ADİL DÜZEN 255
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 04 - 06 Haziran 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 255. SEMİNER (CUMA-CUMARTESİ-PAZAR) İst. - Ank., 4-6 Haziran 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 35
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arası okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol ve Lütfi Hocaoğlu, … dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da bir kısmı ilk yarım saatte Reşat Nuri Erol tarafından özetlenecektir.
Pazar günü Anakara’da bir kısmı yarım saatte Sabri Tekir tarafından açıklanacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنْ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(134) وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللَّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ ذَكَرُوا اللَّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا اللَّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ(135) أُوْلَئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَنِعْم َأَجْرُالْعَامِلِينَ (136)
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ (elLaÜIyNa YuNFIQUvNa) “Onlar infak eden kimselerdir.”
Boyutları yer ve gök boyutları olan cennetlerin kendileri için hazırlanmış veya vaadedilmiş kimseler infak ederler. “İnfak etmek” demek, ayırmak demektir, Harcamak demektir. Tüketirler demektir.
Burada müslimlerin vasıflarını saymaktadır. Muttakiler ve infak edenler kurallı çoğulla çoğaltılmıştır. Ortak harcama müessesesine sahiptirler demektir. Yani, zekâtlarını toplarlar, sonra da Kur’an’da yazıldığı gibi dağıtırlar demektir. Bu muttakilerin vasıfları sayılırken namazları ikame ederler, toplantılar yaparlar demiyor. Bunlar için “infak ederler” diyor. Bu âyetlerin başında da “Ey mü’minler” diye başlamaktadır. Dolayısıyla muttakilerin cennetine mü’minler de gideceklerdir.
فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ (Fıy elsSarRAEı Va elWarRAEı) “Sararda ve dararda.”
Zaruret hâlinde iken, darda iken de; surur, sevinç hâlinde, meserret hâlinde iken de infak ederler.
“Serir” kanepe demek, koltuk demektir. Arkasına yaslanıp oturulacak yerdir. Kanepenin altına konup saklanan şeye “sır” denir. Kanepede oturup rahatlamaya da “surur” denir ki; sevinç, neşeli hallerinde demektir.
“Darar” da gözleri tam görmeyen kataraktlı kişi demektir. Sıkıntılı veya zararlı hâli ifade eder.
Burada zengin olanların sevinçli oldukları zamanlarda da, sıkıntılı oldukları zamanlarda da infak ettikleri ifade edilmektedir. Başka bir manâsıyla da, kendileri zengin olsalar da olmasalar da infak ederler demektir. Çünkü kendisinden daha darda olana karşı infak farzdır.
Bir bucakta servet sayımı yapılır. Varlıkları yarısından az olanlara “fakir”, çok olanlara “zengin” denir. Onlardan (zenginlerden) alınıp onlara (fakirlere) verilir. Sonra bunlar bedelli oldukları için askerlik yapmamakta, savaşa gitmemektedirler. Dolayısıyla bunlar servet sahibidirler. Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da azınlıkların zengin olmalarının sebebi bu idi. Bu zenginlikleri hâlâ devam ediyor. Kendileri %1 oldukları halde Türk sermayesinin belki yarısını hâlâ etkileri altında tutuyorlar.
Başka bir ifade de şudur. Müslimler vergilerini ayrı ayrı değil, birlikte öderler. Cizyelerini kişi başına verseler de vergileri cemaatçe öderler. Kendi ocaklarında ve kendi bucaklarında bağımsız olurlar.
وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ (Va eLKAvJıMIyNa eLĞaYJa) “Ve gayzı kezm ederler.”
“Kezm etmek” tulumun ağzını kapatmaktır. Tuluma su konur ve çölde onunla seyahat edilirdi. Bugün matara taşınmaktadır. Kezmi matara kapağı olarak adlandırabiliriz. Yahut, tulumun ağzını sıkan sırım veya iptir.
“Gayz” köpük demektir. Gaz kelimesi buradan gelmiş olabilir. Hırsından, kinden solumak, ağzından tükürükleri saçmak demektir. Türkçede “köpürmek” kelimesi aynı anlamdadır.
Kızgınlık veya kin insanın elinde değildir. Hissîdir. Ancak bunu etkisiz hâle getirip içte saklamak irade ile ilgilidir. Bunu ayrı ayrı kimselerin yapmasından ziyade, toplulukların yapması gerekir.
