ADİL DÜZEN 438
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/ AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 15 Aralık 2007 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 438. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ADİL DÜZENE GEÇİŞTE AİLE
BATI’DA VE İSLÂM’DA AİLE
BÜYÜK ORTADOĞU VE TÜRKİYE
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 100. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِنْ كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تجِدُوا كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (283)
وَ (Va) “Ve”
Buradaki “Ve” iki âyeti birbirine bağlamaktadır. “Ey iman edenler” diye başlayan emirler iki gruba ayrılmıştır. Biri borçlanma ile ilgilidir. Zimmetle ilgili kısımları içermektedir. Bu da iki şekilde olmaktadır. Ya borç olarak verilmektedir. Biri diğerinden mislini veya aynını alacaklı olmaktadır. Buna “deyn” denir. Yahut bir malın teslimi sözkonusu olmaktadır. Buna da “bey’” denmektedir. Bunu biz zimmet muhasebesi ile yazıyoruz. İkinci kısım ise eşyanın devridir. Bu da iki şekilde olmaktadır. Ya rehin gibi teminat olarak verilmektedir yahut emanet olarak muhafaza amacıyla verilmektedir. Yani mevcut olan mal emanet edilmektedir.
Bu âyet makbuz rehin ile emanetlerden bahsetmektedir. İnsanların yaşaması üretime bağlıdır. Üretim de ortak olarak yapılabilmektedir. İşbölümü içinde gerçekleşmektedir.
Elimize bir kâğıdı alalım ve bu kâğıdın buralara nerelerden geldiğini sıralayalım.
a) Önce bir tarla vardır. Bu tarla on bin seneden beri atalarımız tarafından kullanılmaktadır ve onlar tarafından tarla hâline getirilmiştir. On sene önce dikilmiş kavak ağaçları o sayede yetişmiştir. On bin senelik emekle hazırlanan o tarla olmasaydı o kavak yetişmezdi.
b) Kişi bir yerden kavak çeliği/fidanı almış ve tarlasına ekmiştir. Burasını traktörle sürmüştür. O traktör ve o traktördeki mazot için ne kadar insan çalışmıştır. Böylece kavak fidanlarını dikmiş ve on sene boyunca her yıl sulamıştır. Belki ayrıca ilaçlamıştır.
c) Sonra o kavakları kestiler ve fabrikaya kadar götürdüler. Parçaladılar ve kazanlara koydular.
d) Birçok işlemlerden geçti. Birçok insanın emeği ile oluşmuş ilaçlarla ağartıldı. Kâğıt hâline geldi.
e) Elimize ulaşıncaya kadar kaç elden ve kaç makineden geçti.
Görülüyor ki basit bir kâğıt parçası üzerinde tüm insanlık binlerce senedir çalışıyor. O sayede şimdi elimizdeki o kâğıt üzerine yazı yazabiliyoruz.
İşte bütün bunlar insanlar arasında işbölümü ile gerçekleşmektedir.
Kişi bu işbölümünü bir mühendis olup planlayıp yapmıyor. Her insan kendisi katkıda bulunuyor. Maşeri bir planlama vardır. Ben bir iş yaptım, başkalarına yarayan iş yaptım. Karşılığında para aldım. Sonra o parayı vererek bu kâğıdı kırtasiyeciden satın aldım. Kâğıdı satan da kâr edeyim diye alıp satmıştır. Böylece herkes kendi çıkarını düşünüp hareket etmekte ama sonunda işte bugünkü uygarlık oluşmaktadır.
Kâinatı var eden öyle planlama yapmış ki herkes kendi çıkarını düşünürken sonunda insanlık uygarlıkları yaşamakta ve yaşatılmaktadır.
Başlangıçta birbirini tanıyan küçük topluluklardan ibaret olan kabileler, yazı bulunduktan sonra gittikçe büyük topluluklar hâline gelmişlerdir. Bugün yeryüzü tek ekonomik çevre hâline dönüşmüştür. Bu da yazı sayesinde olmaktadır. Bir de emanetlerle olmaktadır.
Bundan önceki âyet yazışmaları ve borçlanmaları anlattı, bu âyette bu borçlanmaların gayesi olan emanetleri anlatmaktadır. Önce borçla emanet arasında olan rehinden bahsetmektedir. Bu “ve” harfi emanetin borçlanmadan farklı olduğunu ama ikisi arasında sıkı ilişki olduğunu göstermektedir.
İki âyet arasında büyük üslup benzerliği vardır. Bu benzerliklere âyeti açıklarken işaret edeceğim. Ancak başlaması birinde “izâ” birinde “in” iledir. Bitirirken de her iki âyet “alîmün” ile bitmektedir. Arada “Rabbi olan Allah’tan ittika etsin” gibi aynı cümle bile yer almaktadır. Her iki âyette de şehadet yer almaktadır. Biri soruşturmacıları diğeri kontrolörleri ifade etmektedir.
Bu iki âyet III. bin yıl uygarlığının temel muharrikidir. İnsanlık bu iki âyetin uygulamasına henüz geçememiştir. Tarihî gelişmeye bir göz atalım ve bu iki âyetin bizi nereye götürmekte olduğunu görelim.
a) İlk insanlar kendileri üretip tüketiyordu. Avcılık döneminde ortak çalışmak zorunda kaldılar, işyerleri ile yaşama yerlerini ayırdılar. Kadın-erkek arasındaki iş bölümü de o zaman doğdu.
b) Sonra tarım döneminde ürettiklerini pazara götürüp sattılar ve karşılığında başka mallar aldılar. Böylece pazar dönemi başladı.
c) Sonra tüccar döneminde tüccar devreye girdi, tüccar kapıda aldı ve kapıda sattı. Böylece altın ve gümüş para iyice yaygınlaştı.
d) Altın ve gümüş para yeterli olmadığı için yerine banka parası ortaya çıktı. Bugün banka parası ekonomiyi yürütmektedir. Banka ekonominin kalbi, para da kanı olmaktadır. Faiz bu kan dolaşımını engellemektedir. İnsanlık faizsiz düzene geçememiştir. İşte bu âyetler bu kan ve kalb hastalığını tedavi edecek ve insanlığı sağlıklı kan dolaşımına ulaştıracak, bugünkü krizler ortadan kalkacaktır.
e) Bugün çekilen sıkıntı nedir? Üretilen malların depolanması ve nakli zor olduğu için bunları ancak büyük sermaye yapabilmektedir. Böylece tekel oluşmakta, ayrıca indir-bindir ve oraya buraya taşıma külfeti hem malların heder olmasına hem de pahalıya mâl olmasına sebep olmaktadır.
Sovyetler yani sosyalistler buna çare olarak ortak kasa olan bankaların yanında ortak ambarları icat ettiler. Üretilen mallar ambarlara konmakta, devlet planlama teşkilatı bu malların nereden nereye gideceğini belirtmekte idi. Fiziki bakımdan çözüm bulunmuştu ama serbest piyasa ortadan kalkmıştı. Bundan dolayı sistem başarısızlığa uğradı ve çöktü. Ne var ki sorun ortak ambarla çözülecekti.
Kapitalistler o ambarları dağıttılar.
Birinci âyet bankalardan bahsetmekte, ikinci âyet ambarlardan bahsetmektedir.
Bu sayede III. bin yılın ana sorunlarını çözmektedir.
İnsanda iki merkez vardır: Biri beyindir, bilgilerin hareket merkezdir; diğeri kalbdir, o da maddenin hareket merkezidir. İnsan nasıl beyinsiz yaşayamazsa, kalpsiz yaşayamazsa, gelişmiş ekonomi de ortak kasa olan bankasız yaşayamaz. Banka ekonominin beynidir. Ambarsız da yaşanamaz. Uygar topluluk ancak ortak ambarla yaşar.
Ortak ambar ne yapar? Kişiler ürettikleri malları kontrole götürürler ve kontrol ettirip damgalatırlar. Sonra o malı ortak ambara teslim ederler. Karşılığında bir belge alırlar. Artık bu belge o mal yerine geçer, piyasada o belge dolaşmaya başlar. Tüccarlar onu alıp satarlar. Belge hamiline yazılıdır. Kimin eline geçerse ambardaki mal onundur.
