بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِقِينَ فِئَتَيْنِ وَاللَّهُ أَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُوا
أَتُرِيدُونَ أَنْ تَهْدُوا مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا(88)
وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَاءً فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ أَوْلِيَاءَ حَتَّى يُهَاجِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا(89)
فَمَا لَكُمْ (Fa Mav LaKuM) “Size ne oluyor?” / “Sizin bunu yapmamanız gerekir”
‘Allah’ın sebilinde, devlet düzeninin tesisinde savaşın’ âyetinden sonra; ‘Onlardan sizi selâmlayan olursa siz aynısı veya daha ahseni ile reddedin’ âyetinden sonra; şimdi bu selâm verenler arasında münafıkların olacağına işaret ederek “Fa” harfi ile onları açıklamaktadır.
“Münafık” demek, zahiren devletin ve barışın varlığını kabul ettiği halde, içten devlet düşmanlılığı yapan kimse demektir. Bunlara karşı ne gibi bir tavır takınacağımızı bize öğretmektedir. Eğer iki grup var, ikisi de “mü’min” olduğunu iddia ediyor, ama ikisi birbirine düşmansa, bilin ki; ya ikisi de münafıktır, yahut içlerinden biri münafıktır. Biz bunları nasıl ayırt edeceğiz? Biz her ikisi ile ilişki kurarak onlarla hakkı ve sabrı tavsiyeleşmeye gireriz. Bunlardan her ikisi de görüşmüyorsa, biz onlara Hak uğruna birlikte cihat yapalım dediğimiz halde bizimle işbirliği yapmıyorlarsa onlar münafıktır; biz yapmıyorsak biz münafığız; onlar yapmıyorsa onlar münafıktır. Her ikisi yapıyorsa, biz onlara eşit muamele yaparız. Onları bizimle eşit kabul ederiz. Yapmıyorlarsa, biz Allah’ın emrettiğini yaparız.
- Onlar bizi sevmese de, biz onları severiz. (Âyet; 3/Âl-i İmrân, 119)
- Onlar eğer bir hayır işinde bizimle yardımlaşmak isterlerse, biz onlarla her zaman yardımlaşmaya hazırız. Kötülükte ise onlarla beraber olamayız. İki gruptan birine hasım olamayız. Dostlukta varız, düşmanlıkta yokuz. (Âyet, 5/Mâide, 2) Açık söyleyelim. AK Parti bizimle dostluk isterse varız. Saadet Partisi bizimle dostluk isterse varız. Ama Saadet Partililer AK Partililere düşman olmamızı istiyorlarsa, yokuz. AK Partililer de düşmanlık isterlerse, yoğuz. Bunu ABD ve İran için de söyleyebiliriz. ABD dostluk isterse varız, ama İran’a düşmanlık isterse yoğuz. İranlılar bizimle dostluk isterlerse varız, ama ABD’ye düşmanlık isterlerse yoğuz.
- Biz herkesi dinleriz ve onlardan bize yarayan iyileri seçip alırız; yanlışları ve hataları atarız. Başkalarının yanlışları üzerinde değil, bizim doğrular üzerinde dururuz. Yanlışları alma yerine, doğruları alma ilkemizdir. Başaklarının yanlışlarını aramak bizim işimiz değildir. (Âyet; 39/Zümer, 18)
- Hâsılı; bizim için iyi veya kötü insan yerine, iyilik ve kötülük vardır. Biz iyiliğin destekçiyiz. Hakkı getiririz, bâtıl zâil olur. (Âyet; 17/81) Kötülük ortadan kalkar, kötüler de ya helâk olurlar yahut iyileşirler.
“Mâ” inkâr sorusu olabilir. “Size ne oluyor?” diye tercüme ederiz. Yahut ihbârî olur; o zaman “Sizin bunu yapmamanız gerekir” anlamına gelir. Sonuç olarak her ikisinde de biz böyle olmaktan uzak olmalıyız.
فِي الْمُنَافِقِينَ (FIy eLMuNAvFıQIyNa) “Münafıklarda.”
Biz insanların kalbini yarıp münafık olup olmadıklarını bilemeyiz. Onlar sadece davranışları ile bizim için ya münafık ya da mü’min olur. Bunlar yukarıda anlattıklarımızla açıkça bilinmektedir.
Bizimle görüşmeyi reddediyorlarsa, onların bizimle bir ilişkileri olamaz. Bizi kötülükte ve düşmanlıkta işbirliğine çağırıyorlarsa, onlarla da bizim bir ilişkimiz olamaz. Bizim doğru sözlerimize kulak verip yararlanacakları yerde, bizde yanlışlar arayıp onunla bize saldırıyorlarsa, onlar münafıktır. Hatalarımızı söyleyecekler ama düzeltmemiz için; yoksa bizi mağlup etmek için değil. En önemlisi, çıkacak ihtilaflarda hakemlik sistemini benimseyeceklerdir. Şimdi münafık kimdir konusunu biraz daha ele alalım.
Vücudumuzda iki çeşit hücre vardır. Kimi bizim kendi hücrelerimizdir, bizim ilk hücremizden ayrılarak oluşmuştur. Kimi de yabancı hücredir. Gerek kendi hücremiz, gerekse yabancı hücreler ikişer kısma ayrılırlar. Bulundukları vücudu yok etmek isterler. Bunların yabancılarına mikrop, yerlilerine habis hücre, kanser hücresi demekteyiz. Diğerlerinden yabancı olanlar faydalı bakterilerdir, kendi hücremiz normal sağlık hücreleridir.
İşte bu mikroplara “kâfir” diyoruz. Habis hücrelere de “münafık” diyoruz. Yaşadığı topluluğun yıkılması için çalışan kimselere “münafık” denir. Mü’minlerin özelliklerinden biri de bulundukları topluluğun sağlığı için çalışmalarıdır. O devlet için canlarını verebilirler. Eğer bunu yapmayacaklarsa o topluluğu terk ederler. Dış siyasette ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesiyle adil davranmak, mü’min olmaktır. Ama çıkar hesabıyla veya korkarak düşmanla bir görünmek münafıklıktır. Münafık, iki yüzlü demektir. İçi başka, dışı başka demektir. Genel olarak bu tanım, ülke içinde Müslüman görünüp Müslüman olamayanlar içindir sanırız. Oysa bu ikili görünenler içindir. Takiyye yapan herkes münafıktır. Takiyye yapan mü’min hicret etme imkânına sahip olduğu halde hicret etmezse, o da münafıktır. Eğer devlet karşı devleti kandırıyorsa, savaş halinde değilse o da münafıktır. Birleşmiş Milletler’de açıkça inandığı oyu kullanmıyorsa, o da münafıktır.
Bu şekliyle takiyyeyi meşru görenler için münafıklık her zaman kötü olmayabilir. Sonuç olarak bir toplulukta başkana karşı olmak münafıklıktır. Başkanı yanına alıp başkalarını dışlamaya çalışmak münafıklıktır. Başkanın tarafsız kalması için gayret göstereceksin. Kendin de başkana karşı olmayacaksın. Şimdi bunu küçük beş vakit cemaati için doğru saydığımız gibi insanlık için de doğru saymamız gerekir.
فِئَتَيْنِ (FiEaTaYNı) “İki Fie”
Burada “Fieteyn” münafıkların hâli olarak gelmiş olabilir. O zaman mânâsı: İki fırka olan münafıklar üzerinde sizin bir şeyiniz yok. Onların iki fırka olması sizi ilgilendirmez. Dünya siyasetindeki ikili gruplanmalarda siz devre dışı kalınız. Yurt içi ikili gruplanmalardan da devre dışı kalınız. Lâikçilerin de, anti lâikçilerin de yanında yer almayın. Kürtçülerin de, anti Kürtçülerin de yanında yer almayın. Kemalistlerle anti Kemalistlerin yanında yer almayın. Gericilerin yahut İslâmcıların yanında yer almayın demek olur.
Çoklu sistem hayırda yarış için meşrudur ve gereklidir. Halk çoklu sistemde dilediği partiyi seçer. Partiler on (10) civarında olmalıdır. Mezhepler de öyle. Ama ikili sistem tekli sistem kadar tehlikelidir. İkili sistemde görüşlerden çok insanlar gruplanmakta ve halka takiyye yaparak iktidar olmakta, iktidar olduktan sonra bu sefer söylediklerini yapmamaktadır. Eğer bir camia içinde bir başkanın etrafında toplanmış değişik çoklu grup varsa, orada nifak yoktur.
Türkiye’de mü’min olduklarını iddia eden değişik tarikatlar vardır. Nurculuk vardır, Millî Görüş vardır. Hattâ Akevler vardır. Bunlar İslâmiyet’i kabul etmiş olduklarını söyleyerek cemaat toplamışlardır. Bunlar içinde ikili grup varsa münafıktırlar. Hiç grup yoksa, mü’min değildirler. Bunlar gerçek mümin iseler, bir araya gelip ortak bir hakem başkan seçmek bunlara farzdır. Bağımsız cemaat değil, birer âkile olsunlar. Âkilelerin ortak bir başkanları vardır. Aralarında çıkan ihtilafları çözer. İstişareleri gerçekleştirir. Ortak ihtiyaçları karşılar. Bunların hepsi başörtüsüne karşı olanlara karşıdırlar. Ama güçleri parça parça olduğu için hiçbir güç gösteremiyorlar.
O zaman bu camiaya katılmayan gruplar kâfir olurlar. Şimdi ise kendilerinin doğru olduğunu iddia eden gruplarla, bu iddiada bulunmayan gruplar arasında iman bakımından hiçbir fark yoktur. Benim için CHP ile SP arasında hiçbir fark yoktur. SP’lilerle ilgilenmem benimle görüşmeleridir, tartışmalarıdır. CHP’lilerle görüşme talep ettiğimde cevap bile verme ihtiyacını duymuyorlar. Ama madem ki Türkiye’deki sosyal grupların ortak inandıkları başkan yoktur. Hepsi takiyye olarak devlet başkanına tâbi görünmektedirler. Başbakana tabi görünmektedirler. Muhalefet-iktidar dayanışması var. İşte bu, iki fiet olma anlamındadır.
İslâmiyet’te ekseriyet sistemi olmadığı gibi; iktidar-muhalefet anlayışı da yoktur. İktidar ‘millî mutabakat’ içindedir. Partiler dayanışma ortaklıkları içinde çoklu gruplardır. On (10) civarındadırlar. Gerçek lâiklik, gerçek demokrasi budur. Ekseriyet sistemi demokrasi değildir. İkili bölünmede lâiklik yoktur.
