ADİL DÜZEN 440
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI! BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 05 Ocak 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 440. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
İBADETLER VE KURBAN
BAYRAM
HAC
***
Kur’an’ı sadece “kitap” olarak ele alsak anlaşılmaz.
Kur’an’ın anlaşılması için üç delile daha ihtiyacımız vardır.
a) Bu delillerden biri “sünnet”tir.
b) Delillerimizden bir diğeri de “icma”dır.
c) Kur’an’ı anlamamız için bir de “müsbet ilme” ihtiyacımız vardır.
***
Bugün Millî Görüşçüler çok büyük güç sahibidirler. AK Partililer de güç sahibidirler. Gülen Cemaati dünyaya yayılmıştır. Tarikatlar etkindirler. Türkiye’deki bu cemaatlerin birleştiğini düşünün. Bir başkan çıkmış, hepsi onun etrafında toplanmışlar, “Adil Düzen”i getirmek istiyorlar. Allah’ın onlara nasıl yardım edeceğini düşünün. Bir gün gelecek, bunları birleştiren bir hâdi gelecek, Akevler’in hazırladığı “Adil Düzen”i benimseyecek, bu yolla bütün cemaatleri bir çatı altında toplayacaktır. Büyük inkılâp o zaman olacaktır. O oluşa Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular da katılacaklardır. III. Bin Yıl Uygarlığı, II. Kur’an Uygarlığı olacaktır. Peygambersiz ilk Kur’an uygarlığı olacaktır. Kur’an’ın ikinci büyük mucizesi yeniden ortaya çıkacaktır.
Biz bunları söylerken hislerimize dayanarak değil, Kur’an’a ve ilme dayanarak söylüyoruz.
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 102. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ (285)
آمَنَ (EaeMaNa) “İman etti.”
İlk insanlar çardaklar kurup birlikte yaşarlardı. Çardakları halka hâline getirir, kapıları iç taraftan yaparlardı. Böylece kendilerini canavarlardan veya saldırılardan korurlardı. Buna “mena” denir. Bugünkü sokaklar bunun yerini almıştır. Eğer sokağın giriş çıkışını kapatırsak orası mena olmuş olur. İşte bu menaya giren kimse kendisini güven altına almış olur.
“Emine” “أَمِنَ” emniyette oldu demektir. Bundan sonra bu kelime güven anlamında kullanılmaya başlandı. Türkiye’de hâlâ “emniyet teşkilatı” kavramı kullanılmaktadır. “Polis Genel Müdürlüğü” yerine “Emniyet Genel Müdürlüğü” diyoruz.
Arapça kelimelerin bir kökünü aldığımız zaman onu değişik şekilde inceleriz.
Önce babları ele alınır. “E M N” “ء م ن” kökü üç bab üzere gelmektedir.
“EaMiNa” “YaEMaNa” “أَمِنَ” “يَأْمَنُ” yani ia (4.) babından gelir. Bu alime ya’lemu babıdır. Bir babda değişik masdarlar gelir.
“EaMaNan” أََمَنًا: Lazım fiilin masdarıdır. Güvende olmak demektir. “Emine Ahmedu Emnen” dersen, Ahmet tehlikeyi atlattı, güven içinde oldu demek olur.
EaMANan (أََمَانًا): Müteaddi fiilin masdarıdır. Eman, güven içinde bırakmak yani başkalarına dokunmamak demektir. “Emine Ahmedu Hasanen” derseniz, Ahmet Hasan’a güven verdi, ben sana dokunmayacağım demektir.
EıMNan (إِمْنًا): Güvenliğin içinde olmak demektir. “Emine Ahmedu imnen” demek, Ahmet güvenlik içindedir. Tehlikesiz yerdedir demektir, güven altındadır demektir.
EaMaNatan (أََمَنَةً): Güvenliğin oluşması demektir. “Emine Elkaryetu EaMaNaten” köy güvenlik içindedir, anarşi yoktur demektir.
“EaMaNa YaEMiNu” “أَمَنَ” “يَأْمِنُ” yani ai (2.) babından gelir. Masdarı “EaMNan” (أََمْنًا) dir. Müteaddi fiildir. Birine güven beslemektir. “Ben ona güveniyorum” deriz, “amentuhu emnen” dersiniz.
“EaMuNa YaEMuNu” (“أَمُنَ” “يَأْمُنُ”) yani uu (5.) babından, Hasune babından gelir. Bu bab lazım fiilleri içerir, kişi güvenlidir demektir.
Arapçada bir kelimenin değişik üçlü babları olabilir. Böylece kelimelerin değişik bablara göre farklı mânâları olur. Aynı üçlü babın değişik mastarları olur, her mastar farklı mânâ taşır.
Bundan başka da her masdar değişik cer harfleri alarak farklı anlamlar taşır. Bu harfler şunlardır: “Min” fiilin başlangıcını gösterir. “İla” fiilin bitişini gösterir. “An” etkileyerek başlangıcı gösterir. “Ala” etkileyerek bitişi gösterir. “Bi” etkilenerek başlangıcı gösterir. “Li” etkilenerek bitişi gösterir. “Fi” içinde olmak, “Ke” benzeri olmak demektir.
Şimdi siz “EMİNE” kökünü alırsınız ve bu harflerle ne mânâlara geldiğini düşünebilirsiniz.
EaMiNa MinHu Ondan emin oldu, yani artık ondan ona zarar gelmez demektir.
EaMiNa EiLaYHi Ona sığındı, oraya girdi demektir.
EaMiNa GaNHu Ondan zarar gelmeyeceğine teminat aldı demektir.
EaMiNa GaLaYHi Ona emanet etti demektir. Ona emanet verdi demektir.
EaMiNa BiHi Onun sayesinde emniyette oldu, onunla korundu demektir.
EaMiNa LaHu Onun malını emanete aldı demektir. “Aleyhi” verdi. “Lehu” aldı.
EaMiNa FiHi Orada güvende oldu demektir.
EaMiNa Ka EaHMaDa Ahmet gibi o da güvendedir demektir.
Bundan sonra “EMN” kökünün değişik babları vardır, ona göre değişik anlamlar taşırlar.
İf’âl babı “EiEMaNa” “آمَنَ” olarak söylenir. Müteaddi yani geçişli yapmak için kullanılır. Lazım fiilleri doğrudan müteaddi yapar. Kalktı yerine kaldır. Müteaddi fiilleri de ikinci defa müteaddi yapar. “Darabe” dövdü edrebe dövdürdü olur. “Amene” inandırdı demek olur, yani güvendirdi demek olur.
Tef’il babı. Geçişli yapmak ve çokça yapmak anlamına gelir. Tedrici bir şekilde yapmak anlamına gelir.
Müfâale babı karşılıklı inandırmak.
Sonra beşlileri vardır. Bunlara “Ta” harfi girer.
Tefe’ül babı Tef’îl babını lazım yapar.
Tafâ’ül babı Müfâale babını lazım yapar.
Bundan sonrakileri siz tamamlayın.
Bunların da harfi cerlerle gelenleri vardır. Böylece bir kökten yüzden fazla mastar çıkar. Bin kök kabul ederseniz, sadece masdarlar 100 000 kadardır demektir. Ne var ki bugün bunları kullanmıyoruz. Kur’an nazil olduğu zaman da bunların hepsi kullanılmıyordu. Uygarlık geliştikçe bu kavramlara ihtiyaç hasıl olacak ve biz bunları üreteceğiz.
Kur’an bu büyük sûrenin başlangıcında gayba imandan bahsetmişti. Burada ise artık cevap veriyor; kim muttakidir, kim gabya inandı, kim kendilerine nazil olana inandı? Onun cevabını verdi.
Kur’an’ı okuyanlar dört gruba ayrıldı.
a) Akıl yoluyla hakkı arayanlar.
b) Vahiy yoluyla hakkı arayanlar.
c) Hakkı kabulden kaçınanlar.
d) Kabul etmiş görünerek hakkı ciddiye almayanları münafıklar diye tasnif etmiş.
Ondan sonra da “Eyyühennâs” diye bütün insanlığa hitap etmiştir. Sonra İsrail oğullarını muhatap almış, onların tarihi hikayelerini anlatmıştır. Sonra da İsrail oğullarının yerine geçecek gönüllüleri göreve davet etmiş ve onlara ne yapacaklarını anlatmıştır.
Bu uzun davetten sonra ne olmuştur? Resul ve mü’minler iman etmişler yani İsrail oğullarının görevini devralmışlardır. İşte Kur’an burada bunu bildirmektedir.
Tarihi olayı, 1400 yıl önce olmuş olan olayı anlatmaktadır.
Bu sûre Medine’de ilk nazil olan surelerdendir. Medine Devleti’nin kurulması ile İsrail oğullarından görev devir teslim şeklinde alınmış olmaktadır. O günden bugüne kadar bu görev hep o mü’minlerin üzerindedir.