İşte bu belgenin tanzimi ve işleyişi bundan önceki âyette anlatılmıştı. Bu âyette de ambarlara ait hükümler konmaktadır. Sonunda o malı kullanacak olan kişi ambardan malı alıp tüketmektedir. Bu sayede piyasada mal yerine belge dolaşmaktadır.
Sovyetler bu belgeyi üretmeden yani mal senedi çıkarmadan ambarları kurdular. Sistem çalışmadı. Beyinsiz kalb işe yaramaz. Kur’an ise çok açık olarak bu sorunu birlikte çözmeyi emretmektedir. Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispata sadece bu iki âyet bile yeterlidir.
إِنْ (EiN) “Eğer.”
“Toplantıya gelirsen beni orada görürsün” dediğimiz zaman, kişinin gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelirse görecek, gelmezse görmeyecektir. Bu “in/eğer” ile yapılır. “İn” cümlenin başına gelirse, görmek için gelmen yeterlidir. Gelme görmenin illetidir. “İn”i sonraya alırsan, görmen için gelmen şarttır ama geldiğinde göremeyebilirsin. Toplantıya gelirsen beni orada görebilirsin. Başka zaman göremezsin. Geldiğinde de göremeyebilirsin demek oluyor. “İn”i önce veya sonra söyleme arasında bu ifade farkı vardır.
Toplantıya geldiğinde beni orada göreceksin. Burada da “iza”daki mânâ vardır. Gelme ile görme arasındaki ilişki “in” gibidir. Mutlaka gelecektir demektir. Şart olan fiil muhtemel değil mukarrerdir. Olası değil, olması kararlaştırılmıştır. Yine “in” başa alınınca illet sona alınınca şart olur. “İza”daki hükmün aynıdır.
Tedayün âyetinde “iza ile başladı, burada “in” ile başladı, çünkü paranın çıkarılması, mal senetlerinin çıkarılması zorunludur. Memurün bihdir. Ama sefere çıkmak zorunlu değildir, çünkü misafirlik asıl değildir.
كُنتُمْ (KuNTuM) “İseniz.”
“Küntüm” iseniz veya olursanız anlamlarına gelir. Burada iseniz anlamına gelmektedir. Çünkü kastedilen sefere çıkmak değil seferde olmaktır. Burada çoğul getirilmiştir. Sefere tek başına çıkma asıl değildir. Yolculuk daima kafileler hâlinde olmalıdır.
Bugün ulaşım imkanlarının gelişmesi ile tek başına seyahat edilmektedir. Kur’an’ın teşri ettiği seyahat olması için daima kafileler hâlinde olması gerekir. Bugün garajlardan aynı zamanda otobüsler kalkmaktadır. Seyahatler de kafileler hâlinde olmalıdır. Konaklama yerleri ve güzergahlar ona göre düzenlenmelidir. Mutlaka gidiş-geliş hatları olmalıdır, çünkü atar damarlarla toplar damarlar hiçbir zaman aynı değildir. Sinirlerde de durum aynıdır. Trafik merkezi sistemle olmalıdır. Yani komşu bucağa gitmek isteyen ilçe merkezine gelmeli, oradan diğer bucağa gitmelidir. Çünkü insandaki damarlar öyledir. Karaciğerde üretilen bir malzeme kalpten geçerek her tarafı dolaşır.
عَلَى سَفَرٍ (GaLAy SaFaRın) “Sefer üzerinde iseniz.”
Burada “alâ” getirilmiştir, “fî” getirilmemiştir. Çünkü “sefer” herhangi bir hareket demek değildir. Kendi bucağından hattâ ilçesinden çıkma demektir. “Alâ” kelimesi bunu ifade eder.
“Sefer üzerinde oturuyorsanız” demektir, yani sizin durumunuz sefer üzerinde ise demektir. Ayrıca sefer sabahleyin ağarma anlamına da gelmektedir. Gecenizi dışarıda geçiriyorsanız demektir. Sefer için belli bir uzaklığa gidilmesi üzerinde ittifak vardır. Ancak mesafe hakkında ittifak yoktur.
Fıkıhçılar denizde iseniz gemi, ovada iseniz deve, dağda iseniz at veya yaya yolculuklarını esas almışlardır. Günde altı saat yolculuk kabul etmişler. Üç günlük mesafeyi esas almışlar. Bu hususta Hazreti Peygamber’den gelen bir rivayet yoktur. Sadece nerelere gittiği zaman namazları kısalttığı rivayetleri vardır. Fıkıhçılar seferdeki tahfifin illetini meşakkat olarak almışlardır.
Bugün bu anlayışlar anlamını kaybetmiştir. Amerika’ya gitmek için bile üç gün uçmuyorsun. Orada sefer yapmayacak mısın?
Bu bakımdan bu “sefer üzerinde olmayı” farklı bir şekilde yorumlamayı uygun buluyoruz.
Bir insan kendi il sınırları dışına çıkınca misafir olur. Çünkü ilk ekonomik çevre ildir. Genel hizmetler ilçelerde verilmektedir. Ancak il bir çevre kabul edilmektedir. Kişiler hesaplarını ilçe muhasiplerine tutturmaktadırlar. Bir il içindeki ilçe muhasipleri birbirine bağlı olup tek muamelede doğrudan kişilerden kişilere aktarılmaktadır. Yani sizin ilin neresinde olursanız olun sizin hesabınız size verilmektedir. Belli dayanışmaya bağlı muhasipler birbirlerinin kişilerine hizmet etmektedirler. Bu itibarla seferde olmak demek, yabancı olmak demek, aynı çevrede bulunmamak demektir. Bir kimse bucağından çıkınca sefere başlar, ancak ilin dışına çıkmak üzere olmalıdır. Başka türlü ifade edecek olursak, il içinde kişiler tek başlarına dolaşabilirler, kafile oluşturmaya gerek yoktur. Minibüsler ve özel otolarla seyahat yapılabilir. Misafir değildirler. Ama bölge merkezine gideceklerse, oradan başka ile gideceklerse, karayolları seferleri yapacaklardır demektir. Özel otolar da bu gruplara katılacaktır. Artık kilometre sözkonusu değildir demektir. Seferin illeti de meşakkat değildir.
Seferin illeti yabancılıktır, yani farklı hukuka tabi olmadır. Bugün de uluslararası yabancılık statüsü oluşmuştur. Eskiden yabancı insan bile sayılmıyordu. Dava etme hakkı yoktu. İslâmiyet’le bu mantık kalkmıştır. Ama seyahatler hâlâ vizeye dayanmaktadır. Bunlar kalkacaktır.
Kişi kendi ocağında evler dışında serbest dolaşır. İş yapar. Bucağın tüm işyerleri kendisine açıktır. İlin il merkez bucağı ile ilçe merkez bucaklarının bütün işyerlerinde çalışabilir. Devletin merkez ilinin ve bölge merkez illerinin bütün ilçe merkez bucaklarında istediği işyerlerinde çalışabilir. Bütün denizlerde ve Mekke ilinin bütün işyerlerinde, ayrıca kıta merkez illerinin bütün ilçe merkez bucaklarında seyahat edebilir ve iş kurabilir. Ne var ki her ilin hukuku farklıdır. Bu farklılık sebebi ile seyahat eden farklı işleme tâbidir. Bu sebeple “alâ seferin” denmektedir.
وَلَمْ تجِدُوا كَاتِبًا (Va Lam TaCyDUv KaTıBan) “Kâtib bulamazsanız.”
“Kâtib bulamazsanız.” Buradaki kâtib ismi fail kalıbında ise de sıfatı müşebbehe anlamındadır. Noter bulamazsanız demektir. Buradaki kâtip hattat değildir, yani okuma yazma bilen kişi değildir; noterdir. Çünkü kitabet gelişigüzel yazma değil, kanun koyma demektir, fıkhı bilme demektir.
Seyahat edenler arasında her zaman noter bulunmaz, dolayısıyla kâtib bulunmamış olur.
