ADİL DÜZEN 443
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI! BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 26 Ocak 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 443. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
TÜRBAN… TÜRBAN… TÜRBAN…
PARÇA MÜBADELESİ DÖNEMİ
***
FUSSİLET SÛRESİ TEFSİRİ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
حم (1) تَنزِيلٌ مِنْ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ (2) كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (3) بَشِيرًا وَنَذِيرًا فَأَعْرَضَ أَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ (4) وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ وَفِي آذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ إِنَّنَا عَامِلُونَ (5) قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6) الَّذِينَ لاَ يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ (7) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (8)
قُلْ أَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَندَادًا ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ (9) وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فِيهَا وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلِينَ (10)
1. Ha Mim. 2. Rahman ve rahimden tenzildir. 3,4. Bir kitaptır. Âyetleri ilmedecek olan bir kavim için Arapça Kur’an olarak beşir ve nezir olarak tafsil edilmiştir. Ekserisi i’raz etti ve sem’ etmiyorlar. 5. Ve kendisine dâvet ettiğiniz nesneye kalblerimiz ekinne içindedir dediler. Üzünlerimizde (kulaklarımızda) vakr vardır. Bizimle senin aranda hicab vardır. Sen amel et, biz de amel edeceğiz.
Sûre böyle başlıyor. Gelecek âyetimizi açıklayabilmemiz içim tercümesini aldığımız kısımdan bazı hususları aktaralım.
a) “Kitab” nekre gelmiştir. Oysa kastedilen Kur’an’dır. O halde burada ifade edilmek istenen kitabın lafzı değil mânâsıdır ve yenidir. Her dönemde ve herkes için ayrı mânâlar taşır.
b) “Bilecek bir kavim için” diyor, “bilmiş olan kavim için” değil. “Kavim” nekredir, fiil muzaridir. O halde bu Kur’an’ın indiği zamanki kavim değildir, ileride bilecek olan kavimdir, yani çağımızın ve ülkemizin insanıdır. Çünkü ancak bugün bilebiliyoruz ve bu husustaki ilme biz sahibiz. Hem Arapça bilip Kur’an’ı anlayabiliyoruz, hem matematiği bilip bugünkü ilimleri anlayabiliyoruz.
c) “Ekserisi i’raz etti, onlar sem’ etmeyecekler.” İ’raz mazi, etmeyecekler muzari gelmiştir. Kur’an şimdi bize nâzil olmaktadır. Biz şimdi ilmediyoruz. Kur’an olay olay bize anlatmaktadır. İşte bak siz bunları söylediniz.
d) Bundan sonra da “sen onlara şöyle, cevap ver” diyor.
6. Söyle; ben sizin gibi beşerden başkası değilim. Bana ilahınız ilahun vahid olan ilahtır diye vahyolundu. O’na istikam ediniz. O’na istiğfar ediniz. Müşriklere veyl vardır. 7. Onlar zekâtı ita etmezler ve âhireti de küfredenlerdir. 8. İman etmiş ve ameli salih işlemiş kimseler için minnet edilmeyecek ücret vardır.
Onlar sana söylediler ya; şimdi sen onlara söyle diye emir verilmiş oluyor. Yani onlar söyleyip küfrettikten sonra bu âyet bize nâzil olmaktadır. Bunun için “kalû/dediler” mazi gelmiştir.
İşte bundan sonra bugün yorumlayacağımız âyet geliyor.
قُلْ (QuL) “Kavlet.”
İki “Kul/söyle” yan yana gelmiştir. Arada “ve” harfi gelmemiştir. Birinci “kul”un te’kidi olabilir. Ama “kaleler”de “ve” harfi gelmez. Çünkü söyleyen değişmektedir. Demek ki bundan önce bir hazf var, o da nedir? Onlar cevap verdiler. Onların verdikleri cevap küfürden ibarettir. Yahut hiç cevap vermediler, söylenenlere kıymet vermez oldular. Ya abuk subuk şeyleri verdiler yahut susup kaçtılar. Arada hazf olduğu için “ve” getirilmemiştir. Yeniden söyle diyor.
Muhatap kimdir?
Muhatap III. bin yılın âlim ve imamlarıdır. Çünkü “Kitab” kelimesi nekredir, tafsil (Fussilet) kelimesi ise tef’il babındandır. Yani çağda, asırda veya bin yılda bir Kur’an tafsil edilecek,onlara tebliğ edilecek, onlarla diyalog devam edecektir. Peygamber gelmeyeceğine göre peygamberin yerini ulema alacaktır. Kendi aramızda müzakere ederken hepimiz birbirimize hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye ile meşgul olacağız. Tebliğe sıra gelirse, o bize ait değil başkanımıza ait bir görevdir. Onun için bu emir müfret gelmiştir.
Bununla beraber nasıl Risale-i Nur şakirtleri risaleleri okuyorsa, nasıl Millî Göçüşçüler Erbakan’ın Adil Düzen ile ilgili yazdıklarını okuyorsa; aynı şekilde hepimiz Kur’an’a kulak vermekteyiz. Kur’an’ın öğrettiği veya resulün halifesi olan başkanın söylediklerini söylemek durumundayız. Demek ki aramızda müzakere vardır. Karşımızda olanlara ise tebliğ vardır. Bu da tektir. Onun için “Kul/kavlet/söyle” gelmiştir. Hepimiz bir ağızdan karşımızda olanlara duyuracağız, sadece icmaları duyuracağız.
أَ (Ea) Soru edatı
Soru edatı olan “E” burada sormak için gelmiştir.
Neden bunu yapıyorsunuz. Yapmamanız gerekir. Siz mi bunu yapıyorsunuz; yapmamanız gerekir. Çünkü artık siz bunları biliyorsunuz. Bunları nasıl yaparsınız. Bu işledikleriniz karşısında nasıl söylersiniz. Cahiller söyleyebilir ama siz nasıl söylersiniz anlamındadır. Tüm bundan sonra anlatılanları tevbih için gelmiştir.
Bunun soru anlamında olmadığı bundan sonra gelen “İnne” ve “Le” harflerinden anlaşılmaktadır. Soru olsaydı bunlar gelmezdi. Türkçede bunu bağırarak ifade edersiniz ve siz bunu yaptınız dersiniz. Arapçada bağırma yoktur, harflerle bu mânâ verilir.
إِنَّكُمْ (Ea EinNaKuM) “Siz”
Siz ey kalblerimiz ekinne içindedir diyenler, bile bile bunu söyleyenler.
DNA sarmalını bulan kardeşler Darwinizmin türlerin kendiliğinden evrim teorisini yıkmıştır. Darwin’in ayıklama kanununa göre oluşması için 10 üzeri 250 milyar yıl geçmesi gerekirdi; o da her türlü şartlar hazır olsa öyle olurdu. Bugün o şartlar hiçbir yerde yoktur. Geçen yıl on üzeri bir bile değildir. Böylece ateist olan bu kardeşler bunu görmüş ve Allah’a inanmaları gerektiği söylendiğinde; evet, Allah’sız kâinatı izah emek mümkün değildir ama Allah’a inanacağıma imkansızlara inanırım diyor! İşte biz onlara hitap ediyoruz ve siz mi, siz mi küfrediyorsunuz diyoruz.
