KUR’ÂN MATEMATİĞİ - XXIV. DERS -24 (TEFSİR)
İstanbul - Üsküdar, 28.08.1999
F Â R İ K Â T
بسم الله الرحمن الرحيم
والمرسلات عرفا * فالعاصفات عصفا * و الناشرات نشرا *
فالفارقات فرقا * فالملقيات ذكرا * عذرا او نذرا *
“Âsıfât” ve “Nâşirât”tan sonra Kur’ân’da “Fârikât” kelimesi gelmektedir.
“Fırka” veya “Fılka” kayalıklardan kopan taş parçası anlamındadır. Ayırmak, bölmek veya seçmek mânâsındadır. Neşredilmiş veya asfedilmiş gönderilenlerin seçilerek bize uygun olanların alınmasıdır. Bugün bunun en açık örneği antenden gelen pek çok dalgalardan istediğimizi seçip alarak belli kanalı veya dalgayı seyredebilmemiz veya dinleyebilmemizdir. Şimdi odamızda binlerce istasyonların dalgaları vardır. Ama biz onları alamıyoruz. Radyomuz veya televizyonumuz onlardan birini seçerek hoparlöre veya ekrana getirmekte ve bize göstermektedir. Tüm varlıklarda böyle seçicilik özelliği vardır. Çeşitli araçlar kullanırlar. Bunlar renk olabilir, ses olabilir, koku olabilir. Arılar kovanlarına giren yabancı arıyı özel kokularıyla seçerler. Bedenimizdeki hücreler vücuda giren yabancı maddeleri seçicilik sayesinde ayırırlar. Bunun için kullandıkları cihazlar vardır. Atomlar da kendilerine özgü ışığı seçerek yayınlarlar. Bu sayede yıldızlarda olan maddelerin cinslerini ve nisbi miktarlarını bilebilirler. Bugün ışık analizleri yardımıyla bir çok maddenin hangi elementleri ihtiva ettiğini çok kolaylıkla tesbit edebiliriz. Milyonlarca insan görsek, seçicilik sayesinde tanıyabiliyoruz. Kitaptaki harfleri seçicilik sayesinde birbirinden ayırıyoruz.
İşte Kur’ân tüm hayatımızı düzenleyen canlı ve cansız bütün âlemlerdeki ilişkiyi sistemli bir şekilde ortaya koyan ayırıcılara ve seçicilere yemin etmektedir. Seçiciliğin ne kadar büyük bir öneminin olduğunu en basit bir düşüncemizle bulmamız mümkündür. Seçicilik olamasaydı, mesela bozulmuş bir yiyecekle bozulmamış bir yiyeceği anlayamayacak ve zehirlenebilecektik. Seçicilik maddesinin iyi kavranılabilmesi için bu husustaki matematikle ilgili kuralları gözden geçirelim:
(Matematik Notları “SEÇİCİLİK” maddesine bak.
Şimdi “Fârikâtlar”ın uygulamasını yapalım.
Kainatta “Âlem”in genel ekseni VÜCUT (VARLIK) ve TESİR (ETKİ) ile;
“İnsan”ın özel ekseni GAYE (AMAÇ) ve MEŞİET (DİLEME) ile irtibat düzlemini oluşturur.
Bunları birleştiren de ikişer olarak şöyledir:
“Vücut” ile “Gaye” arasında “Fıtrat” yerini alır. Bunlar kurallı olaylardır. Değişmez olaylardır. Yani tükenmezler, bitmezler. Yaratılıştan beri aynı kanunlarla ve aynı miktarda varlıklarını sürdürmektedirler. Madde ve enerjiyi içermektedirler. Oysa “Tesir” ile “Gaye” arasında olan olaylar da kurallıdır. Belli kanunlara tabidirler. Ne var ki burada entropinin büyümesi vardır. Faydalı enerjinin tükenmesi vardır. Güneş soğuyor. Soğuma kurallıdır. Güneş sıcak cisimden soğuk cisme dönüşecektir. Geri dönüş de olmayacaktır. Buna “Kur’ân’da Fânilik” denmektedir. Kurallı oluşların yanında kuralsız oluşlar vardır. Bunlara “gaybi oluşlar” deniyor. Bu da elbette iradeye dayanacaktır. Meşiete dayanacaktır. “Meşiet” ile “İrade” arasındaki fark, “Meşiet” bir kimsenin başka birinden bir şey beklemeksizin kendi kendine bir şeyi dilemesidir. “İrade” ise başkasının üzerinde bir şeyin olmasını istemesidir. İrade de iki şekilde tezahür etmektedir. Ani irade ile istenenin var olmasıdır. Buna “hilkat” diyoruz. Yahut tedricen gelişerek daha üst oluşlara gitme şeklinde olur. Buna “rabvet” veya “evrim” diyoruz. “Evrim” ile “Fânilik” tesir tarafında, “Fıtrat” ila “Hilkat” ise diğer tarafında yer alacaktır. “Fıtrat” ve “Fânilik” hisabidir, “Hilkat” ve “Rabvet” ise gaybidir. Kainat bunlar üzerinde oluşmuştur.