Bir ildeki noterler değişik ilçelerde de olsalar birbirlerini bilirler ve tanırlar. Dolayısıyla aynı ilin başka ilçesinde bulunduğunuzda gittiğiniz noter sizin noteri tanımaktadır. Yapacağınız yazışmayı ona kolayca ulaştırabilir. Ama il değişince artık sizin noterinizi oranın noteri bilmez. O zaman siz o noterle bu anlaşmayı yapamazsınız. Kur’an bu hususa da işaret etmektedir, yani bulmanız zordur.
Bununla beraber oralarda yapılan işlemler de geçerlidir. Yolcu olmak ve kâtib bulamamak şartlarında rehin makbuz olacaktır. Bunun anlamı, seferde değilseniz veya kâtib bulursanız rehin vermezsiniz demek değildir. O zaman da verebilirsiniz ancak makbuz olmak şartı yoktur.
“Bulmak” demek muktedir olmak demektir, yani sizin muamelenizi yapmazsa demektir. Noterler bedava iş yaptıklarından ücreti kamudan ve sadece kendilerini hizmetli seçenlerden almaktadırlar. Başka yerde bu sistem çalışmayacaktır. O noter il dışında ise pay almayacaktır. Dolayısıyla sizin işinizi karşılıksız yapacağından sizin noter bulmaya gücünüz yetmez demektir.
“Kitabet” çok önemli bir müessesedir. Kitapta yazılanlar fıkıh hükümlerine uymalıdır. Bir kural eğer insanlığın tüm bucaklarında geçerli ise o kural icma ile sabittir. Ona muhalif içtihat olmaz. Sözleşme de olmaz. Uygulayanların hataya düşüp mağdur olmamaları için noterler çok iyi hukuk bilen kimseler olmalıdır. Ülkede ve insanlıkta rasih kâtipler, illerde fakih kâtipler, ilçelerde zâkir kâtipler olacaktır. Kitabet kurallarını rasihler tesbit ederler, tip mukaveleleri fakihler yaparlar, uygulama ise zakirler tarafından yapılır.
Katiplerin hukuk dili ile yazdıklarını muhasipler hesap diline çevirir ve bilgisayarlara geçerler. Böylece muhasebe tutulmakta ve tüm vecibeler orada kayda geçmektedir. Sonunda ödeme yapılınca aksi maddeler yazılarak hesaplar kapatılmaktadır.
فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ (FaRıHANun MaQBUZaTun) “Rehin makbuz olacaktır.”
Buradaki “Fa” şarttan sonra gelen “Fa”dır. Seferde olunmasa da kâtib bulunmadığı zaman rehin makbuz olacaktır. Her türlü borç ve alacaklar yazılı olmalıdır. Yazılı olmayan borçlu ve alacaklı olma men edilmiştir. Ama rehinli olmak şartı ile yazılmadan da borçlanma caizdir demektir.
Genel olarak herkesin malı defterine kayıtlı ise onundur. Ticari olmayan malların başkasında bulunması kira veya rehin olmayı ifade eder. Mesela altın rehnedilebilir. Ceket rehnedilebilir. Bir şeyin başkasında bulunması onun rehin olduğunu ifade eder.
“Rihan” kelimesi irhan etmenin mastarı olur. Bir de rehn kelimesinin cibal ile aynı vezninde çoğulu olur. Yukarıda “küntüm” denmiş, burada da rehin çoğul gelmiştir. Herkes kendi alacağına rehin alır anlamındadır. Rehin eşya için de insan için de kullanılır. Bir şeyi yapmayı taahhüt eden o eşyayı teslim eder. Borcun edası beklenir. Gelince malı iade eder.
Çağımızda da rehin müessesesi fazlasıyla yaygındır ve ocakları söndürmektedir.
Rehin müessesesi meşru olarak ifade edilmiştir. Senet çıkarmada da rehin kelimesi geçmemekle beraber, küçüklerin de senet çıkarması sözkonusu olduğu için orada da meşru olarak ifade edilmiştir. Burada rehin kelimesi nekre olarak gelmiştir. Demek ki değişik rehin çeşitleri vardır. İlk ayırım burada yapılmıştır. Makbuz rehin, makbuz olmayan rehin söz konusudur. Fıkıhta rehinde kabz şartını koymuşlarsa da bu âyette rihanın nekre olması ve sefer şartı ile ifade etmesi bunu göstermektedir. Rehin makbuz olmak şartı ile kayda gerek yoktur. Ama makbuz olmayan rehin de vardır.
Şimdi buna göre rehinleri beş grupta toplayabiliriz.
a) Makbuz olan emanet rehin. Borç ve alacak rehin veren mal sahibine aittir.
b) Makbuz olmayan deyn rehin. Borç ve alacak rehin alana aittir.
c) Başkasında emanet rehin.
d) Başkasında deyn rehin.
e) Bir de makbuz olmayan rehin vardır.
Bunların hepsi caizdir.
Rehinin esas oynadığı rol bundan önceki âyette zımnen ifade edilen deyndir.
Mal senedi çıkarmak serbesttir. Mal senedi üzerinde resmi değeri yazılır. Bu değer teminat değeridir. Çıkarılan her senedin karşılığında bir taşınmaz rehnedilmiş olur. Dolayısıyla tüm senetlerin toplam resmi değeri ülke topraklarının değerine eşittir.
Şimdi senetleri tekrarlayalım.
a) Selem senetleri. Bunlar daha çok tarım ürünleri karşılığı çıkarılır. Taşınmazlar ipotek edilmelidir. Daha çok meskenler ipotek edilir.
b) Mal senetleri. Bunlar da inşaat malzemesi karşılığı çıkarılır. Senetlere taşınmazlar ipotek edilmelidir. Daha çok iş yerleri ipotek edilir.
c) Hisse senetleri çıkarılır, taşınmazlar da hisseyi ifade eder. İnşaatın arsası ve üzerindeki yapı ipotek edilmiş olur.
Bu senetler karşılığında ambarlara mal girer veya taahhüt edilir. İnşaat yapılır. Taşınmazların resmi değerleri vardır. Ancak resmi değerleri ile rehin verilebilir. Resmi değerlerin beşte bir eksiğine rehnedilebilir. Daha azına rehnedilemez, yani beşte bir değerinden azına rehnedilen satılamaz. Rehnedilen bugün olduğu gibi haraç mezat satılamaz. Rehinin resmi değerinden yüzde yirmi aşağısına kadar eksiltme yaparak satılır. Ondan aşağı alacaklı onu o fiyatla kabul etmek zorundadır. Yahut bekler. Bu hükmü rıza şartından çıkartıyoruz. Beşte bir zekât payıdır. Gabnı fahiş yoktur demektir.
Bir hususa daha işaret edelim. Tekaruz meşru olduğu için bir kimse bir taşınmazı deyn olarak birisine verse, buna mukabil de ondan deyn olarak nakit alsa bu caizdir. Yerden kira alınmamış, paradan da faiz alınmamış olur.
Bir kimse bir taşınmazı deynen rehin alsa, kiraya verse, kendi parasını da karşı tarafa verse, bu faiz olmaz mı? Olmaz. Hatta sahibine de kiralayabilir. Ancak binanın sorumluluğu kendisinde olmuş olur.
Her türlü vadeli veresiye satışlar haramdır. Ama rehinli veresiye meşrudur. Ancak alınan miktar binanın resmi değerini geçmemelidir. Sonra vadesiz cari hesapla alış ve satış meşrudur. Tekaruz meşrudur. Cari hesapta para hemen talep edilebileceği için yeni satın alma gücü üretmiş olur.
Tedayün âyetinde “Fe”den sonra yazınız emri gelmiştir. Burada da rehin makbuz olacaktır denmektedir. Birisinde emir, burada isim cümlesi gelmiştir. Ama ikisi de vücubu ifade eder.
فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضً (Fa EiN EaMiNa BaGWuKuM BaDWan)
“Birbirinize emanet ederseniz.”
Burada “Fa” gelmiştir. Bu tafsil “Fa”sıdır ve tamim “Fa”sıdır. Yani ister rehin olarak ister ambarda muhafaza olarak bir şeyi emanet ederseniz denmiş olmaktadır. Burada çoğul emri verilmemiş, kişilere ayrı ayrı emredilmiştir.