الرَّسُولُ (elRaSUVLu) “Resul iman etti.”
“Resul” elçi demektir. Bir topluluk var. Bunlar ayrı ayrı kişilerden oluşmamıştır. Hepsi bir tek bütündür, varlıktır. Bunlar bir göle benzer. Sular göle dökülür. Sonra gölden taşar ve aşağıya akıp gider. Sular her zaman değişmektedir. Birkaç dakika veya saat önceki sular yok olmuştur, yenileri gelmiştir. Yahut sular buharlaşır. Göl bir yerden beslenir. Topluluklar da böyledir. Kişiler gelip giderler ama topluluk göl gibi hep aynı kalır. Şimdi topluluğu da kişiler oluşturur. Ancak topluluk kişilerden ibaret değildir. Topluluk ile halk arasında ilişkinin kurulması gerekmektedir. Kişiler topluluğu oluşturacak, topluluk da kişilere imkanlar sağlayacaktır. Resul işte bu kimsedir. Topluluğun kişilere gönderdiği elçidir. Eski mantıkta başkan topluluğun sahibi ve maliki kabul edilirdi. Onun için hanedanlık babadan oğluna geçerdi. Kur’an ise bunu kaldırdı. Topluluğun sahibi Allah’tır. Başkan Allah’ın elçisidir.
“Allah” deyince kâinatın var edicisini anlarız; bir de O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğu anlarız.
“Resul” dediğimiz zaman Allah’ın 1400 sene önce gönderdiği ve Kur’an’ı bize ulaştıran Abdullah’ın oğlu Muhammed aleyhisselâmı anlarız; veya topluluğun gönderdiği başkanları anlarız. Bunlar aşiret imamları veya bucak imamları yani beş vakit imamları veya Cuma imamlarıdır.
İl başkanı merkez bucağın başkanıdır. O da bunların içindedir. Ülke başkanı da ülke merkez bucağının başkanıdır. İnsanlık başkanı da insanlık merkez bucağının yani Mekke bucağının başkanıdır. Şimdi tarihi mânâsı Muhammed inandı demek olur. Hazreti Musa’dan bahsettiği gibi Hazreti Muhammed’den de bahsetmektedir. Bu tarihi mânâ gerçektir. Hazreti Muhammed inandı, mü’minler de inandı. Biz de hâlâ inanıyoruz. İnsanlar doğdular ve öldüler ama iman bitmedi. Hazreti Muhammed bizim tarihi resulümüzdür. Onun arkasından gitmekteyiz. Ne var ki Hazreti Muhammed sağ değildir; olsa bile bu kadar yerlere onun yetişmesi mümkün değildir. Allah’ın halifesi topluluk olduğu gibi başkanlar Hazreti Muhammed’in halifeleridir.
Allah - Halifesi Topluluk
Resul - Halifeleri Başkanlar
“Emine” kendisini güvene aldı anlamına gelir. “Bi” ile gelirse onunla kendisini güvene aldı anlamına gelir. Resul nebiden farklıdır. Biz nebilerin görevini yapıyoruz, Kur’an’ı dilimize aktarıyoruz. Resul başkanlardır. Cemaatleri vardır, onlara başkanlık ederler.
Bediüzzaman resul görevini görmüştür. Süleyman Tunahan resul görevini görmüştür. Erbakan resul görevini görmüştür. Millî Görüş uygulaması odur.
Bunlar neden resul görevini görmüştür? Bunların üçünün hedefi İslâmî düzeni dünyaya hakim kılmak olmuştur. Bugün Gülen de bunlardandır. Ama Erdoğan resul görevini görmemektedir. Çünkü, birincisi İslâmiyet’i öğrenme çabasında değildir. Kur’an ilimlerini talimle uğraşmamıştır, uğraşmamaktadır. İkincisi, Erdoğan bir mü’min olarak İslâmî hayatı yaşamaktadır ama onda İslâm düzenini getirme ideali yoktur. Sadece iktidar olmak ve iyi işler yapmak istemektedir ama İslâm düzenini getirmeyi aklından bile geçirmemektedir.
Biz Adil Düzen Çalışanları nebilik görevlerini hilafeten görmekteyiz. Kur’an’ın çağımız ihtiyaçlarına cevap vermesi için hazırlık içindeyiz. İnsanlık yeni Bediüzzaman, yeni Tunahan, yeni Erbakan ve yeni Gülen beklemektedir.
Bunlar görevlerini yapmıştır. Bunların hiçbirisi Adil Düzen çalışmalarımıza katılmıyor, bu yeni gelenleri değerlendirmiyor. Biri çıkacak ve bizim çalışmalarımızı değerlendirecektir. Bu kişi 40 ile 63 yaş arasında iken bizim çalışmalarımıza sahip çıkacaktır. Bu kimse kendisi istidlal yapmasa bile istidlal edenleri anlayacak durumda olacaktır. Bunun için bu kişi Arapça bilecektir, Matematik bilecektir, Fıkıh bilecektir, Muhasebe bilecektir. Bunlardan anlatılanları anlayacak seviyede olacaktır. Bu kişinin bir cemaati olacaktır. Bu cemaat ilmî cemaatten ziyade dinî, iktisadî veya siyasî cemaat olacaktır. Hangisiyle yola çıkılacağı bilinmemekle beraber siyasi olması ihtimalini fazla görüyorum.
Hazreti Muhammed Mekke’de nebilik görevini gördü, muhacirler nebi cemaati idiler; Medine’de resullük görevini gördü, Medineliler risalet cemaatini oluşturdular. Henüz vahiy dönemi sona ermediği için o bir kişi idi yani Mekke’de o başkandır, Medine’de de.
Şimdi ise bu birlik ortadan kalkmaktadır. Nebilik görevini görecek kimseler Akevler Adil Düzen alimleridir. Risalet ise ortaya çıkacak ve cemaati olan kimse olacaktır. Onu bekleyiniz. Sonra o sizi destekleyecektir. Sizin ortaya koyduğunuz gerçekleri anlayacak ve tasdik edecektir. Siz de onlara katılın ve destekleyin. Diğer Nurcular, Süleymancılar, Millî Görüşçüler, Nurculuğun devamı olan Gülenciler gibi yapmayın. Bizden çıkmalıdır demeyin. Allah risaletini kimlere isterse onlara verir. Yahudiler de bunun için kâfir olup helâk oldular. Siz de onlar gibi helâk olmayın. Nebilerin halefleri ilim üretirler, resullerin halefleri ise bunu uygularlar.
Yukarıda saydığımız cemaatler buraya kadar başarılı oldular. Dünyaya hakim oldular. Ama şimdi artık sorunları çözemiyorlar. Millî Görüşün yerini bunun için AK Parti almıştır. Çünkü “Adil Düzen”den uzaklaştılar. Mahkeme partimizi kapattı deyip kelimeyi inkâra kalkıştılar. Oysa biz ne zaman kapandıksa ondan sonra daha güçlü olduk. Şimdi kapanmadılar ama eridiler.
بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ (Bi MAv EuNZiLa EiLaYHi) “Kendisine nâzil olana.”
Burada çok önemli hususlar vardır. Burada kastedilen Kur’an değildir. Kur’an olsaydı “Mâ” yerine “Ellezî” gelmiş olurdu. O halde kastedilen nedir? Kastedilen Kur’an’ın mânâsıdır, Kur’an’dan anlaşılanlardır. Kur’an’ı sadece “kitap” olarak ele alsak anlaşılmaz.
Kur’an’ın anlaşılması için üç delile daha ihtiyacımız vardır.
a) Bunlardan biri “sünnet”tir. Çünkü Kur’an yeni kavramlar getirmiştir. Bunları bize öğreten Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve onun arkadaşlarıdır. Buna “sünnet” denmektedir. Biz Kur’an’ı ancak sünnetle anlayabiliriz. Dolayısıyla Kur’an kadar sünnete de ihtiyacımız vardır. Bununla beraber sünnet birkaç bakımdan Kur’an gibi değildir. 1) Kur’an bize tevatüren (Tevatüren: Birbiriyle anlaşması imkânsız olan kimselerin aynı bilgiyi rivayet etmesidir.) geldiği halde sünnet bize tevatüren gelmemiştir. Dolayısıyla içinde yanlışlar vardır. Âyetler ise mütevatiren gelmiştir, içinde bir harf bile karışmamıştır. 2) Sünnet o zamanın sorunlarını çözmüştür, günümüzün sorunlarını çözmemiştir. Dolayısıyla usulde sünnet bize ne kadar gerekli ise füruda o kadar uygulanmaz olabilir.
b) Diğeri ise “icma”dır. Kur’an’ı hepimiz okuyup bir şeyler anlarız. Bunlar hatalı olabilir ama Allah bize hatalı da olsa Kur’an’ı kendi anlayışımıza göre uygulamamızı emretmiştir. Bu durum dağınıklığı doğurur. Onu önlemek için de “icma müessesesi” getirilmiştir. İcma demek bir hususta ilmen birleşmemiz demektir. Artık ona muhalefet etmememiz gerekir. Yoksa havada kalır. Mesela Kur’an’ın yazısı üzerinde Hazreti Osman zamanında sahabeler birleşti. Artık bizim onu değiştirme şansımız yoktur. Birçok delillerle çıkıp mesela Tevbe Sûresi’nde iki âyet Kur’an’dan değildir diye ispat etseler, biz onlara kulak vermeyiz, çünkü icma vardır, artık içtihada mesağ yoktur.
c) Kur’an’ı anlamamız için bir de “müsbet ilme” ihtiyacımız vardır. Kur’an bize geviş getiren çift tırnaklı hayvanların etlerinin helal olduğunu bildiriyor. Sünnet ve icma bunun üzerine takarrur ediyor. Ama biz biyoloji okumasak zürafaların çift tırnaklı geviş getiren hayvanlardan olduklarını bilemeyiz. O halde kıyas yapabilmemiz için müsbet ilimlere ihtiyacımız vardır.
