بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا إِنَاثًا وَإِنْ يَدْعُونَ إِلَّا شَيْطَانًا مَرِيدًا(117) لَعَنَهُ اللَّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا(118) وَلَأُضِلَّنَّهُمْ وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ وَمَنْ يَتَّخِذْ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا(119) يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمْ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا(120) أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا(121)
إِنْ يَدْعُونَ (Va EiN YaDGUvNa) “Dua etmiyorlar. Davet etmiyorlar.”
“Dua etmek” demek, elleri göğe doğru açıp tutmak demektir. Karşı taraf size bir şey atarsa, onu tutmak için kollarınızı o şekilde açarsınız, bu hareket ‘bana ver’ anlamına gelir; ‘bu tarafa gel’ anlamını da taşır. Ellerinizi ters tutarsanız ‘git’ anlamına gelmektedir. Allah insanlara sesle anlaşma melekesini verdiği gibi işaretleşerek de anlaşma melekesini vermiştir. Bunun bazı üstünlükleri de vardır. Bu sayede uzaktakilerle anlaşırsınız, sağırlarla anlaşırsınız. Bütün insanlar için ortak dil oluşturabilirsiniz. Dil ile söylediklerinizi teyid edersiniz. Yüz yüze konuşma daha iyi anlaşmak için gerekiyor.
Bir de ibadetlerimizi birlikte yaparken ortak hareket ile başlama yaparız. Tekbirde elleri kaldırırız, kıyamda ellerimizi bağlarız, rüku ederiz, secde ederiz. Kıbleye karşı dururuz. Bunlar hep lisanı hal ile ifadedir. Bu sebepledir ki “dua etmek” demek ille de ağız ile söylemek anlamında değildir. İnsan davranışları ile bir şeyin yapılmasını istiyorsa ona “dua” deriz. Bir erkeğin kadına mesaj göndermesi de duadır. Bu hayra davet de olur, şerre davet de olur. Burada tek tek dâvet yerine, topluluğun ortak davetinden bahsetmektedir.
مِنْ دُونِهِ (MiN DUvNIHı) “O’nun dışında”
Burada zamir Allah’a gitmektedir. Allah’tan başkasına dua ediyorlar demektir. Tefsirleri yaparken maaniden ne zaman izmar yapılır, ne zaman izhar yapılır. Yani isim söylenir, yahut zamir gönderilir, onların kuralları vardır. Siz de burada düşünürsünüz. Burada neden “O’nun dışında” dedi de “Allah’ın dışında” demedi? Buna bulacağınız cevapla siz de tefsir yapmış olursunuz. Bundan önce “Allah işrak edenleri derin dalâlete sürükler” demiştir. Şimdi burada o derin dalâlete Allah’ın nasıl sürüklediğini anlattığı için ismiyle değil de orası ile ilişkisi olduğu için zamirle ifade etmiştir. Onlar şirk koşuyorlar, o da onları inasa dua ettiriyor.
إِلَّا إِنَاثًا (EılLAv EıNAÇan) “Ancak inâs”
Bir lastiği gerdiğiniz zaman bırakırsanız tekrar eski yerine gelir, buna “zeker” denmektedir. Ama sakızı uzattığınız zaman tekrar eski hâlini almaz, buna “ünsa” denmektedir. Erkeğe “zeker”, kadına “ünsa” denmiştir. Sert ve yumuşaklıktan kinayedir. Bedenler için bu sert ve yumuşaklık sözkonusu olduğu gibi; erkekler sert ve savaşçı, kadınlar ise uysal ve barışçıdırlar. Allah insanlara dili sadece görünen varlıkları göstererek adları öğretmiştir. Görünmeyen varlıklara isimleri hep görünenlere benzeterek verdiler. Mesela, nefs soluk demektir. Ruh rüzgar demektir. İmam ön demektir. Yaratıcıya da ad verirken, böyle görünen varlıkları çağrıştırarak ad vermişlerdir. Mesela, güneşe benzer manasında ad vermişlerdir. Nitekim Kur’an’da “Allah semavatın ve arzın nûrudur” diyor. Allah’ı anneye benzetmişler ve doğurganlığını ifade etmişlerdir. Nitekim Kur’an’da “Rahmân ve rahîm” demek, rahmi olan anlamındadır.
