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-266 İstanbul, 01 Aralık 2007

 

SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALIYOR…

Başbakan Erdoğan Amerika’ya gitti ve Irak’ı bombalama iznini kopardı; ancak küçük bir şart var, atılacak bombaları veya işgal edilecek yerleri ABD ayarlayacaktır. Şimdi de koro halinde AK Parti’yi saldırı yapmaya zorluyorlar. Çünkü ABD ve CIA, daha doğrusu birileri öyle istiyor. Türklerde  bu gibi durumlar için söylenen bir söz vardır; aklına mukayyet ol!

Ben de bu çılgın koro karşısında aklıma mukayyet olmaya çalışıyorum. Başta Mehmed Şevket Eygi olmak üzere, benzeri şekilde aklı selim ile yazı yazanların yazılarını okuyunca ‘oh’ dedim, demek ki aklımı kaybetmemişim.

Kıbrıs çıkarmasında CIA istihbaratı bizim gemimizi bize bombalatmış ve denize gömdürmüştü. Meşhur Mart Tezkeresi’nden önce ABD Türkiye’yi işgal ediyordu. Limanlarımız ve hava alanlarımız hâlâ tehlikede, hangi cipleri yerleştirdiler ve bunlar bombaları nasıl çekecek, bilmiyoruz! Bizim istihbaratımız yokmuşçasına ‘bize istihbaratınızdan yararlandırın’ demiyoruz ama; onlar ısrar diyor ki ‘biz size bilgiler vereceğiz’! Çekiş Güç’ten neler çektik...

PKK’yı beslemek için konuşlandırılan güç şimdi de istihbarat gücü olarak mı onları himaye edecektir? Amerika’ya sorun; -Çekiç Güç etkisiz hâle getirilince neden geri çektin? -Irak’tan kaç kişiyi alıp da bilmem ne adalarına bilmem ne amaçların için eğitmeye götürdün? -Çuval hikâyesini ne kadar da çabuk unuttun? Milletimizi bu kadar hakir görüp alenen eğlenen bir devlete, vatandaşlarımın kahir ekseriyeti gibi artık ben de sevgi besleyemiyorum.

İstiklâl Savaşı’nı birlikte yaptığımız Kürtler sonra Batı’nın kışkırtmasıyla Kürt isyanı çıkardılar. Acaba Kürtler niçin isyan ettiler? Gerçekleri konuşalım. Kürtler samimi Müslüman bir topluluktur. Allah’a inanmakta, onun ötesinde Kur’an’a inanmaktadırlar. Âlimleri vardır, hep birlikte medreselerde dersler görüyorlar. Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı yetiştiren o medreselerdir. Bugün çıkıp da onun seviyesinde kapsamlı ve derinlemesine kitap yazan bir yazarı biz değil, dünya bile yetiştirememiştir.  Ben bugünkü ilimlerle benzer bir kitabı yaymayı çok düşündüm ama başaramadım. Çünkü beni destekleyen Kürt medreseleri, Doğu medreseleri yoktu. İşte, cumhuriyet hükümetleri Batılıların baskısı ile medreseleri kapattı. Batı bir taraftan medreseleri kapattırdı, öbür taraftan da ‘dininiz elden gidiyor’ diye onları kışkırttı. İşte Kürt isyanı böyle başladı.

Bugün de devam eden sorunun ana sebebi budur.

Doğuda isyanların durmasını mı istiyoruz?

Medreseler açılsın, devlet medreseleri desteklesin. Halkımız vakıflar kurulsun. Ashabı Suffe gibi okuyanlar orada barınsınlar. Biz devlet olarak imtihan açalım. İmtihanı kazananlara sertifika verelim, diploma verelim. Bakınız o teşkilat ne yapar, yeni İbrahim Hakkı’ları yetiştirir ve artık Kürt Sait’ler değil Saidi Nursiler ortaya çıkar, Kürt sorunu da çözülür. İsterseniz ‘Türkçe tedrisat yapın’ deyin, onlar buna aldırmazlar. Onların derdi Kürtçe değil, Kur’an’dır Kur’an...

