NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2274 Okunma
NİSA 6-10

 

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَابْتَلُوا الْيَتَامَى حَتَّى إِذَا بَلَغُوا النِّكَاحَ فَإِنْ آنَسْتُمْ مِنْهُمْ رُشْدًا فَادْفَعُوا إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ وَلَا تَأْكُلُوهَا إِسْرَافًا وَبِدَارًا أَنْ يَكْبَرُوا وَمَنْ كَانَ غَنِيًّا فَلْيَسْتَعْفِفْ وَمَنْ كَانَ فَقِيرًا فَلْيَأْكُلْ بِالْمَعْرُوفِ

فَإِذَا دَفَعْتُمْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ فَأَشْهِدُوا عَلَيْهِمْ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا(6)

 

وَ (Va)  “Ve”

Bu sûrede ilk emri “Allah’a ittika ediniz” diye verdi. Sonra “Va/Ve” harfleri ile emirler peş peşe geldi: Yetimlere malları veriniz, nikâhlanınız, mihrleri veriniz, sefihlere malları vermeyiniz.

Şimdi de yetimleri imtihan ediniz denmektedir.

Atıflar ilk âyete yapılmış olmaktadır. Buradaki atıf Allah’a ittika ediniz âyetine bağlıdır.

İttika” emrine girip O’nun istediği ibadetleri yapmaktır. Daha çok kişilerin şahıslarını ilgilendiren hükümlerdir. Burada sayılanlar ise topluluğa emirdir. Yönetimle ilgilidir, yani düzenle ilgilidir. Oysa ittika kişinin inanç ve ibadetleriyle ilgilidir. O sebeple “Ve” ile ayırmış olup “VaÂtû/Veriniz” demiştir.

Ondan sonra gelen emirler hep topluluğa aittir. Kamunun aileye müdahale hakkı ortaya çıkıyor. Yani, çocuğun hakkını aileye karşı koruma yetkisine sahiptir. Bunu yine akrabalık içinde yapar.

Eğer çocuğunu dövmüşse, anne çocuğunu hastahanelik etmişse, onun hıdane hakkı annesinden başkasına intikal eder. Bu anneannesi, teyzesi, ablası ve saire olabilir. Devlet alıp onu yuvaya koyamaz. Ama devlet görevini yerine getiremeyen annesinin elinden çocuğu alır ve ondan sonra gelen en yakınına verir.  

Buradaki “Ve sefihlere malları vermeyin.” dedikten sonra, meseleyi yetimlerin imtihanına getirmektedir. Sefihler hükmünde olan küçüklerden bahsetmektedir. Sefih veya küçük kendi kazandığı malları istediği gibi harcar. Anne babadan intikal eden mallar üzerinde ise tasarruf hakkı kısıtlanmıştır.

Bu önemli hükmü her yerde uygulamalıyız.

Mesela, emekli olan kimse emekli maaşı almaya başladığı andan itibaren, o zamana kadar kazandığı mallar üzerinde tasarruf hakkını kaybeder. O mallar artık miras olarak intikal eder. Onun yöneticisi kayyumu olur. Kendisine kredi verilmez. Müflis borçlu hükmündedir. Ancak, emekli olduktan sonra kazandığı mallar kendisine aittir, onları istediği gibi harcar.

Bu hüküm küçükler için de geçerlidir. 7 yaşından sonra çocuk çalışıp kazanabilir, bu kazanç kendisinindir, istediği gibi harcar. Ancak miras olarak kendisine intikal eden mallar üzerinde harcama yapamaz.

 

 

ابْتَلُوا (ıBTaLUv)  “İbtila ediniz.”

Bela” kelimesi bilmekten gelmektedir. Biley taşına “belv” denir. İftial bâbı, kendi kendini bileme demektir. Yahut bilemeyi kabul etme demektir. İmtihanı böyle tanımlamaktadır.

Bir şeyi göstereceksin, ondan sonra onu serbest bırakıp yapmasını isteyeceksin. Verilen derslerden imtihan etme sistemi vardır. Burada bu tür imtihandan bahsetmektedir.

Çocuk 10 yaşından sonra kısmî olarak mezun edilir, işler yapamaya başlar. Başardıkça da yetkileri artırılır. Bu durum 15 yaşına kadar sürer.

15 yaşına geldiği zaman bütün mallarının kendisine teslim edilmesi gerekir.

İmtihanın ikinci şekli ise; siz bir şey öğretmezsiniz, kurallar koyarsınız, bu kurallara göre başarırsa ehliyet verirsiniz. Bu da Kur’an’da “Mihnet” kelimesi ile ifade edilmiştir. “İmtihan” onun if’al bâbıdır.

“Mahn” makine demektir. Batı dilinde bu “X” harfi “CH” olarak yazılmıştır. “Ş” olarak okuyanlar var; “Maşina” diyorlar. “K” olarak okuyanlar var; “Makine” diyorlar. “H” olarak okuyanlar var; “Mihanik” diyorlar.

Kimya da böyledir.

Oradaki imtihan mekanik imtihandır. Pratik imtihan vardır, teorik imtihan vardır.

Şimdi soru şudur. Kim imtihan edecektir?

Buradaki imtihanda derece sözkonusu değildir. Evet veya hayırdır. Müsabaka veya müsaraat değildir. Orada derece sıralama usûlü ile verilir. Burada ise hakemlik sistemi ile verilir.

Çocuk; ‘Ben artık rüşde eriştim, malımı verin.’ diye dava açacak.

Velisi veya yakınlısı; ‘Hayır, buna şimdi mallar verilemez.’ diyerek vermek istemeyecek.

Baş hakem seçilecek. Çocuğun geçmişte yaptıkları ortaya konacak. Bir de kendisi ile sohbet edilecek. Ondan sonra baş hakem karar verecektir.

Bugünkü imtihanlarda da benzer iş yapılmalıdır. Mesela, bir öğretmen birisini sınıfta bıraktı veya eksik not verdi. Bu durumda öğrenci bir öğretmeni hakem seçecek. Öğretmen de başka bir öğretmeni hakem olarak seçecek. Onlar baş hakem seçecekler. Baş hakemin verdiği karar geçerli olacaktır.

Trafik ehliyeti de böyledir.

 

 

الْيَتَامَى (eLYaTAvMAv)  “Yetimleri.”

Bundan önce “Sefihlere malları teslim etmeyin.” denmişti. Bu âyette “yetimler”den bahsetmektedir. “Yetimler”in sefihler hükmünde olduğu ifade edilmektedir. Hüküm kıyas yoluyla bütün küçükleri içermektedir. Yalnız anne babası varken genel olarak çocukların malları olmayacağı için burada “yetimler” sözünü kullanmaktadır.

Burada emredilen kimseleri “veliler” olarak değil de, “topluluk” olarak ele alırız.

İmtihanı kimler yapacaktır?

İmtihan hakemler yoluyla yapılacaktır. Rüşde erişmiş olan kimse şahitlere yani karakola baş vuracak, şahitlerden biri eğer bunu tesbit ederse ve velisi de itiraz etmezse, hakemlerin kararı ile mallar teslim olunur. Velisi mu’teriz ise (itiraz ediyorsa) iki şahidin şehadeti gerekir. Anne baba sağ ise malların kendisine teslimi için mahkeme kararı gerekmez. Babası teslime karar verdiğinde ona teslim edebilir. Bunun için burada “yetama”dan yani yetimlerden bahsetmektedir. Hakemlerin kararı yetimler için gereklidir.

 

 

حَتَّى إِذَا بَلَغُوا النِّكَاحَ (XatTAy IZa BaLaĞUv elNıKAXa)  

“Nikâha bâliğ oluncaya dek.”

İnsanın ömrü ikili sisteme göre kısımlara ayrılmıştır. 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64 ve bunların eklemesi ile yaşlarda dönüm noktaları oluşmuştur. 1, 3, 7, 15, 31, 63, 127. Ayrıca onlu sistem içinde 10, 20, 40, 80 ve 100, 50, 25. İnsan ömründe bu yaşlar önemli dönüm noktalarını teşkil eder.

Kur’an’da 40 yaştan doğrudan bahsetmektedir. Ayrıca buluğ yaşından, yani nikaha baliğ olmaktan bahsetmektedir. Bu müşahede ile 15 yaştır. Ayrıca Kur’an sabi, tıfl, sağır, reşid, eşud, kırk, baliğ, şeyh, kiber, şeyhi kebir gibi insanın hallerinden bahsetmektedir. Bunların yaşlarını biz ikili düzenden çıkarırız.

Nikâha baliğ olmayı 15 yaş olarak anlıyoruz.

Hattâ İzâ” tâbiri ile 15 yaşa kadar imtihan ederiz, rüşd görürsek mallarını teslim ederiz. 15 yaşına girdiğinde onu reşit kabul eder, mallarını teslim ederiz. Sadece yetimler için bu rüşd hakemler kararı ile sabit olur.

Bu âyetten anladığınız şudur ki, rüşd ile buluğ farklıdır.

Baliğ oluncaya kadar çocuk bir suç işlerse ondan sorumlu olan velisidir. Kısas yapılmaz. Diyet ödenir. Diyet babanın akilesi (dayanışma ortaklığı) tarafından ödenir.

Baliğ olduktan sonra kişi kendisi sorumlu olur ve kısas uygulanır. Baliğ olmuş ama henüz rüşd yaşına ermemişse kısas yapılmaz ama ağır diyet öder. Ağır diyeti çalışarak kendi kazancından öder. Askere gidebilir, ama zorlanmaz. Rüşd yaşına erince askere gider ve cinayetlerde kendisine kısas uygulanır.