İnsanlar daha yazıyı icat etmeden önce Allah’ın adı olarak kadın heykelcikleri yapmışlar ve Allah’ı onunla temsil etmişlerdir. Bizim camilerdeki “Allah” levhasına benzemektedir. Kibele adı verilen ve tek tanrıyı temsil eden heykelcikler tarihten önceki zamandan beri yaygındır. Bununla beraber, nasıl Kur’an’da Allah’ın sıfatları varsa, tanrının da bir adı olmuş ve değişik şekillerde temsil edilmiştir. İlk insanlar da tek tanrıya tapıyorlardı. Ne var ki insanlar bir şeyi bozmak istedikleri zaman kibeleyi ana tanrıçası, bereket tanrıçası gibi tasavvur etmeye başladılar. Sıfatları isim yapıp onların müsemmalarına, güneş ve kadına tapmaya başladılar. Pek çok uygarlıklarda kadın tanrıya tapma putperestliğin kaynağı olmuştur.
Bugün de televizyonu ele alınız, bütün sanatların merkezinde kadın vardır. Kadın şehveti vardır. Kadını sekse çağırma vardır. Spiker bile soyunuyor ve öyle konuşuyor! Mağazalar kadınları teşhir ederek mallarını satıyorlar!
Burada “davet” kelimesinin kullanılması önemlidir. “Davet” demek, yalnız ona dua etmek demek değildir. Onu kullanmak, onu istismar etmek demektir. Nitekim bugün genelevleri işleten patronların çoğu kadınlardır. Yani kadını yalnız erkek istismar etmemekte, aynı zamanda kadın da kadını istismar etmektedir. Demek ki buradaki kadını davet etmek demek, kadını istismar etmek demektir. Çok evliliği yasaklayarak kadını kocasız bırakmak, sonra onu istismar etmek belki de çağımızın kadını davetin en şedit durumunu gösterir.
Daha önce şirki açıklarken şirk bir inanç değil, bir hayat tarzıdır, fiil tarzıdır demiştik. Zina yapmak suçtur. Ama zinayı meşrulaştırarak kazanç aracı hâline getirmek şirktir; baid dalâlettir. Ekonomide ‘faiz’ ne ise sosyal hayatta ‘zina’ odur. Çağımızın en büyük hastalığıdır. Türkiye henüz bu batağa düşmemiştir. Ama gerekli çaba gösterilmezse, Adil Düzen Çalışanları uyurlarsa, onlar da Avrupa’nın düştüğü bataklığa düşerler. AİDS onları da yakalar. Onlar da kısırlaşmaya ve nüfusları azalmaya başlar. Hem de Batı gibi muafiyetleri olmadığı için çok çabuk şekilde son bulurlar. Türk Müslüman kadınların tek evlilikteki ısrarları, erkeklerin de onların etkisi dışına çıkamamaları inası davet demektir. Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlikedir.
Bugün kızlarımız açılmaktadır. Bir şey yapamıyoruz. Ama henüz fuhuşla gelmemektedirler. Bu böyle devam edemez. Koca bulamayan insanlar zamanla serbest cinsi ilişkilere başlarlar. Mü’min kızları kocasız bırakmamak ve mü’min kızları çoğaltmamız için çok evlilik müessesesini mutlaka getirmeliyiz. Bunun en kolay yolu, resmi nikahlı evlilikleri Müslüman erkekler yapmalıdır. Hiç evlenmeme yerine çok evlenme ama şeriat ahkamına göre evlenme. Batı’nın bazı küfür modaları içinde şeriata göre yaşamak istiyoruz.. Bu çelişkidir. Müslüman erkeği ve kadını dünyada cehennemde yaşatmaktır. Evliyayı görmek istiyor musunuz, kocasını ikinci defa evlendiren kadındır. Bunu kocasının zevki için değil, evlenemeyen kadının hakkı için yapacaktır, kadını istismardan kurtarmak için yapacaktır. İslâmiyet’teki cariye müessesesi de kadını sokaktan kurtarmak içindir.
وَإِنْ يَدْعُونَ (VaEıN YaDGUvNa) “Davet etmezler.”
Burada “Ve” harfi ile ikinci “Yed’ûne” getirilmiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir.
Demek ki kadının istismarı ile şeytana tâbi olma ayrı ayrı şeylerdir. “Şeytan” sadece iblisin adı değildir. Şeyatini’l-cin ve’l-ins; insanın şeytanı var, cinin şeytanı var. Bunlar bir hizbdir, bir partidir.
İnsan vardır ki başka insanları hayra çağırır, marufu emreder, münkeri nehy eder. Bu mü’mindir. Melekler bunlarla beraberdir, onların yardımcılarıdır. İnsanlar vardır ki başkalarını ifsad etmek ve şerre çağırmakla meşgul olurlar. Onların tâbi olduğu kimseler görünmeyen şeytanlardır.
İnsan neden kötülük istesin? Çünkü cinden olan şeytan ona musallat olmuştur, onu çarpmıştır.
