بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللَّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَا تَقُولُوا ثَلَاثَةٌ انتَهُوا خَيْرًا لَكُمْ إِنَّمَا اللَّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ
وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(171) لَنْ يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ أَنْ يَكُونَ عَبْدًا لِلَّهِ وَلَا الْمَلَائِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ
وَمَنْ يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيْهِ جَمِيعًا(172)
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ (YAv EaHLe eLKiTABı) “Ey Ehli Kitab”
Kur’an İsrail oğullarından başkasına kavim olarak hitap etmez. “Ey Nasara” diye bir hitap da yoktur.
Kur’an “Ey iman edenler, Ey Ehli Kitab, Ey Nâs, Ey Ademoğulları” diye hitap etmektedir. Kendilerine kitap verilenlerden bahseder, ancak “Ya/Ey” ile hitap etmez.
“Ehli Kitab”a hitap ederken, bunların içinde kendilerine kitap verilenler de vardır, Hıristiyanlar da vardır. “el-Kitab” marife olunca, “Ehli Kitab” marife olur. Buradaki “Kitap” ahd içindir ve “İncil” demektir.
Bununla beraber hitap Yahudileri ve Müslümanları da içine alarak hitap etmektedir. Hazreti İsa hakkında ifrat ve tefrite gidilmemelidir. Resul olduğu inkâr edilmemeli, “Allah’ın oğludur” da denmemelidir.
لَا تَغْلُوا (LAv TaĞLUv) “Ğuluv etmeyiniz.”
“Galeyan etmek” demek, kaynayan kazandan taşmak demektir, kaynamak demektir.
Dininizde taşkınlık yapmayınız. Din kazanını kaynatmayınız. Köpürtüp aralarına buhar sokuşturmayın.
Bununla beraber, “galeyan etmek, çapulculuk yapmak, yani soymak demektir. Dininizden soygunculuk yapmayınız. Çıkaranız için dinden olmayanları din içinde zikretmeyiniz.
فِي دِينِكُمْ (FIy DiNiKuM) “Dininizde.”
Buradaki “DİN” düzen anlamındadır. “Düzeninizde galeyan yapmayınız.”
Düzende yolsuzluk, rüşvet, hortumculuk yapmayınız.
Lâik yönetimlerin en büyük hastalığı hortumculuktur. Bunu Sovyetlerde rahatlıkla görürsünüz. Tüm Sovyet halkı devleti nasıl soyabileceklerini düşünür ve ona göre amel eder. Taşınmazların alınıp satılması yasaktır; ancak, alenen alıp satarlar. Kira değeri ile alıp satarlar. Bizde de KDV’yi kaçırma alenen yapılmaktadır.
Eğer bir düzenin kuralları uygulanmıyorsa, o düzenin kuralları artık eskimiştir, geçersizdir demektir.
İslâmiyet’te 1000 tarihlerinde içtihat kapısı kapanınca şeriat sosyal yapıya cevap verememiş, zamanla rüşvete ve yolsuzluklara sebep olmuştur. Bugünkü İstanbul ruhsatsız yapılarla dolmuştur. Resmen kanunlarla bu ruhsatsız yapılara su, elektrik ve diğer hizmetler verilmektedir. Bu demektir ki, imar kanunlarımız hatalıdır. “Burası doğal sittir, burası tarihî sittir, burası ormandır, burası meradır!..” der de belediyelere ruhsat verme imkanı vermezseniz, oralar gecekondularla ve kaçak inşaatlarla dolar.
ALLAH İNSANLARA NE EMRETMEKTEDİR?
- Kendi yaşama kurallarını kendin koy. Kuralları seçmekte serbestsin, hattâ değiştirmekte de serbestsin. Kendi koyduğun kurallarına ve içtihatlarına uy, yani düzen içinde yaşa, düzenini karıştırma.
- Sözleşmeleri siz istediğiniz gibi yapınız. Sözleşme yapmakta serbestsiniz. Sözleşmeleri tek taraflı olsa da sona erdirebilirsiniz. Ama sözleşme yürürlükte iken ona uyacaksınız. Sözleşmelerde karışıklık yapmayacak, delik deşik etmeyeceksiniz.
- Aşiretinizi ve kabilenizi kendiniz seçiniz. İstediğiniz zaman oradan çıkabilirsiniz. Ancak ocak ve bucak başkanlarına ve bucak başkanının görevlendirdiği kimselere kurallar içinde itaat edeceksiniz. Yetkileri dahilindeki emirlere karşı çıkmayacaksınız.
- Çıkacak ihtilaflarınızı seçeceğiniz hakemlere çözdüreceksiniz. Hakemleri siz seçeceksiniz, ama hakemlerin verecekleri kararlara uyacaksınız.
İşte bu düzene “DİN” denmektedir. “Galyetmek” demek, bu düzeni bozmak demektir.
Allah bunu bütün Ehli Kitaba emretmektedir. Komünistlere de emretmektedir. Kanunları olan her topluluğa emretmektedir. Sözleşmesi olan her cemiyete emretmektedir. Hıristiyanlık tek evliliği teşri etmiş, boşanmayı meşru görmemiştir. İşte bu sebepledir ki Avrupa’da zina suç olmaktan çıkmış, Avrupalılar AİDS gibi belalara duçar olmuşlardır. Nüfusları azalmaktadır. Riayet edilmeyen yasaklar konmamalıdır.
وَلَا تَقُولُوا (Va Lav TaQUvLUv) “Kavletmeyiniz.”
Emir ve nehiyler vardır. Bunlar fiilî emir ve nehiylerdir. Bir de kavlî emir ve nehiyler vardır.
‘Ben müslimim’ demek farzdır. ‘Ben kâfirim’ demek de haramdır. ‘Müşrikim’ demek yasaktır. ‘Fikrî suç yoktur’ gibi kuru laflar İslâmiyet’te yoktur. Bazı sözleri söylemek yasaktır. Ne var ki bu sözlerin sayılı olması ve tadad edilmesi gerekir. Bazı sözlerin söylenmesi de gereklidir. Mesela Türk vatandaşı ‘Ben Türküm’ demek zorundadır. Devletin bölünmesini isteyemez. Ama emirler ve yasaklar ancak kanunlarla belirtilir ve sayılır. Zanlı ise söylenmesi serbesttir. Yanlış, hattâ yalan bile suç teşkil etmez. Yeminli sözlerde yanlış olmamalıdır.
عَلَى اللَّهِ (GaLay elLAvHi) “Allah üzerinde”
“Allah üzerinde söz söylemek” yasaklanmıştır. Aklen ve naklen kesin olarak sabit olmayan hususlarda “Allah üzerinde söz söylemek” yasaklanmıştır. Başka şeyler üzerinde zannî şeyler söyleyebilirisiniz, ama Allah üzerinde kat’î olanları söyleme zorunluluğu vardır. Bu sebepledir ki imanla ilgili kısımlarda zannî deliller geçersizdir. Aklen ve naklen kesin olan şeylere iman edilir. Onun dışında olanlara iman nehy edilmiştir.
Bugün ilmen kesin olarak bilinmektedir ki 13.7 milyar yıl önce Kâinat yoktu. Asgari zaman ve mekan yoktu. Yer de 5.5 milyar yıl önce yoktu. Canlı 2.5 milyar yıl önce yoktu. İnsan 100 000 yıl önce yoktu.
Bizi ve Kâinatı var eden varlığın adı Allah’tır. O’nun varlığını var etmesi ve bize kitaplar göndermesi ile biliyoruz. Ama zaman ve mekan dışı olduğu için (çünkü zaman da mekan da sonradan yaratılmıştır, o yaratmıştır) O’nun kendisinin ne olduğunu biz bilemiyoruz. Nasıl Allah’tan başkasını tanrılaştırmak şirkse, Allah’a sıfatlar izafe etmek de şirktir. Allah hakkında kesin bilmedikleriniz hakkında bir şey söylemeyeceksiniz.
Allah’ın halifesi olan topluluklar hakkında da kesin bilmediğiniz şeyleri söylemeyeceksiniz. Bundan dolayıdır ki herkesi bağlayan kanunlar ancak icma ile çıkan kanunlar olabilir. Yoksa istişarî kararlar taşra bucaklarını bağlamaz.
إِلَّا الْحَقَّ (EilLa eLXaqQı) “Hak dışında”
Allah üzerinde hak dışında bir şey söylemeyiniz. Zan ve hak Kur’an’da birbirine karşı kullanılır. Biz konuşurken kat’î ve zannî deriz. Kur’an ise hak ve zan der. Zanna göre amel edilir, hakka göre iman edilir. İnsan ancak hakları iddia edip savunur. Zanlarla amel edilir, ama bu bana göre doğrudur, mutlak doğrudur denmez. Kimse kimseyi zanna davet edemez, ancak hakka davet edebilir.
Toplulukta kişilere ittifakla doğru kabul edilen şeyler emredilir. Ocakta ocak icmaları, bucakta bucak icmaları geçerlidir. Bucağı terk eden kimse o bucağın icmaları ile ilzam olunamaz. İslâmiyet’te kısas vardır. Ancak bucağını terk eder de ilçenin dışına çıkarsa, artık kısas değil diyet istenir. Diyet de ödenmezse, o zaman kanı heder olup onu jandarma takip eder. Allah, melek, âhiret hakkında, varlıkları hakkında katiyet vardır. Ama mahiyetleri hakkında fazla bilgimiz olamamaktadır. Bundan dolayı iddia edilemez.
إِنَّمَا الْمَسِيحُ EinNa Ma eLMaSIyPa
Kur’an Hazreti İsa için “Mesih” demektedir. Hazreti İsa’nın asıl adı “Mesih”tir. Çünkü Kur’an’da önce Mesih, sonra İsa zikredilmektedir. Önce İsa, sonra Mesih hiç geçmemektedir. Hazreti İsa tek başına Mesih olarak zikredilmekte, Meryem oğlu Mesih olarak da zikredilmektedir. “Meryem oğlu İsa” da denmektedir. Burada olduğu gibi “Meryem oğlu İsa Mesih” de denmektedir. Özel isim olduğu için manâsı üzerinde fazla zorlama yapmamız gerekmemektedir. Bununla beraber peygamberlerin ismleri kendi özellikleri ile de ilgilidir.
