ADİL DÜZEN 444
“BİZE DÜŞEN SADECE MÜBÎN/AÇIK TEBLİĞDİR.” (KUR’AN; Yâsin Sûresi, 36/17)
-DEĞERLİ ADİL DÜZEN ÇALIŞANI! BU HAFTA KAÇ KİŞİYE TEBLİĞ YAPTIN?-
“ADİL DÜZEN BİR PARTİNİN DEĞİL, İNSANLIĞIN DÜZENİDİR.” Süleyman KARAGÜLLE
Haftalık Seminer Dergisi 02 Şubat 2008 Fiyatı: www.akevler.org’a tıklamak!
*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 444. SEMİNER
“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Kur’an; Zümer Sûresi, 39/9)
“İLİM TALEP ETMEK HER MÜSLÜMANIN ÜZERİNE FARZDIR.” (Hadis)
Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ, Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL Tel: (0212) 452 76 51
Bu dersin tamamı Yenibosna’da 17.00 – 21.00 saatleri arasında okunacak ve tartışılacaktır...
Hedefimiz; “SEMİNER NOTLARI”nın İstanbul, Türkiye ve bütün dünyada okunmasıdır. S. KARAGÜLLE, Reşat EROL
***
*“ADİL DÜZEN” DERSLERİ
ANAYASA, BAŞÖRTÜSÜ VE LÂİKLİK
ADİL DÜZENDE TARIMI DESTEKLEME
***
FUSSİLET SÛRESİ TEFSİRİ - 2
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالََ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ (11) فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاءٍ أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (12)
ثُمَّ (ÇumMa) “Sonra”
Bu “sümme” müteşabihlerdendir. Çünkü başka yerde önce gök yaratıldı deniyor, sonra yer düzenlendi diyor. Burada da önce yeri anlatıyor, sonra semaya istiva ediyor deniyor.
İlk bakışta yer önce gök sonra yaratıldı gibi anlaşılıyor. Bu çelişkidir. Yerin çok sonra yaratıldığı bugünkü astronomi ilminde de bilinmektedir.
Önce “sümme” sözünü ele almış oluyoruz.
Bir şeyi anlatırken bir iki diye anlattığın gibi önce sonra diye de anlatabilirsin. Anlatmadaki tertibin zamana uymayabilir. Örnek verelim. “Mü’min olman için önce asker olacaksın, sonra da vergini vereceksin” diyebiliriz. Buradaki “sümme/sonra” zamanı değil konuyu ikinci derecede anlattığı zaman kullanılmaktadır. Bu Arapçada usuldür. Konuyu değiştirirken “amma ba’du” veya “sümme” kullanılır.
Burada böyle kullandığına en açık delil “Sema duhan idi” diyor. O zaman canlılar yaratıldığında sema duhan olmalıdır. Oysa yerin oluşması duhan olmaya manidir.
Gök birinci yevmde plazma hâlinde idi. Moleküller henüz teşekkül etmemişti. Kâinat genişleyip soğuyunca hidrojen molekülleri ile helyum atomları ortaya çıktı. Artık yerçekimi oluşmuştu; bundan sonra gök oluşacaktır, yer oluşacaktır. Şimdi onu anlatmaktadır.
Yukarıda hilkatten ve takdirden bahsediyor, burada ise itaat ve kazadan bahsediyor. Birinci gün planladı ve malzemeyi hazırladı, ikinci gün semayı 7 sema olarak düzenledi. Bu düzenleme yer yaratıldıktan sonraki düzenlemedir. Çünkü semalar yere göre sıralanmıştır.
Bir binanın proje hesaplarına çatıdan başlanır. Aşağıya indikçe kuvvetler bulunur, ona göre kolonlar seçilir ve demir konur. Temel en sonunda hesaplanır. İnşaata ise temelden başlanır.
İşte Allah kâinatı yaratmayı planlamaya önce insandan başladı. Sonra canlıları planladı, sonra yeri planladı, sonra göğü planladı, ondan sonra malzeme hazırladı. Kâinatı var edip maddeleri gaz hâlinde ortaya koydu. Bundan sonra da artık inşaata başladı ve yedi kat göğü var etti. Böylece yeryüzünün canlıları dört zamanda bugünkü hâle geldi.
“Sümme”nin mânâsı budur.
Bu âyetler inerken çok katlı inşaat Arabistan’da görülmüş şey değildi.
اسْتَوَى (ESTaVay) “İstiva etti.”
“Sevaen lissailîn” denmiş. Burada da “istiva” kelimesi getirilmiştir.
“Seva” demek talep etmede sağlanan eşitliktir. Herkese aynı gücü olması demektir.
“İstiva etme” demek yarışta dengeyi yaratıklardan istemek demektir. Müfessirler istivayı mekanda yerleşme şeklinde anlamışlardır.
“Tesviye etmek” düzenlemek demektir, dümdüz hâle getirmek demektir. “İsteva” iftial bâbında dümdüz hâle gelmek demektir. İstifal bâbı ise istisvadır. Ne var ki kelimenin başında aynı harfin gelmesini sevmeyen Araplar hazfler yapmaktadırlar. “Tetefaale”yi “tefaale” yaparlar. Burada da “isteva” “istesva”dan “T”den sonra “S” hazfedilmiş olarak tesviye olmasını istemek demek olur. “İlâ” ile taaddi etmiştir. Göğe Artık tesviye olmasını istemiştir anlamı çıkar.
إِلَى السَّمَاءِ (EiLay elSaMAEi) “Semaya”
“Suva” iki kişi arasındaki orta yerdir, yani birbirinin sınırıdır. “Tesevva” demek, aranızda ortak sınır olsun, komşu olun, herkes kendi yerini bilsin demektir. “İstiva etmek” demek, herkesin kendi yerini bilmesi istendi demektir. İftial bâbından getirirsek “ilâ” ile teaddi eder, herkesin orta yerlerini yani sınırlarını bildirdi demektir. “İctemea” toplandı demektir. “İctemea ilâ” filan yere topladı demek olur. İla müteaddi yapar. Semanın artık semalara dönüşmesini istedi.
“Sema” kelimesi yerin zıddıdır. Yerçekimi kuvvetine sahip olan kesif alandır. Bu anlamda güneş de yerdir. O sebepledir ki Kur’an’da hiçbir yerde şems ile arzı karşı karşıya getirmez, hep sema ile karşı karşıya getirir.