Burada “İllâ” ile getirilmiştir. Ayrı ayrı ve “Ve” harfi ile getirilmiş. Demek ki istisnalarda mefhumu muhalefet yoktur. Yani, ‘onlar inasdan başkasını dâvet etmiyorlar’ diyor. Mefhumu muhalefet olsaydı sonra benzer cümle şeytan için getirilmezdi.
إِلَّا شَيْطَانًا مَرِيدًا(117) (EilLAy elŞaYOaNan MerIyDan)
“Onlar şeytanı meriden başkasını dâvet etmiyorlar.”
“Şana” çift kuyruklu yılan demektir. “Şeytan” kelimesi oradan türetilmiştir.
Yılan pusuda bekler. Araziye uyar. Görünmesi zor, adeta yok gibi olur. Avını görünce birden saldırır ve zehirler. Halbuki diğer hayvanlar avlarını zehirleyerek değil, parçalayarak avlarlar. İşte bu sinsilik ve zehirleme sebebiyle şeytan yılana benzetilmiştir. İbranicede şeytanın adı şeyutan yani yılandır. Tevrat’ı tercüme ederken lügat manasıyla tercüme etmişler ve Hz. Adem’i kandıran şeytan olarak değil de, yılan olarak anlatılıyor.
“Merid” tüysüz, çıplak demektir. Yılan zaman zaman derisini değiştirir. Eskisini atar ve yeni derisi ile ortaya çıkar. Derisini değiştirirken derinin rengini de değiştirir. Böylece kılıktan kılığa girer. Mevsimlere göre değişik renk alır. İlkbaharda yeşillik, sonbaharda sarılık hakim renk olur. Dolaysıyla derisini atmış yılanı kolay kolay tanıyamazsınız. Şeytan da duruma göre derisini değiştirir, başka başka kıyafetlere girer ve insanı kandırır.
‘Aileyi koruyacağız’ deyip boşanmayı yasaklatırlar. Oysa bu aileyi ifsad eder. Çünkü nasılsa karı-koca birbirinden ayrılamaz durumdadır, sabahtan akşama kadar didişirler. Koca bulmak da zorlaşmış olduğu için bu ateşli boğuşmada yaşamak zorunda olurlar. Oysa boşanma kolay olsa, koca bulmak kolay olsa, onu kolayca bulamayacağından dolayı erkek kadına daha çok saygı göstermek durumunda olur. Böylece boşanmamak için iki taraf da evde sorun çıkarmaz olurlar. İşte şeytan burada bunun tersini göstermekte, aileyi yıkmak anlamında olan boşanma yasağını aileyi koruma olarak göstermektedir.
Diyanet mensuplarına maaş bağlamak görünürde dini desteklemektir; oysa aslında dine darbe vurmaktır. Çünkü menfaatçiler kadroları doldurur, diğer taraftan geçek din adamları açıkta kalır. Din böylece bozulur. Bu sebepledir ki biz, cemaatler kendi din adamlarını kendileri atasınlar. Sayılarına göre kamu bütçesinden ayırdığımız fonu onlara dağıtalım. Din adamını ne halkın dilencisi yapalım, ne de devletin memuru. Din adamını halk seçsin ama maaşını kamu bütçesinden alsın diyoruz.
لَعَنَهُ اللَّهُ (LaGaNaHuv elLAHu) “Allah ona lânet etmiştir.”
“Lânet etmek” demek, dışlamak demektir. Şeytanı da Allah yaratmış ve O vazifelendirmiştir. Ama Allah’ın iradesi şeytanı galip getirmek değildir. Kendi yolunda olanları uyarmak, ıslah olmayanları da gark etmek için araçtır. Bir devletli için cellatlar ne ise Allah için de şeytan odur. Yola gelmeyenleri ona teslim etmek. Ama cellat başka birisini öldürse derhal onun da başı gider.
Şeytan da mel’undur. Kötü işleri yapmakla görevlidir. Bu ona cezadır. Ama bu kötü işlerini ancak Allah’ın izniyle yapabilir. Vücudumuzdaki mikropların görevi de budur. Allah vücut sağlam dursun diye onları bekçi olarak koymuş. Gevşeme olursa onlar faaliyete geçer. Sonunda insanı öldürme görevi de mikroplarındır.
Nasıl arabayı sürerken viraj işaretleri var, dikkat et devirirsin işaretleri varsa, şeytanlar da insanın doğru yoldan gitmesi için işaretlerdir. Şeytandan ne kadar uzak olursan, cennete giden yolda o kadar selametle ilerlersin. Dışlanmak demek, ondan uzak durmamız demektir. Halbuki insanlar şeytanla bir olup cennete gitmeyi ümit ediyorlar. Şeytanı kandırırsak yolumuzu alırız sanıyorlar. Takiyye budur. Oysa şeytandan uzak durmakta kurtuluş yolu vardır. Yalnız cennet için değil, dünyada da öyledir.