Genel olarak küçük topluluklar büyük toplulukları kızdıracak işler yaparlar. Ama büyük devletler bunlara aldırmaz, onlara karşı sabırlı olurlar. Bunu dalgaların kayalara çarpması gibi bir şey kabul ederler. İktidarda olanlara karşı da halk böyle yapar.
Bu ağırbaşlılığı Allah Müslimlerden de istemektedir. Her toplulukta terbiyesizlik yapanlar olabilir. Varolan durumu sindiremeyenler olabilir. Kızmamak gerekir. Zaten hazımsızlık onları yeter derecede rahatsız ediyor. Ayrıca bizim ceza vermemiz gerekmez.
وَالْعَافِينَ عَنْ النَّاسِ (Va eLGAvFIyNa GaNı elNAvSı) “Ve nâsı afvedenlerdir onlar.
“Afv etmek” demek, otları yolmamak, sakalı ve bıyığı kesmemek anlamındadır. Biz sakalı uzattı deriz. Yani uzamasına izin verdi demiş oluruz. Kötülük yapanların kötülüklerinden vazgeçirip cezalandırmama “mağfiret” ise; “afvetme” demek, o kötü hallerinde onların o işleri yapmalarına izin verme demektir.
Basın bugün bize her türlü kötülüğü yapmaktadır. Bize yalan haberler vermekte, haberleri çarpıtmakta, bize hakaret etmektedir. Şimdi biz onları bu yaptıklarından vazgeçirebiliriz. İktidar olduğumuzda baskı yapar, susturabiliriz. 27 Mayıs ihtilâlinin bir subayı bir arkadaşımıza anlatmış. Basını ne yapalım diye düşünmüşler. Bir gemiye doldurup seyahate çıkaralım, sonra gemiyi batıralım bile düşünmüşler. Tabii öyle yapmadılar. Ama yapsaydılar şimdi çok daha şirret bir basın oluşurdu.
Adil Düzenciler de iktidar oldukları zaman basını tenkil etmek cihetine gitmeyecekler, onları serbest bırakacaklar, “bu yaptıklarınızı yapmaya devam edin!” diyecekler. Yani onları affedecekler.
Onların zararlarını millî basını oluşturmakla karşılayacaklar. Yani, doğru haberi veren televizyon olursa, sağlıklı yorumu yapan yazar olursa; isteyen yalanı dinlesin, isteyen doğruyu.
Bugün bizim çektiğimiz sıkıntı şudur. Doğru haberi okuyacağımız bir gazete yoktur, bir dergi yoktur, bir televizyon yoktur. Taşların arasından pirinç tanelerini bulup olayları değerlendirmek zorunda kalıyoruz.
Demek ki, kötülükleri yok etme yerine, kötülükleri etkisiz hâle getirmek gerekmektedir.
Hastalık için de durum budur. Şimdiye kadar hiçbir mikrobun kökü kurutulamamıştır. Ancak hastalıklara sebebiyet veren mikroplar etkisiz hâle getirilebilmektedir. İlâhi nizam budur.
وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (Va elLAvHu YuXıbBu elMuXSıNYvNa) “Allah muhsinleri sever.”
“Hasen” güzel demektir. Yan yana bulunan sırtların içinde yükselmiş iki dağdan büyüğüne “hasen”, küçüğüne “hüseyn” denmektedir. Sonra “hasen” kelimesi mecazi manâda iyilik anlamına gelmiştir.
“İhsan etmek” demek, iyilik etmek demektir. İnfak etmek maddî iyiliktir. İhsan etmek daha çok bedenî iyiliktir. Mesela, bir hastaya bakmak, yahut birisine bir şey öğretmek bu kabil iyiliklerdendir. Bununla beraber maddî iyilikleri de içine almaktadır.
İnfakta karşılık bekleyebilirsin. Mesela, tarlaya tohum saçarsın ekin gelsin diye, bu infaktır. Eve nafaka getirirsin, eşim çocukları büyütsün diye. Zekâtta da, verilen zekât miktarınca ve karşılık olarak kredi alınmaktadır. Altyapı hizmetlerinden verilen zekâta göre yararlanılmaktadır. Zekâtı verilen mal sigortalanmaktadır.
İhsanda ise sen iyilik edersin ve artık ondan hiçbir şey beklemezsin.
Burada, yukarıda sayılan infak, kezm ve afların da ihsan olarak yapılmasına işaret etmektedir.