Te’kid harfini getiriyoruz. Çünkü onların bile bile küfrettikleri kesindir. Çoğu bunu reddediyor. Önce inanlara ‘siz müsbet ilme inanmıyorsunuz’ diye saldırdılar. Şimdi de kendilerinin vardığı müsbet ilmin verilerine kendileri inanmıyor. İşte Kur’an bize bunu bildirmek için ve bizim de bunları onlara söylememiz için “İnne” ve “Le” harflerini getirmiştir. Burada muhatap olanlar günümüzün inkarcı âlimleridir.
لَتَكْفُرُونَ (La TaKFuRUvNa) “Küfrediyorsunuz.”
“Küfretmek” demek, tohumu toprağa gömmek demektir, kabri hafrederek ölüyü torağa gufretmek demektir. Üç kelimenin nasıl birbirine akraba olduklarına dikkat ediniz. İlmî gerçekleri toprağa gömüp kapatıyor ve insanların görmesini önlüyorlar.
بِ (Bi)
Buradaki “Bi” mefulün bih gayri sarihtir, yani zarf için değildir. Halk edeni gömmek demektir. Halk edende gömmek değildir.
Peki nasıl olacak da halk edeni kapatacaklar?
Mecazi mânâdadır. Vardıkları ilmî gerçekleri halka anlatmamakla onu insanlardan gizlemiş ve kapatmış oluyorlar. Halk ilmî delilleri kavrayamaz; ancak ruhus sahibi yani ilimde otorite olanlar kavrayabilir, elbab sahibi olanlar kavrayabilir. Halk onların söylediklerine kulak verir. Onlar da gerçekleri söylemezlerse, o zaman gerçekleri toprağa gömmüş ve kapatmış olurlar. Bunu yapan âlimler da kâfir olmuş olurlar.
İşte, siz bile bile ilmî gerçekleri saklamakla küfrediyorsunuz diyoruz onlara.
Bizim onlara bunu diyebilmemiz için Kur’an’ın söylediklerini bilmemiz, Arapçayı ve usulü öğrenmemiz gerekir; diğer taraftan matematiği ve tabii ilimleri bilmemiz gerekir. Yoksa bilmeden isnatsız konuşmuş oluruz.
الَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ (EalLaÜIy PaLaQa eLErWa)
“Arzı halkeden kimseye mi küfrediyorsunuz?”
Toprağa gömüp kapatıyorsunuz. Halka onu göstermiyorsunuz. Oysa siz arzı biliyorsunuz, arzın Halikını biliyorsunuz. Burada “ellezî” gelmiştir. Arzın nasıl halk edildiğini biliyorsunuz. Sonuçta Hakk’ı da biliyorsunuz.
Şimdi bu âyet 1400 sene önceki Mekke Kureyşlilerine hitap eder mi? Onlar arzın nasıl halk edildiğini nereden bileceklerdir? Bunların öğrenilmesi son iki üç asır içinde başarılmış, ancak 20. yüzyılın sonunda netlik kazanmıştır. Demek ki bu âyet bugünün inkarcı âlimlerine hitap etmektedir. Çünkü Mekke müşrikleri Allah’ı inkâr etmiyor, ona ortaklar katıyorlardı. Çağımız milhidleri Tanrı yoktur diyorlar, hem de ilmin en çok isabet ettiği bu yıllarda. Kur’an işte bunun için mucizedir. 1400 sene önce şimdi olacakları bugün anlatıyor şeklinde bize haber vermektedir.
“Halk etmek” demek, çamuru yoğurup şekil vermek veya elbiseyi dikmek için biçmek demektir. Allah için halk etmek demek onu planlamak demektir. O halde arzı planladı anlamında alacak olursak halk ettim diyor, çünkü onun planı onun yaratılması demektir.
Şimdi burada şu soru sorulur. Allah neden önce arzı anlattı da sonra göğü anlattı?
Bunun sebeplerini şöyle sayabiliriz.
a) Biz yeryüzünde yaşıyoruz. Yeryüzüne ait bilgileri daha kolay bilebiliriz. Gökyüzü ise bizim araştırmamız için daha da uzak olur. Malumdan meçhule gitme ilmin temel ilkesidir.
b) Bu sûre rahman ve rahim adları ile başladı, hem de Allah kelimesi geçmeden. Çünkü Allah özel addır. Karşı taraflar bilmeyebilirler. Rahman yaşatan demektir. Rahim de çalıştıran demektir. Yeryüzünde yaşıyoruz. Rahman ve rahim içinde rahmetteyiz. Emrimize verilen gök değil yerdir. Biz onu kullanıyoruz. Onun için önce yeri anlattı.
c) Siz bir ev yapmaya başladığınız zaman önce orada yaşayacak insanların ihtiyaçlarını tasarlarsınız. Oturma odası, yatak odası, mutfak, tuvalet gibi yerleri tasarlarsınız. Sonra arsasını ararsınız, ona göre katlar yaparsınız, onu yerleştirirsiniz. Allah da önce insanı, meleği, cini ve ruhu takdir etti, planladı. Sonra bunlara mesken olsun diye arzı seçti, diğer arzları seçti. Cinlere güneşi seçti, yıldızları seçti. Sonra da bu yer ve yıldızların konacağı kâinatı ve semayı takdir etti. Planlamada önce yer vardır. Sema yer için vardır. İnşaatta ise önce sema inşa edilmiş, sonra arz inşa edilmiş, en sonunda insan yaratılmıştır. Burada hukuktan bahsedilmekte yani planlamadan bahsedilmektedir. Burada arz semadan öncedir. Rahman Sûresi’nde de “Rahman Kur’an’ı öğretti” diyor, sonra “insanı yarattı” diyor. Çünkü Kur’an insanın var edilmesinin planıdır.
d) Arzın yaratılması semanın da yaratılmasını içerir. Çünkü sema olmasa arz olmaz. Ama arz olmadan da sema olabildiği için arzı anlatmaya başlamıştır. Çünkü onu anlatırken zaten sema da anlatılmaktadır. O halde sonra semayı ayrıca niçin anlattı? Semayı arza göre düzenledi. Arzın yaratılması semanın yaratılması ile tamamlandı. Yedi sema olmasa arz bir işe yaramazdı. Önce sema sonra arz yaratıldı. Başka yerde semadan sonra arzın düzenlendiği ibare ile ifade edilmektedir.
فِي يَوْمَيْنِ (FIy YAVMaYNı) “İki yevm içinde.”
“Yevm” “yemm” kelimesine akrabadır. “Yem” Nil’in adıdır. İlk insan siyah derili idi. Nil’in yukarılarında var edilmişti. Nil ilkbaharda kabarmakta, yaz aylarında inmektedir. Böylece Nil’in kabarmalarına da periyottan dolayı yevm yani dönem demektir. Bir yıl yevm olduğu gibi bir gün de yevmdir. Türkçede günümüzde dediğimiz zaman çağımızda anlamaktayız.
“İki yevm” denmektedir. Nekre gelmiştir. Çünkü daha başka günler vardır.
Şimdi Kur’an’a göre bugün bilinen yerin yaradılışı hakkında bildiklerimizi aktaralım.
a) Yerin yaradılışını önce ikiye ayırmamız gerekir. Bunlardan biri canlıların yaratılmasından önceki yerdir. Yer soğumuş, dağlar teşekkül etmiş, denizler ve karalar var, yaz kış var, gece gündüz var, ırmaklar var, yağmur var. Hâsılı canlı yok ama başka her şey bugüne benzer şekilde vardır.
b) İkinci dönem ise canlıların yaratıldığı ve yeryüzünün yeşillikler ile örtülü olduğu dönemdir. Eğer kastedilen bugünkü arz ise bu ikinci gündür, ikinci dönemdir. Ama başka âyette altı günde yarattık dediğine göre kastedilen canlıların yaratılmasından önceki ilk gündür. Bu daha sonra dört gün olarak anlatılacaktır.
