ADİL DÜZEN 268
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 03-05 Eylül 2004 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 268. SEMİNER (CUMA-C.TESİ-PAZAR) İst. - Ank., 03-05 Eylül 2004
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
ÜSKÜDAR Adresi: Selami Ali Efendi Cd. No: 31 ÜSKÜDAR/İSTANBUL (Ana Çocuk Sağlığı yanı – Anadolu Gençlik bitişiği) Tel: (0532) 246 68 92
*HAFTALIK TEFSİR SEMİNERİ (CUMARTESİ GÜNLERİ “YENİBOSNA”; Saat:18.00-21.00)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 48
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 18.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır.
(Hasan Özket, Yasin Kılar, Hasan Çetinkaya, Reşat Nuri Erol, Lütfi Hocaoğlu, ve ………..… dersi okumuş olarak geleceklerdir.)
Cuma günü Üsküdar’da Reşat Nuri Erol tarafından; Pazar günü Ankara’da Sabri Tekir tarafından anlatılacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
مَا كَانَ اللَّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتَّى يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنْ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي مِنْ رُسُلِهِ مَنْ يَشَاءُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ(179)
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(180)
مَا كَانَ اللَّهُ (MAv KAvNa elLAHu) “Allah değildir.”
Biz hiçbir şeyin kendisini bilemeyiz. Biz ancak bize göründüğü kadarıyla onu biliriz.
Bir insan karşısındaki insanın kendisini bilemez. Onun görüntüsünü, davranışını, sesini, sözünü bilir. Bilgilerine dayanarak görünmediği hakkında bilgi sahibidir. Deveyi gördüğü zaman onun işkembesi olduğunu bilir. Çünkü daha önce başka develerin karnını yarmış ve işkembesi olduğunu görmüştür veya biri ona anlatmıştır. Bu sebeple insanın ilmi daima eksiktir. Bildiklerimiz ihtimalîdir, takribîdir, nisbîdir ve izafîdir.
İhtimalîdir demek, gördüklerimizin doğruluğu yüzde yüz değildir demektir. Bir ihtimal dahilindedir. Mesela, % 99 doğrudur. Takribîdir demek, hiçbir şeyin tam ölçüsünü almayız, daima yaklaşık olarak öyledir.
İzafîdir demek, bizim bakış tarafımızdan göründüğü kadardır demektir.
Nisbîdir demek, bizim bildiklerimizle karşılaştırırız, ona göre onu bilmiş oluruz.
Deveyi ne kadar tanıyorsak, gördüğümüz deve hakkındaki bilgimiz de o kadardır. İşte aynen bu şekilde, biz Allah’ı da ancak bu eksik bilgilerimiz içinde tanırız ve biliriz. Allah’ın kendisini bilmemiz mümkün değildir.
Zaten biz hiçbir şeyin kendisini bilemiyoruz. Mesela, bizim beynimiz sonsuzu ve sıfırı kavramaktadır. Ama görünürde Kâinatta ne sıfır vardır, ne de sonsuz vardır. Allah mekândan münezzehtir. O halde sıfır mekânı vardır. Kendisi sonsuz büyüktür. Bu şekilde bizim beynimizde Allah için birtakım sıfatlar koyarız.
Bu anlayış içinde “Allah” bize dört çeşit özellikleri ile görülür:
a) Allah’ın zorunlu sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı sübutiyyeleri vardır. Yani Allah’ın o sıfatları taşıması zorunludur. Vacibü’l-vücuttur. O hiçbir zaman yok değildi, hiçbir zaman da yok olmayacaktır. Ehaddır. Sameddir. Bunlar O’nun sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı sübutiyyeleridir.
b) Allah tagayyur etmez. Yani kendisinde herhangi bir değişiklik olmaz. O’nda zaman cereyan etmez. O bir mekânda bulunmaz. O her yerde vardır, hiçbir yerde yoktur.
c) O’nun sünnetleri değişmez. Allah başka türlü yapmaya muktedirdir ama onu yapmaz. Kendi kurallarını değiştirmez. “Mâ kânellahu” demek, Allah bunu yapamaz anlamında değildir, yapmaz anlamındadır.
d) Bir de, Allah iradesini her an kullanır ve o anda ne yapmak isterse onu yapar; bunlar da gaybidir. Yani Allah’ın kural dışı iradesi ile yaptıklarıdır. Kuralları da iradesi ile kendisi koyar ve biz onu biliriz. Kuralsız yaptıkları ise gaybidir.
“Allah yapacak değildir” demek, O’nun sünneti, kuralı böyledir, bu kuralını değiştirmez demektir.
لِيَذَرَ (Lı YaÜaRa) “Allah vezr edecek değildir.”
“Zerv” etkilenmek demektir. Gölgeye almak demektir. Zirasına sokmak demektir. “Zira” ağaçların gölgelendirdikleri yerdir. Güneş hiçbir zaman o gölgenin içine varamaz. “Ezera” ise gölgesi dışına atmak, koruması dışına çıkarmak demektir. Onu korumaz hâle getirmek, ilgilenmemek demektir.
“Allah terk eder değildir.”
Burada “Lı” harfi getirilmiştir. Demek ki bu “En Yezera” demektir. Fiil cümlesini isim cümlesine çevirmektedir. “Kânellahu nasara” demek, Allah yardım ederdi demekdir. “Kânellahu en nasara” demek, Allah yardım etmek olarak vardır. “Kânellahu Li nasara” demek, Allah yardım etmek içindir demektir.
“Allah mü’minleri terk etmek için değildir.”
Adeta Allah mü’minleri terk etmemek için vardır demektir.
Allah eğer yaratmasaydı hâlık olmazdı. İnsanı yaratmasaydı Kâinatı abes olarak yaratmış olurdu. İnsanlar içinde mü’minler olmasaydı onların yani insanların yaratılmasından ne yarar olurdu?
Demek ki, Allah adeta mü’minleri korumak için vardır. Allah mü’minleri bu mertebelere yükseltmiştir. Buradaki “Lı” harfi bunu ifade etmektedir. Allah mü’minleri terk etsin diye var değildir. Muhalif mefhumla onları korumak için vardır denmektedir. Devlet askerlik yapmış olan kimseleri terk etmemelidir. Adeta devlet ordu için vardır. Ordunun, askerlik yapan kimselerin mertebeleri o derecede yüksektir.
الْمُؤْمِنِينَ (elMuEMıNIyNa)
“Mü’minleri vezr edecek, koruması dışına çıkaracak değildir.”