Bu rüşt yaşı ne zamandır, yani kişi ne zaman askere alınır, ne zaman kısas uygulanır ve mallar ne zaman kendisine teslim edilir? Bunun için değişik yaşlar üzerinde durulmuştur. Kadınlar için 17, erkekler için 18 denmiştir. 25 yaş denmiştir.

Bize göre bu yaş 20’dir. İkili dizide 20 yaş yerini aldığından buralara en yakın seçkin sayı 20’dir.

 

Biz insan ömrünü şöyle sıralıyoruz:

  1. 1 yaşına kadar, anne baba istemese de çocuğa süt verilecektir.
  2. 3 yaşına girinceye kadar çocuk anne baba razı olurlarsa sütü kesebilirler.
  3. 7 yaşına erdiği zaman çocuk ilmî ehliyet kazanır ve okula gider.
  4. 10 yaşında çocuk meslekî ehliyet kazanır ve çalışmaya başlar.
  5. 15 yaşındaki çocuk siyasî ehliyet kazanır ve askere gidebilir. 20 yaşına kadar bedel veya askerliği tercih edebilir. Orta ehliyet almaya hak kazanır.
  6. 25 yaşında yüksek ehliyet almaya hak kazanır.
  7. 30 yaşında üstün ehliyet almaya hak kazanır.
  8. 40 yaşında üstün ehliyetteki stajını tamamlayıp olgunlar meclisine üye olur.
  9. 50 yaşında devlet başkanı olabilir.
  10. 63 yaşında emekli olabilir. Başkanlıktan çekilebilir. Kibere ermiştir.
  11. 70 yaşında başkanlıktan çekilmek zorundadır.
  12. 80 yaşında artık zorunlu emeklidir. Yani, bundan sonra çalışma kredisini alamaz. Ondan önce isterse çalışma kredisini alır, isterse emeklilik payını alır.
  13. 100 yaşında nominal ömrünü tamamlamıştır. Bu yaştan sonra mirasçı olamaz. Bu yaşta mirası taksim olunur.

 

فَإِنْ آنَسْتُمْ (Fa EıN EAvNaSTuM)  “İnas ederseniz.”

Üns” oku atmak için gerilen yayın atan tarafı olana; “Vahş” da karşı taraf olana denir.  

İnase etmek” demek, çok yaklaşmış olmak demektir. İki ok atımı mesafede olmak demektir. Uzaktan müşahede etmek demektir.

Burada imtihanın nasıl olacağını da bize göstermektedir.

Onu işe alıyorsunuz. Yaptıklarını gözetliyor, kararınızı öyle veriyorsunuz. Yani, imtihan soru sorarak değil de, yaptıklarını müşahede etmek suretiyle tesbit yapılmaktadır.

Çocuk kendi kazandıklarını kendisi harcamaktadır. Borçlarını ödeyebiliyor mu? Sözünde durabiliyor mu? Kazandıklarından biriktirebiliyor mu? Bunlar müşahede ediliyor, ondan sonra da kendisine intikal eden miras ona teslim ediliyor.

Kıyas yoluyla her mesleğin bir staj dönemi olacaktır.

Onu sınırlı yetkiler içinde serbest bırakırsınız, başarılı olmuşsa sonra tam yetki verirsiniz.

Mesela, bir kimse öğretmen olarak bir dersi vermeye başlıyor. Bu öğretmen baştan anlatacağı dersin özetini yazılı olarak özetleyip tecrübeli öğretmene verme zorunda bırakılır. Öğretmen dersten sonra kritiklerini yaparak onu yetiştirmeye başlar. Bir gün gelir ki artık yanlış ve eksik bir şey yapmaz. İşte o zaman artık özet yazıp vermekten muaf tutulur.

Yahut proje yapan mühendis ilk yıllarında projesini tecrübeli bir mühendise kontrol ettirip tasdik ettirmek zorunda tutulur. Ancak hata etmediği görülürse artık onun projesini tasdik ettirme zorunluluğu kalkar, sadece hangi projeyi uyguladığını belediyeye bildirir. Tasdik zorunluluğu kaldırılmıştır.

Ânestüm” dediğimizde, bu müşahedeyi görmemiz şeklinde olur.

Burada “Ânestüm” kelimesi kullanılmaktadır. Yetkililerden birinin bunu görmesi yeterli kılınabilir, başkaları hakemlere giderek iptal ettirebilirler. Yahut hakem kararı gerekir. Kendisini bu seviyede gören şahitlere giderek hakemler huzurunda ispat etmiş olabilir.

Burada kimin nasıl görüleceğinden bahsedilmiyor. Onu müçtehit diğer âyetlere dayanarak içtihadıyla tesbit edecektir. Nitekim biz de onu yapıyoruz.

 

 

مِنْهُمْ رُشْدًا (MıNHuM RuŞDan)  “Onlarda rüşdü görürseniz.”

Ruşd” kelimesi “Rasad” kelimesi ile akrabadır. Rasad, gözetlemektir. Rasathanede oturursun, geleni geçeni rasat edersin. Avı gözetlersin.

Rüşd” demek, olayların akışını görerek nelerin gelmekte olduğunu kavramak ve ona göre tedbir alabilmektir. Savaşma kabiliyetini kazanmış olmadır.

Savaşta refleks hareketler vardır. Gelen tehlikeye karşı hemen tedbir alabilmedir. Bu psikolojik bir durumdur. Bunun için bugün psikolojik testler geliştirilebilir. Zeka seviyesi ölçülmekte, doktorlar bu kişi zekâ bakımından şu yaştadır demektedirler.

Bu ilim şimdilik çok ilkel durumdadır. Ancak zamanla bu zekâ yaşları içinde rüşdün, eşüddün, tesbit edilenlerin afaki miyarları (objektif kriterleri) öğrenilmiş olunacaktır. Bunun eğitimi oyunlarda ortaya çıkar. Bilgisayarda öyle oyunlar tertip edilebilir ki, oyunu kazanan reşit olmuş olur.

Birçok kimseler sosyal baskı dolayısıyla geri zekâlı görünürler. Bunların dama, satranç gibi oyunları iyi oynadıkları görülür. Köylerde belli oyunlar vardır. O oyunlardaki başarı rüştlerinin alâmeti sayılır.

İşlerin yapılmasında da belli seviyede üretim yapabilmek rüşde ermek demektir. Belli matematik soruların çözülmesi de rüşdün tesbitinde ayar olabilir.

 

 

فَادْفَعُوا إِلَيْهِمْ (FaDFaGUv EıLaYHıM)  “Onlara def’ edin.”

Def’” kendini savunmak için elindeki taş veya sopa demektir. Bugünkü ‘top’ kelimesi de buna akrabadır. Yuvarlak taşlar havada daha kolay gideceği için ilk insanlar kendilerini savunmak için yuvarlak taşlar seçiyorlardı. Mermi atan araçlara bu sebeple ‘top’ denmiştir.

Def’ etmek” savunmak demektir.

Kur’an yetimlere kendi mallarını iade etmeyi “def’” kelimesi ile ifade etmektedir. Çünkü yetim mallarına sahip çıkma çok zordur. Kamu mallarına sahip çıkma da çok zordur. Böylece malları iade etmekle insanlar ağır yükten kurtulmuş olurlar.

1967 yılından beri kurduğumuz kooperatiflerde de aynı sıkıntı içinde olmaktayız. Emanet malları korumak son derece zor olmaktadır. Tabiî ve beşerî güveler bu malları kemirmektedirler. Onun içindir ki herkes ortaklıktan kaçmaktadır. Özel mülkiyet bunun için gereklidir. Rakaba mülkiyeti yanında kıyam mülkiyetine bunun için ihtiyaç vardır.

 

 

أَمْوَالَهُمْ (EaMVaLaHuM)  “Mallarını.”

Yukarıda; “Allah’ın sizi onun üzerine kıyam kıldığı mallarınızı, sizin mallarınızı” demişti. Burada o mallar için “yetimlerin malları” tabirini kullanmıştır. İşte bu iki ifade iki türlü mülkiyetin olduğunu açık bir şekilde ifade eder.

Bir fabrikanın iki çeşit sahipleri vardır. Biri, o fabrikayı yapanların, yani sabit sermaye koyup fabrikayı inşa ettirenlerin sahipliğidir. Bunun gelirlerinden yararlanırlar. Diğeri, fabrikayı işletenlerin sahipliğidir. Onlar fabrikayı işleten kimselerdir. Birine ‘kıyam mülkiyeti’, diğerine ‘intifa mülkiyeti’ diyoruz. Türkçe olarak ‘işletme mülkiyeti’ ve ‘yararlanma mülkiyeti’ demektir.

Bunun anlamı şudur.

Bütün zenginlik bütün insanlarındır. İnsanlar bunlara yararlanma mülkiyeti ile mâlik olup yararlanırlar. Ancak bunları işletmek bilgi istiyor, maharet istiyor. Bilgisiz kimseler yeterli verim alamadıkları gibi, aynı zamanda onu tahrip ederler. O sebepledir ki bu doğal imkanları kullanırken yeterli bilgi ve beceriye sahip olma şartı vardır. Çünkü her şeyi Allah insanların cemii için var etmiştir.

 

 

 

وَلَا تَأْكُلُوهَا (Va LAv TaEKuLUvHAv)  “Onu ekletmeyiniz.”

Onu yiyip bitirmeyiniz.”