Allah’ın ihsan edenleri sevdiğini ifade etmektedir. İnsan olarak Allah’ın sevgisinden daha büyük bir mükâfatın olamayacağını düşündüğümüzde, ne büyük ücretlerle taltif edildiğimiz ortaya çıkar. Devlet de böyle yapanları gözetmelidir.
Müslimleri bu vasıflarla tavsif etmiş olması, bunların siyasi haklar dışında yönetime katılma hakları olduğunu ifade eder. İlmî, meslekî ve dinî kuruluşlarda ve bunlara bağlı hizmetlerde bunlar da mü’minler gibi kamu görevlerinde ve hizmetlerde yer alırlar. Sadece güvenlikle ilgili konularda bunlar katılmak zorunda değildirler ve bundan dolayı da kamu yetkilerini kullanamazlar. Bunların muhalefeti icmayı bozar. Beşeri icmada müşrik olmayan her alimin iştiraki gerekir.
وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً (Ve elLaÜIyNa EıÜAv FaGaLUv FavXıŞaTan)
“Ve fahişei fiil ettiklerinde.”
Burada “Ellezîne” iade edilmiştir. Yukarıdaki kimseler değil, başka kimselerdir. Bunlar da muttakilerdir. Yalnız yukarıdakilerden farklı yönleri öne çıkmıştır. Yukarıda infak eden, gayzı bastıran, nâsın isyanlarına göz yuman, ihsan eden kimselerdir. İyilik edenlerdir. Burada ise kötülük yapıp kötülükten vazgeçip tevbe edenlerdir.
“Fahşa” kelimesi suue, Allah’a bilmediğini söyleme, fakar, münker ve bağy, münker, zulm, maktan ve sae sebiyla, zina, eşcinsellik, bâtın ve zâhir, kebire’l-ism kelimeleri ile beraber kullanılmıştır. “Fuhş” kelimesiyle kastedilen; bunlardan her biri olmaktan çok, bunların aşırı yapılmış olması fuhuştur. Sürekli yapılması fuhuştur. Evlilerin zina yapması fuhuştur.
“Fahiş” kötülükte aşırılığı ifade etmektedir. “Bahıs” eşeleyen demektir. “Fahaşa” fataşa gibi karıştırdı demektir. Fiil olarak kötülük yaptı anlamı gelmez. “Fahiş” demek aşırı demek olduğundan, aşırı olanı işlerler manâsı çıkar. Burada “fuhş” nefsine zulmedenlere karşılık kullanılmıştır. Çoğul olarak kullanılmıştır.
Demek ki, işlenen kötülükler iki kısımdır. Biri, insanın kendisine zararı vardır. Bu zulümdür. Bir topluluk bir kötülük yapmış ama o kötülük kendilerinde kalmışsa o zulümdür.
Ama eğer bir kötülük fahiş ise o başkalarına da yaygın kötülüktür. Yalnız yaşayanlara değil, sonra gelecek olanlara da fuhuştur. Zina bu husus âdet hâline getirilirse en ileri bir fuhuş olmaktadır. Bir insan sigara içer ve kendisine zarara verir. Bunun kötülüğünü görür, vazgeçer. Oysa fuhuş kendisine zevk verir ama başaklarına kötülük olur, nesle kötülük olur, insanlığa kötülük olur.
أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ (EaV JaLaMUv EaNFuSaHuM) “Ya da kendi nefislerine zulmettiler.”
“Nefislerine zulmetmek” demek, kuralsız davranmak, karanlıklara sürüklenmek demektir. Çünkü insanlar kuralsız davranınca kimse ne ile karşılaşacağını bilemez ve helâk olur.
Onun içindir ki içtihadı yap, kendi yaşayacağın kuralı kendin koy, ama kuralına uy. Çünkü herkes senin nasıl davranacağını bilsin ve o da ona göre hareket etsin. Sözleşmeleri yap, serbestsin; ama sözleşmelere uy.
Ocağını ve bucağını kendin seç veya kur; ama o ocaktaki kurallara uy, yetkilileri dinle.
Nihayet haksızlığa uğrarsan hakemini seç. Karşındaki de hakemini seçsin. Onlar da baş hakemi seçsin. Ama sonra hakemlerin kararlarına uy.
İşte bir toplulukta insanlar böyle kendi koydukları kurallara kendileri uymazlarsa, bu durumda onlar kendi nefislerine zulmediyorlar demiş oluruz.