Yer canlıların yaratılmasından önce de iki dönem geçirmiştir. Yerin gezegen olarak yaratılmasıdır. Güneş yaratılmış, çevresinde on gezegen bugünkü gibi dolaşmaktadır. Bu gezegenlerin hiçbirinde canlı yoktur. Yer de başlangıçta onlar gibi yaratılmıştır. Ama yere özellik verilmiştir. Yerin uzaklığı, büyüklüğü, içerdiği maddeler öyle seçilmiştir ki orada hayat mümkün olsun. Yoksa yeryüzü de diğer gezegenler gibi sadece bir kitle yığını olurdu.
İşte buraya kadar yerin birinci günüdür. Bunun içinde tüm göklerin yaratılması da vardır.
Yerin ikinci günü ise iç düzenlerdir. Önce kendi çevresi etrafında dönmesi, eksenin eğikliği, karaların teşekkülü, suların toplanması, sıcaklık. Bütün bunlar yerin ikinci gününde oluştu. Yeryüzü artık canlıların yaşamasına elverişli hâle geldi.
Birinci günde arsa temin edildi.
İkinci günde inşaat yapıldı.
Ondan sonraki dört günde de orası meskun hâle getirildi.
Birinci gün yer yaratıldı, ikinci gün düzenlendi; üç, dört, beş ve altıncı günlerde içine taşınıldı.
وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَندَادًا (VaTaCGaLUvNa LaHUv EaNDAvDan)
“Ve ona endad ca’lediyorsunuz.”
Buradaki “Ve” harfi ca’letmeyi küfretmeye bağlıyor.
Bu âyet çok açık olarak gösteriyor ki, küfretmek demek inkâr etmek demek değildir, yani Tanrı yok demek değildir. Öyle olsaydı endad ca’letmeleri sözkonusu olmazdı. O halde O’nun varlığını biliyorlar ama biz O’nun hükümlerini kabul etmeyiz diyorlar. Toplanıp parmak kaldırarak kanun yapıyorlar. Oysa onların kanun yapmaları değil, kanunun ne olduğunu tesbit etmeleri gerekir. Nasıl doğa kanunları var, biz onu değiştiremeyiz, sadece onu keşfeder ve yararlanırız; aynı şekilde sosyal kanunlar da öyledir, biz onu keşfeder ve ondan yararlanırız. Yoksa onu istediğimiz gibi değiştiremeyiz.
Burada şu husus önemlidir. Kanunlardan yararlanma başkadır, onu değiştirme başkadır. Kanunlar zaten ondan yararlanalım diye vardır. Su yüz derecede kaynar. Bunu biliriz. Yemeğimizi kaynattığımızda yüz derecede pişirdiğimizi biliriz. Onu değiştirmek demek, öyle bir şey bulalım ki biz onu yüz derecede değil de kırk derecede kaynatalım demektir. Bu atmosferde bu mümkün değildir.
Sosyal kanunlar da böyledir. Biz onları değiştiremeyiz. Mesela erkeğe çocuk doğurtamayız. O halde kadın ile erkek arasında eşitlik değil adalet olabilir. Öyle iğne bulalım ki çocuk iki yaşından sonra onbeş yaşında imiş gibi düşünsün; bu mümkün değildir. Böyle olunca da çocuğu büyüğe eşit kılamayız.
“Nedd” kelimesi “ndy” kelimesine akrabadır. “Nida etmek” çağırmak anlamındadır. “Nedve” insanların toplandığı yerdir. “Endad” da kendisinden yardım talep edilen kimsedir. Küfretmek nankörlük yapmaktır. Endad yapmak da onun olan şeyleri başkasının imiş gibi göstermek veya göstertmektir. “Her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Mustafa Kemal” demek, işte ona endad yapmaktır. Daha da ileri gitmektir.
Biz her şeyimizi rahman ve rahim olana, yeri ve göğü yaratana borçluyuz. Tüm insanlar bir araya gelseler, bir tek çakıl parçasını O’nun yarattıklarını kullanmadan var edemezler. O halde Allah’tan başkasını tanrılaştırıp ona Allah’ın yanında yer vermek endadı ca’letmektir. Bir parti başkanını, bir tarikat şeyhini, bir patronu tanrılaştırmak ona endad ca’letmektir.
Bugünün putperestliği nereden gelmektedir?
Sömürü sermayesi dünyayı sömürmek için diktatörler üretmiş ve onlar vasıtasıyla halkı ezmiş, onlara istediklerini yaptırmıştır. Halk da onları tanrılaştırmak zorunda kalmıştır.
İşte burada kafir ile mü’minin ayıracı ortaya çıkıyor.
Sermaye bu zulmü neden yapabiliyor?
Yapabiliyor çünkü biz doğru yolda değiliz. Allah bize ceza vermek için onları görevlendiriyor. Jandarma sizi dövdüğü zaman jandarmaya kızmıyorsunuz, ona emir veren devlete kızıyorsunuz. O halde sermayeye kızmamamız gerekir, diktatörlere kızmamamız gerekir. Biz buna layık imişiz ki bunlar olmuştur. Elinde parası olanlar, iktidarda olanlar güçlü değildirler. Allah izin vermedikçe onlar bir şey yapamazlar. Allah da bizleri imtihan etmek için onlara izin verir. Allah hatamızı düzeltmek için onlara izin verir. Yoksa yeri var edip orada bu derece uyumlu bir düzeni kuran bizi koruyamaz mı?
Kur’an’da kelime iade edilerek cümleler birbirine bağlanabilir. “Dün sana mektup gönderdim, çok sevinmiş, cevap verdi ve dün ben bir makale yazdım” dersem; dün gönderdim ve yazdım birbirine atfolmuş olur. Burada da “tec’alune” “tekfürune”ye bağlıdır. Çünkü bundan önceki fiil mazi, bu muzaridir.
ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ (9) (ÜavLıKa RabBu eLGaLaMIyNa) “İşte alemlerin Rabbi budur.”
Zalike rabbu âlemin denseydi, işte bu âlemlerin rabbidir, başka rab da olabilir anlamı çıkardı. İzafetle gelince marife, marife haber olunca tahsis ifade eder. Böyle tercüme ediyoruz.
“Âlemler” erkek çoğul olduğu için bu toplulukları ifade eder. Harfi tarif istiğrak içindir. Bütün toplulukların Rabbi budur. Kafir-mü’min ayırımı olmaksızın, Hıristiyan-Müslüman ayırımı olmaksızın her topluluğun Rabbi O’dur. Yeryüzünü var eden kimsedir. İsrail oğullarını da O yaratmıştır. Sermayeyi de O var etmiştir. Size bugün zulmediyorlarsa, Allah’ın ezilmeniz için izin vermiş olmasından dolayıdır.