“Mesih” seyahat edilmiş manâsında seyahatten gelebilir. Peygamberler içinde cemaatleri tarafından en çok yüceltilen bir peygamberdir. Doğuşu ve ölümü birer mucizedir. Doğuşunun mucize olması o tarihin bütün beşeriyet tarafından yılbaşı olarak kabul edilmesi ile sabit olmuştur. Hazreti İsa eğer göğe gitmişse, onun mucizeliği indiği zaman anlaşılacaktır. Bir füze ile yeryüzüne gelip konacak ama o füze yeryüzünün mamulü olmayacaktır. Hazreti İsa anlattıkları ile onun İsa olduğu beşer tarafından onaylanacaktır. Hazreti Meryem’in kemikleri ile DNA testi yapılarak onun oğlu olduğu sabit olacaktır. Ömürler ise arada bin yıldan fazla geçmiş olarak ortaya konacaktır. İşte “Mesih” böylece ziyaret edilen kimse anlamına gelmiş olur. “Mesih” fail vezni üzerinde olarak mesh eden gelmiş olabilir. Sıvazlamak demektir. Hazreti İsa vaftiz edilmiştir. Hazreti Yahya tarafından veya onun talimatı ile vaftiz edilmiştir. İsimi de “Mesih” olarak takılmıştır.
“1- Zira, işte fırın gibi yanan gün geliyor. Mütekebbirlerin cümlesi fasitlerin kafesi saman gibi olacaktır. Gelen gün onları yakacak. Onlarda ne kök ne de dal bırakacaktır. Orduların Rabbi böyle buyuruyor. 2- Siz isminden çekinenlere salah güneşi doğacaktır. Ve kanatlarında şifa bulunacaktır. Ve siz ahırda besili buzağılar gibi dışarıya sıçrayacaksınız. 3- Ve şerleri ayak altına alacaksınız. Zira bunu yaptığım günde onlar ayaklarınızın altında kül olacaklar deyu buyurdu orduların Rabbi. 4- Kulum Musa’nın şeriatını Horubda bütün İsrail için emreylediğim kanun ve ahkamı hatıra getiriniz. 5- İşte, ben Rabbin azim ve heybetli günü gelmezden evvel size İlya peygamberi irsal edeceğim. 6- O dahi pederlerin kalbini oğullara ve oğulların kalbini pederlere döndürecektir. Olmaya ki ben gelip zemini lânetle vurmayayım.” (Tevrat, Melahya (Malaki)/4. Bab)
Hazreti Yahya İsrail oğullarına gelen son peygamberdir. Kendisinden sonra Hazreti İsa gelmiştir. Bu satırlar Eski Ahit/ Tevrat’ın son sözleridir. Burada Hazreti Muhammed’den de haber verilmektedir. “Azim ve heybetli gün gelmezden” denmektedir. Hazreti İsa azim ve heybetli gün gelmeden önce gelecektir. O azim ve heybetli gün, Kur’an’ın geldiği gün olan Kadir gecesidir. Hazreti İsa vaftizli doğmuş, havrada vaftize gerek görülmemiş, bunun için onun adı “Mesih” olmuştur. Çünkü o beşikte konuşmuştur.
عِيسَى (GIySAy) “İsa”
Bugün “Mesih”ten daha çok “İsa” ismi yaygındır. Kur’an’da da “İsa” kelimesi daha çok geçmektedir.
“İsa” beklenen demektir. Hazreti Yahya peygamberin müjdecisi anlamında olduğu gibi, bütün dinlerde beklenen kimsedir. Hazreti İsa’yı tanımamalarına rağmen, bir İsa’nın geleceğini Yahudiler beklemektedirler.
Hıristiyanlar ve Müslümanlar da Hazreti İsa’nın nazil olacağını beklemektedirler. Bunun için onun adı “İsa” olmuştur. Genel olarak Hazreti İsa’nın kıyamete yakın nüzul edeceği görüşü vardır. Oysam Hazreti İsa gelecekse bu yakınlarda gelecektir. Bir uzay aracı beklenen yere inecek, içinden onu idare edenlerle berber Hazreti İsa çıkacak, “Gökten geldim. Kırk yaşındayım.” diyecek ve araç kontrol edilecek, yer yapısı bir araç olmayacaktır. Yüksek hızla seyahat etmiş ve aradan binlerce sene geçmiş ama onun yaşı sadece on sene çoğalmış olacaktır. Hazreti İsa’nın bu gelişinin mucize olması için ışık hızına yakın bir hızla hareket etmiş olacaktır. İnsanlar henüz böyle bir aracı keşfetmemiş olacaklardır. Bundan önce gelemezdi. Çünkü kimseye kendisinin Hazreti İsa olduğuna inandıramazdı. Ancak şimdiki ilimlerin karşısında Hazreti İsa olduğuna inanılacaktır. Bütün bunlar Hazreti İsa’nın geleceğine dair emarelerdir.
Diğer âyetlerle birlikte düşünüldüğünde teşabühün ilerisine gitmez. İsmin beklenen olması onun geleceğine delalet etmez. Ama beklenen olmuştur. İsmin mucizesi gerçekleşmiştir.
ابْنُ مَرْيَمَ (ıBNu MaRYaMa) “Meryem oğlu”
Kur’an’da Hazreti İsa’dan bahsederken hep “Meryem oğlu İsa” denmektedir. İncil’de nesebi Yusuf’a bağlanmışken, Kur’an’da hep “Meryem oğlu İsa” veya “Mesih”ten bahsetmesi, Hazreti İsa’nın babasız olduğuna işaret olsa da, delalet etmez. Hazreti Meryem, Hazreti Zekeriya peygamberin yanında manastırda yetişti; bir peygamberi yetiştirecek şekilde yetişti. Kocasının etkisi altında kalmadan tam şeriata ve takvaya göre yetiştirildi.
Hazreti İsa Hazreti Meryem’in eseridir. Hazreti Meryem de Hazreti İsa kadar Hıristiyanlığın oluşmasında etkindir. Bundan dolayıdır ki Hıristiyanlar hep Hazreti Meryem’i Hazreti İsa ile yan yana tasvir ve takdis ederler. Kur’an’da da birkaç yerde ondan bahsedilmektedir “Meryem oğlu” derken, Hazreti Meryem’in yetiştirdiğine işaret etmektedir. Hazreti Meryem tüm hayatı boyunca onun yanında olmuş ve onunla birlikte risalet görevine katılmıştır. Hazreti Meryem Hazreti İsa’dan sonra ölmüştür.
“Meryem” mef’al vezni üzeredir, ravmden gelir. “Rum” kökünden gelebilir. Rum, çanak demektir. İlim dolu, bilgi dolu anlamında bir isimdir. “Meram” kelimesi de buradan gelir. Allah’ın bir meramıdır, iradesidir anlamı çıkar.
Hazreti Adem Hazreti Havva ile insan oğlunu öğrettiler. Günahı beraber işlediler, beraber tevbe ettiler. Hazreti Hacer Mısırlı kültürlü köle idi. İsrail oğullarından uzak Mısır terbiyesi ile Hazreti İsmail’i terbiye etti. Hazreti Musa’nın annesi saraya girdi ve orada öğrendikleri ile oğlunu yetiştirdi.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm, kendisinden yaşlı eşi Hazreti Hatice tarafından eğitildi. Hazreti Muhammed’den önce onun peygamberliğine o inandı. Demek ki, kadınlar da erkekler kadar vahyin insanlara ulaşması için rol almışlardır. Hazreti Meryem’den özellikle bahsedilmesi bundandır.
رَسُولُ اللَّهِ (RaSUvLu elLAhı) “Allah’ın Resulüdür.”
“Meryem oğlu İsa Mesih” sadece “Allah’ın resulüdür”, başka bir şey değildir. Allah’ın oğlu değildir. Hazreti İsa havarilere başkanlık etmiştir. Demek ki aşiret başkanı da resuldür. Bunlar yani bu havariler sonra yeryüzüne dağılacaklar ve gittikleri yerlerde siteler kuracaklardır. Halefleri resulün halefleridir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm da Medine’de böyle bir resul idi.
Tevrat bütün insanlar için hidayettir ama Hazreti Musa yalnız İsrail oğullarına peygamberdir. Diğer bütün İsrail oğullarından gelen peygamberler sadece kendilerine peygamber olmuştur.
Oysa “Hazreti İsa” bütün insanlara peygamberdir.
وَكَلِمَتُهُ (Va KaLiMaTuHUv) “Ve O’nun kelimesidir. O’nun sözleridir.”
“Kelime” budanmada kesilen parçadır. Başkasını aşılamak için kullanılır. Kelime kelimesi de, bir şeyi anlatmak için kesilen sözdür. Diğer peygamberlere Cebrail gelmiş ve vahyetmiştir. Oysa Hazreti İsa’ya vahyedilenler annesine vahyedilmiş ve annesi tarafından oğluna öğretilmiştir. Annesine vahyedildiği içindir ki daha çocukken biliyordu. Bu vahiy bize bildirildiği gibi bir vahiy olabilir, yahut Hazreti Meryem’in karnında iken Hazreti İsa’da meydana gelen genetik değişiklikle de vahyedilmiş olabilir.
İnsan genetiğinde kapalı genler vardır. Bir işaretle açılabilir. İnsan olağanüstü hallere ulaşabilir.
أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ (EaLQAyHAv EıLAv MaRYaMa) “Onu Meryem’e ilka etmiştir.”
“O kelimeyi Meryem’e yerleştirmiştir.”
Hazreti İsa Allah’ın kelimesidir. Onu Meryem’e bırakmıştır. Hazreti Musa’ya yazılı ayrı kitap verilmiştir. Oysa Hazreti İsa kendi cümleleri ile Allah’ın sözlerini anlatmıştır. İncil, lafız olarak, hat olarak, ne Tevrat’a, ne de Kur’an’a benzer. Adeta Hazreti İsa’nın sözleri gibidir. Müslümanların sünnetine benzer. Onun için “o Allah’ın kelimesidir” denmektedir. Yani, söyledikleri Allah’ın sözleridir. Sözler İsa’nın ağzından çıkmıştır. Hazreti İsa Romalılara Allah’ın gönderdiği görevlisidir. Beni ile imparatorları, ruhu ile kiliseyi kendisine halef bırakmıştır. Zaten teslis kavramı da buradan çıkmıştır. Kilise ve imparatorluk kendilerinin etkilerini yüceltmek için Hazreti İsa’yı tanrılaştırmışlardır.
وَرُوحٌ مِنْهُ (Va RUvXun MiNHu) “Ve kendisinden bir ruhtur.”