Kâinat da iki günde yaratıldı. Birinci yevm gazların oluşuncaya kadarki yevmdir. İkinci günde ise gazlar oluşmuş ve artık yerçekimi devreye girmiştir.
İşte Allah ikinci gün semaya yerçekimi kanunlarına göre düzenlemenin emrini vermektedir. Ondan önce kâinat bir gaz balonu gibi birbirleri ile çarpışan moleküllerden ibaret iken, bu emirden sonra semalar oluşmaya başladı. Yek sema 7 sema oldu.
وَهِيَ دُخَانٌ (VaHiYa DuPAvNun) “Ve o duhan idi.”
O duhan iken ondan tesviye olmasını istedi ve sevalandırdı demek olur.
Bu nasıl oldu?
İki molekülün birbirini çekebilmesi için aralarındaki hızın ½^.5 den küçük olması gerekir. Böylece adacıklar oluşmaya başladı. Duman ama parça parça duman. Dumanın molekülleri birbirine yaklaştı ve dönmeye başladı. Merkezkaç kuvvetleri oluştu. Böylece daha fazla birbirine yaklaşmadılar. Ama merkezden aynı uzaklıkta olanlar birbirlerini çektiler. Böylece yıldızlar oluştu. Yıldızların etrafında gezegenler, onların etrafında uydular ortaya çıktı.
İşte gök de iki devirde yaratıldı. Yerçekimi kuvvetinin etki etmeğe başladığı dönem ile ondan önceki dönem. Bu ikinci dönemde yer var edilmiştir. Göğün ve yerin oluşması ve dengenin kurulması dönemi bu ikinci günde olmuştur.
Kâinat ışık hızı ile büyümektedir. Büyüdüğü için soğumaktadır. Soğuma sonucu bugünkü yerler ve yıldızlar oluşmuştur. Birbirine yaklaşan moleküller bu sefer çekim kanunları gereği sıcaklık yükselmekte, güneşler oluşmaktadır. Güneş hâlâ gaz olarak varlığını sürdürmektedir.
فَقَالَ لَهَا (Fa QALa LaHAv) “Ona kavletti.”
Yani semaya kavletti.
Sema şuurlu varlık mıdır ki ona kavletsin?
“Karyeye sor” dendiği zaman kastedilen karyenin taşına ve toprağına sor demek değildir; halkına sor demektir, ehline sor demektir. Burada da Allah göğün kendisine değil, onları düzenlemekle görevli olan meleklere söyle demiş olur. Yahut da söyleme mecazidir.
İki türlü hareket vardır. Taşı bırakırsanız aşağıya düşen bu tav’en harekettir. Yanı siz değil de kendisi hareket eder. Ama yukarıya çıkaracaksanız siz onu çekip çıkarırsınız, bu da kerhen harekettir.
Makine önce kuruluyor ama sonra kendi kendine çalışmaya başlıyor.
Semaya bunu diyor. Yani ya melekleri görevlendiririm onlar sizi hareket ettirir, yahut size öyle özellik veririm ki siz öyle hareket edersiniz.
وَلِلْأَرْضِ (Va Li elEaRWı) “Ve yere dedi.”
Yere burada ayrı hitap ediyor. Çünkü “lam” harfi tekrar edilmiştir. Yer halkı ile gök halkı farklı olarak düşünülebilir. Yer halkı molekül yaratılışlıdırlar. Çekirdeklerin etrafında elektronlar dolaşmaktadır. Oysa güneş halkında çekirdekler birleşmiştir, elektronlar dolaşmaktadır.
Bunu şöyle izah edebiliriz. Trende vagonlar vardır, bunlar birbirine bağlıdır. Sürülenler çoktur ama her vagonun ayrı sürücüsü yoktur. Oysa otomobiller ayrı ayrıdır ve her arabanın ayrı sürücüsü vardır. Güneşteki dizilişler tren gibidir. Yerdeki dizilişler ise arabalar gibidir. Tâbi oldukları kanunlar farklı olduğu için ayrı ayrı hitap etmektedir.
ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا (iETiYAy OaVGan EaV KaRHan)
“Tav’an veya kerhen geliniz (dedi).”
Yaratan rahman ve rahim olan dedi.
Meyveler olgunlaşmadan evvel dallara sıkı olarak yapışıktır. Kolay kolay kopmazlar. Siz zorlarsanız öyle koparırsınız. Olgunlaşmamış meyve “kerh”tir. İki özelliği vardır. Biri, ağzınıza aldığınızda size acı veya ekşi gelir, hoşunuza gitmez. Koparırsanız dalından zor kopar, dalı kopar.
“Tav’” ise olgunlaşmış meyvedir. Yediğiniz zaman tatlıdır. Hoşunuza gider. Koparmak istediğinizde elinize tuttuğunuzda hemen gelir. Hattâ sonra kendiliğinden düşer. “Tav’” deyince zorlanmadan kendiliğinden olarak, “kerh” diyince zorlanarak düzenlenin dedi.
“Ev/veya” kelimesi birbirini nefyetmez. Yani “Ahmet veya Hasan gelsin” dendiği zaman, ‘Ahmet gelmesin’ anlamı çıkmaz, ikisi de gelebilir.
Göğe diyor, yere diyor. Artık bundan sonra siz yeni düzene gireceksiniz. Bunu size verdiğim özel özelliklerle yapacaksınız yahut melekler veya insanlar veya cinler veya ruhlar sizi düzenleyeceklerdir.
Buradaki “veya” “ve” anlamındadır. Şu farkla ki, bir yerde ikisi olamaz. “İnsanlar kadın veya erkek olurlar” dersek, kimi kadın kimi erkek olur demektir. Yoksa hepsi ya kadın ya erkek anlamında değildir. Burada da tav’ veya kerh bazen o bazen o anlamındadır.
Doğa kanunları vardır. O kanunlar değişmez ve ona göre oluşma olur. Ya da görevliler gelir ve onu istedikleri gibi düzenlerler. Allah’ın bunlara demesi “kün feyekün” misalidir. Biz bir şeyi murad ettiğimizde ona ol deriz o da olur. O halde Allah’ın kavletmesi demek, onu yaratması ve onu ona göre düzenlemesi demektir.
قَالَتَا (QavLaTAv) “İkisi kavletti.”
Yer ve gök kavletti. Yukarıda ayrı ayrı hitab etti, şimdi cevabı birlikte verdiler. Yani yer ve gök ayrı ayrı düzenlendi. Kanunları farklı oldu ama birbirlerini tamamladılar, yek vücut oldular.