Allah bizden ne istiyor?
a) Mevcut olan zulüm düzeninden kurtulmamız için var gücümüzle çalışmalıyız.
b) Zulüm düzenini ortadan kaldırmamız için “Adil Düzen”i getirmemiz gerekir.
c) “Adil Düzen”i getirebilmemiz için önce O’nu bilmemiz gerekir.
d) Bilip öğrendikçe onu uygulamamız gerekir, kendi nefsimizde uygulamamız gerekir.
Örnek olarak bir siyasi partiyi veya bir marketi ele alalım. Adil Düzene göre nasıl faaliyet göstereceğimizi biliyor muyuz? Bilsek bile yapıyor muyuz? O halde ne diye bizim başımıza gelenlerin kaynağını başka yerlerde arayacağız ki.
***
وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ (Va CaGaLa FIyHAy RaVaSıYa) “Ve onun için revasiyeleri ca’letti.”
“Halk etmek” takdir etmektir, yani planı yapmaktır.
“Ca’letmek” ise onu kaza etmek demektir.
Malzemesini ve palanın hazırlamak halktır. Sonra onları yerlerine koymak ve birleştirmek ca’ldır. Halk, olmayan bir şeyi var etmedir. Ca’letmek olanı yani onu yerleştirmek, ona görev vermek demektir. Masayı yapmak halktır, masayı yemek masası yapmak ise ca’ldır.
Allah iki yevmde yeri halk etti ve dağları, halk ettiklerini yerleştirdi.
Burada “ve” harfi ile atfettiği için yevmeyn zarfı bunu da içerir.
Arapçada ‘ben Zeyd’i ayakta dövdüm, Amr’ı da’ dersen, Amr’ı da ayakta dövmüş olursun. ‘Darabtu Zeyden kaimen ve Amren’ dersen, Amr’ı da dövmüş olursun. Ama eğer “kaimen”i sona alırsan yani ‘darabtu Zeyden ve Amren kaimen’ derseniz, o zaman Zeyd’i ayakta dövdüğünüzü ifade etmiş oluyorsunuz. O halde o iki gün içinde dağları yaratmış oluyor demektir.
“Cebel” dağdır. “Alem” sivri dağdır. “Arafat” üstü düz dağdır. “Ravasiye” de sıradağlardır.
Burada yeryüzünün sıradağlarından bahsetmektedir. Yeryüzünde iki sıra dağları vardır.
Birincisi Avrasya’da Himalaya-Alp dağ silsilesidir. Doğudan başlar, batıda son bulur. Vazifesi nedir? Ekvatordan yükselip kuzeye doğru giden sıcak ve sulu hava tabakası daha kutba varmadan kutuptan gelen karadan esen soğuk tabaka bu dağlara çarparak yükselir ve bu sıra dağların tepelerinde birbirine karışır, sıcak hava soğur, taşıdığı suyu boşaltır. Böylece karalar bol yağmurlarla sulanmış olur. Dağlar karlarla örtülmüş olur. Eğer bu dağ silsilesi olmasaydı bütün karalar soğuk hava olarak kuzeyden gelen rüzgarlara maruz kalır, karalar Arabistan gibi çöl olurdu.
İkinci dağ silsilesi de Amerika’da güneyden kuzeye doğru uzanan Alp silsilesidir. Bu dönmekte olan yerin havasının da birlikte sürüklenmesinden ileri gelmektedir.
Türkiye’den Kırgızistan’a giderken eğer uçuşunuzu on kilometreden yukarıda yaparsanız gidiş dönüşten yarım saat kısadır. Çünkü siz durgun havada gidiyorsunuz ama dört beş kilometre düşerseniz gidiş geliş eşit olur. Çünkü orada hava da dönüyor. Onun için bizde rüzgar yoktur. İşte bunu sağlayan dağ silsilesidir.
Görülüyor ki, yer öyle tesadüflerle oluşmuş değildir. Her şeyi hesaplayıp bilen mimarın planı ile yapılmıştır. Peki bunu kimler yapıtı? Allah’ın görevli melekleri yeryüzünü böyle düzenlediler.
مِنْ فَوْقِهَا (MiN FaVQıHAv) “Arzın üstünde.”
Biz yeryüzü deriz. Arapçada “arz” dediğimiz zaman insanların yaşadığı düzlükler anlaşılmaktadır. Dağlar yükseltilmiştir. “Fevk” demek yüksekte demektir.
Tur’u fevklerine kaldırdık derken, eteklerinde yaşıyorlardı demektir.
Burada “fevkahâ” denmiş ve “min” kullanılmıştır. Çünkü her taraf düz değildir. Bazı yerlerine dağlar konmuştur. “Fiy” denmemiş “min” denmiştir, çünkü belli yerlerine konmuştur. Cuma namazı nasıl günün belli vaktinde kılınıyorsa, dağlar da belli yerlere yerleştirilmiştir.
وَبَارَكَ فِيهَا (VaBaRaKa FıHAv) “Ve orasını mübarek kıldı.”
“Birket” develerin su içmesi için kazılan su çukurudur. Suni havuzdur. Develer su içtikten sonra orada dinlenmek için çökerler. “Bâreke” fiili de devenin çökmesidir.
Su çevresini yeşillendirir, deveyi semirtir. Böylece develer orada pisleyerek gübre yaparlar. Deve ile su havuzu bereket olur, bolluk olur. Burada karşılıklı bereketleşme vardır. Su deveyi doyuruyor, deve orasını gübreliyor, sonunda orası yeşillik oluyor, deve daha da semiriyor. Başka develer oluşuyor, böylece karşılıklı bereketleşme vardır.
Yağmurlar yağmaya başlayınca canlılar çoğaldı. Canlılar suyu toprağın üzerinde tuttu. Böylece buharlaşma başladı, yağmurlar arttı. İşte bu sayede karşılıklı bereketleşmeler oldu. Benzer şekilde bitkiler hayvanlara yaprak verdiler ve doyurdular ama hayvanlar da onları budadılar, temizlediler, gübrelediler, çiçekleri döllendirdiler. Böylece karşılıklı bereketleşme ortaya çıktı.
Şimdi önce dağlar, sonra canlının zamanlarından bahsetmektedir.
Bu “bâreke” kelimesi yukarıya eklenebilir. Yani canlıların yaratılmasından önceki bereketleşmeden bahsedebilir. Yahut canlıların yaratılmasından sonraki bereketlenmesinden bahsedilmiş olabilir. Kur’an bu üslubu çokça kullanır.
وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا (Va QadDaRa FİyHAv EaQVATAHAv) “Ve vakitlerini takdir etti.”
“Va” harfi “Halaka Yevmeyn”e atıf gitmektedir. Çünkü burada da yevm var. Arzı iki yevmde yarattı ve kûtlarını dört yevmde takdir etti. Başka yerde de yer ve gökleri altı yevmde yarattı diyor. Burada arzı iki günde yarattı diyor. Yerin yaratılışını da iki ve dört olarak anlatmış oluyor. O halde yerin ilk iki günü göklerin iki gününe eşittir. Dört gün ise yere mahsustur.
O halde yaratılışa baştan başlayalım.