Kelimesidir. Kendisinden ruhtur. Kelime sözü parçayı ifade eder. Buradaki “Min” de cüz’iyeti ifade eder. Allah Hazreti İsa’yı çok yüceltmektedir. Ne var ki, bütün insanlar O’ndan bir ruhtur.
Allah ile insan arasındaki ilişkiyi tam olarak anlamamız mümkün değildir. İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Tanrı’nın bir görüntüsüdür; her yönüyle görüntüsüdür. Tanrı’nın ne olduğunu yine insan insana kıyas ederek anlar, başka anlama gücü olan varlık da görünürde yoktur.
Burada Mesih olduğu, İsa olduğu, O’nun kelimesi olduğu, “O’ndan ruh” olduğu ifade edilmiştir.
Tanrı yaratılmamıştır. Tanrı kendi gücünü görünür hâle getirmiş ve Kâinatı yaratmıştır. İnsanı ise bilen varlık olarak yaratmıştır. Melek, cin ve ruh olarak da başka varlıklar da vardır.
“RUH” kelimesi “RİH”ten gelir. Reyhan, kokulu bir çiçeğin adıdır. Rüzgar koku getirdiği için kokuya da rüzgara da “RİH” denmiştir. “Ruh” ise bilinç gücüdür. O’nun kendisinden sayılmıştır. Çünkü şuur ilâhidir.
فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ (Fa EAvMıNYv BielLAHi Va RuSuLiHİy) “Allah ve resullere iman ediniz.”
“Allah ve resuller ile” insanlığı güven altına alınız. Topluluk ve yönetimle insanlığı güven altına alınız. Devleti oluşturunuz ve hükümetleri teşkil ediniz. Hazret İsa ile beraber bütün resullere birden başvurunuz.
Bugün yeryüzünde mevcut olan dört büyük dinin Hıristiyanlık, İslâmlık, Budistlik ve Brahmanlık dinlerini birlikte değerlendirin. Yeryüzünü bir Allah’ın mülki olarak güven altına alınız; Ey Kitap Ehli olanlar, ey devletleri ve kanunları olanlar.
وَلَا تَقُولُوا ثَلَاثَةٌ (VaLAv TaQUvLUv ÇaLAvÇaTun) “Üçtür demeyin.”
“Üç olan” nedir? Burada mahzuf edilmiştir. Kiliseyi İsa’nın bedenine, krallıkları İsa’nın ruhuna ve Allah’ı da pederine benzeterek “üç güç” kabul ettiler. Allah bunu söylemeyin diyor. Yasama, yürütme ve yargı olarak üç kuvvetin olduğunu ve bunların ayrı ayrı olduğunu söylüyorlar. Bu hatalıdır. Önce, üç değil dörttür; yasama, yürütme, yargı ve denetim. Devlet başkanı ve yargı bunların üstündedir. Devlet tektir. Kuvvetler ayrı ayrı değil, birlikte ve dengededirler. Allah ve resuller ile insanlığı güven altına alın, parçalamayın demektir. Allah ve resul yargıyı ifade eder kabul edersek, hakemlerden oluşan yargıyı üstün tutup birlikteliği koruyunuz.
انتَهُوا خَيْرًا لَكُمْ (EiNtaHUv PaYRan LaKuM) “Sizin hayrınıza olmak üzere intiha ediniz.”
“İntehu kane hayran leküm” şeklinde de manâlandırılabilir. Söylemezseniz sizin için iyi olur.
Dünyayı kapitalist ve sosyalist olmak üzere ikiye ayırarak, üçüncü dünya ülkelerini sömürülen geri ülke kabul etmek de üçtür demektir.
Tekrar edelim: Hıristiyanlar Hazreti İsa’nın bedenini imparatora, ruhu kiliseye verdiler. Tanrı’yı da göğe gönderdiler. Böylece yönetimi parçaladılar. Zaten şirk çok tanrı ve çok yönetici sonucunda doğmuştur. Her kabile kendisine tanrı edindi ve aralarındaki savaşları tanrılar arasındaki savaşlara dönüştürdüler.
Bugün de Türkiye şirk içindedir. Türkiye’yi kim yönetiyor? Yargıtay çıkıyor, ‘ben yönetiyorum’ diyor! Danıştay çıktı, ‘ben yönetiyorum’ dedi. TÜSİAD, ‘ben yönetiyorum’ diyor! Baro, ‘yönetme bana ait’ diyor! YÖK zaten fiilen yönetiyor. Ordu, sessiz sedasız resmen yönetiyor. Devlet başkanı zaten resmen yetkilidir.
Zavallı hükümet de şamar oğlanı olarak yönettiğini sanıyor. Meclis unutulmuştur.
Böyle kırk başlı devlet olur mu?
Mustafa Kemal’in temel ilkelerinden biri Vahdet-i Kuvva’dır. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Milletin yegane mümessili Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Bu çok başlılıktan vazgeçiniz, sizin için hayır olur diyor, Allah.
إِنَّمَا اللَّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ (EinNA Mav elLAHU İLAvHun VaXiDün) “Yalnız bir ilah olan Allah vardır.”
Burada “İLÂH” nekire gelmiştir. Bir tek topluluk vardır, bir topluluk içinde tektir. Ama bağımsız oldukları için her ocağın, bucağın, ilin ve ülkenin başkanı Allah’ın ayrı ayrı halifesidir. Bir topluluk içinde çokluk olmaz. Ama her toplulukta tek olan Allah ve O’nun halifesi olan insanlık ayrı ayrı temsil edilir ve o birdir. Birdir ama ayrı ayrı yerlerde birdir. Aynı bir, başka yerlerde başka bir olarak görülür. Bir dağa değişik yönlerden bakarsan farklı görünür ama o bir dağdır.
سُبْحَانَهُ (SuBXANaHUv) “O’nun sübhanı.”
“SEBH” uçmak veya yüzmek anlamındadır. O’nun alanı manâsındadır. Yani, Kâinatın tek sahibi vardır. O’nun sahasına başkaları giremez. Her topluluğun kendi varlığı vardır. Başka topluluklar onun sahasına karışmaz. Yerinden yönetim budur. Bir toplulukta tek şeriat vardır. Tek şeriat tek şir’a demek değildir. Çoklu sistem çoklu yargı demek değildir. Çoklu sistemde herkesin kendi dayanışması vardır. Bir kimse iki dayanışma ortaklığında değildir. Hepsi de bir başkanın yönetimindedir.
أَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ (EaN YaKUvNe LaHUv VaLaDun) “O’nun evladı yoktur.”
Topluluk bir bütündür. Herkesin bir görevi ve yetkisi vardır. Allah’ın halifesi ayrı ayrı kişiler değildir. Topluluğun kendisi Allah’ın halifesidir. Topluluk içindeki görevliler topluluğa ait yetkilerini kullanmazlar. Yargı denetiminden kimse ayrıcalığa sahip değildir. Hakemler de hakemlerin denetimindedir. Hazreti İsa Allah’ın oğlu olarak sorunsuz yapılmış, onun halefleri olan papa ile imparator da sorunsuz kılınmıştır.
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ (LaHUv MAv FIy elSaMAvVAvTı) “Semâvâtta olanların hepsi O’nundur.”
Canlı cansız O’nundur. O’nun dışında O’nun bir ortağı yoktur, evladı da yoktur. Onun yeryüzündeki halifesi de topluluktur. Kişiler başkan da olsala keyfi hareket edemez. Herkes şeriata göre hareket etmekle yükümlüdür. İmtiyazlı kimse yoktur. Kralın da, papanın da şeriat içinde diğer insanlardan ayrıcalığı yoktur.
وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va MAv FIy eLEaRWı) “Ve yerde olanlar”
“Doğal düzen için nasıl her söz Allah’ın ise, yerdeki insanlar için de hüküm aynıdır. Yeryüzünü insanın halifeliğine bırakmışsa da, onu terk etmiş, halife her şeyi yapabilecek anlamında değildir. Yeryüzünde ilâhlık O’na aittir.
وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(171) (Va KaFAy Bi elLAHi VaKIyLan) “Allah kefil olarak yeter.”
Herkes Allah’a dayanmalıdır, O’n karşı sorumludur. Başka kimseye karşı sorumlu değildir. İnsan kamuya dayanmalıdır. Ona karşı sorumludur. Kişi kişiye kul olamaz; ne İsa’ya, ne imparatora, ne din adamına.
***
لَنْ يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ (LaN YaSTaNKiFa eLMaSIXu) “Mesih istinkâf etmeyecek.”
“Mesih’in istinkâf etmediğini” değil de “etmeyeceğini” söylemektedir. Âhirette de istinkâf etmeyecek anlamı verilebilir. Bunun anlamı şudur ki, âhirette ibadet vardır. Cennette olanlar ibadet ederek derecelerini yükseltirler. Melekler için de durum böyledir. Cehennemde de ibadet edip azaplarını hafifletirler, hattâ oradan çıkabilirler. Bir başka manâsı, bu dünyaya tekrar gelecekse, Mesih geldiği zaman dünyada istinkâf etmeyecektir. Zaten şimdi de uzayda yaşadığına göre şimdi de ibadet etmektedir. Sadece onun için zaman çabuk geçmektedir.
“İstinkâf” “NKF”nin istif’al bâbındandır. “İstirkab”, diz çökmek oturmak demektir. Verilen bir emre itaat etmeyip oturup direnmek, hareket etmemektir. Yapmamak için direnmek, kaçınmak demekeir.
أَنْ يَكُونَ عَبْدًا لِلَّهِ (EaN YaKUvNa GaBDan LelLAHi) “Allah’ın abdi olmaktan istinkâf etmez.”
“ABD” kelimesi, “amd” kelimesi ile akrabadır. Amd, direk demektir. Kapının önünde dikilip verilecek emri beklemek ibadettir. Bir tür bekçilik yapmaktır.
Allah Hazreti İsa’ya ne emir vermişse onu yapacaktır. Bu dünyaya gelecekse, dünyada emri yerine getirecektir. Şimdi de uzayda füze içinde öyle yapmaktadır. Âhirette cennette de öyle yapacaktır. Mesih, Tanrı’nın oğlu değil, abdidir, kuludur. Kulu demek, görevlisi demektir.
Osmanlılardaki kamu görevlilerine “kul” denmektedir. Köle, kişinin kuludur. Ancak savaş esirleri köle olabilir. Kul ise kamu görevlisidir. Hürlerden de atanır.
وَلَا الْمَلَائِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ (Va Lav eLMaLaEıKaTu elMUQarRaBUvNa)
“Mukarreb olan melekler de istinkâf etmezler.”