İşte inzâl olunan bu dört delille gelen hükümlerdir, yani fıkıhtır; yoksa yalnız Kur’an değildir. Sadece Kur’an olsaydı “billezî” derdi.
Bu ifadede “uhiye” denmemekte, “ünzile” denmektedir. Vahiy içten gelen sezi ile bilinir. İnzâl ise kitap, ses, yazı şeklinde gelir. Nitekim Kur’an’ı Hazreti Muhammed okudu, kâtipler yazdı. Böylece vahy olunduktan sonra inzâl olundu. Artık kâğıt, kalem, ses ve harflere dönüştü. Cebrail Hazreti Muhammed’e gelip öğretti. Ona inzâl Cebrail vasıtası ile olmuştur. Oysa dört halife zamanında artık melek gelmiyordu. İnzâl istişare yoluyla oluyordu. Cemaat halka yapıyor, halife soruyor, onlar cevap veriyor. Sonunda başkanın kafasında bir hüküm oluşuyor. Onu yazdırıyor. İşte o da onlara inzâl olunandır.
Adil Düzen Çalışanları çalışıp bir fıkıh ortaya koyacaklar, muhasebesini hazırlayacakladır. Sonra gelecek resulün halefi bunları anlayacak ve kabul edecektir. O zaman ona inzâl olunmuş olacaktır.
Yine burada işaret edilen önemli husus “ona inzâl olunan” denmektedir, “onlara inzâl olunan” denmemektedir. Çünkü onun cemaati içtihatla değil ittiba ile Kur’an’ı uygulayacak. Onun için ona inzâl olunana cemaati de inandı deniyor.
مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBiHi) “Rabbi tarafından.”
Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı alıp anlatacak şekilde yetiştirildi.
Gelecek başkan da eğitimi dayanışma ortaklığından alacaktır.
“Rabbihi” kelimesinin dayanışma ortaklığı olduğunu biliyoruz. Bu kayıtla kişilerin cemaatlerden çıkacaklarını ifade eder. Ama bu kişi çıktığı cemaatin içtihatları ile amel eder demektir.
O halde bu âyetin işaret ettiği başka önemli hususlar vardır.
Adil Düzen Çalışmaları yalnız Akevler’e mahsus çalışmalar olmayacaktır. Akevler gibi pek çok cemaat Kur’an’ı öğrenme üzerine çalışmaya başlamışlardır. Nitekim bizimle ilgisi olmayan kimseler de çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Onlar hâlâ bin sene önceki tefsirleri okuyorlar. Ama artık kendileri düşünen Adil Düzen Çalışanları gibi cemaatler ortaya çıkacak, bu kişi bunlardan birinde yetişecektir. “Rabbi-him” değil de “Rabbi-hi” denmiş olması bunu ifade eder.
Yarın, diyelim ki Adil Düzen cemaatinden biri, burada yetişen biri çıkıp parti kuracaktır. Burada okumuş olduğuna göre kuracaktır. Ama artık o kişi bu cemaatin bir ferdi olmaktan çıkıp tüm İslâmî düzeni getirmek için Kur’an’a sarılmışsa, onlar böyle yararlanacaklardır.
وَالْمُؤْمِنُونَ (Va ELMUEMiNUvNa) “Ve mü’minler de inandılar.”
Burada resul ile mü’minleri birbirine atfetmiştir. Mü’minler askerlerdir. Resul ise başkandır. Mü’minlerden farkı vardır. Çünkü o başkomutan olduğu gibi aynı zamanda imamdır.
Askerlerde askeri düzen geçerlidir. Sivil hayatta ise hukuk düzeni geçerlidir. Başkanın iki yönü vardır. Bakanlar kuruluna başkanlık ederken hukuk düzeni içinde başkanlık edecektir. Askerlere komuta ederken askeri düzene göre komuta edecektir. O meclisin de başkanıdır. Dolayısıyla meclisi de temsil eder. Orada halkı değil de topluluğu temsil edecektir. Böylece resul de iman etmiş olmakla o da mü’mindir ama onun durumu diğer mü’minlerden farklıdır. Onun için “Ve” harfi ile gelmiştir.
Buradaki mü’minler istiğrak için geliyorsa, kıyamete kadar bütün mü’min cemaatler Kur’an’a iman etmekte, onu getiren ümmi nebiye iman etmektedirler. Ama buradaki harfi tarif ahd için geliyorsa, gelecek resule iman eden onun cemaatine işaret etmektedir.
Bugün Millî Görüşçüler çok büyük güç sahibidirler. AK Partililer de güç sahibidirler. Gülen Cemaati dünyaya yayılmıştır. Tarikatlar etkindirler. Türkiye’deki bu cemaatlerin birleştiğini düşünün. Bir başkan çıkmış, hepsi onun etrafında toplanmışlar, “Adil Düzen”i getirmek istiyorlar. Allah’ın onlara nasıl yardım edeceğini düşünün. Bir gün gelecek, bunları birleştiren bir hâdi gelecek, Akevler’in hazırladığı “Adil Düzen”i benimseyecek, bu yolla bütün cemaatleri bir çatı altında toplayacaktır. Büyük inkılâp o zaman olacaktır. O oluşa Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular da katılacaklardır. III. Bin Yıl Uygarlığı, II. Kur’an Uygarlığı olacaktır. Peygambersiz ilk Kur’an uygarlığı olacaktır. Kur’an’ın ikinci büyük mucizesi yeniden ortaya çıkacaktır.
Biz bunları söylerken hislerimize dayanarak değil, Kur’an’a ve ilme dayanarak söylüyoruz.
Buradaki ince nokta, mü’minlerin başkanın mezhebinde uygulamada birleşmeleridir. Yani başkan kendi içtihadı ile amel edecektir. Rabbi ona neyi öğretmişse ona göre karar verecektir. Her dayanışma ortaklığı özel hukukta kendi cemaatlerinin içtihatları ile amel edecektir. Ama ortak işlerde başkanlarının içtihatları geçerli olacaktır. Onun için “mü’minler de Rablerinden kendilerine indirilene inandılar” denmiyor, “resule indirilene inandılar” deniyor. Başkanın kamuya ait içtihatları cemaati bağlar demektir.
كُلٌّ (KulLun) “Her biri”
Burada “hüm amenû” denebilirdi. Bu takdirde onlar birlikte iman ettiler anlamı çıkardı. “Küllün” dendiği zaman iki mânâ da çıkabilir. Sonundaki tenvin hazfedilen bir kelimenin yerine gelmiştir. “Küllühüm” anlamında olur, onların hepsi inandı mânâsı çıkar. Yahut “küllü vahidin minhüm” anlamında, onlardan her biri ayrı ayrı inandı demek olur.
“Birlikte güven altına almak” demek, kenetlenip bir olmak, dayanışma içine girmek demektir. Her biri teker teker inandı demektir.
Buradan çıkan mânâ şudur. En küçük birlik onluk mangayı oluşturur. Üçer kişilik tim olur. Başında da bir onbaşı bulunur. Onbaşı nöbete gitmez. Diğer üçü nöbet tutarlar. İkisi birlikte nöbette olur. Biri gidip gelerek haber alıp götürür ve getirir. Günde üç vardiye yaparlar. Sekizer saat nöbet tutarlar. Onbaşı bu nöbetin başında olur. Ne var ki, eğer onbaşıya bir şey olursa hemen ondan sonra kıdemde kim varsa hemen onbaşılık görevini yüklenir.
Mü’minler demek, ölmeyi göze alan kimseler demektir; son ere kadar savaşmayı göze alan kimseler demektir. O halde “küllün” deyince hem başkan hem de erler demektir.
