وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَائِلُونَ | 
|
|
فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا إِلَّا أَنْ قَالُوا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ | 
|
ARAF4-5
âyetlerin arapçası yazılacak
Va: “Nice karyeleri ihlâk ettik.” cümlesini “ElifLâmMîmSâd. Kitabı sana inzâl ettik.” cümlesine bağlamaktadır. İkisi de nekire fail olan cümlelere bağlanmaktadır. Nekireler ancak tavsif edildiğinde fail olabilirler. Nûrda da böyledir.
Kitabın inzâli ile nice karyeler helâk olmuştur. Burada fasl olsaydı, iki olay arasında bir ilişki yokmuş sanılırdı. “Fa” ile vasl olsaydı, inzâlin helâke sebep olduğu anlaşılacaktır. Helâke sebep inzal değil, inzâle karşı gelmek, gerçeklere inanmamaktır. Onun için “Va” ile vasl olunmuştur. Buradaki bu “Va” harfi bize çok önemli bir şeyi ifade etmektedir.
Tarih boyunca kavimler gelmiş ve devletler kurmuşlar. Peygamberler gelmiş, peygamberlere kulak vermemişler ve helâk olmuşlardır. Kur’an bunları anlatıyor, tarih de olanlara şahittir. Hazreti Muhammed’den sonra artık bir peygamber gelmeyecektir. Artık yeni bir kitap nâzil olmayacaktır. Kitapların yerini icmâ ve içtihatlar alacaktır. Peygamberlerin yerini âlimler alacaktır. Öyleyse şu sorulur. Acaba bundan sonra âlimlerin icmâ ve içtihatları ile sabit olan tebliğe kulak asmayanlar da helâk olacaklar mıdır? İşte bu “Va” harfi bunun aynen sürüp gideceğini anlatmaktadır. Bundan sonra gelen dört âyet bunları anlatmaktadır.
Kem, nicelik zarfıdır. Aynı zamandan istifham zarfıdır. Nice ve kaç mânâlarına gelir. Burada nice yani pekçok anlamındadır. Nice anlamında olduğu zaman daha çok “Min” ile gelir. Burada “Karye” nekiredir. “Min”den sonra gelirse cins için gelir ve “Min” teb’iz içindir. “Kem karyetin ehleknâ” desek, kaç karyeyi helâk ettik demiş oluruz. “Kem min karyetin ehleknâha” desek, nice karyeyi helâk ettik, demiş oluruz. Geçmişte nice karyelerin helâk olduğunu ifade etmektedir. Böylece tebliğ ve helâk kuralını genelleştirmektedir. Benzer cümle kalıpları ile kayıtlı nekire ile başlayan mübtedalarla ve aralarına konan “Va” harfi ile bu genelleştirme ifade edilmektedir.
Karyet kelimesi, yağmur sularının toplanıp biriktiği “KRY” kelimesinden gelmektedir. Göçebe hâlinde olan topluluklar suların toplanıp biriktiği yerde yerleşik hayata geçmişlerdir. Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin böyle yerleşme yerlerinin ilkidir. İnsanlar yerleşmeden önce Allah’tan vahiy alırlardı. Ancak o zaman yazı yoktu. İndirilen kitap da yoktu. Peygamberler şifahi olarak tebliğ ederlerdi. Yerleşik hayat başladıktan sonra yazı icad edildi ve kitaplar inmeye başladı. “Kıraat” kelimesi ile “Karye” kelimesinin akrabalığı da buradan gelmektedir. Buradaki “Karye” kelimesi yerleşik kentleri ifade ettiği gibi, kendilerine yazılı ve okunan metinler verilen, dolayısıyla tebliğ yapılmış toplulukları da ifade etmektedir. Yani, “Karye” kelimesi aynı zamanda uyarılmayı da içermektedir.