Zinacı ve faizci şeytanlarla işbirliği yaparak başarıya ulaşacağını sanmak gerçekten şaşkınlıktır.
وَقَالَ (Va QAvLa) “Ve kavletti.”
Şeytanı Allah kovdu, dışladı, uzaklaştırdı. O da Allah’a ‘ben senin kullarından merfuz olanları ittihaz edeceğim’ demiştir. Yani, nasıl asker emri tekrar ederse, şeytan da aldığı emri tekrar etmiştir. Cezasını çekmeye evet demiş, tav’an veya kerhen itaat etmiştir.
لَأَتَّخِذَنَّ (La EatTaPıÜanNa) “İttihaz edeceğim.”
“Ahzetmek” demek, avucunun içine almak demektir. “İttihaz” ise avuçlamak, dost edinmek, mabud edinmek, misak almak gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Avucuma alıp onları istediğim gibi fesat ordusunda istihdam edeceğim demektir.
Allah iki takım kurmuştur. Biri şeytanın kurduğu takımdır. Biri de peygamberlerin kurduğu takımdır. Buna kendi takımı adını vermiştir. Takımlar kıyamete kadar maç yapmaktadırlar. Bazen galip bazen mağlup olmaktadırlar. Ama maç devam ediyor, hep Allah’ın tarafı olan takım hedefine doğru yaklaşıyor.
İlk canlı yaratılalıdan beri iki tür canlı vardır. Bunlardan biri bitki ve hayvan hücreleridir, bunlar canlılılığı yaymaya çalışırlar. Diğeri de bakterilerden oluşan mikroplardır. Bunlar da canlılığı yok etmeye çalışırlar. Oyun sürüp gitmektedir. Kazanan ve kaybeden belli değildir, ama sonunda canlılık tüm yeryüzünü sarmıştır. Şimdi insanlar sayesinde göklere de sıçramaktadır.
مِنْ عِبَادِكَ (MıN GıBADıKa) “İbadından”
“İbadından” yani yapmakla görevli olanlardan. İnsanlar yıkmakla değil, yapmakla görevlidirler. Bitki ve hayvan hücresi gibidirler. Mikrop değildirler. Ama şeytanın iğvası ile onların içinde de mikroplarla işbirliği yapacaklar bulunacaktır. Onlar şeytan tarafına geçerek şeytan takımını oluşturacaklardır. Böylece mü’minlerin karşısında oynayacakları takım oluşmuş olacaktır. Yoksa stadyumda mü’minler tek başına kalır ve oyun oynayamazlar. Hâlik olarak Allah hem şeytan hizbinin hem de insan hizbinin hâlikıdır. Ama onlar karşılıklı olarak oynarken Allah kendi hizbini, kendi takımını tutmaktadır. Allah bu Kâinata insanı imtihan etmek için getirdiğinden, insanı karşı takım ile imtihan etmektedir. Yoksa dünya hayatında imtihan olmazdı.
نَصِيبًا (NaÜıyBan) “Nasip”
“Nasip” pay demektir. Aslında arazide sınırlarda dikilen taşlar, komşular arası konan dikili taşlardır. Böylece herkese düşen parçaya “nasip” denmektedir.
Şeytan da insanlardan nasibini alacak ve karşı takımlarını öyle oluşturacaktır. Bâtılın güçlü olup hak karşısında tutunması için daha kalabalık olmaları gerekir. Onun için insanların çoğu o tarafta yer almaktadır. Hak tarafı az ve zayıf oldukları halde galip gelmektedirler.
Bu durum topluluklara göredir. Kişiler bu dünyada toplulukları ile muamele görmektedirler. Âhirette ise herkesin hesabı kendisine aittir ve orada kimseye zulüm yapılmayacaktır. Yani onlarla beraber görülenlerin hepsi cehenneme gidecek anlamında değildir.
مَفْرُوضًا(118) (MaFRUvWan) “Farz kılınan”
“Farz etmek” biçmek demektir. “İfraz etmek” Türkçede araziyi ayırmak anlamındadır.
“Farida” ve “bikr” bakarın karşılığı kullanılmaktadır. “Bikr” henüz koşuma gelmemiş hayvan, “Farid” koşuma gelmiş hayvandır. Mirasın taksimatına da “faridat” denmektedir.
Yani; karşı takımdan oynamak üzere ayrılmış kimseler şeytana teslim edilecek, onlar onun emrinde oynayacaklardır. Şeytan onları ele almakta ve kötü işlerde kullanmaktadır.