“Fieteyn” “Zaliküm”deki “Küm”ün de hâli olabilir. O halde münafıklar hakkında siz niye iki fiet oluyorsunuz. Kiminiz onları tutuyorsunuz, kiminiz onlara karşısınız. Böyle yapmayın, siz adil davranın. Münafık olsun olmasın, imanın gereği muameleyi yapınız. Görüşürlerse görüşünüz, karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye ediniz. Onlar sizin sözlerinizi, siz onların sözlerini dinleyiniz. İyi işlerde onlarla birleşmeye çalışınız. Aranızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözmeye çalışınız. Onları ne dışlayın ne de sırdaş edinin. Kimin münafık olduğunu siz değil onlar kendileri tayin etsinler. Sizin farklı görüşleriniz olabilir. İkili cephe görüşünüz olmamalıdır. Birilerini tutup diğerlerine karşı olmamalısınız. Bütün partilerle irtibat kurabilirsiniz. Sizi alırlarsa girip çalışabilirsiniz. Ama asla orada kalmanız için taviz vermemelisiniz, takiyye yapmamalısınız. AK Parti’yi veya PKK’yı düşman ilan edip karşı olmayacaksınız. Onlarla hakta birleşeceksiniz. Onlar sizi dışlarlarsa da üzülmeyecek, sıkılmayacaksınız. Siz mü’minsiniz. Siz dışlarsanız mü’min olamazsınız. Temas kurmamak, siyaset yapmamak, kendi kabuğunuza çekilme demek, onları dışlamaktır.
Siz devamlı herkesle irtibat kurup birlikte olmaya çalışacaksınız. Cemaat iseler, katılıp hakkı tavsiye etmeye devam edeceksiniz. Değilseler, onlardan sizinle görüşmek isteyen olursa reddetmeyeceksiniz.
Bu âyet bizim için gerçekten çok ince bir sınır çizmektedir. En zor sorunumuz da budur. Çevremiz düşmanlarla değil, münafıklarla çevrilidir. Yalnız ülke içinde değil, dünyada böyledir. Hattâ bir parti içinde olsak bile, gruplanmalar oluşuyor ve münafıklaşıyoruz. Mü’minler cephe almamak suretiyle bu ikiliği önlerler. Bir partide yöneticiyseniz, sizin aleyhinizde çalışırlar. Siz onlara cephe almazsınız. Onlara asla farklı muamele yapmazsınız. Biz kooperatifte bunu uygulamaya çalıştık. Biz kimseyi dışlamadık. Farklı muamele yapmadık. Kooperatif içinde gruplanma olmadı. Ama çoklu grup da oluşamadı. Dolayısıyla mü’minlerin cemaati olamadık.
وَاللَّهُ أَرْكَسَهُمْ (ValLAHu EaRKaSaHuM) “Allah onları irkas etti.”
“ReKeSe” kelimesi “NeKeSe” kelimesi ile akrabadır. “Nüks etmek” demek, baş eğmek, yüzüne bakmamak demektir. “Reks” rücu gibidir. Geri dönme demektir. ‘Rücu’, iyiye dönmek; ‘Nüks’ ise kötüye dönmektir. Hastalık nüksetti deriz. Reks oldular denmektedir. Bir bataklığa batar, artık oradan çıkamazsın. Çıkmak için debelendikçe biraz daha batarsın. Buna reks denmektedir. Allah onları bataklığın içine sapladı. Debelenip dursalar da o halleri ile çıkamazlar. İnsanlık işte böyle bataklık içindedir.
İnsanlık sosyalizm, kapitalizm, ateizm, özgürlük gibi kavramalar ile büyük bir batağa girmiştir. Debeleniyor ama çıkamıyor. Tüm dinler de böyle bataklık içindedirler. Dinlerin bataklık içinde olmaları, tabii ve sosyal ilimlere karşı cephe almalarıdır. Müslümanlar içtihadı kapattılar. Kilise ise müsbet ilme karşı alenen cephe aldı. Bu batağa girdiler, şimdi çıkamıyorlar. Bu batak bizim evimize kadar girmiştir. Hepimizi kıskaç altına alan işsizlik ve gelir dengesizliği, bu batağın evimize kadar girip gitmez misafir hâline gelişidir. Tek kurtuluş yolunu gösteren bir kitap vardır, o da Kur’an’dır. Eğer insanlar Kur’an’ı tek rehber kabul edip Kur’an’ın emrettiği gibi ilimle onun tafsilini benimserlerse, o zaman bu bataklık kuruyacak ve onlar da çıkacaklardır.
بِمَا كَسَبُوا (BiMAv KaSaBUv) “Kesbettiklerinden dolayı.”
“Kesb” küsbeden gelen kelimedir. Küsbe, yığın yapma demektir. Başlangıçta biriktirilen malın adı iken, sonra kesbetmek yapılan bütün işlere fiil olmuştur. Yapılan alacak veya borç hesabına yazılan her şey kesbdir. Son beşyüz senelik insanlık tarihi hep bataklık içine doğru yuvarlanmıştır. Son ümit sosyalizm olmuş, şimdi ondan da ümit kesilmiş ve bu bataklıktan çıkış çabaları şaşkınlıklara götürmektedir. Tam dinin fonksiyonunu yitirdiği iddia edilen bir dönemde dünya dine doğru dönmeye başlamıştır. Papa II. Paul’un ölümü gösterdi ki, Batı dünyası yeniden dine dönmektedir. Tüm ümidini yitirmiştir. Kilisede hiçbir yenilik ve canlanma görülmediği halde, insanlar yine de ona sarılma ihtiyacını duymuştur.
Türkiye’de de AK Parti iktidar olmuştur. Anayasa ekseriyetine varmıştır. Gerçi oyu üçte birdir. Ancak mahalli seçimlerde bu oy yüzde kırkları aşmıştır. Saadet Partisi %4 almıştır. Bu 48 eder. MHP %12 almıştır. Bunlar %60 etmektedir. Bu arada HADEP’e oy verenler de ateistlere oy vermediler. Genç Parti de öyle. DYP ve ANAP için de durum farklı değildir. Dindar görüşün oyu üçte ikiden fazladır. Ne var ki, bu partilerin durumu da kiliseden farksızdır. İnsanlık bataktadır. Çevre kirliliği batağı, mafya batağı, silahlanma batağı, neslin dejenerasyonu batağı. Bataklık kurutulamıyor. Türkiye işsizlik batağında, borç batağında, zulüm batağında, satılmışlık batağındadır ve bataktan çıkamıyor. Tek çıkar yol vardır; “Adil Düzen”, ona da düşman kesilmişler!..
أَتُرِيدُونَ أَنْ تَهْدُوا مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ (Ea TuRIyDUvNa EN TeHDUv MaN EaWalLa elLAHu)
“Allah’ın dalâlete düşürdüğünü hidayete erdirmek mi istiyorsunuz?”
Evet, gerek dünya, gerekse Türkiye, içtihadı terk eden Müslümanlar, müsbet ilme savaş açan Hıristiyanlar, Allah’ın idlâl ettiği kimselerdir. Öyle istemişler, Allah da öyle yapmalarına izin vermiştir. İzin vermiştir, çünkü insanlık için onların yaptıkları yararlıdır. Çünkü kış gelmeden yaz olmaz. Gece olmadan gündüz olmaz. Hıristiyanların ve Müslümanların doğru yolu bulmaları için bu âfetlerin başlarından geçmiş olması gerekir. Bu sayede Müslümanlar içtihada dönüp “Adil Düzen”in yanında yer alacaklar, Hıristiyanlar da artık müsbet ilim düşmanlığını bırakacaklar ve Hak yolcuları ile birleşip karanlık dünyayı aydınlatacaklardır.
Bunu yapanlar kurtulacak, diğerleri helâk olacaklardır.
Müslümanlar hâlâ muharref kitabımız yok diye kendilerinin bataklık içinde olmadıkları avuntusu içindedirler. İçtihat kapısını kapatmak demek, Kur’an’ı rafa kaldırmak, muşambalı bezlere kat kat sarıp bağlamak demektir. Kimse açıp okumasın diye tedbir almak demektir.
Kur’an; kitaplarını değiştirdiler demiyor, kitaplarının manâlarını değiştirdiler diyor. Kur’an lafızları ile duruyor ama bâtıl inançlarla anlamları tahrif edilmiştir. İnsanlık işte bunun için bataktadır.
Bizim onları düzeltmemiz mümkün değildir. Biz bize düşenleri yapmalıyız. Kur’an’ı okumaya devam etmeliyiz. Kur’an’ı bu şekildeki açıklamaları ile okumaya devam etmeliyiz. Bunu yaygınlaştırmalıyız. Bu bizim ilmî faaliyetimizi oluşturacaktır. En büyük ibadet Kur’an’ı tedristir. Böylece bir taraftan ilmimizi artıracağız, diğer taraftan ibadetlerimizi de yapmış olacağız. Bir mahallede toplanır da akşamları ikişer saat Kur’an’ı tedris etmeye başlarsak vazifemizi yapmış oluruz. Bir de mahallemizde bir market açar da zekât müessesemizi oluşturursak, karzı hasen müessesemizi oluşturursak, işte bataklıktan kurtulma yolu. Sonra mahallemizdeki faaliyet örnek olacak ve diğer mahallelere yayılacaktır. Zorlamadan, onlar karşı çıkmadan yayılacaktır. Bize saldıracaklar ama biz sabredeceğiz. İşte o zaman münafıklıktan kurtuluruz.
وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّهُ (Va MaN YuWLılLAHu) “Allah kimi idlâl ederse.”
Kelamın en zor ve karışık problemi budur. “Allah kimi idlâl ederse”; demek ki Allah dalâlete sokuyor, o halde kulların ne kusurları vardır ki Allah onları cezalandırıyor? Allah insana önce küfrü mü imanı mı seçmek istediğini soruyor. Baştan insana sen bunu seç demiyor. Hangi takımda oynamak istediğini soruyor. O isterse iman takımında, isterse küfür takımında oynar. Bunu seçmekte serbesttir. Ancak seçtikten sonra ise artık takımda kendi rolünü oynamasını ister. Küfürde bile münafıklığı istemez. Eğer tevbe edeceklerse takımlarını değiştirebilirler. İman takımına kendilerini transfer edebilirler. Ama onlar küfür takımında iken küfür üzerinde sadık olmaları gerekir. Biz münafıkların kurtulmaları, doğru yola gelmeleri için çalışıyoruz. Bu kadarı meşru ve görevimiz ama o münafıklar için bizim içte bölünmemiz yanlıştır. Çünkü biz onları kurtaramayız. Onlardan kimin hidayet edeceğini biz bilemeyiz. Biz herkese eşit muamele gösteririz. O sebepledir ki bir kimsenin mü’min olması için merasime gerek yoktur. “Ben müslimim” demekle müslim olur, “ben mü’minim” demekle mü’min olur. Kabul merasimi olmadığı gibi tard da yoktur. Kimse kimseyi aforoz edep İslâm dininden çıkaramaz. Dolayısıyla biz bütün insanlara insanlık muamelesini gösteririz.