“Biz onları ihlâk ettik.” Heleke, dağılmak, parçalanmak anlamına gelmektedir. Geçmişte meydana gelen helâkleri Kur’an çeşitli kavimleri anlatarak bildirmektedir. Tufan, sel, zelzele, kasırga, boğulma, savaş, anarşi gibi felaketleri anlatmaktadır. Toplulukların başına her zaman felâketler gelmektedir. Zelzeleler olmakta ve birtakım sosyal ve fizikî zorluklar ortaya çıkmaktadır. Kur’an bunlara karşı alınması gereken tedbirlere işaret etmekte ve insanları buna dâvet etmektedir. Buna bir misal verelim. Mesela, ikamet ve göç zamanlarında onlardan yararlansınlar diye insanlar için deriden evler yaptığını anlatmaktadır. Bu nimetin şükrünü ifa etmek demek, o günlere topluluğun hazırlanması demektir. Bunun için sosyal müesseseler kurmalıdırlar. Bu tür zor günlerde tehlikeleri en az zararla nasıl atlatacaklarını bilmelidirler. İnsanlar olacak olanı değiştiremez, ama olacaklardan kendilerini koruyabilirler.
“Biz onları helâk ettik.” demektedir. Yani, bundan önceki âyetlerde; “Sana inzâl olunan, size inzâl olunan” diyerek meçhul siga ile ifade edilmiştir. “Rabb’inizden” diyerek inzâl edenin Rab olduğu belirtilmişti. Burada da “Biz” demek suretiyle, Kur’an’ın Rabb’in sözü olduğunu açıklamış olmaktadır. Kur’an böylece bir taraftan “Biz” veya “Ben” der, diğer taraftan “Allah” ve “Rab” der, böylece söyleyenin “Rab” olduğunu belirtir. Hep “Ben” veya “Biz” denseydi, Hz. Muhammed kendisini tanrı ilan etmiş olurdu. Hep “Rab” ve “Allah” deseydi, o zaman da Kur’an Hz. Muhammed’in sözü olurdu. En beliğ bir şekilde Kur’an baştan sonuna kadar Kur’an’ın Allah sözü olduğunu bildirmektedir. Tevrat ve İncil’de bu üslûp yoktur. Allah tek kitabı hâkim kılmak için onların bu şekilde olmasına izin vermiştir.
Fa: İlk âyetlerdeki üslûp burada da devam etmektedir. İlk âyetlerde “Fe Lâ Yekün” diyerek, sende bir zorluk yoktur, artık biz icmâ ve içtihat müessesesini tedvir ediyoruz, lâfzı sana ama mânâsını topluluklara icmâ ve içtihat yolları ile vahy ediyoruz, demişti. Burada da “Fe Câehâ” diyerek, Allah’ın nasıl helâk ettiğini bildirmektedir. Buna “Fa-i tafsiliye” denmektedir. Daha önce söylenen cümleyi açıklamaktadır. Burada helâkin şeklini değil de, helâkin aniden geldiğini ifade etmektedir. Yani, helâk sözünden fazla bir şey söylenmektedir. Dolayısıyla fasl yapılmamış, “Va” ile vasl yapılmıştır.
İnsanlar ilim adamlarının ve peygamberlerin söylediklerine inanmamışlardır. Kulak vermemişlerdir. Kendilerini düzeltmemişlerdir. Söylenenlerin olmayacağını sanmışlar, işte gitmiyor, işte olmuyor, işte devam ediyor sanmışlardır. Oysa, bizim neslimizin zamanlarında biz bunları hep yaşadık. Sosyalizm çevreye dehşet salıyordu. Birçok yakınlarımız orada idi, yıkılmayacağını sanmıştı; oysa güme gitti ve yıkıldı. Tek partili dönemin Türkiye’de sona ermeyeceğini sanmıştı; oysa şimdi yerinde yeller esiyor. “Ekonomiyi düzelttik, düzelttik!..” diyenler; bir gün kendilerini çukurda buldular. Ne var ki, bütün bunlar insanları uslandırmadı. Hâlâ, biz hata ettik, demiyorlar. Demek ki, daha bekledikleri büyük felâket(ler) vardır.
Câehâ: Cîet etmek, bir yere değişik istikametlerden suyun gelmesidir. Irmakçıklara denmektedir. Etvet etmek ise, bir kanal ile suyun gelmesidir. Bilinmedik, beklenmedik yönden ve tehlikelerden bahsedildiği için “cîet” kelimesini kullanmıştır.