Neden “Mefruz” denmiştir? Şeytan iğva etmiyor, zaten iğva olanlar şeytana teslim ediliyor. Kendilerini koruyanlar şeytanın iğvasında olmayacaklardır. Sadece ıskarta olanlar o takımlarda oynatılıyor.
وَلَأُضِلَّنَّهُمْ (VaLa EuWılLanNaHuM) “Onları idlâl edeceğim.”
Mel’un yani dışlanmış şeytan ibaddan yani kullardan kendisine teslim edilenlere dört işlem yapacakmış. Allah’a böyle söz vermiş. Emri böyle tekrar etmiş. Onları ittihaz edecek, onları idlâl edecek, onları imna edecek, onlara emredecek. Burada şeytanın insana nasıl yaklaştığı anlatılmaktadır.
“İttihaz etmek” demek, onlarla dost olmak, içli dışlı olmak demektir. Aynı partide, aynı mafyada, aynı şirkette, aynı kulüpte, aynı teşkilatta yer almak demektir. Bunlardan çoğu yeraltı faaliyetleri yahut takiyyeli cemiyetlerdir. Maksadı başka, sözde başka olan cemiyetledir. İttihaz etmek demek bu demektir. Avuçlamak demektir. Bundan sonra ona suç işletmek, kötü işler yaptırmaktır, “idlâl ettirmek”tir. Önce içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu gibi kişisel zevkler içinde yakalamaya çalışır. Sonra yolsuzluk, rüşvet, soygun, saldırı gibi faaliyetlere götürür. Burada kişi maddeten tatmin olmaya başlar, esrar parasını bulur.
وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ (Va La EuMniYanNaHuM) “Ümniye edeceğim”
“Ümniye” hayal demek, ümitler demektir. İnsanlar bir şeylerin peşine düşerler. “Eman” kelimesinden gelmektedir. Kişilerin atalarının izinden gidip düşmanları yok etmesi, imparatorluklar kurması demektir.
Ortadoğu hayalleri, Avrupa Birliği hayalleri; bunların hepsi ümniyedir.
Tarihte mü’minler de hep savaşmışlar ama savaşı ne ganimet ne de hakimiyet için yapmışlardı. Müslümanlar Mekke’yi fethettikten sonra bir kuruşluk bir yağma yapmamışlardı. Hattâ sekiz sene evvel kovuldukları zaman bıraktıkları evlere bile sahip olmamışlar, onları geri almamışlardı. Hazreti Peygamberin evi de geri alınmamıştı. Bu yetmezmiş gibi, fetihten sonra orada Medine’den bir tek asker bıkmamışlardı. Kendilerinden bir vali tayin ederek Mekke’den ayrılmışlardı.
Osmanlılar Viyana’ya kadar giderken bundan başka bir usulle gitmediler.
İslâmiyet’te ırkî ve dinî şovenlik yoktur. Kim olursa olsun, şeriatı kabul ettikten sonra eşit haklara ulaşmaktadır. Kimse imana zorlanmamakta, zorla dini değiştirilmemektedir. Onlardan sadece barış içinde hukuka saygılı olmaları istenmektedir.
Şeytan ise hep bu “ümniyeye” hitap eder.
Biz de bu ümniyeye düşmekteyiz. Her şey Adil Düzen”de olsun, hemen olsun istemekteyiz.
Oysa her şey günü gelince olacaktır. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i öğrenmek, kendi aramızda uygulamaya çalışmak, göstererek insanlara tebliğ etmek, kendi sitelerimizi kurmaktır. Siyasi iktidar ise kendiliğinden gelecektir. Güçlü parti “Adil Düzen”i kabul edecek, bizi partilerine davet edecek, biz de o partiye hicret edecek ve orada “Adil Düzen” siyasetini yapacağız. Ancak bundan önce Mekke devrinin çilesini çekmek zorundayız. Şeytanın aceleci ümniyelerine düşmemeliyiz.
Saadetçiler düştüler, AK Partililer düştüler. Onların yaptıklarından biz sorumlu değiliz. Ancak bugünkü Saadet Partisi’nin başına gelenler, yarın AK Parti’nin başına gelecekler hep bu ümniye nedeniyle olacaktır.
Bizim de maddî bakımdan başarısızlığımız, ahşap evleri yapamayışımız, marketi kuramayışımız hep ümniye sebebiyle olmuştur. Çünkü biz kendimiz olmadan başkalarını oldurmak istedik. Bu yapılanların yararsız olduğunu söylemiyorum. Tarihî akış içinde bunların hepsi O’nun izni ile olmaktadır. Olan olmuştur. Hayır olmuştur. Biz bundan sonra olacaklar için konuşuyoruz.
