بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانفِرُوا ثُبَاتٍ أَوْ انفِرُوا جَمِيعًا(71) وَإِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ فَإِنْ أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ قَالَ قَدْ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيَّ إِذْ لَمْ أَكُنْ مَعَهُمْ شَهِيدًا(72) وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ فَضْلٌ مِنَ اللَّهِ لَيَقُولَنَّ كَأَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ يَالَيْتَنِي كُنتُ مَعَهُمْ فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا(73)
فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ وَمَنْ يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيُقْتَلْ أَوْ يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا(74)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Bu sûrede 4 adet “Ey insanlar”, 1 adet “Ey kitap verilenler” ve 9 adet “Ey iman edenler” geçmektedir; bu beşincidir. Bundan önce Allah’a ve resule ve emir sahiplerine itaat edin denmiştir.
O emir savaş hâlini ifade etmektedir. Savaş külfeti de yalnız mü’minlere yüklenmiştir. Bu âyette savaştaki durum ele alınmaktadır.
Müslimlere olan emirler “Ey nâs” olarak;
Mü’minlere olan emirler “Ey iman edenler” olarak geçmektedir.
خُذُوا حِذْرَكُمْ (PuÜuV PıÜRaKuM) “Hızrınızı ahz ediniz.”
“Hızr” savunma araçlarıdır. “Hazer et” demek, sakın demektir. Diken ve çakıl gibi batan şeylerden kendini koruma anlamındadır. Zırh gibi giysiler veya zırhlı araçlar hızr olduğu gibi; kılıç ve tüfek gibi savunma araçları da zırhtır.
Müslümanlar savunma savaşları yaparlar. Saldırı orduları değil de, savunma ordularını bulundururlar.
Bugün iki türlü ordu hazırlanmaktadır. Biri, düşman topraklarına girerek orada hakimiyeti tesis eden ordular; diğeri de, kendi bulunduğu toprakları savunan ordular. Savunma ordularının özelliği savunma araçlarına sahip olmalarıdır. Bugün radarlar, zırhlı birlikler, uçaksavarlar, füzesavarlar bu savunma araçlarındandır.
Siper kazmak, hızrı ahzetmek demektir.
Allah’ın bize emrettiği savaşlar savunma savaşlarıdır. Bunu hızrınızı ahzediniz, yani savunmanızı yapınız, savunma araçları ile savunmanızı yapınız demek suretiyle emretmektedir. Düşman topraklarına savunmak aracı ile; düşmanın bir daha saldırı yapmaması amacı ile girilir. Barışı tesis ettikten sonra oradan ayrılınır. Barışı tesis bazen tüm kent halkını esir etmek ile olur. Bu hususu takdir yetkisi komutana verilmiştir.
Burada “sizin hızrınızı alın” demek; kendi silahınızı kendiniz üretin, başkalarının silahları ile savaşmayın demektir. Böylece uluslararası silah sektörünün oluşması da önlenmiş olmaktadır.
Silah sektörü dünyayı kana boyuyor ve yeryüzünü fesada veriyor. Bu sebepledir ki, “Uluslararası Silah Vakfı”nın kurulmasını öneriyoruz. “Adil Düzen Anayasası”nda bu vakıf mevcuttur.
Silah üretmek serbesttir; ancak üretilen silahlar silah vakfına satılacaktır. Silah vakfı da dünyanın bütün ordularına taleplerine göre silah dağıtacaktır. Yani, uluslar silah vakfına ortak olacaklardır. Böylece yine kendi silahlarını kendileri üretmiş olacaklardır.
فَانفِرُوا ثُبَاتٍ (Fa ıNFıRUv ÇuBAvTın) “Sübaten firar edin.”
Süvari takımına “süb” denmektedir. Eyer kayışı, askeri birlik demektir. Gruplandırdığınız birliklere manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, ordu gibi “sübbe” denmektedir. Sübbe, kurallı dişi çoğuldur. Örgütlenmiş askeri birlik anlamındadır.
Savaşta önemli iki husus vardır. Biri, düşmanın hava ve top saldırılarına karşı az zayiat vermek için dağınık olunursa, düşman için isabet ve tahrip dereceleri o nisbette azalır. Bugün şehirler onun için çok tehlikelidir. Yeraltı sığınakları yapılmakta ise de, meydana gelen çevre kirliliği, kimyasal ve biyolojik silahlar, tahrip edici silahlar, bombalar orasını yaşanmaz hâle getirmektedir. Bu sebeple gerek yaşama, gerekse üretim dağınık olmalıdır. Elbette hepten dağınık değil, gruplar hâlinde olmalıdır. Savaşta da askeri birlikler bir yerde toplu olarak bulundurulmaz, arazide dağınık olarak gruplar hâlinde bulunur. Hava, top ve füze saldırılarına karşı en müessir korunma aracı budur. Bu husus toplu hareket etmekten de önemlidir. Bu sebeple sübaten veya cemian firar edin denmektedir. Kur’an nâzil olduğu zaman böyle bir tehlike ve böyle bir savunma aracı yoktu.
أَوْ انفِرُوا جَمِيعًا(71) (EaV EıNFıRUv CaMıGan) “Yahut cemian infirar edin.”
Savaşın diğer kuralı birlikte olmaktır. Düşman sizi parça parça bulursa, ayrı ayrı kolayca yutar, yok eder. Oysa, toplu halde iseniz güç oluşturur ve düşmana karşı kendinizi korumuş olursunuz. İşte bu iki durum birbirine zıttır. Uzaktan saldırılarda dağınık olmak, yakından saldırılarda ise birlikte olmak gerekmektedir. Bunu sağlamak için saldırı yokken uzaklarda olmak, ama düşman içimize girdiğinde kolayca bir araya gelmek mümkün olmalıdır. Çünkü düşman kuvvetleri de aramızda olduğu için artık hava saldırısını yapamazlar. Çünkü birliklerini de yok etmiş olurlar. O zaman da süratle bir araya gelmek icap etmektedir. Askeri birlikler öyle düzenlenmelidir ki, gerektiğinde süratle toplanabilmeli, gerektiğinde süratle dağılabilmelidir. Bunun için pratik küçük haberleşme ve taşıma araçları geliştirilmelidir.
Bu yalnız savaş durumu için böyle değildir. Barışta da, gerek mesken bakımından, gerekse işyerleri bakımından birlikte bulunmak, üretim ve ucuzluk için iyidir. Sağlık ve güvenlik için ise dağınık olma iyidir.
Biz bunları şöyle birleştiriyoruz. Ahşap Dinlenme Evleri tesis ediyoruz. İnsanların kentlerde evleri ve işyerleri vardır. Normal zamanda ucuzluk içinde yaşamaktadırlar. Savaş veya zelzele için de her ailenin dağınık dinlenme evleri vardır. Bunlar arasında ulaşım ve haberleşme çok ucuz şekilde sağlanmıştır. Böylece hem ucuzluk, hem de sağlık ve güvenlik sağlanmıştır.
Akevler’de geliştirmekte olduğumuz Ahşap Dinlenme Evleri bu model içinde değerlendirilmelidir.
İstanbul bugün yığın hâlindedir. Daha subat olmamıştır. İstanbul kooperatifler içinde örgütlenmelidir. Sivil halk, askeri birlikler gibi manga, takım, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, ordu olarak organize olmalıdır. Zelzele veya düşman saldırısı geldiğinde, halk askeri emir ve komuta zinciri içinde subaten veya cemaat olarak firar etmeli, yani gidecekleri yerlere gitmelidir.
Âyeti eskiden okuduğumuz zaman ‘savaşa gidin’ anlamını çıkarıyorduk. Oysa, burada savaş dahil her durumda hedeften uzaklaşma, hedeften ayrılma anlamındadır. Savunma yerlerinize çekilin demektir. Öyle plan yaparız ki, bir gecede İstanbul’u boşaltabiliriz. Bunun için herkesi bir araç bulundurmaya mecbur ederiz. Tek taraflı akış trafiğini ayarlarız. Bir gecede İstanbul’u boşaltabiliriz. Yahut, aynı araçları ve yolları kullanarak bir hafta içinde boşaltırız. Bu plan ve programlar şart ve imkanlara göre önceden yapılacak. Zelzele olunca o gün bunu başarmamız gerekecektir. Kişiler yağmalanmasın diye evlerini terk etmemektedirler. Bunun için herkesin evdeki zati eşyası sigortalanmalıdır. Bunun için bu eşyalar değerleri ile ortak muhasebede yer almalıdır.
Bu emri yerine getirmek ancak “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” ile mümkündür.
***
وَإِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ (Va EınNa MıNKuM LeMen LaYuBaoOıEunNa)
“Sizden bateden kimseler vardır.”
“Bat” ördek demektir. Ördeğe benzer paytak paytak yürümekten yavaş davranma anlamına geldiği gibi; ördeğin suya dalıp çıkması anlamında bir görünüp bir kaybolması anlamına da gelir.