-Burada “mü’minler” kimlerdir?
Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmış olan kimselerdir. Ölmeyi göze alan kimselerdir.
Allah için canlarını vermeye hazır olan kimseleri Allah terk mi edecektir? O zaman O’nun Allah’lık vasfı nerede kalacaktır. Bundan dolayı Allah mü’minleri koruması altına almıştır.
-O halde sorunumuz nedir?
Sorunumuz “mü’min” olup olmayışımızdır. Ondan sonraki merhalede artık Allah’ın korumasına alındık demektir. Allah’ı mağlup edecek kim vardır?
Burada “mü’miniyne” kurallı çoğul olarak alınmıştır. Teker teker mü’minleri değil de, “mü’min cemaati” vezr edecek değildir deniyor. Bu cemaatin içinde şehit olanlar elbette olacaktır. Zaten imanın bir işareti de şehitliği göze almaktır. Ama “mü’min cemaat” mutlaka muvaffak olacaktır.
Mekke’deki önceleri sayıları sadece kırktan az olan ilk mü’minleri düşünün. Onlar muzaffer oldular. Sonra ikinci dönem Mekke mü’minlerini düşünün. Onlar güçlendikçe düşnmanları da büyüdü. Medine’yi düşünün; dört halife dönemini, Emeviler dönemini, Abbasiler dönemini; sonra Moğolların istilasını düşünün…
Mü’minler İstiklâl Savaşı’na kadar hep korundular. Mü’minlerin içinde münafıklar da vardır. Ama onlar da cemaate katkıda bulunuyorlar. Çünkü karşı taraf onları da bizden sayıyor ve ona göre korkuyor.
Türkiye 70 milyondur. Belki yarısından çoğu İslâm düşmanıdır. İktidar da onlarındır. Ama yine de “%98’i Müslümandır” diyor ve hesabını yaparken 70 milyona göre yapıyor. Münafıklıkları kendilerine zararlıdır ama bize zararları yoktur. Dolayısıyla burada bırakılmayan, koruma altına alınan kişiler değil, “topluluk”tur.
عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ (GaLAv MAv ENTuM GaLaYHı)
“Ne üzerinde iseniz orada bırakılacak mısınız sanıyorsunuz.”
“Mü’minler olarak biz mallarımızı ve canlarımızı vererek cenneti satın aldık” deyip “cemaat” olanların başarılarını ve birleştiklerini görenler, mal ve canlarından fedakârlık etmemek üzere bunlara katılırlar. Böylece aynı yerde toplananlar içinde “mü’min” olanlarla olmayanlar birlikte olurlar. Biz kimseye ‘sen mümin değilsin’ diyemeyiz. Hangi maksatla olursa olsun, bize gelen kimseye Allah’ın kapısı açıktır. O bizi imana girmek isteyenler için kapıcı yapmadı. Bu sebepledir ki bir kimsenin “mü’min” olması için herhangi bir merasime gerek yoktur. ‘Ben iman ettim’ deyip başkanın başkanlığını kabul eden kimse iman etmiş olur.
Akevler topluluğumuzun henüz “başkan”ı yoktur, yani resulü yoktur. İçlerinden veya dışarıdan yarın biri gelecek ve ‘Ben başkanlığınızı kabul ettim’ diyecek ve Akevler’dekileri biata çağıracaktır. Akevler topluluğu da ona biat edecektir. Ancak, bizim de başkandan istediklerimiz vardır:
a) Artık cemaatin bütün mensuplarını kendi çocuklarından ve ailesinden tefrik etmeyecektir. Cemaatin en fakiri ne yiyor, ne içiyor ve ne giyiyorsa, o ve çocukları da onu yiyecek ve giyecektir.
b) Başkan olduktan önceki mallar karz-ı hasen olarak beytülmale verilecek, artık o mallar ortak mallar ile işletilecektir. Öldüğü zaman verdiği malları geri alacak ama başkanlık sırasında mallarında hiçbir artırım olmayacaktır. Artan ve eksilen mallar beytülmalin olacaktır.
c) Akevler cemaatinin oluşturduğu içtihat ve icmalara uyacak, kendisi şari’ olmayacaktır. Yani, o kuralları koymayacak, konan kurallara uyacaktır. Bu kurallar da sözleşmelerle konacaktır.
d) İstişare sonunda vekil olmak üzere kararlar alacaktır. Uygulamaları kendi içtihadıyla yapacaktır. Ancak bütün kararları yargı denetiminde olacaktır. Mağdur olanlar hakemlere gidebilecektir. Hakem kararlarına başkan da uyacaktır.
İşte Akevler topluluğuna böyle bir “başkan” gelirse ve o başkana biz ittiba edersek, işte o zaman “mü’min bir cemaat” olmuş oluruz. Şimdi bizim bu çalışmalarımızla yaptığımız budur. Böyle bir cemaatin oluşması için hazırlığımızı yapıyoruz. Böyle bir cemaat ancak Medine’de oluşmuştur.
حَتَّى (HatTAy) “Hattâ”
“Hattâ” ne demektir? Başka şeyler yapıldıktan sonra o da yapılır demektir.
Allah mü’minleri bırakmayacak, onları koruması altına alacaktır. Ancak bu korumasını yalnız düşmanlarına karşı yapmayacaktır. Müminleri mü’min olmayanlardan ayıracaktır. Gerçek mü’minlerle gerçek olmayan mü’minleri de birbirinden ayıracaktır. Mü’minleri arındıracaktır.
Saadet Partisi’nin başına gelenler işte bu sebepledir. Partiye münafıkları doldurdular. Şimdi de oy oranı olarak %5’lerin altına düştüler. Ne var ki, hâlâ gerekli olan ayıklanma olmadı. Partide mü’minler kaldı, AK Parti’ye de mü’minler gitti. Onun içindir ki Saadet Partisi’nin başına gelenler AK Parti’nin de başına gelecektir. Ta ki gerçek mü’minlerle münafıklar belli olsun ve ayıklanma, arınma, temizlenme tam olarak vaki olsun.
Partilerin başkanları önemlidir. Onların iman etmiş olması gerekir. Onların şeriatı bilmiş olması gerekir. Bu partilerin başkanları yukarıda saydığım vasıflara sahip olabildiler mi? İşte bu ayıklanmanın olmayış, olamayış sebebi budur. Bunlar da tabiidir. Geçiş dönemi böyle olur. Artık şartlar tamamlanmıştır.
Gerçek başkanı bekleyiniz… Allah onu size gönderecektir.... Kimin gerçek olduğunu yukarıda saydık.