Biz, “Adil Düzeni terk ederseniz başınız dertten kurtulmaz.” Demiştik, Refah Partililere; asla kulak vermediler. Kendilerine bir şey olmayacağını sanmışlardır. Beklenmedik yerden 28 Şubata çarptılar. Bunun sorumluluğunu ona buna attılar. Oysa onların günahı Adil Düzeni bırakmaları idi. Onların iktidara gelir gelmez hemen “hakemlik sistemi”ni getirmeleri ve yargıyı düzeltmeleri gerekirdi. Adalet Bakanı Şevket Kazan Beye 50 sahifelik gerekçeli metin gönderdik. Adil Düzen ekibiyle birlikte onları itti. Sonra bir mum çekişmesi ile Allah onu vurdu. Ama hâlâ bunun farkında değildir. Oysa, hakemlik müessesesi gelseydi, adil mahkemeler oluşsaydı, o basın suçları işlenmezdi, 28 Şubat denen sıkıntı oluşmazdı. Bir yıllık Refah-Yol Hükümetinin yaptığı müsbet şeyleri bunlar yani mevcut hükümet dört senede ancak bitirdiler. Şimdi de ülkeyi alenen satıyorlar. Hâlâ ses çıkaran yok!
Daha sıkıntılar bitmedi. İşsizlik gittikçe artmaktadır. Dış borç çığ gibi büyüyor. Aç kalan insanlar birbirlerine saldırmak üzeredir. Gemi su alıyor. Dış borç faizi gemiyi doldurmakta olan sudur. Kurtuluşun daha çok su almakla, deliği daha fazla açmakla başarılacağı iddia ediliyor. Aklımız başımıza Firavun’un denizde boğulması sırasında gelecektir. İlmin verilerine uymayan topluluklar birden helâk olacaklardır. Biz bunu şu şekilde sayıyoruz. Biri çıkıp da; “Hayır, öyle değil. İnsanlık oraya gitmiyor.” demiyor. Verdikleri cevap şu; “Siz hep bunu söylüyorsunuz. Hani nerede? Batmadı!” diyorlar. Unutmayın ki, Musa Peygamber Firavun’a 20 yıl söyledi, uyardı... Dinlemediler ve ondan sonra denizde boğuldular.
Be’sunâ/ Be’simiz: Be’s, kötülük demektir. Bir iğne battığı zaman duyulan acıyı yaratan kötülüktür. Tarihte birçok be’sler gelmiştir. Ancak biz çağımızın be’slerini tasnif ediyoruz. Bizi bekleyen be’sleri anlatıyoruz.
1. Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir. Daha bizim gençliğimizde pırıl pırıl akan sular şimdi simsiyah akıyor.
2. Doğum kontrolü, tedavi tababeti, serbest cinsi ilişki, kitle imha savaşları insan neslini dejenere ediyor. Gittikçe nesil canlılığını ve sağlığını kaybediyor. Evrim kanunlarına göre selekt olamıyor.
3. Kimyasal, biyolojik, tahrip edici ve atom silahları yeryüzünü barut fıçısı hâline getirmiş, patlamak üzeredir. Bir sosyal tufanla yeryüzünde birkaç insan kalabilir.
4. Senet mafyası, rüşvet mafyası, iş mafyası ve silahlı mafya insanlığın düzenini bozuyor, üretim duruyor, mübadele kalkıyor. İnsanlık birbirine girmek üzeredir. Güvenliği sağlamaktan sorumlu olanlar da onlarla bir olmuş ve mafyalaşmıştır.
Bunları biz çok önceleri söyledik, sizlere anlattık. Yıllar önce de başka şeyler söyledik.
“Ülkemizi ekonomik ve sosyal bakımdan çökerten faizdir.” dedik.
1. Faiz enflasyonu doğurur.
2. Enflasyon işsizliği doğurur.
3. İşsizlik açlığı doğurur.
4. Açlık borcu doğurur.
5. Borç yolsuzluğa götürür.
6. Yolsuzluk rüşveti getirir.
7. Rüşvet baskıyı getirir.
8. Baskı da Anarşiyi getirir, demiştik.
Kimse bize kulak vermedi. Rüşvetin ve enflasyonun faydalı olduğunu savundular. Şimdi de enflasyonu ortadan kaldıracağız diye insanları işsizlikten öldürüyorlar.