1- Kâinat yaratılıyor. Kâinat iki türlü varlıkları içermektedir. Ya artı ya da eksi elektrik parçası bir aradadır. Işık hızı ile gitmektedir. taşıdığı enerjidir. Bu sabittir, değişmez. Yalnız kâinat yaratılırken hepsine bu kadar fazla enerji verilmemiştir. Bazıları iki ayrı parça halindedirler, dir. Yani enerjisi yarıya inmiştir. dir. Parçacığın en büyük hızı dir. Bu demektir ki aradaki hızda olmazlar. Sıcaklık yüksek olunca parçacıklar birleşip çekirdek oluşturamazlar. Birleşemezler çünkü ortalıkta enerji yok, ortalıkta bir çorba vardır. Işık hızı ile hareket eden parçacıklar ve artı eksi parçacıklar. Henüz çekim kanunu oluşmamıştır. İşte bu göklerin yaratılmasında birinci gündür. Tevrat buna nur diyor.
2- İkinci günde kâinat genişlemeye devam ederek sıcaklık düşüyor. O zaman bazı parçacıkların hızları daha da aşağıya düşerek birleşiyorlar 1837 tanesi birleşiyor ve bir çekirdek oluşuyor. Etrafında elektron dönüyor. Bunların bir çifti suyun kökü olan hidrojen atomu oluşuyor. Onların dört tanesi birleşiyor ve helyum atomu oluşuyor. Soğuma devam ediyor. Yeni bir kuvvet ortaya çıkıyor, o da yerçekimi kuvvetidir. Bu çok önemlidir. Çünkü bundan sonra gazlar birleşecek ve galaksileri oluşturacaklardır. Yani daha önce kâinat homojen iken büyüdükçe parçalar arasındaki mesafe de büyüyordu. Bundan sonra ise galaksiler birbirinden uzaklaşmaya başladı. Oysa gazlar birbirine yaklaşarak dönmeye başladı. Birbirine iyice yaklaşıp güneşler oluştu, gezegenler oluştu. Böylece ikinci dönem başladı. Birinci dönem ile ikinci dönem arasında çok büyük fark var. Birinci dönemde yerçekimi yoktur, etkileyemiyor. Kâinat tek gaz balonu gibidir. İkinci dönemde yeter derecede soğuduğu için çekim kanunu etkisini gösteriyor, merkezkaç ile cisimler dengeye geliyor.
Böylece yer teşekkül etmiştir. Yer için ikinci gün vardır. Semanın ikinci günü yerin birinci gününe tekabül etmektedir. Çünkü yer ikinci gününde yaratıldı. Yerin ikinci günü ise dağların var edildiği yeryüzünün canlı oluşmasına imkan veren düzenlemelerin olduğu dönemdir. Kur’an buna başka yerde semadan sonra arzı düzenledi diyor. Bu dönem meleklerin özel olarak görev aldıkları zamandır. Oysa ilk oluşması göklerin oluşmasıdır. Özel durum yoktur. Fabrika malzeme üretiyor ama daha inşaat ustaları devrede değildir. İkinci günde artık malzemeyi kullanarak yeri inşa ediyorlar.
Ey küfredenler! Bu böyle değil mi? Peki, bunu biliyorsunuz da nasıl oluyor bunları yapanı görmezlikten geliyorsunuz? Nankörlük ediyorsunuz. Kendiliğinden mi oluştu diyor Allah.
Yeryüzü artık ekilecek hâle getirilmiştir. Etrafı çevrilmiş, toprağı sürülmüş, sulama kanalları döşenmiş, tohum beklenmektedir. İşte o tohum da ilk dabbedir. Ekiliyor ve canlılar meydana geliyor. Canlının meydana gelmesiyle jeologların birinci zaman dedikleri zaman başlıyor. Yeraltı kazıları ile bu tabakalar bulunmuştur.
3- Birinci zaman ise tek hücreli canlılardan denizlerde çok hücreli canlılara geçiş dönemidir. Tek hücreli canlılar vardır. Bunlar hayvan ve bitki hücreleri olarak sonradan ayrılmışlardır. Bakteriler var, virüsler vardır. Henüz çok hücreli varlıklar yoktur. Karalarda hayat yoktur. Denizlerde hayat vardır. Tüm denizler canlılarla dolmuştur.
4- Dördüncü gün ise ikinci zamandır. Çok hücreli canlılar oluşur. Denizin içinde balıklar, kurbağalar var olur. Karalarda yaşayacak hâle gelirler.
5- Birinci gün yani üçüncü zaman yeryüzünde hayat başlıyor. Karalarda gelişen canlılar yeryüzünü imar ediyorlar. Yani karalar yeşilliklerle örtülüyor ve hayvan bitki dayanışması ile dengeli hayat sürüyor.
6- Altıncı yevm ise insanın yaratıldığı yevmdir.
Bunlar bizim tasnifimizdir. Tevrat’ta tasnif vardır. Batılılar da jeolojide tasnif yapmışlardır. Siz de bir tasnif yapabilirsiniz. İttifak edilen husus dört dönemde yaratılmış olduğudur.
فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ (FIy EaRBaGati EayYAMın) “Dört yevmde.”
Yıllar yılı “ekvat”ı “evkat” diye anlıyor, ona göre mânâ veriyor, bir türlü oturtamıyordum. Bu âyeti de ona göre mânâlandırmaya çalıştım. Sonra kalıbını bulmaya çalışınca yanlış olduğunu gördüm. Bu sefer de başka hata yaptım, “ekvat”ı kuvvetin çoğulu olarak düşündüm, yine bir türlü tatmin edici mânâsını bulamadım. “Sevaen lilsailin”e mânâ veremedim.
Yazmayı bıraktım.
Alusi’ye baktım ve orada buna başka başka mânâ verdiğini gördüm. Ama tatmin olamadım. Nihayette Ragıb’da aradım, ne vakitte ne de kuvvette “ekvat”ı bulamadım. Biraz dikkat ettim, aklıma geldi. “KVT”de olsun dedim ve orada “KUT”un cemi olarak buldum.
O yazdıklarımı sildim ve şimdi yeniden tefsir ediyorum.
Bu hadisenin tevilini yapmamız gerekir. Bu hatalı anlayışımdan şu dersleri çıkarmalıyız.
a) Önce benim yazdıklarımın hiçbirisi güvenilir değildir. Büyük hatalar yapmış olabilirim. Siz benim dediklerimden yararlanarak kendiniz mânâ vermelisiniz. Siz hata yaparsanız mesul olmazsınız, ama benim hatalarıma uyarsanız mesul olursunuz.
b) Başka tefsirleri okumadan evvel Kur’an’a kendi kendinize mânâ vermekle yükümlüsünüz. Çünkü önce tefsirleri okursanız, o zaman onların tefsirinin etkisinde kalırsınız, Kur’an’ı güncelleştiremezsiniz. Bizim tefsir metodumuz budur. Âyeti alır, kendi eski yazdıklarımıza dahi bakmadan âyeti yorumlarız. Kur’an yeniden bize nâzil olmuş olur. Ne var ki büyük hata yapma ihtimaliniz olduğu için sonra eski tefsirlere, başkalarının tefsirlerine bakmanız gerekmektedir. Yoksa büyük hata içinde olursunuz.
c) Bir başka husus, çalışmaları tek başına yapmayacaksınız. Hele kitap yazıyorsanız arkadaşlarınızla birlikte çalışmalısınız, okumalısınız, tartışmalısınız. Yoksa büyük hata yaparsınız.
d) Nihayet Kur’an’ın metodik tefsirlerini yazmalıyız, bilgisayara geçirmeliyiz. 1) Değişik kıraatleri içeren tecvit kitabı yazılacak. Bilgisayara bastın mı onun değişik kıraatleri ekrana gelmelidir. 2) Lugat tuşuna bastın mı o kelimenin kökü ve o kökten gelişen mânâları gelmelidir. 3) Sonra kalıbı gelmelidir. 4) Cümledeki yeri ve irabı gelmelidir; diğer kelimelerle ilişkisi kurulmalıdır. 5) Takdim, tehir, izhar, ihfa gibi mânâları sıralanmalıdır. 6) Mecazi veya hakiki, sarih veya kinaye ile ilgili bilgiler gelmelidir. 7) Karşılaştırma yapılmalıdır. O âyette veya o sûrede o kelime, o kelimelere lafızda benzeyen kelimeler, mânâda benzemeyen kelimeler karşılaştırılmalıdır. Lafızda ve mânâda akraba kelimeler ortaya çıkmalıdır. 8) Kur’an’daki kelimelerin ve cümle yapılarının özel anlamları sıralanmalıdır. Bunlar sekiz ilimdir. Ayrı ayrı yapılmalı ama istediğim madde ekrana gelebilmelidir.