“Bazı” kelimesi bir anlamına da gelir, biriniz diğer birinize anlamında da olmuş olur.
“Emanet vermek” demek, yapının sorumluluğu alacaklıya ait demektir. Emanet alanın kusuru olmaması şartı ile malda meydana gelecek hasar alacaklıya aittir. Ortak ambarlara emanet edilen mallarda meydana gelecek hasar ancak ambar sahibinin kusuru varsa ambar sahibine ait olur, yoksa mal sahibinin malı gitmiş olur. Mal sahibinin bundan kurtulması için malını resmi kontrolörün kontrol etmiş olması gerekir. Ayrıca ambar sahibinin kusuru olmaksızın mala bir şey olursa dayanışma içinde ödenmesi gerekir. Bu sebepledir ki selem senetleri veya mal senetleri dayanışma ortaklığınca güvenceye alınmadıkça çıkarılamaz.
Şimdi bu âyet bize yeni bir hüküm getirmektedir. Ortak ambarlar, resmi ambarlar nasıl işleyecektir? Bunun için önce o malları bozulmadan saklayabilecek ambarlar yapılacaktır. Mesela bir buzhane tesis edilecektir, yahut buğday silosu yapılacaktır. Bunlar normal kiralık tesislerdir. Bunların kirası ambara giren mallardan alınacaktır. Burası diğer işletmeler gibi çalışacaktır. Birisi cirodan kiralayacaktır. Yani ambar tesislerine kira cirodan verilecektir. Oraya giren mallar üzerinden ambar sahibi emanet ücreti alacaktır. Yalnız bunun faize dönüşmemesi için zamanla artan kira olmayacaktır. Sadece girişte bir ücret alacaktır. Ondan sonra ambarda ne kadar kalırsa kalsın fark istemeyecektir. Ambarcı aldığı mala karşılık bir belge verecek, sonra da o belgeyi getirene malı teslim edecektir. Kimi uzun zaman kalacak, kimi kısa zaman kalacaktır ama onlar birbirini sübvanse edecektir.
Emanet alınan mallar kalaid olmuş olabilir. Yani etiket yapıştırılır ve doğrudan o mal aynen iade edilir veya hedy olabilir. O zaman misli verilir. Kalaidde bedel daha fazla olabilir. Hedyde daha ucuz olabilir. Hedyde tekaruz sistemi de uygulanabilir, yani bıraktığı zaman kadar kendisinin kredi alma hakkı doğar. Bu kredinin aynı maldan olması gerekmez. Başka mallardan da istikraz caizdir. Bunun için kredileşme değerleri vardır. Bu değer cari değerden ve resmi değerden farklıdır.
Şimdi İstanbul halkı devleti beklemeden ambar işletmeleri kurabilir. Belediye başkanları bunları organize edebilir. Türkler asker bir millettir. Her şey merkezden gelecek emir ile yapılır. Oysa askerlikte merkezi komuta ne kadar gerekliyse, uygarlık için de yerinden yönetim o kadar gereklidir. Türkiye’yi bunun için azınlıklar yönetiyor. Çünkü asker mantığı ile ekonomi yürümez. Ekonomi mantığı ile de askerlik yürümez. Türk milleti bu sorunu çözmelidir. Bunu ancak Türk ırkından olmayan halkları barındırmakla çözebilir. Türkiye Cumhuriyeti bu bakımdan şanslı bir devlettir. Ama yeterli değildir. Türkiye daha fazla göç almalı, askeri mantık dışında düşünen halklar Türkiye’ye gelmelidir. Yoksa azınlıklar artık Türk ekonomisini götürecek durumda değildirler.
Akevler’in başarısız olmasının nedeni merkezi yönetimin olmayışıdır. Ortakları da müteşebbis değildirler, her şeyi merkezden beklemektedirler. Askerlik yapmayıp bedel veren halka da ihtiyacımız vardır. Osmanlı İmparatorluğu altı yüzyıl onlar sayesinde yaşadı. Herkesi askere alırsanız hem askeri mantık bozulur hem de siviller arasında müteşebbisler bulunmaz.
فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ (Fa elYuEadDıy elLaÜIy EuETuMiNa)
“Emanet edilen kimse eda etsin.”
“Eda etsin. Ödesin.” Kişiye emrediyor.
Ambarcılık, emanetçilik serbest girişim olarak ele alınmıştır. Depolama ve nakliye genel hizmetlerdendir. Bunlardan vergi alınmaz. Zekâta tâbi değildirler. Ama serbest teşebbüs içinde yürütülecektir. Ticaretten farkı, ticarette mal satılmış olmaktadır. Kişi bir daha malını geri almamaktadır. Burada ise mal sadece muhafaza edilmektedir. Sabit, zamanla artmayan kira alınmaktadır. Dolayısıyla mallar ticaret malları olmadığı için zekâtı da bulunmamaktadır. Bazı mallar için bir yıldan fazlası için zekâtı mal sahibi vermektedir.
Tedayün âyetinde “ellezi aleyhi’l-hakku” geçmişti. Burada “emanet edilen kimse” anlamında aynı kalıp kullanılmıştır. Orada “imza etsin” emri vardı. Burada ise “emaneti ödesin” emri vardır. İftial bâbı emaneti kabul eden anlamındadır.
أَمَانَتَهُ (EaMANaTaHUv) “Emanetini eda etsin”
Buradaki zamir emanet edene gider. Bu da sorumluluğun emanet edende olduğunu ifade etmiş olur. Halbuki yetimlerin mallarında sorumluluk vaside olduğu için “malınız” denmektedir. Emanet mal olur, taşınmaz da olabilir.
“Emanet” kelimesi Kur’an’da geniş anlamda kullanılmaktadır. Güvence anlamını vermektedir. “Emanetleri ehline veriniz” denerek, seçimde oyunuzu ehil olan partiye kullanınız denmiş olur. “Biz kâinatın emanetini insana yükledik” diyor. Böylece emanet demek yönetmek demektir. Çünkü yöneticiler sadece güvenlik sağlarlar, işleri ise halk yapar.
Burada da emanetçinin görevi onu muhafaza etmektir, işletme değildir.
Bankaya tevdi edilen para nedir? Emanettir. Riziko kime aittir? Parayı tevdi edene aittir.
Bankacı sadece onu muhafaza eder, muhafaza bedelini alabilir.
Bugünkü bankalarda ise bankaya tevdi edilen mevduat deyndir, borçtur. Faiz almaktadır. Riziko ise bankada bulunmaktadır. Zarar olduğu zaman bankanın onu ödeyecek sermayesi yoktur. Böylece karşılıksız para basmanın benzeri olmaktadır. İslâmî bankada banka kredi verirken kâr-zarara iştirak etmektedir. Sadece kredi hakkı doğmaktadır. Yani yolda para hukuki durumunu değiştirmektedir. Bu sebepledir ki finans bankaları da faizli işlem yapmakta, çünkü sonunda cebri icraya gitmektedirler. Zararı göstermeyerek suni kârlarla idare etmektedirler. Hattâ kâr olarak piyasadaki rayiç faizi gösteriyorlar. Çünkü daha fazla kâr göstermelerine diğer bankalar izin vermiyor. Az göstermelerine de müşteriler izin vermiyor. Bir kandırmaca almış başını gidiyor. Bakalım nereye kadar gidebilecek? Türkiye’de kandırmacası olmayan ne var ki?!.
وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ (Va eL YatTaQı elLAHa RabBaHu) “Rabbi olan Allah’a ittika etsin.”
Emanetlerde ispat külfeti kime düşmektedir? Malda meydana gelen hasarın kusurundan mı yoksa dışarıdan mı oluştuğunu nasıl ispat edeceğiz? Kimin dediğini kabul edeceğiz? Burada bu ifadenin kullanılmasından takdir yetkisinin emanet alana ait olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla emanetçinin beyanı asıldır. Emanet verenin emanetçinin kusurlu olduğunu ispat etmesi gerekir. Bu hükümlerin dışında emanet müessesesi çalışmaz. Nitekim bugün ticari müesseseler pek çok olduğu halde emanet müesseseleri hemen hemen hiç yoktur. Bunun sebebi budur. Bunu hafifletmek için emanetçinin yükünü hafifletmek gerekir. Bu hüküm onu ifade eder.