Meleklerin de organize olmuş toplulukları, işbölümü ve yetkilileri vardır. “Mukarrabûn” kelimesinin kullanılması yani kurallı çoğul getirilmesi bunu ifade eder. Mukarreb, Allah’a yaklaşanlar anlamına geldiği gibi birbirine yakın olmak demektir. Mü’minler de birbirine takarrub ettikçe, birbirine yaklaştıkça Allah’a yaklaşmış olur. “Mukarreb olmak” demek, cemaate devam etmek, birlikte çalışmak, zekât vermek demektir.
Birlikte market işletenler, buna katkıda bulunanlar mukarreb olmuş olurlar. Melekler bununla tavsif edilmiştir. Ben kazanayım değil de, biz kazanalım derseniz, mukarrebundan olursunuz. Ortaklıktan, birlikten kaçınan kimse ise Allah’a ibadetten istinkâf etmiş olur.
Hazreti İsa ile beraber neden meleklerden bahsedilmiştir?
Hazreti İsa şimdi uzayda ise melekler gibi ibadet etmektedir. Cennette de insanlar melekler gibi ibadet edecekler. Günah işleyip azabı istihkak etmeyeceklerdir. Ama sevap işleyip derecelerini yükselteceklerdir. Dolaysıyla, nasıl melekler ibadetten istinkâf etmezlerse, cennette olanlar da istinkâf etmezler.
وَمَنْ يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ (Va MaN YaSTaNKiF GaN GıBADaTıHı)
“O’na ibadetten kim istinkâf ederse, O’nun verdiği emirleri kim yerine getirmezse.”
Birbirine takarrub edip Allah’a kurbet etmezse o da haşrolacaktır. Yakası bırakılmayacaktır. Cehenneme götürülerek ona ibadet etme, takarrub etme öğretilecektir. İster peygamber olsun, ister kral olsun, herkes âbiddir ve şeriatın hükümleri içindedir. Kimsenin imtiyazı yoktur. Adil yargı sistemi vardır. Ama imtiyazlı insan yoktur. Herkes yaptıklarının hesabını yargı karşısında verir. Dokunulmazlık yoktur.
Oysa, bugün devlet başkanının kaldırılamayan dokunulmazlığı vardır. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları vardır. Erler dahil, bütün askerlerin dokunulmazlıkları vardır. Yargıçların dokunulmazlıkları vardır. Kapıcının bile -eğer kamu görevlisi ise- dokunulmazlığı vardır.
Kimlere dokunulabilir? Kamu görevlisi olmayan herkese dokunulabilir. Çalışana dokunulabilir, esnafa dokunulabilir, çiftçiye dokunulabilir. Çünkü bunlar paryadır.
İşte, Hazreti İsa’nın tanrılaştırılması bu imtiyazlı sınıfı oluşturmak içindir.
Fıkıhta dokunulmazlık yoktur. Herkes tarak dişi gibi eşit olarak çıkar. Sultan Fatih, bir mimar onun dediği gibi yapmadı diye kolunu kestirmiş, mimar da kadıya baş vurmuştur. Fatih duruşmaya gelmiş ve kadının yanında oturmuştu. Kadı; “Senin yerin orasıdır begüm.” demiş, onu sanık sandalyesine oturtmuş ve kolunun kesilmesine mahkum etmiş, ancak yapılan fiil kamu adına yapıldığı için kısas diyete dönüşmüş ve hazineden mimarın diyeti ödenmiştir. Mimar müslüman değildi ama hakkını padişahtan söke söke almıştı.
“MEN” kelimesi kullanılmıştır. Kim olursa olsun; Hazreti İsa da olsa, Hazreti Muhammed de olsa, kim olursa olsun, kim istinkaf ederse, o haklardan mahrum olur.
وَيَسْتَكْبِرْ (VaYaSTaKBiRu) “Ve istikbar ederse”
“İbadetten istikbar etme” tembellikten ileri gelirse, onun cezası belki sevaptan mahrumiyettir. Ama isyan olmadığı, şirk olmadığı için cezası yoktur. “Ben bu kadar basit işleri nasıl yaparım? Ben kralım, kıral soyundanım! Ben peygamberim, ben kilise mensubuyum!” der de Allah’ın emirlerini yerine getirmezse, bu durum kendisini Tanrı ile eşleştirmedir. Kendini topluluğun yerine koymaktır. Bu yerilmektedir.
Kamu görevlisi kamunun hizmetçisidir, kuludur; kamunun temsilcisi değildir, halifesi değildir. Başkan topluluğun elçisidir, halifesi değildir. Elçi demek, kendisi bir şey katmadan sadece onun söylediklerini yapan veya aktarandır. Halife ise, onu halef yapan kimsenin yetkili vekilidir. Onun adına karar alma yetkisine sahiptir.
Peygamberlerin böyle bir yetkisi yoktur. Onlar sadece elçidir. Başkanlar dahil, kamu görevlileri de böyledir. Kendileri şeriat vazedemezler, sadece şeriatı uygularlar.
فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيْهِ (Fa Sa YaXŞuRuHuM EiLaYHi) “Onları kendisine haşredecektir.”
Öldükten sonra herkes gelecektir. Onları bir yerde toplayacaktır. Aynı safta toplayacaktır. Devlet başkanı da, köylü de aynı sıraya girecektir. Peygamberler de orada olacaktır. Âhirette insan insana soramayacaktır. Âhiretin görevlileri insanlar olmayacak, melekler görevli olacaktır. Peygamberler de krallar da aynı sandalyede davalı ve davacı sandalyesinde oturacaktır. Savcı da aşağıda onların yanında oturacaktır.
“Haşere” sürü hâlinde yürüyen böceklerdir. Halkı bir araya toplamak “haşretmek” demektir.
جَمِيعًا(172) (CeMiGan) “Cemian.”
Hepsi bir arada haşrolunacaktır. Adem aleyhisselâmdan kıyamete kadar bütün insanlar birlikte haşrolunacaktır. Kimi erken doğmuş, kimi geç ölmüş, ayrı yerde ölmüş. Nasıl bir arada haşredilecektir?
Bir sıraya dizilmiş arka arkaya giden insanları düşünün. Kimi katılıyor, kimi yolun kenarına çekiliyor. Nasıl birden bir araya gelirler? Önce ‘dur’ komutu verilir, herkes durur. Sonra da ‘sağa dön’ denir, herkes sağa döner. İleriye doğru birlikte yürüyebilir. İşte dört boyutlu uzaya doğru böyle haşr olacaktır. Herkes hesabı vermek üzere bir arada haşredilir. Bir vakit içinde hesapları görülüp cennet ve cehenneme gönderileceklerdir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(173)
يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا(174) فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَاعْتَصَمُوا بِهِ فَسَيُدْخِلُهُمْ فِي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْه صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا(175)
فَ (Fa) “Fe”
Arapçadaki atıf harfleri on kadardır. “Fe” atıf harfi de bunlardan biridir. Va = Ve, Fe = (gel)İP, EV = Ya da, EM = Yoksa, Lâ = Değil, BeL= Doğrusu, LâKiN = Değil doğrusu, EmMâ = İse.
“Ve”de sıralama yoktur. “Fe” de ise vardır, ayrıca takip de vardır.
Bundan önce “Sizi cemian haşredecektir” denmiştir. Mü’min, müslim, kâfir, münafık, kim olursa olsun, birlikte cem edileceklerdir. Ondan sonra ne olacak? Haşrın sonunda sorguya çekilecek, bunun arkasından cennet veya cehenneme gidilecektir. Gelinir gelinmez bir muhasebe müddeti vardır. Ancak muhasebe müddeti olup ifanın içindedir. Hiçbir şey zaman dışı olmaz. O halde muhasebe de ani olmayacaktır. Ama muhasebeye başlanıp en süratli şekilde sonlandırılacak ve hemen cennet veya cehenneme sevk edilme aralıksız olmuş anlamındadır.
Bunun başka anlamı, geçiş zamanı muhasebe zamanıdır. Orada kalma zamanı değildir.
أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (EamMA elLaÜIyNa EaMaNUv) “Dayanışma ortaklığı kurmuş olanlar.”
Kur’an asla yeni icad edilmiş ve uydurulmuş kelime kullanmaz. O gün Arapların kullandığı dili kullanır ve kendisi o kelimelere yeni manâlar yükler.
“EalLaÜIyNa EaMaNUv”yu “dayanışma ortaklığı kuranlar” anlamında kullanır. Medine’ye hicret edip dayanışma ortaklıklarını kurduktan sonra Kur’an “Ey iman eden kimseler” diye hitaba başlamıştır.
Cuma namazını kılan ve nöbet tutan, tutmayanların ise bedel verdiği topluluklar “iman etmiş topluluklar”dır. İlkel topluluklarda dayanışma ortaklıkları kurmaya fazla gerek yoktur. Çünkü herkes birbirini tanıyor ve kendiliğinden zaten dayanışma içinde oluyorlardı.
Bugün ise sanayi dönemine geçilmiştir ve birbirini tanımayan kimseler birbirleriyle iş yapmaktadır. Gelecekte sadece dayanışma ortaklığı kuran kimseler yaşayabileceklerdir. Çağımızda “dayanışma ortaklığı”nın kurulması, hava misali ihtiyaç hâline gelmiştir. Halk sözleşmelerle mutlaka “hizmet kooperatifleri” ve “dayanışma ortaklıkları”nı kurmalıdır. Not: ‘www.akevler.org’a artık eski seminerler de girmelidir. Süleyman Karagülle
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMiLUv elÖAvLıXAvTı) “Ve salihatı amel ederler.”
Kur’an’daki “Elleziyne Âmenû” kelimeleri “dayanışma ortaklığını kuranlar” anlamına geldiği gibi; “Sâlihâtı Amel” de “plan projeye göre amel edenler” demektir. Kişiler iradelerini kullanacak ve istedikleri işleri yapacaklardır; ancak, standartlara ve planlamaya göre iş yaparlarsa kendi çıkarlarına göre yapacaklardır.
Bir arabanın lastiğini imal eden başka, cantını imal eden başka kimse olacak ama lastik canta uyacaktır. Bu salih ameldir. İsteyen istediği arsa üzerinde istediği binayı yapabilecektir, ancak bu bina imar kanununa uygun olacak ve yapılan iş projeye göre başlayacaktır. Binanın projesini, belediye dahil hiç kimse onaylamayacaktır. Sadece yapı yetkili imar mevzuatına ve genel planlamaya (irtifa gibi) uygun olmalıdır. Uygun olmazsa mutazarrırlar hakemlere gidebilirler. Bir kimse temel atıp birkaç kat çıkarak bırakabilir. Burada eğer projeye göre inşaat yapılmışsa, yapılan yatırım kadar o yapıya iştirak etmiş olan kalan inşaatı tamamlayabilir.