Bunun başka bir temel ayıracı da; “başkan” sizinle beraber beş vakit namazı kılacaktır. Aranızda oturacak ve aranızda yaşayacaktır. O size “başkanlık” yapacak, siz de “eshab-ı yemin”e hizmet edeceksiniz. Eshab-ı yemin de “müellefe-i kulûb” aracılığı ile tüm insanlıkla ilişkide olacaktır. “Başkan” kendisini sizden ayırmayacak; siz eshab-ı yeminden ayırmayacaksınız; onlar müellefe-i kulûbdan ayırmayacak; onlar da tüm insanlardan kendilerini ayırmayacaktır. İnsanlığa “hâkim” değil “hâdim” olacaksınız.
يَمِيزَ (YaMİyZa) “Meyz edinceye kadar.”
“Mazi” beyaz yapraklı veya beyaz çiçekli bir ağacın adıdır. Beyaz kelimesinden “meyd” olmuş, sonra da “meyz” olmuştur. “Temyiz etmek” demek, ağartmak demektir. Yani, bir şeyi pisliklerden ve kirlerden ayıklamak demektir. Bulup çıkarmak demektir. Seçmek demektir.
Allah bu temizlemeyi yaparken de yine mü’minlerin yanında olduğu ve onları koruduğu için bunu yapmaktadır. Maksat münafıkları cezalandırmak değil, maksat mü’minlerin arasında münafıkları bırakmamaktır.
Münafıkların en tehlikeli oldukları zaman iktidara geçme zamanıdır. İktidardan önce münafıklar zaten çok az olurlar. İktidardan sonra eğer iktidar mü’minlerin eline geçerse etkileri olmaz. Münafıklıkları tesir etmez. Ama iktidar olurken münafıklar mü’min görünerek iktidara gelmeyi sağlarlar, sonra mü’minleri iktidardan tasfiye ederler ve kendileri yönetirler. Asıl tehlike ve olmaması gereken budur.
İşte Saadet Partisi’nde bu olmuştur, AK Parti’de bu olmuştur.
İktidara hevesli olan başkanlar onlara (münafıklara) dayanarak iktidar olurlar. Sonra samimi olanları elerler, uzaklaştırırlar. Başkan menfaatçiler tarafından abluka edilir. Böylece mü’minlerin iktidarının yerini münafıklar alır. Bunun böyle olmaması için “gerçekten mü’min cemaat” oluşmalıdır. Başkan da mü’minlerle beraber olmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için; beş vakit namazın beraber kılınması, her gün birlikte olup istişarede bulunması, devamlı olarak Kur’an’ın okunması gerekir.
Bunu yapmayan topluluklar münafıkların iktidarına hizmet etmenin ötesinde bir şey yapmazlar.
İki asırdır Türkiye’de hep bu olmaktadır. Bu dönem hazırlık dönemi idi. Şimdi “gerçek mü’min cemaat” oluşacaktır; “gerçek mü’min başkan” gelecektir. Bunlar iktidara talip olmayacaklardır. İktidar heveslisi olup münafıklara taviz vermeyeceklerdir. Ama Allah iktidarı bunlara verecektir.
الْخَبِيثَ مِنْ الطَّيِّبِ (elPaBıYÇa MiNa elOayYıBı) “Habisi temizden ayıklayacaktır.”
Yani burada temyiz edilecek olan yalnız mü’min ve münafık değildir, habis işlerle tayyib işlerdir.
Habis işler nelerdir, tayyib işler nelerdir? Faiz habistir, zekât tayyibdir. Fuhuş habistir, nikâh tayyibdir. İçtihat sistemi tayyibdir, dayatma sistemi habistir… Hâsılı, demokrasi tayyibdir, krallık habistir. Liberallik tayyibdir, tekel habistir. Sosyallik tayyibdir, boğuşma habistir. Hukuk düzeni tayyibdir, kuvvet düzeni habistir. Merkezi sistem habistir, yerinden yönetim sistemi tayyibdir. Hakemlik tayyibdir, kadılık habistir…
İşte Allah yalnız iyiler ile kötüleri değil, iyilik ile kötülüğü de temyiz edecektir. Karz-ı hasen bankaları hayat bulacak, faizli bankalar silinip gidecektir. Genel evler kalkacak, yerine muta evleri gelecektir. Serbest cinsi ilişki kalkacak, çok evlilik gelecektir. Bunların hepsi gerçekleştiğinde “Adil Düzen” gelecektir.
Burada “tayyibi habisten ayıracak” dememiş “habisi tayyibden ayıracak” demiştir. Çünkü asıl olan tayyibliktir. Habis olan kirdir. Kiri alıp götürecek, tayyib ise yerinde kalacaktır. Tarih hep tayyiblikle ilerlemiştir. Zaman zaman habislik ârız olmuş, onu da Allah temyiz etmektedir.
Kurulacak sistemde, “Adil Düzen”de, habisi alıp götürecek mekanizmalar olmalıdır. İnsanların takdiri ile değil, kendi kendine ortaya çıkmalıdır. Allah çıkarmalıdır. Allah’ın şeriatı çıkarmalıdır.
وَمَا كَانَ اللَّهُ (Va MAv KANa eLLAHu) “Allah değildir.”
Bundan önceki âyetlerde kâfirlerden bahsetmiştir. Bu âyetlerde mü’minlerden bahsetmektedir.
“VaMaKane”yi tekrar etmektedir. Ona atfettiğini teyit için yapmaktadır. Gayb konusunu, risalet konusunu beyan etmektedir. Gaybe itla’ etmiş olmasının sebebi, mü’minlerle münafıkları ayırmak içindir.
Eğer gaybı bilebilseydik, onlar asla bizden ayrılmazlardı. Çünkü muvaffak olduğumuzu ve cennete gittiğimizi görürlerdi. Ama şimdi ölenin nereye gittiğini bilmiyoruz. Nerede başarıya ulaşacağımızı bilmiyoruz. Kimin ne zaman resullük hizmetini yükleneceğini bilmiyoruz. Ama biz inanıyoruz ki bunlar olacaktır. Onun için sabredip okumaya, derslere, seminerlere devam ediyoruz. Ama münafıklar buna dayanamıyorlar. Buraya gelip derslere devam edemiyorlar. Zamanla kopuyorlar. Öğrenme ihtiyacını duymuyorlar. Ya “Biz gelmiyoruz işte!” diyorlar, ya da “Biz biliyoruz, öğrenmemize gerek yok!”diyorlar. Biz de ancak haftada bir gelebiliyoruz; “münafık” değiliz ama henüz “mü’min” de olamadık; iman mektebinde okuyoruz…
İnşaallah mezun olursunuz…
Hz. Musa Hz. Yeşu’u çağırır, kavmi toplar ve şöyle der:
“Arz-ı mev’ud budur, ama sizi oraya ben değil Yeşu götürecektir.”