Yetimlerin malları veliye teslim edilir. Ancak bu vakıf olarak teslim edilir. Nasıl teslim edilmişse o miktarda kendisinden istenir. Taşınmazlarda aynı mallar talep edilir. Onları alıp satmak ve değiştirmek caiz değildir. Taşınır malların da mislisi istenir.

Onu işletmek, kullanmak, ondan yararlanmak işletenin yetkisindedir. Elde edilen kazanç ise; mesela kira gelirleri çocuklara harcanır. Hattâ eğer ihtiyacı varsa kendisi de bu kazançtan yiyebilir. Ama ana mal çocuklara aynen intikal ettirilir. Zengin de olsalar çocuklara humustan ve öşürden pay verilmektedir. Çocuklar o seviyede büyütülür.

 

 

 

إِسْرَافًا وَبِدَارًا (İSRAFan Va BıDaRan)  “İsraf ve bidar olarak yemeyin.”

Serf” serpinti demektir, döküntü demektir. Ekmek yerken dökülenler “serf”dir.  

Kâinatta her şey dengededir. Mizan vazolunmuştur. Denge içinde yaratılmıştır. Elinizin parmaklarına bakınız, farklı uzunluktadır. Kısa kalsa da israftır, fazla gelse de israftır.

İsraf etmek” demek, gereksiz harcama yapmak demektir. Yetimlerin gelirleri fazla da olsa, onları gereksiz yere harcama yapmak meşru değildir. Fazla gelirler biriktirilecek ve büyüdüklerinde kendilerine teslim edilecektir. Ne kadar gerekiyorsa onlar için o kadar harcanacaktır.

Büzür” bitkilerin başaklarından çevrelerine döktükleri tohumlar veya tohumluk hububattır. Onları ayırırlar, yemezler. Ekin zamanı gelince tüketirler.

Bedr etmek” demek, saçmak demektir. “İsraf” serpmek, “Bedr” saçmak demektir.

Türkçede de iki kelime kullanıyoruz, Arapçada da iki kelime kullanılıyor. Her ikisi de birbirine yakın anlamda kullanılıyor. Bunların arasında bir fark olması gerekir.

“Mübadere etme” demek, aynı zamanda acele etmek demektir. Bundan sonra “En Yekberû” gelmektedir. Bu durumda “En Yekberû” “Bidar”ın mef’ulü olur. Büyümelerinden önce bidar etmeyin anlamı çıkar. Yani, büyüyünceye kadar mallarını tüketmeyin demek olur. Yani, ana mala dokunulmaz. Ana mal hep aynen korunmuş olarak kalacaktır.

Demek ki, “israf” kazançtan gereğinden fazlasını harcamak, “bidar” ise ana mala dokunmak demektir. İhtiyaçları olsa da ana mala dokunulmayacaktır. Harcamaları yapmak topluluğa düşer.

 

 

 

أَنْ يَكْبَرُوا

Bu ifade ya “Bidaren” kelimesinin mef’ulüdür. “Kıyamen en yektübü” demek, yazmak için ayakta demektir. “Kuuden en lâyeskutu” demek, düşmemek için demektir. Başka bir ifade ile düşer diye oturmuştur. Böylece “En” menfi müsbet anlamlarını taşır.

Büyüsünler diye saçmayın anlamına geldiği gibi; büyümesinler diye saçmayın anlamına da gelebilir. Yani, çabuk büyüsünler diye malı tüketmeyin. Büyümelerine kadar malın anasına dokunmayın anlamı çıkar.

“Ekletmeyiniz”in mef’ulü de olabilir. O zaman da aynı manâ çıkar. Büyümüş olsunlar diye onlara mallarını def’ ediniz manâsı da çıkabilir. Yani, malları onlara def’ ediniz ki kendi kendilerine yönetmeyi öğrensinler. Yalnız yaşla değil, başla da büyük olsunlar. Yahut da baştan sefihlere mallarını vermeyin, imtihan edin öyle verin demektir. Bunların hepsi onların büyümelerini sağlamak içindir.

Burada hazf vardır. ‘Li’ olabilir, ‘İlâ’ olabilir, ‘Kable’ olabilir. Ona göre hepsinde doğru manâlar çıkar.

 

 

وَمَنْ كَانَ غَنِيًّا فَلْيَسْتَعْفِفْ (Va MaN KAvNa ĞaNıyYan Fa eL YaSTaGFıF)  

“Gani olan isti’faf etsin.”

Hafi” çıplak demektir. “Haff” ise mest demektir, ayakkabı demektir. “Afv etmek” serbest bırakmak demektir. “Aff” ise geri çekilmek, dışarıdan bir şey almak demektir. “İktifaf etmek” demek, kendi kendine yeterli görmek demektir. “İsti’faf etmek” de o manâdadır. Yani, yetinmek demektir.

Yetimlerin mallarından harcamasın. İşletme payını almasın.

Ğani” kelimesi ğanamdan gelir. Zengin anlamında kullanılmaktadır.

“Ğanam” koyun sürüsü demektir. Tek koyun “şat”tır.

 

وَمَنْ كَانَ فَقِيرًا فَلْيَأْكُلْ (VaMaN KAvNa FaQIyRan FaLYaEKuL)  “Fakir olan ekletsin.”

Fıkra” kaburga kemikleri demektir. Yani, yoksulluktan kaburgaları görünen kimseye fakir denir. Etli olmayan kimse demektir.

Bir bucakta veya ilde vasat servetin altında olanlara “fakir”, üstünde olanlara “zengin” denmektedir.

Burada halkı ikiye ayırmıştır; kimine fakir, kimine zengin denmiştir. Bir üçüncü grubu saymadığına göre, demek ki üçüncü bir grup yoktur. Fakirlik ve zenginlik servetten doğduğuna göre, bir bucak içinde kişiler servetlerine göre sıralanırlar. Orta yerde serveti olan ve daha üsttekiler zengin, onun altında olanlar fakir olur.

Zengin olan vasi olacaksa, bu vesayetini sevab için yapacaktır. Yoksa vasi olmasın demektir. Yani, eğer vasilikten yararlanma sözkonusu ise bundan fakirler yararlansın. Ama karşılıksız vesayet yapacaksa, bu yetimlerin lehinde olduğu için onlar tercih edilir.

Bu durum diğer bütün kamu görevleri için, kooperatif hizmetleri için, parti hizmetleri için de doğrudur. Zenginler bu hizmetleri bedelsiz Allah rızası için yaparlar. Fakirler ise bunlar bir karşılık alırlar.

 

 

بِالْمَعْرُوفِ (Bı eLMaGRUvFı)  “Maruf bir şekilde yesinler.”

Kur’an’dan önce “maruf olanlar” kitaplar ve peygamberler tarafından belirlenmiştir. Kur’an ise “marufları” tesbit etme işini kişilere ve topluluklara bırakmıştır. Kişiler içtihatları ile kendi hayatlarını maruf hâle getirirler. Yani, herkes onların nasıl davranacağını bilir.

Babası, çocuğuna bir miras intikal etse onu nasıl idare edeceğini tesbit eder, yazar ve artık onu ona uygular. Kendisi ondan yararlanma sınırını çizer.

Vasi de böyle yapar. Ancak vasinin bu sözleşmesini kabul edip etmeme diğer yakınlarına ait olur. Mesela, yaşlı dedesi varsa o vasiyi atar ama kendisi vasilik yapamaz. Anne vasiyi atar ama kendisi vasilik yapamaz. O hıdane hakkını tekeffül eder. Yani, çocuklarının nafakasını temin etmekle yükümlü değildir. Onu erkek tarafı temin eder. Dolayısıyla onların mallarını da o kadın idare etmez.

Kocasından boşanan kadın çocukları yanına alır, nafakasını erkek tarafından alır. Malları idare edenle yapılacak sözleşmeyi annesi yoksa, hıdane hakkı kimde ise o tesbit eder. Yani, nafaka temin etmek babaya ve babanın erkek yakınlarına aittir. Ancak burada denetim anneye ve annenin kadın yakınlarına aittir. Bakım ve hıdane anne ve annenin kadın akrabalarına aittir, ancak bunu denetleme de baba ve babanın erkek yakınlarına aittir. Böylece çocuğun hukuku karşılıklı denge ile korunmuştur.

 

 

فَإِذَا دَفَعْتُمْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ (Fa EıÜAv DaFaGTuM EıLaYHıM EMVALaHuM)  

“Mallarını onlara def ettiğinizde.”

Burada “Mallar” kelimesi tekrar edilmiştir. Bu mallar izah edilmiştir.

“Ha” zamiri ile de iktifa edilirdi. Ancak yukarıdaki mallar ile buradaki mallarda farklılık vardır.

Şöyle ki, önceki mallar olarak rüşde erdiklerinde verilecek malları ifade etmektedir. Oysa bu defa daha vesayet zamanında kısmen olabilir. Mallar teslim edildiği zaman belgelerle teslim edilecektir. İmzaları alınacaktır. Şehadet ile yapılacaktır. Yani, muhasebesi belli olacaktır.

Bu mallar yukarıdaki mallardan farklı olduğu için tekrar etmiştir. Yani, bütün harcamalar kayda geçmiş olup şahitlere listesi verilecektir.

 

 

فَأَشْهِدُوا عَلَيْهِمْ (Fa EaŞHıDUv GaLayHıM)  “Aleyhlerine işhad edin.”

Demek ki mallar teslim alınırken, yönetilirken, harcanırken muhasebe tutulur. Karşı taraftan imzalar alınır. Bunlar şahitlere verilir. Şahitler bunları saklarlar. Eğer niza çıkarsa şahitler o zaman şehadet ederler.