Burada bir soru daha sorulur. Peki, ya bütün insanlar iman takımında olmak isteseler, o zaman küfür takımı nasıl oluşturulacaktır? O zaman Allah yeni insanları var eder ve o kadar çoğaltır ki, karşı takım oluşur.
“Eğer insanlar inansaydı biz göklerin kapılarını açardık.” demektedir. Zaten bizim karşı takımımız uygarlıktır. Uygarlaşma yolunda süratle ilerlerdik. Bozulduğumuzda karşı takım oluşmuş olurdu. Bozulmasak da süratle evrimleşmeye devam ederdik.
“Allah’ın idlâl etmesi” demek, dalâlette kalmak isteyenlere kalma imkanını sağlaması demektir. Çünkü Allah istemeseydi onlar dalâlette olamazdı. Allah’ın istemediğini siz isteyip zorlama yapmayın demektir. “Dinde zorlama yoktur” ifadesinin buradaki izahıdır.
فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا(88) (FaLan TaCıDa LaHUv SaBIyLan) “Sen ona bir sebil vecd edemezsin.”
Yani; batağa batmış olanları artık bataktan çıkaramazsın. Sen onların kolundan tutup çıkarmaya çalışırsan, sen de onlarla beraber batarsın. Biz Saadet Partisi veya AK Parti’yi adam edeceğimizi zannediyorsak, yanılırız. Onlar kendi tarihi ömürlerini doldurmuşlardır. Bataklıktan çıkma niyetleri yoktur. O partilerin içinde mümkün de değildir. Bununla beraber onlarla ilgilenmeliyiz. Takiyye yapmadan aralarında bulundururlarsa, bulunmalıyız. Onları kurtarmaya çalışmalıyız. Ama onların örgüt hâlinde değişeceklerini sanmak mümkün değildir. Peki, bu partilerin içine niçin girip faaliyet göstereceğiz?
“Adil Düzen” ekseriyet partisi ile gelemez, ama “Adil Düzen”e particilik mani değildir. Biz onlara doğru siyasette yardımcı olalım, onlar da bize Adil Düzen işletmelerini kurmamızda yardım etsinler. Bu önerileri onlara götüreceğiz. Partiye değil, partidekilere götürmeliyiz. Onları buna davet etmek için yardımlaşacağız. Bu partilerle böyle bir uzlaşmaya gidebilirsek; biz Adil Düzen işletmelerini kurarız, onlar da siyasetlerine devam ederler. Sonra Adil Düzen işletmeleri yaygınlaşınca, Adil Düzen Partisini kurmamıza bile gerek kalmadan onları “Adil Düzen” siyasetinde birleştirmiş oluruz.
O halde bu âyetler bize nasıl davranacağımızı açık bir şekilde ifade etmektedir. Taviz vermeden “Adil Düzen”i anlatabilmemiz için partiler dahil diğer sosyal grupların hepsiyle ilişkilerimiz olmalıdır. Onlar iyi işler yaparken yardım etmeliyiz. Biz de partici olmalıyız. Ama kesin olarak bilmeliyiz ki, bir defa batağa batmış partileri o bataktan çıkaramayız. Böylece siyaset var olacak ama bundan sonra bir yenilik yapamayacaktır.
***
وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ (VadDUv LaV TaKFuRUvNa) “Sizin küfrettirmenize meveddet ederler.”
“Küfür” nedir? Bile bile yanlış yapmaya devam etmek, yanlışı savunmaktır.
Münafıklar sizin iman etmenizi istemezler. “Adil Düzen” taraftarı olmanızı istemezler. Ellerinden geldiği kadar taraftarlarının, hattâ başka insanların da “Adil Düzen”i duymasını istemezler. Sizin faaliyetleriniz için toplantılar yapılmasına canları sıkılır. Konuşmalarda sizlere yer vermezler, söz söyletmezler.
Gazeteler, radyolar, televizyonlar, kitap satıcıları sizin için kapalıdır. Kitap basarsınız ama satamazsınız. Çünkü gizli ambargo koyarlar. Bir yerde derslere başlarsınız, münafıklar gelip hemen onları ayartır, sizin derslerinizi bıraktırırlar. Hâsılı, siz ne yaparsanız onu yaptırmaz, sizin başarınızı istemezler. Sizin de küfretmenizi, yani takiyye yapmanızı, yani münafık olmanızı isterler. Oysa siz onların iman etmesini istersiniz, bataklıktan kurtulmalarını istersiniz. Onlar ise; ‘biz battık, onlar da batsın’ derler!
كَمَا كَفَرُوا “Nasıl küfrettilerse sizin de öyle küfretmenizi isterler.”
Kendi aralarında birlik ve beraberlik içinde değildirler. Buğuz ve kin içinde birbirlerine saldırmaktadırlar. Ama size ambargo koymakta ittifak içindedirler. Şeytanları ile beraber işbirliği hâlindedirler.
Allah bize bunu bildirmekte, onların tutumlarını anlatmaktadır ki, yolumuzu şaşırmayalım. Başımıza gelenler ve onların yaptıkları bizi yıldırmasın. Biz ise onların yaptıklarına hep sabrederek yolumuza devam etmekteyiz. Biz kendimizi yetiştiriyoruz. Bir gün kendimizi yetiştirdiğimiz zaman onlar bütün yaptıklarından meyus olmuş ve kenara çekilmiş olacaklardır. Dün Tayyib’i hapsettiler, milletvekili yapmadılar; şimdi başbakanları oldu. Kucak kucağadırlar. Allah istediğini istediği yere getirir, kimse onu önleyemez.
Bizim görevimiz iktidar olmak değil, Allah’ın indirdiği Kelamı öğrenmek ve öğretmektir. Onunla çağımızın sorunlarını çözüp ortaya koymaktır. Ulusal dilimizle ifade etmektir. Yarın “Adil Düzen” hep Arapça ortaya konacaktır. Ama sadece Türkler tarafından değil, dünyada ulusal dillerle Kur’an ortaya konulduğunda, çağımıza göre içtihatlar yapılıp “Adil Düzen” ortaya kondukça, bunlar arasında bir ortak çalışma olacak ve III. Bin Yıl Uygarlığının “Adil Düzen”i Arapça dil ile ifade edilecektir. Onlar bütün bunlardan uzak, bizim de bunları yapmamamızı istemektedirler. Oysa ilmin ne zararı vardır? Bil de yine istersen yapma.
Burada “Meveddet” kelimesi kullanılmıştır. Güya bunu bizim iyiliğimiz için yapmaktadırlar. Kur’an okumayı yasaklıyorlar. Gerekçeleri de hazırdır. Kur’an okuyan çocukların zekâları gelişmiyormuş! Ondan sonra bu geri zekâlıları yarıştırırken ayaklarına kilolarca ağırlık bağlıyorlar ki, onların önüne geçmesinler diye!..
فَتَكُونُونَ سَوَاءً (Fa TaKUvNUv SaVAEan) “Eşit olmanızı isterler.”
Onlar bilmeyecekler. Siz de bilmeyeceksiniz. Tevhidi tedrisat bu demektir. Serbest öğrenimin yasaklanması bu nedenledir. Kendileri okumuyor, tembeldirler. Sizin de okumanızı istemiyorlar.
Bir ara İzmir’de mühendislik okulunda ders veriyordum. Baktım, okul dahil herkes, bir şey öğretilmesin istiyor. Güya dersler yapılsın, diplomalar alınsın ve dostlar alışverişte görsün. Ben öğrencilerime şunu söyledim: “Ben dersleri ciddi yapacağım. Benim derslerimi dinlerseniz anlarsınız ve seviyeniz de yükselir. Yalnız beni can kulağı ile dinleyeceksiniz. Yoklama yapmıyorum. İster devam edin, ister etmeyin. Hepinize vize verecek ve geçireceğim. Tek ricam vardır, öğrenmek isteyenlere mâni olmayın.” Ellinin üstünde öğrenci vardı. Bir baktım, şiddetli mukavemet ortaya çıktı. İdareye şikayetler gitti. “Seviyemizin üstünde anlamadığımız şeyleri anlatıyor.” dediler. Bununla beraber kimse dersleri bırakmadı. Yoklama yapmadığım halde sınıf hep dolu kaldı. İmtihanlarda da başarılı notlar aldılar. Çoğu anlattıklarımı öğrenmiş, kafalarını çalıştırmaya başlamışlardı. Niçin geliyorlar diye merak ettim. Psikoloji şu; biz bilmiyorsak kimse bilmesin, eşit olalım. Ama eğer birileri bilecekse biz de bilelim. Bir sömestrden sonra ders vermemi bıraktırdılar.
Kur’an Kurslarının, İmam-Hatip Okullarının ve tarikatçılığın yasaklanması hep bu eşit olma sevdasından ileri geliyor. Onlar namaz kılmıyor ya; biz de kılmamalıyız! Namaz kılan cumhurbaşkanı olmamalıdır. Eşit olmalıyız. Batılıların kişisel ahlâkları bozuk; Türklerin de bozuk olmalıdır! Ayrıca meslek liseleri kapatılacak ki biz Batı’nın sömürüsü altında olmaya devam edelim.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı biz kendimizi yetiştirmeliyiz. Onların peşlerine takılır, onları adam etmeye çalışırsak; onlar bizi kendi seviyelerine indirirler.
فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ أَوْلِيَاءَ (Fa Lav TatTaPıÜUv MıNHuM EaVliYAEa)
“Onlardan veli ittihaz etmeyiniz. Onlarla dayanışma ortaklığını kurmayınız.”
İşte Avrupa Birliği’ne girmek bunun için meşru değildir. Zinayı meşrulaştıracaksın, faiz batağı içinde kalacaksın; ondan sonra Avrupa Birliği’ne gireceksin ve kurtulacaksın! Biz Avrupalıların, Amerikalıların, hattâ Yahudilerin düşmanı değiliz. Biz onları insan oldukları için seviyoruz. Hele İbrahimî dinden oldukları için onların kardeşiyiz. Biz onların sömürüsüne karşıyız, biz onların zinasına karşıyız, biz onların küfrüne karşıyız. O bataklıkta olanlarla işbirliği yapamayız. Onlarla dayanışma kuramayız. İşte bizden yasaklanan budur.