Gelecekte bu metotla hazırlanan bilgisayar teknolojisinden tefsir yapma usulü tercih olunmalıdır. Bu da “Akevler Ekolü”nün ne kadar ağır bir yük altında olduğunu bize tekrar hatırlatmaktadır. Biz adımlar atıyoruz. Asıl bundan sonra asırlarca sürecek bir çalışma III. Bin Yıl Uygarlığını bize öğretecektir.
“KÛT” nedir? “Kût” besin demektir. Taamdan farkı, taam yemekten ibaret olduğu halde, kût saklanan yemektir.
“Kut”u anlayabilmemiz için canlılar hakkında kısa bilgi vermemizde yarar vardır.
Canlı ne yapar? Canlı doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Bu özellik canlı olmayan varlıklarda yoktur. Doğup büyümesi için dört canlılık özelliğini taşımaktadır. Biri çiftleşmedir. İki ayrı hücre birleşir ve tek hücre olur. Sonra çoğalmaya başlar. Bundan başka değişik hücreler bir araya gelirler, birleşirler ve ortak yeni canlı oluştururlar. Bu arada farklılaşarak aralarında işbölümünü oluştururlar. Demek ki doğup büyüme, çiftleşme, bölünme, bitişme ve farklılaşma yolları ile olmaktadır. Diğer taraftan yaşlanıp ölme de ya besin azlığından ya da yer darlığından olmaktadır. Ölmeleri ya başka canlıların onu avlaması veya tek hücreli canlıların onu hasta edip öldürmesi ve parçalaması şeklinde olmaktadır. Demek yaşlanıp ölme de darlık, kıtlık etkisiyle avlanmak veya hastalanmak yolları ile olmaktadır. Bu arada canlı ne yapar? Canlı iki şey yapar. Topraktan maddeleri alır, kendine göre dizer ve bir makine yapar. Sonra onu parçalayarak tekrar toprağa iade eder. Ne var ki bu toprak eskisinden farklıdır. Yeniden canlıların kullanmasına daha elverişlidir. Sonunda bu ameliye ile yeryüzü imar edilmektedir. Gittikçe daha kolay, daha çok ve her yerde yaşayan canlıların oluşması sağlanmaktadır. İnşaat yapılmaktadır. Sonra yıkılarak yeni inşaat izni verilmektedir. Başka bir şey daha yapmaktadırlar. Güneş enerjisini kimyasal enerjiye çevirip depolamaktadırlar. Sonra bu enerjiyi kullanarak iş yapmakta ve ısıyı dışarıya atmaktadırlar. Işık enerjisini ısı enerjisine çevirerek yararlanmaktadırlar.
Bunun dışında canlıda dört denge özelliği daha vardır.
1) İrsiyet. Canlı kendisini meydana getiren canlıların ortak özelliğini taşımaktadır. Bu özelliği kendisinden sonra gelen canlılara katmaktadır. Bunu DNA’larla sağlamaktadır. Her canlının müsemma eceli vardır.
2) Evrim. Her canlı çevreye uyum sağlayacak donanıma sahiptir. Çevrenin etkisiyle değişik şekilde gelişmektedir. Her canlı ayrı şartlarda yaşar. Kaza eceli vardır. Erken veya geç ölebilir.
3) Canlılarda dayanışma vardır. İşbölümü ve yardımlaşma ilkeleri içinde hareket ederler.
4) Canlılarda çatışma vardır. Galip gelen yaşar. Ancak denge de vardır.
Şimdi “KÛT”un mânâsını kolayca anlayabiliriz. Canlıdaki bütün bu özellikler planlanmıştır, ölçümlendirilmiştir. Her şey miktarıncadır. Mesela insan vücudundaki hücreler yenilenmektedir. Maddelerin hepsi değiştirilmektedir. Hücreler gereğinden fazla çoğalırlarsa kanser olur, gereğinden az çoğalırlarsa çökme olur. Canlının gerek kendi iç yapısında gerek çevresinde canlılar arasında her şey planlanmıştır, ölçümlendirilmiştir. “Kut” dendiği zaman besin demektir. Enerjiyi, maddeyi temin eden şey demektir. Her şey takdir edilmiştir. Gerek çevre, gerek iç düzenlemesi, gerekse canlılar arasında düzenleme hepsi dengelenmiş ve miktarınca ayarlanmıştır.
Bunu dört zamanda yapmıştır. Çünkü başlangıçta yeryüzünün çok az yeri yaşamaya elverişli iken, gerek yerin karaları ve denizlerdeki oluşmalar, gerekse canlıların çabaları insanın yaşayabileceği hâle getirilmiştir. Bu dört zamanda oluşmuştur. Tek hücreliler, suda çok hücreliler, karada çok hücreliler ve insan.
İnsanın gelmesi neden dördüncü zamanı oluşturmuştur?
İnsan yeryüzünü imar etmektedir, daha çok hayat için gerekli işler yapmaktadır. Bunun yanında insan uzaya açılarak hayatı aya veya başka yerlere götürmeye hazırlanmaktadır. Nasıl karaya çıkmak yeni zamanı içermekte ise uzaya açılmak da yeni zamanı içerecektir.
Bu ifade açıkça şunu gösteriyor ki canlıların yaratılmasından önce iki gün ve canlılar yaratıldıktan sonra dört gün.
سَوَاءً لِلسَّائِلِينَ (10) (SaVAEan LıelSAEıLIyNa) “Sailler için seva olmak üzere.”
“Seva” eşit demektir. Şöyle ki, terazinin iki kefesi eşit hâle geldiği zaman birbirine seva olurlar, aynı seviyede olurlar. Terazinin iki kefesine aynı büyüklükte madde koymazsınız, aynı ağırlıkta madde koyarsınız. Kantarın çengeline 50 kiloluk çuval koyarsınız, ama öbür tarafta bir kiloluk taş onu dengeler. O halde seva demek, sonunda dengelemek demektir.
Yeryüzündeki bütün kutlar dengededir.
Örnek verelim.
İnsanın yaşaması için havadaki oksijenle karbondioksitin belli oran aralığında olması gerekir. O halda bitkilerle hayvanlar öyle yaratılmıştır ki havanın oksijeni insanın yaşayacağı şekilde kalabilsin. Her şey böyledir.