Bakara Sûresi’nde “İstişhad” kelimesini kullandı, burada “İşhad” kelimesini kullandı.

Burada “İleyhim dedi. Bunun anlamı şudur.

İspat külfeti yetimlere değil, velilere aittir. Malların uygun şekilde harcandığını ispatlamak vasiye veya veliye aittir. Vasinin kendi hukukunu korunması içindir.

Oysa Bakara Sûresi’nde çıkarılan “selem senedi” ile ilgili olup kanunen hukuku korunacaktır.

Burada işhad etmek demek, murakabe etmek demek olur.

 

 

وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا(Va KaFAy Bi elLAHı XaSIyBan)  “Hasib olarak Allah kifayet eder.”

Burada “Kefallahu” denmesi gerekirken, “Kefa billahi” olarak isti’mal olunmaktadır. Fail Allah’tır. Ancak harficer gelmiştir. Allah ile olmak yeter anlamındadır. Allah kendi kendisine yeter demek olur.

Kur’an’da “Kefallahu elmü’minîne” tâbiri de geçmektedir.

İkisi arasındaki fark; biri mef’ule karşı lehte kifayettir, diğeri ise mef’ule karşı durmadır.

Kefa bika aleyye rakıben/ Senin beni denetlemen yeterlidir. Beni yeteri kadar kontrol altına alır. Yekfini nasiren/ Senin yardımcı olman bana yeter demek olur.

Muhasip olarak yeter tabirinden anlıyoruz ki, işhad muhasebeye işhaddır. Hesaplar genel muhasebede tutulacaktır. Yalnız o muhasebede yürütülenleri denetleyen asgari bir şahit olacaktır. Yani, vasiyi tayin ettiğimiz zaman bir de onu denetleyen bir murakıb atayacağız.

Genel muhasebede bütün bunlar tutulacaktır.

Murakıb daha çok bilgilerin doğru verilip verilmediği hususunda denetçi olacaktır. Bazı harcamalar murakıbın da imzası ile olacaktır.

Bugün derneklerde, vakıflarda murakıp vardır. Genel açık muhasebe yoktur. Sene sonuna kadar yetkisi yoktur. Birçok zaman belgesiz harcama zorunlu olur. İşte onlar için belge tanzim edilir. Tanzim eden alacaklıya değil de murakıba imza attırır.

 

Böylece bu âyet bize birçok hususlarda bilgi vermektedir. Emirler içermektedir.

a) İmtihan müessesesi,

b) Buluğ,

c) Rüşt,

d) Murakıplık,

e)Vesayet.

d) Genel muhasebe.

 

Yirminci yüzyılda ortaya çıkan ihtiyaçlar, o gün ortaya konmuştur.

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا(7) وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُوْلُوا الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا(8) وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا(9) إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا(10)

لِلرِّجَالِ (LıLRıCALı)  “Rical için”

Burada atıf harfi gelmemiştir. Bu farklılığın kemalinden doğmamıştır. Öyle olsaydı yetimlere ait hükümler burada biterdi. Oysa bundan sonra yetimlerle ilgili hükümler devam etmektedir. O halde burada kemali ittisal vardır. Yani, bu âyet bundan önceki âyetlerin bir yorumu mahiyetindedir. Bu ne olabilir?

Şüphesiz burada yetimlerde kızlarla erkeklerin ortak payları var. Az olsun, çok olsun, pay paydır. Bütün paylar korunacaktır. Yukarıda geçen hükümler ayniyle bâkidir. Birçok topluluklarda olduğu gibi kızların mirastan mahrumiyeti diye bir şey yoktur.

Roma’da kadınlar genellikle pay almazlar; alsa bile kocasına geçerdi. Oysa İslâmiyet kadın ile erkeği mal edinme bakımından tamamen eşit hâle getirmiştir. Mirasta da onlara paylar verilmiştir. Miras bahsinde anlatacağımız sebeplerden dolayı erkeğin payını iki misli yapmıştır.

Ancak burada asıl kemali ittisal şuradan gelmektedir. Ölen bir kimsenin malları kalınca; çocuklar yetimse yahut çocuklardan biri yetimse mallar paylaşılmaz, mufavada şirketi olarak ortak kalır. Mufavada şirketine Batı’da kollektif şirket denmektedir; birlik şirketi diyebiliriz. Şirket ortak olarak işletilir, Sonra çocukların hepsi baliğ olunca malları kendilerine verilir. Bu şirket mirasın taksimini erteleme anlamında bir şirkettir. Bölüşülmesi zararlı olan şirketin hükümleri böyle olur. Bu şirket nerelerde zorunlu olur?

  1. Eğer mirasta bir yetim varsa, onun mirasının taksimi ertelenir ve mufavada şirketi olarak işletilir.
  2. Bir başkan başkan olunca böyle bir şirket oluşur, kendi malları ile başkan olduğu topluluğun malları mufavada şirketi ile ortak edilir.
  3. Ailede birlikte yaşamak zorunda olan ve sonunda başka vârisi olmayan kimse ile şirketi mufavada akdedilir. Üvey çocukları ile birlikte yaşamak zorunda olan karı veya koca onlarla bu tür birlik ortaklığına girer.
  4. İsteyenler istedikleri zaman böyle bir ortaklık tesis edebilirler.

Buradaki “Lam” harfi temlik içindir. Böylece kollektif ortaklığa katılan kimselerin kendi malları yine kendi mülklerinde kalır. Sadece onun işletme mülkiyeti şirkete intikal eder. Rakaba mülkiyeti sahiplerinde kalır. Bu âyetteki “Lam” harfleri bunu ifade eder. Taşınmazlar aynen kalırlar, ayrılırken kendilerine iade edilir. Diğer mallar da karzı hasen olarak şirkete girer, dağıldıkları zaman misli ile aynı değer kendilerine ödenir.

Burada birçok farklı ifade gelmiştir.

1) “el-Zeker” denmemiş de “el-Rical” denmiştir. Oysa miras âyetinde “el-Zekeru mislü hazzi el-ünseyeyn” denmiştir. Burada ise “el-Rical” denmiştir. Bunlar şirkete ortak olan yetimlere bakmakla yükümlü olacak olan ricaldir. Bunlar şirketteki bir kişiye değil, şirketteki herkese akraba olmuşlardır. Ona göre hak ve görevleri vardır.

2) “Li’r-Rical” tekil olarak değil de, çoğul olarak gösterilmiştir. Halbuki miras âyetinde tekil olarak geçmiştir. Oysa nasib tekildir. Bir tek payları vardır denmiştir. Yani, baba yerine geçen erkeklerin tümünün bir tek payı vardır. Şirketin akraba erkekleri görev ve haklardan yararlanırlar. Şirkete ortak olmayan ama şirketin yakını olduğu halde bakılmaya muhtaç olan kimse de şirket tarafından bakılır.

نَصِيبٌ (NaÖıYBun)  “Nasib vardır.”

Nusbe” işaret olmak üzere dikilen taşlardır. Arazide sınırlar arasında bu işaret taşlarını koyarlar.

Nasıyb” sınırların ayrıldığı yerdir. Zamanla bütün paylara ‘nasib’ denmektedir Mirastaki pay demektir. Mirasta payları vardır.

Burada da iki önemli husus vardır.

Biri, nasib müfrettir. Oysa sahip olanlar çoğuldur. Demek ki onların ortak paylarından bahsetmektedir. Bu mirastaki pay değildir. Çünkü mirasta her erkeğin kendine ait payı vardır.  

İkincisi ise nasibin burada nekire olmasıdır. Nekiredir demek, payları bilinmiyor demektir. Bu paylar şeriatta tesbit edilen paylar değildir. Bu paylar mukavelede belirleneceği için nekire getirilmiştir.

مِمَّا تَرَكَ (MınMAv TaRaKa)  “Terk ettiklerinde”

Terek” raftır. “Terk etmek” demek, rafa kaldırmak demektir. Ölülerin bıraktıkları mallar için “tereke” denmektedir. Ölü ölür ölmez mallar dondurulur. Onlar için çalıştırılmaz. Borçlar tasfiye edildikten sonra mirasları taksim edilir. Ancak, eğer içlerinde küçük varsa, o zaman şirket mufavada şirketine dönüştürülür. O şirkete ortak olan erkeklerin veya kadınların birer paylarının olduğu bildiriliyor.

الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ (eLVALiDANı Va eLEaQRaBUvNa)  “Anne-baba ve en yakınları”

Anne-baba ve en yakınları denmektedir.

El-Vâlidân” harfi tarifle gelince bir tür cin isim şeklinde bütün ana babaya denk olur.

El-Ekrabûn” ise yakınları anlamına gelir. Burada cemi müzekker sâlimdir, cemaat demektir. Yani, şirket hâline gelen anne-baba ve akraba mirasçılarının terk ettikleri demek olur.

Bir mufavada şirketi kurulduğunda onlar mallarını oraya terk etmiş olacakları gibi, onlar ölünce de malları orada kalmış olur. Mufavada şirketinin temel kuruluşu şöyledir. Kişi ortak olduğu tarihte mallarını koyar. Şirket son ortak ölünceye kadar devam eder. Son ortak ölünce şirket dağılır. Ortak olanlar bütün mallarını ve işlerini ortaklığa koymuş olurlar. Ortak olduktan sonra kazanılanlar şirketin malıdır.