Biz Avrupa Hıristiyan olduğu için onlara karşı değiliz. Tam tersine, biz Avrupa Hıristiyan olmadığı için Avrupa’ya karşıyız. Lâikliği dinsizlik ve ahlâksızlık olarak anladıkları için karşıyız. Karşıyız da ne yapıyoruz? Silahlı teşkilat mı kuruyoruz? Onlara savaş mı açıyoruz? Onlarla beşerî ilişkileri mi kesiyoruz? Hayır. Sadece onlara yanlış olduklarını söylüyoruz. Türklerden onlara katılan kimselerin de uçurma yuvarlandıklarını söylüyoruz. Biz dünya ile birleşmeye hazır olmalıyız. Ama Avrupa İnsan Hakları müktesebatında değil, insanlığın Hz. Adem’den beri gelen müktesebatında, ilâhi kitapların müktesebatında birleşmeliyiz.
حَتَّى يُهَاجِرُوا (XatTAy YuHaVCıRUv) “Hicret etmedikçe”
Burada çok önemli şeylerden bahsedilmiş oluyor. Şimdiye kadar bize öğretilenler alt-üst oluyor. Önce ‘size selâm verenlere siz de selâm verin’ deniyor. Barış isteyenlerle barış yapın diyor. Sonra da onlardan münafık olanlardan bahsediyor. Yani, burada anlatılanlar yurt dışında olanlardır. İçimizdeki münafıklar değil, dışarıda olan münafıklardır. Dışarıda olup Türk veya Müslüman olanlardan bahsediyor. Kesin kural konuyor.
Evet, orada yaşayanlar, ülkemizin varlığı için değil, kendi ülkelerinin varlığı için yaşayacaklardır. Orada o devlete karşı münafıklık yapmayacaklardır. Eğer orada yaşamaları onlara zor geliyorsa, altı milyar insan ülkemize hicret etse, biz onları kabul edeceğiz. Biz kimseye ülkemizin kapısını kapatamayız. Çünkü burası İslâm ülkesidir. Ama orada kalanlar, o ülkelerin dirlik ve düzeni için uğraşmalıdırlar. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ budur.
Biz bu sebeple başka ülkelerin iç işlerine karışmamalıyız. Ülkemize göç ettikleri zaman kapımız sonuna kadar açıktır. Bugün artık toprakla geçinilmiyor. Üretim yapan makine olsa bile, sonunda onu kullanan yine insandır. Sonra, asıl olan pazardır, pazar da insandır. Altı milyar insan Türkiye’ye gelse dünya yine bizim olur. Çünkü iş yapmak için yine bizden emek isteyecekler. Mallarını yine bize satacaklardır. Münafıkların muhacereti, münafık kavramını değiştirdiği gibi hicret kavramını da yenilemiş olmaktadır.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBıLı EalLAHı) “Allah’ın sebilinde”
Hicret ‘Allah yolunda’ olacaktır. Yani siyasi hicret olacaktır. Yoksa sadece biz Türkiye’de daha fazla iş yaparız diye hicret ederlerse, onlarla velayet kurmayız. Onları ülkemize alıp yerleştiririz, ama onlarla dayanışma ortaklığına girmeyiz. Dayanışma ortaklığına girebilmemiz için onların “Adil Düzen”i benimsemiş olmaları ve bu düzen için canlarını vermeye hazır olmaları gerekir. Onları dayanışma ortaklığına almayınız denmektedir.
Demek ki, dışarıda ikamet edip Türkiye’de askerlik yaparak vatandaş olmak isteyenlere askerlik yaptırılmaz. Eğer dışarıda yaşayacaklarsa, oranın müslimi olup yaşarlar. Türkiye ile dostlukları devam eder. İki devlet arasında barışı ve yararları sağlarlar. Demek ki bizim yurt dışında olan kimseleri asker yapmamız caiz değildir. Ülkemizde olan azınlıklar da başka ülkenin askeri olurlarsa Türk vatandaşı olamazlar.
فَإِنْ تَوَلَّوْا (FaEıN TaValLaV) “Tevelli ederlerse.”
Bir ülke ile savaş başlar. Orada oturan ve bizden olmak isteyen kimselerden oradan hicret etmeleri istenir, oradaki mal ve mülklerini terk etmeleri istenir. Bize gelirlerse artık ülkemizin vatandaşıdırlar. Gelmeyin diyemeyiz. Müslim olarak gelirler, cizye verirler ve ülkemizde yaşarlar. Mü’min olmak isterlerse, asker olmak isterlerse de asker olurlar. Böyle yapmaz da savaştığımız ülkenin içinde kalırlarsa, bizim için onların diğerlerinden hiçbir farkları yoktur. Onları da diğer suçlular gibi yakalarız. Ne gerekiyorsa onu yaparız. Onların ülkelerinde yaşayacak, yararlanacak, onlara vergi verecek, destekleyecek. Bizimle savaş başladıktan sonra biz galip gelince bu sefer de bizim vatandaşımız olacak, yararlanacak, böylece iki yüzlülük onlar için yarar teşkil edecek. Bu takdirde -nerede olurlarsa olsunlar- onlarla diğer yabancılar arasında bir fark yoktur.
فَخُذُوهُمْ (FaPuZuHuM) “Onları tutuklayınız.”
Savaşın ilk kuralı şudur. Savaşmayanları tutuklarsın, savaşanları da öldürürsün. Savaşma durumunda değilseler veya savaşmıyorlarsa, onları tutuklarsın, esir edersin. Diğer esirlere ne muamele yapılacaksa bunlara da o muamele yapılır. Zimni yapılıp Müslim olarak bırakılabilir. Yahut köleleştirilebilir. Diğerlerine ne işlem yapılıyorsa onlara da o yapılır.
وَاقْتُلُوهُمْ (VaQTuLUvHuM) “Onları katlediniz.”
Yani; savaşanları katlediniz. “Ve” harfi ile geldiği için ikisi de yapılacaktır. Aynı kimse hem tutuklanıp hem öldürülemediğine göre; demek ki kimini tutuklayın, kimini de katledin deniyor. Kimileri içtihatla ayırıyoruz. Savaşanlar katledilecek, diğerleri tutuklanacaktır. Burada esir ediniz denmediğine göre tutuklamanın başka sonuçları da olabilir.
حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ (XaYÇu VaCadTuMUvHuM) “Nerede bulursanız.”
Burada savaşın başka bir kuralı daha gelmiş oluyor; bu da katletme savaş esnasındadır. Bulduğun yerde katlediyorsun. Daha teslim almadan katlediyorsun. Esir ettikten sonra zaman geçince artık katledemiyorsun.
Savaş esirleri savaş içinde belli yerlere nakledilir ve silahtan tecrit edilir. Geri hizmetlere verilir ve istihdam edilir. Yeni saldırı veya isyan hareketini yapmadıkça katlolunmazlar. Katl ancak savaş esnasında vardır ve nerede bulunurlarsa orada katledilebilirler. Esirler istihdam edilir ve yaptıkları işlere göre karınları doyurulur. Ama artık öldürülemezler. “Nerede bulursanız orada öldürün”ün mânâsı budur.
Esas olan öldürmemektir. Bir kişiyi öldüren bütün insanları öldürmüş olur. Savaşta öldürme meşru kılınmıştır, istisnaidir. Onun için cevazı ifade eder. Savaşta boğuşurken öldürülür. Silahlı olanlar öldürülür. Silahsız olanlar tutuklanır. Biz muktedir olmadan silahlarını bırakarak teslim olan kimseler artık öldürülemez. Çünkü Kur’an selâmı verene sen de karşılık ver diyor.
وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ (VaLAv TatTaPıÜUv MıNHuM) “Onlardan veli ittihaz etmeyin.”
Ülkemize hicret etmeyen kimse, vatandaş olmayan bir kimse, Türkiye’de dayanışma ortaklığını kuramaz. Ne ilmî, ne siyâsî, ne dinî, ne meslekî dayanışma ortaklığını kuramaz. Bucak, il, ülke içinde dayanışma kurabilmek için oranın sakini olmak gerekir. İnsanlar seyahat hürriyetine sahiptirler. Hac yolları tüm insanlığa açıktır, denizler ve uzay tüm insanlara açıktır. Ülke içinde de bölgelere ve illere ait olmayan dağlar o ülkenin halkına açıktır. İllerde de ormanlar ve ilçe merkezleri tüm halkına açıktır. Her bucak kendi topraklarına sahip olur. Oralarda mülk edinilemez. Ancak oranın sakinleri mülk edinebilir. Konuk olarak her yerde bulunabilir ve iş yapabilir. Ancak oranın yönetimine karışamaz. Oranın savunmasına da giremez. Sosyal güvenliği de olamaz. Bu ne “nasir” ne de “veli” demektir.
وَلِيًّا (VaLıyYan) “Veli ittihaz etmeyin.”
Yukarıda evliya ittihaz etmeyin denmiş, yani dayanışma ortaklığına almayın denmiş olmaktadır. Burada ise “Veliyyen” denmiştir. Dayanışma ortaklığının kurucusu, sorumlusu kastedilmektedir. Bucakta ancak bucaklı orta ehliyetli, ilde ancak o ilin sakini yüksek ehliyetli olan, ülkede ise ancak o ülkenin vatandaşı üstün ehliyetli dayanışma ortaklığını kurabilir.
وَلَا نَصِيرًا(89) (Va LA NaÖıRan) “Nasir de ittihaz etmeyin.”
“Veli” dayanışma ortaklığının başkanlarıdır, şûra üyeleridir. Ama acaba “Nasir” nedir?
“Nasir” de genel hizmetleri görenlerdir. Bakanlar ve il hizmetlileridir. Çünkü bunlar yardımcıdır.
Genel hizmetlerde son söz hizmet alana aittir. Dolayısıyla yardım mahiyetindedir. Hizmetlilere ‘nâsır’ denmektedir. Bunun anlamı, hizmetin karşılıksız olması demektir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” buna göre düzenlenmiştir.
Buradaki velilikten onlarla alışveriş yapmayın anlamı çıkmadığı gibi; onlara iş yaptırmayın veya onlara iş yapmayın anlamına da gelmez. Fail kalıbı, sıfatı müşebbehedir. Geçici arkadaşlığı ve yardımlaşmayı içermez. Resmen görevli olan kimseler demektir. Hicret etmek tamamen serbesttir. Ama hicret etmeden yabancıların kamu veya genel hizmetlerde istihdamı meşru değildir.
“Adil Düzen Anayasası”nın delillerine tam ulaşmamız için Kur’an’ın tamamının bizim usulle tefsir edilmesi gerekir. Bizim bunları bitirmemiz mümkün değildir.