Biz çok açık bir şey söylüyoruz. Bugün her Türk ailenin 10 bin dolar borcu var. Emeğinin yarısını faize veriyor. 15 sene sonra bu borç aile başına 100 bin dolara çıkacak. Artık ödenemez hâle gelecek. O gün geldiğinde bütün Türkiye’yi satsak borcun yarısını ödemez. Bunun sonu nereye gidiyor? Gemiye binmeyi reddeden Nuh Peygamberin oğlu gibi; “Amerika’nın emrine girer, yaşarız!” diyorlar. Siz Türkiye’de Rum ve Ermenileri yaşattınız mı ki sizi onlar yaşatsın? Şimdiden hazırlıklar içindeler. “Soykırımı yaptınız!”diyerek yarın ülkemize yerleşmek isteyecekler. İşte bizi bekleyen be’sler bunlardır.
Beyâten: Beyt, ev demektir. Geceleyin anlamında, hattâ uykuda iken denmektedir. “Beyât” kelimesi burada hakiki mânâda kullanılmaktadır. Çünkü bütün avcılar ve savaşçılar gaflet zamanını beklerler. O gaflet zamanı da insanların uyku hâlidir. Gece uykusudur. Kötülüğün de böyle gaflet zamanında geldiği bildiriliyor. Büyük zelzelelerin hep böyle gece vakitlerinde ortaya çıktığını görüyoruz. İstatistik yapılsa bunun böyle olduğu görülecektir. Hiç beklenmedik bir sırada aniden geldiğini ifade etmektedir.
Bir teli çektiğiniz zaman önce uzar. Sonra kopacak derecede titremeye ve esnemeye başlar. Kopmanın yakın olduğunu belirler. Sonra da aniden kopar. Mühendislikte gerilme ve uzama hesapları yapılabilmektedir. Hattâ akma dediğimiz kopmaya başlaması zamanı da belirlenmektedir. Tam kopma ise aniden ve beklenmedik bir zamanda olur. Çünkü o tamamen demirin kendi yapısına bağlıdır ve her demir parçası için de aynıdır. Sosyal ve ekonomik olaylar daha önce bilinebilmektedir. Hattâ kopma sınırına ne zaman geleceği de tahmin edilmektedir. Hesap edilmektedir. Ama kopma ise beklenmedik bir zaman içinde olmaktadır.
28 Şubattan beri uygulanan programın 22 Şubat krizini getireceği bilinmektedir. Bir ülkede suni olarak doları ucuz tutarsanız ithalat çoğalır, ihracat azalır. Bu uygulama geçici olarak enflasyonu yavaşlatır. Ama ihracatın azalması, ithalatın çoğalması iki sebepten dolayı ülkede üretimi durdurur. Bir taraftan ihraç yapılamadığı için ihraç malları üretimi durur. Diğer taraftan ithal malları geldiği için de üretim durur. Halkın eline emeksiz para geçtiği için çalışmaz, hazır tüketir. Bu durum bir yere kadar devam eder. Birden patlama olur, dolar kendi eski değerini almaya çalışır. Ancak, ne var ki artık dengeyi zor korur ve ekonomi krize girer. Şubat Krizi çok hafif atlatılmaktadır. Çünkü fiyat istikrarını yeniden tesis etmektedir. Ne var ki, Devlet Bakanı Kemal Derviş’in programı daha büyük krizlerin hazırlığı içindedir.
1. Küçülmeye devam ediyoruz. Yani, işsizlik artmaktadır.
2. Zirai destek kalkıyor. Yani, gelecek yıl karnımızı doyurmak için dış borca ihtiyacımız olacaktır. Vermeyecekler ve daha büyük tavizler isteyecekler.
3. Dolar serbest bırakıldı. İstenen krizi yaratmadığı için yeniden müdahale ediliyor.
4. Hâlâ merkezî yönetim devam ediyor. Merkezden araba devirme kolay olur.
22 Şubat Krizinin olacağı belli idi ama ne zaman olacağı belli değildi. Başbakan Ecevit anayasa suçu işledi. Anayasacı devlet başkanı korktu ve sindi. Oysa, bu durumdan yararlanarak hemen hükümeti istifaya çağıracaktı. Çağıramazdı, çünkü ne yapacağını bilmiyordu. Biz, bir sivil, hele bir hukukçu cumhurbaşkanlığı yapamaz diyorduk. Bizim bu görüşümüze herkes karşı çıktı. Şimdi devlet başkanı ne yapıyor? Geleni imzalıyor, o kadar! Ama ilmin verilerine kulak vermeyenler hâlâ, “Biz yanlış yapmışız!” demiyorlar ve daha büyük felâketleri bekliyorlar.