Sizin içinizde iyilik olduğu zaman mü’min, sıkıntı olduğunda da münkir olanlar vardır, tereddütlü davrananlar vardır. Bunlar başaramazlar deyip arkadan gelen, gözetleye gözetleye gelenler vardır. Buradaki birinci “Le” cümlenin başına gelmiştir. Mutlaka öyleleri vardır ki, bunlar mutlaka gevşek davranır. İkincisi “Men”in sılasına gelmiştir. “Le Ahmede Le Yedrib/ Ahmet elbette döver”; “İnne Ahmede Le Yedrib” gibidir.
فَإِنْ أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ (Fa EıN EaÖAvBaTKuM MuÖIyBatun) “Size bir musibet isabet ederse.”
“Sayyıb” sağanak halinde yağan yağmur demektir. Okların hedefe ulaşmasına “isabet” denmektedir. Yağan yağmura benzetilmiş. Okun hedefinden şaşması da hata olarak adlandırılmıştır.
“Musibet” isabet eden şey demektir. İnsanların doluya tutulması, musibetin isabet etmesidir. Kötülüklerin doğması, krizlerin çıkması demektir.
Çağımızda değişik musibetler görülür. Doğal musibetlerden zelzele, sel, yangın, bulaşıcı hastalıklar bunlardandır. Beşeri musibetler ise savaşlar, terör, ekonomik darlık, siyasi istikrarsızlık...
Siz mü’minlere bunlar çarparsa onlar dışarıda kalırlar. İşte bir gelip bir kaybolan kimseler, kendilerini emniyete alıp bu musibetlerden uzak kalmaya çalışırlar. Mü’minlere neden musibet isabet eder?
- Mü’minler cihat için eğitilirler. Musibetlere uğramazlarsa hakkı tebliğ etmiş olmazlar. Mü’minler hakkı tebliğ ile görevlidirler. Kâfirleri dâvet, ancak onlardan gelecek zulme mukavemetle olur.
- Musibet mü’minleri imtihan eder. Gerçekten mü’min olanlar kalır, mü’min olmayanlar ayıklanıp gider.
- Mü’minlerin günahları olur, günahlar haseneye çevrilsin diye dünyada cezalanırlar, böylece âhiret azabından kurtulmuş olurlar.
- Musibetlere sabretmek suretiyle Allah’ın indinde derecelerini yükseltmiş olurlar.
Burada musibet nekiredir. Yukarıda sayılan musibetlerden biri isabet etmiş olabilir. Hattâ, beklenmedik, bilinmeyen bir yerden musibet gelebilir.
قَدْ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيَّ قَالَ (QAvLa QaD EaNGaMa EalLAHu GaLayYa) “Allah bana in’am etti diye kavletti.”
“Allah bana iyilik etti dedi.” Dünyadaki sıkıntılara girmeyenler, kendi rahatlıklarını Allah’ın onlara iltiması olarak değerlendirirler. Böylece kendilerine musibet isabet eden kimseleri aşağı görürler. Mesela, bazı kardeşlerimiz ekonomik bakımdan sıkıntı çekmediler, ama hapislere girdiler. Oysa biz hapislere girmedik. Bu durumda biz diyebiliriz ki; Allah bize iyilik etti de onun için hapse girmedik. Böyle olduğunu zannedebiliriz.
Oysa Allah bizi o belalardan imtihan etmedi. Vize vermedi, imtihanlara giremedik, bu sebeple de daha aşağı seviyelerde kaldık. Derecemiz aşağı oldu. Aynı şekilde onlar da, maddi bakımdan başarılarını kendileri için hayır sanırlar. Bizim ekonomik başarısızlığımızın yanında, kendilerinin Allah nezdinde daha makbul olduklarını sanırlar. Oysa, onlar da burada imtihana alınmamış olurlar. O halde musibet isabet etmediği zaman sıkılmalıyız; imtihan olunmadık, derecemizi yükseltemedik diye üzülmeliyiz.
إِذْ لَمْ أَكُنْ مَعَهُمْ شَهِيدًا(72) (EıÜ LaM EaKuN MaGaHuM ŞaHIyDan)
“Hani onlarla beraber şehit değilim.”
Yani; biz onlarla beraber değildik, o zaman Allah bize in’am etti derler. Oysa, Allah onları devre dışı bırakmakla onlara in’am etmedi. Onlar imtihana alınmadılar ve doğrudan sınıfta kaldılar. Biz de imtihan olunmadığımız yerlerde sevinç duymamalıyız. Sadece Allah’a hamd edip daha fazla gayret göstermeliyiz.
“Şehit” kelimesi, ben onlarla beraber bulunmadım anlamında olduğu gibi; ben onlarla beraber ölmedim anlamına da gelir. Savaşta ölmeyenler; Allah bize in’am etti, hayatta kaldık derler. Oysa onlar şehadet mertebesine ulaşamamakla ziyan içindedirler.
***
وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ (Va LaEıN EaÖAvBaKuM) “Size isabet ederse”
“İn”in başına “Le” gelmiştir. “İn” şartının başına “Le”nin gelmesi, şart cümlesine cevapla birlikte etkidir. Yoksa şartın tekidi değildir. Size isabet ederse, burada iyi şey isabet ederse demek olur.
“Sayyıb” gökten yağan bol yağmurdur. O yağan yağmurdan bize iyilik de dokunabilir, kötülük de. “Musibet” kelimesi daha çok kötü isabet için kullanılır. Ama “İsabet” hem iyi hem de kötü isabet için kullanılır.
فَضْلٌ مِنَ اللَّهِ (FaWLun MıNa elLAHı) “Allah’tan bir fadl isabet edecek olursa.”
“Fadl” “Fasl” benzeridir. “Fasl” herhangi bir kopukluktur. “Fadl” ise gerek olmadığında veya yetmediğinde ayrılan kısımdır. Bir kabı doldurduktan sonra, eski kapta artan suya ‘fadl’ denmektedir.
“Fadl” verim demektir. Yani; bir iş yaparsınız, girdiler olur, çıktılar olur. Çıktılar girdilerden daha fazla değerde olur. Bu fazlalık fadldır. Verim demektir. Toplulukta oluşan fadl vardır.
Sirkeci’deki 1 metrekarenin değeri ile Sapanca’da yayladaki 1 metrekarenin değeri arasında milyonlarla ifade edilemeyecek kadar farklar vardır. Bu fark nereden gelmiştir? Bu değer emeksiz oluşmuştur. Bu değeri oluşturan da topluluktur, yani Allah’tır. İşte insanlıkta oluşmuş bu âtıl değerler yüzen değerlerdir. Bir yere akar. Bu sayede sermaye birikimi olur. Ekonomik ve sosyal bağlar oluşur.
Bu fadl eğer eşit şekilde bölüşülmezse yine bir şeye yaramaz. Çünkü üretim sağlanamaz. Şimdi ise kimi zengin olduğu için ticaret yapmakta, yahut iş kurmakta, böylece ekonomik dolaşım olmaktadır. Oysa, o zaman ne işyeri olacaktı, ne de ticaret yapılacaktı. Bu sebepledir ki Allah bu fadlı, kimsenin olmayan emeği, değişik grup veya kişilere isabet ettirecektir. Onlar da bunu sermaye yapıp iş veya ticaret yapacaklar. Eğer böyle yapmaz da yığar, hapsederlerse, kızdırılarak cehennemde dağlanırlar. Oysa mü’minler böyle yapmazlar.
لَيَقُولَنَّ (La YaQuLunNa) “Şöyle der.”
İki tekit gelmiş; birincisi baştaki “Le”, ikincisi de buradaki “Le”dir. Kimileri; ‘keşke ben de o partiye girseydim de ben de iktidarın nimetinden yararlansaydım’ der. Yahut; ‘keşke ben de onların şirketinden olsaydım da yararlansaydım’ der. Yarın Adil Düzenciler arasından zenginler ortaya çıkınca onlar; ‘keşke ben de katılsaydım da ben de onlar gibi zengin olsaydım’ demeye başlarlar. Şu bilinmelidir ki; İslâmiyet’te hiçbir zaman zenginlikte eşitlik yoktur. Ne var ki, herkesin iş ve aşı olmalıdır. Kimse yoksul ve işsiz olmamalıdır. İşinde de köle gibi çalıştırılmamalıdır. Ama zenginler de olmalı ve onlar da işveren olmalıdır. Aralarında serbest rekabet olunca, tekel oluşmayınca sömürü de olmaz. En az kârla bölüşüm ideal bir şekilde sağlanmış olur.
كَأَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ (KaEaN LaM TaKuN BayNaKuM Va BayNaHUv MaVadDatun)
“Sanki aranızda meveddet yokmuş gibi.”
