ADİL DÜZEN 437
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 08 Aralık 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 437. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
GEÇİŞ ANAYASASINDA YARGI
HAKİMLİK VE HAKEMLİK
YAHUDİLERİN YENİ BİR OYUNU MU?
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 99. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلْ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ
وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282)
ذَلِكُمْ أَقْسَطُ (ÜAvLıKuM EaQSaOu) “Bu aksattır.”
Buradaki “zâlike/bu” ism-i işarettir. Konuşmada eğer cümleye işaret edilecekse “za” denir. Anlamına işaret edilecekse “zâlike” denir. Çünkü söz açıktır ama mânâsı kapalıdır, bu nedenle uzak ism-i işaret kullanılmıştır. Burada işaret edilen az olsun çok olsun eceli ile yazılacaktır. “Aksat olan budur.”
Gelecek uygarlık bu yazı üzerinde doğacaktır. Para olmayacak, her şeyin sadece bir hesabı olacak, bir de elektronik kartı olacaktır. İnsanın başkası ile kurduğu her ilişki kartla muhasebeye geçirilmiş olacaktır. Nasıl bugün paranız yoksa bir iş yapamazsanız, nefes kadar para gerekliyse; yarın, daha doğrusu geleceğin dünyasında paranın yerine muhasebe geçecek, her şeyin resmî değeri olacaktır. İnsanların ehliyetlerine, tahsillerine, tecrübelerine, yaşlarına göre dereceleri olacaktır. Malların arz ve talebe göre resmî fiyatları olacaktır. Evlerin ve her türlü gayrimenkullerin resmî kiraları olacaktır. Bunlar bilinecektir. Bir de her senedin resmî kredi değeri olacaktır. Bunlarla hayat sürüp gidecektir.
İki bucak düşünün.
Bir bucağın halkı bugün olduğu gibi muhasebesini tutmuyor. Kimin kimden ne aldığı ve ne verdiği belli değil. Birinin bir malı çalınıyor, çalındığı bilinmiyor veya çalındığı bilinse bile kimin çaldığı bilinmiyor. Çalınıyor, bulunamıyor. Bu bucak böylesine sıkıntılar içinde yaşıyor.
Bir de “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen bucağı” kurulmuş. Her şey muhasebeye geçiyor. Muhasebe gizli, kimseye gösterilmek zorunda değildir; ama kişi kendi çıkarı için isterse gösterebiliyor. Mesela, evindeki dolapları satmak istiyor. Her dolabın kendisi muhasebede kayıtlı. Müşteri bakıyor ve beğeniyor. Satın alıyor. Kaydına geçiriyor. Bir malın ona ait olduğu belli oluyor. Çünkü o mal yevmiye numarası ile kayıtlı. Masaları üretenler kontrolöre gidiyorlar. Kontrolör damgaladıktan sonra muhasebeye giriyor. Fatura yerine kayıt sistemi. Ondan sonra artık muhasebeden helak olunca, harap olunca düşürülüyor.
Bu bucakta saadet doğuyor; esenlik var, refah var, huzur var.
Öbür bucak ise gittikçe geriliyor, geriliyor ve bir gün çöküyor.
İşte, “Adil Düzen” böyle gelecek. Kur’an’ın emirlerini dinleyip az olsun çok olsun yazanlar dünyaya hakim olacaklardır. Evet, insanlar direnecek ve kabul etmeyecek ama “soysal tufan” olacak ve tüm insanlık helâk olacaktır. Yerine Allah’ın bu ‘yazın’ emrini dinleyen belki de sadece bir avuç insan dünyaya hakim olacaktır.
“Eksat” nedir? En dengeli şekilde olmak. Kast etmek, koparmak demektir. Kesr etmek, ayırmak demektir. Türkçede de aynı anlamı vardır. Kıst etmek, ortadan bölmek, ortadan ayırmak demektir. Taksit, eşit parçalara ayırmak demektir.
“Eksat” kelimesi mecazidir. Çünkü ortanın en ortası yoktur. Ama ortaya en doğru şekilde ayırma demektir. Demek ki en dengeli bir şekilde bölüşmek için her şeyin yazılması gerekir.
عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa elLAHı) “Allah’ın indinde aksattır.”
Yani, topluluk için en doğru olan yazılmalıdır. Topluluk ancak onunla düzene girer. Kimin nesi var, neyi harcıyor, ne kazanıyor; bunlar bilinirse ona göre makroda planlama yapılır. Topluluk dengede olur. Yani devletin görevini en iyi şekilde yapması için her şey yazılmalıdır. Mesela, zengin ve fakir böyle belli olacaktır. Zenginden alınıp fakire verilecektir. Yani uygulama yapılırken envanter hesaplarının tutulması gerekir. Nelerin hesabı tutulacak? Verilip alınan belgelerin hesabı tutulacak, verilip alınan eşyanın hesabı tutulacak, kiralanan taşınmazların hesabı tutulacak. Nihayet borçlunun ve alacaklının kayıtları tutulacak, az olsun çok olsun hepsinin hesabı tutulacaktır.
Akevler İstanbul Yenibosna Muhasebesini buna göre düzenlemek için denemeler yapmaktayız. Bu yapılan şey Nuhun Gemisi’dir. Bu muhasebeye dahil olanlar kurtulacak, dahil olmayanlar helâk olacaktır. Hazreti Nuh gemiyi yirmi senede yaptı, tufan ondan sonra geldi. Biz de bu muhasebeyi yapacağız, tufan ondan sonra gelecektir. Başkaları yaparsa biz de boğulanlar arasında oluruz. Bundan dolayı bizden önce yapanlar olursa o yapanlarla hemen birleşmemiz gerekir.
وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ (Va EaQVaMu Lı elŞaHADaTı) “Şahadet için akvamdır.”
Burada çok açık bir husus getirilmektedir. Şahitlerin dayandığı yazılı belgeler olacaktır, muhasebe ve evrak kayıtları olacaktır, kontrolörlerin damgaları olacaktır. Gelecekte şehadet hep bu kayıtların incelenmesinden ibaret olacaktır. Gelecekte kapılar bilgisayarlarla açılacak. Parmak izi ile çalışan bilgisayarlı akbiller kapıdan geçirecektir. Her kapıda kayıt yapılmış olacaktır. Girdiği yer borçlu görünecektir. Girilen alacaklı durumda olacaktır. Çıkarken de aksi olacaktır. Huduttan girene hiçbir şey sormayacağız. Akbile basacak ve geçecek. Arabaya binenler arabaya borçlu görünerek geçerler. Garaja inerler. Garajdan çıkarken akbil ile girerler. Böylece herkesin hangi saatlerde nerelerde olduğunu bilmiş oluruz. Pikniğe çıkanlar bir ormana serbestçe gireceklerdir. Akbille kapıları açılacaktır. Eğer yangın olursa ve çıkaran bilinmezse o gün orada olanların âkileleri zararı öderler.
Burada şehadetteki “lam” cins içindir. Gelecek dünya başka bir dünya olacaktır. Herkesin hesabı var. Herkes sigortalı. Çalışıyorsa kredisi var, çalışmıyorsa yeryüzünün kira payı var. Herkes günlük olarak bunu akbilden harcıyor. Herkesin oturduğu evi var, kirasını ödeyemezse de ölünceye kadar onun içinde oturabilmektedir. Arabaya parasız binebiliyor. Su ve elektrik parasız. İşte, geleceğin dünyasında sosyal güvenlik bu şekilde tam olarak sağlanmış olmaktadır.
Allah bize bu uygarlığı gösterdi; yazıyoruz, okuyoruz, çalışıyoruz...
Kimimize sonuçları görmek nasip olacak, kimimize nasip olmayacaktır.
Adil Düzen Çalışanları bilsinler ki, bu dünyada nasibi olmayanların âhiretteki payları daha büyüktür. Dünyada ücretleri kısmen de olsa ödenmemiş olmaktadır. Zevkle çalışmalıdırlar. Hemen olmasını da istememelidirler. Çünkü âhiretteki paylarından kaybederler.