İnsanda “dört kutup” Fikir, His, İrade ve Ünsiyet’ten oluşuyordu. Bunları birbirine bağlayan “dört meleke” daha söz konusu olmalıdır. Bunlar KARAR, İÇGÜDÜ, ÂDET ve HÜKÜM dür.
İnsan duyu organları aracılığı ile oluşlardan haberdar olmaktadır. Bu haber derhal beyne ulaşmakta, beyin zevkleri ile acı tatlı cevapları ile hisleri uyarmaktadır. İşte hisler burada acil olmayan durumlarda arzu şeklinde fikirlere isteklerini bildirmektedir. Acil durumlarda ise eğer yapılacak iş bedenle ilgili ise içgüdü ile iradeye havale etmekte, irade de onu uygulamaktadır. Eğer yapılacak iş bedenle ilgili olmayıp toplulukla ilgili ise, sosyal ilişkilerle ilgili ise, o zaman mevcut âdet veya mevzuat ile sorunlarını çözmektedir. His melekesi öyle bir melekedir ki kendisi gerek dışardan gerekse ruhtan etkilenerek yapılacaklar hususunda karar vermektedir. Bildiği bir şey değilse o hususta karar vermek üzere arzu şeklinde ilme havale etmektedir. Bildiği konularda ise içgüdüye veya âdetlere uyarak davranışları kararlaştırmaktadır. Fikir melekesi arzudan aldığı istekleri muhakeme melekesinde değerlendirdikten sonra, bilinç ve hâfıza ile de ilişki kurduktan sonra karar şeklinde iradeye bildirmektedir. Eğer kendi bedeninin yapacağı bir iş ise bedenine doğrudan bilgi vermekte ve ona göre davranışlar yapılmaktadır. Kendi bedeni ile yapacağı bir iş değilse, diğer kimselerin de katkıları gerekiyorsa, o zaman karar şeklinde ünsiyete bildirmektedir. Ünsiyet de diğer insanlarla ilişkiler kurarak soruna ortak sorunlar aranmış olur. Böylece İnsanın Fikri ile İradesi arasında “Karar”, Hissi ile İradesi arsında “İçgüdü”, Hissi ile Ünsiyeti arasında “Âdet”, Fikri ile Ünsiyeti arasında da “Hüküm Melekeleri” yer almaktadır. Karar yapılacakları, Hüküm ise yapılması gerekenleri kararlaştırır.
Topluluk, İlim, Din, Ekonomi ve Yönetim olmak üzere “dört meleke”den oluşmaktadır. İnsandaki fonksiyonların benzerleri toplulukta yapılmaktadır. Halkın yaşaması ile ilgili istekler dini kuruluşa iletilir. Yayın organları bu istekleri kollektif hâle getirir. Dini araştırma doğrudan doğruya yapılabileceklerini ekonomi ve yönetime bildirir. Onlar da onları yaparlar. Üzerinde araştırılması gerekenleri uyarı kuruluşu ile araştırma kuruluşlarına bildirirler. Araştırma kuruluşları planlama ve basından yararlanarak araştırma yapar. Üretilen proje “İlm”in direktifi ile “Ekonomi”ye bildirilir. Bu yapılan “sözleşmeler” ile gerçekleşir. Yani araştırma sonucu elde dilenler sözleşme ile “mevzuat”a dönüşür. Meclis, şûra ve başkanların kararları bunun içindedir. Halk bu mevzuata uygun olarak işler yapar. Bu hususu ekonomi “kredi” ile düzenler. Üretildikten sonra elde edilen mallar kontrola tâbi tutulur. O halde sözleşmeden sonra “kontrol” ortaya çıkar. Ambara giren mallar yönetimce paylaştırılır. Ancak burada haksızlık ortaya çıkarsa kişilerin “hakemler”e gitme hakları vardır. Tahkik dediğimiz “soruşturma müessesesi” olayları tesbit eder. Tarafların seçtiği “hakemler” de dengeli karar verirler. Psikolojide kişi kendi hükmünü bildirmekle yetiniyordu. Toplulukta tarafların seçtiği hakemlerin kararları “hüküm” oluyor ve uygulamaya zorlanıyor. Böylece toplulukta İlim ile Ekonomi arasında “sözleşmeler”, Ekonomi ile Din arasında “kontrol”, Din ile Yönetim arasında “soruşturma” ve Yönetim ile İlim arasında “hakem kararları” vardır. Bunların hepsinin seçici olduklarına dikkat edilmelidir.