Siz ‘ekol’ oluşturacak ve kendiniz istinbatlara devam edeceksiniz. Bütün Türkiye, bütün Müslümanlar, bütün insanlık bu çalışmaya katılacak ve sorunlarını çözecektir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * إِلَّا الَّذِينَ يَصِلُونَ إِلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ أَوْ جَاءُوكُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ أَنْ يُقَاتِلُوكُمْ أَوْ يُقَاتِلُوا قَوْمَهُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ فَلَقَاتَلُوكُمْ فَإِنْ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَأَلْقَوْا إِلَيْكُمْ السَّلَمَ فَمَا جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَبِيلًا(90) سَتَجِدُونَ آخَرِينَ يُرِيدُونَ أَنْ يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُوا قَوْمَهُمْ كُلَّ مَا رُدُّوا إِلَى الْفِتْنَةِ أُرْكِسُوا فِيهَا فَإِنْ لَمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُوا إِلَيْكُمْ السَّلَمَ وَيَكُفُّوا أَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأُوْلَئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُبِينًا(91)
إِلَّا الَّذِينَ يَصِلُونَ (EılLav elLAÜIyNa YaÖıLUvNa) “Vasl eden kimseler böyle değildir.”
Düşman ülkelerinde olup onlarla oturan ve kalanlara savaş esnasında bunlar mü’mindir diye farklı muamele yapmayınız. ‘Savaşta onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün’ âyeti yukarıda geçmiştir.
Ancak bunlardan istisna edilenleri vardır. Barış zamanında düşman ülkelerinde oturmuş, hicret etmemiş ama savaşa zorlandığında savaşmak istemeyen bir grup insan varsa; iltica ederlerse onlarla savaşmayın, onları tutuklamayın, onları öldürmeyin.
“Vasl olmak” demek, bitişmek veya ulaşmak anlamına gelir. Dirseğe ‘mafsal’ denir. Birine bağlı olmakla beraber ayrılabilen yerlere ‘mafsal’ denir. Dirsek ve diz birer mafsaldır. Birinden ayrılabildiği için ‘fasl’ iki manâya gelir. Ayrı demek olduğu gibi birbirine bağlı demektir. Birine ‘fasl’ diğerine ‘vasl’ denmektedir.
Türkçede de buna benzer kelimeler vardır.
‘Bol’ kelimesi ile ‘böl’ kelimesi; ‘çok’ kelimesi ile ‘çök’ kelimesi bu kabildendir.
‘Düşmandan kaçmış ve size iltica etmiş kimseler, size ulaşmış kimseler’ denmektedir.
Yani, bu tür insanları biz kurtarmaya gitmeyiz; biz Irak’a gitmeyiz, Afganistan’a gitmeyiz, Kosova’ya gitmeyiz, Çeçenistan’a gitmeyiz; ama eğer onlar bize vâsıl olurlarsa, bize iltica ederlerse, o zaman onları mülteci olarak kabul ederiz. Onları savaşa da zorlamayız.
إِلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ (EiLAv QaVMın BaYNaKüM Va BaYNaHuM MIyÇAQun)
“Sizinle onlar arasında bir misak olan kavme vâsıl olurlarsa.”
Burada önce başkalarına vâsıl olmayı zikretmektedir. Çünkü savaşta iltica kolay iş değildir. Nereden imkân bulurlarsa oradan ülkelerini terk ederler. Sizin ülkenize gelmek isterler. Sizin onları kabul etmeniz gerekir. Çünkü onları yerlerinden yurtlarından eden sizsiniz. Siz savaş açmasaydınız onlar orada kalacaklardı. Şimdi hicret etmek istiyorlar. Onları göçmen veya sığınmacı olarak kabul etmekle yükümlüsünüz.
‘Aranızda misak bulunan kavme iltica edince’ size iltica etmiş olurlar.
“Misak” sözleşme, anlaşma demektir. Dengi bağlayan ipe “Visak” denir. İnsanları birbirine bağlayan sözleşme de bir ip gibi kabul edilmiştir. “Misak edenler” nekire gelmiştir. Demek ki değişik şekilde misak yapılabilmektedir. Misakın şekli ne olursa olsun, içinde bununla ilgili hükmün olmasına gerek kalmaksızın bu göçmenleri kabul etmek yükümlülüğündesiniz. Hattâ bunun aksine bir madde varsa o madde lağvedilir.
أَوْ جَاءُوكُمْ (EaV CavEUvKuM) “Veya doğrudan size gelmişlerse.”
Veya doğrudan size gelmişlerse, ülkelerinden ülkenize doğrudan doğruya veya dolaylı gelmişlerse, bunları ülkenize kabul etmek zorundasınız.
Yeryüzü insanlığındır. Herkes işgal ettiği yerde savaşmadan yaşama hakkına sahiptir. Savaşı çıkarmakla onların huzurunu siz bozmuş oluyorsunuz. Sizin savaşmanız meşru sebebe dayanabilir. Düşman haksız olabilir. Siz mecburen savaşmak durumunda kalmış olabilirsiniz. Ancak meşru sebep size üçüncü şahısları mağdur etme hakkını kazandırmaz. Dolayısıyla hakkınızı alırken başkalarının haklarını da korumak zorundasınız.
حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ (XaÖıRaT ÖuDUvRuHuM) “Sadırları hasr oldu.”
Başları daralmış olarak size gelirlerse.
“Sadr” baş demektir. “Hisar” da kale demektir.
“Hasrolmak” demek, daralmak ve sıkılmak demektir. Yaşadıkları memleketi ve iyi geçindikleri komşuları bırakmak zorunda kalmışlardır. Çünkü o ülke sizden olan kimselerle savaşmaktadır. O zaman ne yapacaklar? Size iltica edeceklerdir. Siz de onlarla savaşmayacaksınız. Onları da savaşmaya zorlamayacaksınız.
أَنْ يُقَاتِلُوكُمْ أَوْ يُقَاتِلُوا قَوْمَهُم (EN YuQATıLUvNAKuM EV YuQAvTiLUv QaVMaHuM)
“Ne sizinle ne de kavimleriyle kıtal etmek istemiyorlar”
Ne sizinle ne de kavimleriyle kıtal etmek istemiyor, gönülleri buna razı olmamış da ülkelerini terk etmişlerse; onlarla savaşmayın, onları savaşa da zorlamayın. İltica ettikleri ülkelerde barınır kalırlarsa onlara dokunmayın. Size gelirlerse muhacir olurlar, mü’min veya müslim muhacir olurlar. Demek ki savaşmak istemeyen kimseler savaşa zorlanmayacaktır. Müslim olanlar cizye vererek savaşmak zorunda kalmayacaklardır.
Mü’minler için de savaşmamak için önemli bir kolaylık getirilmiştir.
1) Eğer savaş ülke dışında cereyan ediyorsa, oraya gidip savaşmak sadece gönüllü olanlar için sözkonusudur. Yurt dışına gönüllü olmadıkça kimse zorla gönderilemez. 2) İkinci bir kolaylık da şudur. Yurt savunmasında cephe seçme işi de yine kendilerine bırakılmıştır. Kişi kendisinin de savaşabileceği bir komşunun olmadığı yere gider. Böylece komşularıyla savaşmak zorunda kalmaz. “Adil Düzen Anayasası”na koyduğumuz hükmü bu âyet çok açık bir şekilde teyit etmektedir. İslâmiyet’te savaş, savaşın olmaması için meşrudur.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ (VaLaV ŞAEa elLAHu LaSalLAOaHuM GaLaYKuM)
“Allah istese onları size musallat ederdi.”
“Salata” doğranmış yaprak yiyecektir. “Taslit etmek” onu musallat etmek, yani doğramak için görevlendirmek demektir. “Onları size musallat ederdi” demek, onları düşmanlarınız tarafı yapardı demektir.
Savaşın temel kuralı düşmanı parçalamak ve ayrı ayrı yok etmektir.
Türkler tarihte dünyanın çehresini değiştiren iki savaşı kazanmışlardır. Birincisi Çinliler ile Müslümanlar arasında 751’de Kırgızistan’ın Talas kentinde olmuştur. Türkler Çinlilerle beraber idiler. Cephe değiştirdiler ve Müslümanların tarafına geçtiler. Böylece dünya Doğu’nun mistisizmi yerine Batı’nın pozitivizmine girdi. Türkler cephe değiştirmeseydi şimdi biz okullarımızda Çince okutacak, Budist olacaktık.
İkinci büyük zafer de 1071’de Malazgirt’te olmuştur. Hıristiyanlarla Müslümanlar savaşa girişmiş. Bizans ordusunda bulunan Peçenek ve diğer Türk kabileleri bu savaşta cephe değiştirdiler ve zafer kazanıldı. Öyle olmasaydı dünya şimdi hâlâ Ortaçağ döneminde yaşıyor olacaktı. Viyana’da da Kırımlıların onlar tarafına geçmesiyle yenildik. Yoksa şimdi Avrupa Müslüman olacak ve bugünkü uygarlık doğmayacaktı. İstiklâl Savaşı’nı da Rusların, Fransızların ve İtalyanların cepheden çekilmeleri ile kazandık.
فَلَقَاتَلُوكُمْ (FaLeQavTaLuKuM) “Sizinle kıtal yaparlardı.”
Allah’ın yardımlarının başta geleni, karşı taraftan bir gruba ilham ederek cephe değiştirmesi ile olur. Sizi kararlı ve azimli görürlerse onlar cephe değiştirirler. Bunun için şunları yapmanız gerekmektedir:
1) Ya galibiyet ya da yok olma, ya istiklâl ya ölüm. Ölmedikçe savaştan çekilmeyeceksiniz. Kararı ölesiye alacaksınız. Herkes şunu bilecek; ya kazanır ya da ölür.
2) Sabırlı olacaksınız. Gerekirse geri çekilecek ama teslim olmayacaksınız. Türk milleti inkılâplarda geri çekildi ama asla teslim olmadı. Ezan 27 sene sonra tekrar Arapça okundu. Tarikatlar devam etti. Okullar ve kurslar açtı. 28 Şubat AK Parti’yi iktidar etti. İç savaş çıkarmak isteyenlerin istekleri kursaklarında kaldı.
3) Üçüncü olarak, cepheyi parçalamak gerekmektedir. Başörtüsü üzerinde Türk milletinin gösterdiği sabır taraftarlarını gittikçe çoğaltmaktadır. Bir gün gelecek, Türkiye’de sadece sosyal baskı nedeniyle kimse başı açık gezemeyecek, çünkü başı açıklar öcü gibi görülecektir. Bunun sorumluları bugünkü başı açma yasağını getirenlerdir. Başörtüsü o kadar taraftar kazanacak ki, kimse başını açma ihtiyacını duymayacaktır. Başı açıklar baskıcı gözü ile görülecek ve ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklardır. İran’da başı açıklık yasaklandı ama çarşaf zorunluluğu yoktur. Tesettürlü olmak şartı ile isteyen istediği kıyafetle gezebilir. Ne var ki %99 çarşaflıdır.