Üç manga birleşir bir takım eder. Takımın başına bir komutan geçer. 31 kişilik bir topluluktur. Savaş birliğidir. İkmali yoktur, karargahı yoktur. Sonra üç takım birleşir, bir bölük eder. Bunların sayısı 93 kişidir. Karargahta çalışan 6 asker vardır. Yedincisi olan yüzbaşı bölük komutanıdır. İkmal nöbetle yapılır. Böylece bir bölük 100 kişiden oluşur. Üç bölük birleşir ve bir tabur olur. 300 kişi eder. Başlarına 31 kişilik komuta subayları getirilir. Üç tanesi birleştirilir. 993 kişilik bir alay oluşur. Başına 7 kişilik komuta heyeti getirilir, 1000 kişi eder.
Üç alay birleşir, bir tugay olur. Birer karargah bölüğü olur. 3100 kişi eder. Üç adedi birleşip 9700 kişi oluşur. Üç bölüklük bir karargah kurulur. 10 000 kişi etmektedir. Bu tümendir. Üç tümen bir kolordu edecektir. Üç kolordu bir ordu edecektir. Ordunun sayısı 100 000 kişidir.
Kur’an’da bu sayı geçmektedir. Bir cepheyi bu kadar ordu savunur.
Bir ülkede bir milyon asker vardır.
50 milyonluk bir ülkede nüfusun yarısı kadın, kalan yarının yarısı da çocuk ve yaşlı ise, 12 milyon savaşçı var demektir. Senede her birini birer ay olmak üzere askere alırsak, demek ki bir milyonluk ordumuz olacaktır demektir.
İşte burada içtihat yaptık. Askeri mükellefiyetin yılda kaç gün olduğunu bulduk. Eğer askerliğini baştan yapacaksa bu da dört yıl eder.
“Küllün” kelimesi her biri kendisine düşen askeri mükellefiyeti kabul etti demektir. Birlikte savaşırlar ama aralarında bunu nöbetleşe yaparlar ve her biri kendi nöbetini tutar demektir.
آمَنَ (EAeMaNa) “İman etti. Her biri inandı, her biri güven altına aldı.”
Harfi cersiz “âmene” geldiğinde if’al babından olursa başkasını emniyete aldı demek olur. Mufaale babından olursa, birbirlerini emniyete aldılar demek olur; yani dayanışma ortaklığını kurdular demektir. Burada müfret gelmiştir. Emniyete aldı demek olur. Allah ile kendisini emniyete aldı demek olur. “Âmene” zaten müteaddi fiildir. “Bi” harfı ile teaddi etmesi emniyete aldırmak demek olur. “Bi” istiane için geldiğine göre Allah ile emniyete aldı demek olur. Buradan hem başkasını hem kendisini emniyete aldı mânâsı çıkar.
“İman etmek” bilmek anlamında kullanılmaktadır. Oysa şeytan Allah’ı herkesten fazla bilmektedir ama iman etmiş değildir. “İman etmek” demek, O’nun için canını verebilmek demektir. Buradaki “Bi” ile teaddi, onlardan istimdat ederek kendini emniyete almak anlamında olduğu gibi, cennet karşılığı nefisleri ve malları vermek anlamını da taşımaktadır.
بِاللَّهِ (Bi elLAHi) “Allah ile.”
İnsan aklının kabul ettiği varsayımlar vardır. İnsan o varsayımlarla yaşamaktadır.
a) Birinci varsayım, sebepsiz sonuç olmaz. Kapıyı kapatıp gitseniz ve sonra açıp içeriye girseniz, masanızın üzerinde bir çöp görseniz, hemen birinin evinize girdiğini kabul edersiniz. Hayır, bu çöp kendiliğinden geldi demezsiniz. Yoktan bir şey var olmaz, var olan da yok olmaz. Eğer bir şey var oluyorsa onu var eden vardır, yok oluyorsa yok eden vardır. Yeryüzünde buna inanmayan insan yoktur.
b) Sebep sonuçtan üstündür, güçlüdür. Bu termodinamiğin ikinci kanunudur. Birinci kanuna göre doğal sonucudur. Eğer bir şey kendisinden daha üstün varlığı var etseydi kendiliğinden var olma sonucuna varılır. Kendiliğinden evrim bunun için mümkün değildir.
c) Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan çıkmaktadır. Bunun başlangıcı var mıdır, yoksa bu hep böyle midir? Yunanlılar bunu böyle kabul etmişlerdir. Oysa Tevrat ve Kur’an’a göre başlangıç bir tanedir, yani tavuk ve yumurtanın başlangıcı ile ceviz ağacının başlangıcı aynı varlıktır. Çünkü düzen başka türlü oluşmaz. İşte üçüncü varsayıma göre her şeyin başlangıcı tek bir varlıktır.
d) İnsanlar da var olmaktadır. O halde insanı var eden de O tek olan varlıktır. İlk sebeptir. İnsandan üstündür. İkinci varsayımın sonucudur. Acaba ne kadar üstündür? Bunu takdir etmek için O’nun yaptıkları ile bizim yaptıklarımızı karşılaştırmak yeterlidir.
İşte Allah’ın tanımını yaparken söyleyeceğimiz şeyler şunlardır. İlk olan tek sebeptir. Her şey O’nun var etmesi ile var olmuştur. O’nu ise kimse var etmemiştir, tektir. Başka ilk sebep yoktur. İnsanın bütün özelliklerini taşır. Görüp işitir, karar verir. Ama insandan çok üstündür. Biz araçlarla görürüz, O araçsız görür. Biz araçlarla yaparız, O araçsız yapar.
Âyet onlar böyle bir Allah’a inandılar diyor ama Allah yeryüzünde insanı kendisine halife yapmıştır. Kendi hukukunu topluluğa devretmiştir. O halde Allah ile güven altına almak demek, toplulukla güven altına almak demektir.
Topluluk oluşturuyorsunuz. Tüm ihtiyaçlarınız onun içinde karşılanıyor. Bu durumda artık tek başına yaşama imkansız hâle gelmiştir. Resul ve cemaat topluluğun mânâsını anlamışlardır demektir.
Bunu nasıl başaracaklar?
Önce evlerini bir araya getirecekler, yani muhaceret edecekler. Sonra boş kaldıkları zamanlarını bir araya getirecekler ve birleşecekler. Sonra da ortak işler yapacak, ortak bütçeler oluşturacaklardır. İşte bunlar topluluğa inanmış olurlar, Allah’a inanmış olurlar.
وَمَلَائِكَتِهِ (VaMaLAEiKaTiHi) “Ve O’nun meleklerine inanırlar.”
Birçok mühendis çalışmakta ve bilgisayarı bu hâle getirmektedir. Ben size bilgisayar üzerinde yazıyorum. Bilgisayarınızın bir tuşu bozulsa o kendi kendine düzelmiyor. Biz biliyoruz ki birçok insan bu programı çalışarak oluşturdu. İnsanlar bilgisayarı icat etti.
Peki, bizim beynimizdeki bilgisayarı kim icat etti? DNA’ları canlının üzerinde kim dizdi?
İşte bunları yapan bizim görmediğimiz varlıklar vardır. Onlar da bizim gibi akıllı varlıklardır. Bizim elimizin ulaşamadığı yerlere onlar uzanabiliyor, atomları dizebiliyor demektir. İşte bunlara “melek” denir. Allah kendisi için bir şey yapmaz, çünkü ihtiyacı yoktur, bir işe yaramaz. O şuurlu varlıklar için yapmaktadır. O halde şuurla yapılmış işler varsa onu yapan şuurlu varlıklar da vardır.
Meleklerin insanlar arasındaki karşılığı ise görevlilerdir, bürokratlardır. Onlar da topluluğa ait işleri yaparlar, yani idari kuruluşlardır. Toplulukla kendimizi güvene alacağız ama bunun için örgütleneceğiz, işbölümü yapacağız. Kamuya ait işleri görevliler yapacaklardır.
Bu “meleklere iman”dır.
وَكُتُبِهِ (Va KuTuBiHi) “Ve O’nun kitaplarına”
“Kitap” demek doğal kanunlar demektir. Bitkideki DNA’ları dizip o güzelim çiçekleri oluşturanlar meleklerdir. Ama o melekler atomları kullanarak bu işi yaparlar. Atomların özellikleri vardır. Ondan yararlanırlar. Biz de onlardan yararlanırız. Bu kanunlar Allah’ın kitaplarıdır. Doğal kanunlardır. İnsanlardaki karşılığı ise kanunlardır. Şeriattır. Kurallardır. Bir topluluk ancak kurallar içinde yaşayabilir. Kamu görevlileri kurallar içinde hareket ederlerse, halk kurallar içinde hareket ederse, işte o zaman o topluluk oluşur ve biz o sayede kendimizi emniyette buluruz. Bu kitapların içinde hâlen elimizde bulunan ve milyarlarca insanların inandığı kitaplar vardır. Bunlar şunlardır.
a) Tevrat Hazreti Musa’nın getirdiği kitaptır.
b) İncil Hazreti İsa’nın getirdiği kitaptır.
c) Furkan doğu dinlerine gelen kitaplardır. Brahmanların Vedaları ile Budistlerin Burkanları bunlardandır. Buda kişinin değil kitapların adıdır. Buda’nın adı Sakyamun’dur.
d) Kur’an son kitaptır. Bunların hepsini içermektedir. Bunlar insanlığın şeriatını kurmuşlardır. Bu kitaplara da inanmak zorundayız.