Roma’da da, Batı hukukunda da, fıkıhta da hüküm buna yakındır. Ancak bu müessesenin çalışması için dayanışma ortaklığının tesis edilmesi gerekir. İlmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî dayanışma ortaklıkları kurmadıkça bu müesseseler çalışmaz.
O halde ambar işletmeleri kurmadan önce dayanışma ortaklıkları kurmalıyız…
İstanbulluları buna götürmeliyiz...
Bunun için bu hususlarda “bilgiye” sahip olmamız gerekir. Çalışıp kendimizi yetiştirmeliyiz. Önce bir “aşiret/ocak” olmalıyız. Sonra bir “kabile/bucak” kurmalıyız. Burada kendimizi yetiştirmeliyiz...
Ondan sonra İstanbullulara hitap etmeliyiz...
Bunun için bir “dergi” ile işe başlamalıyız...
Sonra bir “televizyonumuz” olmalıdır...
Bu arada “mala-mal marketler zincirini” kurmalıyız...
Hâsılı, yapılacak çok işlerimiz vardır; ama daha başlayamadık bile...
İşte, mallarda meydana gelen hasarlar dayanışmaca karşılanmalıdır. Beceriksiz emanetçinin elinden dayanışma ortaklığı yetkisini alacak, böylece bu işletmelerde ayıklama olacaktır.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmaya talip Adil Düzen Cemaati şu yolları takip edecek, Allah’a güvenecek ve korkmadan hareket edecektir.
a) Ne yapıp yapacak Yenibosna’ya taşınacaktır. Kirada ise buraya gelip kirada oturacaktır. Kendi evinde ise evini kiraya verecek veya satacaktır. Yenibosna’da en az on aile oluşmadıkça bu çalışmalar sadece ilmî çalışma sonuçları verir.
b) Her Adil Düzen Çalışanı artan zamanlarını ilme ayıracak, ayrıca Yenibosna’daki faaliyetlere katılacaktır. Ondan kazanç beklemeyecek, ona zamanını verecektir. Gelemeyenler de maddeten katılacaklar ve zararları telafi edeceklerdir. Burada şimdilik market, inşaat, ahşap ev ve dergi işlerimiz vardır.
c) Eğer buna niyet eden cemaat bulunursa, Allah oraya taşınmayan mü’minlere ilham edecek ve bizi destekleyeceklerdir. Nitekim şimdiye kadar hep desteklediler. Biz ilmimizi genişletmiş ve işlerimizi kurmuş olacağız. Bu arada inşaatı bitirmiş ve kendi apartmanımıza da taşınmış olacağız. İzmir Akevler’de önce evler yaptık, sonra taşındık. Sonuç alamadık. Burada ise önce taşınacağız, sonra evler yapacağız. Taşınanlar olursa Allah daireleri verecektir.
d) Sonra bin hanelik bir site kuracağız, bunun için yirmi dönümlük yer yetecektir. Allah onu da verecektir. Oraya da bin aile taşınacaktır. Yahut Yenibosna’yı organize edecek ve Medine yapacağız. Muhtar da bizimle beraber olacaktır.
وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَ (Va LAv TaKTuMUv elŞaHaDaTa) “Şehadeti ketmetmeyiniz.”
Emanetin iadesini kişiye emretmiştir. İttikayı da ona vermiştir. Arkasından şehadet müessesesini ortaya koymuştur. Şehadet masdardır. Burada şehadet marife gelmiştir. Bildiklerinizi gizlemeyin demektir. Şehadet müessesesi İslâmiyet’te çok önemli bir yer alır. Çünkü hakemler hep şehadet üzerinde karar vereceklerdir.
“Şehadeti ketmetme” ne demektir? Sıra ile başlayalım.
a) Olayı görenler ve bilenler ilgiliye doğru bilgi verirler. Emanet verene gerçekleri söylerler. Kişiler çoğu zaman bildiklerini söylemek istemezler. Ortaklar çekinirler. Taraflardan birini kendilerine düşman yapmak istemezler, yahut dostlarını kırmak istemezler. Yalan da söylemezler ama ses de çıkarmazlar. Bugün böyle yaşıyoruz. İşte Allah bizi bundan men etmektedir. Bildiklerimizi ve gördüklerimizi kendimizin aleyhinde de olsa söylemeliyiz. Demek ki ilk emir hepimizedir. Gerçekleri söylemekten kaçınmamalıyız. Kaçınmaktan bizi nehy ediyor. Eğer sorana doğru bilgi vermezsek biz Allah’a karşı suç işlemiş oluruz. Bu sokakta yol sorana verilecek cevabı da içermektedir. Bilgi de böyledir. Bunu ben keşfettim diye gizleyemezsin. Bildiğini sorana söylemek zorundasın.
b) İkinci şehadet ise soruşturmacıların sorularına verilecek cevaptır. Soruşturmacılar sonunda hakemlerin karşısında şehadet edeceklerdir. Ancak sizin verdiğiniz bilgilere göre bunu yapacaklardır. O halde soruşturmacılar ne sorarlarsa onlara doğru cevap vereceksiniz. Bununla da yükümlüsünüz. Yapmazsanız nehye muhalefet etmiş olursunuz.
c) Soruşturmacı topladığı bilgilere ve belgelere dayanarak sonunda hakemlerin yanında beyanda bulunacaktır. İşte orada da doğru olarak ne kanaat getirmişse onu beyan edeceklerdir.
d) Hakemlerin hakemlikleri de şehadettir. Onlar da şahitlerin şehadetiyle sabit olan olaylara verilecek hükmü, fıkhi hükmü doğru beyan edeceklerdir.
O halde düzen doğru şehadete dayanmaktadır.
Burada “Fa” değil de “Va” getirilmiştir. O halde bazı ketm edilecek yerler de vardır demektir. Kıyas yoluyla istisna edilir. Mesela zinada ketm etme evladır. Her yerde söyleyemezsin. Söylesen cezalanırsın. O sebeple “Fa” harfi getirilmemiştir.
وَمَنْ يَكْتُمْهَا (Va MaN YaKTuMHAv) “Kim onu ketmederse.”
Burada da “Va” harfi getirilmiştir, yani olaylar iki çeşittir. Bir kısmının söylenmesi gerekir. Gizlemek günahtır, suçtur. Bir kısmının söylenmesi günahtır, suçtur.
Bunların açık olanı şudur. Emanetlerle ilgili yani ekonomik haklarla ilgili ne biliniyorsa gizlenmemeli, her yerde ve her şartta söylenmelidir.
Zina ile ilgili hususlarda insan gördüğünü ancak soruşturmacılara ve o da yalnızken söyleyebilir. Söylemekle mükellef değildir. Onun dışında dışarıda söyleyemez. Söylerse suçlu olur.
İşte bu iki emir ve yasak çift kıyas yoluyla genişletilerek uygulanacaktır.
“Ve” harfiyle aslında söylemenin asıl olduğunu, sadece bazı istisnai hallerinde söylenmemesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Topluluk hayatı doğru bilgilere dayanır. Doğru bilgiler de şehadet müessesesini oluşturur. Yazışma ve emanetleri sahiplerine verme yanında; şahit tutma, soruşturma, hakemlerin yanında şahitlerin şehadeti, hakimlerin adil karar vermesi hep şehadet müessesesidir.
İslâm topluluğu buna dayanır.
Nasıl olacak da böyle bir topluluk yetişecektir?
Bunun temeli namazdır. Topluca namaz kılan ailelerce namaza katılanlar bu ahlâki eğitimi alacaklardır. İnsanların denetim altına alınması ancak birbirlerini günde beş defa görmeleri ile mümkündür. Günde beş defa namazlara gelenler birbirlerini kontrol ederler. Yalan söylemezler. Doğru söyleme onların beyinlerine girer ve yerleşir. İşte bu da şehadetin ketm edilmemesini sağlar. Namaz kılmayan topluluklar zincirden koparılmış canavarlara benzerler, onları durduracak ve kontrol edecek yoktur. Namaz insanın bekçisidir. Onu muhafaza eder. Âyetlerde “namaz üzerinde birbirlerini muhafaza ederler” diyor.