4) Dördüncü olarak düşmana iyi muameledir. Dostluktan korkmamak gerekir.
فَإِنْ اعْتَزَلُوكُمْ (FaEıN EıGTaZaLuKuM) “Sizden i’tizal ederlerse.”
“İ’tizal” savuşturma demektir. Görevden uzaklaşanlara “ma’zul” denir.
Sizden i’tizal ederlerse, kendi istekleri ile sizinle savaşmaktan vazgeçerlerse, sizden ayrı dururlarsa, size karışmazlarsa, sizden de karışmanızı istemezlerse, o zaman sizin onlarla savaşmamanız meşrudur. Demek ki barışın olması için onların teslim olmaları, bizim yönetimimize girmeleri, bize vergi vermeleri gerekmez.
“İnsanlık Anayasası”nda bu şöyle ayrılmıştı. Bunlar eman içinde olan ülkelerdir. Bu ülkelere ‘daru’l-eman’ diyebiliriz. Buraya girenin mal ve canı mü’minlerin İslâm ordularının güvencesindedir. Bunlar ya savaşa katılır mü’min olur, ya da cizye verir müslim olur. Ama ülke daru’l-emandır.
Bir de kendileriyle savaş hâlinde olduğumuz ülkeler. Giriş ve çıkışın yasaklandığı ülke ‘daru’l-harb’dir.
Üçüncü ülke ise; giriş serbest değil ama çıkış serbestse, biz buraya hadise dayanarak ‘daru’t-terk’ diyorduk. Ancak bu âyet böyle ülkelere ‘daru’l-islâm’ denmesini bildiriyor.
فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ (FaLaM YuQAvTıLuKuM) “Sizinle mukatele etmezler.”
Yani; savaştan vazgeçerler ve sizinle savaşmazlar. Mukatele sadece savunma mukatelesidir. Karşı taraf savaşmıyorsa siz de savaşmayacaksınız. Savaş barış içindir. Savaş asıl değildir. Ganimet için savaş helal değildir. Barış için savaş yapılır, ama savaş ganimeti meşru kılar. Tarlalarda çalıştırılmak için zenciler köle yapılamaz, ama savaş esirlerinden köle yapılabilir. Bizimle savaşmayanlarla biz savaşmayız. Yeter ki ülkelerinde bulunan bize katılmak isteyenlere çıkmaları için izin versinler, çıkış vizesini uygulamasınlar.
Çıkış vizesini uygulayanlarla savaş meşrudur. Suçlu da olsa ülkeyi terk eden terk eder. Gittiği devletten diyet istenir, tazminat istenir. Orada cephe kurar da saldırırlarsa, işte o zaman onlara savaşın kuralları uygulanır.
Hakemlerin karşısına çıkarlar veya hakem kararlarına karşın direnirlerse, onlara cebri infaz yapılıp katl olunurlar ve kanları heder olur. Suç işlemeyenler suçluların hizmetçisi yapılamaz. Hapis cezası verilemez.
وَأَلْقَوْا إِلَيْكُمْ السَّلَمَ (VaEaLQUv EıLaYKuMu elSaLaMa) “Size selemi ilka ederlerse.”
Size barış teklifinde bulunurlarsa. Burada ‘sizinle barışırlarsa’ denmiyor, ‘size barışı ilka ederlerse’ deniyor. Bunun anlamı şudur. Barış herhangi şartlarla yapılmaz. ‘Barıştık’ dendiği anda barışmış olunur. Bu sebepledir ki İslâm ve iman için ‘ben müslüman oldum, ben iman ettim’ demek yeterlidir. Şartlar ise sonra müzakere esnasında belirtilir. İhtilaf hâlinde hakemlere gidilir.
“Selemi ilka etmek” hakem kararlarına uymayı kabul etmek demektir. Hakem kararlarına uyan kimseler yakalanamaz, tutuklanamaz, hakem kararları dışında herhangi bir ceza verilemez. Devlet genel güvenlik amacıyla işkence yapmak zorunda kalırsa, suçunu itiraf etsin etmesin, işkence tazminatı ödenir. Suç sabit olmuşsa onun cezası ayrıca verilir. Yani, ben nasıl birini dövsem kısas yapılır veya tazminat ödersem, devlette de böyledir. Tüzel kişi olduğu için kısas yapılamayacağına göre tazminat ödenir.
Demek ki, sadece savaştan çekilmek yeterli değildir. Savaştan çekilmenin yanında hakem kararlarına uyma zorunluluğu vardır. Hakem kararlarına uymayanlarla savaş meşrudur. Bu âyet bize bunu ifade etmektedir. Bizi ülkelerine sokmasalar bile, eğer oradan çıkış serbest ise ve bize saldırmıyorlarsa, bir de hakem kararlarını kabul ederlerse, o zaman artık orası daru’l-islâmdır. Çünkü selemi ilka etmiştir. Daru’l-islâm yerine daru’s-selem diyebilir. Daru’l-islâm, daru’s-selem ve daru’l-harb. Daru’l-emanı aynı zamanda daru’l-islâm olarak alabiliriz. Çünkü fukaha şimdiye kadar öyle manâ verdi. Seri barış önerisidir. İslâm, barışa girmek demektir. Yani mü’minlerin emanını kabul etmek demektir.
فَمَاجَعَلَ اللَّهُ (Fa MAv CaGaLa elLAHu) “Allah ca’letmedi.”
“Ca’letmek” bir tabii kanunu koymak, doğal kuralı ortaya koymak demektir. Ayrıca sosyal kanunu koymak da ca’ldir. Topluluk içinde kurallar koymak da ca’ldir. İnsana topluluk içinde konan kurallara uymama gücü verilmiştir. Oysa tabiatta konan kurallara karşı gelme şansı yoktur.
İnsan her iki kuralı da kullanarak makine üretir veya sosyal yapıyı üretir. Kanunlara uygun olarak sözleşme yapar ve dernek veya şirket kurar. Kurallara uymayanlar da uymayabilir. Onlar da bu dünyada ve âhirette cezalarını çekerler. Afv edilebilir, takas yapılabilir. Yani hasene seyyieyi götürür.
لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَبِيلًا(90) (LaKuM GaLaYHiM SaBIyLan) “Sizin onların üzerine bir sebil ca’letmedi.”
“Sebil” yol demektir. Başka yollarla kesişen paralel olan yollardan biridir. Yani, onların üzerine gitmek, savaşmak yolu kılmamıştır. Ancak hakem kararlarına uyularak hareket edilir. Böylece bizim yönetimimize girmeseler de, bize cizye vermeseler de; bizden ayrılmak, bizim iç işlerimize karışmamak, uluslararası ilişkilerde de hakem kararlarına uymak şartı ile bizim onlarla savaşma diye yetkimiz yoktur. Allah bize onlara saldırma yetkisi tanımamıştır. Müslümanlar; ‘biz uygarız, siz ise ilkelsiniz, sizi sömürme veya soykırım yapma hakkımız vardır’ gibi bir iddiada bulunamazlar. İsrail oğulları kendilerini bu mantık içinde yaşattıkları gibi; Hıristiyanlar da kendilerinde dünyayı istilâ etme hakkını böyle bulmuşlardır.
Osmanlıların Viyanalara kadar gitmesi hep karşı tarafın saldırılarına karşı yapılan savaşlarla olmuştur. Şeyhülislâmlardan fetva alınmış ve o fetvalarla oralara kadar gidilmiştir. Sonra Anadolu’da ve İstanbul’da kaleler fethedilmiş ama halk ile sokak kavgası yapılmamıştır. Halk Osmanlıları bir kurtarıcı olarak karşılamıştır. Müslüman devletler de şeriata uymayarak zulüm yapmış olabilirler. İlle de kendimizi ibra etmemiz gerekmez. Ama Kur’an’ın emri budur.
Kur’an bütün olarak ele alınmalıdır. Bir âyeti okuyup da orada verilen manâya dayanarak amel edilemez. Bir önceki âyette ‘onları nerede bulursanız öldürün’ diyor, burada ise ‘onlara dokunmayın’ diyor.
Bu iki âyet birlikte uygulanmadıkça Kur’an’a uyulmuş olmaz. Hattâ birbirinden çok uzakta olan âyetler de birbirini tamamlar. İçtihat bunun için gereklidir. İçtihatsız onun için amel edilmez.
Hz. Peygamber daha âyetler gelmeden önce bile uygulamalar yapmış ve Kur’an öyle anlaşılır hâle gelmiştir. Biz birden bütün âyetleri değerlendiremediğimiz için sünnete ihtiyacımız vardır. Kur’an’ı sünnetsiz anlamamız mümkün olmamaktadır.
***
سَتَجِدُونَ (SeTeCıDuNe) “Bulursunuz”
Topluluklar arasında savaş yapılırken iki cephe oluşur. Yöneticiler baskı yaparlar ve ordular birbirine karşı yürürler. Zafer kazanan yönetici olur, kaybeden canını vermiş olur. Ne var ki, hem ülkemizde savaşmak istemeyen, hem ülkelerinde savaşmak istemeyenler olacaktır. Bu sorun nasıl çözülecektir?
Savaşmak istemeyenler bedel vererek barış içinde yaşarlar. Cizye karşılığı onların güvenliğini gönüllü ordular sağlar. Kimileri ‘insan hakları’ diyerek ütopik şeylerle uğraşıyor. Akıllarınca köleliği kaldırıyor.
İnsan haklarının temel maddesi şu olmalıdır. Savaşmak istemeyen kişi savaşmaya zorlanmamalıdır.
Kendi ülkelerinde insanlar zorla savaşa götürülüyorsa ve onlar da savaşa gitmek istemiyorlarsa, ülkelerini terk etme ve savaşa gitmeme hakları vardır. Yukarıda, bunların içinden sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barış yaparlarsa sizin onlara saldırmanıza yetkiniz yoktur denmişti. Aksini yapan, ülkelerinde kalıp onlarla beraber sizinle savaşmak istemeyen ama sizinle de anlaşma yapmayan topluluklardan bahsetmektedir.
Bunlar için “Se” harfini getirerek, yakında ikinci grubu da bulacaksınız denmektedir.