Türkiye Irak’a girerse neler olur?

a)      Yanlış istihbarat, daha doğrusu talimat nedeniyle Türkiye düşmanları korunur, Türkiye dostları hedef hâline getirilir. Irak’ta Türkiye dostu kalmaz hâle gelinir.

b)      Şimdi dostane ilişkilerimiz olan Irak Kürtleri ile çatışmaya başlar ve cephemizi daha da büyütmüş oluruz.

c)       Irak devleti bizimle savaşmak zorunda kalır ve Iraklılar Amerikalılara yaptıklarını bize yapmaya başlar, Irak batağına biz de girmiş oluruz.

d)      Çatışmalar kızışınca Türkiye Kürtleri de onlar tarafı yer almak zorunda kalabilir. Sonuçta Türkiye kendisini ateşin içinde bulur.

Bunun dışında ABD’nin zorlaması ile Suriye ile İran da boş durmayacak ve onlar da bu çatışma alanına çekilecektir. Rusya ve Çin bir taraftan, Avrupa ve Amerika diğer taraftan silah ve diğer lojistik destekler vererek yıllar sürecek bir savaş başlayacaktır. Mağaralardaki üç-beş teröristin üstesinden gelemeyen Türkiye dünya terörünü nasıl durduracaktır? Savaş çılgınları, ecelinize susamadınızsa şeriatın emirlerini dinleyin da başkalarının topraklarına müdahale etmeyin.

ABD’nin hâkimiyeti önümüzdeki birkaç yıl, belki de bir-iki yıl içinde bitecektir. Amerikalılar artık dünyada Siyonizmin maşası olamayacaktır, olmayacaktır. Çok yakında dolar tepetaklak gidecek ve artık otel odalarında dünyaya menfi yönde yön veren sömürü sermayesi sona erecektir. Tevbe Sûresi bunu bildiriyor. O zamana kadar şehitler versek de sabretmeliyiz. Sömürü sermayesinin kışkırtmalarına ve dolduruşlarına gelmemeliyiz.

Adil Düzen Çalışanlarının endişesi olmasın. Türkiye ya “Adil Düzen”i kabul edecek ve yaşayacak ya da birinci Cumhuriyetin sonu Osmanlıların sonu olacaktır. O zaman biz ikinci cumhuriyeti kuracağız. Biz bu cumhuriyetin yaşaması için bağırıp çağırıyor ve elimizden geldiğince çaba sarf ediyoruz. Yoksa, çok uzak değil, yakın bir gelecekte yalnız Türkiye’de değil; bu çöküşten sonra Türkiye’de, İran’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve Arabistan’da, hattâ Filistin ve İsrail’de Adil Düzen devletleri kurulacaktır. Ortadoğu birliği doğacaktır ama Siyonizmin değil İslâmiyet’in Orta Doğusu olacaktır.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 