“Ameli Sâlihât” tabiri içinde bugün uygulanmakta olan pek çok mevzuat meşru hâle gelmiş olur.
“Men Amile Sâlihan” denmemiş, kurallı dişi çoğul ile cemaat sigası getirilmiştir. Bu çoğul sigası, “sistemi” yani “düzeni” gösterir. Sûrenin sonlarına gelirken; gerek “dayanışma ortaklığı”, gerekse “sâlihatı amel” ile işaretini yaparak “hukuk”un temel kurallarını da söylemiş olmaktadır.
فَيُوَفِّيهِمْ (Fa YuVafFiYHiM) “Onlara tevfiye edilecektir.”
“Vefa” “Kefa” kelimesi ile akrabadır. Kefa, kifayet etmek demektir.
“İfa etmek” borcu kapatmak demektir. Türkçede “itfa” kelimesi kullanılmaktadır. İtfa bu manâda Kur’an’da kullanılmaz, “ifa” kelimesi geçer. “Vefat” kelimesi, insanın ömrünü doldurup dünyadan ayrılmasıdır.
Görevine son verme “TEVFİYE” anlamındadır. Eğer Hazreti İsa ölmemişse ve bir daha gelecekse…
“Seni tevfiye edecektir” demek, seni görevden alacak demektir. Vali merkeze alınacaktır.
Burada ifa eden Allah’tır. Bu âyet haşirden sonra geldiğine göre, âhirette ödenecek ücrettir.
أُجُورَهُمْ (EuCUvRaHuM) “Onlara ücretlerini tevfiye edecektir.”
Bu dünyada dayanışma ortaklığı kurup uygun işler yapan kimselerin “ücretleri” Allah tarafından âhirette ifa edilecektir. Haşirden sonra ifa edilecektir. “Ecr” genel olarak emek karşılığıdır. “Ücret payı” olarak da manâlandırılır. Ancak asıl “ecr” miktardır. Davranışlara biçilen karşılıktır. Sonuçla değerlendirilmez. Âhirette insanlar mükâfatlandırılırken davranışla muhakeme edilecek, sonuçla ölçülmeyecektir. Eğer bu dünyada da aynı şey yapmak isteniyorsa, işe gelen herkese asıl ücret verilir. Ondan sonra da verime göre prim de verilir.
وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ (Va YaZIyDaHuM MiN FaWLiHi)
“Ve fadlinden onlara yapacaktır, fazlinden onlara ziyade edecektir.”
Birlikte iş yapmanın çok büyük verimi vardır. Gerek üretimde, gerek tüketimde birlikte yapılan işler büyük bereket getirir. Öyle işler de vardır ki, tek başına yapılamaz. Ağır bir cisim birlikte kaldırılabilir.
İşte bütün bu imkanlar Allah tarafından insanlara lütfedilen imkanlardır. Âhirette de ücrette en az bire on ziyade edilecektir. Bu dünyada da bu fazlalık oluşmaktadır.
Kapitalistlere göre bu fazlalık sermayeye aittir. Sosyalistlere göre bu fazlalık devlete aittir.
Kur’an’a göre bu fazlalık yine halka aittir. Halka ihtiyaçlara göre veya katkılara göre bölüştürülecektir.
“Onlara ziyade eder” demekle, onlara ekler demektir. Bu yol gibi bütününe birden olabildiği gibi, yoksulluk payı gibi muhtaçlara bölüştürülür. Elektrik, su, gaz gibi girdileri üreticilere ürettikleri nisbette bölüştürür.
وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُوا (Va EamMa elLaÜIyNa iSTaNKaFUv) “İstinkâf eden kimseler ise.”
“İstinkâf eden” istirkâb eden anlamına yakındır. Yani, çöküp bir türlü sallanmama, yerinden ayrılmama demektir. İnatçı develer çöktükten sonra yerlerinden kalkmak istemezler.
“İstinkâf eden” demek, direnen demek, iş yapmayan demek veya istenen işi yapmayan demektir.
Bir yenilik yaparsınız; insanların çalışmalarını ve tüketimlerini ona göre ayarlamalarını istersiniz. Bir de bakarsınız ki buna karşı direnirler, bir türlü dayanışmaya ve ameli salihe gelmezler.
“Adil Düzen Çalışmaları”nın başına gelen macera budur. Gerek Akevler’de gerekse Millî Görüşte ortaya çıkan direnmeye galip gelemediğimizden bugün başarılı olarak hâlâ “Adil Düzen İşletmesi” kuramadık. Bu direnme sadece başkalarında değil, bizde de mevcuttur. Eski alışkanlıklarımızı zor bırakıyoruz. Herkesin yaptığını yapmak bize kolay geliyor. Bunun ilacı, dayanışma ortaklıkları kurup birinin yaptığını tamamlayan işler yapmaktır. Bizim ümidimiz, bütün bu eksikliklerimize rağmen sabırla dayanmamızdır. Başarısızlıklarımız bizi yıldırmamıştır. Ahşap ev işine giriştik, yapamadık… Çatalca’da markete giriştik, başaramadık… Poşet imalatı işine giriştik, başaramadık... Kavak işinde başaramadık, Kırgızistan’daki girişimlerde başaramadık... Ama inancımızı kaybetmedik, ümidimizi kesmedik, hâlâ devam ediyoruz… Zaman zaman benim ümidim kesilmiştir, ama cemaatin ümidi kesilmemiş, bensiz de devam etmişlerdir… Haseneler seyyieleri izhab eder.
وَاسْتَكْبَرُوا (Va iSTaKBaRUv) “Ve istikbar ederler.”
Dayanışma ortaklığına katılmak ve ameli salih işlemekten istinkâf eder, istikbar ederler.
“İstikbar etmek” kendini büyük görmek, kendisini halktan ayrıcalık içinde düşünmektir.
Ayrıcalıklı mahallerde oturmak, ayrıcalıklı iş yapmak, ayrıcalıklı muamele istemektir. Sınıf oluşturmak insanların düştüğü hastalıktır. Belli kimselerle sohbetlere katılmamak, onlarla bir arada oturmamak hastalığı vardır. Üst sınıf mahalleler oluşturulmakta, oraya göç etme ve oraya taşınma büyüklenmenin ideali olmaktadır.
Anadolu’da köylüler büyük sıkıntılar içinde çocuklarını yetiştirirler. Çocuk tam kendilerine yarayacağı, çobanlık yapacağı, iş yapacağı zaman gönderip okuturlar. Büyük sıkıntı ve ıstıraplar içinde çocuklarını mühendis yaparlar, doktor yaparlar. Öyle gün gelir ki, artık o mühendis onu okutan ve büyüten anne babasından utanır hâle gelir. Yanına alamaz, ona bakamaz olur. İşte bu istikbar insanları hayatta birbirinden koparmaktadır.
Sanayileşme döneminin en büyük sorunu bu istikbardır. Bu istikbar iş hayatına aksetmiştir. Mesela, ‘ben okudum, büyük adamım, artık herkesin yaptığı işi yapamam’ der! Bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki, mesela emekli askerleri siyasetten uzak tutmak için; ‘Siz büyük insansınız, bu adi siyasette karalanırsınız!’ denmiştir. Böylece bu kesim ülkeye hizmet etmekten uzak tutulmaktadır. Mühendisler eline eğe alıp sürtemezler, tornavida veya anahtar ile bir şeyi sıkamazlar. Çünkü o adi bir iş ve işçi işidir. Ondan sonra da mühendis ünvanını alır ama mühendis olamazlar. Türkiye’de planlı projeli sanayileşme bu sebeple olamamaktadır.
Büyük olan yalnız Allah’tır. Biri padişah bile olabilir ama o büyük değildir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm bir gün şöyle diyor: “Zenci de olsa, cüce de olsa mutlaka başkana itaat ediniz.” Arkadaşları; “Facir, fasık olsa da uyacak mıyız?” diyor. Kıyamete kadar insanlara yol gösterecek balyoz gibi sözü söyleyerek şöyle buyurdu: “Evet, siziz toplantılarınıza (namazlarınıza) katılıyorsa itaat ediniz.”
İşte köşklere çekilip yönetimde bulunmak ayrıcalık demektir. Başkanlıktan ıskatına sebep olmaktadır.
Buna başka bir uygulamayı daha örnek verelim. Halife Hazreti Ömer’e şikayette bulunuyorlar ve; “Filan vali oturduğu makam odasına kapı koydu, izinle giriliyor!” Halife Ömer müfettiş gönderiyor ve diyor ki; “Önce git, kimseye bir şey sormadan kapı varsa sök ve yak, valiyle ondan sonra görüş.”
“Adil Düzen” sözle olmaz. Bucak başkanı ile sorunlarını çözeceksin, toplantılar açık olacak, günde beş defa yanına varabileceksin. İnsanlar da meskenlerde ve giyimde sınıf oluşturmalarından kurtulacaklardır.
فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (Fa YuGaüÜiBuHuM GaÜaBan EaLIyMan) “Onlara elim azabı tazib edecektir.”
Yukarıda böyle olanları âhirette birlikte haşr edeceğini bildirmişti. Ondan sonra “Fa” harfi ile âhirette iman edip ameli salih işleyenlere ücretler verileceği, ziyade yapılacağı, istinkâf edip istikbar edenler için ise elim azap vaadedilmektedir. Bu âhiretteki elim azaptır. Burada “Fa” harfinin getirilmesi, “ellezine”ye bir tür işaret manâsının verilmesidir. Hükmün tanımı içindir. “Ellezine” harfi tarifle marifedir. Belli kimseleri azab eder manâsı verilir. “Fa” gelince “ellezi” istiğrak için gelmiş olur. “Ellezi darabe yudreb” derseniz, döven dövülecektir manâsı çıkar. “Ellezi darabe Fa yudreb” derseniz, döven herkes dövülür manâsı çıkar.
وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ (VaLAy YaCıDUvNa LaHuM) “Kendilerine vecd edemezler.”