Bundan sonra içtihat ve icmalarla bu kitapların uygulanması güncelleştirilmiş olacaktır.
وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLIHı) “Ve O’nun resullerine”
“Resul” başkan demektir. Bu başkanlar bucak başkanlarıdır. Onun için çoğul gelmiştir. Tek kitap olmayacak, değişik kitaplar olacak, yani çoklu sistem olacaktır. İnsanlığın tek başkanı olmayacak, her bucağın başkanı olacaktır. Güveni sağlayan bucaklardır. Taşra bucaklarının yanında merkez bucaklar vardır. Bunlar da birer bucaktır. Taşraya hizmet etmektedirler.
Ocak başkanı ortak yaşamayı, bucak başkanı ortak çalışmayı, il başkanı iç güvenliği, ülke başkanı dış güvenliği sağlar. İnsanlık ise insanlığı uygarlığa götürür. Bunların başkanlarına inanmamız gerekmektedir. Bizim ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak ayrı ayrı beş başkanımız vardır. Bunların yardımı ile biz kendimizi ve başkalarını güven altına alırız.
Yani; burada melekler, kitaplar ve resuller çoğul gelmiş; sadece Allah tekil gelmiştir. Toplulukta birlik, ana hizmetlerde çokluluk sistemi esas alınacaktır. Ülke bölünmez bütün olacak ama işler görev bölümü ile ifa edilerek hizmet yarışları yapılacaktır.
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ (LAv NuFaRıQu BaYNa EaXaDın MıN RuSUvLıHı)
“Resulleri arasında bir fark yapmayız.”
“Resul” elçi demektir. Kendi başına bir şeyler yapmaya yetkili değildir. Sadece kendisine tevdi edilen haberi veya emri yerine ulaştırır.
Bugün başkanlık üzerinde çeşitli tartışmalar vardır. Kimi başkan devletin yöneticisidir. Kendisi kararlar alır ve yönetir. ABD’deki devlet başkanı böyledir. Kimilerine göre devletin denetleyicisidir. Ulus adına yönetimi denetler. Kimine göre devletin vekilidir. Onun adına tasarruflarda bulunur. Kimine göre hakem durumundadır.
İslâmiyet ise bunların hepsini reddeder. Başkan sadece halkın meclis elçisidir. Uygulayıcısı değildir, çünkü uygulayan hükümettir; halktır. Hakem değildir, çünkü hakemler taraflarca her konu için seçilir. Sadece mecliste alınan kararları hükümete ve halka ulaştıran sade bir elçidir. Allah’ın elçisi resul de Allah adına aldığı emirleri insanlığa getirmiştir. Kendisi şari değildir.
Biz sünnetlere uyarız. Hadisleri dinleriz. Çünkü o onları Allah’ın emri olarak getirmektedir. Kimileri yanlış olarak sünnetleri Hazreti Muhammed’in teşri ettiğini sanırlar. Oysa hepsi Allah’tandır. Hazreti Muhammed aleyhisselâm elçiden başka bir şey değildir. Sünnet demek, Allah diyor ki, bunları yaparsanız sevap alırsınız, yapmazsanız bir günah yoktur. Oysa farzlar yapılmazsa cezası vardır.
Şimdi resullerin getirdiği sadece sözler olduğuna, Allah’ın sözleri olduğuna göre, bizim o sözler arasında fark yapmamız demek, Allah’ın dediklerinin bazısını kabul bazısını reddetmek demektir. O halde biz Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelen bütün emirleri Allah’tan geldiği için dinleriz. Kur’an “Lâ Nufarrıku Bayna Ehadın Min Kutubihi” demiyor; “Min Rusulihi/ Resuller arasında tefrik yapmayız” diyor.
Kitaplar arasında fazilet farkı vardır. Kur’an diğer kitaplar arasında daha faziletlidir.
Şöyle ki;
a) Kur’an son kitap olarak nâzil olmuştur. Bütün onunla tamamlanmıştır Kur’an eski kitapları da içermektedir.
b) Kur’an bütün insanlığa nâzil olmuştur. Tüm insanların uyması gereken kitaptır. Diğer kitaplar nesh olmamıştır, ancak diğer kitaplarda olanlar Kur’an’da da vardır.
c) Kur’an içtihat ve icma müesseseleri getirmiştir. Böylece her yerde her zaman uygulanabilir kitap olmuştur. Diğer kitaplar ise füruu getirmiştir.
d) En önemlisi Kur’an değişmeden diliyle metin olarak bize gelmiştir.
Bu sebeplerden dolayı Kur’an diğer kitaplardan daha faziletlidir.
Ama bu onların yanlış ve kötü olduğu anlamına gelmez. Hepsi Allah’tandır, Allah’ın kelamıdır. Onların şeriatı bizim de şeriatımızdır.
Peygamberler arasında da fazilet farkı vardır. Mesela Hazreti Harun ile Hazreti Musa bir değildirler ama peygamber olarak bizim için birdirler. O birçok şey söylemiş, ondan çok şey almışızdır. Diğeri de az söylemiş, ondan da az şey almışız. Ama hepsi hepimizin peygamberleridir. Evvela Hazreti Musa İsrail oğullarına gelmiştir, uygarlıkta bir adım atmıştır. Tüm insanlık olarak bütün peygamberlerin on binlere varan yıllar içindeki çabaları ile bugünkü duruma ulaşmış bulunuyoruz.
Doğu dinlerini ele alalım. Onlar da Hazreti İbrahim’in soyundan gelirler. Ama onlar batı grubundan tamamen ayrı geliştiler, Brahmanizm ve Hinduizm olarak oluştular. Buda doğunun İsa’sıdır. “Birinci Kur’an Uygarlığı”nda Kur’an’ın doğru anlaşılması için tasavvufun yardımı olmuştur. Tasavvuf da doğu dinlerinin öğretileri ile gelişmiştir. Kelamın ve müsbet ilimlerin anlaşılmasında Yunanlıların etkisi olmuşsa, tasavvufun anlaşılmasında da doğu dinlerinin etkisi olmuştur. Biz bugün Hıristiyan ve Yahudilerle işbirliği yapacağız ama Hindu ve Budistlerle de işbirliği yaparak “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracağız. Kur’an’ı onlarla beraber daha kolay anlayacağız. İşte bu sebepledir ki biz peygamberler arasında farklılık gözetmeyiz demektir. Biz her söze kulak veririz ve en iyisine uyarız. İlim nerede olursa olsun bulur ve alırız.
Burada “inandılar ve dediler” denmesi gerekirken, sadece “tefrik yapmayız” cümlesi kullanılmıştır. Çünkü bu cümle “inandılar”ın bir açıklamasıdır. Böyle inandılar. Bütün peygamberlere inandılar. Aralarında fark gözetmeyiz diye inandılar.
Burada çok önemli bir husus daha vardır. Biz söylerken aralarında fark gözetmeyiz. Hepsi Allah’ın resulleridir diyorlar. Yoksa amelde herkes kendi peygamberinin getirdikleri ile hükmedecektir.
Burada şu sorunla karşılaşırız. Eğer aşiret başkanı ile bucak başkanı arasında, veya il başkanı ile bunlar arasında, devlet başkanı ile il ve bucak başkanları arasında, yahut insanlık başkanı ile bunlar arasında ihtilaf olursa, biz kimin yanında olacağız? Bunun için şu kuralları uygularız.
Biz başkanlar arasında fark gözetmeyiz. Her birine kendi alanlarında itaat ederiz. Yaşamada aşiret, çalışmada bucak, güvenlikte il, savunmada ülke ve yargılamada insanlık başkanına itaat ederiz. Bunlar arasında çatışma çıkarsa hakemlerin kararlarına uyarız. Hakem kararı yoksa o zaman oradan hicret ederiz. Biz taraf tutmayız. Buradaki ifade bunu belirtir.
Kur’an böylece tüm insanları kendi dinlerinde kalarak birleşmeye çağırmaktadır.
İnsanlığın yirminci yüzyılda geçirdiği ateizm zulmü sayesinde bugün bütün dinler arasında diyalog başlamış bulunmaktadır. Gülen Cemaati bu görevi layıkıyla yürütmektedir.