Bu izahtan şunu anlıyoruz ki, kendi koyduğumuz kurallar dışında beşeri kurallar vardır. Onları mübah hâle getiremeyiz. Onlar tabiî ve sosyal kanunlar gereği kötüdür. Bunların kötülükleri icma ile sabit olmaktadır.
Bir şeyin insanların iradesi üstünde kötü sayılması onun fahiş olmasını yanı kötülüğün açıkça belirli olmasını gerektirir. Şimdi cezalarda kıyas olup olmadığı tartışılıyor. Biz deriz ki; fahiş olanlara kıyas caiz değildir. İcma ile sayılmış olması gerekir. Ama topluluğun kendi iradeleri ile koydukları kurallara uymamak zulümdür ve orada kıyas vardır.
ذَكَرُوا اللَّهَ (ÜaKaRUv elLAHa) “Allah’ı zikrettiler.”
Allah’ı andılar. Birbirlerine hatırlattılar. Kâinatı var eden Allah’ı andılar. O’nun değişmez tabiî ve sosyal kanunlarına uymak gerektiğini hatırladılar ve aynı zamanda topluluklarını, insanlığı hatırladılar, kendi koydukları kuraları hatırladılar ve yanlış olduğuna kani olup istiğfar ettiler.
فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ (Fa iSTaĞFıRUv Lı ÜuNUvBıHıM) “Zenblerine istiğfar ettiler.”
Demek ki “zenb” deyince fuhuş da zenbdir, zulüm de zenbdir.
“Zeneb” kuyruk demektir. Fiili topluluğa karşı gizlemek durumunda olduğun her şey zenbdir.
“İstiğfar etmek” demek, onu gömmek ve üstünü kapatmak demektir. Yani, ister zulüm olsun, ister fuhuş olsun bir suç işlendiği zaman onları muhakeme edip cezalarını vermek istiğfardır. Topluluğun istiğfarıdır.
Cezaların iki gayesi vardır. Biri, zulme uğrayanların zulümlerini ortadan kaldırmaktır, diyetleri ödemektir. Diğeri ise caydırıcılıktır. Yani bir başkasının onu işlemesini önlemektir.
İşte topluluk için istiğfar budur.
Zina cezalarında dört adil şahidin şehadeti şart koşulmuştur. Bu şahitleri getirmeyenler kendileri cezalanmaktadırlar. Ancak zina suçu sabit olursa artık afv edilmemektedir. Yüz sopa vurulmaktadır. Cezadan sonra da artık insanlar suçlu sayılmamaktadır.
Cinayetlerde afv müessesesi bunun için getirilmiştir. Kısas caydırıcılıkta etkindir. Diyet ise zulmü gidermektedir. Cinayet işleyen affedilip edilmeyeceğini bilmediği için kısası göze alarak cinayeti işler. Böylece kısas caydırıcılıkta etkin olur. Ama sonra afv edilirse mirasçılar yararlanmış olur. Ölen ölmüştür. Bu da mağfiret gereği işlenmiştir. Ancak burada afv kararını öyle birisi vermelidir ki caydırıcılığı kaybolmamalıdır. Kendi çıkarı da olmalıdır. Ölenin vârisi olan en yakınlısı verir. Yani kardeşi verir.
وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا اللَّهُ (Va MaN YaĞFıRUv elÜuNUvBa EılLAv elLAvHu)
“Allah’tan başka zunubu kimse mağfiret edemez.”
Bu dünyada cezasını çekmese bile âhirette çekecektir.
Burada afv yetkisinin topluluğa ait olduğu da ifade edilmiştir. Yani, afv asıl değildir. Asıl olan suçun cezasının çekilmesidir. Ama şer’an affetme yetkisi verilen kimseler affedebilirler. Dolayısıyla hırsızı malı çalınan affedemez. Gizli işlenen suçlar affedilemez.
Yakını olmayan kimseyi affedecek kimse olmadığından ona kısas uygulanır. Böylece gariban korunmuş olur. Cezalandırmak yetkisi topluluğa ait olduğu gibi affetmek de topluluğa aittir. Kişinin hakkı cezalandırmak değildir, kaybettiği hakkını almaktır. Bizzat ihkak-ı hak da kendi adına değil, topluluk adınadır, Allah adınadır.
وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُو (Va LaM YuÖırRUv Ala Mav FaGaLUv)
“Fiil ettiklerinde ısrar etmezler.”