“Meveddet” kelimesi, rahmet kelimesi karşılığıdır. Rahmet, annenin çocuğuna duyduğu hislerdir. Vedud, babanın çocuğa duyduğu hislerdir. Annenin görevi, çocuğu doğurup büyütmedir. Babanın görevi, çocuğun nafakasını sağlamak ve korumaktır. Aramızda bir zengin olur ve bir iş kurarsa, bize iş vermiş olur ve bize babanın çocuğa karşı olan görevini yapmış olur. Bunu yapmak zorundadır da. Sermayeyi yığıp hapsedemez. Ürettiğimiz malları bizden alıp başka yere götürüp satmazsa; biz hiçbir şey satamaz, paramız olsa bile, alacak ekmek bulamadığımız için ölmüş olurduk. O halde zenginler sayesinde, onların ekonomik faaliyetleriyle hayat süreriz. Hattâ onların verdikleri vergilerle ordumuzu güçlendirir ve canımızı, malımızı, vatanımızı koruruz.
İşte, sanki aranızda meveddet yokmuş gibi kıskanır, haset eder. Oysa, İslâm düzeninde halk zenginleri sever. Çünkü daha çok zekât verirler, devlet daha güçlü olur, zekât payı da fazla olur. Eğer zenginler az olur veya sermayeleri az olursa, hem yoksul ve fakirlere düşen paylar, hem de borçlulara düşen paylar azalır. Bu ifade zenginlerin nasıl çalışacaklarını bildiriyor. “Onlar ki zekât vermek için çalışırlar.” (Mü’minûn;23/4)
يَالَيْتَنِي كُنتُ مَعَهُمْ (YAv LaYTaNIy KuNTu MaGaHuM) “Keşke onlarla beraber olsaydım.”
Keşke onlara katılsaydım; keşke ben de zengin olsaydım.
Yahut; keşke onlara katılsaydım; keşke ben de iktidarda olsaydım.
Oysa, iktidar halka hizmet içindir, hükmetmek için değildir. Zenginlik de halka zekât vermek içindir.
Günümüzde hükmetmek ve israf içinde yaşamak içindir. Yani, şimdi iktidarda olanlar ve zengin olanlar kendilerine hizmet ediyorlar. Oysa o zaman hizmetçi yani halka hizmet eden olacaklardı.
فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا(73) (Fa EaFUvZa FaVZan GaJIyMan) “Azim fevz ile fevz etseydim.”
“Fevz” Türkçedeki faiz kökündedir. Bir de fad ile faud vardır. Feyazan, sel yani ırmakların ve nehirlerin bıraktıkları alüvyonlardır. Bundan dolayı faiz denmiştir. Yani, emeksiz kazanma demektir.
Ticaret emeksiz kazanmadır. Zenginlik ancak ticaretle olur. Emekle zengin olunmaz. Ne var ki, ticarette riziko vardır. Rizikoyu göze alamayan zengin olamaz. Siyaset de böyledir. İktidar savunma gücüyle elde edilir.
Savaşmak istemeyenler, zarar etmek istemeyenler kenarda dururlar. Sonra da; “Ah, keşke biz de katılsaydık!” derler. Buradan şu görülüyor ki, mü’minlerin siyasi hakları vardır, ekonomiden de payları vardır.
***
فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fa eLYuQAvTıL FIy SaBıLı elLAHı) “Allah’ın sebilinde mukatele etsin.”
Allah’ın sebilinde mukatele etmek demek; Allah’ın şeriatı için mukatele etmek, topluluğun düzeni için mukatele etmek demektir. “Sebil” şebeke, yol demektir. Ağ şeklinde olan yol demektir. İnsanlar arasında yollar, kurallar vardır. Biz birbirimizle kurallarla görüşür ve kurallarla ilişkilerde bulunuruz.
Demek ki, “sebilullah” demek, şeriat demektir, kanunlar demektir. Sayıca her türlü ulaşım araçları sebilullahtır. Sıvı, gaz, katı ve enerji taşıma araçları, insanları götüren kara, deniz, hava ve demiryolları sebilullahtır. Basın ve yayın da sebilullahtır. İşte bu düzenin tesis ve korunması iç mukatele etsinler.
Burada önemli olan husus “Felyektul” denmiyor; “Felyukatil” deniyor. Yani, öldürmek yok, saldırana karşı savunma vardır. Madem ki onlarla sizin aranızda meveddet vardır. Onlar çalışıyor, cizye ödüyor; siz de artık Allah sebilinde, yani güvenin korunmasında mukatele edin.
Burada yine bir şeye dikkat etmemiz gerekmektedir. Kur’an “Fillahi” demiyor, “Fiy Sebilillahi” diyor. Yani, savaş din adına değildir, düzen adınadır. O’nun şeriatının hükümlerinin çıkması içindir, O’nun hükümran olması için değildir. O’nun bizim savaşımıza ihtiyacı yoktur. O kendisi çok kolay onların hakkından gelir.
Bu inceliklere dikkat etmeyenler Kur’an’da çelişki görürler.
Oysa Kur’an’da son derece mantıklı ve ince bir düzen oluşturulmuştur.
الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ (EalLaÜIyNa YaŞRUvNa elXaYAvte eldDuNYAy Bi eL EaPıRatı)
“Dünya hayatını âhiret hayatı ile satmışlardır.”
Bu cümleyi biz söyleseydik şöyle derdik: “Yeşterûne el-Âhirete Bi el-Dünya” derdik.
“İştira” kelimesi “Şıra” kelimesi ile değiştirilmiş ve dolayısıyla “Bi” harfi de değişmiştir. Bir malı elden çıkarmak için böyle söylersin, çünkü gaye para elde etmek değil, işe yaramayan bir malı elden çıkarmaktır.
“İştira” kelimesi kullanıldığı takdirde gayemiz mal elde etmek olacaktır. Burada dünyadan kurtulmak isteyen ifade var. Bir kimse bir ton pamuk yetiştirse, ancak o pamuk ona para getirse, onun için bir değeri vardır. Yoksa ne işe yarar? Sadece yük olur. Dünyanın da âhireti kazandırdığı için değeri vardır. Yoksa, âhireti kazandırmayacaksa dünyadaki sıkıntıların ne değeri vardır?
Kur’an’ın başka yerindeki “Allah mü’minlerden malları ve canları karşılığı cenneti satın almıştır” (Tevbe;9/111) ifadesi burada başka şekilde ifade edilmiştir. O halde burada hitap edilen müslimler değil, mü’minlerdir. Kıtal onlara farzdır.
وَمَنْ يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Va MaN YuQAvTıL FIy SaBıLı elLAHı)
“Allah’ın sebilinde kim mukatele ederse.”
Buradaki “Men” men-i umumidir. Kim olursa olsun, mü’min olma şartı getirilmemiştir. “Vehuve mu’minun” denmemiştir. Bize, bizim çok önemli bir sorumuza cevap vermektedir. Asker olmak, cihada katılmak için Kur’an şeriatında olmak şart mıdır? Yoksa Hıristiyan, Yahudi, hattâ Mecusi olsa da askere alınır mı?
Buradaki “Men” ile onların da alınacağını ifade etmiş oluyor. Şimdiye kadar ‘alınır’ diyor ama, Kur’an’da nass bulamıyor, kıyasla, istihsanla öyle diyordum. Bu âyet bize açıkça alınabileceğini beyan etmiştir.
“Allah” kelimesi “devlet” anlamına geldiğinde, halk yaşadığı devlete ya cizye verecek, yahut askere gidip kıtal edecektir, kendi devletini koruyacaktır. Karşısındaki kendi dinine mensup kimse ise o orduya katılmayacak, kendi dininden olmayan ordunun karşısına çıkacaktır. Bir Rum vatandaşını İzmir’de, bir Ermeni vatandaşını Erzurum’da, bir Şiiyi Van’da, bir Sünniyi Diyarbakır veya Konya’da asker yapmayacaksın.
فَيُقْتَلْ أَوْ يَغْلِبْ (Fa YuQTaL EaV YaĞLıBu) “Katl olunur veya mugalebe ederse.”
İşte mü’min olan budur. İki yolu vardır; öldürülür veya galip gelirse. Ya ölüm, ya istiklâl budur. Düzeni korumada ölümü göze alacaktır. İşte bu askerler için, polis için büyük bir müjdedir. İnsanlığın güvenliği için ölmeyi göze alan, yenilmeyi düşünmeyen kimse şehittir. Yalnız şehit olmanın şartı hakem kararlarıdır. Hakemler karar verdikten sonra, savaşır galip gelirse veya ölürse, yüksek ücretlere müstahak olur. Çin’de de Çin devletinin ayakta kalması, gadre uğramaması için savaşan Çinli, Budist olsa da şehittir. Bu âyetten çıkan mânâ budur. Çünkü yukarıda zikredilen “Men” umumidir. Bunun diğer pratik sonucu ise; bir kimse anarşik harekette bulunursa, terörist olursa, velev ki bu küfür devleti içinde olsun kâfirdir. Ecri azimden nasibi yoktur.
فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا(74) (Fa SaVFa NuETıHı EaCRan GaJIyMan) “İleride azim ecir verilecektir.”
Burada “Fa” harfi getirilmiştir; Fa-i sebebiyedir. Yani, kıtal yapıp ölür veya galip gelirse, ileride yani âhirette ona ecri azim verilecektir. “Savfa” kelimesi ile anlaşılıyor ki, bu ecir âhiretteki ecirdir.
Bu da gösteriyor ki, âhiret yalnız Kur’an mü’minlerine mahsus bir yurt değildir.
Çok önemli bir husus burada ortaya çıkıyor. Dünyada kim olursa olsun, bütün devletler güvenlikleri korumaları içindir. Hakem kararlarının uygulanmasıdır. Ordular hakem kararlarının bekçileri olacaklardır. Böylece dünya barışa yani İslâmiyet’e gelmiş olacaktır.
“Ecren Kesiran” denmemiş; “Ecren Aziman” denmiş. Çünkü verilecek ücret para değildir. Cennettir.
Buradan da anlıyoruz ki, bu ücret dünyevi ücret değildir. Nekire gelmesinden de ecrin değişik şekillerinin olacağını anlıyoruz. Bunun yanında, dünyada da ücretlerin nakit olarak değil, mal olarak ödenmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bir üretimde çalışanlara verilecek ücret, ‘üretimden pay’ olmalıdır. Hattâ, yetimlere ve emeklilere verilen şey ‘işletme senedi’ yani gelen zekâttan mal olarak pay şeklinde olmalıdır.
Bu nasıl olacaktır?
Bucak yönetimi bucak tüccarına ‘bucak işletme senedi’ni kredi olarak verecektir. 9 senet verecek, 10 senet isteyecektir. Tüccar işletmelerden malı alınca onda bir daha ucuz alacak ve mal olarak ambara konacaktır. Bucak kasası ile bu yoksullara ve diğer müstahaklara dağıtılacaktır. Bunlar istedikleri malları piyasa değeri ile alacaklardır. Sadece kendi bucaklarında üretilen değil, piyasaya satılıp alınan malları da alabileceklerdir.
Kırmızı çizgiler malı, maviler senedi, siyahlar parayı gösterir.
Halka mal senedi dağıttığımız için malı dağıtmış oluruz. Kesir ecir değil de, azim ecir olmuş olur.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا(75) الَّذِينَ آمَنُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ
فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا(76)
وَمَا لَكُمْ (Va MAv LaKuM) “Sizin neyiniz var?”
Bu hitap mü’minleredir. Mü’minler mallarını ve canlarını Allah’a cennet karşılığı satmışlardır. Onlar İslâm düzenini kurmakla görevlenmişlerdir. İyi insan vardır, kötü insan vardır. Kötü insan bulunduğu topluluğu yıkmak ister. Tıpkı mikroplar gibidir. Oysa hasta ölür, ama hastayla beraber mikroplar da ölür. Onlar bindikleri gemiyi batırmaya çalışırlar, ama batan gemi ile birlikte kendileri de boğulurlar. İyi insanlar da ikiye ayrılırlar. Kimileri vardır ki, iyi düzende iyi insan olarak yaşar, ama iyi düzen kurmakla uğraşmazlar. Onlar düzen kuruculara teslim olmuşlardır. Birincilere ‘müslim’, ikincilere ‘mü’min’ deniyor.
Mü’min olmak farzı kifayedir. Birileri varsa, diğerlerinden farz sâkıt oluyor. Ama kimse barış düzenini kurmamışsa, şeriat düzenini kurmamışsa, o zaman herkese farz oluyor. Mü’min olduktan sonra söz verilmiştir, İslâm dizenini kurmakla görevlendirilmişlerdir. Geri dönemezler. Artık ben yapamam diyemezler. Çünkü taahhüt vecibeyi yüklenmedir. Çünkü nezir nafileyi farz yapar. Hele bu farzı kifaye ise bu vecibe kesinlik kazanır. Çünkü onlar yüklenmeseydi başkaları yüklenecekti. Artık herkes her şeyi sizden bekler. Şimdi insanlık İslâm düzeninin gelmesini Adil Düzencilerden beklemektedir. Artık onlar için rücu etme lüksü yoktur.
لَا تُقَاتِلُونَ (LAv TuQAvTıLUvNa) “Mukatele etmiyorsunuz.”
Allah insanlara savaşı değil, barışı emretti. Onun için bütün ilâhi dinlerin adı ‘İslâm’dır. Hz. Adem’den kıyamete kadar Allah dinine inanan herkes barış düzenine girmekle yükümlüdür. Barış düzenini tesis etmek insanların kendilerine bırakılmıştır. Oysa hayvanlarda düzen doğal olarak düzenlenmiştir. Barış düzeninin temeli, başkanı dinlemek, haksızlığa uğrandığı takdirde hakemlere gitmektir. Bu şeriattır. Hakemlerin kararlarına uymayanlara karşı savaşmak meşrudur. Bu savaş bütün müslimlere değil, askerlere farzdır, orduya farzdır.
Askerlik yapan herkese savaşmak farzdır. İnsan hakları maddeleri içinde savaşa teşvik suç sayılmıştır. Bu insanlığa karşı cinayettir. İnsan haklarını saymayanlar zaten yeraltı örgütü kurarak veya zulüm ordularını teşkil ederek savaşıyorlar. Bunlara karşı savaş kalktığı zaman dünya fesada döner, anarşiye döner, teröre döner.
Ayrıca; halkı zorla askere götürüp savaştırıyorlar. Onlar isteyince zorla da olsa askere gideceksin. Sen ise; barışı savunmak için savaşmaya farz diyemeyeceksin. Fesat için, zulüm için savaş ne kadar zulüm ise, ne kadar şenaat ise; zulmü defetmek için savaş da o kadar adil ve ulvidir. Bu ulvi cihadı yapmaktan sizi alıkoyanlar, sizi savaşmadan yutmak isteyenlerdir. Allah’a inanan insanları pasif hâle getirip savunma güçlerini yok etmek istiyorlar. Savaş Hak düzeni kurmak içinse, “Adil Düzen”i kurmak içinse, barış düzenini kurmak içinse; bu savaşta ölenler cennetin en yüksek yerlerindedirler ve en ulvi vazifeleri görmüşlerdir. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu belirleyecek olan hakemlerden oluşan yargıdır. Savaş mukaddestir. Ordu yok demek, polis yok demek, devlet yok demektir. Devleti korku üzerinde kuramazsınız. Devlet sevgi ve saygı üzerinde kurulur.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fıy SaBıLı elLAHı) “Allah sebilinde.”
“Allah’ın sebili” demek, önce ülke içinde tesis edilecek maddi yollardır; deniz, kara, hava ve demir yoları, su yolları, kanalizasyon, elektrik hatları, gaz ve petrol boruları, telefon hatları… Ve manevi yolardır; basın ve yayın, öğrenim, sanat ilişkileri, hukuk düzeni, şeriat düzeni… Bunların hepsi Allah yolları, topluluğun yollarıdır. Yaratıcı Allah kendi hukukunu topluluğa devretmiştir. Topluluk yani kamu Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Yöneticileri kâfir ve zalim olsa da, devlet mukaddestir. Allah’ın temsilcisidir. Bu sebepledir ki, bir savaştan sonra orada hemen yeni bir düzen tesis edilir. Eski devletin hukuku da yenisi gelinceye kadar sürdürülür. Osmanlı Devleti’nin kanunları Cumhuriyet devrinde değiştirilinceye kadar geçerli sayılmıştır. Sovyet hukuku da, SSCB yıkıldıktan sonra sürdürülmüştür. Zalim olan devlet değil, yöneticilerdir. Bu sebepledir ki, devlet aleyhinde faaliyet haramdır. Bundan dolayı, devlete zarar vereceği için yöneticilerin zulmüne tahammül edilir. Burada kimi “Allah’ın sebili”ni Allah’ın zâtı olarak anlamak ister ve Allah için savaşı meşru görürler. Oysa, devletin varlığı için savaş meşru kılınmıştır. Bundan dolayı ‘Fillahi’ denmemiş, “Fî Sebilillahi” denmiştir.
وَالْمُسْتَضْعَفِينَ (Va eLMusTaWGaFIyNa) “Ve müstedaflar”
Bu âyet mü’minlerin ne ile görevli olduklarını açıkça ifade etmektedir.
“Müstedaf” demek, kendi kendilerini zayıf görenler demektir. Yani, savaşmayı göze almayan, ölmeye cesareti olmayanlar demektir. Zayıflar denmiyor, “müstedaf” deniyor. Gerçekte zayıf olanlar değil, kendilerini zayıf gören kimseler, yani mü’min olmayıp müslim olanlar demektir.