Fıkıhçılar yazılı belgeleri fazla değerlendirmemişler, şifahi anlaşmaları esas almışlar, şehadette de şifahi beyanları esas almışlardır. Oysa bugün yazılı belgeler şifahi beyanların ötesine geçmiştir. Mahkemeler şahitlikten çok yazılı belgeleri esas almaktadırlar.
Kur’an ise bu âyette her şeyin yazılmasını emretmiş, sonra şehadetin yazıya dayanması gerektiğini emretmiş, bu emir ancak III. bin yılda uygulanır hâle gelmiştir.
İşte, Kur’an’daki teşabüh âyetleri budur. Bu emirlerin ifade edildiği tarihte daha kâğıt icat edilmemiştir. Yazıyı deri parçaları, kemik parçaları, tahtalar ve taşlar üzerinde yazıyorlardı. Yazı yazmayı bilen çok az kimse vardı. Ama bugün artık yazı konuşmadan daha kolay hâle gelmiştir.
Kur’an burada bize başka bir konuyu da belirtmektedir. Yazıları sonra kimler değerlendirecek; hakimler mi, yoksa soruşturmacılar mı? Yazıyı bugün hakimler değerlendirmektedirler.
İslâmiyet bu usulü benimsemez. Hakimler sadece şahitlerin şehadetine göre karar verirler. Yazıları soruşturmacılar değerlendirirler. Hakimler soruşturma yapamazlar. İslâm uygulamasına bakarak biz de bu şekilde görüşe sahip olmuştuk. Burada o görüşün Kur’an’da delilini buluyoruz.
Bu da gösteriyor ki; Kur’an Allah’ın kitabıdır ve sünnet onun uygulamasıdır. Fukahanın içtihadı da onun beyanıdır. Kur’an, sünnet ve icma bir yerde birleşiyor.
وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا (Va EaDNAy EaN LAv TaRTABUv) “İrtiyab etmemenizin ednasıdır.”
“Rayb” bulanıklık demektir, doğrularla yanlışların birbirine karışması demektir.
Her canlının bir hafızası vardır. Hafıza sayesinde anne yavrusunu tanır. Hattâ bitkilerde bile bu hafıza mevcuttur. Çiçekler kendi cinsleriyle döllenirler. Vücuda giren yabancı derhal kovulur. Bunlar hep hafızaya dayanmaktadır. Ne var ki bu hafızalarla insan hafızası farklıdır. Onların hafızası hep açıktır. Unutmak veya hatırlamak diye bir şey yoktur. Oysa insan hafızası bilgileri bilgisayarda olduğu gibi depolamakta, gerektiği zaman çağırıp şuur üstüne çıkarmaktadır. Freud bilinç altı ve bilinç üstü diye bir kavram geliştirmiştir. Psikolojik bir şey sanılmıştır. Oysa bugün bilgisayarlar sayesinde beyni bilmekteyiz. Bilgisayarda işlemler yapılır. Bunların bir kısmı ekranda görülür. Bir kısmı ise ekranda görülmez, bilgisayar kendisi yapar, sonuçları size gösterir.
İnsan beyni de böyledir. İşlemlerin bir kısmı ruha kapalı olur. Ruh onu bilmez. Bir kısmı ise ruha açık olur. Hafıza da böyledir. Bilgiler depolanır. Sonra ruh onu çağırır ve ekrana gelir. Ne var ki insanların bilgi kapasitesi her gün artmaktadır. Hem günlük hayat karmaşık hâle gelmekte hem de yeni bilgiler eklenmektedir. İnsan beyni ihtiyaca cevap verememiştir. Yazı icat edilerek hafızaya destek olunmuştur. Bunun yanında insan beyni ölümle çürüyüp gitmektedir. Oysa yazılanlar nesilden nesile iletilmektedir. Böylece yazı insan beynindeki hafızadan daha sağlam ve daha yaygın durumda olmaktadır. Onun için her şeyin yazılması istenmektedir.
Bugün yazının yanında bilgisayarlar icat edilmiştir. O da yazıdır. İlle kâğıt ve kalem şart değildir. Nitekim Tûr Sûresi’nde bilgisayarlardan bahsedilmektedir. “Tavur” tavır demektir, karakter demektir. “Mestur” kitap demek, 01’lerle sıralanmış yazı demektir. “Menşur” yapraklar demek, bilgisayar yongalarının şeklini tasvir etmektir. O halde bilgisayarlardan da yararlanarak her şeyi yazma cihetine gitmemiz gerekmektedir.
إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً (EilLAv EaN TaKUvNa TiCARaTan) “Sadece ticaret olması müstesna.”
Yazının dışında tutulan bir şey vardır, o da ticarettir. “Vicar” tilki, sırtlan gibi hayvanların inidir. Türkçedeki “becerikli” kelimesi buna yakındır. “Acar” kelimesi de buradan gelir.
“Tüccar” bir malı bir yerden satın alır, sonra götürüp başka yere satar ve kazanır. En kolay kazanç şeklidir. Ama aynı zamanda tehlikelidir. Çünkü satamazsın.
Ticaret emeksiz kazanç olduğu için helal olarak görülmez. Nitekim Marx emek dışı her türlü kazancı yasaklamak istemiştir. Ticaret Sovyetlerde yasak idi. Yahudilerin finanse ettiği ve Marx’ın geliştirdiği düzende halk vardır, sermaye vardır. Herkes çalışmakta, ücretini almakta ve mallarını satın alarak yaşamaktadır. Herkese iş verilecektir, herkese aş verilecek, çocuklar kreşlerde büyütülecektir. Bugünkü sıkıntıların sebebi ekonomidir, sömürüdür. Ona göre sermaye sömürmektedir, devlet sömürmektedir, din sömürmektedir. Aile sömürünün kaynağı olmaktadır. Bu sebepledir ki ticaret de yasaktır, kâr da yasaktır. Kur’an ise insan için emeği esas almıştır. İnsan için emekten başka bir şey yoktur demiştir. Her emek mutlaka değerlendirilmelidir diyor. Ama ticareti de istisna olarak meşru sayıyor. Çünkü ticaret demek üretici ile tüketiciyi yan yana getirmek demektir. Aralarında mübadeleyi sağlayan kimse demektir.
İşbölümü esastır. Kişi çalışır, bir malı üretir ama o mal kendisine yaramaz. Kime yaradığını bilmez. Tüketicinin de bir mala ihtiyacı vardır ama onu nereden temin edeceğini bilmez. Eğer tüccar olmazsa üreticinin elinde mal çürür, tüketici de açlıktan ölür.
Gelişmekte ve değişmekte olan dünyada her gün kimin ne ürettiğini ve kimin ne tükettiğini araştırmak gerekir. Bunun için ana varsayımlar üzerinde hareket edilecektir.
a) Üretici öyle bir mal üretsin ki maliyeti en az olsun ve en çok para getirsin. Üreticiye bunu bildirecek olan nedir, kimdir?
b) Tüketici öyle mallar satın alsın ki en ucuza satın alsın ve en çok ihtiyacını gidersin. Bunu temin edecek olan nedir, kimdir?
c) Serbest piyasa oluşsun, her malın bir fiyatı oluşsun. Oluşan bu fiyatla üretici en pahalıya satsın ve tüketici de en ucuza alsın. Öyle bir fiyat bulalım ki üreticinin satış fiyatı tüketicinin alış fiyatına eşit olsun. İşte bu piyasayı oluşturma sayesinde üretici ne üreteceğini, ne kadar üreteceğini bilmektedir; tüketici de ne tüketeceğini ve ne kadar tüketeceğini bilmektedir.
d) Bu denge fiyatını bulma serbest rekabet içinde çoklu sistemle olur. Tekelin oluşmaması ile olur. Bunu sağlayan serbest meslek sahiplerine “tüccar” denmektedir. Ticaret serbest bırakılmış, tekel önlenmiştir.