Burada “Validehum ve ekrabehum” dememiştir. Yani, erkeklerin ve kadınların bunların akrabaları olmaları gerekmez. Ortak olan kadın veya erkek mallarını şirkete verir. Sonra ayrılacağı zaman yahut şirket tasfiye edilince aynen veya mislen alır. Ondan sonraki gelirler de şirketin olur.

Burada bir sorun çıkıyor. İnsanın çocuklarına, anne babalarına, akrabalarına karşı sorumlulukları vardır. Oysa onlar şirkete ortak değildirler. O halde onların hukuku ne olacaktır? Onlar artık şirkete akraba olmuşlardır. Bütün yakınlık ve hakları şirkette oluşur. Erkekler bütün şirketin akrabalarına baba gibi olurlar, kadınlar şirkete akraba olanların anaları gibi olurlar. Yahut erkek kardeşleri veya kız kardeşleri olurlar. İşte şirket akrabalarının bıraktığı terekede bütün erkekler ve bütün kadınların birer payları vardır. Mâli yükümlülükler şirketin ortak gelirlerinden karşılanır. Bedenî yükümlülükler ise; anneye ait olanlar kadın ortakları tarafından, babanın görevleri ise baba ortakları tarafından karşılanır. Valideyn veya akrabaların ayrı ayrı terk ettikleri değil, hepsinin birden terk ettiği bir terekeden bahsetmektedir. Yani, en son şirket tasfiye edilince paylarını alacaklardır. Daha önce ayrılanlar bundan yararlansalar bile şirket tasfiye edildiği zaman paylarını alabilirler. Ölme durumu için sözkonusudur.

Bir müessese işlemeye başladıktan sonra sorunlar çıkar, o zaman âyetler okunur ve hükümler çıkarılır.

وَلِلنِّسَاءِ (VaLıenNıSAEı)  “Kadınlar için”

Burada bahsedilen kadınlar ‘rical’ karşılığı kadınlardır. Zeker karşılığı unsa kadınlar değildir. Erkekler gibi sorumlu olan kadınlardan bahsediliyor.

Şirket büyük bir aile olmuştur. Erkekler var, kadınlar var. Ortak mallar var. Bunlar aile işlerini yapıyorlar. Erkekler kendi işerini, kadınlar kendi işlerini yapıyorlar. Kadınların üvey erkeklerin akrabaları da hepsinin akrabası durumuna geliyor. Onlara kollektif olarak hizmet verilir. Bu eski tip bir ailedir. Ne var ki bugün pratik olarak yoktur. Şirket mukaveleye göre erkek ve kadınlar tarafından yürütülür.

نَصِيبٌ (NaÖıYBun)  “Nasib vardır.”

Burada “Nasib” müfret ve nekire gelmiştir. Çünkü kadınların payı da sözleşme ile tesbit edilecektir. Her ortaklık için ayrıdır. Bunun için nekiredir. Eğer paylardan kalanı kadınların olsaydı ya marife gelmeliydi veya “nasibun uhar” denmiş olması gerekirdi.

Demek ki bu iki payın dışında da paylar vardır. Asıl mirasçılara ait olan paylardır. Ortaklık sermayesinden artan paylar erkek ve kadınlara bölüştürülüyor. Mukavelede diğer mirasçılara de pay bırakılabilir. Bunun için bu ayette geçen her iki “Nasib” de nekiredir.

مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ (MınMAv TaRAKa eLVALıDaYNı Va elEaQRaBuVNa)  

“Anne-baba ve en yakınların terk ettiklerinde.”

Erkekler için söylediklerini aynen tekrar etmiştir. Bu cümleyi zamirle ifade edebilirdi. “Minhâ” denebilirdi. Burada kadına kalan miras ile erkeğe kalan miras farklıdır. Buna işaret edilmektedir.

Kadına kalan miras yakınlık karşılığı olan mirastır. Hayatta ikisi arasında dayanışma ortaklığı şeklinde oluşur. Bir erkek ölünce ona pay verilir. Dayanışmada kim zararda olursa öbürü katılır. Zarar etmeyen hiçbir şey almamış olur. Bu dayanışma ölüm hâlinde de sürüyor kabul edilerek pay verilir. Anne-baba bu mirasta vâris olur. Karı-koca bu mirasta vâris olur. Burada kadın ile erkek eşittir.

Diğeri ise soyu sürdürme mirasıdır. Çocuk yetiştirme mirasıdır. Aile mirasıdır. Bu erkeği takip eder. Erkekte kadının bütün genleri vardır. Erkekte olan Y kromozomu geni tektir. Dolayısıyla kadında erkekte olan bütün genler yoktur. Nesil onlarla sürdürülür. Kadın çocuğu doğurup büyütür, erkek nafakasını temin eder ve korur. İşte bu geçindirme görevi erkeğe verildiği için pay da erkeğe verilir. Bunu anlatmak için, yani erkek payının başka, kadın payının başka olmasından “Mimma Tereke” cümleciğini aynen tekrar etti.

مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ (MinMAv QalLA MInHu EaV KaÇuRa)  

“Ondan az olsun çok olsun.”

Burada zamir iki yere gidebilir. Bunlardan biri, mirasa gider. Yani, miras az olsun, çok olsun; erkeklerin de, kadınların da payları vardır. “Mimma Tereke”ye gider zamir, yahut “Nasib”e gider zamir; az olsun çok olsun. Yani, eşit pay almayabilirler. Kadınlar ve erkekler mirastan pay alırken sözleşmeye göre pay alabilirler.

Burada ana iskelet çizilmiştir. Bu da şudur. Birlik şirketini kuranların akrabaları şirketin akrabaları hâline gelirler. Yani, akrabalardan ayrı ayrı hak ve göreve değil, oradakilere karşı kollektif hak ve göreve sahip olurlar. Nöbetleşe görevlerini yaparlar. Mesela, yatalak hastaya bakılacaksa nöbetleşerek bakarlar. Böylece yük bir aileye yığılmış olmaz. Şirket en sonunda son ferdin ölümü ile dağılır. O zamana kadar ortak olanın hakları korunmuş olur. Ortak olmayan akraba “rical” ve ortak olmayan akraba “nisa” o zaman hisselerini alırlar.

نَصِيبًا مَفْرُوضًا (NaÖIyBan MaFRuWan)  “Farz kılınmış nasib”

Nasib”ler nekire olmakla beraber belirlidir. Sözleşmede belirlenmiştir. “Nesibeyni mefrudeyni” denmemiştir. O halde buradaki nasib hâldir. “Kalle ev Kesura”daki failin hâlidir. Az veya çok olan pay belirlenmiş olacaktır. Baştan şirketin mukavelesinde belirlenmiş olmalıdır. Erkeklerin payı fazla veya kadınların payı fazla yapılabilir. Asıl vârislerine kalacak pay da fazla veya eksik tutulabilir. Yani, miras üçe taksim edilir; ortaklara hizmet veren erkekler, ortaklara hizmet veren kadınlar, bir de ortakların vârisleri.

Büyük aile olarak yaşayanlar anne-baba öldüğü halde amcalar, teyzeler ölene kadar dağılmayabilirler. İşte bunlar şirket-i mufavada içinde yaşarlar. Baliğ olan kadınlar, baliğ olan erkekler “rical” olur. Çocuklar ve yaşlılar “ekrabûn” olurlar. Ortaklıkta artırılan mallar çalışan rical ile çalışan nisa arasında kısmen bölüşülür. Kısmen de miras yoluyla intikal eder. Babaların ölümü ile şirket dağılmaz. Babalarına düşen pay mirasçılara intikal eder. İyi bir sözleşme ve iyi bir muhasebe bu aile ortaklığının sürmesini sağlar.

Koç ve Sabancı aileleri nasıl bölüşüyorlar? Orada çalışanlar ücret alıyorlar. Varlıklı şirketler ücret ödeyebilirler, ancak küçük şirketlerde böyle ücret ödeyerek iş yapma mümkün değildir.

Burada işler ortaklık şeklinde görülecektir. Son bölüşmede de ona göre bölüşme olacaktır. Erkek ve kadınlar katkıları nisbetinde paya sahip olabildikleri gibi, sorumlulukları nisbetinde de paya sahip olurlar. Bu sebepledir ki bu mirastan farklıdır. Oysa mirasta sadece sorumluluktan dolayı pay alınmaktadır.

وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ (Va EıÜAv XaWaRa eLQıSMata)  “Kısmete hazır olduklarında”

Buradaki “Va/Ve” harfi ile “Yetimleri imtihan eder rüşd görürseniz mallarını def edin” cümlesine bu cümle eklenmektedir. “Kısmete yakınlar, yetimler ve miskinler hazır olduklarında” denmektedir.

İza” getirildiğinden burada onların hazır olmaları istenmektedir. Yani, taksim yapılırken pay sahipleri hazır bulunacaklardır.

Kısmet” burada marife gelmiştir. Malum kısmet demektir. Atfedilen âyette geçen “Mallarını def edin”deki def’i sağlayan kısmettir. Kısmetin marife olması kısmetin şekli üzerinde de duruluyor demektir. Kısmet pay sahiplerinin huzurunda bucak imamının nasb edeceği bir görevli tarafından yapılır. Pay sahiplerinin hakemlere gitme yetkileri vardır. Payların bölüşülmesini istişare ettikten sonra görevli yapar. Pay sahiplerinin hakemlere gitme yetkileri vardır. Paylaşmada bütünlük bozulmamalıdır. Kıyam mülkiyeti esas alınarak bölüşülmelidir. Mallar bölüşülmeli ama taşınmazlar değerleri azalmamak üzere bölüşülmeli. Rakaba mülkiyetleri ile hissedar olmalıdırlar. Kıyam mülkiyeti ise vasiyetle intikal etmelidir. Vasiyet edilmemişse ehliyetli olana verilir. Ehliyetliler çoksa, en yakınlıya ve yaşlıya verilir.