Nasıl arabanın bir tekerleği olmadığında araba yürümezse, gök ve yer de birlikte olmasalar hiçbir şey olmaz. İşbölümü kuralları da budur. Herkes kendi işyerinde kendi gücüyle ayrı ayrı parçalar üretir. Ama bu parçalar ayrı ayrı bir işe yaramaz. Bunlar bir araya gelince makine olur.
Kâinat da böyledir. Ayrı ayrı varlıklar ayrı kanunlara tâbidirler ama sonunda birleşip düzgün uyumlu kâinat oluşmaktadır. Onun için “kâletâ/ikisi kavletti” demektedir, yani biz diyorlar.
أَتَيْنَا طَائِعِينَ (11) (EaTaYNAv OAEGIyNa) “Tâi’ olarak etey ettik dediler.”
Yani kanunlara uyduk, kendiliğimizden geliyoruz demektir.
Bir gemi yaparsınız, uygun ölçüleri seçersiniz. Gemi size itaat eder, nasıl isterseniz öyle gemi yapmış olursunuz. Ona ne derseniz onu yapar. Ama bir çocuk büyütürsünüz. Ondan bir şeyler yapmasını istersiniz ama hiçbir zaman o sizin istediğiniz gibi olmaz. O kendisi ne isterse o olur.
Mikroda kendi âlemimizde değişik hareketler yaparız. Ama tüm kâinata baktığınız zaman kendiliğinden takdiri İlahi ne ise o olur.
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Bir ırmak yukarıdan aşağıya doğru akar. Kendisine ne yol çizilmişse o yoldan akıp gider. O değişmez. Ama orada bulunan balık serbestçe hareket eder, hattâ gerisin geriye gider. İşte tarih de böyle akar, biz orada istediğimizi yaparız ama tarih değişmez. Genel olarak oluşlar itaat ederler.
Burada “taiayni” denmemiş, “tâiîn” denmiştir. Buradan anlıyoruz ki “leha ve li’l-erdi” dendiği zaman ayrı ayrı hitap edilmiyor. Semanın ve arzın kanunları ayrıdır ama birbirlerini bütünlemektedirler. Bu sebepledir ki hem ikili hem çoklu siga getirilmiştir.
Matematikte değişik kurallar vardır. İstenir ki çözemediğimiz bir sorun olmasın. Küçük sayıyı büyük sayıya bölemeyiz, kesirleri icat ederiz. Küçük sayıdan büyük sayıyı çıkaramayız, eksi sayıları icat ederiz. Eksi sayının kökünü almayız, sanal sayıyı icat ederiz. Ama bundan sonra artık başka sayıya ihtiyacımız olmadan her türlü işlemleri yaparız. Buna mükemmel sayılar sistemi denir. Yani başka sayıya ihtiyacımız olmadan kendi içinde yeterli demektir.
Kâinat da kendi içinde yeterlidir. Fazla bir şey de yoktur. Beynimizde matematik oluşturuyoruz. Kâinat da matematiğe uygun yaratılmıştır. Yer güneş etrafında gelişigüzel değil, elipsin formülü ile dönmektedir. Biz bu sayede kâinattan yararlanıyoruz, bu sayede aya gidebildik.
***
فَقَضَاهُنَّ (Fa QaWAvHunNa) “Onları kaza etti.”
“Huma” denmiyor “hunne” deniyor. Zamir nereye racidir? Semayı ve arzı bir topluluk olarak ele alıyor ve “huma” değil “hunne” diyor. Oysa yukarıda müennes çoğula gidecek bir isim zikredildi. Bu neye göre yapılmaktadır? Kavim gibi topluluğa ait müfret isimlere “hum” zamiri getirilmektedir. Bunun gibi eşya müfret isim ise ama içinde çok fert varsa ona da müennes zamiri getirilir. Böylece yer ve göğün değişik varlıklardan oluşan cansız cisimler olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
“Kaza etmek” demek, yerine getirmek ve uygulamak demektir. Proje yapmak takdir etmek demektir. Ona “kader” diyoruz. Projeyi uygulamak ise “kaza”dır. Hakim hüküm verir, bu plandır. Bunu uygulamak ise kazadır. Yani yukarıda takdir etti, burada kaza etti diyor. Takdir ederken önce yer sonra göktür. Ama kaza ederken önce gök sonra yerdir. İnşaatın projesi gibi önce odadan başlıyor, temelde bitiriyor. Ama inşaat yaparken temelden başlayıp sonunda insanı oturtuyor.
Kâinatta insan altıncı günde yaratılıyor.
Kur’an ne kadar beliğ bir şekilde yaratılışı anlatıyor. Buna günümüzün ilimleri ve âlimleri ne kadar şahit olmaktadır? Bunları halk bilmez. Bundan bir iki asır önce âlimler de bilmiyordu. Ama şimdi liselerde bile bunlar okutuluyor. Bundan dolayı onlara “Nasıl oluyor da siz bunları bile bile tekfir ediyorsunuz?” demeniz gerekir.
سَبْعَ سَمَاوَاتٍ (SaBGa SaMAvVAvTın) “Yedi sema olarak kaza etti.”
Kur’an’da değişik âyetlerde kâinatın zaman içinde yaratılışı altı yevm olarak anlatılır. Kâinatın mekan olarak düzenlenmesi de yedi gökte anlatılır.
Altı gün dediğimiz zaman sözkonusu olan dönemleri tekrar hatırlayalım.
1) Birinci dönemde kâinatta henüz moleküller oluşmamıştı. Işık, çekirdek ve elektron karışımı vardır. PV=nRT formülüne tabi idi. Hacimle basıncın çarpımı sıcaklıkla orantılı idi. T sıcaklığı o kadar fazla idi ki çekirdeklerle elektronlar bir araya gelemiyordu. Yerçekimi kanunu yoktu.