“Sar” şiddetli esen rüzgardır. Sarsıntıdır. “Israr etmek” demek, bir işte bazen geri çekilsen bile tekrar tekrar onu yapmak demektir. Fuhuşta kurallara uymamada ısrar vardır. Yani, eğer topluluk artık onu suç saymıyorsa, herkes rüşvet alıyor ve veriyorsa, herkes vergi kaçırıyorsa, herkes serbest cinsi ilişkide bulunuyorsa; burada zulüm ve fuhuşta ısrar vardır. Fıkıhçılar bu duruma “belvi umumi” demişlerdir.
Topluluğun işte bu belvi umumiden vazgeçmesi gerekir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir.
Bugün bütün insanlık bu belvi umumun içindedir.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ (Va HuM YaGLaMUvNa)
“Onlar bile bile zenblerini işlemede ısrar etmezler.”
İşte bu duruma düşmüş olan topluluğumuzu kurtarmak için çalışmalıyız. Biz bunların dışına çıkmalıyız. Çareler bulmalıyız. Bu hususta verilen emir yalnız mü’minlere değil, müslimleredir. Daha mü’min olamadık. Ama müslimiz. Bunları yapmak zorundayız.
Şimdiye kadar bilemediğim bir hususu bu âyetler şimdi bize aydınlatmış oluyor. Mü’min olmak için hicret etmek, dayanışma ortaklıkları kurmak, gece namazları, beş vakit namazları birlikte kılmak gerekmektedir.
Biz bunu yapmadığımıza göre; market açabilir miyiz, ekonomik faaliyet gösterebilir miyiz? Biz Akevler’de bunu yaptık mı? Yoksa ille aşiretimizi ve kabilemizi yani ocağımızı ve bucağımızı kurmamız mı gerekir? Başka bir deyişle, siyasi bir oluş olmadan ekonomik oluş mümkün müdür?
İşte bu âyetler bize bunun olacağını bildirmiş oluyor. Çünkü namaz şartı koymadan da infakı emretmiş, fuhuş ve zulümden dönülebileceğini bildirmiştir.
Ancak ilme ihtiyacımız olduğunu da bu âyet bize anlatmış oluyor. “Akevler” Adil Düzencilere Allah’ın büyük rahmeti olmuştur. Siteleşmeden de ekonomik işletmeleri kurabileceğiz.
أُوْلَئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ (EuLAEıKa CaZAEuHum MaĞFıRaTun)
“İşte onlar için mağfiret vardır.”
Burada “Ulâike” nereye gidiyor? Muttakilere gidiyor.
Muttakileri iki grupta toplayarak vasıflandırdı. Kimileri kötülüklerle mücadele edip ahlâklarını düzeltmek ile meşgul olurlar. Kimileri ise ekonomik işletmeler yaparlar. Ama bunlar bir cemaattirler. Birbirlerinden ayrılmazlar. Çalışıp kazananlar oluşturdukları ortak bütçe ile ilmî kuruluşlar kurarlar. Bunlar fuhşu ve zulmü ortadan kaldırmak için meşgul olurlar.
İş yapanlar baştan kendilerini faiz ve ekonomik zulümden koruyamazlar. Ancak onlar kazandıklarından paylar ayırırlar ve bu payları ortak bütçede toplarlar. İlim adamları bu bütçeden yararlanarak zulüm ve fuhşu kaldırmak için faaliyette bulunurlar. İşte böylece Adil Düzen ocağı ve bucağı kurmadan da “Adil Düzen”in gelmesini gerçekleştirme imkânı ortaya çıkabilir.
ٌ مِنْ رَبِّهِمْ (Mın RabBıKuM) “Rabbinizden bu mağfiret olacaktır.”
Rabları tarafından karşılığı, mükâfatı mağfirettir deniyor. Yani, siyasi bir birlik oluşturmadan da ekonomik birlik içinde fuhuş ve zulümden kurtulmaya çalışan müslimlerin mükâfatı mağfirettir.
Şimdiye kadar işlemiş oldukları zenbleri mağfiret edilecek, fuhuşları mağfiret edilecek, zulümleri mağfiret edilecek. Bu dünyada mağfiret edilecek. Adil Düzene kavuşacaklardır. Bu Rablarından olacaktır.