“Sail” ne demektir? “SEL” kökü “SHL” köküne akrabadır. “SHL” düzlük demektir, ova demektir, kolaylık demektir. Sormak öğrenmek için kolay olduğu için “sail” kelimesi kullanılmıştır. Dilenip geçinmek de kolay olduğu için dilenciye “sail” denmiştir. Hasılı sailde kolay kazanma vardır. Yaşayanlara kolaylık için ne gerekiyorsa o yapılmıştır.
Burada “sail” erkek kurallı çoğul getirilmiştir. Bunun bize öğrettikleri şunlardır.
a) Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. Sonunda insanın yaşaması için ne gerekiyorsa ona göre oluşturulmuştur. Bir ağaç nasıl meyve için yetiştiriliyorsa, Bediüzzaman’ın dediği gibi insan da canlının meyvesidir. Yeryüzündeki her şey O’nundur. Bütün bunlar insan için yapılmıştır.
b) İnsanlar topluluklar hâlinde yaşayacaklar, ortak üretim yapacaklardır. Tüm insanlık birlikte hareket etmek zorundadır. Bunu erkek kurallı çoğuldan anlıyoruz. İnsanlık, kavim, şa’b, kabile, aşiret toplulukları oluşacak, onlar bu yeryüzünden eşit şartlarla yararlanacaklardır. Bunu “es-sail”deki “el” harfi tarifini istiğrak için aldığımızda bu mânâ çıkar. “Sailîn” topluluklar demektir.
c) Yeryüzünden yararlanabilmemiz için çalışmamız ve istememiz gerekmektedir.
d) Seva olması, hepimiz ondan yararlanarak yaşayacağız demektir.
Böylece bu âyet bize yeri tanıtmakta, canlılık düzenini anlatmakta, bir de insanın buradaki durumunu ortaya koymaktadır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-443 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-273 İstanbul, 26 Ocak 2008
TÜRBAN… TÜRBAN… TÜRBAN…
Başbakan Erdoğan, ‘Hanımlar türbanı dini amaçla örtüyorlar, ama simge amacıyla da örtseler suç mu?’ dedi. Ayrıca ‘Ya yeni Anayasa yapılacak ya da Anayasa’ya bir madde eklenecek’ diyor.
Bu arada Show TV’de Ali Kırca önderliğinde bir haber yapılıyor, hastahanelerde başörtülü kimselerin lebaleb dolu oldukları halka saldırarak yayınlıyor.
Prof. Dr. Burhan Kuzu da ‘Anayasa Mahkemesi kararı var, İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı var. Anayasa’nın değişmesi gerekiyor’ diyor.
Bunların hepsi değerlendirilmelidir.
1- Önce Türkiye’de türban yasağı olan bir Anayasa hükmü veya kanun yoktur. Başbakan Bülent Ulusu’nun bir genelgesi vardır. Genelge yalnız görevlileri ilgilendirir. Başbakanlığın temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan bir genelge yayınlama yetkisi yoktur. Temel hak ve hürriyetler ancak ve ancak Anayasa ile kısıtlanabilir. Anayasa da kıyafet kanununu tedvin yetkisini vermemiştir. O halde tamamen hukuk dışı bir tasarrufun ortadan kalkması için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yapması gereken tek şey; Başbakan Bülent Ulusu’nun yayınladığı genelgeyi iptal edip, asker ve polis dışında bütün kurumlarda görevli veya hizmet alanların istediği kıyafeti giyebileceğini genelge ile yayınlamasından ibarettir.
2- İkinci konu ise; bir kimse suç işlerse onu cezalandırmak ancak mahkemelere aittir. Ceza kanununda başörtüsü yasağına dair konan herhangi bir ceza yoktur. Olsa bile, bunu ancak cumhuriyet savcısı dava açarak cezalandırılmasını sağlar. Silahlı güçlerin dışında hiçbir yerde yöneticilerin cezalandırma yetkileri yoktur. Başörtüsü ile kamu hizmetlerinin verildiği yere giren kimseyi kimse men edemez. Bu görevlilerin görevlerini yapmalarına engel midir ki suçtur. Polis, öğrenciyi üniversiteye almayan kapıcıyı veya görevliyi alıp karakola götürür; bu yasakçı kişi rektör olsa bile karakola götürür.
3- Başörtüsünün dini simge olması için o dinin yetkilileri tarafından başörtüsünün simge olarak ilan edilmesi ve o dine mensup olmayanların o simgeyi kullanmaması gerekir. Herkesin serbestçe kullandığı bir şey simge olamaz. Başını yalnız dindar olanlar değil, herkes örtmektedir, örtebilmektedir. Ne amaçla örttüğü bilinmeyen bir şey simge olmaz. Doğal davranışlar simge olmaz, başörtüsü simge olmaz. Olsa olsa bir tür örtme simge olabilir. O simge için bazı yerlerde yasak konabilir. Mesela yeşil başörtüsü örtmek simge olabilir.
4- Kanunlar yapılırken de topluluğa zararlı değilse serbest bırakılır. Bir kimsenin kendisini dindar göstermesi kimin için zararlıdır. Başörtüsü herhangi bir mezhebi veya dini göstermiyor. Başörtüsü tüm dinler tarafından kabul edilen bir durumdur. Resmi simgeler seçilirken önce o toplulukta hiçbir dini inanca aykırı olmayan kıyafet seçilmelidir. Eğer böyle bir seçenek bulunamıyorsa, mümkün olduğu kadar az kimsenin dinine aykırı simge seçilmelidir.
O halde dünyada ‘Türban Yasağı’ diye bir mevzuat yoktur. Fransa’da benzer hükümler çıkarılmıştır, ancak onların yaptığı da hukuki değil siyasidir, despotiktir. Türkiye’de böyle bir kanun yoktur. Bu böyle iken Türkiye’de neden bunlar oluyor?
Hukuk devletinde bunlar olmaz.
Ama eğer bir ülkede hukuk devleti yoksa iktidarda birileri varken herkes baş açmak zorunda kalıyorsa, iktidarda inanmışlar varsa ve muktedirse, herkes başını örtmek zorunda kalıyorsa, orada her şey olabilir.
O halde ne yapılmalıdır?
Önce hukuk devletini kurmalıyız. Hukuk devleti olursak haklarımız korunur. Hukuk devleti yoksa, orada hakkınız korunmuyor demektir. İktidarda olanların mahkumu olmak zorundadır.
İşte bu sebepledir ki yukarıda konuşanların hepsi boş konuşmaktadır. Başörtüsü ile ilgili haber yapan televizyon kanalı da şarlatanlık yapmakta, yalan söylemekte, insanları haksız yere rahatsız etmektedir.
Neden öyle yapmaktadır?
Yapmaktadır çünkü öyle yapmasa kendisine yapılan tahsisat kesilecektir. Bu programı yapan suç işlemiş midir. Evet, suç işlemiştir. Çünkü suç olmayan bir olayı suç varmış gibi anlatmaktadır. Bu suç isnat etmedir. Suçsuz insanları suçlu gibi gösterip hakaret etmektedir. Bu programcılar aleyhine hakaret davası açılıp TV’nin sahibi iflas ettirilebilir. Ama bunun için hukuk devletine ihtiyaç vardır.
İşte, bizim “Adil Düzen” budur.