2) İkinci yevmde ise kâinat soğudu ve çekirdeğin çevresinde elektronlar dolaşmaya başladı. Gaz kanunları devam ediyor ama çekim kanunları da başlamış oluyordu. F=q1*q2/r2 ile F=k*m1*m2/r2 formülü uygulanır oldu. Kâinat büyümeye ve soğumaya devam etti. Bu arada gezegenler, uydular ve güneşler (yıldızlar) oluştu. Bu semanın ikinci günü, yerin ise birinci günü idi. Çünkü daha önceki dönemde yer yoktu. Gökler karma idi. Kur’an’ın ifadesi ile retkan idi. Bundan sonra göğün ikinci günü içinde yerin de ikinci günü oluşur. Bu da yerin eksenidir. Büyüklüğü, dönemleri içindeki maddeleri, dağları, suları öyle düzenleniyor ki orada canlı yaşayabilsin. Çok ince hesaplarla ve oluşumlarla bu düzenleme meydana gelmiştir. Sadece gezegenlerden güneş sistemi içinde yerde hayat vardır. Bu oluşum ihtimaliyat hesaplarında kendiliğinden oluşum olarak izah edilemez. Peki, yeri böyle insanın yaşayacağı şekilde kim düzenledi? İşte bunu düzenlemekle memur kimselere “melek” diyoruz. Bunlar bâtın âlemin varlıklarıdır.
3) Üçüncü günde denizlerde tek hücreli canlı yaratıldı.
4) Dördüncü günde denizlerde çok hücreli canlılar yaratıldı.
5) Beşinci günde canlılar karalara çıktılar.
6) Altıncı günde insan yaratıldı ve yeryüzünü imara başladı. Şimdilik aya çıkabildi. Sonra güneşin çevresini fethedecektir. Onda onun için rızık vardır.
İşte kâinat altı günde yaratılırken gökte ikinci günde iki gün olarak gökleri düzenledi. İkinci günde yani ikincinin birinci gününde güneş ve gezegenleri, galaksileri oluşturdu. İkinci günde yeri ve gökleri canlıların yaşayabileceği şekle soktu.
Bu arada yani bu ikinci günün ikincisinde yer için ikinci günde gökleri düzenlemiş olmaktadır.
Şimdi gökleri görelim.
a) Bizim parmağımızı birim alırsak 9.41 cm uzunluğundadır. Buna göre yer çevresi 4*10^8 parmaktır. Şimdi ben alıştığımız km ile gökleri anlatacağım En aşağıdaki gök 10 km kalınlığındadır. Yağmur burada yağar. Rüzgarlar buralardan eser.
b) Ondan sonra 100 km’lik hava tabakası gelir. Bu tabakada oksijen ve azot vardır. Bunun basıncı ile sular buharlaşmaz, buhar dışarıya kaçmaz. Gökten gelen taşları burası eriterek yok eder, yerin taşlanmasını önler.
c) Bundan sonra 1000 km’lik ışıklı tabaka gelir. Bunlar havanın yerden kaçmasını önler. Ayrıca güneşten ve yıldızlardan gelen öldürücü ışıkları yutar. Güneş ışığının yansıması ile sabah bu atmosfer sayesinde olmaktadır. Böylece üç tabaka yorgan görevini görmektedir. Korunmuş tavanlardır. Yani kiremitle örtülmüş tavana benzer. Benzer şekilde karaların en üst yüzeyinde su tabakası, sonra toprak tabakası, onun altında da kaya tabakası vardır. Bunların kalınlıkları da 10, 100 ve 1000 kilometre kadardır. Bu da döşeğimizdir, döşememizdir. Bunların toplamı 1110 *9.451 km etmektedir. Yer gök tabakası ile yedi tabakadır. Yerin yarıçapı altı atmosfer kadardır. Yani 6300 kilometredir.
d) Bundan sonra ayın bulunduğu sema gelir. Bu semada ay vardır. Ayın görevi yerin kendi ekseninde dönmesini ayarlar. Değdirmez. Ayrıca gelgitlere sebep olur. Böylece denizleri çalkalar, akıntılara sebep olur. Yer altındaki suları da çalkalayarak gözeneklerini açık tutar. Bir de geceleri aydınlık yapar. Ay semasını sınır alırsak yer semasıdır. Bu da atmosferli yer yarıçapının 100 katıdır. % 50 sinde ay bulunur. Atmosfersiz yarı çapının elli katı uzaklıktadır.
e) Bundan sonra güneş seması gelir, on tane gezegen buradadır. Titius-Body dizisi ile dizilmişlerdir. Üç tabanlı ikili sistemdir. 1, 4, 7, 10 yere kadar, sonra 16, 28, 52, 100, 196, 300, 398 olarak sıralanmışlardır. Bunlar ayın dünya etrafında değişmeden dönmesini sağlamaktadırlar. Bu gök bize hayat veren güneş ışığını göndermekte, gece ve gündüzümüzü, yaz ve kışımızı buralar düzenlemektedir. Bunun yarı çapı iki ışık yılıdır.
f) Bundan sonra yıldızlar seması başlar. Yüz milyarlarca güneş yani yıldız var. Buna Samanyolu diyoruz. Samanyolu’nun kalınlığı merkezde 10 000 ışık yılıdır, çapı ise 100 000 ışık yılıdır. Çekim kanunları bunlar içinde cereyan eder. Bunlar birbirine yaklaşmaktadır, uzaklaşmaktadır. Onun için bunlara yaklaşanlar anlamında dünya denmektedir. Aynı zamanda elektronlar daha da yaklaşamazlar, çünkü en yakındırlar.
g) Bundan sonra Kur’an’ın zati’l-hubuk dediği tüm kâinat gelmektedir. Milyarlarca samanyolları yani galaksiler vardır.
İşte böylece kâinat yedi tabaka olarak düzenlenmiştir. Buna yedi kat sema denmektedir.
فِي يَوْمَيْنِ (FIy YaVMaYNı) “İki yevmde”
Nekre olarak getirilmiştir. Diğer altı yevmin içinde iki yevm.
Şimdi Kur’an’ın neden “sonra semaya istiva etti” dediğini daha kolay anlıyoruz.
Göğün yaratılması yerden öncedir. Başka âyetlerde bu belirtiliyor. Ama semanın düzenlenmesi yerin yaratılmasından sonradır. Zira 7 tabaka gök yere göre düzenlenmiştir. Gök insanların yararına göre tasnif edilmektedir. Tüm sema duhan iken tesviye başladı diyor. Böylece seb’a semavatini yere göre düzenlediğini bize bildiriyor.
Göklerin iki dönemde düzenlendiği bildiriliyor. Bu hususta kurulmuş teoriler vardır ve bu teoriler gün geçtikçe ilmî bulgularla onaylanmaktadır.