Tüm Seminerler
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1130
En'âm Suresi Tefsiri 77-79. Ayetler
21.08.2021 3464 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1129
En'âm Suresi Tefsiri 74-76. Ayetler
14.08.2021 2657 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1128
En'âm Suresi Tefsiri 72-73. Ayetler
7.08.2021 2627 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1127
En'âm Suresi Tefsiri 71. Ayet
31.07.2021 2147 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1126
En'âm Suresi Tefsiri 66-70. Ayetler
24.07.2021 2526 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1125
En'âm Suresi Tefsiri 61-65. Ayetler
17.07.2021 2545 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1124
En'âm Suresi Tefsiri 52-55. Ayetler
10.07.2021 2278 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1123
En'âm Suresi Tefsiri 45-51. Ayetler
3.07.2021 2169 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1122
En'âm Suresi Tefsiri 40-44. Ayetler
26.06.2021 2173 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1121
En'âm Suresi Tefsiri 35-39. Ayetler
19.06.2021 2586 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1120
En'âm Suresi Tefsiri 31-34. Ayetler
12.06.2021 2478 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1119
En'âm Suresi Tefsiri 26-30. Ayetler
5.06.2021 1984 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1118
En'âm Suresi Tefsiri 20-25. Ayetler
29.05.2021 2339 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1117
En'âm Suresi Tefsiri 13-19. Ayetler
22.05.2021 2285 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1116
En'âm Suresi Tefsiri 7-12. Ayetler
15.05.2021 2425 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1115
En'âm Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
8.05.2021 2424 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1114
Kasas Suresi Tefsiri 86-88. Ayetler
1.05.2021 2258 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1113
Kasas Suresi Tefsiri 83-85. Ayetler
24.04.2021 2437 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1112
Kasas Suresi Tefsiri 79-82. Ayetler
17.04.2021 2393 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1111
Kasas Suresi Tefsiri 76-78. Ayetler
10.04.2021 2615 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1110
Kasas Suresi Tefsiri 72-75. Ayetler
3.04.2021 2434 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1109
Kasas Suresi Tefsiri 68-71. Ayetler
27.03.2021 3037 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1108
Kasas Suresi Tefsiri 61-67. Ayetler
20.03.2021 2670 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1107
Kasas Suresi Tefsiri 57-60. Ayetler
13.03.2021 2980 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1106
Kasas Suresi Tefsiri 52-56. Ayetler
6.03.2021 2669 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1105
Kasas Suresi Tefsiri 47-51. Ayetler
27.02.2021 2744 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1104
Kasas Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
20.02.2021 2952 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1103
Kasas Suresi Tefsiri 38-42. Ayetler
13.02.2021 3134 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1102
Kasas Suresi Tefsiri 33-37. Ayetler
6.02.2021 3027 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1101
Kasas Suresi Tefsiri 29-32. Ayetler
30.01.2021 3422 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1100
Kasas Suresi Tefsiri 26-28. Ayetler
23.01.2021 5478 Okunma
4 Yorum 28.02.2021 11:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1099
Kasas Suresi Tefsiri 21-25. Ayetler
16.01.2021 3541 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1098
Kasas Suresi Tefsiri 16-20. Ayetler
9.01.2021 3072 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1097
Kasas Suresi Tefsiri 12-15. Ayetler
2.01.2021 3857 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1096
Kasas Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
26.12.2020 3710 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1095
Kasas Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
19.12.2020 3420 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1094
Neml Suresi Tefsiri 89-93. Ayetler
12.12.2020 3870 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1093
Neml Suresi Tefsiri 83-88. Ayetler