Buradaki “lehum” “lienfusihim” demektir. İstikbar eden kimseleri halk sevmez. Onlar birbirlerini de sevmezler, çünkü onlar varlık yarışındadırlar. Kendilerinden daha fazla varlıklı olanlara düşmandırlar. Varlıksız olanları da aşağı görüp yanlarında olmalarından hoşlanmazlar; ‘bu kim ki bizim yanımızda oturuyor, bizim bulunduğumuz meclislere katılıyor’ derler. Dolayısıyla onların bu dünyada dostları yoktur, öbür dünyada da yoktur. Tarikatçı bir genel müdürle görüşmüş, genç mühendislerin değerlendirilmesini önermiştim. ‘Ben onlarla uğraşamam!’ demişti. Bu sınıflaşma her yerde vardır. Şeytan fazla muttaki olduğu için şeytanlaştı.
Bir insan kendisini diğer insanlardan her ne şekliyle olursa olsun farklı görmemelidir. Bu zenginlikte olabilir, ilimde olabilir, makamda olabilir, ittikada olabilir. Kendisini farklı görürse o artık şeytanlaşmıştır.
Bu sebepledir ki kimseye aşırı saygı göstermeyeceksiniz, elini öpmeyeceksiniz. Ya herkese ayağa kalkacak, ya da kimseye kalkmayacaksınız. Yüzüne methiyeler yapmayacaksınız. Çünkü o bunların etkisinde kalır, kendisini bir şey zanneder ve şirke girer, isyana girer.
Kimsenin arkasından eksikliklerini konuşmayacaksınız. Yüzüne karşı da kendisini methetmeyeceksiniz. Hakkı tavsiye budur. Ben sizin eksikliklerinizi sayacağım, siz de benin eksikliklerimi sayacaksınız. Böylece istikbar illetinden kendimizi koruyacağız, birbirimizi aşılayacağız. Yani, hakkı tavsiyede sabırlı olacağız.
مِنْ دُونِ اللَّهِ (MiN DUvNı elLAHı) “Allah’ın dununda bulamazsınız.”
Mefhumu muhalefetle de olsa Allah’ı bulabilirsiniz demektir. Bunun anlamı şudur ki, âhirette de olsa, bu istikbar ve istinkâf edenler azaplarını çekerler. Salih amel etmeye başlarlarsa orada da Allah onlara velayet edecek, nusret edecektir. Yoksa “Min Duni Ehad” denirdi.
وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(173) (VaLiyYan VaLAv NaÖIyRan) “Ne veli ne de nâsır vecd edemezsin.”
“Veli” kelimesi arka demektir. Türkçede de “arka çıkmak, arkası olmak” tabirleri vardır. “Bel” kelimesi ile akrabadır. Kollayan demektir. Arka çıkan, destekleyen anlamındadır.
“Velayet” dayanışmadır. İslâmiyet’te sigorta para ile değil insanlar ile olur. İnsanlar birbirlerine dayanarak kendilerini güven altına alırlar. Allah’tan başka bir veli bulunmayacaktır. Âhirette dayanışma ortaklığı yoktur.
“Nasır” yardımcı demektir. “Avn etmek” yapılan bir yardımdır.
“Nusret” ise düşmanlara karşı yardımdır. Savunma yardımıdır. Âhirette melekler ve cinler bunların düşmanı olacaktır. Düşmanlara karşı da onları Allah’tan başka koruyan bulunmayacaktır.
***
يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYUHay elNASu) “Ey insanlar.”
Bu sûre “Ey nâs” diye başlamıştır. Sona erdirirken de “Ey nâs” diye sona erdirmektedir.
İnsanları iman etmiş ve ameli salih işlemiş olanlarla, istinkâf ve istikbar edenleri anlattıktan sonra, onların âhiretteki hallerini bildirmiştir. Bundan sonra dünyadaki durumlardan bahsedilecektir.
Arada yine “Ey nâs” diye hitap etmiş, tüm insanlara ortak uyarılarda bulunmuştur.
Kur’an iman etmiş olanlara ve insanlara hitap eder. Bunlar yaşayan insanlardır. “Beni Adem” dendiği zaman, geçmiş ve gelecek bütün insanları içerir. Kavim olarak yalnız İsrail oğullarının muhatap alır.
قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ (QaD CAvEaKuM BuRHAvNun) “Şimdi size bir burhan gelmiştir.”
“Burhan” delil demektir. “Berk” kelimesine akrabadır. Karanlıklar içinde iken şimşek çakar, ortalık aydınlanır ve her şey birden görülür. Bir problem çözerken aklına birden bir delil gelir ve ortalık aydınlanır. Ondan sonra bulunduğunuz yeri bileceğiniz için karanlıkta da ne yapacağını bilirsiniz.
“İbrahim” kelimesi bu köktendir. Brahmanlık de bu kelimedendir. Kur’an’a da “Burhan” denmektedir. Çünkü Kur’an’a baktığımızda onun ilahi söz olduğunu hemen anlarsınız. Kur’an’ın her asırda bir mucizesi ortaya çıkar, ama şimdi ortaya çıkmış olan mucize burhan mahiyetindedir. Bu âyeti ele alalım:
- Âyette 14 kelime vardır. 2*7=14 جَاءَكُمْ أَنزَلْنَا
- 3’ü marife ve 3 nekire 6 isim vardır. (أَيّ النَّاسُ رَبِّكُمْ) (بُرْهَانٌ نُورًا مُبِينًا)
- 3’ü amil olmayan 3’ü amil 6 harf. (يَا هَا قَد ) ( و مِن إِلَيْكُمْ)
- Muttasıl mef’ul zamir 2, toplam 16 eder (2^4 ) إِلَيْكُمْ جَاءَكُمْ
Görülüyor ki âyette kelimeler gelişigüzel değil, seçkin sayılarla dağılmıştır. Şimdi de harfleri ele alalım.
يَاأَيُّهَا النَّاسُ 10قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ 13 مِنْ رَبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا 14 إِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا14
16 arka harfler. Bu harfler 6+4+6 olarak bölünmüştür.
(E=4 H=2 ) (Q=1 K=3) ( C=1 Y=4 I=1 )
16 orta harfler vardır 1, 1 ve 2, 4, 8 olarak dağılmıştır.
(S=1 D=1) L=2 R=4 N=8
16 dudak harfleri. (4+2)+5+5 A harfi buraya eklenmiştir.
(B=4 V=1 U=1) (M=5+A=5) “Burhan”daki “A”dan dönüşmüştür, sayılmaz. “Mübina”daki “A” sayılır.
Bunların toplamı 48’dir. “N”den dönüşen 2 “M”yi eklersek 50 eder.
Demek âyet 50 harflidir. Bunun 2’si tenvindir ve mime dönüşmüştür. Diğer 48’den 16’sı boğaz, 16’sı orta harflerdir. Kalanı da dudak ve A harfidir.
(16+16+16+2)^50 ve (6+4+6)^16 (2+2+4+8)^16
Son 16’nın dağılımında kesin bölünme olmadığı için onu saymayalım.
مِنْ رَبِّكُمْ (MiN RabBiKuM) “Rabb’inizden size bir burhan gelmiştir.”
Kur’an lafzı mucizedir. Rab’den gelmiştir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gösteren dört tanedir.
- Kur’an’da mukataa harfleri getirilmiştir. Bunların dizilişleri ve sayıları bir mucizedir. Bu hususta eski müfessirler bilgi vermişlerdir. Mesela 28 harfin yarısı zikredilmiş. Her harfin eşi zikredilmiş, “VY”den biri zikredilmiş.
- Kur’an’ın sahifeleri, satırları, sahifelerde geçen “Allah” kelimesi belli ölçüler içinde olmuştur.
- Yukarıda anlattığımız her âyette kelime ve harflerin seçkin ortak yer alması.
- Yeryüzünde mevcut yüz milyonlara varan nüshalar arasında fark olmaması.
Bunlar onu burhan kılmıştır.
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ (Va EaNZaLNAv EiLaYKuM) “Ve size inzâl ettik.”
Yukarıda mucizeli Kur’an’dan bahsederken “size gelmiştir” denmiştir. “Biz getirdik” veya “inzâl ettik” denmemiştir. Kur’an’ın mucizeliği kendi yapısından oluşmaktadır. Elbette o da Allah’ın indirdiğidir ama biz ona bakarız, tetkik ederiz ve onun ilahi olduğunu biliriz. Oysa onun manâsını anlamada ise diğer bilgilere ihtiyacımız vardır. Kıyamete kadar devam edecek olan bir ışık öğretilmiştir. Kur’an’ın manâları zaman ve mekana göre değişik şekilde anlaşılacaktır. Ama “usûl ilmi” yani “anlama ilmi” ise ayrıca bize inzâl edilmiştir. Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan sonra öğretilmiştir. Beyanı sonra bize âyettir, âyette bildirilen ile teyid edilmiştir.
“Usûlü Fıkıh İlmi” doğmuştur. Bu ilim Kur’an’ı aydınlatan bir ilimdir. Eğer “usûl ilmi” olmazsa, Kur’an görülemez ve anlaşılamaz. Usûl Kur’an kadar önemlidir. Çünkü Kur’an ancak usûl ile anlaşılabilir.
O halde Kurân’ı usûl içinde anlamamız şarttır. Bir harita ne kadar önemliyse, o haritayı okumak da o kadar önemlidir. Elinizde çok ilmî bir eser olursa, eğer onun dilini bilmezseniz, o eser hiçbir işe yaramaz. Allah bugün bize aydınlatan nur inzâl etmiştir. Bu nur da tarihte oluşmuş ilimlerdir. Bu ilimler şunlardır.
- TECVİT, yani “kıraat ilmi”dir. Kur’an doğru yazılmıştır ve doğru okunmaktadır. Kıraat ilmi oluşmuştur. Rivayet ilmi oluşmuştur.
- LUGAT. Kur’an’da geçen Arapça kelimelerin halk tarafından kullanılışı ile ilgili ilim oluşmuştur. Böyle kelimeler o gün kullanılan şekli ile bize intikal etmiştir. Bunun için ciltler dolusu kitaplar bize kadar ulaşmıştır. Bu sayede o zamanki dili anlayabiliyoruz.
- SARF, kelimelerin türetilmesi ile ilgili ilimdir. Kalıplar ve vezinler ortaya konmuş, lügat kadar derinlikte kelimelerin nasıl değiştiği tesbit edilmiştir.
- NAHİV, cümle yapısı ilmidir. Kelimelerin bir araya gelerek manâ oluşturmasıdır. Arapçada çok az kelime kullanılır ama cümledeki kullanılışı ile çok çeşitli ve derin anlamlar oraya çıkar.