Onbeş yaşına gelen kimselere veya ülkemize ilk dahil olanlara sorarız; siz ‘müslim’ mi, yoksa ‘mü’min’ mi olmak istiyorsunuz deriz. Müslimiz derlerse, cizye verirler. Mü’miniz diyenler ise cesur olanlar yani kendilerini zayıflardan görmeyenlerdir. Onlar cizye alırlar ve müstedafları korumayı taahhüt ederler.
Artık bunlar cizye vermeyip cizye aldıklarına göre; bunlar için o zayıfları korumak amacıyla savaşmak artık farz olmaz mı? Siz ücret alın, sonra da görevi yerine getirmeyin; bu nasıl olur? Asker elbette askerlik görevini görmelidir. Polis elbette polislik görevini görmelidir. Çünkü ücretini almış ve taahhüt etmiştir.
Cesur kadınlar da mü’min olurlar. Onlar savaşa gitmezler ama savaşan kocalarına destek olurlar ve savaşan oğulları yetiştirirler. Onlar müstedaf değildirler. Kocalarını ve çocuklarını Allah yolunda, topluluğun güvenliği ve düzeni için seve seve gönderen eşler ve anneler mü’mindirler. Cephede ölen şehitler mertebesindedirler. Onların manevi desteği için savaşıyorlar ve onlar için ölüyorlar.
مِنْ الرِّجَالِ (MiNa elRıCAvLı) “Ricalden.”
Önce “rical”den bahsediyor. Çünkü müslimlerin yani zimmilerin ricali cizye vermekle yükümlüdürler. Oysa kadınlar ve çocuklar cizye vermemektedirler. Bu sebeple başta onları zikretti. Çünkü cizye alan mü’minler cizyeyi bunlardan almışlardır. “Rical”in başta gelmiş olması, müstedafların müslim olanlar yani bedenen savaşa katılamayan kimseler olduğu açıkça anlatılmaktadır. Kur’an’ın varsayımlarını kavrayamayanlar Kur’an’ın çoğunu müteşabih bulurlar. Ana varsayımlar doğru konursa tüm Kur’an çok açık bir şekilde düzeni ifade eder.
وَالنِّسَاءِ (Va elNıSAEı) “Ve kadınlar.”
Kadınlar cizye vermezler ama haraç verirler, yani vergi öderler. Dolayısıyla bunlar da vergi vererek mü’minlerden kamu hizmetleri istemektedirler. Yani, güvenlik sağlamayı mü’minler taahhüt etmişlerdir. Bu sözlerini yerine getirmek durumundadırlar. Buradaki kadınlar ergin kadınlardır.
وَالْوِلْدَانِ (Va elViLDANı) “Ve veledler.”
“Vildan” “Veled”in çoğuludur. Kız olsun, erkek olsun bütün çocukları içermektedir. Bunlar bir “Ellezine”de toplanmıştır ve bütün müslimleri içermektedirler. Bu müslimlerin arasına mü’minlerin eşleri ve çocukları da idhal edilir. Yani fiilen asker olanlar gibidir. Bugünkü ordular demek olur. “Rical ve Nisa” kırık çoğul olmakla beraber bir grubu oluşturur. “Vildan” ise müzekker kurallı çoğul olarak getirildi ve diyenler içine sokuldu. Bu baliğ olmayan çocukları içerdiği gibi, diğer küçükler de lisanı halleri ile bunu söylerler.
الَّذِينَ يَقُولُونَ (elLAÜIyNa YaQUvLuvNa) “Onlar şöyle demektedirler.”
Bunlardan her biri ayrı ayrı değil de, birlikte demektedirler; lisanı halleri ile demektedirler. Çünkü bunlar barış düzeni istemektedirler. Savaş olmasın, yağma olmasın, terör olmasın, zulüm düzeni olmasın, biz bu dünyada kendi işimize bakarak yaşayalım. Çalışalım, kazanalım, geçinelim. İyi insan olarak bu dünyadan ayrılalım. Çocuklarımız da huzur içinde olsun.
Bütün insanlar bunu istemiyor mu? Savaşa karşı olanlar bunu istemiyor mu? Savaş savaşla defedilir. Zalimler, müfsitler karşılarında devlet silahlı güçlerini bulunca artık saldırmaz, hakem kararlarına karşı çıkmazlar. Bu görevi yüklenen mü’minler bunu hakkıyla yapmakla yükümlüdürler. Bunu yapmalıdırlar.
رَبَّنَا (RabBaNav) “Rabbimiz.”
Kur’an’da bize dua etmemiz öğretilirken “Rabbimiz” diye dua etmemiz öğretilmektedir. Hâlik olarak dua etmemiz yanlış olur, çünkü hilkatte değişme yoktur. Değişmeyecek şeyleri istemiş olurduk.
“Rabvet” ise eğitimdir. İnsanın yetiştirilmesidir. İnsanın Rabbi’ne ihtiyacı rabvet esnasındadır. Onun için “Rabbimiz” diye dua ederiz. Bizi eksik yaratıp zamanla eksiğimizi tamamlamakta olduğumuzdan bize yardım et diyoruz. Sonra “Rabbimiz” diyerek Rab kim ise ona dua ediyoruz.
Herkes bilir ki; ben yaratıldım, yetiştirilmekteyim, beni bir var eden ve yetiştiren vardır. İşte O kim ise O’na dua ediyoruz. O hâlik olduğuna göre bizim sesimizi mutlaka duymaktadır. Biz O’nu bilmesek de, O’nun varlığını bilmekteyiz. Her dinde olan iyi insan Rabbi’ne dua edebilir. O buna niyet eder de Rabbi’ne dua ederse, o dua Allah’a ulaşır. Kişinin hata etmesi duayı şaşırtmaz. Zorda kalan her insan Rabbi’ne dua eder.
أَخْرِجْنَا (EaPrıCNAv) “Bizi ihraç et.”
Zalim ehli bu topraklardan çıkar diye dua etmez, tam tersine bizi bu zalim halktan ihraç et der.
İslâmiyet’te isyan yoktur. Halkı zalim olsa bile iç savaş yapmak yok, hicret vardır. İslâm demokrasisi budur. Bir ülkede eğer zulüm yönetimi varsa onu nasıl değiştireceksiniz? Tebliğ edersiniz, onu değiştirmeye çalışırsınız. Ama iktidarı indirip sonra zorla halkı değiştirmek yoktur. O topluluktan ayrılır, kendiniz “Adil Düzen”i tesis edersiniz. Kur’an’da bütün âyetler birbirine uyum içindedir. Bizim varsayımlarımız her âyette teyid edilmektedir. Hicret ederek kendi istediğimiz şeriata ve kendi istediğimiz yöneticilere kavuşuruz.
مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ (MıN HaÜıHı elQaRYatı) “Bu karyeden bizi ihraç et.”
“Karye” kelimesi, beldeden küçük meskun yerlerdir. Ancak belde, medine ve mısrın ortak adıdır. Yani, özel olarak beldeden küçük yerleri ama genel olarak bütün meskun yerleri gösterir. Bunlar müşterek kelime olarak kullanılır. Nitekim “Huve” zamiri erkeğe işaret eder ama genel olarak kadına da işaret eder.
O halde zalim olan topluluktan göç etmek gerekir. Orası terk edilecektir. Aşiret zalimse aşiretten, kabile zalimse kabileden, şa’b zalimse şab’den, kavim zalimse kavimden hicret edilecektir. Adil yer varsa oraya hicret edilir; yoksa yeni kabile, şa’b ve kavim tesis edilir.
الظَّالِمِ أَهْلُهَا (elJAvLıMı EaHLıHAv) “Ehli zalim olan bu karyeden bizi ihraç et.”
Hicret neden olacak? Hicretin sebebi “ehlinin zalim olması”dır. Mü’minler tebliğ yaparlar: Tebliğlerini tamamladıkları zaman hicret ederler. Müstedaflar yani cizye verip korunmalarını isteyenler ise onların hicret etmelerini beklerler. Günü gelince hicret ederler. Onlar da onlara tâbi olurlar. Zalim yönetimler bu hicrete de izin vermezler. İşte o zaman mü’minlere düşen vazife, kendilerinin çıkışına izin vermeyenler ile savaşmaktır.
Bu âyetin tarifine dayanarak ülkeleri üçe ayırıyoruz. 1) Dâru’l-İslâm, giriş ve çıkışın serbest olduğu ülkedir. 2) Dâru’l-terk, çıkış serbest, giriş vizeye tabi. O ülkelerle savaşmaz, kendi haline terk eder, onlarla dostluk kurmayız. Orası dâr-ı harb değildir, ama dâr-ı İslâm da değildir. 3) Daru’l-harb, çıkışa izin vermeyen, muhacerete de mâni olan kimselerdir. Bunlarla savaş meşrudur. Demek ki savaşın sebebi savunmadır. Kişilerin mallarını, canları, işlerini ve ırzlarını koruma hakları olduğu gibi, toplulukların da savunma haklar vardır.