5.12.2020 3832 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1092
Neml Suresi Tefsiri 76-82. Ayetler
28.11.2020 4108 Okunma
1 Yorum 29.11.2020 17:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1091
Neml Suresi Tefsiri 67-75. Ayetler
21.11.2020 4618 Okunma
1 Yorum 26.11.2020 17:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1090
Neml Suresi Tefsiri 63-66. Ayetler
14.11.2020 3012 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1089
Neml Suresi Tefsiri 59-62. Ayetler
7.11.2020 3112 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1088
Neml Suresi Tefsiri 54-58. Ayetler
31.10.2020 3965 Okunma
1 Yorum 03.11.2020 17:20
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1087
Neml Suresi Tefsiri 45-53. Ayetler
24.10.2020 3822 Okunma
1 Yorum 24.10.2020 22:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1086
Neml Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
17.10.2020 2850 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1085
Neml Suresi Tefsiri 36-40. Ayetler
10.10.2020 2942 Okunma
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1084
Neml Suresi Tefsiri 27-35. Ayetler
3.10.2020 3950 Okunma
2 Yorum 11.10.2020 20:33
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1083
Neml Suresi Tefsiri 20-26. Ayetler
26.09.2020 7713 Okunma
5 Yorum 03.10.2020 19:37
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1082
Neml Suresi Tefsiri 15-19. Ayetler
19.09.2020 5602 Okunma
3 Yorum 03.10.2020 18:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1081
Neml Suresi Tefsiri 12-14. Ayetler
12.09.2020 4173 Okunma
2 Yorum 13.09.2020 15:00
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1080
Neml Suresi Tefsiri 7-11. Ayetler
5.09.2020 3574 Okunma
2 Yorum 06.09.2020 15:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1079
Neml Suresi Tefsiri 1-6. Ayetler
29.08.2020 3715 Okunma
2 Yorum 30.08.2020 20:43
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1078
Şuara Suresi Tefsiri 224-227. Ayetler
22.08.2020 4732 Okunma
3 Yorum 23.08.2020 21:17
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1077
Şuara Suresi Tefsiri 213-223. Ayetler
15.08.2020 4443 Okunma
4 Yorum 16.08.2020 18:26
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1076
Şuara Suresi Tefsiri 203-212. Ayetler
8.08.2020 4741 Okunma
6 Yorum 09.08.2020 19:55
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1075
Şuara Suresi Tefsiri 192-202. Ayetler
1.08.2020 4663 Okunma
5 Yorum 06.08.2020 19:32
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1074
Şuara Suresi Tefsiri 176-191. Ayetler
25.07.2020 4815 Okunma
3 Yorum 26.07.2020 16:16
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1073
Şuara Suresi Tefsiri 160-175. Ayetler
18.07.2020 4547 Okunma
3 Yorum 20.07.2020 11:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1072
Şuara Suresi Tefsiri 141-159. Ayetler
11.07.2020 3395 Okunma
2 Yorum 12.07.2020 15:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1071
Şuara Suresi Tefsiri 123-140. Ayetler
4.07.2020 4475 Okunma
3 Yorum 11.07.2020 03:35
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1070
Şuara Suresi Tefsiri 105-122. Ayetler
27.06.2020 3622 Okunma
2 Yorum 28.06.2020 18:12
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1069
Şuara Suresi Tefsiri 92-104. Ayetler
20.06.2020 5173 Okunma
4 Yorum 21.06.2020 19:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1068
Şuara Suresi Tefsiri 83-91. Ayetler
13.06.2020 3853 Okunma
1 Yorum 14.06.2020 16:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1067
Şuara Suresi Tefsiri 69-82. Ayetler
6.06.2020 5148 Okunma
3 Yorum 08.06.2020 14:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1066
Şuara Suresi Tefsiri 53-68. Ayetler
30.05.2020 5007 Okunma
3 Yorum 31.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1065
Şuara Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
23.05.2020 4933 Okunma
3 Yorum 29.05.2020 18:08
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1064
Şuara Suresi Tefsiri 34-44. Ayetler
16.05.2020 3536 Okunma
1 Yorum 17.05.2020 15:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1063
Şuara Suresi Tefsiri 23-33. Ayetler
9.05.2020 3477 Okunma
1 Yorum 10.05.2020 08:19
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1062
Şuara Suresi Tefsiri 10-22. Ayetler
2.05.2020 3688 Okunma
2 Yorum 13.05.2020 21:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1061