Adil Düzen Çalışanları olarak kongreler şeklinde değil ama yazışmalar suretiyle, internet tanışmaları sayesinde karşılıklı ilişkiler kurmalıyız. “Adil Düzen Anayasası”nı ve diğer çalışmaları dünya dillerine çevirip göndermeliyiz.
İlgilenmemiz ve çalışmamız gereken diller şunlardır. a) Arapça, b) Türkçe, c) Farsça, d) Latince, d) Almanca, e) Fransızca, f) İngilizce, g) İspanyolca, h) Rusça, i) Çince, j) Japonca.
Diller sitesini kurmalıyız. Bugün yeryüzünde bin civarında bağımsız dil vardır. Her birinden birer aşiret oluştursak 100 bin aile eder, bu da bir milyon nüfus demektir. Mekke’de her ülkeye bir ilçe ayırmalıyız. Bu bir bölge nüfusu demektir. Buralarda bucaklar kurulacak, her bucak kendi geleneğinde dilleri konuşacaktır. Ayrıca ocaklar oluşacak, mahalli şiveler de korunacaktır.
Adil Düzen Çalışanları böyle bir vakfın kurulması için faaliyete geçerler. İstanbul’dakiler işbölümü yapar, herkes bir bölge ile irtibata geçer, yani İstanbul’da bin gönüllü buluruz. Böylece onların dinlerinden, dillerinden ve kitaplarından yararlanırız. Bu hususta ilgili devletlere mektuplar göndeririz. Bugün okumazlar ama yarın okuyacaklardır.
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا (Va QAvLUv SaMIGNAv Va EQaGNAv)
“İşittik ve itaat ettik dediler.”
Burada “Ve” harfi gelmiştir. Mahzuf olan bundan önceki “Kâlû”ya atfedilmiştir. “Ahmet bana kitap getirdi, Hüseyin de geldi.” dersem, Hüseyin ve Ahmet gelmiş olur. Burada da benzer ifade vardır. “Ve dediler” diyor. Demek ki başka şey de dediler. Yahut ona inandılar. Bunu da dediler. İşittik, itaat ettik. Ne işittik? Peygamberlerin dediklerini işittik. Artık onlar öldüler, biz ancak işiteceğiz. Onların halefleri vardır. Onlar da o dinin âlimleridir.
Bize düşen görev nedir? Bütün dünyadaki din adamlarını dinleyeceğiz. Onlara kulak vereceğiz. Allah’tan geldiğine inandığımız hususlara itaat edeceğiz. İşte bu bize ortak üniversiteleri kurmayı emretmektedir. Mekke’de bir üniversite kuracağız. Dünyanın bütün üniversitelerinden âlimler buraya gelecek. O âlimlerin içtihat ve icmalarına kulak vereceğiz. İçtihatları değerlendireceğiz, icmalara itaat edeceğiz.
“İnsanlık Anayasası”nda yer alan bu üniversitelere burada nass ile delil bulmuş oluyoruz. Biz akademik kariyer tevcihini uluslararası ilmî faaliyete veriyoruz. Burada bu içtihadımız teyit edilmektedir. Mü’minlerin görevleri tüm insanlığı dinlemek, ahsenine uymaktır.
غُفْرَانَكَ رَبَّنَا (ĞuFRAvNaKa RabBANAv) “Rabbimiz, senin gufranınla ...”
Biz bu görevleri yaparken içtihadımızla yapacağız. Neyin senden geldiğini, neyin sonradan tahrif edildiğini ancak içtihadımızla anlarız. Hata ederiz. Ama senin gufranın vardır.
Bu bize şunu anlatır.
Bize tüm peygamberlerden gelen emir ve nehiyleri seçeceğiz, bunlardan bir kısmı sonradan uydurulmuş diyeceğiz, bir kısmına ise bu Allah’tandır diyeceğiz. İşte burada hata edebileceğiz ama Allah bizi muaheze etmeyecektir. O’ndan gufran vardır. Dikkat edeceğimiz husus nedir? O kitapları ve dinleri reddetmiyoruz. Değerlendiriyoruz ve bize göre ayıklama yapıyoruz.
İşte Kur’an’ın bütün din mensuplarından istedikleri budur. Kur’an’ın ve İslâmiyet’in söylediklerini değerlendirin, sonra size göre doğru ne ise ona göre hareket edin.
Onlar öyle yapmıyorlar. Uydurma laiklik anlayışı ile dinleri safsata kabul edip kulak vermiyor ve ona cephe alıyorlar. Dinlemeden ve anlamadan nasıl ona safsata veya esatir diyorsunuz?
Hayır, onlar da bunun böyle olmadığını çocuklarını bilir gibi biliyorlar ama yenilecekleri kesin olan güreş minderine çıkmamak için ayrı stadyum yapıp dindarları orada güreştirmemek suretiyle kendi havuzlarında oynuyorlar. O stadyum başınıza çökecektir. Çünkü kâinat butlan üzerinde yaşayamaz. Bu hayaller şeytan aldatmasıdır. Zalim düzen payidar olamaz.
وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ (285) (VaEiLaYKa eLMaÖIyRu) “Ve dönüşüm sanadır.”
Yani dönüş şeriata dönüştür. Tekrar İslâm düzeninin, şeriat düzeninin dünyaya hakim olmasıdır. Kapitalizm ve sosyalizm oyalamaları son bulacaktır. İnsanlar gelecekte tüm uydurma düzenlere bakıp ‘bu nasıl akıl’ diyecekler. Her halde insanlığın en utanılacak şeyi, yaptıkları ekseriyet sistemidir. Allah’ı kâinatın dışına atan lâiklik anlayışıdır. Sosyalistler Allah’ı inkâr ediyorlar. Onların mantıklarında çelişki yoktur. Varsayımları tutarlıdır. Ama kapitalistler ve karmacılar hem Allah’ı kabul ediyor hem de din ile devlet işleri ayrıdır deyip Allah’ı dünyadan sürgün ediyorlar! Bundan daha gülünç mantık olur mu? 30 bin kişiyi öldürenin öldürülmeyeceğini, bunun insanlık hukukuna aykırı olduğunu söyleyen mantık aynı gülünç mantıktır.
Elbette dönüş O’nadır. O’nun düzeni tav’an veya kerhen kurulacaktır. Dünya maskaralar tarafından yönetilmeyecektir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-440 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-270 İstanbul, 05 Ocak 2008
İBADETLER VE KURBAN
İbadetler insanların tüm hayatlarını düzenleyen müesseselerdir; kişileri şahsan eğittiği gibi toplulukların işlerini de düzenlemektedir. Bunların başında birer okul olarak çalışan namazlar toplantıları düzenlemekte, kararların alınmasına imkanlar vermektedir. Zekât ise insanlara nasıl çalışacaklarını öğretmekte, topluluğun ekonomisini düzenlemekte, ortak bütçeyi oluşturmakta, kredileri tanzim etmektedir. Kurban da işte bu düzenlemelerin içinde yer alan bir müessesedir.
İnsanlar önce toplayıcılık dönemini yaşadılar. Kabile başkanları meyve toplamaya çıkmaz, topluluğun işlerini görürlerdi. Halk da topladığı meyvelerden başkana pay verirdi. Zekât işte böyle başladı. Daha sonra avcılık dönemine geçilince başkan ava katılmaz, katılsa bile avlanan etten topluluk için pay ayrılırdı. Daha sonra çobanlık dönemine geçilince bu usul sürdürülmüş, avlanan değil de kesilen hayvanlardan başkana pay verilirdi.
Bu uygulama uzan zaman devam etmiştir. Çobanlıkla geçinen İsrail oğullarında kurban en önemli müessese olarak ortaya çıkar. Tevrat bu kurbanlarla ilgili hükümleri bolca içermektedir. Sonra tarım dönemine geçilince vergi tarım ürünlerinden alınmaya başlandı ve Hıristiyanlık kurban müessesini tatil etti. Bugün artık devlet bütçesi kurban etleri ile oluşmamaktadır.
Bununla beraber kurban yine varlığını sürdürmektedir.
1- Bayramlarda halka ziyafet verilmesi gerekmektedir; yani toplantılarda birinci sorun katılanların beslenmeleridir. Bu bize bayramlarda öğretilmektedir. Ramazan Bayramı’nda fitre, Hac Bayramı’nda kurban ile topluluklarda beslenme sorununun nasıl çözüleceği öğretilir.
2- İnsanlar bitki, meyve ve hayvanlarla beslenirler. Hiçbir zaman bu ihtiyaçlardan kurtulamayacaklardır. Çünkü insanlar bir sinek bile üretemeyeceklerdir. Ramazan fitresi insanlara bitkisel ürünlerin yetiştirilmesi ve tüketilmesi eğitimini vermekte, kurban bayramında da hayvansal besinlerin üretilip tüketilmesi öğretilmektedir.