İşte; demek ki şeytan önce topluluklarına, takımlarına alıyor ,sonra ona suç işletiyor, sonra onu fanatik yapıyor ve büyük hayaller kurduruyor. İşte bu kimse intihar bombacısı hâline geliyor. Saldırganın silahlı olması şart değildir. Bülent Ecevit’in Meclis’te Merve Kavakçı’ya saldırması, Millî Görüşçülerin hep susmaları bu ümniye meselesidir. Bugün de Deniz Baykal başörtülülere saldırıyor, AK Partililer susuyorsa, bu da ümniye meselesidir. Germeyelim; kâfirlere karşı germeyelim meselesidir. Ama nünler karşı kopğaralım yoludr bunlare.
وَلَآمُرَنَّهُمْ (Va La EaMURanNaHuM) “Onlara emredeceğim.”
Görülüyor ki, şeytan önce kabinesine alıyor, sizinle birlik oluyor… Ondan sonra bir dizi vaatlerde bulunuyor, ondan sonra da hayaller peşinde koşturuyor...
Artık seni idealist yapıyor. Bâtılın uğrunda ölmeyi vaat ediyor. Dağlara çık diyebiliyor. İnsanları öldür diyebiliyor. Çünkü onun emirlerini dinleyecek hâle getirmiştir. Kimini dağ başına çıkarıp insan öldürtüyor, kimini de iktidar yapıp orada cinayetler işletiyor. 20. yüzyıldaki diktatörlerin milyonlarca insanın kanına girmeleri bundandır.
Bugünkü iktidarlar da adalet yapmak için iktidar oldular ama, bize yapılan zulmü anlattığımız zaman Adalet Bakını, “Bu Adil Düzendir, parti işi değildir!” diyor! Şeriata ait bir tek “hakemlik sistemi”ni teklif bile edemiyor; ama okumadığı, bilmediği kanunları meclislerden tartışmadan geçirtiyor! Böylelikle hukuka karşı cinayet işliyor.
Her şey var demek, hiçbir şey yok demektir. Çok kanun var demek, kanun yok demektir. Ülkemizi cahiliye dönemine çeviriyorlar. Bütün bular ne uğruna yapılıyor? Avrupa Birliği ümniyesi uğruna yapılıyor!
Şimdi artık emir alma zamanıdır. Ne derlerse onu yaparsınız. Ümniyeniz sizi itaat eder hâle getirmiştir. Basınıyla, siyasileriyle bir olup AB ümniyesiyle Türkiye’yi hukuk devleti dışına çıkarıyorlar. Eski kanunlar ortadan kalkmış, yeni kanunlar bilinmiyor! İşte bu, 21. yüzyılda yaşanan cahiliye devridir.
فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ (Fa La YuBatTiKunNa EaÜANa elEnGaMı)
“En’amın kulaklarını betk ederler.”
Köylerde hayvan rahatsız olup çırpınmaya başladığında baytar getirip ilacı ile ameliyatı ile tedavi edeceklerine, hayvanın kulağını keserler ve hayvan güya iyileşir. Üfürükçülüğün, muskacılığın kaynağı budur. Hasatlığa çare bulacaklarına, aldatıcı kandırmacı tedbirler emrolunur, onunla hasta tedavi edilmeye çalışılır.
İşte şeytanın yaptığı budur. Gerçek tedbirleri almak yerine, üfürükçülükle tedavi etmek!
AK Parti’nin nerede kimin hazırladığı belli olmayan kanunları Meclis’ten geçirerek ülkenin sorunlarını çözeceğini sanmak, -samimiyetle söylüyorum ki,- kulaklarını kesip hayvanlarını iyileştirdiğini iddia eden köylüden daha ahmakçadır…
Kur’an Mekke’de nâzil oldu. On üç sene hiçbir kanun getirilmedi. Sadece inanmış cemaat oluşturuldu. Ondan sonra hicret ettiler. Medine’de sadece on sene içinde Kur’an’ın hükümlerini uyguladılar ve örnek site oluşturduktan sonradır ki tüm Arabistan uygulamaya başladı. Sonra kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı.
AK Parti ne yapmalı? Önce kanun ve hükmet kararları ile yerinden yönetim organizasyonu oluşturmalı.
- Türkiye’yi on iki bölgeye ayırıp merkezi yönetim ile ülkenin ve ulusun bütünlüğünü korumalıdır. Buralarda belediye başkanları da kaldırılmalı, merkezi valiler yönetmeli. Bunlar Samsun, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır, Van, Erzurum, Kayseri, Konya, Afyon ve Ankara kentleridir. Burada il meclisleri falan bulunmamalıdır. Atanan valiler orgeneral olmalıdır.