Herkes serap peşimdedir. Gelin tevbe edin, zalim düzenden “Adil Düzen”e dönün ve tekrar hukukun gömleğini giyin, birlikte ülkemizi hukuk devletine çıkaralım. Yoksa…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-443 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-273 İstanbul, 26 Ocak 2008
PARÇA MÜBADELESİ DÖNEMİ
Ekonomide insanlar değişik dönemler geçirmişler, önce toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarım dönemlerini yaşamışlardır. Bu merhalelerin en önemli özelliği herkesin kendi ürettiğini kendisinin tüketmesi olmuştur. Bu döneme genel olarak “öz üretim dönemi” denmektedir.
Bu dönemden önce de mübadele vardı. Ancak bu dönemde sadece artan mallar satılıyor, ona mukabil üretemediği malları veya hizmetleri mübadele ile satın alıyordu. Temel geçim kaynağını “öz üretim” teşkil ederdi.
Anadolu 20. yüzyılın sonuna kadar bu üretim şekliyle yaşadı. Benim çocukluğum böyle bir toplulukta geçti.
Hazreti Nuh Peygamber’den itibaren “tarım dönemi”ne geçildi, kentler oluşmaya başladı ve bu dönemden sonra aynı zamanda “mal mübadelesi dönemi”ne geçildi.
“Mal mübadelesi dönemi”nde insanlar ürettikleri malları kendileri tüketiyor, artanları satıyor ve yerine kendi ihtiyaçları olan malları satın alıyordu. Başlangıçta bu “pazar mübadelesi” şeklinde ortaya çıktı. Sonra “aracı mübadelesi”ne geçildi, “ticaret” başladı, yavaş yavaş “tüccar” denilen sınıf oluşmaya başladı. Malları işte bu tüccar denilen kişiler alıyor, başka şehirlere ve ülkelere götürüp satıyor, böylece malların fiyatları kat kat artıyordu.
Bu dönemleri ekonominin yanında siyasi oluşmalara dayanarak sıralarsak; biner yıllık ömürleri ile ilk dönem Milattan Önce 3000 yılında Mezopotamya’da başladı ve iki dönem geçirdi; Sümerler ve Babilliler.
Sonra Milattan Önce 1000 yıllarında İbrani Uygarlığı ortaya çıktı.
Milatta Hıristiyanlık doğdu.
Milattan Sonra 1000 yıllarında İslâm Uygarlığı ortaya çıktı.
Hakka ve adalete dayalı yeni uygarlık şimdi beklenmekte ve o da yavaş yavaş gelmektedir.
Ekonomik açıdan bu geniş dönem “mal mübadelesi dönemi”dir.
Bu arada son iki asırdır “emek mübadelesi dönemi” başlamıştır.
İnsanlar artık kendi işlerinde çalışmıyor, fabrikalara gidip işverenlerin işçisi olarak çalışıyor, aldığı ücret veya maaşla da mağazalardan istediği malları satın alıyor...
Bu yeni ekonomik dönem henüz tam olarak yerleşmiş değildir. Çünkü bugünkü gidişata bakılırsa bu durum insanlığı köleleştirmekte ve girişimci olmaktan çıkarmakta, insanı adeta makineleşmektedir. Oluşan tekeller tüm insanları sistemlerinin ırgatı yapmaktadır.
Sermaye tekeli giderek sektör tekeli olarak ortaya çıkmakta ve “kapitalizm” adını almaktadır.
Devlet tekeli ise siyasi tekel olarak oluşmakta ve “sosyalizm” adını almaktadır.
Tekel düzeninde oluşan işçilik sistemi insanlığa huzur ve mutluluk getirmemektedir.
Günümüzde “halk ekonomisi” ile “tekel ekonomisi” arasında ekonomik bir savaş vardır. Sosyalizm veya kapitalizm olarak halk ile ekonomik savaşa girişen devlet tekeli veya sermaye tekeli zafere ulaşamamıştır; halkın direnmesi devam etmektedir…
Halkın yapabildiği şeyleri halkın yapması, halkın yapamadığı işleri kamu vakıflarının yapması ilkesi insanlığa Hazreti Davut aleyhisselâm tarafından öğretilmiştir. 20. yüzyılda bunu yeniden ortaya koyan Türkiye olmuş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti “halkçılık” ve “devletçilik” ilkeleriyle bu dengeyi kurmuştur. Bu ekonomik sistem daha sonra önce İtalya’da, arkasından Almanya’da uygulanmıştır.
Günümüzde özellikle sosyalizm yıkıldıktan sonra hemen hemen bütün dünya bu “devletçilik modeli”ne geçmiş, ancak henüz dengeli bir geçiş tesis edememiştir.
Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen; birbiri peşisıra gelen öz üretim, mal mübadelesi, emek mübadelesi dönemlerinden sonra yeni ekonomi düzenini önermektedir. Bu düzende eski ekonomik düzenlerin telifi yapılmakta, bunun için iki müessese önerilmektedir.
1. Herkesin bugün olduğu gibi kentlerde işleri ve evleri olacaktır. Ancak bunun yanında herkesin kentin dışında da bir dönümlük “dinlenme evi” olacaktır. Aile fertlerinden kentte işi olmayanlar orada yaşayacaklardır. Tatil zamanlarında da herkes orada olacaktır. Bu sayede hem bol oksijenli temiz hava alacaklar, hem de ortalama bir dönümlük bahçelerinde yetişen meyve ve sebzeleri orada bizzat yetiştireceklerdir. Yemek ve bahçe artıkları ile tavukları veya keçi ve koyun gibi küçük hayvanları besleyecekler, böylece bizzat kendi ürettikleri hormonsuz besinlerle besleneceklerdir. Bu sayede insanlığın ilk dönemlerindeki “öz üretim” devam edecektir.
2. Üretimde ise ne “mal mübadelesi sistemi” ne de “emek mübadelesi sistemi” uygulanacak; bunların aksine “parça mübadelesi sistemi” uygulanacaktır. Üreticiler ürettikleri standart parçayı satacaklar, böylece mal mübadelesi devam edecektir demektir. Evet, mal mübadelesi devam edecek ama üreticiler kendi emeklerini mala dönüştürmeden parça olarak satacakları için emek mübadelesi de devam etmiş olacaktır. Böylece küçük girişimciler de büyük girişimcilik gibi başarılı sonuçlar elde edeceklerdir. Bunları “kamu vakıfları” yanı KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) organize edeceklerinden devlet tekeli veya sermaye tekeli ortadan kalkmış olacaktır.
Böylece “Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen” ile yeni dönem, “parça mübadelesi dönemi” başlayacaktır.
Bir taraftan kentlerin dışındaki kırlarda kuracağımız “dinlenme evleri” sayesinde “öz üretim” kısmen de olsa devam edecek, diğer taraftan “parça üretimi” ile de emek ve mal mübadelesi sentez edilmiş olacaktır.
Biz istesek de istemesek de -veya birileri istese de itemese de,- insanlık “Adil Düzen”e ve “Adil Ekonomik Düzen”e doğru koşmaktadır. Çağımızdaki ekonomik, siyasi ve sosyal tufanları arasında debelenip duranlar, adeta irtidat ve küfür kokan inatları ile insanlığın bu gidişatına karşı durmaya çalışanlar, asrımızın Nuhun Gemisi olan “Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen Nuhun Gemisi”ne binmemekte ısrar edenler helâk olacak; binenler ise sadece bu dünyada değil, iki cihanda felaha ereceklerdir.
Hakk’a tâbi olan ve halk ile beraber olanlara selâm olsun…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92