3- İnanlar savaşmaktan kurtulamayacaklar, savaş kıyamete kadar devam etmektedir. Savaşma eğitimi kan akıtma suretiyle yapılmaktadır. Hayvan kesmeyi bilenler ileride gerek görülürse insan kesmeyi de bileceklerdir. Demek ki kurban aynı zamanda askeri eğitimdir. Kurbanın vekâleten değil de, asaleten kesilmesi gerekir. Kadınlar için tevkil caizdir. Erkekler hiç olmazsa kesilecek kurbanın başına geçip ortak tekbirle kurbanı kesmelidirler. Sonra etleri parçalarken ellerine bıçakları alıp katılmalıdırlar.
4- Kurbanın dördüncü fonksiyonu da herkesi yılda bir defa da olsa et ile doyurmadır. Besinlerde iki tür madde vardır. Birincisi, normal yaşantımızı karşılayan maddeler vardır. Bununla ya bedenimizin yapısını oluştururuz yahut yakarak iş yaparız. Bunun dışında bir de vitaminler vardır. İnsana bunlardan çok az lazımdır ama bunu hayvanlardan almaktadır. Yılda bir defa alınınca yetmektedir. Değişik etlerden birer lokma alınsa bile bir yıl yeterli olmaktadır. O sebeple kesilen etler karıştırılır, ondan sonra bölüştürülür. Böylece biz her tür vitaminleri almış oluruz. Benzer şey fitrede de vardır.
Şimdi bu izahlardan sonra kurban ve fitrelerin eda şekillerine geçebiliriz.
Değişik meralarda otlayan değişik tür hayvanlar bir yere getirilir ve birlikte kesilir. Sonra bunların etleri karıştırılır. Mesela ortak kıyma yapılır. Hayvanın bütün parçaları karıştırılarak kıyma yapılır. Sonra bu kıymalar birleştirilerek karıştırılır. Böylece bütün etler her hayvandan ve her meradan besin almış olurlar.
Böylece elde edilen kıymanın üçte biri kesenlere evlerine götürmek için verilir. Üçte biri katılıp kurban kesmeyenlere dağıtılır, onlar evlerine götürürler. Üçte biri de orada pişirilerek veya kızartılarak oraya gelen halka yemek olarak verilir.
Kurbanın hayvan besiciliğini sübvanse etme özelliği vardır. Hayvan besleyenler kurbanlarda kâr etmekte, diğer zamanlardaki zararlarını onunla kapatmaktadırlar. Bu sayede hayvancılık unutulmamakta ve devam ettirilmektedir.
Fitrenin kıyas yoluyla böyle verilmesi gerekir. Değişik yerlerde ekilmiş değişik tahıl, kabak ve patates gibi mahsuller karıştırılarak bir fitre ekmeği pişirilir. Böylece her tarlada yetişen değişik bitkilerin besinlerini alma imkanı doğar. Herkes yetiştirdiği veya satın aldığı besinleri getirip ortaya koyar. Bunlar saklanabilecek ve depolanacak hâl alır. Bayram günü böylece hazırlanan ekmek, meyve suları karışımı, süt mamulleri, ballar vs birleştirilir. Bayram günü karıştırılıp üçe ayrılır. Bir hisse fitre verenlere verilir. İkincisi oraya gelen fakirlere dağıtılır. Üçte biri ile de orada hazır olan halka ziyafet verilir.
İbadetlerin mânâlarını iyice öğrenmeli, hikmetlerini bilmeli, Kur’an’daki yerlerini bulmalıyız. Yukarıdaki hükümleri benim temennilerim olarak görmeyiniz. Bunların hepsi Kur’an’a dayanmaktadır. İllet ve hükümlerde Kur’an’ın ve Sünnet’in yardımı ile ilerlemiş oluyoruz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-440 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-270 İstanbul, 05 Ocak 2008
BAYRAM
İnsanlık ilk yaratıldığı zaman çok ilkel durumda idi. Konuşma bakımından sadece isimleri biliyordu. “Ahmet gel dün” şeklinde meramını anlatıyordu. Edep yerlerini ağaç yaprakları ile kapatıyordu. Ağaç dallarından yaptığı kulübelerde yaşıyordu. Yaz-kış meyve veren ağaçlıklar içinde meyve toplayarak yaşıyordu. Evrimleşerek o günden bugüne ulaştı.
İnsanın beyni ve bedeni o günden bugüne kadar değişmedi. O halde insanlık o durumdan bugünkü merhaleye nasıl ulaştı? Allah peygamberler gönderdi. Onlar vasıtasıyla bir çocuğu eğitir gibi insanlığı eğitti. Böylece bugün uzaya gidebiliyor, bilgisayarda satranç oynayabiliyoruz.
Allah insanlara bunları emrettiği ibadetlerle öğretiyordu. Onlara önce namaz kılmayı öğretti, sonra zekât vermeyi öğretti, oruç tutmayı emretti, haccı ve kurban kesmeyi farz kıldı.
Bu ibadetler sayesinde insanlık bilgi sahibi oldu ve bugünkü uygarlığa ulaştı.
Kimileri insanlığı bu derecelere yükselten bu ibadetleri terk ettirerek yerine kendilerinin icat ettikleri merasimleri koydular. Mesela namaz yerine okullar açtılar, çocukları okuttular, kendilerini cahil bıraktılar, cahillerin okuttukları da cahil kaldı. Yeryüzü okumuş cahillerle doldu. Oysa Allah günde beş vakit namazı, beş defa toplanmayı farz etti ve beşikten mezara kadar okumayı emretti.
Yöneticiler ibadetlerin koyduğu düzene karşı kendileri lâik düzen getirmek için uğraştılar. Halk ise dinlerinin öğrettiği ibadetleri yapmaya devem etti. İşte “din” ile “düzen” arasında böyle bir çelişki doğdu. Bunu çözmek için de lâikliği icat ettiler. Dinleri ortadan aldırmakla uğraştılar. Çözüm üretmediler. Bu arada dinler de fonksiyonlarını yitirdi, işe yaramaz hâle geldi.
Bugünkü sıkıntıların ana kaynağı ve sebebi budur.
Cuma Namazı haftalık toplantılardır, işlerin düzenlenmesi toplantısıdır. Şimdi ise mesailerini aksatma aracı olmuştur. Bir taraftan haftalık işleri düzenleme şöyle dursun, diğer taraftan da işleri bozmaktadır. Cuma da Cuma olmaktan çıkmış, sadece bir merasim hâlini almıştır.
Bu durumda ne yapmalıyız?
Önce ibadetlerin sosyal fonksiyonlarını ortaya koymalıyız. Sonra da artık siyasiler dünyayı kendi kafalarına göre değil, kâinatı var eden ve kendi kanunlarını koyanın koyduğu ibadetlerle düzenlemelidirler. İbadetler artık sosyal işlevlerini görmelidir. Din alimlerine bu fonksiyonları ortaya koyma görevi düşer, siyaset adamlarına da dinin öğrettiklerine uyma görevi düşer. Lâiklik dini dışlama ile değil, dinlerde çokluğu sağlama ile olur. Mesela Müslümanlar Cuma günü toplanıp görüşmeler yaparlar, Hıristiyanlar Pazar günü, Yahudiler Cumartesi günü; ama hepsi haftada bir toplanırlar. Farklı günlerde bu toplantıları yapmaları birbirlerinin toplantılarına misafir olarak katılıp birbirlerini öğrenmelerini sağlar. Bunun anlamı şudur, resmi tatil günü olmamalıdır, her din kendi tatil gününü yaşamalıdır. Bunun başka yararı o gün hayat durmaz.
Bu girişten sonra; bayramların sosyal fonksiyonları nelerdir, kısaca özetlemeye çalışalım.
Günde beş defa aşirette yani ocakta toplanılır, günlük işler görüşülür. Haftada bir kabile yani bucak içinde toplanılır ve haftalık işler görüşülür. Yıllık toplantılar da bayram günleri yapılır. Yılda iki defa yıllık bayram toplantılarında bir araya gelinir ve belli sorunlar karara bağlanır.
Bu bayram toplantıları nerelerde yapılır?
a) İnsanlık kongresi Mekke’de yapılır. Bu kongre üç ay sürer. Ramazan Bayramı’ndan başlar, Kurban Bayramı’nda biter. İki bayram arası tam yetmiş gündür, yani on haftadır. Bu da elli haftanın beşte biridir. Kameri yıl elli haftadır.
b) Benzer toplantılar kıyas yoluyla ülkelerde yapılır ve toplanılır. Mesela meclis bu aylarda faaliyet gösterir, yıllık çalışmaları bu aylarda yapar. Her gün kanun çıkarmaz.
c) İllerde de meclis vardır. O meclis de bu aylarda toplantı yapar.
d) Bucaklarda haftalık toplantılar yapıldığı için bayramlar arası sürekli çalışan bir meclisi yoktur.