Hizmette Tedris, Terbiye, İrşat ve Tâlim vardı. Bu dört kutbu birbirine bağlayan hizmetler olmalıdır. Tedris ile Terbiye arasında “tescil” yanı noterlik vardır. Tüm sözleşmeler yazılarak topluluğun hâfızasına alınır. Terbiye ile İrşat arasında “kontrol” vardır. Üretilenlerin yaşama ile ilgili olup olmadığı, ihtiyaçları giderip gidermeyeceği bu kurum tarafından gerçekleştirilir. Buna “tesbit” diyoruz. Olanı olduğu gibi tesbittir. Terbiye ile Atılım arasında ise “tahkik” vardır. İddiaların doğru olup olmadığı soruşturularak tahkik edilir. Nihayet Talim ile Tedris arasında “tahkimin tescili” vardır. Bunlar kaydedilir ve saklanır. Gerektiğinde ibraz edilir.
Ekonominin dört kutbu Mal, Para, Emek ve Yapılar idi. Çarşılarda imalat yapılabilmesi için halktan “emek” gelmelidir. Pazardan “ham madde” gelmelidir. Bankadan da “sipariş” gelmelidir. Bunlara dayanılarak “imalat” yapılır. Şantiyede de inşaat yapılabilmesi için pazardan “inşaat malzemesi”, halktan “artık emek” ve bankadan da “çalışma kredisi” gelmelidir. Bunlar birleşince “inşaat” yapılabilmektedir. Öyleyse mal ile emek arasında “ham madde”, para ile emek arasında “sipariş kredisi”, mal ile yapı arasında “malzeme”, para ile inşaat arasında “çalışma kredisi” verilmelidir. Bu kredilendirme ve satın almalar hangi malzemelerin nerelerde kullanılacağını, hangi emeğin nerelerde harcanacağını belirler ki; burada “seçicilik” açıktır.
Hayatın kutupları olarak Işık alışı ve Isı verişi, Madde alışı ve Madde verişi idi. Bunların canlılığı oluşturması için her şeyden önce irsiyet var olmalıdır. Yani yavrular ana babasına benzemelidirler. Bu yeterli değildir. Değişik şartlarda uyum sağlamalıdırlar. Yani bir taraftan atalarına benzeme, diğer taraftan da çevreye uyumlu olma ile farklılaşma durumu vardır. Bu olay insanlarda son derece belirgindir. Tüm insanlar insan olarak birbirine benzer ama sima olarak hiç kimse hiç kimseye benzemez. İnsanın insana benzemesiyle insan diğerlerinden ayırt edilir. Simanın farklı olmasıyla da insanlar arasında ayırd etme ortaya çıkar. Burada her ikisi de madde ile yapılmakta ve doğuşla ilgilidir. Dolayısıyla ışık alışı ile madde alışı arasında “irsiyet”, madde alışı ile ısı verişi arasında “uyum” söz konusudur. Diğer taraftan yeryüzü yaratılmıştır ve yok olacaktır. Hayat evrime tâbidir ve nesiller inkıraz etmektedir. Evrim ve inkıraz da bir “seçicilik”tir. İnkıraz güneş enerjisinin tükenmesi ile ilgilidir. Evrim ise ısının oluşması sonunda meydana gelmektedir. Böylece ışık ile atık arasında “inkıraz”, atık ile ısı arsında “evrim” vardır. Yani hayat daha üstün bir hayatın oluşması için sona ermektedir.
Usûl ilminde seçiciler “istimal” olarak adlandırılır. Vaz ile dil oluşur. İstimal ile dil kullanılır. Konuşan kimse kelimeleri seçerek kullanır. Cümleleri ayırd ederek söyler. Dinleyen de seçilen kelimelerle konuşanın kasdını anlar. Buradaki anlama vaz ile değildir. Muhkem ile Nas arasında “hakiki sarih”, Nas ile Müteşabih arasında “mecazi sarih”, Müteşabih ile Müşkül arasında “kinayeli mecaz”, Muhkem ile Müşkil arasında “kinayeli hakikat” vardır. Hakikat demek, bir kelimeyi bir cümle içinde kullanılmadan da anlaşılan mânâdır. Cümle olarak da herkesin aynı şey anladığı mânâdır. Kullanılan cümle içinde kelimede anlaşılan değişik mânâdır. Mecazda kelime hakiki mânâsını kaybeder. Sarih de hakikat gibidir. Yani söylendiği gibi anlaşılan mânâdır. Ancak yine ifade ettiği cümlelerin gereği anlaşılan mânâdır. “Güneş doğdu” dediğinizde aynı zamanda “aydınlık oldu” demiş olursunuz.