Şüphesiz öyle topluluklar oluşturmalıyız ki yalan söylemeyelim. Bu çok kolay değildir. Mesela vergi beyannamesini verirken doğru söylersen iflas edersin. Yalan söylemek zorunda kalırsın.
“Ve” harfi burada bize şunu da bildiriyor. Zaruret halinde yalana da izin veriliyor demektir. Ama bu yalanı meşrulaştırma anlamında değildir. Mesela enflasyondan dolayı vergi alıyorlarsa onu göstermeyip vergi ödeyemeyebilirsin. Demek oluyor ki, öyle bucak kurmamız gerekir ki orada yalan söylemek zorunda kalmayalım. Akevler bu amaçla kurulmuştur. Çok büyük sıkıntılar çektik...
فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ (Fa EinNAHUv AÇiMun QaLBuHUv) “Onun kalbi asim olur.”
Bu ifadenin mânâsını anlamamız yukarıdaki izahlardan dolayı açıktır. Biri anlatıyordu. Hazreti Peygamber’e sormuşlar; “Ne günahı işlemeyeyim?” demişler. O da cevap vermiş; “Yalan söyleme.”
İnsan yalan söylemezse onun kalbi tertemiz olur. Çünkü her yerde herkese hesap vermek zorunda kalmamış olur. Yalan söylememek yeterli değildir, doğru söylemek gerekir.
Batı’da yalancılık asıl olduğu içindir ki seçimleri gizli yapmaktadırlar. Yani insanlar görüşlerini gizlemektedirler. İçleri başka dışları başkadır. Bunların içleri kararmıştır. Sıkıntı içindedirler. Yalancı daima sıkıntıdadır. Her zaman yalanının ortaya çıkacağından korkmaktadır. Ortaya çıkınca da yüzsüzleşmekte, içi büsbütün kararmaktadır.
Halkın uygulamayacağı kanunlar ve kurallar, dikta rejimleri, halkı bildiklerini gizlemeye, söylediklerine yalan katmak zorunda bırakmaktadır. Bu da sonunda o topluluğu huzursuz ve ahlâksız yapmaktadır. Bu sebeple insanlar sözlerinden dolayı çok az suçlanmalıdır.
Bundan önceki âyette yapmazsanız o sizin için fısktır denmiştir. Burada ona muvazi bir ifade kullanılmaktadır.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (283) (Va elLAHU Bi MAv TaGMaLUVNa GaLIyMun)
“Allah sizin amel ettiklerinizi bilmektedir.”
Şehadet etmeyi burada amel olarak ifade etmiştir. Yani gerektirdiği yerde gerekeni yapmazsanız onun hükmü yapanın hükmü gibidir. Dolayısıyla salih amel işlemek demek sadece yapma şeklinde değil, yapmama şeklinde de ortaya çıkmaktadır. Evet, gizlemekle salih ameli yapmamış olursunuz.
“Alîm” nekre gelmiştir. Devlet her yapılanı bilmelidir demektir.
“Adil Düzen”in dayandığı temel muhasebedir. Herkes her türlü yaptığı işi yazacaktır. Müsveddeye yazacak ve bunu muhasibine verecektir. Böylece her türlü amel kayda geçecektir. Burada artık gizleme mümkün olmayacaktır. İnsan yalan söyleyemeyecektir, gördüklerini gizleyemeyecektir.
Şüphesiz böyle bir topluluğa herkes katılmak zorunda değildir. Kimse de bu toplulukta kalmak zorunda değildir. Ama gelecekteki uygarlığı kuracak kimseler bunlardır. Bunları bugün yazıyoruz. Biz böyle bir siteyi kuramadık, başaramadık. Bunun sebepleri vardır. Şimdi sizlere yazıyoruz ki sizler bu hataları yapmayınız. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
a) İnanmayan insanlarla yola çıkmayın. İnanmayanlar “Adil Düzen”i kuramazlar. İnanmak veya inananlar demek, “Adil Düzen” için canını vermeye hazır kimseler demektir. Böyle insanları aramak için teşebbüslerde bulununuz ama o seviyede “Adil Düzen”e bağlanmayan arkadaşlar bulmadıkça sonuç alamayacağınızı bilin. Devam edin ama ümitsizliğe kapılmayın.
b) Bilmeden hareket etmeyin. Önce yapacağınız işin fıkhını öğrenin, yani şeriata göre nasıl yapılacağını öğrenin. Ondan sonra işe girişin. Öğrenmek için giriştiğiniz işler müstesnadır. Biz öyle yaptık, öğrenmek için işler yaptık, bu ilmimiz öyle oluştu. Ama sonuçlar alınamadı. Akevler kurulamadı. Siyasette zirveye çıkılmıştır ama sonu serap olmuştur. Bununla beraber yapılanlar “Adil Düzen” için hazırlık olmuştur. Arkadaşlarınız da o işin fıkhını öğrenmezse başarıya ulaşamazsınız. Zarar edersiniz. Ama bu sizi üzmesin. Bu sebepledir ki kuracağınız ortaklıklar küçük sermayelerden oluşmalıdır. Zarar ettikleri zaman onlar sıkıntıya düşmemelidir. Ortaklara bir şey vaat etmeyin ama siz de kazanmayın. Onlar paralarını, siz de emeğinizi yitirin. Asgari şartlarda yaşayın. İsraf yapmayın. Âhirete vardığınız zaman size söyleyecekleri sözleri olmasın.
c) Siz size düşeni yapın, sonucu Allah’a bırakın. Sonuçlardan dolayı rahatsız olmayın. Acaba Allah’ın dediğini yaptım mı yapmadım mı, onu düşününüz. Hatanız varsa tevbe ediniz. Yoksa başarmış veya başarmamış olmanız sizin sorununuz değildir.
d) Yaptıklarınızı mümkünse yazın, neler olduğunu yazın, doğru yazın. Eksiklerinizi, yanlışlarınızı, hattâ günahlarınızı bile yazın. Böylece sizden sonra gelenlere bilgi olsun. Herkes kendi hatalarını, yaptıklarını okusun ve onu devam ettirsin. Başkalarının okuması için değil, Akevler Adil Düzen Çalışanları okusun diye yazın.
Devamlı Kur’an okumanın dışında bizi selamete götürecek herhangi bir şey yoktur. Kur’an bunun böyle olduğunu söylüyor ama biz de Kur’an okudukça bunu çok daha iyi anlıyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-438 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-268 İstanbul, 15 Aralık 2007
ADİL DÜZENE GEÇİŞTE AİLE
Türkiye’nin dinsizleştirilmesi 1900’larda başlamış ve 1933’e kadar devam etmiştir. 1933’ten 1967’ye kadar duraklamıştır. 1967’lerden sonra karşı mücadele başlamış ve 2000 yıllarında dünyanın gidişine de uyularak din düşmanlığı modası ortadan kalkmıştır. Bu başarı Türk ailesinin sağlam yapısının başarısıdır. Çocuklar İslâmî irfanı aileden almış, anne babaların özel gayretleri ile İslâmiyet unutulmamıştır.
Türk ailesinin başka bir başarısı da Türkiye’nin geçirdiği ekonomik krizlerde akrabalık ve aile bağlılıkları sebebiyle yaşamayı sürdürmesidir. 28 Şubat krizi Türkiye’yi yıkmaya yeterli idi ancak Türk aile ve akrabalık ilişkileri sayesinde Türkiye beş senelik krizi atlatmış ve bugünkü rahatlığa ulaşmıştır.
Bütün zorlamalara rağmen Türk ailesi çökertilememiş, evlilik dışı ilişkiler yaygın hâle getirilememiştir. Bu durum Türk ailesinin sağlam yapısından ileri gelmektedir. Avrupa’ya giden işçilerimiz sağlam aile yapısı nedeniyle varlıklarını korumuşlar, Türk ekonomisine büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Her şeyimiz çökertilmiş, kalelerimiz işgal edilmiş ama ailemiz işgal edilememiştir. Bu sayede diğer müesseselerimiz de teker teker çimlenerek yeniden daha gür ve daha sağlam ortaya çıkmıştır.