Ben de size diyorum ki: “Adil Düzen gelecektir. Daha kimin başkanlık edeceği hususunu Allah bildirmedi. Yarın iman mertebesine ulaşır da o başkanın emrinde ‘Adil Düzen’i iktidara getirecek olursanız, dikkat edeceğiniz en önemli nokta budur. Münafıklara dayanarak iktidar olma gafletine düşmeyiniz.”
لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ (Lı YuOLıGaKuM GaLay elĞaYBı) “Size gaybı itla’ edecek değildir.”
Dağları, dereleri, toprağı, suyu, hattâ canlıları yaratmak kolay iştir. Biz bile bunları yapabilecek durumdayız. Ama zor olan “taraf irade sahibi varlığı” var etmektir. Çünkü “irade” Allah için bile izahı zor bir olaydır. Kendisinde tagayyur yoktur, yani Allah değişmez. Ama irade değişme anlamında değil midir?
Bu sebepledir ki Yunan filozofları Kâinatın sonradan yaratıldığını kabul etmiyorlar. O zaman Allah önce hâlık değildir, sonra hâlık oldu anlamı çıkar ki, bu da tagayyuru gerektirir. Ama pegamberlerler hep Kâinatın sonra yaratıldığını iddia ettiler. Bugünkü ilimler bunu kesin olarak ispatlı olarak yaşını bile hesap etti. 13,6 milyar yıl önce büyük patlama ile Kâinat var edilmiştir. Ama Allah irade sahibidir ve insanı da irade sahibi olarak var etti. İşte insanın iradesini kullanabilmesi için insanı üç boyutlu uzay içinde hapsetti. Geçmişi göremiyor, geleceğini bilemiyor. Eğer Allah gayba itla’ etmiş olsaydı, ya cüz’i iradesi giderdi, ya da insan tanrı olurdu. O halde gayba itla’ etmemesi de sünnetullahtandır. Bu sünneti değişmeyecektir.
Böylece mü’minler, müslimler, münafıklar, kâfirler hep tefrik olunacaklardır.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي (Va LAvKınNa elLAHu YaCTaBIy) “Velâkin Allah ictiba eder.”
“Caby” olgunlaşmış meyvedir. Meyveler olgunlaştığında elle toplanır hal alır.
“Cıbayet” meyveleri toplamak anlamına gelir. Olgunlar seçilip alınır. Zekât toplamak da cibayettir. Gayba kimseyi itla’ etmez. Başkanın ne zaman ortaya çıkacağını bildirmez. Ancak O günü gelince, yeter derecede olgunlaşma olunca, resulleri seçip toplar, yani başkanları seçip toplar.
Allah burada “Adil Düzen”in nasıl oluşacağını da açıkça haber vermektedir.
Günü gelince İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi her yerde kıyam başlayacaktır.
“Adil Düzen” için kıyam, Kur’an okumadır. Türkiye’nin her tarafında gruplar hâlinde Kur’an okunacaktır. Bugünlerde bu okumalara başlanmıştır, Kur’an okunmaktadır...
Bunlar kendilerine göre şeriat yasalarını hazırlayacaklardır. Ellerinden geldiği kadar kendi çevrelerinde ve cemaatlerinde uygulayacaklardır. Onların başkanları ortaya çıkacaktır… Siteler kurulacaktır… Bir resul değil, değişik resuller ortaya çıkacaktır. Allah onları toplayacaktır. “Yectebî” kelimesi bunu ifade eder. Her biri kendi cemaatine başkanlık yaparken, bu arada ortak başkan oluşacaktır. İl başkanları olacaktır. Onlar da devlet başkanlarını oluşturacaktır. Devlet başkanları da bir araya gelerek birlikte dünyayı yönetecektir. Tek başkan ve tek halife olmayacaktır. Allah onlardan istediği başkanları seçerek güvenlik konseyini oluşturacaktır.
Burada Allah’ın seçmesi demek, insanlığın seçmesi demektir. Bizim hazırlamış bulunduğumuz “İnsanlık Anayasası”nda bunlar yüz kadar başkandır. Medine’de 10’a yakın siyasi dayanışma ortaklıklarının başkanları vardır. Bunları halk ortak olarak seçmiştir. Dolayısıyla bunlar Allah tarafından görevli kılınmışlardır.
Bunlar ne zaman olacak, nasıl olacaktır? Allah bunu kimseye bildirmedi.
Sadece şimdi bunların olacağını Kur’an’la bize bildiriyor. İnsanlık Kur’an’la kurtulacaktır.
فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ (Fa EaNMıNUv Bi elLAHı ve RuSUuLıHi)
“Allah ve resullerine iman edin.”
Burada ‘Allah ictiba etti’ demiyor. Dolayısıyla geçmiş resullerden değil, gelecek resullerden bahsediyor. Sonra “seçti” demiyor, “topladı” diyor. Sonra “Min Rusulihi” diyor; bütün resulleri ictiba etti değil, o çağa ait resullerden bir kısmını toplar diyor.
Dünyada yüz devlet oluşacaksa, bu yüz devletin yüzü de mü’min olmayacak, resul olmayacak. Onlardan mü’min olanlar birlik oluşturacaklardır. G7’ler veya D8’ler oluşacak, onlar birlik kuracak, dünyayı onlar yönetecektir. Buraya isteyen her devlet katılabilir. Ama katılma şartı yoktur. Onun için “Âminû billahi ve rusulihi/ Allah ve resullerine iman edin.” denmektedir. Bunlara iman edin denmektedir. Yani, bunların askeri olunuz denmektedir. Bunlarla kendinizi güven altına alın denmektedir.
Bunlar hakem kararlarına uyarlar.
-Bunların diğer devletlerden farkı nedir?
Diğer devletler kendileri karar verip savaş yaparlar. Bunlar hakem kararları olmadan kuvvet kullanmazlar. Devletin silahlı güçlerini hakemlerin kararlarına karşı gelenler için kullanırlar.