Ev: Ya öyle ya böyle olur demektir. Ya geceleyin gelir, yahut gündüz gelir. Ama gündüz de beklemez durumda olurlar. Gaflet içinde olurlar.
Kâilûn: Kâilûn kelimesi ‘kaylule’den gelebilir. “KLL” kelimesinin “Beytere” vezninde “KayLala” şeklinde gelir. Kâilûn, az uyku anlamındadır. Kaylule yapanları Kâilûn şeklinde ism-i fâil yapma Arap gramerine uymamakla beraber, öyle kullanılmaktadır. O zaman mânâsı, gündüzleri öğle uykusunda iken anlamına gelmiş olur. Biz bu mânâdan çok “KVL” kelimesinin ism-i fâili olarak anlamayı daha doğru buluyoruz. Yani, onlar birbirlerine söylenip dururken; “Bu böyledir, bu şöyledir!.. Sen bunu yaptın, ben bunu yaptım!..” derken, sonunda be’s aniden gelmiş olur. Dedikodular içinde vakit geçirme yerine, iş yapmaları gerekmektedir. Konuştukları oyalamalardan ibarettir. Hiçbiri ciddi olarak konuyu tartışmıyor. Boş şeylerle oyalanıyor. Televizyonlar, mehdi ve mesihlerle doluyor.
Kur’an icmâ ve içtihat müesseselerini anlattıktan sonra, bu âyet ile icmâ ve içtihatları yapmayanların, bunlara uymayanların akıbetine işaret etmek için geçmişte helâk edilen kentlerden haber vermektedir. Siz de vazifenizi yapmazsanız siz de aynı şekilde helâk olacaksınız deniyor. Bu helâkten çocuklar da hanımlar da kurtulamayacaktır. Bu açıklamaları yani helâk olmakla ilgili hususları dört âyette sıralamaktadır. Oysa, içtihat ve icmâ ile ilgili âyetler iki adet idi. Ansızın ve beklenmedik bir zamanda geleceğini bildirmektedir. Bu âyet o âyettir. Bundan sonraki âyette ise; başlarına gelen geldiği zaman pişmanlıklarını açıklayacaklardır, ancak artık iş işten geçmiş olacaktır, deniyor. Ondan sonraki âyette sorumluluğun yalnız halka ait olmadığını, uyaranların da sorguya çekileceklerini bildirmektedir. Yani, biz de sorumlu olacağız. Madem ki Allah bize Kur’an’ı öğretti, madem ki bize imkânlar verdi. Neden görevlerimizi yapmadığımızı soracaktır. Basın ve yayın imkânlarına sahip olanlar, okul ve yurtlara sahip olanlar; kendileri tebliği yerine tedris yaparlarsa, diğer tebliğ yapanlarla birleşmezlerse, onlar da sorguya çekilecekler. İşte bizim herkese başvurup gelin birlikte sorunları çözelim sebebi hikmeti budur; hesabımızı verebilmek. Dördüncü âyet ise vahiyle değil de ilimle haber verileceğini ve Allah’ın hâlen varolduğunu, kaybolmadığını, tebliğ ve sorumluluğun devam ettiğini bildirmektedir.
Fa: Uyarı âyetlerine “Ve” ile geçildiği halde, ondan sonraki âyetler “Fa” ile başlamaktadır. İnsanlar Kur’an’ın haber verdiklerine “Eskilerin masalları!” derler, ilmin verilerini de duymaz olurlar. Kur’an Sâlih Peygamberin devesini anlatırken, kamu mallarını yağmalayanlardan bahsetmekte ve deveyi yağmaladıkları için helâk olduklarını bildirmektedir. Kur’an kamu mallarına dokunmayı bu kadar şiddetli bir şekilde yermektedir. Buna kulak verilmiyor.