Haklardan biri de, ülkeyi terk etmek istediği halde terke izin vermemesi de savaşı meşru kılar. Bu çıkacak kimselere dışarıda olan mü’minlerin de yardım etmeleri gerekir. Barış geneldir. Bütün insanlar için tek barış vardır. Barış düzenini korumak insanlığın işidir. Hakemlik sistemi uluslararası teşkilattır. Her İslâm devleti kendi topraklarının güvenini sağlamakla yükümlüdür. Birleşmiş Milletler ortak ordusu yoktur. Ama bütün barış devletlerinin orduları insanlık ordularıdır. Hükmeden ise hakemlerden oluşmuş tarafsız ve bağımsız yargıdır. Böyle olmasa bu sefer tek ordu zulmeder ve onu dengeleyecek bir şey bulamayız.
وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا (Va ıCGaL LaNAv MıN LaDuNKa VaLıyYan)
“Ledunundan bize bir veli ca’let.”
Burada mü’minlerin başına, ordu komutanına, genel kurmay başkanına “Veli” denmektedir.
“Veli” demek, arka demek, koruyucu demektir. Aslında mukatele eden ordu olduğu halde, müfret olarak bir veliden söz etmektedir. Çünkü ordu tek kişi gibi kenetlenmiş, emir-komuta zinciri içinde oluşmuş bir birliktir. Askerlikte sorumluluk ortaktır. “Velayet” zaten bu demektir. Biri bir başarıya ulaşırsa, tüm ordunun başarısı olur. Biri bir suç işlerse, tüm ordu işlemiş olur. Bir asker suç işlediği zaman, eğer askeri garnizona girmişse artık onu sivil yargı takip etmez, o kişiye karşı dava açmaz, orduya açar, başkomutana açar. Kısasa izin verir veya diyet öder. Orduda borç ve alacaklar topluluğundur. Orduda hukuk düzeni yoktur. Bu sebeple “Evliya” denmemiş de “Veli” denmiştir.
Burada “Ledunundan” diyor. Yani biz seçmeyelim, sen gönder diyor. Bu da gösteriyor ki, müslimlerin siyasi hakları, seçme hakları, atama hakları yoktur. Onlar demokrasiyi, ocağını, bucağını, ilini ve ülkesini değiştirmekle yaşarlar. Mü’minler ise komutanlarını değiştirebilirler. Böylece sosyal gruplar içinde geçişle demokratik haklarını kullanırlar. Müslimler ise bulundukları yerin askeri gücüne tâbidirler. İslâmiyet’te ülkede, ilde, bucakta, ocakta halk başkanlarını seçerler. Mısırlarda, medinelerde, beldelerde, karyelerde atama ile komutanlar seçilir, ancak bunlar taşra yönetimine karışamazlar, hâdim değil hâkimdirler.
وَاجْعَل لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا(75) (Va EıcGaL LaNAv Mın LaDuNKa NaÜIyRan)
“Ve bize ledunundan nasîr ca’let.”
Askeri birliklerde bile ikmal birlikleri, taktik birlikleri vardır. “Va” harfi ile atfedilmiştir. Nekire olmuştur. Bugün Millî Savunma Bakanlığı vardır. Genel Kurmay Başkanlığı vardır.
Millî Savunma Bakanlığı ordunun ikmalini yapar. Genel Kurmay Başkanı savaşı yönetir. Bunların ayrı olması gerektiğini bu âyet bildirmektedir. Bugün dünyanın her yerinde Kur’an’ın bu hükmü uygulanmaktadır. Bu iki sebepten gereklidir. Eğer ordu ikmal ile uğraşırsa savaşmayı yapamaz. Sonra daima her şey çifttir. Hukuk düzeni ile askeri düzen de çifttir. Devletin bir başbakanı, bir de genel kurmay başkanı olacak; yani iki vezir olacaktır. Biri kalem, diğeri kılıç. Onların başı olacaktır. Osmanlıların sadrazamı vardır, şeyhülislâmı vardır.
“Veli” koruyucu, “Nasîr” yardım edicidir. Bunların çalışma metotları farklıdır. Dolayısıyla başkanları ve sorumluları da farklı olacaktır.
Kur’an 1400 sene önce neler söylemiş şimdi anlıyoruz. Bin sene sonra gelenler de bize ne kadar az anlamışlar diyecektir. Zaman geçtikçe Kur’an daha iyi anlaşılacak ve müteşabih âyetler muhkeme dönüşecektir.
الَّذِينَ آمَنُوا (EalLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
“İnanmış olan kimseler.” Kur’an’da bu tabir müslimlere karşı getirilmektedir. Ayrıca Ehli Kitaba karşı da söylenmektedir. Ehli Kitab demek, şeriatı olanlar demektir. Devletlerden bir kısmı vardır ki, sadece kendi ülkelerinin güvenliğini sağlarlar. Devletleri vardır, ama dünya barışı için değil, sadece iç barışları için uğraşırlar. Oysa mü’minler insanlığın barış içinde olması için vardırlar. Sadece kendi devletlerinin güvenliğinden değil, insanlığın güvenliğinden de sorumludurlar. Hakemlerin kararlarına uymayan devletlere karşı diğer mü’min devletlerle birlikte hakem kararlarının geçerli sayılması için çalışırlar.
İslâm’da güvenlik konseyi vardır. Ne var ki, bu güvenlik konseyine her isteyen devlet katılabilir. Konsey karar organı değildir. Karar hakemlerden oluşan bağımsız mahkemeler tarafından alınır. Bir devletin veya ulusun veya beldenin tedibi sözkonusu ise buna hakemlerden oluşan yargı karar verir. Güvenlik konseyi bu yargı kararının infazını yapar. Bu infaz da savaştır. Gönüllülerden oluşan ordu o devleti tenkil eder. Artık o ülkeye savaş kuralları uygulanır.
يُقَاتِلُونَ (YuQAvTıLUvNa) “Mukatele ederler.”
Burada “katlederler” denmiyor, “mukatele ederler” deniyor. Yani saldırılara karşı mukabele ederler.
Hakem kararlarına teslim olana karşı savaş meşru olmadığı gibi, mukatelede bulunmayan kadın, çocuk, hasta, savaşa katılmayan zimmiler, barışçı din adamları katledilmezler. Mukatele sadece savunmak için ve güvenlik içindir. Savaş için hakem kararları gerektiği gibi; ulusal çıkarlar için de savaş meşru değildir.
ABD hem kendi çıkarları için savaş yapıyor, arkasından da ‘ben dünyaya demokrasi getireceğim’ diyor! Demokrasi silahla gelmez. Önce güven gelir, barış gelir. Kişiler muhaceret yoluyla kendi demokrasilerini kendileri kurarlar. Zulüm düzeni içinde kalmak isterlerse de kimse onlara karışamaz. Demokrasi zaten budur, insanın kendi istediği gibi yaşamasına imkan vermektir. İnsanın kendi iradesini kullanmasıdır. Allah zaten insanı bu amaçla yaratmıştır. İnsanın iradesine müdahale şirktir. Savunma hakkımız vardır, ama başkalarını yönetme hakkımız yoktur. Biz demokrasinin oluşması için ortam hazırlarız ama isteyen o ortamdan yararlanır. Biz onlara demokrasiyi dayatamayız. ABD bunları öğrense kendisi için iyi olur. Türkiye bunu onlara anlatmalı.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBıLı elLAHı) “Allah’ın sebilinde.”
Savaşın meşruiyet şartı vardır, ‘Allah sebilinde’ olmalıdır. “Allah sebili” demek, şeriat düzeni için olması demektir. İslâm düzeni için olmalıdır. Adil Düzen için olmalıdır. Hak düzeni için olmalıdır. Lâtince deyimleri ile söylersek; demokrasi için, lâiklik için, liberallik için, sosyallik için olmalıdır. Yani bunların vasatı için olmalıdır. Bu sebeple “Fıy Sebilillahi” denmiş, “Fillahi” denmemiştir. “Fillahi” denseydi, biz insanları zorla demokratik ve lâik yapardık. Oysa, biz vasat hazırlarız, yollar açarız; sonra isteyen hidayete, isteyen dalâlete gider. Onları zorlama hakkımız ve yetkimiz yoktur.
“Sebilullah” geniş mânâda imar ve şeriattır. Biz yol yaparız, isteyen gelip geçer. Zorla kimseyi seyahat ettirme yetkimiz yoktur. “Sebil” kelimesinin kullanılması da buradan gelmektedir. Aslında şeriat ve din de sadece yol anlamındadır. Yol pasiftir, aktif değildir.