Türk ailesi üzerindeki saldırı devam etmektedir. Türk ailesini yıkma çabası başarılı olamamıştır ama tehlike ortadan kalkmamıştır.
Geçiş anayasamızda aileyi korumak zorundayız. Çünkü bütün sermayemiz ailemizdir.
a) Evlenmeler ve boşanmalar kolaylaştırılmalıdır. Sözleşme yapıp biz evlendik diyen tescil edilmelidir. Tescil için beyan yeterli olmalıdır. Birinin boşandık demesi ile boşanma da tescil edilmelidir. Karı koca eşler arasında çıkacak ihtilaflar hakemler yoluyla acilen çözülmelidir. Evlenme yaşı on beş yaşa indirilmelidir.
b) Çalışma kredisini tedvin etmeliyiz. Herkes istediği işyerinde çalışabilsin. İşveren borçlandırılsın, işçi maaşını devletten alsın. İşyerine faizsiz ve icrasız kredi verilsin, mamul maddeleri satınca devlet karşılığını alsın. Böylece işsizlik yüzünden evlenmeme ve evli olanların boşanması sorunu sona ersin.
c) İşyerleri planlanırken orada çalışanların nerelerde oturacakları da planlansın. Yahut mesken siteleri yapılırken oradaki insanların nerelerde çalışacakları planlansın. Evli olanlara çocuklarına göre faizsiz ev kredisi açılsın. Herkes iş ve mesken sahibi olsun. Borcunu kapatırsa mesken çocuklarına kalsın, kapatmazsa çocuklarına kalmasın, devlet el koysun. Böylece on beş yaşına gelen herkes ev ve iş bulmuş ve evlenmeye zorlanmış olur. Bekarlara bu imkan sağlanmayacaktır.
d) Yetimlerin veya yaşlıların, sakatların, hastaların bakımı kadın akrabalara yüklensin. Ancak devlet bunlara bu hizmetleri için aylık bağlasın. Muhtaç olan akrabalar hem bakımını yaparlar hem de geçimlerini bu yolla temin ederler. Böylece akrabalık müessesesi daha sağlam olarak varlığını sürdürsün.
e) Ailenin nafakasını erkek temin etsin, kadın iştirak etmek zorunda kalmasın. Ancak bakmakla mükellef olduğu kişi sayısına göre erkeğe imkan sağlansın. Bu nasıl sağlansın? Ona göre kendisine işyeri temin edilsin, yani daha çok geliri olan işyerlerinde ona iş verilsin. İkincisi, kendisine tanınan faizsiz ve icrasız kredinin miktarı artırılsın. Onun sayesinde daha çok kredi alacaklarından işyerleri onlara daha çok maaş verme durumunda kalabilirler. Ayrıca her erkeğe bakmakla yükümlü olduğu nüfus sayısına göre bir sabit ek gelir maaş verilsin.
Bu düzenlemeler devlete ekonomik yük getirmeyecek, tam tersine kadın erkek herkes çalışacağı için devleti refaha götürecek, vergi gelirleri kat kat artacaktır.
Bunun dışında cinsi ilişkileri düzenleyen kanun çıkarılmalıdır. Fuhuş ile zina birbirinden ayrılmalıdır, cezalar ona göre verilmelidir.
Usul veya füru ile kardeşleri veya yeğenleri ile usulün kardeşleri ile cinsi ilişki kuran fuhuş işlemiş olur. Bir kadın iddeti içinde iki erkekle cinsi ilişki kuran ve buna iştirak eden erkek fuhuş işlemiştir. Bunlara verilecek ceza fuhuş sitelerine sürmek olmalıdır. Burada çalışıp yaşamalarına imkan verilmelidir.
Baldız gibi birbiriyle evlenebilecek kimselerin kuracakları cinsi ilişki ile gizli kurulan cinsi ilişki zina sayılmalıdır. Bunlara da yüz günlük hapis cezası verilmelidir. Bunun dışında kurulacak ilişkilerde resmi kayıt yapılmamış olsa bile resmi kayıt varmış gibi aralarında evlilik hukuku oluşmalıdır.
Erkek başka kadınlarla veya kadın iddeti doldurduktan sonra başka erkekle cinsi ilişkide bulunursa resmi evli olanlar için bir tazminat ödeme mükellefiyeti getirilebilir. Ama suç oluşturmaz ve cezalandırılmaz. Ancak bu ilişkiler açık olmalıdır. Çünkü gizli ilişkiler iddet içinde ilişkilere sebep olur, bu da ileride kardeşlerin evlenmelerine imkan verir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-438 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-268 İstanbul, 15 Aralık 2007
BATI’DA VE İSLÂM’DA AİLE
Şimdiye kadar anlattığımız varsayımları hatırlayalım.
a) Batı’da anayasayı devlet yapar. İslâm’da anayasa devleti kurar.
b) Batı’da ekseriyet demokrasisi vardır, İslâm’da hicret demokrasisi vardır.
c) Batı’da kararlar ekseriyetle alınır, İslâmiyet’te kararlar ortak hakemle alınır.
d) Batı’da her şey merkezindir, merkez halka haklar verir; İslâmiyet’te her şey halkın hakkıdır, halk merkeze görevler verir.
e) Batı’da iktidarı güçlendiren atanmış hâkimler vardır, İslâm’da herkesin hukukunu belirleyen hakemler sistemi vardır.
Bunlardan başka özel hukuku ilgilendiren bir de “aile müessesesi” vardır. Batı’da aile devletin görevlendirdiği devletçe var edilen bir müessesedir. Aile devlete hizmet için vardır. Görevi devlete çocuk/nüfus yetiştirmektir. Devletin çocuk yetiştirmede herhangi bir yükü yoktur. Anne baba evlenir. Çocuk doğar. Anne baba onu büyütmekle yükümlüdür. Eğer evde kazanma olmazsa kişi açlıktan ölür. Komşular kuru ekmek verirlerse geçinir. Kira ödeyemediği için evden atılırlarsa sokaklarda yağmurun altında can verecekler demektir.
Batı’nın kapitalist mantığında aç kalan insana karşı devletin bir görevi yoktur. Sosyalist mantığında da ailenin çocuk üzerinde hiçbir yetkisi yoktur, çocuğunu kreşe versin. Buna karşılık çocuğun nasıl eğitileceği ve yetiştirileceği tamamen devlete aittir. Yedi yaşında zorla okula alır ve onu sonuna kadar kendi ideolojisinde yetiştirir, gerici diye anne babasına küfrettirir. Zavallı anne baba kendi elleri ile düşmanını yetiştirmek zorundadır. Hem de ciğerpare yavrusunu. Çocuk hakları uydurması ile anne babanın çocuk üzerindeki yetki ve hakları alınmış ama sorumluluk ve görev onların omuzlarındadır.
İslâm’a göre ise aile sosyal müessese değildir, biyolojik müessesedir. Tüm canlılarda aile kurma içgüdüsü vardır. Doğal kanunlar vardır. Başta gelen kural olarak yakınların birbirini döllemesini doğa yasaklamıştır. Bir çiçekte erkek ve dişi organlar vardır. Ama bunlar aynı zamanda olgunlaşmadıkları için birbirini dölleyemezler, başka çiçeklerden gelen tozlar döller. Bir kovanda dişi anaç ve erkek arılar vardır. Ama kokuları ile birbirlerini tanırlar ve katiyen kendi analarını döllemezler. Anaç arı günü gelince uçuşa çıkan başka kovanın arı sürüsünden yalnız birisine teslim olur ve döller.