- MAANİ, bir düşünceyi, bir meramı anlatırken cümleleri nasıl kuracağını ve ondan çıkan manâları öğretir. Mesela, ‘Ben dün Ankara’dan geldim’ derken kastettiğim ile ‘Ankara’dan ben dün geldim’ derken kastettiğin başkadır. Ama cümle aynı şeyleri ifade eder. Birincisinde nereden geldiğine cevaptır, ikincisinde ise ne zaman geldiğini kastedersin. “Nahiv” söyleneni doğru anlama ilmi ise; “Maani” de doğru söyleme ilmidir.
- BEYAN. Bu da dilin geliştirilmesi ilmidir. Şöyle ki, yeni bir kavram ortaya çıkarsa onu ifade edecek bir kelimeyi dilde bulamayız. O zaman biz benzetme yoluyla kelimeye yeni manâ yükleriz. Kelimeyi lügat manâsının ötesinde kullanırız. Böylece dili zamanla geliştiririz. “Sarf” yeni kelime üretmedir. “Beyan” ise mevcut kelimeye yeni manâ yüklemedir.
- BEDİİYYAT. Bir malı ürettiğiniz zaman onu piyasaya pazarlamak için ona güzellik vermek zorundasınız. İnsanların duygularına da hitap etmeli ve onu sevmelidirler. Çiçek yalnız bal özünü yapmakla çiçek olmaz, ona arıları cezbetmesi için renk renk güzelliği olan taç yaprakları ile donatılmalıdır. Biz konuşurken kendimizi dinletecek şekilde konuşmalıyız. Bizi duyan konuşmamızdan hoşlanmalıdır. Bu sözlerdeki çekicilik ile olduğu gibi, düşündürürken aynı zamanda duygulandırmalıdır da. Bunun ilmine “Bediiyyat” denir.
- MANTIK. Konuşmaların tamamlanması için muhtevası doğru olmalı, çelişkili olmamalıdır. Düşündüğünüz zaman içinde yanlışlıklar olmamalı, çelişkiye düşülmemelidir. Bu ilme de “Mantık” ilmi diyoruz.
İşte bu ilimler bir araya gelirse ve Kur’an bu ilimlerle okunursa, o zaman Kur’an’ı anlar oluruz.
Demek ki bu ilimler nurdur. Kur’an’ın anlaşılabilmesi için MANTIK, MATEMATİK USÛL ve GRAMER ilimlerinin bilinmesi gerektiği gibi, bu ilimlere dayanılarak KÂİNAT da okunmalıdır.
ZAMAN, MEKAN, MADDE, ENERJİ (kudret) ilimlerinin; DİL, SANAT, TEKNİK ve HUKUK ilimlerinin; ATOM, NEBATAT, HAYVANAT ve IŞIK ilimlerinin; RUHİYAT, TERBİYE, CİHAD ve İÇTİMAİYAT ilimlerinin; TARİH, ÂHİRET, TEKÂMÜL ve FEN ilimlerinin tedris edilmesi gerekir.
Bu ilimler de Allah’ın bize inzâli ile öğrenilmiştir. Biz bugün “II. Bin Yıl Medeniyeti”ni oluştururken, Müslümanların oluşturduğu “sosyal ilimler”le, Batılıların geliştirdiği “doğal ilimler” birer nur olarak önümüzü aydınlatmakta, bize neler yapmamız gerektiğini öğretmekte, başımıza neler geleceğini bildirmektedir.
نُورًا مُبِينًا(174) (NUvRan MuBIyNan) “Mübin bir nur.”
“Nur” aydınlık demektir. “Mübin” beyan eden, açıklayan demektir.
Kapalı bir bohçayı açarsanız içindekilerini beyan etmiş olursunuz. Okuduğumuz Kur’an, yazılan kitab bir burhandır. Onun ilahi söz olduğunu gösteren bir eserdir. İçinde de burhanlar doludur, kanıtlar doludur. Onu açıklayan ve aydınlatan bir ışığa ihtiyaç vardır. O ışık onun içinde olanları ortaya çıkarmalıdır.
Kur’an nâzil olurken sual sorulması yasaklanmış ve sadece Hazreti Peygambere yorumlama yetkisi verilmiştir. Hazreti Peygamber örnek uygulamalar yapmıştır. Allah nuru Hazreti Muhammed’e değil, bize inzâl etmiştir. 1500 yıl içinde oluşan ilimler sayesinde Kur’an anlaşılır ve aydınlanır hâle gelmiştir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okuyunuz ve orada anlatılanları fıkıh kitaplarında anlatılanlarla mukayese ediniz. Batı’nın kanunları ile mukayese ediniz ve onların ne kadar ilkel kaldığını görünüz. Kur’an’ı okurken şu iki projektörü elimizde tutmalıyız; Müslümanların oluşturduğu müsbet ilimler ve Batılıların geliştirdiği tabii ilimler. İkisi bir arada tek nur olmaktadır. Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası böyle çalışmaların mahsulüdür. O eserde anlatılan konular iyice öğrenilmeli ve Kur’an ona göre yorumlanmalıdır.
Biz sizlere bunları aktarıyoruz. Kur’an sokaklarında dolaşırken bu ilimler elimizde rehber olacaktır. Kur’an ve usul insanlığa gelmiş ve inzâl olunmakta olan bir nurdur. Tüm insanlık bundan yararlanmalıdır.
İNSANLIKTAN İSTEDİĞİMİZ NEDİR?
- Herkes kendi dininde ve ibadetlerinde kalsın. Halkı dinlerinden çevirmek mümkün değildir. Allah’ın istediği de bu değildir. Dinler arası rekabetin olabilmesi için çoklu sisteme ihtiyaç vardır.
- İnsanlar ilimde birleşmelidirler, sosyal ve doğal ilimlerde birleşmelidirler. Ekoller oluşmalı ve tartışmalıdırlar. Herkes kendi ekolünü savunmalıdır ama karşı ekolleri de öğrenmelidir. Böylece ilimde evrimleşme sürüp gidecektir.
- Bütün mukaddes kitaplar ilim adamları tarafından tetkik edilmeli, ilmî kritiğin içine alınmalıdır. Din adamları bu kritiklerden rahatsız olmamalıdır. Alimlerin söyledikleri kesin değildir, onların görüşüdür.
- Ortak ilmî dil ve usûl geliştirilmelidir. Bu dil Kur’an dili olacaktır, Usûlü fıkıh olacaktır. Her din kendisine dinî metin alabilir, onu bu usûl içinde yorumlar.
***
فَ (Fa) “Fe”
Buradaki “Fa” harfi fa-i tafsiliyedir. Bütün insanlara gelmiş bulunan Kur’an ve inzâl edilen nur karşısında insanlar iki kısım oluyorlar. Kimi istinkâf edip istikbar ediyor ve âhirette cehenneme gidiyor, kimi de iman edip salih amel işliyor ve cennete gidiyor. Burada ise iman eden kimselerin dünyada nasıl rahmetine idhal olunacağı bildirilmektedir. “Emmâ” ile başlamakta ancak ikinci emmâ gelmemiş, o hazfedilmiştir. Yani, herkese tebliğ eder ama bundan ancak iman etmiş olanlar yararlanırlar.
أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (EamMav elLaÜIyNa EAvMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
İnsanlardan iman etmiş olan kimseler, kendilerini güven altına almış olan kimseler, kendilerini var eden ve kendilerine burhanı ve nuru inzâl eden kimseler ile kendilerini güven altına alan kimseler. Yani, bu kendilerine gelen Burhan’ı (Kur’an’ı) ve onun anlaşılması için ışık olan usûlü benimseyip ona göre hayatlarını düzenleyen kimseler…
بِاللَّهِ (Bi elLAHı) “Allah ile”
Burada “Allah ile” denirken, yukarıda anlatılan Burhan ve nuru gönden Allah anlamındadır. Ne var ki, yukarıda “Biz”, burada “Allah” kullanılmıştır. “Biz”den maksadın “Allah” olduğu ifade edilmiştir. Bir başka noktaya da işaret vardır. Allah’a iman etmek demek, Adil Düzenle oluşmuş topluluğa iman demektir. Çünkü o topluluk O’nun halifesidir. Yani, kişiler kendi çıkarlarını topluluğun çıkarları içinde düşünmeye başladıkları anda Allah’a iman etmiş olurlar. ‘Evet, ben kazanacağım ama bu topluluğa da kazandıracağım.’ diyen kimse Allah’a iman etmiştir. O topluluğu oluşturan fertlerin eğer büyük kısmı iman etmişse, yani çıkarını topluluğun çıkarı içinde düşünüyorsa, o zaman o topluluk için çalışma Allah için çalışmadır. Yoksa siz Allah’a değil de, o çıkarcılara vermiş olursunuz. Böyle bir durum varsa, o zaman o topluluğu oluşturmak için çalışmalısınız.
İşte düzen için çalışma budur. Bu biz şuraya vardırır. Bugün Allah’a iman etmek demek, “Adil Düzen” için çalışmak demektir; yarın da onu korumak için çalışmak demektir.
وَاعْتَصَمُوا بِهِ (Va iGTAÖaMUv BiHİy) “Onunla i’tisam ettiler.”
“İsmet” korunmak demektir, tehlikeye düşmemek demektir. “Takva” da korunma, bir kale içine girerek korunmadır. “İsmet” savaşarak korunmak, zırh giymek demektir. Kendinden çok giydiğin elbisenin seni koruması, yahut bekleyenlerin seni korumasıdır.
“İ’tisam etmek” koruyucusunu bulmak, yani onu koruyucu kabul etmek demektir. Nurla aydınlanmış olan Burhan’ın gösterdikleri ile “Adil Düzen”i oluşturmak ve onun içinde kendini güven altına almak, bunun için çalışmak i’tisamdır. Bir insanın esbaba tevessül etmeden ‘ben Allah’a i’tisam ettim’ deyip oturması şeklinde anlaşılan bir din anlayışı Adil Düzen Çalışanları için düşünülemez. İ’tisam etmek, ittika etmek, ihtida etmek hep bir iş yapmak anlamında olup, sadece düşünmek bir şeyi ifade etmez. Tarikatlar bunu sadece düşünme ve söylemeye irca ederler. Bu hususta onların Kur’an’ı yeniden düşünüp anlamaları gerekir.
فَسَيُدْخِلُهُمْ (Fa SaYuDPıLuHuM) “Yakında onları idhal edecektir.”