1- Birinci gün kâinatta artık moleküller oluşmuş, çoğu hidrojen. Ama diğer semalar da ortaya çıkmış. Kâinat parçalanıyor. Moleküllerin sıcaklıktan dolayı hızları var. Bir de uzaklıklarından dolayı bu hıza ek ortak hız var. Sıcaklık düştükçe çekim mesafesi de büyümeye başlıyor. Belli bir sıcaklığa düşünce çekim kuvveti nerelere kadar ulaşmışsa adalar oluşmaya başlıyor. İşte bunlar bugünkü galaksilerin başlamasıdır.
2- Gaz yoğunlaşmaya başlıyor. Gittikçe birbirine yaklaşıyorlar. Cisimler enerjiyi hızın karesine göre taşırlar. Oysa impulsu hızla orantılı taşırlar. Moleküller bu ikisini koruyabilmek için dönmeye başlarlar. Taşıdıkları enerjiye göre dönmeye başlayıp dururlar.
3- Böylece artık merkeze yaklaşmazlar. Her molekül hızına göre merkezden uzak bir yerde dönüp durmaya başlar. Ama bu sefer aynı merkezden aynı uzaklıkta olanlar birbirlerini çekmeye başlar, eşit uzaklıkta olanlar da toplanmaya ve dönmeye başlar. Yıldızlar oluşur. Onun dışında kalanlar da kümeleşir ve dönmeye başlarlar. Yıldızlarda yüksek basınç var, sıcaklık var, hidrojen helyuma döner. Işık yayar. Çevrede kalanlar soğur. Gezegen ve uyduları oluşturur.
4- İşte burada olanlar birinci yevmde olanlardır. Ama bundan sonra ikinci gün başlar. Bu sefer her gezegene özel şekil verilir. Bu doğal kanunlarla olmaz. Görevlilerin bu işi yapmaları gerekir. İşte bunu da görevli melekler yaparlar. Yeryüzünü canlıların yaşaması için oluştururlar. Bunun için yerin büyüklüğü, içerdiği maddelerin miktarları, hareketleri hep şuurlu varlıkların etkisiyle oluşur. Dere çakılı ve kumu oluşturur ama dere hiçbir zaman duvar yapamaz, beton da karamaz. Eğer duvar yapılmışsa yahut özel karışım olmuşsa mutlaka onu yapan vardır. Kimileri diyorlar ki melekler yoktur. Melekler yoktur da bütün bunları kim yaptı?
وَأَوْحَى (VaEaVXAy) “Ve vahyetti.”
“Tenzil etmek” yazılı olarak bildirmektir, sözle bildirmektir.
“Vahiy”de ise sizin içinize o fikir gelir. Burada “vahyetti” diyor. Her varlığa ne yapacağını bildirmesi demektir. Ona ne yapacağını bildirdi, öğretti demektir.
Mıknatıs demiri çeker. Mıknatıs bunu nasıl yapar? Ona o özelliği verdiği için yapar. Allah ona demiri çek demiş, o da çekmeye başlamıştır. Çünkü Kur’an’da Allah bir şeyi murad ettiği zaman ona “ol” der o da oluverir diyor. Olaydan evvel diyor.
Burada şu soru sorulur. Evet, mıknatıs çekme emrini almış, o da onu çekiyor. Burası tamam da, mıknatısın bundan haberi var mıdır?
Eğer bir haber sözkonusu ise her kuantumun parçacığının kendi varlığından haberdar olması gerekir. Bu konuda bir bilgimiz yoktur. Ama eğer âyetlerin zahir mânâsını alırsak böyle olduğu kabul edilebilir. İster bilinci olsun ister olmasın, gerçek olan şudur ki her varlık kendi görevini bilmektedir, aksamadan ve şaşırmadan görevini yapmaktadır.
فِي كُلِّ سَمَاءٍ (FIy KulLı SaMAEın) “Her sema içine”
“Külle semain” demiyor da “Fî külli semain” diyor. Her semanın içinde orada bulunanlara emrettik diyor. Burada emir orada bulunan insan, melek, ruh ve cinleredir. Oradaki cisimlere ve atomlara değildir. Her sema içinde olanlara emri vahyettik demiş olmaktadır.
Bir uçağı otomatiğe aldığınız zaman uçar. Ama yine de pilot oturur, onun kontrolündedir. Kâinat da doğal kanunlarla düzenlenmiştir. Dolayısıyla kendiliğinden öyle hareket eder. Ama yine de bir kaptana ihtiyaç vardır. Her olay böyledir.
Babamdan duyduğum bir söz vardır. Her damlaya bir melek refakat eder o indirir derdi.
Bu âyet bunun böyle olduğuna delalet etmektedir. Şuursuz ve bilinçsiz varlığı Allah neden yaratsın, ne işe yarayacaktır? Bir zerre düşünün, o zerrenin hareketlerini ayarlayan melek vardır. Sadece o zerre ile meşguldür.
Bizim ruhumuz için de böyle bir zerre olarak düşünebiliriz ama bedenimiz doğaya hükmetmektedir.
İster zerreleri bilinçli kabul edelim, Allah’tan aldıkları emirleri yerine getirsinler; ister bunlara birer melek refakat ettirelim, aldıkları emirleri yerine getirsinler. Sonuç değişmiyor, zerreler aldıkları emirleri yerine getiriyorlar. Birleşerek varlıkları oluşturuyorlar. Onlar da görevlerini yerine getiriyorlar.
أَمْرَهَا (EaMRaHAy) “Emrini vahyetti.”
Her sema içine yapacaklarını vahyetti. “Ha” zamiri “küllü” kelimesine gitmektedir. Nekrenin başına geldiğinde türleri ifade eder. Her sema içine o semanın emirlerini vahyetti. Yani kaptanlarına yapacaklarını bildirdi demektir.
“Emr” iş demektir, aynı zamanda buyruk demektir. Her iki mânâ da doğrudur. Cansız varlıklara işlerini öğretmiştir, canlı varlıklara da emir vermiştir. Emirde emri alanlar yapmayabilmekte, sonradan cezalanmaktadır.
Bugün müsbet ilimlerin vardığı temel varsayımlar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1) Kâinat sonradan var edilmiştir ve düzenlenmiştir.
2) Kâinat bir bütündür ve tek düzen içindedir. Birbiri ile çelişen ve nakzeden kâinat yoktur.
3) Kâinatta gereksiz hiçbir şey yoktur. Eksik bir şey olmadığı gibi fazla bir şey de yoktur.
4) İnsan kâinatın en keremli mahlukudur. Yaratılanların içinde ondan üstün varlık yoktur. Onun da bu kâinat içinde görevi vardır. Boş yere yaratılmamıştır. Hattâ her birimizin ayrı ayrı özel görevimiz vardır.
وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا (Va ZayYanNAv elSaMAEa elDunYAv)
“Ve dünya semasını ziynetlendirdik.”
“Dünya” kelimesini Türkçede yeryüzü olarak anlamaktadırlar. Böyle bir anlam yoktur. Kâinatın yarıçapı büyümektedir. Galaksiler birbirlerinden uzaklaşmaktadır, birbirlerini çekmemektedirler. Bunlar arasındaki uzaklık zamanla artmaktadır. Oysa bir galaksi içinde olanlarda, yıldızların bulunduğu kâinatta yerçekimi vardır. Bunlar arasındaki mesafe artık sabittir. Dönmektedir ve merkezkaç kuvvetiyle çekim kuvveti eşitlenmiştir. Bu böyle devam etmektedir. Atomların çevresinde elektronlar dolaşmaktadır. Bunlar yaklaşabileceği kadar yaklaşmışlardır.
Eskiden bunlar arasında sürtünme kuvveti vardı zannedilirdi. Ama 20. yüzyılda bulunan kuantum teorisi elektronların çekirdek çevresinde sürtünmeden dolaştığını gösterdi. Elektronlar daha yaklaşamazlar. Bunun için en yakınlar veya yakınlar dünyası anlamında kullanılmaktadır.
Fu’la kalıbı ef’alin dişisi anlamındadır. Ama dişi çoğulu da ifade ettiği için onun çoğulu anlamında gelir. En son yaklaşanlar anlamını taşır. Böylece yıldızlar birbirini çeken ve yaklaşabildiği kadar yaklaşan varlıklardır. İşte burası tezyin edilmiştir. Yani ışık yayanlar bunlardır. Yıldızlar buraya konmuşlardır.
بِمَصَابِيحَ (Bi MaÖAvBıXa) “Misbahlarla tezyin ettik.”
“Misbah” kehribar demektir. Işık çıkaran taşın adıdır. Elektrik demektir. Buradan elektrik ile ışık arasında bağlantı olduğunu öğreniyoruz.
Gerçekten elektromanyetik dalgalarla ışık dalgaları aynı tür dalgalardır. Hidrojenin helyuma dönüşmesi ile ışık ortaya çıkar. Ama atmosferde güneş ışığına dönüşür. Yoksa bir işimize yaramaz olurdu. Diğer yıldızların ışıkları da güneş ışığına yakındır. Bizim gözümüz de onları görecek şekilde yaratılmıştır.
Kâinatın nasıl uyum içinde olduğu her adımda açıkça anlaşılmaktadır. Bunları anlatan ilimlere “hikmet” denmektedir.
وَحِفْظًا (VaHıFZan) “Ve hıfzan hıfzettik.”
Buradaki “Va” harfi “zeyyene essemae eddünya”ya atıf yapmaktadır. Fiil hazf olmuştur. “Ve hafaznaha hıfzan” demektir. “Hıfzan” masdarı mutlak olduğu için müfret nekre gelmiştir. Fiilin hazfına güzel bir örnektir.
“Hıfzettik” demek, dengenin bozulmasına karşı tedbir aldık demektir.
Yıldızlar hareket ederken sürtünme kuvvetlerine maruz kalırlar. Bir yıldızın tek başına yörüngesini değiştirmesi zordur. Çünkü ileri giderse geri kalanlar onu çekerler, geri kalırsa ileridekiler onu çekerler. Böylece sürekli olarak hızı aynı kalır. Tüm galaksi birden durabilir, yavaşlayabilir. Bu da çok uzun dönemden sonra olacaktır. Nasıl güneşte enerji depolanmışsa, galakside de mekanik enerji depolanmış oluyor. O da bitecek ve kıyamet olacak ama denge o zamana kadar korunacaktır. Gezegenler de yörüngelerini değiştirmemektedirler, ya da onlar değiştirmeyince değiştirmemektedir. Neptün’ün görevi bu olmaktadır. Yakın yıldızlardan etki alarak yörüngesini korumaktadır.
ذَلِكَ (ÜAvLiKa) “İşte bu”
“Bu” müfret gelmiştir. Hıfzına işaret etmekte olabilir. Yani her şeyin dengesini koruması büyük planlamanın eseridir. En küçük zerrenin kitlesi ve enerjisi vardır. Bu m*c^2 dir. Bu asgari enerji parçacığıdır. Bunun iki elektron kütlesi vardır. Bunlar temel parçacıklardandır.
Burada neler seçimlidir?
a) Işık hızı seçimlidir. b) Parçacığın kitlesi seçimlidir. c) Elektrik yükü seçimlidir. d) Enerji parçacığı seçimlidir. Bu dört özellik kâinatı idare etmektedir. Bu sayede atomlar oluşmakta, moleküller oluşmakta, yıldız ve gezegenler oluşmaktadır. Organik moleküller oluşup canlıları oluşturmaktadır.
Kâinatın dayandığı dört sayı var. Onlar bizi idare ediyorlar. Sayılar öyle seçilmiş ki bu kâinat o sayede varlığını sürdürmektedir. Bu sayıları seçme kolay bir iş değildir. Bunlardan her birinde eğri sıfırdan sonsuza kadar değişebilir. O halde bunlardaki oyuncu sayısı sonsuzdur. Dördüncü kuvvetini alırsak sonsuzun dördüncü kuvveti kadardır. Bu kadar denklemi çözeceksiniz ki siz bu sayıları bulasınız. O sayede ancak kâinat dengesini koruyabilir.
تَقْدِيرُ (TaQDıYRun) “Takdiridir.”
“Takdir etme” demek planlama demektir.
“Kıdr” kazandır. Orayı dolduracak uygun malzeme koyar ve uygun zamanda kaynatırsanız yemek olur. Allah da yer ve gökleri bir kazan yapmış, yetecek kadar malzeme ile doldurmuştur. Kâinat kazanı kaynamakta ve istenen şeyler pişmektedir. Sofra âhirette kurulacaktır.
الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (12) (elGaZIyZi eLGLIyMi) “Aziz alim olanın takdiridir.”
Sûre “rahman ve rahim” ile başladı, bu âyette “aziz” ve “alim”e geçti.
“Aziz” meleklere, cinlere, insanlara ve ruhlara söz geçiren demektir. Dolayısıyla onun düzenini kimse bozamaz.