- Ondan sonra Türkiye 100’den fazla vilayetlere ayrılmalıdır. Bir milyondan büyük vilayet bırakılmamalıdır. Her il bağımsız hâle gelmelidir. Kendi başkanlarını kendileri seçecekler. Kendi kanunlarını kendileri yapacaklar, orta öğrenimlerini kendileri yapacaklar. İç güvenliklerini kendileri koruyacaklar.
- Türkiye 10 binden fazla bucaklara ayrılmalı, il içinde bucaklar bağımsız olmalıdır. Belediye teşkilatı kaldırılmalıdır. Bucaklar kendi kanunlarını kendileri yapmalıdır. Ne il, ne de devlet onların iç işlerine karışmamalıdır.
- Ondan sonra bucaklar ocaklara ayrılmalı, onlar da günlük hayatta bağımsız olmalıdır.
Her bucak Medine gibi kendi imkanlarını kullanarak düzenini kurmaya çalışan araştırma yeri olmalıdır.
İşte bu sayede 10 bin kadar Medine denemesi olacak demektir. Bunlardan başaranlar diğerlerine örnek olacaklardır. 100 il de kendi denemesini, federatif yaşama denemesini yapacak demektir. Belki on sene sonra Türkiye birçok Adil Düzen örnekleri ile dolmuş olacaktır. Halk başarılı bucakları da on sene içinde örnek alacaktır. Böylece en kısa ve en süratli değişme ancak yirmi senede başarılacaktır.
Biz ne yapıyoruz? Ümniyenin peşinde koşarak 200 yıldır hayvanın kulaklarını keser gibi üfürükçülükle, hokus pokus yani kanun değiştirmekle gelişeceğimizi zannediyoruz. İmparatorluk bu kanun değişmeleri içinde battı. Şimdi cumhuriyet gemisi de su almış, batıyor. Bu durumda bizim yapacağımız tek şey var; “Adil Düzen”i öğrenip uygulamak için hazır olmak. Biz onları kurtaramayız. Çünkü onlar şeytana teslim edilmiştir.
وَلَآمُرَنَّهُمْ (Va La EaMuRanNaHuM) “Ve yine onlara emredeceğim.”
Birinci emirle ikinci emir farklıdır. Birinci emir boş şeylerin peşinde koşmak, kulağı keserek bağırsak düğümlenmesini iyi etmek hayalini emrediyor. Onları kandırıyor ve aldatıyor. Üniversiyat yarışmaları ile ülkeye yarar geleceğine onları ikna ediyor. İşsiz insanlar açlıkla boğuşurken, onlar oyun ve oynaş peşinde!..
İkinci emir ise daha katı bir emir, doğal kanunları değiştirme emridir. Burada zor kullanır, silah kullanır ve insanları doğal kanunların dışına çıkarmaya çalışırlar.
فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ (FaLaYuĞayYıRunNa PaLQa EllAHı) “Allah’ın hilkatini değiştirirler.”
Allah sosyal doğal kanunlar koymuştur. İnsanlar o kanunların dışına çıkamaz. Kimse suyun 100 derecede kaynamasını önleyemez. Kimse taşın düşme özelliğini gideremez. Kimse insanlardan mülkiyet hissini kaldıramaz. Ama kimi siyasiler çıkar ve kendilerini tanrı zanneder. İnsanların doğal yaratılışlarını değiştirmeye çalışırlar. Bunlardan biri olan Karl Marx insanlara dört şey önerdi:
- ‘Aile uydurmadır’ dedi, hayvanlarda aile yoktur dedi. Oysa ailenin uydurma olmadığı, hattâ bitkilerin bile aile esasına göre çoğaldıkları biyolojide anlaşıldı. Ama o Allah’ın hilkatini değiştirmeyi şeytanın sözcüsü olarak emretti.
- ‘Mülkiyet yoktur’ dedi. Çünkü hayvanlarda mülkiyet yoktur dedi. Oysa sonra biyolojide öğrenildi ki balıklar bile bir alan çevirirler ve oraya kimseyi sokmazlar. Kurt ve aslanların bile böyle alanları vardır. Marx Allah’ın hilkatini değiştirerek insanlardan mülkiyet hissini kaldırmak istedi.
- ‘Din yoktur’ dedi. Tanrı inancı zenginlerin fakirleri sömürmek için icad ettikleri bir şeydir dedi. Oysa Kâinatın sonradan var olduğu, bir zaman sonra kıyamet olacağı, Kâinatın ve bütün canlıların şuurlu bir varlığın kurduğu düzen içinde görevli olduğu anlaşılmıştır.