Kur’an’da “Kısmet” marife getirildiğine göre belli şekilde bölüşülecektir. Ancak bu şekil belirtilmediği için bölüşme usûlünü görevli vazeder. Pay sahipleri hakemlere gidebilirler. O usul içinde bölüşme yapılır.

أُوْلُوا الْقُرْبَى (EuLuy eLQuRBAy)  “Yakınlılar”

Buradaki “Ulu’l-Kurbâ” bakmakla mükellef olan erkekler ve yakınlardır. Pay sahibidirler. Marife olarak getirildiğine göre belli akrabalardır. Şirketin akrabalarıdır. Yani, şirkete ortak olmayan ama şirkete ortak olanların akrabalarıdır. Bunlar rical ve nisa olarak önceki âyette anlatılmış idi. Onlar hazır olacaklar. Taksim öyle yapılacaktır. Gelmeyenler olursa onlara birer vekil seçtirilir. Seçmezlerse vekil atanır.

وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAvMAy)  “Yetimler”

Yetimler”, bunlar da ortak olan kimselerdir. Şimdi büyümüşlerdir. Ancak henüz mallarını teslim almadıkları için yetim sayılmaktadırlar. Malları teslim alıncaya kadar mallar üzerinde tasarrufta bulunamazlar.

Yetim değiller ama yetim hükmündedirler. Onun için onları yetim olarak adlandırmaktadır. Şirketin yetim olmayan ortakları da bunlara hükümde eklenmektedir. Adlandırılırken agleb (çoğunluk) olanlar söylenir, diğerleri de dahil olmuş olur. Yani, burada yetimden kasıt şirketin ortakları demektir. “el-Yetâmâ” marifedir.

وَالْمَسَاكِينُ (Va eLMeSaKIyNu)  “Miskinler”

Bunlar da marife olduğu için herhangi miskinler olmayıp, belli miskinler demektir. Bunlar kimlerdir?

Şirketin akrabaları değildir, şirketin ortakları değildir. Peki, bunlar kimlerdir? Bunlar belli kimselerdir. Şirket tesis edilirken, şirketin ortakları olmadığı halde, yakınları arasında veya komşuları arasında yoksullar varsa, şirketin zekâtı olmak üzere onlara pay ayrılabilir. Böylece onlar da şirket tarafından gözetilmiş olur.

Mufavada şirketi zekâta tâbi olmaz, onun yerine yoksula gelirden pay verilir. Taksimde bunlara da pay ayrılmış olur. Böylece paylar dörtlenmiş olmaktadır; erkek yakınları, kadın yakınları, yetimler ve miskinler. Bunlar da paylaşmada hazır bulunurlar.

فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ (Fa RZuQUvHuM MinHu)  “Onları ondan irzak ediniz.”

Bu taksim günü pay sahipleri toplandıklarında bölüşme günü yemek masrafları şirketin mallarından çıkar. Hazır bulunmayanların bundan pay isteme hakları yoktur. Gelen yer. Bu hüküm geneldir. Zekâttan veya ortaklıkta oluşturulan fondan yemek verilir. Bundan gelenler yararlanır, gelmeyenler bir hak iddia edemezler.

Kamu imkânlarından yararlanma da böyledir. Bir mahallenin parkından o mahalle sakinleri yararlanır. Ancak geldiği takdirde yararlanır. Yoksa, gelmezse veya mahalleden ayrılırsa ondan yararlanmaz. Kuyu suyundan pay alma hazır bulunanın hakkıdır. Gelmeyen benim payım vardı diyemez, gelenler paylaşır.

Bu âyet ilk okunduğu zaman, pay sahibi olmayanlardan bulunan olursa onlara da pay verin gibi anlayabiliriz. Marife olarak gelmeseydi öyle anlayabilirdik. Ancak marife geldiği için öyle anlamamız mümkün olmaz. Bununla beraber pay sahipleri dâvete yakınlarını veya komşularını getirebilirler. Onlara da terekeden pay verilebilir.

Bu konu çok önemlidir. Çünkü birçok dâvetlerde böyle dâvetsiz misafir de ağırlanmaktadır. Bunun için hepsinden ayrı ayrı izin almaya gerek yoktur. Hattâ bir yerde eğer yemek yeniyorsa, orada olanların ondan yeme hakları vardır. Çünkü tüketimde şuyuiyyet asıldır. Müslimlerdeki yemeğe dâvet geleneği buradan gelmektedir. Sokakta yemek yemeyi onun için mekruh, hattâ haram görenler vardır. Bunların şehadetinin kabul edilmeyeceğini söyleyenler vardır. Lokanta işletmesi bunun için makbul değildir. İmarethaneler bunun için vardır. Bu âyet bize birçok yönde yol göstermektedir.

وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا (Va QUvLUv LaHuM QaVLan MaGRUIvFan)  

“Onlara maruf söz söyleyin.”

Bir kimse geldiği zaman selâm verir, selâmı alırsınız. Türkler “Hoş geldin” derler, gelenler de “Hoş bulduk” derler. Hasta ise “Geçmiş olsun” dersiniz. Ölüsü varsa “Başınız sağ olsun” dersiniz. Böyle mutat hâle gelmiş sözler vardır. Onlar söylenecektir. Yani, örfen sabit davranışlar ve sözler varsa, onu yapmak gerekmektedir. Ayağa kalkma, yer verme, el öpme gibi örfler de buna göre düzenlenmelidir. Bunlardan yasaklanmış olanlara uyulmalıdır.

Bu kurallara uyma demek, o topluluğun kurallarını kabul etme demektir. Geleni de belli bir şekilde karşılama demek, onun misafirliğini kabul etme demektir. Burada emredilen maruf sözdür. Kıyasla maruf davranış da yapılabilir. Yahut mefhumu muhalefetle yapılmaz. Osmanlılardaki etek öpme ve yerlere kapanma, maruf olmayan bir davranış olarak alınabilir. Maruf olanın meşru olması gerekir.

وَلْيَخْشَ (Va eLYaPŞa)  “Ve haşyet etsinler.”

Havf” insanın kendisine bir şey geleceğinden korkmadır. “Alâ” ile gelirse, onların başına bir şey geleceğinden korkmadır. “Haşyet etme” de, kendisine bir şey gelmesinden ziyade; karşı tarafı darıltırım, üzerim, yahut zarar veririm diye korkmadır.

Burada, çocuklarının başına bir şey geleceğinden havf edenler, korkanlar, onların başına bir şey gelmeyecek tedbiri alsınlar demektir. İşte bu alınacak tedbirin başında ‘mufavada şirketi’ kurmaktır. Vasiyeti doğru dürüst yapma demektir. Allah bunu emretmektedir. Sağlıklı durumda iken birlik şirketini kurmak gerekmez, ama yaşlılık veya hastalık sebebiyle, yahut savaş sebebiyle küçükler bırakacaklar, uygun bir şirketi mufavadayı kurmakla memurdurlar. Yani, böyle bir şirketi kurmak onlar için farz olmuş olur.

الَّذِينَ (elLaÜIyNa)  “Kimseler”

Bu “Elleziyne”nin sılası “Hafu aleyhim”dir. Çocukların başına bir şey geleceğinden korkan kimseler, haşyet edip gerekli tedbiri alsınlar. Araya giren cümle “Hafu aleyhim”in şart cümlesidir. “Elleziyne hafu aleyhim lev daıfen” demek olmaktadır. “Ellezî” değil de “Elleziyne” getirmiş olmaları, bu hususta yalnız anne babası değil, bu durumda olanların böyle bir şirket kurmalarına yardımcı olmalıdırlar. Hattâ bucak başkanı zorlayabilir.

Köylerde böyle sakat çocuklar kalır, son derece sıkıntı içinde yaşarlar. Komşulara yük olurlar. Kimilerinin sırtına binerler. Ondan kurtulmak için bu durumda evlenip de çoluk çocuk sahibi olanlar varsa, bunlar mufavada şirketinde yer almalıdırlar. Bunların yakınları bunlara karşı görevlerini yerine getirmelidirler. Kamu bütçesinden de bunlara pay verilmelidir.

Burada hazf vardır. “Elleziyne terekû” demektir. Terk eden kimseler haşyet etsinler demektir.

Bundan sonra kelime tekrar edilmiştir. Dolayısıyla burada hazf olmuş olur.

Türkçede, ‘Ayaklarımın altına alarak Ahmet’i dövecektim.’ desek, bu cümlenin aslı; ‘Ahmet’i ayaklarımın altına alarak onu dövecektim.’ dememiz gerekirdi. Ama birinci Ahmet’i hazf edip de onu kelimesini kullanmayabiliriz. Burada da öyledir.

لَوْ تَرَكُوا (Lav TaRaKUv)  “Terk etseydiler.”

İlk bakışta burada “Lev” değil de “İn” gelmeliydi. “Lev” olmamış bir şeyi ifade eder. ‘Gelseydin seni dövecektim. Gelmedin ve dövmedim.’ demek olur.

Terk edecek olsaydı” anlamı var. Terk etmemiştir. Yani, ‘Şirketi mufavada kurup terk etmemiştir. Ama şirketi kurmasaydı terk etmiş olacaktı.’ yani korkmuş olacaktır. Şimdi ise şirketi mufavada kurmuştur, artık korkusu yoktur. İşte böyle olanlara hitap etmektedir. Cemaatçe bunların ittika etmeleri gerekir. Uygun şirket kurmaları gerekir.