Bu vesileyle bir hususa daha işaret etmek gerekir. Allah insanı yeryüzüne halife olarak yaratmıştır. “Allah” kelimesi topluluğu ifade eder, ancak tüm insanlığı içeren insanı ifade eder. Ölmüş olanların ve doğacakların bu Allah Sebilinde hakları vardır. Ulusal devletler olacak ama insanlık içinde olacak. Bağımsız iller olacak ama devlet içinde olacak. Bucaklar olacak ama il içinde olacak. Ocaklar olacak ama bucak içinde olacak. Kişi bağımsız ve hür olacak ama ocak ve bucak içinde olacaktır. Mü’minlerin yüklendiği vazife insanlık içindir. Ama önce kendi yakınları ile yükümlüdürler.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا (Va elLaÜIyNa KaFaRUv) “Ve küfretmiş olanlar.”
İnsan vücudunda mikroplar vardır, onlar vücudu yok etmek için faaliyettedirler. Buna karşı vücuttaki hücreler, bilhassa akyuvarlar savunmadadırlar. Diğer bütün hücreler akyuvarları desteklerler. Antitoksinler üretirler. Mikroplarla vücut hücreleri arasında sürekli savaş vardır. Vücut hücreleri yenilince insan ölür, ama ölen insanla birlikte o mikroplar da ölür. Aynı şekilde insanlık içinde, topluluk içinde de mikroplar vardır, o topluluğu ve insanlığı yok etmekle uğraşırlar. Bunların Kur’an’daki adı “küfreden kimseler”dir.
“Küfreden” demek, nankör olan demektir. Yaşadıkları insanlık ve topluluk onlara varlıklarını ve yaşamalarını sağlamla beraber, onlar nankörlük edip o topluluğu yıkmaya çalışırlar. Çünkü nankördürler. Nankör Farsçadır. Arapçası küfürdür. Şimdi küfrün mânâsı çok daha iyi ve güzel şekilde anlaşılır.
Türkiye Cumhuriyeti yıkılsa lâikler de yok olacaklardır. Mü’minler demek, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve insanlığı yaşatanlar demektir. Kâfirler de onu yıkmaya çalışanlardır. Türkiye’nin yıkılmasına izin verenler Türkiye dışına çıkmalıdırlar. İçinde yaşayıp nimetlerinden yararlandıkları devletlerine ihanet etmemelidirler.
İşte savaş bunlar arasındadır. Mikroplarla hayat hücreleri arasında savaş vardır. Savaş meşrudur ve kıyamete kadar devam edecektir. Ama savaş mü’min ve müslim devletler arasında değil, mü’minler ile kâfirler arasında, şükran-ı nimet sahipleri ile küfran-ı nimet sahipleri arasında olacaktır; hâlen de olmaktadır.
يُقَاتِلُونَ (YuQAvTıLUvNa) “Mukatele ederler.”
“Savaşırlar.” Nankörler bulundukları insanlığı, içinde yaşadıkları topluluklarını yok etmek için mukatele ederler. Savaş daima varolmuştur, bundan sonra da varolacaktır. Ancak eskiden savaş kabileler arasında, sonra beldeler arasında, sonra devletler arasında, sonra imparatorluklar arasında olmuştur. Dinler savaşı olmuştur. Kur’an bütün bunlara 1400 sene önce son vermiş ve savaşları sadece kötüler ile iyiler arasında meşru görmüştür. Herkes ben iyiyim der. Bunun ayıracı da hakemlerden oluşan yargıdır. Hakem kararlarına uyanlar, hakem kararlarının infazı için savaşanlar mü’min, hakem kararlarına uymayan ve o kararları yürürlükten uzak tutmak isteyenler kâfirdirler. Bu savaş kıyamete kadar sürecektir.
Mikroplarla vücut hücreleri arasında nasıl savaş kıyamete kadar sürecekse, mü’minler ile kâfirler arasındaki savaş da kıyamete kadar sürecektir. Böyle bir savaş insanlık için gereklidir, yararlıdır. Çünkü mü’minleri devamlı uyanık tutar, onların bozulmalarını, dejenere olmalarını önler. Bu arada dejenere olanlar olursa, onlar da ortadan kalkar. Bu sayede tekâmül olur. Sağlıklı düzen sürekli yaşar.
Kış olmadan yaz olmaz. Gece olmadan gündüz olmaz.
فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ (FIy SaBiLi elOAĞUvTı) “Tağut sebilinde.”
“Tuğyan” demek, kaynayan kazanın köpürüp taşması demektir. Bir toplulukta birden kabarmaya başlar, taşar ve eğer köpüğü söndüren olmazsa boşalıp taşar.
Şimdi ordular teşkil edip mü’minlerle savaşanlar, zalim devletler veya ordular tuğyan yolunu açmak için savaşırlar. Kendileri tuğyancı görünmezler. ABD şimdi böyledir. Kendisi doğrudan anarşi yapmamaktadır, doğrudan terör üretmemektedir. Devlet olarak bundan uzaktır. Ama diğer taraftan tüm dünyayı terör düzeni içine boğmaktadır. İnsanlığı anarşi içine sürüklenmektedir. Bir gün gelecek, bu tuğyan ve bu kabarma insanlığı boğacaktır. Ama ne var ki, Nuhun gemisine binip kurtulanlar gibi Adil Düzenciler kurtulacak ve insanlık yeniden İslâm düzenine, barış düzenine erişecektir.
Tuğyan yolu nedir?
- Faiz düzeni tuğyan düzenidir. Tekeller oluşmaktadır. Tekellerin çıkarları sebebiyle dünyanın sosyal ve ekonomik düzeni bozulmakta, çevre kirliliği ortaya çıkmaktadır. Faiz fiyat ve ücret anarşisini doğurur, enflasyonu ortaya çıkarır. Enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu, yolsuzluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı da terörü ortaya koyar. Faizli düzen için savaşanlar tagut için savaşırlar.
- Zina düzeni tuğyan düzenidir. Zinanın serbest olduğu ülkede evlenme olmaz, aile çöker, hastalıklar ve tembellikler alıp yürür, insanlar yaşama sevincini kaybederler, inançlarını ve ümitlerini kaybederler. Psikolojik enerjilerini hırsızlıkta ve terörde gidermeye başlarlar. Aile sorumluluğunu ve dayanışmayı yüklenemeyen insan bir taraftan gariptir, diğer taraftan zalimdir.
- Savaşı, cihadı hor görmek demek, teröre ve tağuta savaşan ordu hazırlamak demektir. Terör azacak ve onu def edecek güçler de olmayacak, böylece insanlık yok olacaktır. Sermaye, devletleri ortadan kaldırarak anarşistlerle dünyayı idare etmek istemektedir. Ben paramla istediğimi öldürür, ondan sonra katilleri de lüks otellerde (yani hapishanelerde) beslerim. Devletlere gerek kalmaz. Sermaye yanlış hesap yapıyor. Çünkü tagutun yolunu hazırlıyor, ama sonra o taguta kendisi hakim olamıyor. Olamaz, çünkü vasat başka şeydir, olay başka şeydir. Siz tuğyan alanı hazırlayabilirsiniz, ama tuğyanı disiplin altına alamazsınız, kazdığınız kuyuya kendiniz düşersiniz. ABD’nin savaşı işte budur.
- Dinsizlik, ateizm tuğyan sahası demektir. Sermaye, beni dinlesinler, kendi şeriatlarına bağlı olmasınlar diye 500 senedir ateizm yapmaktadır. Türkiye’de hâlâ din düşmanı lâiklik revaçtadır. Oysa, dinler insanı tek Tanrı’ya götürmekte, Allah’ı âlemlerin rabbi olarak tanıtmakta, İslâm’ı yani barışı getirmekte, âhirete inandırmakta ve insanları fitneden uzak tutmaktadır.
İşte bunların hepsi “tagutun sebili”dir. Binlerce insan öldüreceksin ama seni idam edemeyecekler. Hapsedeceksin ana işkence yapmayacaksın. Savaşacaksın, karşıdakini öldürmeye hakkın var ama eziyet etmeye hakkın yok, esir etmeye hakkın yok. Bunların hepsi “tagut sebili”dir. ABD de tagut sebiline uşaklık etmektedir.
فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ (Fa QAvTıLUv EavLıYAEa elŞaYOaVNı)
“Şeytanın velileri ile mukatele ediniz.”
Allah insanları yarattı, resulleri gönderdi, nebileri gönderdi, şeriatı öğretti. Bunlar görünenlerdir.
Bir de düzeni bozan insanlık düşmanı, topluluk düşmanı bir teşkilat vardır. Bunların merkezinde görünmez şeytan vardır. Cindendir. Onun yeryüzünde yeraltı örgütleri vardır. Onlar görünmez teşkilattır. Bu yeraltı faaliyetini destekleyen görünen evliyalar vardır. ABD de bunlardandır. Bir taraftan dünyada mafyayı desteklemektedir, diğer taraftan kendisi CIA gizli örgütü kurmuş, dünyayı fesada vermektedir.