“Cahiliye devri”nin farkı budur. Güçlüler güvenlik konseyini oluştururlar, birleşmiş milletlerin ekseriyet kararlarını istedikleri zaman işlerine gelirse kullanırlar. Oysa Allah’ın resulleri haklıyı yani hakemlerin haklı çıkardıklarını kuvvetli kılmak için bir araya gelmişlerdir.
Kur’an’da böylece “Allah ve resulleri” terimiyle “beşeri güvenlik konseyi müessesesi”ni de tedvin etmiş oluyor. Kur’an’da “Allah ve resulleri” tabiri yedi defa geçmektedir. Onlara ona iman edilmesi emredilmektedir. İleride belki de bunlar yedi devletin başkanı olacaktır. Belki de yedi kıta temsil olunacaktır.
وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا (Va EıN TuEMıNUv Va TatTaQUv) “İman eder de ittika ederseniz.”
Yukarıda “Allah ve resullerine iman ediniz” deniyor, burada “iman eder ve ittika ederseniz” deniyor.
İman, güven altına almak demektir. Muttaki olmak demek, amel-i salihi işlemek demektir. Yani, güvenlik konseyini oluşturacaksınız ama onu adalet için kullanacaksınız. Yoksa zulmetmek ve kendi çıkarlarınız için kullanırsanız, o zaman iman etmemiş ve ittika etmemiş olursunuz.
İşte burada Yenibosna’da veya Üsküdar’da veya Ankara’da veya İzmir Akevler’de veya Selâmet Konağı’nda başlamış bulunan Kur’an çalışmaları gittikçe genişlemektedir. Artık Türkiye’de bulunan her İslâmî cemaat Kur’an ile meşguldür. Kendilerine göre mealleri vardır. Artık kuvva-yı İslâmiye oluşmaktadır.
Dünyada da dine dönüş vardır. Diğer ülkelerin Müslümanları da Kur’an’ın tek kurtarıcı olduğuna inanmaktadır. Diğer dinler de artık Allah’ın kitaplarını okumaya başlayacaklardır… Başlamışlardır bile...
Kırgızistan’da 2000 cami inşa edilmiş, 2000 de kilise yapılmıştır. Burası sosyalist ülkedir. 4 milyona yakın nüfusu vardır. Demek ki bin kişiye bir mabet düşmektedir. Bu da 200 haneli köy eder.
İnsanlık bugünkü tekel sermayenin zulmünden feryâdü figan etmektedir. Bunlardan en çok zulüm gören İsrail’deki Yahudilerdir; hattâ dünya Yahudileridir. Çünkü her yerde onlara düşman olunmaktadır. Amerikadaki bin kişi yüzünden tüm İsrailoğulları ateş içindedir. Bunlardan en çok zulüm gören ABD halkıdır. Bir avuç insan için dünyayı ateşe atmaktadırlar, ülkelerinde her akşam huzursuzluk içinde gecelenmektedir.
İşte sizler, Kur’an okuyanlar, İncil okuyanlar, Tevrat okuyanlar, Vedaları okuyanlar, Budistlerin kitaplarını okuyanlar; sizler insanlığı bu zulümden kurtaracaksınız.
فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ (Fa LaKum EaCRun GaJIyMun) “Sizin için azim ecir vardır.”
Yani, bugün buralarda Kur’an okuyup seminer yapanlar, yarının “Adil Düzen”ini kurma yolunda gayret sarf edenler, sizlere müjdeler olsun. Yarın sizler hayatta olacaksınız ve bir kısmınız göreceksiniz -inşaallah- o “Adil Düzen Güvenlik Konseyi”nin kurulduğunu. Bir kısmınız dünyadan ayrılmış olacaksınız, ama siz onlardan daha büyük ecir içinde olacaksınız.
Burada “ecr” kelimesi müfred ve nekiredir. Yani, bunu tesis edenler büyük bir ücrete ulaşacaklardır. Başkalarının ulaşamadığı ücrete ulaşacaklardır.
Nasıl geçmiş resullere iman varsa, gelecek resullere de iman vardır. Biz şimdiden o gelecek resullere iman ettik, onların oluşması için çaba sarf ediyoruz. Allah bizleri de o ecri azimden olanlara ortak edecektir.
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ (Va Lav YaXSaBanNa elLaÜIyNa YaBPaLUNa)
“Buhl eden kimseler hesab etmesinler.”
Kâfirlerden bahseden, âyetlerin sonunda küfretmiş olanlar hesab etmesinler diye onlara verilen molalardan bahsetmişti. Burada da mü’minlerle ilgili âyetlerde de aynı “hesab etmesinler” tabirini getirmiştir. Mü’minler, buhl edenler hesab etmesinler demiştir. Burada mü’minlerin günah işleyenlerinden bahsedilmektedir. Onlar küfr etmiyorlar, ama buhl ediyorlar.
Bu âyette gelecekte “Adil Düzen”in nasıl kurulacağına işaret edilmektedir. Başka bir âyette “Harcayın, kendi ellerinizle canlarını tehlikeye sokmayın” denmektedir. Bizden, önce malla cihad yapmamız istenmektedir. Mallarla cihad yapacağız. Sonra gerekirse canlarımızla cihad yapacağız.
Müslümanlar geçmişte bunları hep denediler ve başardılar. 1960’lara geldiğimizde Müslümanlar sinmiş bir şekilde ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İstanbul’da İlim Yayma Cemiyeti vardı. İzmir’de Kestane Pazarı Derneği vardı. Buralarda faaliyet devam ediyordu. Bunun dışında Müslümanların teşkilatı yoktu. Bundan sonradır ki Müslümanlar her sahada teşkilat kurdular. Dernekler, vakıflar, partiler, şirketler ortaya çıktı. Buralara hep Müslümanlar katkıda bulundular. O sayededir ki bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. O sayededir ki uygulanan en yıkıcı IMF formüllerine rağmen devletimiz ayaktadır. İzmir’de Nur cemaati vardı. Zavallı, sinmiş, hiçbir ekonomik gücü olmayan bir cemaatti. Halktan bir şey istemeye cesaretleri yoktu. Fethullah Gülen İzmir’e geldi. Birlikte çalıştık… Halka açılınca da bugün dünya çapında teşkilat kurulmuştur.
Şimdi Akevler de aynı şekilde içine kapanık, korku içinde, açılamıyor. Göreceksiniz, yarın açıldığınız, mala-mal ortaklıklarını kurduğunuz zaman insanlar sizlerin yanınızda olacaklar. Size ortak olacaklar. Helal olarak kazandıkları mallardan cihat için pay ayıracaklardır.