Sosyalistler ticareti yasaklarlar, kapitalistler ticareti tekele götürürler.
Kur’an ise tekelsiz serbest ticareti önermekte, yani tekele dönüşmeyen serbest piyasayı önermektedir. Bunun için dört ana temel getirmiştir.
a) Faizi yasaklamıştır. Sermayenin tekelde toplanmasını önlemiştir.
b) Sermaye vergisini teşri etmiştir. Sermayenin aşırı büyümesini önlemiştir.
c) Faizsiz kredi müessesesi ile serbest müesseseleri desteklemiştir. Böylece tekel önlenmiştir.
d) Herkese aş, sosyal müesseseler ve kamu alanlarının herkese açık olması ile de işçileri işverenlerin sömürmesinden korumuştur.
İşte, ticaretin serbest olması serbest arz ve talep fiyatlarının oluşması içindir. Bu sebepledir ki;
a) Devlet fiyatlara müdahale etmez. Her müdahale zararlıdır.
b) Devlet işveren ile işçi arasına girmez. Tam serbest rekabet içinde üretim vardır.
c) Yeryüzü tüm insanlığındır. Sermaye, emek, mal ve bilgi hareketleri tamamen serbesttir. Gümrükler ve vizeler sözkonusu değildir. Vergisi ödenmiş her malı herkes her yere götürüp satabilir.
d) Hattâ tüccarların aldıklarını ve sattıklarını kayda almalarını istemek sonunda ticareti tekele dönüştürür. Dolayısıyla ticari alışverişler peşin olacaktır. Bunun kaydı yapılmayacaktır. Yapılması zorunlu değildir.
Bugün tekel oluşturulmak istendiği için diğer borçların kaydı serbest bırakılmış, sadece tüccarlara yazma zorunluluğu getirilmiştir. Oysa İslâmiyet tersine ticarette yazmayı istisna etmiş, diğer her konuda yazmayı emretmiştir. Batı’da tüccar olmayanla tüccar ayrılmış, İslâmiyet’te ise işlemin ticareti olup olmadığı ayrılmıştır. Ticarette vergi sene sonunda mevcut mallardan kırkta bir olarak alınır. Ondan sonra bir sene kişi artık hesabı vermez. Alır ve satar, sene sonunda yine beyan ile ve envanterle işi bitirir.
‘Hesapsız ticaret olur mu?’ diyebiliriz.
Hesabı kendisi için elbette tutacaktır. Ama devlet tüccarın muhasebesine göre işlem yapmaz. Oysa diğer bütün hukuk muhasebeye ve yazıya dayanır. Tüccarları serbest bırakarak onların vergi kaçırmaları için sahte defterler tanziminden kurtarmıştır. Herkesin ticareti kolay yapmasını sağlamaktadır. Kâr ve zarardan vergi alınmıyor, servetten vergi alınıyor.
Burada şu sorun ortaya çıkmaktadır. Tüccarın tüccara sattığı mallarda yazmaya gerek yoktur. Ama tüccarın üreticiden aldığı malı yazmak gerekmez mi? Çünkü üretici tüccar değildir.
Bunun için kabul edeceğimiz ilke şudur. Üretici aldığını ve verdiğini yazar ama sadece tüccara verdim der, tüccarın adını belirtmez. Tüketici de tüccardan aldım der, kimden aldığını belirtmez. Bunu şöyle de dengeleyebiliriz. Toplayıcı esnaf yazar. Sattığı tüccar yazmaz. Mağazalar yazar. Aldığı tüccarları yazmaz. Yani resmi defterde yazmaz.
حَاضِرَةً (XAWıRaTan) “Hazır”
Yani mal peşin teslim edilir ve parası da peşin alınır. Ticarette veresiyecilik yoktur. Veresiye satış demek, kişilere hakları olmayan satın alma gücü kazandırma, yani karşılıksız para basmak demektir. Bu sebepledir ki ticaret hazır olacak, yani peşin alışveriş olacaktır. Bu âyet ona delâlet eder.
Şöyle ki, istisnaya kıyas yapılmaz. Hazır ticaret istisnaen meşru kılınmıştır. O halde hazır olmayan ticaret hazır olana kıyas yapılıp hüküm çıkarılamaz. Başka âyette de butlan ile malları yemeyin, sadece rıza ile olan ticaret müstesna denmiştir. Orada “hazıraten” getirilmemiş, burada “hazıraten” getirilmiş ama orada ticaret dışında iktisapları bâtıl saymıştır. Şimdi teradin şartı umumi ise hazıraten şartı da umumidir. Çünkü ikisi de istisna ile getirilmiştir. Rıza şartının umumiliğinde ittifak vardır. Öyleyse “hazıraten” şartının da ortak olduğu kıyas yoluyla tesbit edilebilir. Bu istisnaya kıyas değildir, icmaya kıyastır. Böylece icma da burada nassın dışında kıyasa kaynak olmuş oluyor.
Yani, ticaretin iki şartı vardır; biri rıza olacak, ikincisi de hazır olacak.
Ticarette vekâlet geçerlidir, yani konsinye satış caizdir ama veresiye satış caiz değildir; veresiye satış faizdir. Çünkü satan kâr ediyor, alan ise kâr veya zarar ediyor. Alanda para olmadığına göre onun zararını kim kapatacaktır? Dolayısıyla veresiye satış haramdır. Hazreti Peygamber bunu hadisleri ile çok açık olarak ifade etmiştir. Bugün veresiye satışlarla piyasaya hakim olunmuştur. Faizli düzen çalışmaktadır. İslâmiyet ise faizin tersini getirmiştir, o da selem sistemidir. Veresiye, önce malı alıp sonra parayı ödemedir ve haramdır. Selem ise önce parayı verip sonra malı almadır ve helaldir. Tenzilat yapmak da helaldir, yani daha ucuz almak da helaldir.
Bey’ ticaretten farklıdır. Birbirine atfedilmektedir. Ticaret peşin alınıp verilen bir alışveriştir. Mal da peşin teslim edilir, para da peşin alınır. Dolayısıyla akit yapmadan da ticaret malı mümkündür.
Bir kimse markete gidip fileyi veya alışveriş sepetini doldursa, çıkarken de parayı ödese, bu akit geçerlidir. Sözlü veya yazılı akit yapmaya gerek yoktur. Hattâ burada sözlü akitler geçersizdir. Kişi kasaya geldiği zaman malı almayabilir. Girerken kasaya para yatırsa, çıkarken malı almaz, parayı alabilir. Ticaretin kuralları budur.
Bey’de ise para almak veya malı teslim etmek satış değildir. İkisini bir arada yapmış olsalar bile birinde malı kullandırmış olur, diğerinde borç vermiş olur. Akit önemlidir. Sözleşme yaptınız mı artık siz malı almak ve para vermekle mükellefsiniz, dönemezsiniz, karşı taraf da dönemez. İştirada yazı esastır. Ticarette ise devretmek esastır.
تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ (TuDIyRUNaHAy BaYNaKuM) “Onu aranızda idare edersiniz.”
Parayı verip malı teslim aldığınız zaman alışveriş tamamlanmış olur. Ayrıca akde gerek yoktur. Akitten her zaman rücu edebilirsiniz. Ticaret mallarında mülkiyet ile zilyetlik beraber hareket eder. Mal kimin elinde ise onundur. Hayatta ise mal kimin üzerinde kayıtlı ise onundur. Zilyet olma hiçbir zaman malik olma demek değildir. İşte bu sebeple az olsun çok olsun kayıtlı olmak gerekmektedir. Eskiden bu iş kolaydı. Çünkü komşular hep birbirini tanıyor, neyin kime ait olduğu biliniyordu. Bugün ilişkide olan insanlar birbirini tanımıyor. Aynı apartmanda oturanların birbirlerinden haberleri yoktur. Ayrıca eşyalar o kadar çoğalmıştır ki, insanın kendisi bile hangileri benimdir diye bilemez. Onun için ticari olmayan her şeyin kaydedilmesi gerekmektedir.
فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا (Fa LaYSa GaLaYKuM EaN LAv TaKTuBUvHAv)
“Onu yazmamanızda sizin için bir cunah yoktur.”
Bu âyetler sadece yazı olsun, şiir olsun, teganni olsun, okunsun ve dinlensin diye indirilmemiştir. Tüccarın defterine bir şey yazmaması suç oluşturmaz. Devlet ona müdahale edemez. Hattâ tüccarın elindeki mallar da kayıtsızdır diye onu korumamazlık edemez. Sermayesini korumakla yükümlüdür. Ama yazıp yazmamakta yükümlülük yoktur.
Şöyle örnekleyelim. Bir kimse mağazaya gitti ve alışveriş yaptı. Yüz liralık mal aldı, fiş almadı, KDV ödemedi. Maliye tüccarı suçlayamaz, ona bir ceza kesemez. Müşteri de suçlu değildir, cezası yoktur. Ancak fişini almadığı malı devlet korumaz. Eğer biri onu çarpıp götürse, kapkaç yapsa, bunlar benimdi diyemez. Ama eğer fiş almışsa, o zaman devlet onu tazmin eder. Çünkü vergisi ödenmiş bir mal sigortalıdır. Tabii İslâmiyet’te KDV olmadığı için herkes fişini alır. Tüccar da gelir vergisi ödemediği için o da rahatlıkla fiş verir. Böylece kayıtsız ekonomi ortadan kalkar.
وَأَشْهِدُوا (VaEaŞHıDUv) “İşhad ediniz.”
Yukarıda “istişhad ediniz” denmişti. Orada “izâ” getirilmişti. Burada da “tebaye’tüm”ün başında “izâ” vardır. Tedayün gibi tebayu’ da vardır. Yalnız burada “işhad” vardır, “istişhad” yoktur.
“İşhad” ile “istişhad” arasında ne fark vardır?
“İşhad” demek, başkalarının yanında iş yapmak demektir. Onun görmüş olması demektir. “İstişhad” ise doğrudan onları şahid olarak tutmak demektir. İstişhadda şahid olma şartı getirilmiştir. Burada herkes şahid olabilmektedir. Ticaret mallarının alınıp satılmasında işhad yoktur. Ama diğer malların alınıp satılmasında işhad vardır. Baliğ olan herkes şehadet eder demektir. Nikâhta ve talakta da böyle şehadet sözkonusudur. Çünkü “istişhad” kelimesi kullanılmamaktadır, “şehideyn” kelimesi getirilmemektedir. Eğer kâtipler yazıyorsa bu da işhaddır. Akit esnasında bulunma şartı da yoktur. Sonra insanlar haberdar edilebilir. Bize göre bu sebepledir ki nikâh da dahil sonradan ‘biz şu tarihte anlaştık, akit yaptık’ derlerse, o tarihten itibaren geçerli olur. Merasimde şehadete gerek yoktur. Muhasiplere bildirmekle bir şeyde şehadet vardır.
Burada “işhad edin” emri vardır. Kaç kişinin işhad edileceği belirtilmemiştir. Bir tek kimsenin işhadı da yeterli olmalıdır. Yahut en az üç şahidin şehadeti gerekmektedir. Yahut kıyas yoluyla iki şahidin şehadeti yeterli olacaktır.
إِذَا تَبَايَعْتُمْ (EiÜAv TaBAYaGTuM) “Tebayaa ederseniz.”
“Tebayaa” kelimesi geçmektedir. O halde bir kimsenin satın alıp verdiği şey değildir, topluluğun satın aldığı şey demektir. Bunun için işhad vardır. Bu da kontrolörün şehadetidir.
Burada “tebaya’tum” denmiş olmasının sebebi, kontrolden sonra artık mal topluluğun kefaletine girmektedir. Ambara teslim edilmekte ve ambardan alınan kâğıt alınıp satılmaktadır. Yukarıda borç veriliyor ve mal sonra teslim alınıyor. Burada mal teslim ediliyor, senet o zaman alınıyor. Burada mal senedi sözkonusudur, orada selem senedi sözkonusudur. Orada para sözkonusu olabilir, burada senet sözkonusu olabilir. Malı üretenler malı kontrolöre götürüp teslim ederler. Kontrol edenler de damgalarlar. Bir kontrol yeterlidir. Ancak kontrolün arkasında bir dayanışma ortaklığının olması gerekir. O halde burada işhad edilen kontrol yetkilileridir. Tedayünde nasıl dayanışma kefaleti var ise burada da yine dayanışma kefaleti vardır.
Burada şuna dikkat etmek gerekir. Kontrole mal getiren kimse kontrol eder. Eğer standartlara uygunsa numarasını koyar ve damgalar. Eğer standartlara uygun değilse, hangi değerler bulundu ise o değerleri yazar. Bir belge tanzim eder. Mal sahibi malının kalitesini gösteren belgeye sahip olur. Mal da o belge numarası ile damgalanmış ve mühürlenmiştir. Kur’an’da mühürlenmiş şişedeki içeceklerden bahsedilmektedir. Mührü taklit edip mühürlemek suçtur. Cezası kol kesmedir.
Böylece bu âyette genel hizmetlerden bahsedildi, kâtiplerden bahsedildi, soruşturmacılardan bahsedildi, kontrolörlerden bahsedildi, hakemlerden bahsedilmedi ama davet olunduklarında cümlesindeki meçhul zamirler hakemlere gitmektedir. Ayrıca velayet müessesesinden bahsedildi.
وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ (Va LAv YuWarRa KaTiBün Va LA ŞaHIyDun)
“Ne kâtib ne de şehid zarara sokulmaz.”
Burada “kâtib” de “şehid” de nekre olarak kullanılmıştır, yani genel hizmetin tamamı ücrete tâbidir, zarara uğratılmaz. Meçhul olarak getirilmiştir. Yani davalı zarar vermez, davacı zarar vermez denmemiştir. Zarardan korunur demektir.
Bu ifadeden iki şey anlıyoruz. Genel hizmeti veya kamu görevini yapanlar ücreti istihkak ederler. Harcadıkları zamanlarına veya yüklendikleri sorumluluklarına göre bunlara ücret verilir. Kamuca bu sorunlar çözülmelidir. Her türlü gelir işletmelerden elde edilmektedir. Yirmi beş (25) genel hizmeti işletmeler almak zorundadırlar. Her işletme kendisine bir genel hizmet sorumlusunu; birer evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtçısını; ilmî, meslekî, ahlâkî ve siyasî bilgi danışmanlarını; takip, araştırma, ambar ve kasa hizmetlilerini; planlama, sağlık, bakım ve güvenlik hizmetlilerini seçmek zorundadır; basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetlileri de olacaktır. Bunlar bu hizmetlerinden dolayı ücretlerini alacaklardır.
Devlet aldığı kamu görevi karşılığı zekâtın yanında o kadar da genel hizmet payını alacak ve orada hizmet verenlere bölüştürecektir. Hizmetliler aldıkları payları ortak bir fonda toplayacaklar ve hizmet verdikleri kişiler sayasınca bölüşeceklerdir.
Bunun dışında kamu görevi gören soruşturmacılar da kamu bütçesinden payla soruşturma, kâtiplik, hakemlik gibi hizmetleri vereceklerdir.
Kur’an’ın gösterdiği yoldan yürümeye başlandığında çıkacak sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Bazı sorunlar vardır ki uygulamada çözülecektir. Şahitlere şehadet bedeli nasıl verilecektir? Bunun kuralları konmalıdır. Bize göre bu dayanışma ortaklıklarına verilen tahsisatın onlar tarafından bölüştürülmesidir. Bir sorunun aydınlatılması için bunlar tahsisat ayırırlar. Çözenler bunu almayı hak kazanırlar. Çözdüklerini hakemlerin onaylaması gerekir.