Şuara Suresi Tefsiri 1-9. Ayetler
25.04.2020 5150 Okunma
2 Yorum 14.05.2020 18:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1060
Furkan Suresi Tefsiri 73-77. Ayetler
18.04.2020 4205 Okunma
2 Yorum 15.05.2020 16:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1059
Furkan Suresi Tefsiri 68-72. Ayetler
11.04.2020 5418 Okunma
3 Yorum 16.05.2020 16:02
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1058
Furkan Suresi Tefsiri 60-67. Ayetler
4.04.2020 4087 Okunma
2 Yorum 18.05.2020 16:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1057
Furkan Suresi Tefsiri 53-59. Ayetler
28.03.2020 5268 Okunma
5 Yorum 19.05.2020 16:27
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1056
Furkan Suresi Tefsiri 45-52. Ayetler
21.03.2020 4417 Okunma
2 Yorum 20.05.2020 16:21
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1055
Furkan Suresi Tefsiri 41-44. Ayetler
14.03.2020 4429 Okunma
2 Yorum 21.05.2020 16:36
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1054
Furkan Suresi Tefsiri 35-40. Ayetler
7.03.2020 4569 Okunma
2 Yorum 22.05.2020 16:05
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1053
Furkan Suresi Tefsiri 30-34. Ayetler
29.02.2020 4765 Okunma
2 Yorum 23.05.2020 15:57
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1052
Furkan Suresi Tefsiri 21-29. Ayetler
22.02.2020 5314 Okunma
3 Yorum 24.05.2020 16:54
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1051
Furkan Suresi Tefsiri 17-20. Ayetler
15.02.2020 4116 Okunma
2 Yorum 30.05.2020 17:45
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1050
Furkan Suresi Tefsiri 10-16. Ayetler
8.02.2020 5260 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 11:38
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1049
Furkan Suresi Tefsiri 4-9. Ayetler
1.02.2020 4524 Okunma
1 Yorum 03.02.2020 07:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1048
Furkan Suresi Tefsiri 1-3. Ayetler
25.01.2020 3843 Okunma
1 Yorum 26.01.2020 06:07
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1047
Nur Suresi Tefsiri 62-64. Ayetler
18.01.2020 4380 Okunma
1 Yorum 25.01.2020 07:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1046
Nur Suresi Tefsiri 61. Ayet
11.01.2020 4590 Okunma
1 Yorum 13.01.2020 08:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1045
Nur Suresi Tefsiri 58-60. Ayetler
4.01.2020 4112 Okunma
1 Yorum 05.01.2020 08:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1044
Nur Suresi Tefsiri 53-57. Ayetler
28.12.2019 4097 Okunma
1 Yorum 30.12.2019 08:51
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1043
Nur Suresi Tefsiri 47-52. Ayetler
21.12.2019 4086 Okunma
1 Yorum 22.12.2019 23:13
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1042
Nur Suresi Tefsiri 43-46. Ayetler
14.12.2019 4540 Okunma
1 Yorum 17.12.2019 07:14
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1041
Nur Suresi Tefsiri 39-42. Ayetler
7.12.2019 5648 Okunma
2 Yorum 09.02.2020 00:42
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1040
Nur Suresi Tefsiri 35-38. Ayetler
30.11.2019 9814 Okunma
2 Yorum 03.12.2019 13:53
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1039
Nur Suresi Tefsiri 32-34. Ayetler
23.11.2019 4645 Okunma
1 Yorum 24.11.2019 08:09
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1038
Nur Suresi Tefsiri 30-31. Ayetler
16.11.2019 3703 Okunma
1 Yorum 19.11.2019 12:31
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1037
Nur Suresi Tefsiri 27-29. Ayetler
9.11.2019 3852 Okunma
1 Yorum 10.11.2019 05:24
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1036
Nur Suresi Tefsiri 23-26. Ayetler
2.11.2019 3355 Okunma
1 Yorum 03.11.2019 07:48
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1035
Nur Suresi Tefsiri 19-22. Ayetler
26.10.2019 3382 Okunma
1 Yorum 28.10.2019 13:15
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1034
Nur Suresi Tefsiri 12-18. Ayetler
19.10.2019 3742 Okunma
1 Yorum 20.10.2019 10:50
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1033
Nur Suresi Tefsiri 6-11. Ayetler
12.10.2019 5696 Okunma
2 Yorum 16.10.2019 14:52
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1032
Nur Suresi Tefsiri 1-5. Ayetler
5.10.2019 4244 Okunma
1 Yorum 06.10.2019 23:25
Süleyman Karagülle
Kuran Seminerleri 1031
Müminun Suresi Tefsiri 111-118. Ayetler
28.09.2019 3445 Okunma
1 Yorum 30.09.2019 10:50


© 2025 - Akevler