Allah öyle sosyal ve tabiî kanunlar koymuştur ki, böyle yapanlar, bu gibi faaliyetlerde bulunanlar beklenmedik yerlerden destek alırlar ve başarılı olurlar.
وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (Va CenNAvTın TaCRIy MıN TaPTıHAv eLEaNHARu)
“Ve onlara altında nehirlerin aktığı cennetler vardır.”
“Cennet”ten bahsedilmişti. Onun boyutları Kâinatın boyutları olarak gösterilmiştir. Burada da nekire olarak “cennetler”den bahsetmektedir. Rahmân Sûresi’nde belirtilen dört cennet burada açıklığa çıkmaktadır.
Müslimler de ikiye ayrılmaktadır. Birileri barışçıdır. Günah zaruret olmadıkça işlenmemektedir. Ama kötülüğün ortadan kalkması için mâlen de cihat yapmamaktadır. Bunlara bu Kâinatın devamı olan bir cennet vardır. İkincileri ise bedenen cihat yapmasalar da, siyasî cihat yapmasalar da, mâlî cihat yapanlardır. Kötülüğü ekonomik desteklerle kaldırmak isteyenlerdir. Bunlar için yukarıdaki vaadedilen cennetin dışında bir cennet vaadedilmiştir. O bu Kâinatın dışında, dördüncü boyutta daha üst bir cennettir. Oraya birinci grup gidemez.
Bu müslimler her iki tarafa gideceklerdir. Ayrıca mü’minler için de böyle iki cennet daha vaadedilmiştir. Bunlardan biri ashabı yemin olan mü’minlere aittir. Onlar bedenleri ile cihat yapmaktadırlar. Diğerleri ise mukarrabun olanlardır.
خَالِدِينَ فِيهَا (PAvLıDIyNa FıyHAv) “Orada sürekli olarak kalacaklardır.”
Bu ifadeden anlaşılıyor ki, bu cennetler dünya cennetleri değil, âhiret cennetleridir.
Yukarıda bahsedilen cennette “halidîne fîhâ” denmemiştir. Bu cennet için “halidîne fîhâ” denmiştir. Çünkü âhirette de ameli salih vardır. Bu sayede insanların dereceleri yükselmektedir.
Bu cennette bu Kâinatın devamı olan cennetten daha üst cennete gidebilmek için orada herkes çalışacak ve başaranlar sınıflarını geçeceklerdir. Kıyas yoluyla diğer cennetler için de aynı hususlar söylenebilir.
وَنِعْم َأَجْرُالْعَامِلِينَ (Va NıGMa EaCRu eLGAvMıLIyNa) “Amillerin ücretleri ne kadar iyi”
“Amillerin ücretleri ne kadar iyi” denmektedir; “iman edenlerin” denmiyor, “amel edenlerin” diyor. Çünkü mâlî cihat amel ile yapılmaktadır. Herkes çalışıyor, kazanıyor, yaşıyor, işini geliştiriyor. Kazancının bir kısmını ise ortak hesaba koyuyor, onunla Adil Düzene göre bir işletme kuruyorlar. O işletme ile fuhuş ve zulmün kalkması için ekonomi yoluyla cihat yapılıyor. Böylece bu ameller sayesinde zulüm ve fuhuş bitiyor. Kendileri de büyük başarıya ulaşıyorlar.
Burada bir hususa daha işaret edelim. Fuhuş ve zulmün ortadan kalkması için insanlar sadaka vermekten çok, ortaklık(lar) kurmalıdırlar. Yani, helal kazançtan ayırmalı ve ortaklıklar kurmalıdırlar. Böyle yapanlar ücretlerini alacaklardır.
Adil Düzen işletmesini şöyle kuruyoruz:
Baştan herkesin nesi varsa ortaklığa koyuyor. Binayı koyuyor, emeğini koyuyor, sermayesini koyuyor, kefaletini koyuyor. Ortaklık böylece kuruluyor. Peşin olarak ortaklıktan kimse bir şey istemiyor. Herkes yakın geleceği değil, uzak geleceği istiyor. İşletme kurulup da market faaliyete geçtiğinde, bütün ortaklar eskiden konan payların karşılığını fazlasıyla alıyorlar.
“Akevler”, kırk seneye yaklaşıyor, hep bu amaçla çalışmıştır. Henüz bu çalışmalarımızın meyvelerini almamış bulunuyoruz. Ama bu âyet bize müjdemizi vermektedir. Yalnız sabırlı olmalıyız. Başladığımız işleri yarım bırakmamalıyız. Akevler henüz işleri bırakmamıştır. Ama çalışmaya ara vermiştir. Beklenmektedir.