Biz şeytan taifesi ile savaşamayız. Ama şeytanın evliyası ile savaşmak durumunda kalabiliriz. Biz ülkelerine gidip onların devletleriyle savaşamayız. O görev bize değil, Amerikan halkına düşer. Onlar bu işi yapacaklardır. Bizim Amerika halkına karşı bir düşmanlığımız yoktur, Amerika Birleşik Devletleri ile de bir düşmanlığımız yoktur. Çünkü onlar meşru devletlerdir. Bizim Amerika’daki mafya ile savaşımız olabilir, Amerika’daki gizli örgüt ile savaşımız olabilir. O da Türkiye’ye gelip bizim içimize karışır, bizim düzenimizi bozmak isterlerse, devletimiz ve ordumuz onlarla savaşa girmek zorunda kalırsa, bütün mü’minlere onlarla savaşmak farzdır. Ülkemizi şeytanın velilerine teslim edemeyiz.
ABD devletinin şeytan taifesinin velileri olup olmadığını bize saldırıp saldırmaması ile biliriz. Bize saldırdığı anda o şeytan taifesiyle savaş bize farzdır. Bu tavrımız yalnız ABD ile ilgili değildir.
AB de saldırabilir, Rusya da saldırabilir, Çin de saldırabilir, Hindistan da saldırabilir... Biz onlara saldırmadan onlar bize saldırabilir. Onlar şeytanın emrine girmiş olabilir. Bunlar komşularımızı ayarlar ve onlar bize saldırabilir. İşte o zaman bizim bunlarla savaşmamız farz olur. Ülkemizi kanımızın son damlasına kadar savunuruz. Hakemlerin kararlarına her zaman saygılı oluruz. Şeytanın evliyası bizi kendileri gibi saldırıya zorlayabilir. Bizim yapacağımız şey, asla onlara âlet olmamak olmalıdır. Olabilir ki, Türkiye devleti ve ordusu teslim olur, ülkeyi savunmayabilir. Bizim yapacağımız şey sabretmektir.
Osmanlıların yıkılmasına kadar nasıl sabrettikse sabredeceğiz. Mustafa Kemal’in dediği gibi; iktidarda olanlar gaflet ve dalâlet içinde Türkiye’yi düşmana teslim edebilirler. Biz iktidarda olanlarla mücadele etmeyiz. Biz orduya karşı gelmeyiz. Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi bekleriz. Cumhuriyet yıkıldıktan sonra istiklâl savaşımızı yaparız. İkinci cumhuriyetimizi Adil Düzene göre kurarız. Türkiye ya “Adil Düzen”i kuracaktır, ya da akıbetini bekleyecektir. Zalim düzen hiçbir zaman payidar olamaz. Hep kış olmaz, hep gece olmaz. Biz Türk halkını uyarıyoruz, insanlığı uyarıyoruz. Bunlar Tevrat, İncil, Furkan ve Kur’an’da yazılanlardır. Bizim söylediğimiz sözler değildir. Orada yazılanlar daima doğru olmuştur.
إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ (EınNa KaYDa elŞaYOaVNı) “Şeytanın keydi”
Bu açıklamalardan sonra çok büyük müjde verilmektedir. “Şeytanın keydi zayıftır” denmektedir.
Küfrün karargâhı şeytan ehlidir, gizli örgütlerdir. Çeşitli hile ve oyunlarla insanlar arasına savaşı sokarlar, fitne çıkarırlar. Başarıya ulaşacaklarını sanırlar. Oysa Hak galip gelir ve zafer kazanır.
Bugün yeryüzünde beş süper güç vardır: ABD, Çin, AB, Rusya ve Hindistan. Bunların içinde şeytan taifesi ile hak ehli arasında Türkiye’de olduğu gibi içten içe savaş vardır. Bakalım hangi güçler şeytana mağlup olacaktır, hangi güç iman ehlinin yanında olacaktır; Adil Düzencilerin yanında olacaktır? Asrımız bunun ortaya çıktığı asır olacaktır.
Asrın sonunda bütün dünya devletleri imanın etrafında toplanmış olacaklardır. Ya mevcut devletleri yıkılacak ve yeni “Adil Düzen” devletlerini kuracaklar, yahut yıkılmadan “Adil Düzen”e barış içinde geçeceklerdir. Bir asır sonra bu satırları okuyanlar bunu çok açık olarak göreceklerdir.
Hanedanların yönetimi 19. asırda bitti. 20. asır diktatörlerin asrı olmuştur. Şimdi parti başkanları yönetiyor. Asrın ortalarında artık şeriat düzeni gelecek, halk kendi kendini yönetecektir. Artık insanlara değil, Allah’a tapacaklardır.
كَانَ ضَعِيفًا(76) (KAvNa WaGIyFan) “Zayıf bulunmaktadır.”
Yani; yeraltı faaliyetleriyle, hileyle ve yalanla dünyayı idare edenler zayıftırlar, mağlup olacaklardır.
Gelecek dünyada devletlerin açık istihbaratı dışında gizli örgütlerin kurulması yasaklanacaktır. Mü’min devletler her türlü gizli örgütlere karşı savaş açacaklardır. İnsanlık için atom silahı tehlikeli değildir. Çünkü açık olan her şey denetim altına alınır. Ama gizli olanın denetim altına alınması mümkün değildir.
Hâlen CIA, ABD’nin kontrolünde midir, yoksa kendi başına, kısmen veya tamamen kendi başına mıdır? ABD bunu bilmiyor. Bu meşruiyetini kaybetmiş gizli örgütleri çökertmek sanıldığı kadar zor değildir. Onlar güçlü görünürler ama çok zayıftırlar. Çünkü kendi aralarında da birlikleri yoktur. Onlar açık etkinlik yapmak zorundadırlar. Hukuk düzeni içinde veya savaş düzeni içinde onları cezalandırdıkça veya tenkil ettikçe onlar siner kalırlar. Bu yeraltı faaliyetlerini besleyen tekel sermayedir. Haksız kazançlar ve kaçakçılıklar onları beslemektedir. Oysa şeriat düzeni geldiği zaman yeraltı faaliyetlerini besleyen tekel sermaye yok olduğu gibi, mafyayı besleyen kaçakçılık da ortadan kalkacaktır. Esrarın üretilmesi değil, içilmesi yasaklanacaktır. İçenler esrarkeşler sitelerine sürülecektir. Esrarın üretilmesi, alınması ve satılması devlet tarafından korunmayacak ama yasak da olmayacak. Vergi alınmayacak. Çok ucuzlayacak. Dolayısıyla mafyayı besleyemeyecek, ama içilmesi yasak olduğu için de kimse kullanmayacaktır.
Yarın ülkemize süper güçlerden biri saldırsa, hattâ hepsi birleşip saldırsa; bazı komşularımızı, hattâ bütün komşularımızı organize edip de saldırsa, hiç korkmayacağız. Onların zayıf olduklarını bileceğiz. Bizim korkacağımız şey, bizim şeytan ehlinden olup olmadığımız, mü’minlerden olup olmadığımız olacaktır.
Burada Mevlana’nın Mesnevi’sinden bir hikâyenin özetini vermek isterim. Mevlana bir Yahudi kralından hikâye ediyor, onun fettan bir veziri vardır. Hıristiyanların üstünlüğüne son vermek için kralına tavsiyede bulunuyor, kral da kabul ediyor. Fedakâr Yahudi vezire kral güya zulmediyor. Başını kesecekken kaçıyor ve Hıristiyan oluyor; muttaki bir Hıristiyan oluyor ve Hıristiyanları çevresinde topluyor. Onlar arasında aziz oluyor. Sonra halvete çekiliyor. Halk onu putlaştırıyor. Sonra kabile reislerini teker teker kabul ediyor. Her birine kendisinin Mesih’in vekilliğinin artık bitmekte olduğunu ve bir müddet sonra dünyadan gideceğini söylüyor ve her birini kendisine tek vekil olarak bıraktığını bildiriyor. Her birine ayrı ayrı şeriat kitaplarını veriyor. Öldükten sonra Mesihliğini ilan etmelerini söylüyor. Sonra ölüyor. Kabile reislerinden her biri kendi Mesihliğini ilân ediyor ve kendi şeriatını ortaya sürüyor. Savaşlar oluyor. Milyonlarca başlar ve cesetler yığılıyor. Böylece Hıristiyanları paramparça ediyor. Sonra Ahmed geliyor da tekrar Hıristiyanları Hz. İsa’nın etrafında birleştiriyor.
Mevlana’nın bu konudaki hikâyesi burada bitiyor. Acaba Mevlana Hıristiyanlar arasında çıkan savaşları yani I. ve II. Dünya Savaşlarını görseydi, ne söylerdi? Ahmed’den kastın “Adil Düzen” olduğunda şüphe eder miydi?
Evet, Hıristiyanlar Hıristiyan kalacak ama Kur’an şeriatını kabul edeceklerdir. Böylece Avrupa Birliği değil, Hıristiyan Birliği oluşacaktır. Bu hikâye Mesnevi’nin ilk hikâyesidir.