Daha açık söyleyelim. Mesela, Üzeyir Garih öldürüldü. İdam cezasının olmadığı ülkede birileri suçu yüklendi ve sorun sona erdi. Bir parti başkanı çıkıp ‘bu cinayetin aydınlatılmasını istiyorum’ der ve kendisine verilen tahsisatı buna ayırır. Sonunda soruşturmacılar ihaleyi yüklenenler araştırmaya girerler. Soruşturmayı isteyen parti başkanına dört soruşturmacı ayrı ayrı şehadet edeceklerini bildirirler. İtham edilen bir devletin gizli teşkilatıdır. Mahkeme bunların bu şehadetini kabul etti ve mahkum etti. İşte o zaman o tahsisatı istihkak ederler; yoksa alamazlar.
“Zarar verilmez”in ikinci yanı ise bunların tehdide karşı korunmasıdır. Mallarına ve canlarına eğer bir zarar gelirse tazmin edilir; hem de iki misli tazmin edilir. Bunların diyetleri normal diyetin iki veya dört katıdır. Buna zarar veren kimselerin âkileleri bu kadar ağır diyet ödeyecektir. Tabii ki kısas hükümleri geçerlidir. Hattâ bunlara zarar veren kimseler affedilmeyecek, asılacaktır. Diyeti devlet ödeyecektir. Âkilesinden kısmen de olsa alacaktır.
وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ (Va EiN TaFGaLUv Fa EinnaHu FuSUvQun BiKuM)
“Eğer bunu yaparsanız o sizin için füsuktur.”
Kamu görevleri ifa edenlere karşı gelinmeyecek, tamamen teslim olunacaktır. Sadece o bucak terk edilirse o zaman oradakilere itaat etmek gerekmez. Terk eden infazdan kurtulur. Terk etme hakkı da herkese verilmiştir. İdamına karar veren bir baş hakem aleyhine haksız da olsa bir şey diyemez. Bu haksız karara karşı ilçesini terk edecektir. İlçesini terk edecektir, çünkü bucağın hakemleri ilçededir. Gittiği başka ilçede eğer bir bucak başkanı ona sahip çıkar da bucağına kabul ederse idamdan kurtulmuş olabilir. Onu kabul eden bucak başkanı diyeti öder ve sorun çözülmüş olur. Bu kişi artık bu bucağa giremez. Her ne suretle olursa olsun o bucakta kaldıkça o bucaktaki görevlilere itaat edilecek ama aleyhlerine dava açılacaktır. Mesela, yönetimi yöneten başkan kişiyi oturumdan uzaklaştırır. Buna itaat etme zorunluluğu vardır. Ama sonra kişi hakemlere gider ve çıkarıldığı için uğradığı zararları tazmin ettirir. Kararları da iptal ettirebilir. Hukuk devletinde her şey hukuk düzeni içindedir. Yetkiler bellidir. Hukuk dışına çıkanlar da ayrıca cezalandırılır.
ukuık dedvelti buı dmekldir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Kur’an’da “Allah’a ittika ediniz” deniyorsa, orada onlara takdir yetkisi verilmiş demektir. Kâtip ve şahit zarara sokulmayacaktır ama nasıl sokulmayacaktır? Bunun için bir sistem geliştirilecektir. Bu sistem topluluklara bırakılmıştır. Her topluluk bu hususta çözümü arayacak ve bulacaktır. Ancak bu çözüm şeriat içinde olacaktır. Topluluğun sağlığı ve selameti için olacaktır. Bu sebepledir ki bu hususta üretilen çözümler def’idir, da’vi değildir.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı geliştirdik ve Kur’an’ın emrettiği işleri, ittika içinde kendi ürettikleri sisteme göre çözeceklerdir. Nasıl meclis kanun hükmünde kararname ile hükümete yetki veriyorsa, burada da Kur’an topluluklara bu hususta yetki vermektedir. Ancak bu işin ittika içinde olması gerekmektedir. İttikanın dışına çıkılmışsa o zaman hakemler bu çözümleri iptal veya tashih edeceklerdir demektir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” III. bin yıl için hazırlanmıştır. Her bin yılda bir uygarlık yenilenecektir. Her uygarlığın kendi anayasası olacaktır, kendi sistemleri olacaktır. III. Bin Yılın Anayasası da Genel Hizmetlere dayanmaktadır. Kamu görevi tarihte her zaman olmuştur. Çeşitli yollarda yapılmıştır. Ama “Genel Hizmet” ise ancak III. bin yıl içinde uygulanacaktır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın birinci bölümünde kamu görevleri incelenmiştir. Oradakilerde sadece ıslah vardır. Yeni müesseseler yoktur. Meclis vardır, şura vardır. Başkan vardır, asker vardır. İkinci kitapta ise Genel Hizmetler vardır. Genel Hizmetlere ihtiyaç sanayi döneminde doğmuştur. Büyük firmalar bunu firma bazında yapmakta, güçleri yetmektedir. Küçük firmalar ise bu hizmetleri ayrı ayrı yapamadıkları için silinip gitmekte ve karşılarında tekel oluşmaktadır.
İşte 1967’de İzmir’de kurulan Akevler Kredi Ve Yardımlaşma Kooperatifi buna çare aramak için faaliyetler yapmıştır. Küçük firmaların Genel Hizmetlerini yapmak için kurulmuştur. Bu işleri başaramamıştır ama başarmak için zemin hazırlamıştır. Şimdi İstanbul Yenibosna’daki Akevler İstanbul Kooperatifleri bünyesinde aynı işi başarmak için gayret sarf edilmektedir.
İzmir Akevler Genel Hizmeti neden başaramamıştır?
a) Birinci sebep bilgi noksanlığıdır. Akevler buna rağmen bu hususta başarılı olmuştur. Çünkü zamanla Genel Hizmet ile ilgili bilgiyi ortaya koymuştur. Elimizde 25 bin sayfalara varan kaynak vardır. Şimdi uygulama yapılırsa o bilgiler sayesinde olacaktır.
b) İkinci sebep ise Akevler’e devlet güçleri saldırmış ve onun gelişmesini önlemek istemişlerdir. Akevler savunma yapmak için siyaset yapmak zorunda kalmıştır. Akevler bu hususta da başarılı olmuştur. Bugün AK Parti iktidarda ise bu Akevler’de başlayan mücadelenin tesiri sonucudur. Akevler olmasaydı Millî Görüş olmazdı. Millî Görüş olmayınca da AK Parti olmazdı.
c) Başarısızlığın üçüncü sebebi de o zaman bilgisayarların bulunmayışı idi. Bilgisayar olmadan bu kayıt işlerini yürütmek mümkün olmaz. Bugün ise bilgisayar tekniği gelişmiştir. Ancak bu teknik sayesinde bu yazışma sistemi başarılacaktır. Eğer biz on sene önce İstanbul’da faaliyete başlamasaydık, o zarar ettiğimiz teşebbüslere girişmeseydik bugün bu seviyeye gelemezdik.
d) Bu arada bizim Akevler çalışanlarının da kusurları vardır. Akevler’de yetişenler çok başarılı kişiler oldukları için ve Akevler sayesinde her yerde kendilerini kabul ettirdiklerinden, ben dahil hepimiz Akevler’i terk edip başka yerlerde maceralar aradık. Ancak bunun da çok yararı olmuştur. Bugün her yerde Akevler’in temsilcileri vardır. Ama bu durum sonuçta bizim bu Genel Hizmetleri oluşturamayışımızın sebebi olmuştur. Adil Düzen Anayasası metni bile yeterli başarıdır. Bu başarı kolay ve basit olarak elde edilmemiştir. Birçok arkadaşların katkıları sonucu elde edilmiştir. Akevler’in dışında olanlar yaptıklarımızı küçümseyebilirler. Ancak ekilenler biçiliyor. Ama asıl yeniden edindiğimiz tohumlar vardır ki vakti geldiğinde dünyayı meyveliklerle dolduracaktır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” böyle bir tohumdur. Bu Akevler’in çalışması sonucudur.
وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ (Va YuGalLıMuKuMu elLAHu) “Ve Allah size talim edecektir.”
Arapçada geniş zaman fiili vardır. Hal ve istikbal için ayrı siga yoktur. Burada “size edecektir” diye tercüme ettik. Çünkü bu siga eder diyor; edecek, hattâ etmektedir mânâları arasında müşterektir. Sonra bu öğretme devam edecektir.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan sonra dört halife gelmiş ve birçok yeni uygulamalar yapmışlardır. İslâm devletini imparatorluğa ulaştırdılar. Sonra müçtehitler devri geldi, birçok konularda müçtehitler şeriatı oluşturdular. Allah talim etmiştir.
Sonra kelamcılar döneminde Allah hikmeti talim etti. Sonra Türkler zamanında Allah mü’minlere tasavvufu talim etti. Böylece hep öğreterek insanlığın yüceliğini gerçekleştirdi. Bugün de bize “Adil Düzen”i öğretmektedir.
1400 sene sonra sorunlara ancak Kur’an ile çözüm buluyoruz. Kur’an’ın gücü ve icazı sadece bu kadarı ile kifayet eder. İf’al babından değil de tef’il babından getirilmesi tedrici olarak bu talimi yapacağını ifade eder.
Bu öğretmenin Allah’ın takdiri olduğunu anlamamız için Akevler İstanbul Çalışmalarına bakalım. 1990’larda İstanbul’da Reşat Nuri Erol ile çalışmaya başladık. Gayemiz Ahşap Evler ile ilgili faaliyeti ilerletmek ve bir Market çalışması yapmak idi. Bu arada Cengiz Demirci çalışmalara katıldı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan Cengiz mastır yapmıştır, Yüksek Matematik ve Arapça bilmektedir. Onun çalışmaları ile DBase üzerinde muhasebeye başlandı. İşler ilerlerken Cengiz beklenmedik bir şekilde Türkmenistan’a gitti, bizim muhasebemiz boşta kaldı. Ama o arada tamamen tesadüflerle veya tevafuklarla M. Lütfi Hocaoğlu Üsküdar toplantılarına katıldı. M. Lütfi Hocaoğlu dahiliye mütehassısıdır. Kendilerinin özel hastahaneleri vardır. Hastahanelerin muhasebe programları ile uğraşmaktadır. Cengiz gitti ama Allah daha çok bilen birini gönderdi. Cengiz gitmeseydi bizim muhasebemiz DBase olarak devam edecekti.
Çatalca’da bir marketi (ÇATMAR) çalıştırmaya başladık. M. Lütfi Hocaoğlu buranın muhasebe programını yazdı. Ancak market değişik sebeplerden çalışmadı. Çalışsaydı biz şimdi orada o durumda olurduk. M. Lütfi Hocaoğlu program çalışmalarını ilerletti ve gördü ki bu alaylılıkla olmaz; yeniden üniversiteye gitti ve bilgisayar mühendisliği fakültesini bitirdi. Böylece yeni döneme girdik. Eğer Çatalca başarılı olsaydı bugün ulaştığımız yere ulaşamazdık. Yenibosna için bir program yaptı ama çalışmadı. Yenibosna’ya taşındılar. Eşi Emine hanımla birlikte şimdi Yenibosna’da Muhasebe ile meşgul oluyorlar...
Başka bir hususa daha işaret edelim. Özket’lerin marketçiliği başarıya ulaşsaydı biz belki İstanbul’a taşınmaz, Hocaoğlu ailesi buraya gelmezdi.
Demek ki başarısızlık nedir?
Hatanız var, düzeltin ihtarıdır.
Kur’an’dan sonra vahiy yoktur.
Günümüzde Allah insanlara nasıl bildirmektedir, nasıl öğretmektedir?
a) Devamlı olarak Kur’an’ı okuyorsunuz ve siz daha evvel hiç duymadığınız mânâyı anlıyorsunuz. O âyeti ezbere biliyorsunuz ama o mânâya şimdi ulaştınız. Demek ki Allah insanlara Kur’an’la konuşur. Kur’an’ı meali ile de olsa okuduğunuzda hep yeni mesajlar alırsınız.
b) İkincisi ise istişaredir. Konularınızı başka insanlarla istişare ettikçe, onlara sorup bilgi almaya çalıştıkça Allah onlara ilham eder ve o sayede size haber gönderir. Onun için her söze kulak vereceksiniz. Onları değerlendireceksiniz. Allah size ilham eder ve doğrusunu bulursunuz.
c) Eğer bir konuda başarıya ulaşamıyorsanız, sonuçlar alamıyorsanız sizde bir hata vardır, onu düzeltin demektir. Başarısızlığınızın kusurunu başkalarında aramayacaksınız. Bizde bir eksiklik var da ondan böyle oldu diyeceksiniz. Kötü insanla, kötü arkadaşla karşılaşmış iseniz onu size musallat eden Allah’tır. Dolayısıyla kusuru kendinizde arayacaksınız. Siz onu terk etmeyeceksiniz, o sizi terk edecektir. Siz onu düzeltmeye çalışacaksınız. Kendinizdeki kusuru düzelttiğinizde ya arkadaş da iyi olur veya sizi bırakıp gider.
d) Dördüncü haberleşme örneği de şudur. Mesela bir şey alıp almayacağınız üzerinde tereddüdünüz varsa istihare edeceksiniz. İçinizde doğan bir şeyi karar için dayanak yapacaksınız. Mesela, birisiyle evlenmek üzerine görüşmektesiniz. Ama tereddüttesiniz. Evleneyim mi evlenmeyeyim mi? Yahut kızımı vereyim mi vermeyeyim mi? Allah çözüm için içinize bir şeyi ilham eder, şunu kabul ederse evleneyim dersiniz. Onu ona önerirsiniz, kabul ederse Allah’a sığınır yaparsınız, etmezse evlenmezsiniz. O basit bir şey olabilir ama Allah size onunla mesaj göndermektedir.
Böylece Allah insanlara öğretmektedir. Ben mesela bir istihare yapıyorum. “Adil Düzen” kelimesini kabul eden partiye girerim. Kurarsam Adil Düzen Partisi’ni kurarım. Kabul ederse onunla aynı partide olurum. Onun dışında bir partiye gitmem ve adaylığımı da koymam. Bu benim için istiharedir. 1973’te Millî Selâmet Partisi’nden ayrıldım. Ondan sonra hiçbir partiye girmedim. Adaylığımı koymadım. Başka bir istiharem var. Kiralık bir dairede parti kurmam. Ankara’da mülk bir dairemiz olursa kurarım. Olmadığı için Allah parti kurmamıza izin vermiyor demektir. Böylece O bize öğretiyor. Başarısızlığımız bizi hak kabul ettiğimiz bir yoldan alıkoymamalıdır.
İman budur. Sabır budur.
وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282) (Va elLAHu Bi KulLi ŞaYEiN GaLIyMun)
“Ve Allah her şeyi bilir.”
“Alim” kelimesi nekre gelmiştir. Herkes bilir ki her şeyi bilen yalnız Allah’tır. “Allah her şeyi bilir” diye isim cümlesi ile getirdi. Ancak burada nekre gelmesinin sebebi devletin de her şeyi bilmesi gerektiğidir. Yani az olsun çok olsun yazılacak, her şeyin kaydı devlet arşivinde olacak demektir. Burada “Bi” harfinin gelmesi de nekre olmasına sebep olmaktadır. “Allah her şeyi bilir” demek, devlet her aracı kullanarak ülkesinde olan şeyleri bilmelidir demektir.
Böylece Tedayün âyetini üç derste bitirdik.