İlim de aynı şeyi söylüyor. İnsan kendisini düşünür. Onun için topluluk daima ikinci derecededir. Oysa, ortak mallar olmazsa, topluluk olmazsa, kişilerin yaşamasına imkân yoktur. İlk zamanlarda insanlar ayrı yarı yaşayabiliyorlardı. Ormanlarda meyve topluyor, hayvan avlıyor veya meralarda koyunlar güdüyordu. Bu durumda başkalarına muhtaç değildi. Tarlada ektiklerini biçiyor ve yılını geçiriyordu. Bugün ise artık birlikte yaşıyoruz. Tarladakileri de sübvanse etmezsek, onlar da tarlalarını ekmeyecekler. İşte hepimiz devlete muhtacız. Devletimizi yaşatmak zorundayız. Devletin mallarını yağmalayanlara göz yumacak olursak devletimiz yıkılır, başı kesik koyuna döner ve hepimiz ölürüz. Sanılıyor ki, bir devlet gider, başka devlet gelir. Halbuki o devlet de yıkılır.
Avrupa Birliği’ne Türkiye’yi bunun için almıyorlar. Rüşvet ve yağmalama hastalığı onlara da bulaşırsa akıbet uçurumdur. Sovyetler bundan dolayı çöktü. Baskı rejimi halkı devletlerine düşman etti. Herkes devleti yağmalamaya başladı. İçte düzen bozuldu. Ekonomi çöktü. Dışta da savaşlar kazanılamaz oldu. İşte o güçlü devlet böyle çöküp gitti. Türkiye de aynı akıbete doğru gidiyor. Ama oralarda da henüz devlet sevgisi doğmamıştır. Halk hâlâ devletlerini yağmalıyor. Sonuç, onların da, Türklerin de birbirini kırmaları olacaktır.
Çare ve çözüm Kur’an’da vardır, ilimde vardır. İşte biz şimdi bunları anlatıyoruz. Yani, asıl âfet insanların “Biz gerçekten zâlim imişiz!” dedikleri gün gelecektir.
İşte bu sebeplerden dolayı burada “Fa” getirilmiştir.
Mâ: İllâ kalıbı, bir olumlu olayı olumsuz siga ile ifade etmemizdir. “Dün Ahmet geldi.” yerine, “Dün Ahmet gelmemiş değil.” dediğimizde, müsbeti menfi ile, çift menfi ile ifade ederiz. İki menfinin çarpımı matematikte de müsbet eder. Menfi cümlelerde süreklilik esastır. “Su aktı” dediğimiz zaman anlaşılan, daha önce akmıyordu da şimdi akıyordur. Oysa, “su akmadı” dediğimiz zaman, su zaten akmıyordu, akmamaya da devam ediyor demektir. Görülüyor ki, müsbet cümlenin içinde menfilik karışıktır. Oysa, menfi cümlede böyle bir karışıklık yoktur. İşte bu sürekliliği ve devamlılığı teyit için müsbet iki menfi bir araya getirilerek ifade edilir. Sonra, müsbet dua gönül rızası ile duadır. Zorunlu dua ise baskı sonucu duadır. Onun için menfi sigası kullanılmıştır. Gramer veya meani kurallarını böylece Kur’an’dan öğrenirsek, hem ibadet etmiş oluruz, hem de Kur’an’ı çok daha iyi anlarız.
KaVN: Tepe demektir. Oluşlar için kullanılır. Dağ gibi ortaya çıktı, belirdi anlamları ile oluşturdukları fiildir. İki kullanılış şekli vardır. “Kâne” deyince, ya önce yoktu sonra var oldu, yahut bu hep böyledir, dağın varlığı gibi hep var demektir. Burada “Mâ” ve “İllâ” ile geldiğine göre, hep var mânâsında olduğunu da ifade etmiş oluyor.
Da’vâhum: Dua, elleri yukarı kaldırıp karşıdakilere “gel” işareti vermektir. Yahut, avuçlarını açıp “ver” demektir. Mısır yazısında dua yukarıya kalkan ellerle ifade edilmektedir. Türkçede ve fıkıhta dâva kelimesi yanlış kullanılmaktadır. Dâva karşılığı Kur’an’da “Zu’m” yahut hasımlaşma vardır. Dâvet ise daha çok talepte bulunma ve isteme anlamındadır. Kur’an’ı doğru anlamamız için kelimelerin ilk çıkışlarına bunun için gitmemiz gerekmektedir. Onların dâvaları yani duaları demektir. Buradaki onlar, karye halkıdır. “Karyeyi helâk ettik.” dendiğinde elbette karye helâk olmadı. Karye halkı helâk oldu. Ancak halk da helâk olmadı, toplulukları helâk oldu demektir. Çünkü halkı helâk olsalardı, “Biz zâlimlerden olduk.” demezlerdi. Gerçi bu sözü âhirette söylemiş olabilirlerdi. Ancak bunun âhirette olmadığını bundan sonra gelen “İz” belirlemektedir. “Kötülüğümüz geldiğinde” denmektedir. Yani, duaları öldükten sonra değil, ölme esnasında olacaktır.