Yukarıda insanlar haşr edilecek, kimi cennete kimi cehenneme gidecektir denmiştir.
Burada ise mü’minlerin bu dünyada ulaşacakları rahmet bildirilmektedir. “Se” harfi bunu ifade etmektedir. “Onları idhal edecektir” denmektedir. Rahmetine idhal edecektir.
Onlar “Adil Düzen”e girmekle rahmetine girmiş olur. “Adil Düzen” gerçekten bir rahmettir.
1970’lerde seçim konuşmaları yaparken Prof. Dr. Sabahattin Zaim İzmir’e gelmiş, bizimle görüşmek istemişti. Gece bir evde buluştuk. Bana siyasi düzenimizi sordu, anlattım. Sonra arabaya bindik, evine gidiyordu; “Bunlar olsa insan kendini cennetteymiş gibi düşünüyor.” dedi. “Adil Düzen” gerçekten dünya cennettir. Kur’an ona “cennet” demiyor da, “rahmet” diyor. “İdhal” kelimesini ayrı bir düzen olduğu için ifade etmektedir. Evet, biz çalışmalarımızda dünyaya rahmetin geldiğini görmedik ama onun nasıl geleceğini aktarıyoruz.
فِي رَحْمَةٍ مِنْهُ (FIy RaXMeTin MiNHu) “Kendisinden bir rahmetin içinde.”
“Cennet” bahçe demektir. Maddi refahtır, saadettir. Maddi nimetler oralarda vardır.
“Rahmet” ise manevi çevredir, huzurdur, saadettir.
Hukuk düzeninde insan nereye gittiği ve ne yaptığı zaman kendisinin ne ile karşılaşacağını bilmektedir. Kimse bu kurallar dışında onu rahatsız etmez. Ne yiyeceğinin endişesi içinde değildir. İşsizlik korkusu yoktur. Çevredekiler onu severler, o da onları sever. İşte rahmet budur.
İnsan bu rahmet içine idhal edilecektir. Mesela, aşiret bir rahmettir. Hasta olursunuz, kendi kendinizi idare edemezsiniz, her an birisinin bakımına muhtaçsınız… Sizi hastahaneye götürürler, oradaki insanlar size yabancıdır, hastalığınızdan haberiniz yoktur, refakatçi istersiniz… Refakatçi olarak da mahvolur, sandalye üzerinde günlerce oturmak zorunda kalır ve siz de hasta olursunuz... Bu arada bütün imkanlarınızı tüketirsiniz... Sonunda ya hasta hasta eve dönersiniz yahut kabristana gidersiniz... Ama Kur’an’ın önerdiği “aşiret” içinde iseniz durum değişir.
“Aşiret”te sizin bir mescidiniz vardır. O mescidin bir reviri vardır. Doktor gelir ve sizi orada muayene eder. Yaşlı kadın ve erkekler mescittedirler, nöbetleşe size bakarlar. Gerekirse büyükler de nöbet tutarlar. Aşiretteki herkes sizin yakınlarınızdır, sizin her türkü huyunuzu suyunuzu bilmektedirler. Hasta olduğunuz için herkes sizinle ilgilenmeye başlar, bir dediğinizi iki etmezler. Sevildiğinizi görür ve öğrenirsiniz. Onlar hizmet ettikleri için sevap kazanmakta, siz de sabrettiğiniz için sevap kazanmaktasınız. İyileşirseniz, kendiniz gibi çevrenizi de sevindirirsiniz. Ölürseniz, cennete yollanır, arkanızda olanlar sizi anmak için hayır hasenat yaparlar. İşte bu rahmettir.
Bucak hukuk düzeni içindedir. Sorununuz mu var; hakemler çözer. İl bir rahmettir. Güven içindesiniz. Devlet rahmettir, ülkeniz korunmuştur. Sonunda tüm insanlık birlikte cehaletle ve kötülükle savaşmaktadır.
Bütün bunlar rahmettir. Hissî haklarınızı DİNÎ, fikrî haklarınızı İLMÎ, amelî haklarınızı MESLEKÎ, sosyal haklarınızı SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI korumaktadır. Bunlar rahmettir. Emrinizde 25 “GENEL HİZMET”liniz vardır. Sizden biri ücret almadan size hizmet etmektedir…
-Bu düzen rahmet değildir de nedir? Rahmettir… Çalışın veya çalışmayın, geçinecek kadar geliriniz vardır… İş istediğinizde iş bulabilmeniz için kredi emrinizde… Bunlardan daha büyük rahmet var mıdır?..
وَفَضْلٍ (Va FaWLin) “Ve fadl/fazl”
“Rahmet”in yanında “Fadl/fazl” da zikredilmiştir. Rahmet statik nimettir. Oysa Allah insanları yalnız hallerini koruyan bir durumda var etmemiştir. Evrimleştirmektedir. Evrimleşme, bugün sahip olunanların daha fazlasına ulaştırma demektir. Bugün bildiğimiz sosyal ve doğal ilimler vardır. Ama yarın daha fazla ilme sahip olacağız. Doğal ve sosyal ilimlerde gelişme olacaktır. Bugünkü üretim imkanlarına sahibiz. Yarın bundan fazlasına malik olacağız. Nüfusumuz da artacaktır. “Rahmet” sosyal saadetse, “Fadl/fazl” da ekonomik refahtır.
وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْهِ (Va YaHDIyHıM EıLayHi) “Kendisine hidayet eder.”
Kendisinden rahmete ve fazla idhal edecek ve kendisine giden yola koyacaktır. O yol onları Allah’a götürecektir. Yani, bu dünyada rahmet ve fazilet içinde varolacaklar, “Adil Düzen”de kendilerini cennete giden yol üzerinde bulacaklardır. “Adil Düzen”in en büyük adaleti laiklik olacaktır. Herkes isterse cennetin yolunu kolayca bulacak ve o yola koyulacaktır. Allah’a inanan insanlar açlık ve işsizlik korkusu içinde olmayacaklardır. Kadınların başlarını kimse zorla açtıramayacaktır. Kimseye zorla içki içtirilmeyecek, insanlar zinaya ve fuhşa zorlanmayacaklardır. Hırsızlık yapmak, vergi kaçırmak, rüşvet vermek zorunda kalmayacaklardır. İsteyenler asker olacak, cihad yapacak, isteyenler bedel verecektir. İstemeye istemeye kimse harbe zorlanmayacaktır. Evlere icra dayanmayacak, karakolda polisler dayak atmak zorunda kalmayacaklardır. Herkes Allah’ın istediği şekilde yaşayabilecek ve cennet yolunu bulmuş olacaktır. Bugünkü insanlar günahlar içinde yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Adil Düzen Çalışanları o düzeni getirmek için mallarını ve canlarını veren kimselerden oluşur.
صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا(175) (ÖıRAvOan MuSTaKIyMan) “Mustakim sıratı.”
Fatiha’da her gün ‘bize müstakim sıratı göster’ diye dua ediyoruz. İşte Allah burada cevap veriyor.
Allah’a iman edip Burhan’ı nurun beyanı ile anlarlarsa, müstakim sıratı hidayet etmiş olurlar.
Allah içtihat ve icmalarla sıratı müstakime hidayet edecektir. Bin senedir kapalı bulunan içtihat kapıları açılacak, tıpkı Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Hambel’in yetiştiği devrede olduğu gibi medreseler açılacak, dersler yapılacaktır. Camilerdeki konuşma yasağı kalkacak, DİB yani Diyanet baskısı yok olacaktır. Rahlesini alan mescitlerde kürsü kuracak, öğrenci bulan istediğini okutacaktır...
Devletin görevi öğretmek değil, bilenleri imtihan edip diploma vermektir.
Devlet insanların ne okumayacağına karışmaz, ne öğrenmeleri gerektiğine karar verir ve ondan imtihan eder. Kamuda onları bilenler görev alırlar. Müstakim sırat ancak böyle serbest tedrisat içinde elde edilebilir. Çünkü o şartlar içinde ittifak olursa icma olur. Bugün baskılar altında öğrenme, öğretme ve serbestlik olmayan yerlerde icma olamaz, müstakim sırat da ortaya çıkmaz.
Yeryüzünde serbest tedrisat ilk defa İslâmiyet ile başlamıştır. Havralarda yalnız Tevrat okunurdu. Yunanistan’daki licya ve akademyalarda tek görüş tedris edilirdi. Gimnazyumlar araştırma merkezi idi…
Oysa, Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’de Suffe okulunu kurmuştu. Burada Kur’an öğreniliyor ve öğretiliyordu. Sonra bütün mescit ve camilerde rahlenin başına geçmiş ve derslere başlamışlardır. Ebu Hanife ve Malik ‘ekol’ kurmuş hocalardır. Dersler Osmanlıların son dönemine kadar hep medreselerde yapılmakta idi. Burada öğretmenlik serbest olduğu gibi öğrencilik de serbest idi. Namaz kıldıktan sonra kişi ders halkalarını dolaşır, hangi hocanın dersi hoşuna giderse oraya çöker ve derslere devam eder. Öğrenciler devamlı olarak aralarında tartışırlar. Osmanlılarda ‘rüüs imtihanları’ vardı. Bu derslerden ‘vize’ alanlar genel imtihanla imtihan edilir, rüüs imtihanı yapılır ve ‘dersiam’ ünvanı verilir, bu kişiye karşılıksız maaş bağlanırdı.
Batlıların baskısı ile Cumhuriyet devrinde Tevhid-i Tedrisat getirildi. Bunun yararı oldu, biz Batı’yı öğrendik. Ama artık tekrar medreselerin açılma zamanı gelmiştir. 1500 senedir insanlığa ışık saçan medreseleri Adil Düzenciler diriltmek zorundadırlar. Kur’an dersleri bunun başlangıcıdır, günümüzün Suffe devridir.
Tarihteki medreseler önce Kur’an okuma ve hadisleri rivayetler ile başladı. Sonra fıkıh dersleri başladı. Sonra lisana ait dersler ortaya çıktı. Yunan, Hint, Pers ve Çin ilimleri medreselerde okundu ve öğrenildi. Matematik, fizik, kimya, trigonometri, tip gibi ilimler medreselerde okundu. Batı bu medreseleri üniversite adı altında aktardı. Bugünkü uygarlık Batı medreselerinde doğdu. Şimdi orası da okul hâline getirildi.
Böylece bu sûre müstakim sırata hidayet ile sona eriyor.
Bundan sonra müstakim sıratı gösteren içtihad ve icmanın temel dayanağı olan KIYAS anlatılacaktır.