İnsanın sosyal temeli de aileye dayanır. Nasıl kişi hakkı asıl ise aile hukuku da asıldır. Anne çocuğu doğurup büyütür, baba nafakasını temin eder ve savunur. Baba bu görevleri tek başına başaramadığı için örgütlenir. Bucak, il, ülke ve insanlık ailenin ihtiyacını layıkıyla karşılasın diye vardır. Aile devlet için değil, devlet aile için vardır Ailenin esas görevlisi de kadındır. Çocuğu yetiştirmekle kim görevli ise yetki onundur. Çocuk üzerindeki bütün yetkiler anne babanındır. Çocuktan sorumlu olan da anne babadır. Ama bu devlete değil hakemlere karşı sorumluluktur. Devlet çocuğa ne öğreteceğine karışmaz. Çocuk on beş yaşına kadar anne babanın velayetindedir. Kimse onların yetkilerine ve görevlerine müdahale edemez. Ama devlet zaten aileye hizmet için kurulduğu için devletin görevi aileyi desteklemektir. Hattâ yegane görevi budur.
Anne baba eğer darda olursa devletin ona yetişmesi görevidir. Aile müessesesinin korunması için serbest cinsi ilişki yasaklanmıştır. Çünkü rahim anneye doğanın emanet ettiği bir araçtır. Onu ancak bir erkekle paylaşabilir. Birden fazla erkekle paylaşması sağlıksız yavrunun ortaya gelmesini doğurur. Ayrıca sosyal yapıyı da bozar.
İslâmiyet’te evlenmek de boşanmak da kolaydır. Basit aleni sözleşmelerle gerçekleşir. Boşanma tek taraflı beyanla sağlanır. Ama sözleşme dışında veya gizli cinsi ilişki yasaktır. Ağır cezası vardır. Böylece Batı fuhuş düzenine, İslâmiyet de iffet düzenine oturmaktadır. Kadın çiçek misali yavru yetiştirir. En yüksek yerlerde oturur. Erkekler yaprak misali onlara üretim yaparlar. Dal gövdeye, kökler yani devlet ise yapraklara hizmet için vardır. Yaprak ve çiçekleri ayakta tutmak, onları beslemek için vardır.
Yani devlet en altta olacak, üstte yapraklar olacak, onun üstünde de çiçekler olacak, kadın tepede yerleşecek. Hakim devlet değil hadim devlet budur. Şimdi tersine gövde yukarıda halkın sırtına binmiş eziyor. Çiçekler ise çamura karışıp gidiyor. Kadın hakları, kadın hakları diye bağırıyor. Evet, kadını erkek eziyor ama erkeğin sırtındaki yük ise devlettir. Erkek çekilse kadın daha çok ezilecektir.
İslâm aile müessesesi nedir?
a) Akrabalarla cinsi ilişkiler, gizli cinsi ilişkiler, sözleşmesiz cinsi ilişkiler, bir kadının iddeti içinde iki erkekle cinsi ilişkisi yasaktır. Ağır bir şekilde cezalandırılır.
b) Kadın çocuk doğurmakla ve onu emzirip büyütmekle yükümlüdür. Erkek evin nafakasını temin eder ve onu korur.
c) Akit yapmamış olsalar bile cinsi ilişki akit mahiyetindedir. Bütün eşlik hukuku doğar.
d) Evlenmeye mani sebep araştırılmaz. Sonra ortaya çıkarsa gereken yapılır. Basit sözleşme ile evlilik gerçekleşir. Boşanma da kolaydır. Ancak erkek kadına boşanma tazminatı öder. Kadın kusurlu ise veya boşanma kadından geliyorsa boşanma tazminatı alamaz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-438 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-268 İstanbul, 15 Aralık 2007
BÜYÜK ORTADOĞU VE TÜRKİYE
Sömürü sermayesi tarih boyunca Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmış ve kendisini korumuştur. Müslümanlar mağlup oldular ve artık tarih sahnesinden silinecek duruma geldiler. Hâlâ bu hayalle avunanlar veya yaşayanlar vardır. Hıristiyanlarla anlaşarak İslâmiyet’i ortadan kaldırmayı planlayan sermaye 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde akdettiği kongrede yeni bir plan geliştirdi. Bundan sonra dinler arası çatışma yerine rejimler arası çatışma ortaya çıkacak ve İslâmiyet ortadan kaldırılacaktır. Birinci Cihan Savaşı çıkarılacak, imparatorluklar yıkılacak, Sovyetler kurulacak. İkinci Cihan Savaşı çıkarılacak, İsrail devleti kurulacak, üçüncü cihan savaşında da Türkiye yıkılacak ve İsrail imparatorluğu oluşturulacaktır. Bunun için İran ile Türkiye savaştırılacak ve her iki ülke parçalanacak, tüm Ortadoğu’da on milyondan az nüfuslu devletçikler oluşturulacak, bunlar silahtan tecrit edilecek, atom dahil her türlü silahlarla teçhiz edilmiş güç önce Ortadoğu’yu, sonra dünyayı yönetecektir. Bu hedefe varmak için de ABD asker olarak kullanılacaktır.
Sermaye bu idealine Türkiye’deki meşhur 1 Mart Tezkere’si geçinceye -daha doğrusu geçmeyinceye- kadar devam etti. Türkiye bu tarihî tezkere ile ABD’ye kafa tuttu. Almanya bu çıkışı destekledi. Bundan cesaret alan Fransa kendi çıkarları nedeni ile Almanya’nın yanında yer aldı. Ruslar ve Çin de bunlara katıldı. Böylece o günden itibaren ABD süper güç olmaktan çıktı. ABD halkı da sermayeyi destekleyen Başkan Buş (Bush) siyasetini tasvip etmedi, seçimlerde muhalefeti destekledi.
Avrupa Birliği’nde iki grup vardır. Biri ABD’nin uydusu Avrupa’yı düşünmektedir. İngiltere, İtalya ve İspanya bu kanadı teşkil eder. Avrupa’yı bağımsız süper merkez yapma idealinde olan Fransa ve Almanya ikinci grubu teşkil eder. ABD baştan Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklemiştir. Çünkü bu yolla Avrupa Birliği’nde kendi kanadını takviye edecekti. Ancak 1 Mart tezkeresi dengeleri ve hesapları değiştirdi. Türkiye Avrupa Biriliği’ne girse ABD muhalifi taraf güçlenecektir.
İşte bu arada sermeye yeni bir oyun peşindedir. Türkiye’yi Avrupa’dan ayırmak için “Ortadoğu Birliği”ni oluşturmada Türkiye’ye büyük roller veriyor. Bu yolla Avrupa Birliği’ni de tehdit ediyor ve demek istiyor ki; eğer siz bana karşı cephe alırsanız ben de Müslümanlarla bir olurum ve sizleri ezmeleri için onları organize ederim diyor.
Yani “Ortadoğu Projesi” ile iki işi birlikte yapmak istemektedir. Bir taraftan Türkiye’yi Avrupa Birliği’nden koparacak, böylece Türkiye’ye sonra istediğini yaptırabilecek, diğer taraftan Müslümanları organize ederek Avrupa Birliği’ni korkutacaktır.
Türkiye böylece arada kalmıştır. Safça eski siyaseti sürdürmektedir.
Ben sadece şunları söyleyeceğim.
1) III. bin yıl uygarlığını Hıristiyanlarla Müslümanlar birleşerek kuracaklardır. Sermaye bunların arasını açamayacaktır. İki taraf da yeteri derecede bilinçlenmiştir. Amerikan Hıristiyanları da yavaş yavaş uyanmaktadır.
2) Sermayenin dünyaya hakimiyeti sözkonusu değildir. İsrail oğulları seçilmiş kavimdir. Sermayeleri var, ilimleri var ama bu onların dünyanın hakimi olacağı anlamına gelmez. Biri benden zengindir diye bana hükmedemez. Biri alimdir diye diğerlerini ezemez. Onun için kesinlikle bu amaca ulaşamayacaklardır.
3) İsrail topluluğu Filistin’de yaşayacak, onlar orada toplanacaklardır. Kur’an böyle söylüyor. Ama Müslümanların yönetiminde olacaklar, onların bağımsızlıkları sona erecektir. Ekonomide ve ilimde yine insanlığa hizmet edeceklerdir.
4) Türkiye III. bin yıl uygarlığını kurmakla görevlidir. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında birleştirici rol oynayacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92