İz: “İzâ” gibi zaman zarfıdır. Ancak “İzâ”da şart mânâsı da olduğu halde “İz”de yoktur. İz mâzi için, İzâ ise gelecek için kullanılır. Bununla beraber mâzide geleceği hikâye ederken İzâ kullanılır. “Ahmet dün gelecekti.” dediğimiz zaman dünden bahsediyoruz, ama dünün geleceğinden bahsediyoruz. Burada “İzâ” kullanılır. “Ahmet geldiğinde beni görsün.” dediğimiz zaman da “geldi” diyoruz ama gelecekteki hâlden bahsediyoruz. O zaman da “İz” kullanılır. “İz CâEHüM RaCüLün” dersek, onlara bir adam gelmişi, demektir. Mâzide mâziyi hikâye etmiş oluruz. “KuL İZ CâE RaCüLün” dersek, bir adam geldiğinde ona söyle demiş oluruz. Burada, kötülük geldiğinde böyle derler, diyor. Yine buradaki “HüM” karye halkıdır.
Be’s kelimesi kötülük demektir. Zarar kelimesi gibidir. Zararda bedene veya mala ârız olan kötülüktür. Oysa, be’s sosyal yapıya ârız olan kötülüktür. Ekonomik kriz bir be’stir. Anarşi bir be’stir. Hükümdarların zulmü bir be’stir.
Topluluklar azınca, Hak hukuk tanımayınca, askerî müdahaleler zorunlu olur, onlar da zulüm yaparak yönetimi sürdürürler. Ülkemizdeki askerî müdahaleler hep böyle olmuştur. Yöneticiler ya İslâmiyet’e cephe alıyorlar, zulmediyorlar, sonunda yıkılıp gidiyorlar; ya da İslâmiyet’i istismar ediyor ve münafıklık yapıyorlar, yine yıkılıp gidiyorlar. Bu yıkılışlar devleti de yıkmakta oldukları için askerler müdahale ediyor ve onların yerlerine dayakla, sopayla, işkence ile oturtuyorlar. 10-15 sene geçiyor, yine aynı azgınlık. Bu böyle devam edecek sanılıyor. Hayır, devam etmeyecek. Çünkü bu müdahaleler sebebiyle askerlerle halkın arası açılıyor. Halk askerin, asker halkın düşmanı kesiliyor. Yani, ordu kendi kendisi ile savaşmaya başlıyor. Bu nedir? Bu devletin intiharıdır.
İşte “be’s” bu müdahaledir. Halk askerin müdahalesini hoş karşılıyor, alkışlıyor. Çünkü bize yakışır diyor. Dünyada diktatörlerin özlemi çekiliyor. Onlardan kurtulmak için ne sıkıntılar çektiler ama, şimdi onları aramaya başlıyorlar. Sovyetlerde komünist partileri canlanıyor, Almanya’da Nazi hareketleri görünür oluyor. Çünkü be’s helâk değil, sosyal kötülüktür.
Kapitalizm ile sosyalizm, ikisi de aynı kapıya çıkar. Biri dayakla öldürür, diğeri açlıkla öldürür. Hangisi daha insanidir? O işkenceleri çekmedikçe bilemeyiz. Her halde açlık daha kötü zulümdür. Bu sebepledir ki kapitalizm sosyalizmden kötüdür. Hitler yıkıldı, Sovyetler dağıldı ama insanlık sosyalizme doğru kaydı. Allah zalimleri zalimlere musallat eder. Şimdi biz Kur’an’dan öğrendiklerimizle insanlığa çağrı yapıyoruz.