Yani, iki tarafı da oyalayan ve ne sizden ne onlardan olan, sizinle de barış anlaşması yapmayan topluluklar var olacaktır. Savaşın kuralı, savaş alanında bulunduğun müddetçe iki taraftan birinde yer alacaksın, savaş alanında tarafsız olarak kalmak savaşın kuralı olarak yoktur. Savaş cephe çatışmasıdır. Bu cephede isen sen de savunmaya katılacaksın. Karşı cephede isen onlara katılacaksın. Bundan dolayıdır ki savaş bittikten sonra savaş suçlusu diye bir şey yoktur. Savaş sonunda verilen ceza değil, tedbirdir. İleride olacakları önlemedir. Ancak savaş alanı dışına çıkmak, savaşmamak ve barış yapmak şartı ile korunmuş olurlar.
آخَرِينَ (EaPaRIyNa) “Başkalarını”
Burada “Âhar” diğerleri demektir. Kurallı erkek çoğuldur. Nekiredir.
Yani, bunlardan birini bulursun ama başkaları da vardır.
Düşmana büsbütün iyi davranmak düşmanı azdırabilir veya yola getirebilir. Savaş, savaşın kuralları içinde ve sonunda savaşın sonuçlarını göze almak şartıyla yapılmalıdır. Savaş sonunda insanlar yine eski durumlarına döner, yaşayanlar sıkıntı çekmezlerse; savaşa katılır, yaşayanlar yaşar, ölenler unutulur gider.
Bu sebepledir ki savaşın sonunda komutana yetki verilmiş, gelecek için ne iyi ise o yapılacaktır. Bu kararın en ağır olanı, savaşçıları öldürüp kadın ve savaşmayanları esir etmektir. Bir topluluk savaşa girerken bunu göze almalıdır. En hafifi ise; haydi bir daha yapmayın deyip serbest bırakmaktır. Komutan bunları ve aralarında olanları uygulama hususunda karar verir.
Düşman ülkesinde bulunup samimi olan ve orasını terk edip bizimle barış anlaşmasını kuranlarla barışırız. Ama orada kalırlarsa, cephede olurlarsa, diğerlerinden farklı bir muamele görmezler. İnsanda da akyuvarlar savaş hücreleridir. Vücutta savaşı onlar verirler. Diğerleri sadece korunurlar. Aktif olarak mikroplara karşı savaş vermezler.
يُرِيدُونَ أَنْ يَأْمَنُوكُمْ (YuRIyDUvNA EaN YaEMaNuKuM) “Sizden emin olmayı murad ederler.”
Yani; kim gelirse ona ‘paşam’ derler! Bunlar o ülkeye cizye veren kimselerdir.
Savaşta iken savaş alanında oldukları için onlar da düşman muamelesini görürler. Ancak savaş zaferimizle sonuçlanır da oraları işgal ettiğimiz zaman, siz onlara cizye verdiniz diye saldıramayız. Bize de onlara verdiklerine benzer cizye verirlerse, o zaman onları esir etmeyiz veya katletmeyiz. Bizim esir alacağımız kimseler savaşçıların kadınları ve çocukları olacaktır. Savaş mü’minler arasında olur. Müslimler cizye vermekle savaştan uzak durmuş olurlar ve onlara savaşanlara yapılan muamele yapılmaz. Yukarıdaki “SeTecidûne/ Mutlaka bulacaksınız” ifadesi ile, her ülkede böyle savaşmayan grubun olduğunu bildirmektedir.
وَيَأْمَنُوا قَوْمَهُمْ (Va YaEMaNUV QaVMaHuM) “Ve kavimlerinden emin olmak isterler.”
Bu insanlar savaşmak istemezler. Kendilerini güven altında tutan, güvenlerini koruyan kimselere cizye vererek hayatlarını sürdürmek isterler. Böyle olanların üzerine gidip zorla savaştırmak yoktur.
Çağımız insan haklarına karşı bu cinayet işlenmektedir. Savaş her zaman varolacaktır, ancak savaş savaşmak isteyenler arasında varolacaktır. Herkes savaşmayacaktır. Kadınlar ve çocuklar savaşmayacağı gibi; erkeklerden istemeyenler de savaşa zorlanmayacaktır. Sadece, önce savaşı kabul edip sonra vazgeçmek isteyen devletini değiştirmek zorundadır. Bir de eğer savaş alanına girmişse, artık savaşçı olarak orasını terk edemez. Ama müslimler ve savaşmayan kadınlar her zaman savaş alanını terk edebilirler. Savaştaki insan hakları budur.
Yoksa; senin atom bomban yok, yapmayacaksın, ya da yapamayacaksın, onu kullanmak serbesttir! Ama sen biyolojik silah üretiyorsun, onu kullanmayacaksın! Böyle saçma kurallar olmaz. Savaş başlamadan önce savaş alanı ilân edilir. Bu düello alanı gibidir. Savaşmayanlar oradan boşaltılır. Savaşan güçler orada toplanır, orada savaşırlar ve her türlü silahı kullanabilirler. Galip gelen savaş konusu olan ülkenin sahibi olur.
كُلَّ مَا رُدُّوا إِلَى الْفِتْنَةِ أُرْكِسُوا فِيهَا (KulLUu Mav RudDUv EıLay eL FiTNaTı EuRKiSUv FıyHAv)
“Fitneye reddolunduklarında oraya irkas olunurlar.”
“FeTeNe” altın ve gümüşü pastan ayırmak için ısıtmak anlamındadır.
Topluluklar bozulmaya başladığında içlerinde fitne çıkar ve bu fitne sebebiyle o topluluk ya yok olur, ya da kendisini tedavi eder. İnsan vücudu da böyle değil midir? Bir anormallik olduğu zaman hastalanır ve vücut faaliyete geçer; ya kurtulur ya da ölür! Savaş bir topluluk için fitnedir.
Savaşa maruz kalmak, o topluluğun bozulmaya gitmesi, kendi kendisini düzeltememesidir.
“Adil Düzen” Türkiye’ye barış yoluyla gelecektir. Gelmezse, savaş fitnesi çıkacaktır. Adil Düzenciler savaşmayacak; ‘zalim düzen’ içinde kendi aralarında fitne olacaktır. Bunun sonunda Adil Düzen kanlı olarak gelecektir. ‘Kanlı mı gelecek, kansız mı gelecek’ meselesi işte budur. Eğer yine de düzelmezse, o zaman devlet yıkılacaktır. Bunlar sünnetullahtır, tabiî sosyal doğanın kanunlarıdır. Kimse bu kanunları değiştiremez.
Bir an önce harekete geçip “Adil Düzen”i ülkemize getirmeliyiz. Yoksa fitne çıkar ve sonra kanlı olarak getirmek zorunda kalırız. Getiremezsek, hasta insanın başına gelen gelir.
“Reksetmek” bataklığa batmak demektir. Fitneye bir defa battınız mı, oradan kurtulmaya çalıştıkça daha çok batarsınız. Birçok kereler bu fitnenin ortadan kalkması için dış güçlerin müdahalesi zorunlu hâle gelir.
İşte meşru savaş budur, başka ülkeyi işgal budur.
Irak içinde fitne olsaydı o takdirde ABD’nin müdahale etmesi haklı olurdu. Kosova’da ve Bosna’da böyle iç fitne oldu. Ama Irak’ta böyle bir şey olmadı. Şimdi İsrail’e müdahale edilebilir, çünkü fitne durmuyor. Şimdi biz Irak’a müdahale edebiliriz, çünkü ABD fitnesiz bir ülkeyi fitneli hâle getirdi. Artık ABD’nin çıkması da çok zor, çünkü battıkça batıyor!.. İşte bu sebepledir ki o ülkenin devleti yıkılmıştır. Halkın yeni yönetime yani fitneyi ortadan kaldıracak hükümete itaat etme görevi vardır. ABD’nin Irak’a müdahalesi yersizdir. Ama şimdi orada karşı çıkanları yok etme hakkı vardır.
Kur’an’da istila eden devlete karşı gelenlerin tenkiline hakkı olduğunu bu âyet ifade etmektedir.
فَإِنْ لَمْ يَعْتَزِلُوكُمْ (Feİn LeM YeGTeZiLuKum) “Sizden i’tizal etmez iseler.”
Savaşın sonunda savaşa fiilen katılmayıp mâlen desteklemiş olanlar da savaşın içinde ülkelerini terk edenler gibi sizinle savaşmaktan vazgeçecekler, ayrı topluluk oluşturacaklar; kendi ocaklarını, kendi bucaklarını ve kendi illerini kuracaklar. Böyle yapmak zorundadırlar.
“İ’tizal etmek” demek, ayrı topluluk oluşturmak demektir.
Türkiye’de azınlık haklarından yararlanmak isteyenler kendi ocak, bucak veya illerini kurabilirler.
Kürtler için de aynı çözüm vardır. Nüfusu bir milyonu geçmeyen illerini kurabilirler, nüfusu 10 bini geçmeyecek bucaklarını kurabilirler, nüfusu 100 kişiyi geçmeyecek ocaklarını kurabilirler. Kendi içlerinde tamamen serbest olurlar. Bu Kürt ilinde veya bucağında yaşayan kimselerden isteyen bedelli, isteyen de nöbetli olabilir. Böyle yapmaz da sizin içinize karışarak yaşamak isterlerse, onlara böyle yaşama hakkı verilmez.
وَيُلْقُوا إِلَيْكُمْ السَّلَمَ (Va YuLQUv EıLaYKuM SaLaMa) “Size selemi ilka edecekler.”
Yani, hakem kararlarına uyacaklarını taahhüt edecekler.
“Selem” barışı ilka etmektir. Bu da ancak hakem kararlarına uymakla mümkündür. Hakem kararlarını kabul etmeyenler barış içinde yaşayamazlar. Hakemler kararlı dengeyi oluştururlar. Hakemsiz barış, kararsız dengedir. Bozuldu mu, onu yerine getirecek güç bulunmaz; aksine irkas eder ve daha çok batarlar.
İllerden haraç alma yerine, ilde yaşayanlardan isteyenlerden cizye, isteyenlerden de askerlik hizmeti almak, hem istikrar için hem de halkın zulme uğramaması için gereklidir.
İl kurmuşlarsa kendi iç güvenliklerini kendileri sağlarlar. Hıristiyanlar veya Kürtler, değişmez. Bucaklar ise kendi hukuk düzenlerini kurarlar ve bucaklarını doğrudan doğruya yönetirler. Temsili yönetim uygulanamaz, ‘yerinden yönetim’ vardır. Merkezden müdahale yapılmaz. Merkezin kanunları oralarda geçerli değildir.
وَيَكُفُّوا أَيْدِيَهُمْ (VaYaKufFUv EaYDiYaHuM) “Yedlerini üzerlerinizden çekmezlerse.”