“Buhl edenler”e gelince, onlar için kurtuluş yoktur. “Ellezine Yebhalune” demektedir.
Ortak ekonomik bütçe oluşturmayanlar hiçbir zaman başarıya ulaşamazlar. Bir taraftan toplanarak Kur’an okumak durumundasınız, diğer taraftan market açıp “Adil Düzen”e göre çalıştırmak durumundasınız. Buraya katılanlar sadece desteklemek için katılacaklardır. Ama market kâr edecek ve başarısını gösterecektir.
“Akevler İstanbul Kooperatifleri”ne ortak olunmuştur. 70 000 dolar kadar katkıda bulunulmuştur.
Ne var ki işletmeleri faaliyete geçiremedik… Ahşap evler yerindedir… Poşet imalâtı yerindedir... Market çalışması yerindedir... Kaynarca teşebbüsü yerindedir... Bu başarısızlığın kaynağı nedir?
Maddî katkıda bulunanlar derslere devam etmediler. Derslere devam edenler maddî katkıda bulunmadılar. Bundan sonra camiaya şunun yapılması gerektiğini söylüyorum: Maddî katkıda bulunanlar derslere de devam etmeye başlasınlar... Derslere devam edenler çalışmalara maddî katkıda bulunsunlar... Damlaya damlaya göl olacaktır. Ancak kendi katkılarınızı kendiniz yönetin.
Akevler cemaati şunu yapmaktadır; gerektiği zaman tasadduk etmektedir. Ancak, sadece bu “Adil Düzen”i getirmez. “Adil Düzen”i ancak “ortaklık” şeklinde katkılar getirir. Ortaklıkta zarar da olacaktır. Zararla da imtihan olunacağız... Başarısızlıkla da imtihan olunacağız... İçimizden biri kendisi zengin olup da bizim paralarımıza zarar ettirirse ona; “Sen kazandın, bizimki nerede?” diyelim. Ama kendisi kazanamamış, o da zarar etmiş, ayrıca o zamanını da vermiş, siz ise zamanınızı vermemiş iseniz; ondan yine bir şey beklemeniz elbette haksızlık olur. Demek ki cemaatçe bahil olmayacağız.
İran’da humus müessesesi vardır. Herkes kazancının beşte birini ayetullahlardan birine vermek zorundadır. İran İslâm devrimi böyle gerçekleşti. İran İslâm devrimi silahla olmadı. Humeyni iktidara karşı asla silah kullanmadı. İktidar bombalar yağdırırken Humeyni sadece ‘sabredin’ diyordu. İran Şahı zulmün altında ezilerek kendisi ülkeyi terk edip gitti. Adil Düzenciler de asla silahla gelmeyeceklerdir. Ekonomik başarıları ile iktidar olacaklardır. Bu başarıları elde etmek için Akevler cemaati buhl içinde olmamalıdır.
بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ (BiMAv EaTAvHuMu ellAHu) “Allah’ın Onlara ita”
İnsan çalışır, geçinir… Ama bir de değişik şekillerde bir bakarsınız ki ömrünüzde aldığınız tüm maaştan fazlası elinize geçer. Bu para miras yoluyla geçer… Ticaret yoluyla geçer... Sistemin getirdiği imkanlarla doğar... İnsanın zaruret miktarı kadar geçinmesi için gerekli olan gelir elbette kendi hakkıdır. Oturduğu eve sahip olması normaldir. Ama ihtiyaçtan fazlası eğer ele geçmekte ise artık onun Allah’ın fazlından olduğunu kabul edeceksiniz. Çünkü çalışıp yaşamak için olan miktar en tabii hakkınızdır; ama fazlası, artanı Allah’ın fazlıdır.
İşte bu fazlayı harcamak için buhl etmeyeceksiniz.
Bu nasıl olacaktır?
Oturmadığınız evleri satınız, sermaye yapınız, yeni ev yaptırınız veya satın alınız.
Böylece ekonomiye katkınız olacaktır. Mü’minlerin bir araya gelmelerine vesile olacaksınız. Aranızda müteahhitler ortaya çıkacaktır. Onlar kazanacak ve onlar da cemaate katkıda bulunacaktır.
Bir mala-mal marketi kurunuz, oraya gelirlerinizle katkıda bulununuz. Market kurulsun.
-Mala-mal marketi ne yapacaktır? Herkes satamadığı malı burada satmış olacaktır. Herkes sermayesiz iş yapma imkânı bulacak, böylece işsizlik ortadan kalkacaktır. O marketten elde edilecek kârla “Adil Düzen” çalışmaları yapılacaktır. Yani, topluluğunuz herhangi bir şekilde mutlaka ekonomik birlik içinde olsun.
مِنْ فَضْلِهِ هُوَ (MıN FaWLıHı HUva) “O’nun fadlındandı o.”
Yukarıda “Hayrun Lehüm” denmiş, aşağıda da “Şerrun Lehüm” denmiştir. Burada “Min Fadlihi” denmiştir. Hayrı hasab etmeye talik etmiştir. Yani, onu kendilerine hayır sanmasınlar; buhl etmelerini kendilerine hayır zannetmesinler. Çünkü kendilerine verilenler O’nun fadlından verilmiştir; onu Allah vermiştir. O fadlı artık cemaat içinde değerlendirin.
Bunun için şu usûlü öneriyoruz:
Önce hepimiz kendi işimizde, cari düzende, faizli düzende çalışmaya devam edelim. Ancak gelirimizin bir kısmını ayırıp “Adil Düzen”e göre işletme kuralım... Sonra içimizden en az geliri olanı finanse edip bu tarafa yani faizsiz helal kazanç tarafına geçirelim... O başardığında başkasını geçirelim...
Böylece bir gün sıra bize de gelir. O gün geldiğinde biz de “Adil Düzen” işletmesine geçelim.
Hedefimizde bu yoksa biz “mü’min” olamayız; “müslim” olabiliriz ama “mü’min” olamayız. Mevcut faizli düzene rıza göstermek küfürdür. Birden değişmemiz de mümkün değildir. O halde işe küçükten ve bir kişiden başlayacağız. Onu destekleyeceğiz. Sonra o bize olan borçlarını ödeyecektir. Sonra başkasını “Adil Düzen” işletmesine geçireceğiz. Böylece tüm mü’minler “Adil Düzen” içinde yaşayacaklardır. Orada zekâtalrını vereceklerdir.
İzmir’de 1967’de kurduğumuz “Akevler Kooperatifi’nin Ana Sözleşme”sine 1972’de şunu yazdık: “Gayemiz, çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.”