“Alim” de bilen demektir. Bir şeyi yapmanız için önce bilmeniz gerekmekte, sonra da onu yapacak gücünüzün olması gerekmektedir Arapçada sıfat sonra gelir; bilici azizdir demektir.
İşte Allah bu âyetlerde kâinatın yaratılışı ve insanın oluşmasını anlattıktan sonra, bunları bilen alimlere “Nasıl oluyor da siz küfrediyorsunuz?” diyor. Ve bizim de bunları ilmetmemizi emrediyor.
Her biriniz bu tefsirleri birer kişiye okutun; onlar da okutmaya başlasın; sonunda bütün insanlığa bunları duyurmuş oluruz…
Allah’ın aziz ve alim olduğunu görebilmeniz için bu iki âyeti baştan yeniden okuyun, bu gözle okuyun ve düşünün; ne gibi sonuçlara ulaşacağınızı göreceksiniz…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-444 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-274 İstanbul, 02 Şubat 2008
ANAYASA, BAŞÖRTÜSÜ VE LÂİKLİK
Başsavcı bir beyanat verdi, ortalık karıştı!
Efendim, neymiş?
Başörtüsünün serbest bırakılması millî tehlike imiş. Herkes istediği gibi örter, herkesin hüviyeti ortaya çıkar ve birbirleriyle kavga ederler. Ulusal birlik bozulur.
Öncelikle şunu belirtelim ki bu sözde gerçeklik payı vardır. Dolayısıyla bu sözün arkasında ordu vardır. Başsavcı kendi kendine bu sözü söyleyemez.
Meselenin çözüme kavuşturulması için önce ordunun bu konuda ikna edilmesi gerekir. Ordunun ikna edilmesi için “millî medya” oluşturulmalı ve o millî medyanın yaptığı neşriyatla ordu ikna olmalıdır. O halde AK Parti’nin ilk çözeceği iş “millî medya oluşturma”dır.
Basın dıştan ayarlı olunca ordu da etkilenmektedir.
Bu durumdan yararlananlar yine basın yoluyla savcıya bunları söyletmektedirler.
Basından sonra ikinci olarak “yargı sorununu” çözmek gerekmektedir.
Yargının basına karşı direnmesi gerekir. Ama bugünkü yargı direnemez, çünkü onun da güvencesi yoktur.
Temel sorun nedir?
Sorun Türkiye’nin dört temel sorununun çözülmemiş olmasıdır; dış borç, işsizlik, yabancı sözcüsü basın, yargı bağımlılığı.
“Beraber yürüdük bu yollarda!..”
Evet, o yollarda kendileri ile beraber yürüdüğümüz AK Partili eski arkadaşlara dört-beş seneden beri bunları düzeltmelerini önerdik.
-Basın yayını kooperatifleştirin dedik...
-Yargıyı hakemliklere çevrin dedik...
Kulaklarına parmaklarını tıkadılar, söylenenleri duymadılar; gözlerini kapattılar, yazılanları görmediler!..
Başörtüsü meselesi anayasa sorunu olsaydı anayasayı değiştirmekle çözerdiniz.
Oysa başörtüsü anayasa sorunu değildir; basın sorunudur, yargı sorunudur.
Bunları çözmediğiniz zaman bin tane anayasa değiştirin, ne işe yarar?
Anayasa hukuk devletinde işe yarar.
Baş savcı parlamentoyu tehdit ediyor!
Siz ona cevaplar veriyorsunuz!
Başbakan cevap veriyor!
Meclis Başkanı cevap veriyor!
Oysa yapılacak iş çok basittir.
a) Adalet Bakanı önce emir vererek baş savcı aleyhine soruşturma açacaktır.
b) Savcı hakimler ve savcılar yüksek kurulundan izin isteyecek.
c) Hakimler ve savcılar yüksek kurulu soruşturma açılmasına izin verecek.
d) Bakanlar kurulu soruşturmanın selameti için görevden alacak ve cumhurbaşkanı onaylayacak.
e) Cumhurbaşkanı onun yerine yeni başsavcı atayacak. Sonunda beraat etse bile eski savcının görevi hukuki yoldan sona erecektir.
Hakimler ve savcılar yüksek kurulu soruşturmaya izin vermezse kanunu değiştirecek ve bu kurulu yeniden oluşturacaktır.
Bu taktirde bakanlar kurulunun teklifi ile cumhurbaşkanı başsavcıyı resen görevden alacaktır. Eğer anayasayı değiştirecekse başsavcılık makamını kaldıracak. Bu dava açma yetkisi %5 oy alan siyasi parti başkanlarına verilecek. Bu partilerden herhangi biri isterse dava açabilecektir. Şimdi anayasa mahkemesi başsavcı aracılığı ile baskı altındadır.
Biz bunları yeni söylemiyoruz, yeni yazmıyoruz; defalarca söyledik, defalarca yazdık. Savcılık makamı yargıyı bağımlı hâle getirmektedir diyoruz.
Laiklik meselesine gelince; onun da tarif edilmesi gerekir. Ancak onun tarifi ile başörtüsü sorunu çözülmez.
Laikliğin dört dayanağı vardır.
a) Birincisi; bir şey dini olduğu için suç değilse suç olmaz; suç ise de suç olmaktan çıkmaz. Hukukta ayrıcalık yoktur.
b) İkincisi; din de diğer sosyal gruplar gibi örgütlenme haklarına sahiptir. Dini örgütler de kamu yönetiminde görev alabilirler, kamu gelirlerinden yararlanabilirler. Ancak bunlar da ancak cemaat sayıları nisbetinde yararlanabilirler. Dinler arasında başka türlü farklar gözetilemez. Yani eşitlik cemaatler arasında sağlanır.
c) Üçüncüsü; cezalandırma yetkisi yalnız kamuya aittir. Dini kuruluşlar cemaatlerine dini baskı uygulayamazlar. Suç olmayan bir şeyi kendi cemaatleri için de suç yapamazlar. Dini örgütlerden ihraç etme yetkisi de yargı denetiminde olacaktır.
d) Dördüncüsü; dini cemaatler diğer sosyal gruplar gibi eğitimlerinde olduğu gibi kapalı toplantılar yapamazlar, müsbet ilmin kesin verilerine aykırı eğitimde bulunamazlar.
Demek ki yapılacak iş sadece budur.