Ramazan Bayramı’nda sorunlar ortaya konur, Kurban Bayramı’nda ise karara bağlanmış olur.
Hangi sorunlar ortaya konur?
1) Ramazan Bayramı’ndan önce vergi beyannameleri ayrılır, bütçe hazırlanıp ilan edilir. Halkın denetimine sunulur. Kurban Bayramı’na kadar bütçeye itirazlar yapılabilir. Hakemlere gidilip sorunlar çözülür. Yanlış kayıtlar varsa düzeltilir. Eksik beyanlar varsa hakemlere gidilerek karara bağlanır. Bütçede uygun olmayan bir şekilde bölüşme sağlanmışsa, yahut artırmalı veya açık bütçe oluşmuşsa düzeltilir.
2) Ramazan Bayramı’ndan önce mâli bütçe yapıldığı gibi yine Ramazan ayında kredi bütçesi yapılır, herkesin alacağı çalışma ve işveren kredileri belirlenir. Halka arz olunur, halk bunları tetkik eder. Hata varsa hakemlere gidilerek düzelttirilir.
3) Ramazan Bayramı’ndan önce gerekli imtihanlar yapılır, notlar verilir, yıllık artan dereceler belirlenir ve ilan edilir. Seçimler yapılır. Herkes vekilini belirlemiş olur. Kurban Bayramı’na kadar bunlara itirazlar yapılır ve mahkeme kararları ile hükme bağlanır. Şeriat düzeninde herkesin resmi ücreti vardır. Resmi yerlerde bu ücretle çalışılır. Bu ücretle kredi alınır, bu ücretle emekli olunur ve sözleşmede açıklama yapılmamışsa resmi ücretle çalışır. Benzer şekilde resmi fiyatlar vardır. Bunlar yıldan yıla değişir, yahut bunları tesbit eden formüller değişir. Bunlar Ramazan Bayramı’ndan önce hazırlanır. İlan edilir. Hatalar varsa Kurban Bayramı’na kadar hakemlere gidilerek düzeltilir.
4) Bir de içtihat ve icmalar vardır. Bunlar yıllık kararlar olmayıp bütün yıllarda uygulanacak şekilde yapılır. İçtihatlar sosyal grupların ortak sözleşmeleridir. İcmalar ise tüm kuruluşların yani ocak, bucak, il, ülke ve insanlığın ortak sözleşmeleridir. Yıl içinde yapılır. Ramazan Bayramı’ndan önce ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar gerekli itirazlar yapılır. Hakemler tarafından karara bağlanır. Usulde buna ‘teemmül müddeti’ denmektedir.
İşte, bayramların sosyal işlevleri bunlardır.
Şimdi tartışacağımız şeyler, bugünkü düzen ile bayramların düzenleri arasında ne gibi bir iyilik ve kötülükler var? Lâikler bunları bizimle tartışmalıdır. Zararı yok, şimdilik kendi lâik düzenleriyle bizleri yönetsinler. Ses çıkarmıyoruz. Ama sorunları çözemiyorlar. Biz bir şey istemiyoruz. İktidar istemiyoruz. Bize adil davranmalarını da istemiyoruz. Zulümlerine devam etsinler! Onlardan tek bir şey istiyoruz; bizi dinlesinler. Allah’ın kendilerine ne nimetler bahşettiğini öğrensinler, sonra yine nankörlüklerine devam etsinler. Çünkü Allah bize sadece ‘tebliğ et’ diyor. Biz tebliğimizi yaptıktan sonra gerisine karışmıyoruz, O ne yapacağını bilir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-440 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-270 İstanbul, 05 Ocak 2008
HAC
Hac yıllık kongredir. İnsanlara nasıl seyahat edeceklerini ve nasıl toplanacaklarını öğretmektedir. Tüm insanları bir araya getirmektedir. Diğer ibadetler olan namaz, zekât ve oruç sadece mü’minlere emredildiği halde, hac tüm insanlığa emredilmiştir. Bütün insanlara görev verilmiştir. Dinleri ve mezhepleri ne olursa olsun dünyanın her tarafında insanlar buraya geleceklerdir. Hac büyük namazdır. Namazdaki bütün ibadetler orada da vardır.
1- İhrama girilmekte ve hacca birlikte seyahat yapılarak varılmaktadır. İhramda olanlar ihram yasaklarına uyarlar.
2- İhrama girip seyahat başlamadan önce şunlar yapılır.
a) Kesilecek kurbanı temin ederler ve sürüyü önce gönderirler. Kurbanı sürüye damgasız teslim ederlerse orada başa baş alırlar. Bunlara hedy denir. Kolye takıp kendi hayvanlarını belirlerlerse orada kendi hayvanlarını alırlar. Buna ‘kalaid’ denmektedir.
b) Kıyas yoluyla cemrede atacakları taşları da değişik ırmaklardan toplayarak torbalarlar ve nakliyeye verip gönderirler. Orada ya kendi taşlarını alırlar veya herhangi bir ülkenin taşlarını almış olurlar.
c) Kaplara değişik pınarlardan karma sular doldur ve nakliyeye verirler. Böylece dünyanın her yerinden etler, taşlar ve sular gelmiş olur.
d) Hacca gitmeden önce halk hac hediyelerini verirler. Bunlar orada satılacak şeylerdir. Bunlar da denkler yapılarak nakliye ile gönderilir.
3- Hacca varıldığında dört rüknü yerine getirirler.
a) Kudüm ve veda tavafları ile Kâbe’nin çevresinde dolanırlar.
b) Safa ve Merve arasında koşarlar.
c) Arafat’ta toplanır ve kongrelerini yaparlar.
d) Müzdelife ve Mina’da geceler ve hac vecibelerini yerine getirirler.
4- Hacda dört işlem yapılır.
a) Birlikte kurban kesilir, etler karıştırılır, kıyma yapılır, üçe bölünür. Biri orada yenir. Biri Mekke emirine verilir, onun geliri olur. Biri de tenekelere konarak ülkelerine götürürler.
b) Taşları cemrede karıştırır, değişik ülkelerden aldıkları taşları ülkelerine getirerek mozaik plaketler yaparlar. Hac hatıraları kalır.
c) Suları zemzem suyuna karıştırırlar. Oranın suyunu kaplara doldurup ülkelerine getirirler.
d) Hediye olarak alıp götürdükleri malları mala mal takasları ile değiştirirler. Dünyanın değişik yerlerinden alınanlar ülkeye getirilir.
5- Hacda yasaklananlar da şunlardır.
a) İhramda iken cinsi ilişki kurulamaz. Refes yasaktır.
b) İhramda iken fısk suçları işenemez. Fısk yasaktır.
c) İhramda iken tartışma yapılamaz. Cidal yoktur. Herkesin yaptığını hoş karşılamak gerekir.
d) İhramda iken av avlamak veya ağaç kesmek yoktur. Hatta tıraş bile olunamaz.
6- İhramın da özel şartı vardır.
a) İhrama özel elbise giyilerek girilir. Bu ihramda olduğunu çevreye anlatmak içindir. Namazda bunu elleri önümüze bağlayarak yaparız.
b) Hacca başladığımız zaman telbiye yaparız, yani namazda olduğu gibi tekbir alırız.
c) Birlikte yürüyerek tekbirler alırız. Şeairullahı yaparız.
d) Hacer-i Esved’i selamlarız. Vedada bulunuruz.
7- Hacılar memlekete dönerken de ihramda olurlarsa hac emniyetinden yararlanırlar. Memleketlerinde ne yapacaklardır?
a) Önce hac dönüşü hac ziyafeti verecek, haccın kurban etlerini ve hurma gibi hediyeleri ikram edeceklerdir. Böylece tüm dünyanın besinlerini halkına yedirmiş olacaklardır.
b) Getirdikleri zemzem sularını ikram edecek ve içireceklerdir. Bütün dünya suları onun içine karıştırılır.
c) Giderken hediye verenlere aldıkları hediyeleri bölüştüreceklerdir.
d) Getirdikleri taşları ile bir beton mozaik yapıp hatıra olarak bir yere koyacaklardır. İnsanlar onun üzerinden ayak basarak geçeceklerdir.
Bunlar ilmihallerde yoktur. Nerden uydurdun diyebilirsiniz. Bunların hepsi Kur’an ve Sünnet’te vardır, hacıların davranışlarında vardır. Hacdan hediyeler getirmiyor musunuz, hurma getirmiyor musunuz, zemzem suyu içirmiyor musunuz? Ama mânâsını bilmeden, dolayısıyla eksik yapıyorsunuz. İbadetlerin hikmetlerini bilirsek o zaman eksiksiz yaparız. Allah hiçbir şeyi laf olsun diye emretmemiştir. Her şeyin bir hikmeti vardır, illeti de vardır, yani işlevi vardır.
Adil Düzen Çalışanları böyle bir hacılığın teessüsü için cihat yapmalıdırlar.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92