“Adil Düzen” çalışmalarına bedenen katılacaksınız, malen de katılacaksınız. Bir an önce tüm çalışmalarınızı “Adil Düzen” içinde yapmak hedefiniz olacaktır. Bunun için buhl eden bir cemaat olmamanız gerekir. Böylece Kur’an’ı okurken onun söylediklerini yapmayı da hedeflemiş olacaksınız.
Yapılan en önemli yanlışlardan biri de şudur. Dernekler, partiler, vakıflar, vs. kurulur ve kendileri buhl içinde olurlar; dış yardımlarla yaşamaya çalışırlar!.. Ondan sonra da onların yani para verenlerin esiri olurlar!
Tapusu Akevler’de olan İzmir’deki Selâmet Konağı’na siyasiler hep böyle sahip olmak istemiştir. Kirasını dağıtmak, binayı her açıdan perişan etmek için selâmetçi olmayan biri; “Biz yardım edelim ama tapu sizde olmuş olsun!” demiştir. Biz onlarla boğuşmak zorunda kalmışızdır.
Yine İzmir’de parti teşkilâtında ortaklaşa aldığımız yepyeni bir minibüsümüz vardı. Ben tapunun Akevler’e alınmasını önerdim. Beni dinlemediler. Şeytanın vesvesesine uydular ve onu daha güvenli gördükleri bir arkadaşa verdiler... Sonra parti tapuyu kendi üzerine almak istedi... Aldı ve onu sattılar… Sonra onun yerine bir otomobil aldılar; ancak, kaçak olduğu için kaybolup gitti!.. Böylece Akevler’in kefaletinde toplanan paraları çarçur ettiler, heder ettiler!.. Şimdi de bugünlerde aynısını Selâmet Konağı için yapmak istiyorlar! Konağın tapusunu istiyorlar! Bakımını yapacaklarmış! Bakmıyorlar ki tapuyu verelim!..
Bunları ibret alın ve aynı hatalara düşmeyin diye anlatıyorum. İbret alınmazsa, aynısı tekerrür eder.
İşte bütün bunlar ve benzerleri buhldan doğan şeylerdir. İbret alınması gereken musibetlerdir.
Kesinlikle dış yardım almayacaksınız. Kendi inkanlarınızla iş yapacaksınız.
Tekrar ve tekrar söylüyorum: “Adil Düzen” çalışmalarına mallarınızla ve canlarınızla katılacaksınız. Ancak o zaman cemaat olursunuz. Yalnız bedenen katılmak, yalnız amelen katılmak size sevap getirir mi, onu bilemem; ama başarıya ulaşamayacağınız kesindir.
هُوَ خَيْرًا لَهُمْ (HuVa PaYRan LaHuM) “O sizin için hayırdır.”
Faizli düzende servet sahibi olmak demek, günah işlemek demektir.
Bir daireniz var diyelim. O daireyi alırken, satarken, kiraya verirken hep vergi ile karşı karşıyasınız ve hep yalan söylersiniz. Oysa kooperatifte tapunuz olursa; ne alışta, ne satışta, ne kirada hiçbir vergi ödemezsiniz. Çünkü kiraya vermez, sadece koopertifte tenzilat alırsınız. Gerçek kazançtan vergi verilir.
Akevler Kooperatifi mevzuata uygun olarak gerçek vergilerle vergilendirme yolunu bulmuştur.
Evleriniz kooperatiflerin tapusunda olsun. Bundan ne kazanırsınız?
a) Alış ve satış vergilerinden kurtulursunuz. Yalan beyanda bulunmazsınız.
b) Kooperatifteki tapulu yeriniz hacz edilemez, sadece gelirlerine el konabilir. Böylece ekonomik krizlerden kendinizi korumuş olursunuz.
c) Kooperatifteki eviniz kadar krediniz olur, birbirinizle rahatlıkla alışveriş edersiniz, taşınmazınızı likiditeye çevirmiş olursunuz.
d) Taşınmazınızı kısmen kooperatife devrederek borcunuzu ödemiş olursunuz.
İşte böylece sizin kurduğunuz kooperatife siz inanmıyorsanız, demek ki siz “mü’min” değilsiniz demektir. Kendinize güveniniz yok demektir. Bu güveni temin etmelisiniz.
Kendi mallarınızı kooperatiflere emanet etmelisiniz ki başkaları da yaptıklarınıza ve size inansın. O zaman kooperatifiniz güven merkezi olur.
Kooperatiflere ihtiyaç var ama herkes ihanet içinde. Dolayısıyla halk ne yapacağını şaşırmış durumda. Bu sayede siz güvenli bir kooperatif kurarsanız, o zaman herkes sizin yanınızda olur. Bunu başarmalısınız. Bunu başarmadıkça siz “mü’min” değilsiniz, güven içinde değilsiniz. O zaman da hiçbir şeyi beklemeyiniz. Cemaatin buhlünü böyle açıklamalarla değerlendirebiliriz.
بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ (BaL HUVa ŞarRun LaHuM) “Tam tersine onlar için şerdir.”
Evet, buhl etmeniz, “Adil Düzen”in tesisi için zekâtınızı vermemeniz, karz-ı hasen olarak Adil Düzen ortaklıklarına katılmamanız, işte bütün bunlar sizin için şerdir. Bu dünyada onun kötülüğünü göreceksiniz. İşsizlik, dış borç, bağımsız olmayan yargı, dışa bağımlı basın ve yayın sizi adım adım ölüme götürmüyor mu? Göz göre göre uçuruma yuvarlanıyorsunuz. Ama siz hâlâ mal biriktirme peşindesiniz.
Bu faizli sistemde servet edinip ona güvenmek kadar saçma bir şey olamaz.
Gelin, faizsiz sisteme doğru hicret edelim…
Göreceksiniz, yarın tufan olacak, dağlar yıkılacak; ama “Adil Düzen”in mala-mal marketi bütün tufanları ve krizleri aşarak yüzmeye devam edecektir... Bu gerçekleri artık anlamanız gerekmektedir. Yarın sabahtan itibaren artık “Adil Düzen”e göre bir şeyler yapmaya yönelin. Yarın çok geç olmadan, yaşamakta olduğumuz sosyal tufanlara karşı “Adil Düzen” gemimizi hazırlamaya başlayalım…
سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ (Sa YuOavVAQUNa MAv BaPıLUu BıHı)
“Buhlettikleri onlara tavk edilecektir.”