İlim: İlmin dört kutbunu yeniden hatırlarsak; Tedrisat, insanların doğru düşünmelerini öğretir. Terbiye, insanlara iş becerilerini öğretir. İrşat, insanların ahlâklı davranışa alıştırır. Talim ise insanların savaşlarda ve âfetlerde nasıl korunacağını veya nasıl savaşacaklarını öğretir. Bunlar “eğitim müesseseleri”dir. Okullar, atölyeler, mabetler ve kışlalar bu hizmetleri yüklenmişlerdir. Dört çeşit yan bağların oluşmasını gerektirir. İlim delillerden hükümler çıkarmaktır. Bütün geçmiş olaylar delillerdir. Yanı tarih delillerden ibarettir. Hükümler ise gelecekte olacakları tahmin etmedir. Geçmiş kesindir. Değişmez gelecek ise insanın ve Allah’ın iradesine bağlıdır. Ancak tahmin yapılabilir. “Âhiret ilmi” veya füturoloji denmektedir. İrşat ile Terbiye arasında “evrim” yer alır. Evrim, birbirine benzeyen ama aralarında ilişki olmayan varlıklardan, birbirine benzemeyen ama aralarında dayanışma bulunan varlıklara doğru gidiştir. Buna karşılık İrşat ile Talim arasında entropinin büyümesi vardır. Termodinamiğin ikinci kanunu gereği her şey bozulmaktadır. Kainat peryodik değildir. Bunların ilmi yapılacaktır. Bunlar henüz bağımsız ilim şeklini almamıştır. Gelecekte bunlar tarih gibi gelişmiş ilimler olacaktır.
Fıkıhın dini hükümlerinde insanın kendisi ile Allah arasında olan hükümler olup kişi Allah’a karşı sorumludur. Bunlar ibadetlerle gerçekleşir. Zekat ve Namazı daha önce görmüştük. Keffaretleri anlatmıştık. Yan iki kolu eksiktir. Bu da Hac ile Oruçtur. Oruç, kişinin kendi sağlığı ve ailesinin sağlığı ile ilgili hükümleri içerir. Erham yanı nikah ile ilişkilidir. Hac ise topluluğun, tüm insanlığın birlikte yaşama hükümlerini düzenler. Ukud yani sözleşmeler ile ilgilidir. Kazai hükümler ise kamuca teminat altına alınmış hükümlerdir. Sözleşmelere ve anlaşmalara dayanır. Bunlardan Kısas ve Diyet daha önce görülmüştü. Tazirin hükümleri konmuştu. İki kol eksik kalmıştır. Onlar da kol kesme ve dayak cezalarıdır. Cezalar kamudan gizli yapılan fiillere uygulanır. Çünkü kamu onları denetleyemez duruma düşmektedir. Bunlar kişilere karşı işlenmiş suç olmayıp kamuya karşı işlenmiş suçlardır. Bu sebepledir ki affedilmesi mümkün değildir. Maddi bir tahribat yoksa dayak cezaları verilir. Bu da zina ve kazf yani iftira cezalarıdır. Zinada 100 sopa, iftirada 80 sopa vurulmaktadır. Diğeri ise hırsızlıktır. Hırsızlık elle yapıldığı için kol kesme cezaları vardır. Cezalar için konmuş kuralları hatırlatmakta ayrar vardır: 1) Cezalarda kat’ilik aranır. Şüphe cezaları düşürür. Suç olduğu kesin olarak bilinmelidir. 2) Cezası da kesin olarak tesbit edilmiş olmalıdır. 3) İşlenmiş olduğu da dört âdil soruşturmacı tarafından belirlenmelidir 4) Fail fiili sanat hâline getirmelidir. Zinada bu tam duhulü gerektirir. Sevişme ceza için yeterli değildir. Hırsızlıkta çalınan mal yeter miktarda olmalıdır. Bununla birlikte dört şahidin ayrı ayrı tesbit etmesi bunların sanat hâline gelm
esine de delil teşkil eder.