Anayasanın 24’üncü maddesinin başına şöyle yazılmalıdır:
“Dini olan bir şey suç ise suç olmaktan çıkmaz, suç değilse suç olmaz. Kamudan dini örgütler cemaatleri sayısınca yararlanırlar ve cemaatleri sayısınca kamu yönetimine katılırlar. Bir kimse yalnız bir dini örgüte cemaat olabilir. Dinde zorlama yoktur. Dini örgütler kapalı toplantılar yapamazlar, müsbet ilmin kesin verilerine aykırı eğitimde bulunamazlar.”
İşte bu kadar ve bu kadar basit ama…
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-444 / ADİL DÜZEN DERSLERİ-274 İstanbul, 02 Şubat 2008
ADİL DÜZENDE TARIMI DESTEKLEME
Avrupa Birliği tarım politikalarını okuyordum.
Avrupa Birliği tarım ürünleri ithalatçısı iken aldığı tedbirlerle tarım ürünleri ihracatçısı hâline gelmiş.
Türkiye ise Gümrük Birliği’ne girmiş ve tarım ürünleri ihracatçısı bir ülke iken ithalatçı olmuş!
Avrupa Birliği tarımı müdahaleci bir usulle desteklemiş, böylece ihracatçı ülke hâline gelmiş.
Ben de düşünmeye başladım...
“Adil Düzen”de böyle bir müdahale caiz değildir. Nitekim AB’de de hemen sorun olmuş, ABD müdahale ederek bu desteklemeyi sınırlandırmış.
Bu konuda Adil Düzen Çalışanları olarak bizim ne yapmamız gerekecektir?
Bugünkü makalemi bu meseleye ayırmak istiyorum.
Önce şunu belirtelim ki, İslamiyet’te -yani İslâm fıkhında- ekonomilerde yasaklar vardır, onları değiştiremezsiniz.
a) Fiyatlara ve ücretlere müdahale edemezsiniz; serbest piyasada oluşmalıdır.
b) Faizli işlem yapamazsınız. Kredi ile devlet meşgul olacak ve faizsiz olacaktır.
c) Gümrük vergisi gibi vergilerle de müdahale edemezsiniz. Vergi beşte bir, onda bir, kırkta bir olarak belirlidir; kimse artıramaz, hattâ eksiltemez de.
d) Doğrudan satın alma ve satma gibi halkın yaptığı işleri de devlet yapamaz.
Öyleyse devlet nasıl bir yol takip edecek de Türk tarımını koruyacak, asgari olarak Türkiye’yi ithalat yapan bir ülke olmaktan çıkaracaktır?
Bunu ne gibi amaçlarla yapacaktır?
a) Türkiye topraklarının kırlaşmaması ve çalılıklara dönüşmemesi için yapacaktır.
b) Türkiye’deki tarım nüfusuna iş bulmak için yapacaktır.
c) Türk halkına ucuz besin temin etmek için yapacaktır.
d) En önemlisi; savaş gibi olağanüstü hallerde aç kalmamak için yapacaktır.
Adil Düzende devletin yapacağı işleri ikiye ayırırız.
Birinci hedef, köyleri de kentler gibi yaşanacak seviyeye çıkarmaktır.
1- Bunu gerçekleştirmek için altyapı hizmetlerini köylere kadar eksiksiz götürmek.
2- Altyapı işletmelerini bedava denecek kadar ucuz yapmak. Ulaşım, haberleşme, elektrik, su köylerde kentlerden daha ucuz olmalıdır.
3- Köylerdeki okul, hastahane, iş imkanları, sosyal faaliyetlere katılma imkanları kentlerde olduğu kadar sağlanmalı ve bunlar parasız olmalıdır.
4- Tarım işçisinin boş zamanlarını değerlendirecek küçük işletme tipleri geliştirilmelidir.
Böylece köy halkı kentlere göç etme ihtiyacını duymaz, tarım işleri ile de uğraşmaya devam eder.
Bütün bunların yanında bazı ürünlerin desteklenmesi gerekebilir. Aksi halde o ürünün yetiştirilmesi unutulur. Bunun için şu dört araç kullanılabilir.
1- Adil Düzende üretilen mahsul ambara teslim edilirken vergi alınmaktadır. Şöyle ki, miktar olarak 10 teslim edilmekte, 8’lik selem senedi alınmaktadır. İki selem senedi de devlete vergi olarak gitmektedir. Bunda eksiltme yapamaz. Ama bir o kadar da genel hizmet payı alınmalıdır, yani 6 selem senedi verilmelidir. Bunu azaltabilir, böylece genel hizmet payının bir kısmından muaf tutarak desteklemiş olur.
2- Mahsul alındığı zaman nakliye bedeli de peşin alınmaktadır, yani üreticiye % 1 nakliye bedeli kesilmektedir. Devlet bunu bazı ürünlerde almayabilir. Yani on kilo verip beş lira alacağına altı veya sekiz kadar alabilir ki bu yüzde altmış destekleme demektir.
3- Adil Düzende işletmelere elektrik satılmaz, su satılmaz, yaptığı üretime göre yardımcı maddelerden yararlanmalıdır. Yani buğdayı teslim ettiği zaman parasını aldığı gibi bir de gelecek senenin üretimi için gerekli elektrik, su, hattâ yakıt ve ilaç kuponunu almış olur. İşte bu yardımcı maddelerin payını yükseltebilirsiniz. Yani kendisine gerekenden fazla verirsiniz, fazlasını kupon olarak satar ve gelir temin etmiş olur.
4- En önemli destek aracı selem senedinin kredileşme değeridir. Selem senedi üreticiye kredi olarak verilir. Üretici bunu borsaya para ile satar, elde ettiği para ile üretim yapar. Senedi alanlar bunu bankaya götürüp rehin olarak bırakır, karşılığında nakit para alabilirler. Burada verilen kredi miktarı kredileşme değeri ile belirlenir. Devlet alış ve satış değerine müdahale etmez ama kredileşme değerini kendisi tesbit etmektedir. İşte bunu satış değerinin iki üç misli yapabilir. Böyle olunca da tüccar bu senedi pahalı olarak alır, onunla faizsiz kredi olarak değerinin iki üç misli kredi alır. Onunla başka malların selem sentlerini satın alarak onlardan edeceği kârla buradaki zararı kapatmış olur. Tüccar gereğinden fazla sipariş senedini almış olacağından günü gelince gereğinden fazla mal üretilmiş olacağı için fiyatı düşecektir. Üretici değil tüccar bu maldan zarar edecek, başka mallardan elde ettiği kârları ile bu zararını kapatacaktır.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92