“Taka” halat ipi demektir. “Tatvik etmek” demek, halatla ona bağlanmak demektir.
Yani, yaptığınız eve, satın aldığınız eşyaya, aldığınız arsaya bağlanacaksınız ve hareketsiz hâle getirileceksiniz. Bizzat onlarla cezalandırılacaksınız.
Burada “yakında” denmektedir. Kıyamet günü yakın olarak ifade edilmektedir. Gerçekten kıyamet günü çok yakındır. İşte şimdi ben seksen yaşıma yaklaşıyorum. Ha bugün ha yarın ölümü bekliyorum. Sizler de çok zamanınızın var olduğunu sanmayın. Onun için “Se” harfini kullanmaktadır.
Bu mallarınız dünyada bir işe yaramadığı gibi âhirette de sizin için bir azap kaynağı olacaktır.
Burada şu önemli noktaya dikkat etmemiz gerekir ki; bu âyet kâfir veya münafıklar için gelmiş değildir. Bu âyet mü’minlerden buhl edenler için gelmiştir. Tamamen bize hitap etmektedir.
“Adil Düzen çalışanları” bu sorunlarını çözmek durumundadırlar.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YavMa el QıYAMeti) “Kıyamet yevminde.”
İnsanlar öldükten sonra, bir gün sûra üflenecektir.
Ve bütün insanlar, geçmişte ve gelecekte olan bütün insanlar bir araya gelerek hesap vereceklerdir. Ondan sonra da kimi cennete, kimi cehenneme gidecektir.
Mü’minlerin çoğu azabı kıyamet gününde çekeceklerdir. Hesap uzatılacak ve sonunda cezalarını orada çekmiş olacaklar, cehenneme gitmeye gerek kalmaycaktır. Zamanımızda göz altına alınanların hapishanede kaldığı günler cezadan mahsub edilmektedir. Allah âhirette kıyamet azabı ile, kıyamet gününde hesabı uzatması ile mü’minleri cehennemden koruyacaktır.
Burada mü’minlerin cimri olanlarına bir müjde var! Kıyamet gününde azaplarını çekecekler. Sevdikleri malları ile beraber bırakılacaklar, sonra cennete gönderilecekler demektir.
وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (VaLilLAHı MıYRaÇu elSaMaVaTi Vael ERWı)
“Semavat ve arzın mirası Allah’ındır.”
Yani, her şey Allah’ındır. Allah size vermektedir. O’nun emrettiği şekilde harcayın diye vermektedir. Sonunda hepsi, bütü o mallar, bütün dünya sadece ve sadece O’na kalacaktır.
Çocuklarımıza mal-mülk bırakma yerine, “Adil Düzen”i bırakalım. Çünkü “Adil Düzen” içinde çocuklarımız helal lokma ile güven içinde yaşayacaklardır.
Haram serveti çocuklarımıza bıraktığımızda ya onu elden çıkarırlar ve har vurup harman savururlar, yahut onlar da sizin işlediğiniz günahları işlemeye devam ederler.
Çok çetin imtihanların olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Ama aynı zamanda o nisbette de fırsatlar elimizdedir. Bu devrin “Adil Düzen”ini kuracak olanlar, şüpheniz olmasın ki Hazreti Peygamber zamanındaki “sahabeler” mertebesinde olacaklardır. Çünkü bunlar öyle bir peygambere sahip olmadan böyle bir hayatı yaşayabilmektedirler. Yoksa siz o sahabeler mertebesine ulaşmak istemiyor musunuz?!.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (Va elLAHu Bı MAv TaGMaLUvNa PaBIyRun)
“Allah amel ettiklerinizden haberdardır.”
Burada önemli bir hususa işaret edilmiştir. Kimin nasıl hareket ettiğini kişi kendisi bilir. Kimsenin gelirini, giderini, ihtiyacını, ne yaptığını bilemediğimiz için kimseye ‘sen bunu niçin yapmıyorsun’ deme hakkımız yoktur. Kimseyi suçlayamayız. Herkesi denetleyen yalnız Allah’tır. Ancak, şurası da çok iyi bilinmelidir ki, bütün ameller, zerresi bile atlanmadan tek tek kaydedilmektedir.
Burada “Habîrun” nekire gelmiştir. Kim ne vermiyorsa onu kaydetmeyiz. Ama kim ne veriyorsa onu kaydetmeniz gerekir. Bundan dolayıdır ki buradaki “buhl/cimrilik” kişi buhlu değildir.
Merkezi muhasebe sistemi ve programı kurmalıyız. O muhasebe yaptığımız bütün amellerimizi kaydetmelidir. Yani, “Adil Düzen” için yaptığımız bütün amelleri kaydetmelidir. Buna ihtiyacımız vardır. Yarın iktidar olduğumuzda kimin ne katkısı bulunduğunu bilmemiz gerekir. Şimdilik devam cetvelini bunun için tutuyoruz. İnşaallah mala-mal marketlerini kurmaya başladığımız zaman muhasebemiz de oluşacaktır. Ama şimdiden çalışmalarını herkes bari kendisi yazsın.
Benim çalışmalarım bellidir...
Reşat’ın çalışmaları bellidir...
Diğer arkadaşlar da yazılı hâle getirsinler, ne yaptıklarını deftere kaydetsinler…
Sonra bunları bilgisayara geçiririz. Bu âyet bize bunu yapmamızı emretmiş oluyor.
Artık Kur’an’ı okuma merhalesinden, onunla amel etme merhalesine geçelim.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
Not:
Üstad Süleyman Karagülle’den bu haftaki “Seminer Notları” ile birlikte 20 sayfalık bir “Fıkıh Dosyası” da geldi.
Hasan (Özket) Hoca’nın dosyayı en kısa zamanda hazırlaması duâ ve dileğiyle…
Tadına varmanız için başlangıçtaki birkaç satırı arz ediyorum. RNE
KIYASIN ŞARTLARI
-Makul olmalıdır. -Özel olmamalıdır. -Mensuh olmamalıdır. -Şer’î hüküm olmalıdır.
-Ferde has olmalıdır. -Asıl kıyasla sabit olmamalıdır. -Asıl halef olmamalıdır.
Kıyasın (Şartları üzerinde bir fasıldır).
“Kıyas”ta dört rükün vardır:
“Asl” benzetilendir. “Fer’” benzeyendir. “İllet” başka bir özelliğini de beraberinde taşıyan özelliktir. “Hüküm” illetin olduğu yerde o özelliğinde olduğunu zorunlu gördüğümüz özellikte…