Âhirette ise bunların karşılığının verileceğini Allah bildirmektedir.
Bu bilinç içinde Adil Düzenciler çalışmalıdırlar.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır. Yöneticilere düşen görev; kendi hayatlarını onlardan (yani halktan) daha müreffeh hâle getirmemelidirler. Herkes bu nimetlerden yararlanmadan önce kendileri yararlanmamalıdırlar. Hazreti Muhammed, Ebu Bekir, Ömer ve Ali hayatlarını böyle sürdürdüler. Müslümanlar büyük refaha erdikleri halde, kendileri hayatlarını değiştirmediler. Lüks yaşayışa gitmediler.
18. yüzyıldan sonra İslâm âlemi gerilemeye başlamıştır. Her tarafta mağlubiyetler ve gerilemeler vardır. Şaşkına dönen Müslümanlar, önceleri Osmanlı padişahından imdat beklemiş ve hepsi kurtuluş ümidini ona bağlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile bu ümit de sona erdi.
Dindarların mağlubiyeti yalnız Müslümanlar için sözkonusu değildi. Kilise de çökmüştü. Budizm de yıkılmıştı. İnsanlık yalnızlık içinde ve ümitsiz bir halde kıyameti bekliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dünyanın mağlup halklarını ümitlendirmiş, ancak inanmış kimselerin ümitleri birden sönmüştür. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra bağımsızlık rüzgârları esmiş ise de, ateizm inananları bağımlılıktan daha beter hâle getirmişti. İnsanlık 21. yüzyıla sosyalizm yani ateizm çökmüş bir durumda girmiştir. Ancak, şimdi de dünyayı saran yeni belâlar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
a) Dünyanın her yerinde “enflasyon” vardır. Yani para paralık görevini görmüyor. Enflasyon sebebiyle ülke ekonomileri çökmektedir.
b) Dünyanın her yerinde “dış borç” vardır. İç borç da dış borç şeklindedir. Böylece insanlar özgürlüğünü kaybetmiş, her an can havliyle ekonomi ile boğuşma durumundadır.
c) Dünyanın her yerinde “işsizlik” vardır. İşi olanlar da her gün işsiz kalacağım korkusu içindedirler.
d) Dünyanın her tarafında “dengesiz bölüşme” vardır. Çalışanlar veya çalışmayanlar her zaman açlık korkusu içindedirler.
-Bu ekonomik çöküşe kim çare bulacaktır? Bu gidişe nasıl dur denecektir?
Bunun yanında çevre kirliliği, işkence, rüşvet ve mafya dünyayı sosyal çöküntüye götürmektedir.
Soru şudur:
-Acaba önce ekonomi sonra sosyal düzen mi düzelecek; yoksa, önce sosyal düzen sonra ekonomi mi?
Peygamberler ekonomiden önce sosyal düzeni düzelttiler. Buna bakarak bizim de önce parti kurmamız gerektiği görüşü hakimdir. Akevler buna tam olarak katılmamakla beraber, bu görüşün uygulaması denendi. Sonunda ne “sosyal düzen” ne de “ekonomik düzen” düzeldi. Sadece ahlâkı düzelterek düzeni değiştirme denemesi de yapıldı. Ne var ki, bu deneme sonunda da ne “sosyal düzen” düzeldi, ne de “ekonomik düzen”.
O çalışmaların yararı olmuştur. Bugünkü duruma o çalışmalar sayesinde gelindi.
Bu âyetler bize yeni şeyleri denememiz gerektiğini söylüyor:
a) Her şeyden önce günlük hayatımızı sürdürürken, kazancımızın veya sermayemizin bir kısmını ayırarak “Adil Düzene göre işletmeler” kurmalıyız. Zamanla işimizi o işletmelere aktarmalıyız.
b) Diğer taraftan ekonomik kuruluşlarla elde ettiğimiz artı değerlerle Kur’an’ı müsbet ilme göre yorumlayıp “III. Bin Yıl Uygarlığı”na hazırlık yapmalıyız.
c) Sosyal yardımlaşma ve ahlâkî davranış cemiyetleri ve ortaklıkları kurmalıyız.
d) Siyasi partiler arası uzlaşma ile “Adil Düzen”i siyasi olarak da getirmeliyiz.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92