Bundan önceki âyette savaşta savaş alanlarından ayrılanlardan bahsedilmişti. Onların içine oranın askerleri de dahildir. Şimdi ise askerler farklı muameleye tâbidirler. Oranın zimmileri farklı muameleye tâbidirler. Orada ‘sizinle mukatele etmezler’ deniyor. Burada da ‘yedlerini üzerlerinizden çekmezlerse’ deniyor. Savaş yerine yed kelimesini kullanmaktadır. “Yed” aynı zamanda servettir.
Bunların tekel oluşturup ülkeyi sömürme hakları yoktur. TÜSİAD gibi birlik oluşturup ondan sonra gizlice otel odalarında iktidar etme veya iktidardan indirme hakları yoktur. Böyle yapanların tenkili meşrudur.
Eski ceza kanununda bu tür suçların cezası idam idi. Kur’an da bu cezayı teyid etmektedir. Mason locaları bunun için kapatılmıştır. Böylece 1950’den önce Türkiye yeniden bağımsız hâle getirilmiştir.
Mason derneği kurmak elbette meşrudur, ama hiçbir dernek ve kuruluş ülke içinde gizli faaliyette bulunamaz, otel odalarında iktidarı devirme pazarlıkları yapamaz, bunu finanse edemez.
Yukarıda ‘kıtal yapmazlar’ denmişti, burada ise ‘yedlerini sizden çekmezlerse’ denmektedir.
Kur’an adil düzen getirmiş, güzel bir din kurmuştur. ‘Avrupa insan haklarını’ değil, ‘Kur’an insan haklarını’ savunmamız gerekir. Kur’an üzerinde düşündüğümüz takdirde kafamızda oluşmuş birçok sorun kendiliğinden çözülmektedir. Bunlar “İnsanlık Anayasası”nda yer almıştı. Manâsını şimdi anlıyoruz.
فَخُذُوهُمْ (FaPuÜUvHuM) “Onları ahzediniz.”
İşte bunların tutuklanması meşru hâle gelir. Bunun için hakem kararları gerekmektedir. Tutuklanırlar ve onlara savaş hükümleri uygulanabilir. Yukarıdaki âyette ‘selem ilka etmezlerse’ dendiğine göre, hakemlere gelme şartı koşulmuştur. Yani, hakemlerin kararı olmadan hiçbir şey yapılamaz.
‘Yedlerini üzerinizden çekmezlerse’ demek, bu tür fitneye devam ederlerse demektir. Yoksa böyle yapanların cezası idam değildir. Bunların bütün faaliyetleri fitnedir.
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ (VaQTuLUvHuM XaYÇu ÇaQıFtuMUvHuM)
“Onları sakfettiğiniz yerde katlediniz.”
“Onları sakfettiğiniz yerde katlediniz” denmiştir. Yukarıda ‘nerede vecd edersiniz’ denmiştir. Burada ‘nerede sakf ederseniz’ denmektedir. “Vecd” ile “Sekf” arasında şu fark vardır. Biri kişiyi bulmaktır, biri de suç üzerinde yakalamaktır. Müşriklere dört ay dolaşma hakkı verilmiş, dört ay sonra Mekke’yi terk etmeleri emrolunmuştur. Nerede bulunurlarsa öldürüleceklerdir. Orada bir suç işlemiş olmaları şartı da yoktur.
Hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı ülkeyi terk etme kararı verilir. Ondan sonra nerede görülürlerse öldürülürler. Burada ise böyle bir durum yoktur. Suçüstü yakalanmaları gerekmektedir. Suçüstü yakalananlara karşı infaz yargısızdır. Ne var ki infaz edenler sonra mahkemeye hesap vermek zorundadırlar. Gerçekten suçüstü yakalamışlarsa sorumlu olmazlar. Ama bunu kanıtlayamazlarsa diyetleri ödenir.
Burada ‘nerede kapatırsanız’ denmiş oluyor. “Sekf” kelimesinin ‘SİN’ harfi ile başlayan “Sakf” kelimesi ile yakınlığı vardır. Birileri kapalı yerde, otel odalarında pazarlık yapıp iktidarı devirme faaliyetine geçer, karşılıklı çekler tediye ederlerse orada katl olunurlar. Bunu kasten yapanlara karşı ise kısas uygulanır. Kimse gizli toplantı yapıp iktidarı devirmeye kalkışmasın. “Fitne katilden eşeddir.” (2/Bakara, 191)
Tabii ki bu hükümler sermayenin işine gelmez, çünkü yeryüzünde fitneyi sürdürecektir. Bu tedbirler getirilmezse fitne ortadan kalkmaz, terör olayı da bitmez. Bunun açık misali Filistin’dir, Çeçenistan’dır. Oysa Çeçenler kendi illerini kurar, Rusya’dan i’tizal eder, Rusya ile hakemlik anlaşmasını yaparlarsa ve ondan sonra da Rusya içinde fitne çıkarmaya devam etmezlerse, hem Ruslar için hem de Çeçenler için sorun biter, ne kadar iyi olur. Askerlik yapanlar Rusya içinde askerlik yaparlar, yapmayanlar bedel öderler. Bu Kürtlerin sorununu çözdüğü gibi; Basklıların sorununu da, İrlandalıların sorununu da çözer. İsrail’de de sorun kalmaz.
وَأُوْلَئِكُمْ جَعَلْنَا (VaEuLAEıKa CaGaLNAv) “Onlar için şeriat yaptık.”
Uluslararası şeriat var mıdır? Evet, vardır. Kur’an uluslararası şeriatı koymuştur.
İslâm devletleri yani barış devletleri, hakemlerin kararlarına uyan devletler Kur’an’ın bu uluslararası hukukunun bekçileridir. Hakemlere giderler ve hakemler ne karar alırlarsa ona uyarlar.
İslâm devletlerinin özelliği, uluslar anayasasına tek taraflı olarak uyanlardır. Galip geldikleri zaman, kendi anayasaları olsa da ona uyarlar. Mesela, ABD anayasası sadece ABD’lilerin anayasası değildir. Başka insanlar da onlarla ilişki kurdukları zaman o anayasaya tâbidirler. Adil devlet kendi anayasasının kuralları içinde savaşır, barışır ve ilişki kurar. Karşı taraf da bilir ki, ABD ile ilişki kurarsam ben bu durumla karşılaşırım.
Kur’an mü’minlerin anayasasıdır. Mü’minler bu anayasaya göre hareket ederler.
Bir önemli husus da, eğer sözleşme yapmışsak, Kur’an’a aykırı olsa da önce sözleşmeyi yerine getiririz. Yani, sözleşme Kur’an’dan öncedir. Çünkü Kur’an izin verdiği için o anlaşmayı yaptılar. Kur’an’ın rızası ile olmamıştır ama iradesi ile olmuştur. Böylece insanlık anayasasıdır ama, isteyenler uyarlar, istemeyenler sonuçlarına katlanırlar. Mü’minler ise uyarlar. Hakem kararları Kur’an’dan bizim anladıklarımızın ilerisindedir.
لَكُمْ عَلَيْهِمْ (LaKuM GaLaYHiM) “Sizin onların üzerinde.”
Mü’minlerin yani hakem kararlarını kabul edenlerin, hakem kararlarını kabul etmeyenler üzerine bir üstünlüğü sağlanmıştır. Eşkıya ile devlet arasındaki fark budur. İkisi de güç kullanır ve yendiği takdirde ona istediğini uygular. Devletin yargı üstünlüğünü tanır, hakemler ne karar verirlerse ona uyar, uymayanlara karşı savaş açarlar. Bu sebeple bunların savaşı meşrudur, Kur’an hükümlerine uygundur. Eşkıyalar ise hakem kararlarına değil, kendi kararlarına uyarak savaşırlar. Bunlar şeriata göre suçludurlar, Allah’a göre suçludurlar. Bu sebepledir ki şeriat devlet kuvvetlerinin, hakem kararlarını dinlemeyen kuvvetlere karşı üstünlükleri vardır. Birileri Allah katında sorumludurlar, diğerleri ise görevlerini yapmışlardır.
سُلْطَانًا مُبِينًا(91) (SuLOaNan MuBIyNan) “Mübin sultan yapmıştır.”
Burada “Mübin Sultan” nekire olmuştur. Ama mübindir.
“Salata” doğranmış sebzedir. “Sultan” güç demek, otorite demektir. Devletin eşkıyaları tenkil etme hakkı vardır. Açık dağ eşkıyası gibi gizli yeraltı örgütü de eşkıyadır. Devlet otoritesini yıkma faaliyeti gösterenler kıtal ile yok edilir. Bunun yolu değişiktir. Savaş değişik zamanlarda değişik şekillerle oynanır. Ancak bu açık olmalıdır, mübin olmalıdır. Devlet yeraltı faaliyetleriyle güven sağlamaz. Gizli istihbarat bile yoktur. Alınan haber, -savaş hâli dışında- haber alınan kimseye bildirilir; seninle ilgili böyle bir haber geldi denir. Savunmak isterse dosyaya konur. Devlet kimsenin aleyhine kendisinin haberi olmayan bir kayıt tutamaz. Yabancılar da ülkeye gelirlerse o haberler kendisine bildirilir. Devlette açıklık esastır.
ABD anayasasını yapanlar, başkana sınırsız yetki tanıdılar. Bir şartla; her şeyi açık yapacak, gizli yapmayacak. Açık yapmak şartı ile istediğini yapabilir. Başkan Clinton yaptığından dolayı muhakeme edilmedi, gizlediğinden dolayı muhakeme edildi. Bu sebeple Beyaz Saray’ın anlamı şeffaf saraydır. Türkçede beyaz ile şeffaf ayrı kelimelerle ifade edilir. Oysa Batı’da beyaz ile şeffaf aynı kelimedir. Beyaz saray tercümesi yanlıştır. Şeffaf saray olarak tercüme edilmelidir.
Demek ki, ABD devletinin anayasası Kur’an’ın bu âyetine uygundur. Gel gör ki, CIA ile ABD bu maddenin aksine karanlıklar ülkesi olmuştur. Yazmak yetmez; anlayıp uygulamak önemlidir.
Devletlerin gizli istihbarat teşkilatı kurmaları insan haklarına aykırıdır. İstihbarat teşkilatı kurulur. Herkes bildiğini oraya bildirir. Kişiler haberdar edilerek dosyalar saklanır. Kişinin dosyası barış zamanında sadece kendisine gösterilir. Kişi kendi dosyasındaki bilgilere dayanarak dava açabilir. Devlet de açabilir. Ama dava açtığı anda artık o kısımlar alenidir.
III. Bin Yıl Uygarlığının düzeni ancak Kur’an’ın öğretileri ile düzenlenebilir.