مِنْ خَلْفِهِمْ (MiN PaLFıHıM)  “Kendilerinden sonra”

Kendilerinden sonra zayıf zürriyet kalacaktır diye korktukları için tedbir almış olan kimseler.

Ana-babalarından sonra, yahut velilerinden sonra. Şirketi mufavadada arada ölenler sebebiyle durum değişmez. Dede vâsi iken dede ölünce vâsilik amcaya geçer. Şirket ise aynen sürmüş olur. Amca veli olarak korkmayabilir, ama amca ölürse amca çocukları onlara gereği gibi bakamayabilirler. O zaman birlik şirketini kurmaları gerekir. Evlenmemiş kardeşlere yeğenleri gereği gibi bakmayabilirler.

İşte bu durumlarda hep birlik şirketinin tesisi gerekir.

ذُرِّيَّةً ضِعَافًا (ÜurRıYaTan WaGıFan)  “Zayıf zürriyet”

Zayıf zürriyeti terk ediyoruz. Yahut zürriyeti zayıf olarak terk ediyoruz anlamları çıkabilir. Böyle olacak kimseler tedbir aldılar, mufavada şirketini kurdular. Korkmuyorlar ama yine de haşyet edecekleri konular vardır. Dikkat etmeleri gerekir. Ona göre tedbir almaları gerekir.

Zürriyet” nekire getirilmiştir. “Zürriyetehum” denmemiştir. Çünkü korkanların zürriyeti olmayabilir. Böyle bırakacak kimseler. Korktular da bırakmadılar. Bırakmadılar derken, “Lav”den dolayı demekteyiz.

خَافُوا عَلَيْهِمْ (PaFUv GaLaYHıM)  “Havf ederlerdi.”

Eğer zürriyetlerini zayıf olarak bıraksalardı onlara birşeyler olur diye havf edeceklerdi. Ama onlar şirketi mufavada kurdular ve şimdi korkuları yok. İşte böyle olan kimseler, Allah’a ittika etsinler.

فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ (Fa eLYatTaQUv elLAHa)  “Allah’a ittika etsinler.”

Buradaki “Fa” “Lav”in cevabı değildir. Çünkü “Lav”de “Fa” gelmez. “Fa” tekrarı ifade eder. Oysa geçmişte cereyan eden bir olayın “Fa”sı olamaz. Bu “Fa” cevap “Fa”sı değil, atıf “Fa”sıdır.

Şirketi mufavadaya karar veren kimseler ittika etsinler. Yani, adaletle mukavele yapsınlar.

İttika etsinler” demek, mukaveledeki serbestliği ifade eder. Yani, mevcut kurallara uymayacak, kendileri kurallar koyacaklardır. İçtihat yapacak, ittifak yapacaklardır. Dolayısıyla kararları alırken Allah’ın halifesi olarak karar almakta olduklarını bilerek adil bir şekilde hükümleri koysunlar demek olur.

Burada şuna da işaret vardır. Böyle bir şirket kurulduktan sonra o şirketin sözleşmesi icmalara aykırı hükümler içeriyorsa ilgililer hakemlere gider ve o hükmü iptal ettirebilirler.

Vattakullah” tâbiri yargı denetimi var demektir.

وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا (VeLYaQUvLUv QaVLaN SaDIyDan)  “Sedid kavl etsinler.”

Sedid” setli yanı bentli söz söylesinler.

Bunun iki manâsı vardır. Biri, içi dolu ve anlamı olan söz söylesinler. Malları koruyacak söz söylesinler. Diğeri de, kesin söz söylesinler; anlaşılmaz, muğlak söz söylemesinler.

Sözleşmeler açık ve dolgun olacaktır. Yani, yeterli hükümleri içerecek ve aynı zamanda açık olacaktır. Şirketlerin sözleşmesini böyle yapın denmiş olur.

Kavl” aynı zamanda “mukavele”nin köküdür. Bu ifade ile yasaların nasıl yapılacağı de belirtilmiş oluyor. Muğlak ifadeler hukuk olmaz. Bu sebepledir ki konuşma dili ile mukavele dili farklıdır.

Mukaveleleri bilenler yazmalıdır. Noterlik müessesesi İslâmî müessesedir. Sadece İslâm düzeninde noterler ücretlerini taraflardan değil, “Genel Hizmet”ten alırlar.

 

إِنَّ (EınNa)  “Gerçekten.”

Arapçanın dışındaki diller birçok nüansları ses tonu ile, vurgu ile ifade ederler. Hattâ Rusça gibi pek çok dilde vurgu ile ayrı kelimeler üretilir. Arapçada ise vurgu sadece estetik için kullanılır. Manâlar tamamen harf ve harekelerle ifade edilir. Söylediği cümle hakkında karşındakinin bilgisi yoksa cümleyi yalın söylersin. Aksine, bilgisi varsa “İnne” ile söylersin; ısrar ediyorsa te’kitle, mesela “La” de getirerek söylersin.

Burada atıf harfi getirmedi. Çünkü yukarıda anlatılanların bir te’kididir. Yukarıda yetimin mallarının yenmemesi emrediliştir. Burada da te’kit edilen odur. Ancak burada “İnne” getirilerek; aksini zannediyorsunuz, öyle değildir. Aksi olarak ne zannediyorsunuz? Eğer yetimlerin mallarını yerseniz, zannedersiniz ki o bize kalır. Âhirete kalır. Kalmaz; bu dünyada hayır görmezsiniz. Yahut âhirette de azap görmeyiz zannedersiniz.

Bunu teyid etmek üzere âyet burada azabın olacağını göstermektedir.

الَّذِينَ يَأْكُلُونَ (elLaÜIyNa YaEKuLUvNa)  “Ekl eden kimseler.”

Yetimlerin mallarını ekl eden kimseler. Çoğul olarak gelmiştir. Törelerinde yetimlerin mallarını korumayan kimseler demektir. Yani, yetim malını yiyenlere göz yuman, onları destekleyen kimseler demektir.

Yetim malları topluluğa emanettir. Hep birlikte o malları korumaları gerekir. Onun içi “Men” ile değil de, “Ellezîne” ile gelmiştir. Adil sistem oluşturulmalıdır. O sisteme göre paylaşma yapılmalıdır.

Burada gözetilen “aile müessesesi”dir. Aynı zamanda “topluluk malları”dır. Topluluğa ait mallarda yetimlerin payları vardır. Olmasa bile, kıyas yoluyla evleviyetle ona sahip çıkılmalıdır. Topluluğun malları üzerinde titizlikle durmamız gerekir. Bunun en iyi yolu “muhasebe”dir. Herkesin verdiğini-aldığını yazması ve bir muhasebenin tutulması gerekir. Böyle bir muhasebe her zaman hesaplaşmayı kolaylaştırır. Hakemler yoluyla her türlü sorunu çözebilirsiniz. Ama eğer kaydetmediğiniz bir şey varsa, sonra unutulup gider, hakemler yoluyla da çözemezsiniz. Biz “Akevler”de bunu yapmak için çok uğraştık. Ancak sonuç elde edemedik.

Muhasebe sistemi”ni kurmayan, “hakemlik sistemi”ni kurmayan bir topluluk asla İslâm topluluğu olamaz. “Biz İslâm topluluğuyuz.” diyebilmemiz için mutlaka muhasebemizi kurmalıyız. Mutlaka hakemlerimiz olmalıdır.

Topluluğun mallarını yönetenler son derece müşkül durumdadırlar. Kendi taraflarına topluluğun mallarını geçirirlerse, başkalarının hakkını kendi yetimlerine yedirmiş olurlar. Kendi mallarını topluluğa geçirirlerse, bu sefer de kendi yetimlerinin mallarını topluluğa yedirmiş olurlar.

Sonra ortaklıkta ortaklar arasında da böyle durum vardır. Ortaklardan kimileri mutlaka size yakındırlar. Yakınlarımı korumuş olmayayım derken, yakınlarına zulmetmiş olabilirsiniz.

Ben bu âyetin emrettiklerini hayatımdaki uygulamalarda tam olarak çözemediğim için mallarımın bir kısmını “Akevler”e bıraktım. Varsa, bende hakkı olanlar istesinler, hakemlere gitsinler, alsınlar istedim. Ama onlar da benim gibi bu haklarını kooperatifin kefalet hesabına bırakacak olurlarsa, ateş yeme korkusundan emin olabilirler. İyi bir hesap bırakamadığım için ben emin değilim.

أَمْوَالَ الْيَتَامَى (EaMVAvLa eLyaTAyMAy)  “Yetimlerin mallarını.”

Çoğul getirilmiş ve marife getirilmiş: Bu suretle kendilerine korunması, yönetilmesi emanet edilmiş kimseler yetimlerin mallarını yerlerse denmektedir. Yetimlerin mallarını yönetenler ve denetleyenler mutlaka iyi hesap tutmalıdırlar. Ortaklık malları için de böyle hesap tutulmalıdır. Bu Allah’ın ‘az olsun çok olsun yazın’ emirleri içinde mündemiçtir.

Sağlam bir muhasebe sistemini kurmamız gerekir. Biz eğer mü’min isek bu bize farzdır. Ondan sonra da tereddütlü kısımlarda hakemlere gidilmesi gerekir.