Bundan sonra gelen âyet emanetlerle ilgilidir, rehinle ilgilidir. Sûrenin son sayfasına yaklaştık. Allah bize bu çalışmayı nasip ettiği için ona hamd ederiz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ–437 / ADİL DÜZEN DERSLERİ–267 İstanbul, 08 Aralık 2007
GEÇİŞ ANAYASASINDA YARGI
Hiçbir şey başka bir şeye birden geçemez; dolayısıyla “hakimlik sistemi”nden hemen “hakemlik sistemi”ne geçilemez. Öyle bir anayasa yapmalıyız ki “hakemlik sistemi”ne kendiliğinden kolayca geçilebilsin. Bunun için çok basit yollar vardır.
Hakimlik sistemi devam edecek, 30 bin ile 100 bin arasında nüfusa sahip olan ilçelerimizde bir hakim bulunacaktır. İstenirse idari, hukuk, ceza hakimleri ayrı ayrı olabilir. Bunların görevleri şunlar olacaktır.
a) Duruşmaları bunlar yönetecek.
b) Bütün kayıtlar bunlar tarafından yapılacak. Sekreterya olacak.
c) Hakemlerin verdiği kararları bunlar usulden ve esastan inceleyecek kabul veya reddedecek. Kendisi davaya bakmayacak.
d) Kararların infazı hakimlere ait olacaktır.
Kaza hakimlerinin onayladığı davalar geciktirilmeksizin uygulanacaktır. Bugünkü yüksek mahkemeler de devam edecektir. Yürütmeyi durdurma kararı alamayacaklardır. Kararların bozulması hâlinde tazminat sözkonusu olacaktır. Karar geri alınmayacaktır.
Bu işlemlerin dışında dört yüksek kurul kurulacaktır.
a) Savunma Yüksek Kurulu kurulacaktır. Avukatların ve savcıların yer aldığı bu yüksek kurulda özel ve kamu davalarına bunlar bakacaklardır. Savcılık avukatlık hâline getirilecektir. Resmi avukatlar olacak, bunlar maaşlarını devletten alacaklar. Avukatı olmayanların avukatlığını karşılıksız yapacaklar; bunu özel hukukta da yapacaklardır. Bunlar hakem de olabileceklerdir. Diğer avukatlar eskisi gibi avukatlık mesleklerine devam edeceklerdir.
b) Soruşturma Yüksek Kurulu kurulacaktır. Polis adalet bakanlığına bağlanacak, artık müdahale etme yetkisi verilmeyecektir. Müdahale yetkisi jandarmanın olacaktır. Polis sadece soruşturmacı olacaktır. Resmi ve özel davaların soruşturmasını bunlar yapacaklardır. Maaşlarını devletten alacaklardır. Ayrıca özel soruşturma timleri oluşturulacaktır. Bunlar dışarıdan sözlü ve yazılı soruşturma yapacaklardır. Duruşmalı soruşturma ile karakol soruşturması polis tarafından yapılacaktır.
c) Bilirkişilik Yüksek Kurulu kurulacaktır. Bilirkişileri hakemler atayacaktır. Birini bir hakem, diğerini diğer hakem ve baş bilirkişiyi de baş hakem atayacaktır. Bu husus ceza davalarında da böyle olacaktır. Bilirkişileri hakim atamayacaktır.
d) Hakemlik Yüksek Kurulu kurulacaktır. Ehliyetli ve dayanışmalı hakemler kurulu oluşturulacaktır. Muhakeme usulü kanununda küçük değişiklik yapılacaktır. “Sözleşmelerde aksi belirtilmemişse taraflar hakemlere gitmek zorundadırlar. Ayrıca ceza kanununda da dahil olmak üzere bilirkişileri ehliyetliler arasından taraflar seçerler. Baş bilirkişiyi bilirkişiler atarlar. Hakim onaylamazsa yüksek mahkemeye gidilebilir.”
Böylece oluşan yargı eski sistemi bozmadan devam eder. Önce isteyenler hakimlere giderler, isteyenler hakemlere giderler. Nitekim bu bugün de böyledir. Sadece taraflar belirtmemişlerse hakimlere giderler. Değişecek yeni sistemde belirtmemişlerse hakemlere giderler. Bilirkişiler taraflarca atanmıyordu. Yeni durumda taraflar atıyor, hakim onaylıyor. Bilirkişilere ara itiraz yapılamıyordu, şimdi yapılacaktır.
Resmi avukat ve bilirkişilerin ücretleri devletçe ödenmelidir. Bunun için bütçeden paylar ayrılmalıdır. Bilirkişiler bu payları davaların büyüklüğüne göre bölüşmelidir. Kazanan ve kaybeden aynı meblağı almalıdır. Çünkü avukat adilane karar vermek durumundadır. Bugün oluşmuş büyük kısmı devleti hortumlamaya dayanan davaların şimdilik devam etmesine izin verilmelidir. Çünkü dengeler ona göre oluşmuştur. Dengeleri birden bozduğunuzda devirirsiniz. İleride hortumlama ortadan kalkarsa serbest avukatlık da kendiliğinden ortadan kalkar. Büyük firmalar arasındaki davalarda kumar oyunu vardır, tekel yarışması vardır. Adil Düzene geçildiğinde o yarış da sona erer ve avukatlık da ortadan kalkar. Yerine hakemlik gelir. Çünkü hakemler aynı zamanda avukattırlar. Hakemlerin maaşları devletçe ödenmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 9
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-437 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-267 İstanbul, 08 Aralık 2007
HAKİMLİK VE HAKEMLİK
Batı modelinde herhangi bir yoldan, sermaye veya silah zoruyla veya kabilecilikle, ya da dinle oluşan güç Anayasa yapar ve hukuk düzenini oluşturur. Kuvvetin ortaya koyduğu kurallara halkın uyup uymadığını kontrol eden bir mekanizma kurulur. Eskiden bu mekanizma yöneticilerdi. Merkezden gönderilen müfettişler kanalıyla yöneticilerin kanunlara uyup uymadığı kontrol edilirdi. Halkın kanunlara uyup uymadığını kontrol etme işi ise valilere yani atanan yöneticilere ait idi.
Ancak bu sistemin çalışmasında zorluk ortaya çıkmıştır. Halife Hazreti Ömer gönderdiği valilerin yanına bir de kadılar atamıştır. Böylece valilerin, halkın ve görevlilerin kanunlara uyup uymadığını kontrol etme görevi kadılara verilmiştir. Kadı ile vali birbirinden tefrik edilmiştir. Kadılar medreseden yetişen kimseler arasından atanıyordu. Böylece şeriat uygulanır durumda olmuştur. Bu atamanın başka bir sebebi de valilerin özel hukuka karışmamaları, halkın çoklu hukuk sistemi ile yaşaması idi.
Batı bu sistemi Doğu’dan almış ama her işi dejenere ettiği gibi bunu da doğru dürüst uygulamamıştır. Önce idari yargı ile hukuk ve ceza yargılarını birbirinden ayırmıştır. İdari yargıda ve ceza hukukunda memurların dokunulmazlıkları getirilmiştir. Böylece merkezî idarenin yürümesi için ne gerekiyorsa o yapılmıştır. Anglo Saksonlar Osmanlıları örnek alarak idari yargı ile hukuk ve yargıları birbirinden ayırmamışlardır. Batı demokrasiyi benimseyince yargı bağımsızlığını ortaya koymuş, yöneticileri halk seçtiği gibi hakimleri de halk seçerek denge kurmak istenmiştir. Ne var ki kara Avrupa’sında hakimler de merkezden atanmaktadır. Merkezi denetim devam etmektedir. Yüksek mahkemenin denetimi bulunmamaktadır. Yahut adalet bakanlığına bırakılmaktadır. Hâsılı yargı bağımlılığı sistemi işlemektedir.
İslâmiyet’te ise “hakimlik” yerine “hakemlik” getirilmiştir. Kur’an’da çok açık ve değişik yerlerde tedvin edilmiştir. Önce hakemlik yapacak kimseler ehliyetli olmalıdırlar. Emanet ehline tevdi edilecektir. Dolayısıyla hakemlik yapacak kimseler imtihan edilecek ve ona teminatlı ehliyet verilecektir; dayanışma ortaklıkları onlara teminatlı ehliyet verecektir. İmtihanlar ortak yapılır ve ilmi ehliyet birlikte tevcih edilir. Ondan sonra ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları hakemlik yapabileceğine teminat verirler. Hakem şayet bilgisizlikten dolayı yanlış karar verirse ilmî, beceriksizlikten dolayı yanlış karar verirse meslekî, ihmalden dolayı yanlış karar verirse dinî, kasden yanlış karar verirse siyasî dayanışma ortaklıkları tazmin eder.
Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer. Baş hakemi hakemler seçerler. Bunların verdiği kararlar kesindir. Ne kendileri ne de başkaları bozmaz. Merkezi denetim yoktur. Yargıtay, danıştay, anayasa mahkemeleri yoktur. Hakemler haksız kararlar verirse yine hakemlere gidilir ve hakemler davacıyı haklı bulurlarsa ilk kararı veren hakemlerin dayanışma ortaklığı onu tazmin eder. Dayanışma ortaklığı yanlış karar veren hakemi isterse dayanışmasından çıkarır. Hakem sonra başka dayanışma ortaklığı bulamazsa artık hakemlik yapamaz.
Hakemler karar verirken mevzuata uymak durumundadırlar. Mevzuat ise kişinin kendisi için oluşturduğu içtihatlarıdır, serbest sözleşmelerdir, ortak vekillerin aldığı istişarî kararlardır, daha önce hakemlerin aldığı kararlardır. Kararlara herkes uymak zorundadır. Sonra hakkını başka hakemlerde arar.
Hakemler kararlarını gerekçesiz verirler. Gerekçeleri kendilerini muhakeme edecek hakemlere verirler. Hakemler fiilin işlendiği yere giderler. Yerinde karar alırlar. Bir konuda karar almadan başka konuda hakemliği yüklenmezler. Hakemler danışman hakemlerden yararlanırlar.
Hakemleri davalı ve davacı seçmektedir. Ancak hakemlerin ücretleri kamu tarafından ödenmektedir. İslâm devlet anlayışında devlet demek adaleti dağıtan bir kurum demektir. “El-adlü esasü’l-mülk/ devletin esası adalettir.” Mülk Arapçada devlet demektir. Türkçede mülk denince basit özel sahiplik anlaşılıyor. Bu sözün de mânâsı dejenere oluyor.
Hakemler sistemini getirdiğinizde yargı en üst güçtür. Cumhurbaşkanının da üstündedir. Yargı muhakeme eder ve karar verir. Amerika’da Başkan Clinton böyle muhakeme edildi. Yargı hakemlerden oluşunca parlamentonun da üstündedir, her türlü kararları iptal edebilir. Çünkü hakemler parlamentodan seçilmektedir. Milletin vekillerinin bizzat kendilerinin kendi aralarından seçtiği hakemlerdir. Hakemlerin üstünde de hakemler vardır. Her karar uygulama bakımından kesindir. Ama her karar hakemlerin denetimindedir. Dayanışması tazmin eder. Davalısı farklıdır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-437 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-267 İstanbul, 08 Aralık 2007
YAHUDİLERİN YENİ BİR OYUNU MU?
İslâm tarihinin başlangıcında Medine Yahudileri ile Hayber Yahudileri ihanette bulunmuş ve önce Medine’den sonra bütün Arabistan’dan sürülmüşlerdir. Bununla beraber Yahudiler ondan sonra İslâmiyet’in üstünlüğünü kabul etmişler ve belki bin yıl Müslümanlarla Yahudiler arasında çatışma olmamış, Müslümanların ise onlara çok yardımları olmuştur.
a) Hazreti Ömer Kudüs’ü almış, Kudüs’te Yahudilerin de Hıristiyan ve Müslümanlar gibi serbestçe yaşamalarına imkan sağlamıştır. Oysa daha önce Hıristiyanlar onları oraya sokmuyorlardı.
b) Bağdat’taki ilmî faaliyetlere Yahudiler de Müslümanlar ve Hıristiyanlar gibi etkin olmuşlar, İslâmî ilimlerin gelişmesinde onların da katkıları olmuştur.
c) Müslümanların Yahudilere yaptığı en büyük iyilik ise İspanya’dan Türkiye’ye iltica etmeleri ve bunun kabul edilmesidir. İslâm dünyası içinde son derece rahat olarak yaşadılar. Bu sayede daha sonra Avrupa’da etkin olmayı başarmışlardır.
d) Osmanlı sefaretlerinde Hıristiyanlara olduğu gibi Yahudilere de görevler verilmiştir. Böylece dünya siyasetinde etkin olmuşlardır.
Müslümanlarla Yahudilerin arası Avrupalıların kışkırtmaları sonucunda İsrail devletini kurma faaliyetleri ile başlamıştır. 1897’de Basel’de (İsviçre) yaptıkları toplantıda önce Birinci Cihan Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak, yerine ateist bir Türk devletini oluşturmak, İkinci Cihan Savaşı ile İsrail devletini kurmayı kararlaştırmışlardı. Dördüncü kararları ise 1997’de Türkiye devletini yıkarak kuzeyde Pontus, batıda Bizans devletlerini kurmak, güneyi de İsrail imparatorluğuna götürmek idi.
Ancak bu emellerine ulaşamadılar. Bunun sebepleri şunlardır.
a) Türkiye onların düşündüğü gibi dinsiz bir devlet olmadı.
b) Türkiye yetmiş milyonluk güçlü bir devlet oldu.
c) Amerika’daki Yahudiler İsrail’in gelişmesini istemediler, onu yanlış yollara sürüklediler.
d) Yahudilerin dinin yerine ilmi ikame etme varsayımları tutmamış, aksine ilmî sonuçlar dinleri desteklemiş, din ile ilim arasındaki çatışma son bulmuştur.
Sonuç olarak anlaşıldığı kadarıyla yanlış ata oynadılar.
Şimdi Yahudiler ne yapacaklarını şaşırmış durumdadırlar. Türkiyesiz bir iş yapamayacaklarını anlamış olabilirler mi? Artık Türkiye ile işbirliği yapma kararında oldukları düşünülebilir mi?
Türkiye Yahudileri Abdullah Gül’ü desteklediler, Gül cumhurbaşkanı olunca da ilk meyvelerini devşirdiler, İsrail için doğru adım attılar.
1) Filistinlilerle anlaştılar.
2) Bu anlaşmada Türkiye’yi aracı yaptılar.
3) Batı Şeria’da yatırım yapmaya karar verdiler.
4) Türkiye’de TÜSİAD ile değil de Türkiye Odalar Birliği ile iş yapmaya başladılar.
Bu Kur’an’ın bildirdiklerine doğru atılmış bir adımdır.
Burada bilemediğimiz bir husus vardır.
Bu olay Üzeyir Garih’i öldürenler nazarında nasıl karşılanmaktadır? Yahudiler artık dinsizlikten vazgeçtiler mi? Türkiye’yi yıkma planını ertelediler mi, yoksa raftan kaldırdılar mı, yahut bu yeni bir tuzak mı? Şimdilik bilinmemektedir.
En çok meçhul olan bir şey varsa o da şudur; Amerikan Yahudileri buna ne diyor? Bu onların ayarlaması ise sonuç Türkiye için bu bir tuzaktır. Onların buna razı olmaları doğaya aykırıdır. Yok, bu karar Amerikan Yahudilerine rağmen alınmış ise; o zaman Yahudiler artık gerçekleri görüyor, kabul ediyor ve artık şeriata göre düzenlenecekleri anlamına gelir. O halde bu görüşme on yıllardan beri planlanmaktadır. Bunu planlayanlar kimlerdir; Türkiye Yahudileri mi, İsrail Yahudileri mi, yoksa Amerika Yahudileri mi? Eğer bunu Türkiye veya İsrail Yahudileri planlamışsa, fazla kuşku duymamıza gerek kalmaz. Ama işin içinde Amerika Yahudileri varsa; aman dikkat!
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org
(0532) 246 68 9