“Ey insanlar! Gelin, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna ister inanın, ister inanmayın. Gelin, ilmin dediklerine uyalım, müsbet ilme uyalım. Siz Adam Smith’i veya Marx’ı getirin, biz Tevrat’ı veya Kur’an’ı getirelim. Aramızda ilim hakem olsun, müsbet ilim hakem olsun. Gelin bu durumlardan kurtulalım. Almanya’dan gelen İsalar, Amerika’dan gelen Mehdiler sizi kurtaramaz. Sizi ancak müsbet ilim kurtarır. Gelin ortak proje üretelim. Yoksa akıbetiniz kötü olacaktır.”
EN: Masdar harfidir. Türkçede her fiil sonuna “mak” eki eklersiniz masdar yaparsınız. Kalkmak, kalkınmak, kalkmamak, kalkınmamak gibi masdarlar üretilebilir. Arapça değişmeli dil olduğu için bunların masdarı yoktur. Onun yerine fiilin başına “En” veya “Mâ” kullanılarak masdar yapılır. Türkçede de “demeleri” derken buna benzer bir kullanmayı yapmış oluyoruz.
KâLû: Kavl kelimesinin mâzi sigasıdır. Kendi kendisine söyleme anlamı olduğu gibi, birbirlerine söyleme anlamı da vardır. Yahut be’s yapanlara söyleyeceklerdir. İktidar değişince halk hemen değişir, yeni iktidara yamanırlar. Eski iktidara yakınlıklarını hatalı olarak gösterirler. Buradaki itiraflar samimi de olmayabilir. Yeni gelenlerin şerrinden korunmaları veya onlardan yararlanmaları için eskilerini kötülemiş olabilir. Burada dikkat edeceğimiz husus bu be’si, bu kötülüğü Allah’ı kendisine izafe etmemedir. Burada alacağımız ders, başımıza gelenleri başkalarında değil de, kendi eksikliğimizde aramamız olmalıdır. Kendimizi düzeltmeye gitmeliyiz.
Zulüm: Siyah buluttur. Zâlim de, karanlıkları ortaya koyan kimsedir. Kuralsız hareket etmek zulümdür. İnsan içtihat yapar ve ona göre hareket eder. İçtihat yapmadan gelişi güzel hareket ederse zâlim olur. Çünkü diğer insanları karanlıkta bırakır. Sözleşmelere uyar, aydınlık getirir. Ama sözünde durmayan kimse karanlıklar getirir. Görevlileri dinlemeyenler, hakem kararlarına uymayanlar zâlimdirler. Karanlıkları getirenlerdir. Hortumlayanlar yaptıklarının yanlış olduğunu bilirler.
Bu âyetlerde dikkat edeceğimiz bir husus vardır. Karyeleri helâk ettiği, be’s gelince “Biz zâlimlerden idik.” demeleri, konuları işlerken bunların mü’min veya kâfir olduğu hususuna da işaret edilmemesidir. Kötülüğün yalnız kâfirlere geleceğinden bahsedilmemektedir. Topluluk içtihat ve icmâlara uyarak adil düzen kurmazsa kendilerine kötülükler geleceğini ve bundan uyanmaları gerektiğini bilirler. Vahiyden sonra insanlar, Allah’ın kendilerinden ne istediğini bilmeleri için başlarına gelenlere baksınlar. Burada da be’s sözkonusudur. Başımıza gelen hep bizim bir kusurumuzdur diye düşünecekler. Böylece vahyin yerini içtihat ve icmâ alacaktır.
Buradaki “İnnâ Künnâ Zâlimîn” dendiğinde, “Biz zâlimiz” derler; “Başkaları bize zulmetti” demezler. Burada çoğul zamirinin kullanılmış olması, toplulukta zulüm varsa bizim zâlim olmamamız yeterli değildir. Sabırla cihat yapacak ve zulmü kaldıracağız. Kaldıramazsak o ülkeden hicret edeceğiz. Başka türlü bizim için de kurtuluş yoktur. “Nice karyeleri helâk ettik.” diyor. Ondan sonra da, “Be’simiz ulaşınca böyle dediler.” diyor. Karyeyi, yani düzeni helâk ediyor. Kişileri ise be’se uğratıyor.
“İçtihat yapacağız, icmâ yapacağız ve uygulayacağız. Bir yanlışlığımız olursa Allah bize be’s ile yanlışlığımızı haber verir. Onu düzeltir yürürsek, vahye uymuş oluruz. Be’si Allah’tan değil de zâlimlerden bilirsek, o zaman da bizi yok eder.”
***