Yetim” deyince sadece bugün yetim olanlar değil, yarın yetim olabilecekler de dahildir. Bir ortaklık kurduk. İyi hesap tutamadık. Yarın içimizden biri öldü ve yetimler bıraktı. Onun hesabını nasıl vereceğiz? O zaman onların malını yemiş olmaz mıyız? İşte böyle bir durumda bizi kurtaracak olan nedir? Titiz kayıtlardır. Sonra haksızlığa uğradıklarını iddia edenler o kayıtlara ulaşacaklardır.

Bugün bilgisayarlar var. Bundan dolayı eskiye göre işlerimiz çok kolaydır.

İşte insanlar bu durumlardan korktukları için ortaklık işlerine bulaşmak istemiyorlar. Oysa ya ‘ortaklık’ ya ‘faiz’ ile karşı karşıyalar. Ortaklık olmayınca bu sefer de faiz yemiş oluyorlar ki; o da Allah ve resulü ile savaş demektir. Erbakan Hoca Adil Düzen Çalışmaları yaptığımız yıllarda bize ekmekteki faizi hesaplatmıştı. Ekmeğin üçte birinin faiz olduğu sonucuna ulaştık. Demek ki, her ekmek aldığınızda üçte bir faiz veriyorsunuz demektir. Ekmeğin üretiminde çalışırken, alırken, satarken bu faizleri alıyorsunuz demektir.

Bundan kurtulmamız sadece “karz-ı hasen sistemi” ile mümkündür. O da hesabın tutulmasını gerektirir.

Adil Düzenci kardeşlerim marketi bir an evvel faaliyete geçirmelidirler.

Artık hacet namazlarını kılsınlar ve ne yapılması gerekiyorsa yapsınlar. Marketin hesabını tutmak demek, ortakların hesabını tutmak demektir. Bizim yaptıklarımız size kalacaktır.

Bizim eksik bıraktıklarımızı siz tamamlamazsanız, onun vebalini yüklenmiş oluyorsunuz.

ظُلْمًا (JuLMan)  “Haksız yere.”

Bu ifade bizim yükümüzü hafifletmektedir. Bir şeyin zulüm olması için kastın olması gerekir. Bilerek, isteyerek yemek demektir. Bilmeden yenmişse, istenmeden yenmişse, o zaman o zulmen olmayacağı için bu âyete muhatap olunmaz. Ancak elimizden geldiği kadar dikkat etmek ve bilmek zorundayız.

“Akevler”i kurmakla bu tehlikelere girmiş olabiliriz. “Akevler”e binlerce insan katıldı. Allah rızası için katıldılar. Onların desteği ile birtakım insanlara yardım etmek istedik, alıcı oldular. Verenlerin şikayetleriyle fazla karşılaşmadım. Kendilerine verdiklerimizi alanlar ise dua etmek şöyle dursun; topluluğun mallarını daha fazla kendilerine vermemiz için bize savaş açtılar. Mahkemelerde yargılandık. Her gün aleyhte konuşuldu.

Bu durum bana şunu öğretti ki; inanmamış insanlardan oluşan bir toplulukta adaletin tesisi mümkün değildir. Önce inanacaklar, “Adil Düzen”e inanacaklar… Sonra siteler kuracaklar… Sonra işler yapacaklar...

“Akevler”i kurarken, Kırgızistan’da ortaklık kurarken, İstanbul’da ahşap evleri kurarken hep böyle hata içinde olduk. İnanmayanlarla işler yapmaya başladık. Ne var ki, bu çalışmalarımız sayesinde “Adil Düzen” doğdu. Kur’an tefsirleri ile okumaları devam etmektedir. Allah hata yapmamıza izin verdi, çünkü o gün için öyle olması gerekiyordu. Allah’ın mağfiret edeceğinden ümitli olarak yine ortaklık peşinde koşuyoruz. Ama artık ortak olan kimseler inanan kimseler olmalıdır; “Adil Düzen”e inanmalıdırlar.

إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا (EınNaMAv YaEKuLUvNa FIy Bu TUvNıHıM NAvRan)  

“Sadece batınlarına nâr yemiş olurlar.”

Burada ‘ateş yemiş olurlar’ mecazdır. “Karınlarına” deyince bunun mecaz olduğu anlaşılır. Çünkü karında ateş yenmez. Yetimlerin ve toplulukların emanet mallarını yiyenler ateş yemiş olurlar. Bu şekilde haram yiyen kimselerin sağlıkları bozulur, çocukları ile kötü yollara düşerler. Huzursuzluk ortaya çıkar.

Başka yerlerde daha çok âhiret azabı ile korkutulduğu halde, burada daha çok dünya hayatı ile korkutuluyor. Herkes topluluk mallarından kendisine bir şey geçmemesi için dikkat etmelidir. Bilhassa hak edilen lokmaya önem verilmelidir. Asla israf yapılmamalıdır. Lüks yemeklere gidilmemelidir. İsraf bunun için haram kılınmıştır.

Millî Görüş partilerini kurduğumuz zaman biz şimdi İstanbul Yenibosna’da seminer günlerinde yediğimiz gibi peynir ekmek yiyorduk. Yer sofralarına oturuyorduk. Allah 2 senelik partiye 50 parlamenter verdi. Şimdi lüks yemeklerde yarışıyorlar. Yarın Adil Düzenciler de zengin olacaklardır. O zenginlik topluluğun mallarından gelecektir. Yer sofrasını terk ederseniz, peynir ekmeği bırakıp da lüks yemekler peşinde koşarsanız, karınlarınızda ateş yemiş olursunuz. Adil Düzenin başkanları en fakirin doyduğu kadar doyacaktır. Cemaatinde fakir bırakmayacak, herkesi gelir seviyesi olarak ortaya doğru çekeceklerdir. Ne kadar çekebilirse, o kadar da kendisi yemelidir. Dört halifenin hayatı böyleydi. Dünya tarihindeki 100 etkin kişiyi yazan Amerikalı profesör Hazreti Muhammed’i en etkin kişi olarak takdim etmişti. Sebep olarak da; Hz. Muhammed Medine Devleti’nin başkanı oldu ama hayatında hiçbir değişme olmadı demiştir.

Bu yasak yöneticiler içindir. Halk ise kazandıklarını zekât verdikten sonra istediği gibi yer.

وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا (Va SaYaSLAVNa SaGIyRan)  “Yakında nârda sılkıy edecekler.”

Yakında yani bu dünyada ateşte pişeceklerdir demek olur; yahut ölür ölmez ateşte pişirileceklerdir demek olur. Bunlara azab hemen başlayacak demektir.

Ağır yükler altındayız. Akevler’e bulaşanlar, ağır yük altındasınız. “Adil Düzen” adına çıkanlar, ağır yük altındasınız. Emanetler almışız ama hiçbirisi faal değildir. Allah sabrımızı deniyor. Azmimiz devam etmelidir. Kendi işerinizi, kendi yaşayışınızı nasıl düşünüyorsanız, artık “Akevler”i de düşünmeye başlayın. Ondan bir şey size geçmesin. Çocuklarınıza haram lokma bırakmayınız. Varsın sizden oraya geçsin. Onlar Allah’a verdiğiniz şeylerdir. Kat kat size iade edilecektir. Ancak, bilhassa Akevler yöneticilerine söylüyorum, oradaki yetim mallarına mukayyet olunuz. İyi hesap tutunuz. Hakemler müessesesini aktif hâle getiriniz.

Şimdiye kadar anlatılanlar yetimlerin hukuku ile ilgili idi. Ancak bu küçüklerin hukuku demektir. Yani, babanın çocuklarına zulmetmesi de aynı şeydir. Bu sebepledir ki baba mirasını anneler ve babalar torunlarına götürmek zorundadırlar. Babalarının bıraktıkları malları israf edemezler, savuramazlar.

Bu âyetlerde kadın hakları, çocuk hakları ve kadın haklarının nasıl korunacağı teşri edilmiş olmaktadır.

Bundan sonraki âyetler ise miras âyetleri olacaktır. Yani, eski ailenin dağılması, onun yerine yeni ailenin kurulması demek olan mirastan bahsedilecektir.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3287 Okunma
2-NİSA 6-10
2274 Okunma
3-NİSA 11-12
5726 Okunma
4-NİSA 13-17
2006 Okunma
5-NİSA 18-22
1955 Okunma
6-NİSA 18-22
1640 Okunma
7-NİSA 23-24
4698 Okunma
8-NİSA 25-30
2063 Okunma
9-NİSA 31-35
3477 Okunma
10-NİSA 36-40
2150 Okunma
11-NİSA 41-46
2393 Okunma
12-NİSA 47-56
2251 Okunma
13-NİSA 57-62
2113 Okunma
14-NİSA 63-70
1960 Okunma
15-NİSA 71-76
2461 Okunma
16-NİSA 77-80
2051 Okunma
17-NİSA 81-87
2264 Okunma
18-NİSA 88-91
2181 Okunma
19-NİSA 92-94
2148 Okunma
20-NİSA 95-101
2029 Okunma
21-NİSA 102-106
2244 Okunma
22-NİSA 107-113
2200 Okunma
23-NİSA 114-116
2575 Okunma
24-NİSA 117-125
2171 Okunma
25-NİSA 126-130
2024 Okunma
26-NİSA 131-137
1986 Okunma
27-NİSA 138-143
2140 Okunma
28-NİSA 144-152
1998 Okunma
29-NİSA 153-158
2059 Okunma
30-NİSA 158-162
2445 Okunma
31-NİSA 163-170
2122 Okunma
32-NİSA 171-175
2259 Okunma
33-NİSA 176
3245 Okunma

© 2024 - Akevler