- ‘Devlete gerek yok’ dedi. Oysa toplu yaşayan karıncaların ve arıların bile çok düzgün devletleri var, başkanları var. Aile ile başlayan insan teşkilatlanmasının zirve kuruluşu devlettir. Çağımızda devlet olmaksızın varolmak ve varlığı sürdürmek mümkün değildir.
İşte sol düşünce insanın doğal yapısını bu şekilde değiştirmek istemiş, bunun için kırk-elli milyon insan öldürülmüştür. Bugün hâlâ eşcinselliği meşrulaştırmak isteyen kanunlar var. Zina takdis edilmeye başlanmış.
İşte bunların hepsi tağyiri halkullahtır. Burada yapılanlar örneğini verdiğimiz kulağın kesilmesinden farklıdır. Orada doğal kanunları yanlış kullanma vardır, burada ise doğal kanunları değiştirme vardır.
Doğal kanunları bulmak ve uygulamak kolay olmadığı ve onun için çaba gösterilmesi gerektiğinden, yerinden yönetimle 10 bin kadar bucakta demokratik kurallar içinde, yani kimseyi zorlamadan sadece kendilerini serbest bırakacağız. Tüm ülke 10 bin kadar denemesiyle araştırma seferberliğine girecektir. Bu çalışmaları gerçekleştirmek için beş kuruş masrafa da ihtiyacımız olmayacaktır.
وَمَنْ يَتَّخِذْ الشَّيْطَانَ (Va MaN YatTaPıÜı elŞaYOANe)
“Şeytanı kim ittihaz ederse.”
Yani; “kim şeytanın teşkilatına katılırsa” demek; “kim şeytanla işbirliği yapar, onun yönetimine girerse” demektir. İnsanlar topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Bir insan çok yakın aile içinde yaşayabilir, kendisini koruyabilir. Ama bir bucakta yaşayan insan, eğer o bucak şeytan taifesinden ise orada yaşamak mümkün olmaz. Hicret etmezse orada müslim olarak yaşayamaz. Yerinden yönetim ve bucaklar hâlinde teşkilatlanma bunun için gerekmektedir. Anlaşabilen kimseler aynı bucakta toplanırlar, iyi düzen kurarlar, iyi düzende iyi insan olarak yaşarlar. Kötü insanlar da kendi düzenlerine giderler ve orada şeytanlıklarını daha kolay yaparlar. Asıl demokrasi budur. Biz buna ‘hicret demokrasisi’ diyoruz.
Ortalama beş bin nüfuslu küçük bucaklar iç yönetimlerinde tamamen bağımsız olacaklar. Türkiye’de bundan 10 bin kadar var. Yani, 10 bin seçeneğimiz var, istersek yeter sayıya ulaştık mı kendimiz site kurabiliriz. Evlerimizi devlet satın alıyor. Bize yer gösteriyor, kendi sitemizi kendimiz kurmuş oluyoruz.
İnsan kendisine şeytanı veli edinir yani onun dayanışma ortaklığına girer veya onun bucağında, ocağında oturur. Kimdir şeytan? Görevi fesat olan bozucu örgüt demektir. Gizli takiyyeci örgüt demektir.
وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ (VaLIyYan MiN DUvNı elLAHı)
“Allah’ın dununda veli ittihaz ederse.”
Burada iki anlam çıkmaktadır. Hizbullahı bırakıp hizbuşşeytana uyarsa demektir. Yapıcı insanların yanında yıkıcılar da yer alırsa demektir. Hizbullahın bir manası şudur. Topluluk taraftarı olan demektir.
Türkiye’de yaşayanlar, Türkiye’nin yaşamasını ve gelişmesini, bölünmez bütünlüğünü koruyan anayasal partiler hizbullahtır. Bunlar insandaki normal hücrelerin oluşturduğu dokular ve organlardır. Hizbuşşeytan ise mikropların oluşturduğu ve yaşadıkları vücudu yok etmek için uğraşanlardır. Türkiye’de Türkiye devleti aleyhinde olan herkes hizbuşşeytandır.
“Allah’ın dununda” demek; topluluğun dununda, topluluğa karşı, topluluğu yıkmak ve dağıtmak isteyenlerin başını veli ittihaz ederse demektir.
“Veli” demek, dayanışma ortaklığının başı demektir. Burada tek başına şeytanın istediği amelleri yapmanın dışında, birlikte şeytanın partisine yazılmak ve katılmak kastedilmektedir.
Kimler şeytanın hizbindendir?
Türkiye’de yaşayan ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yıkılması için faaliyette bulunan insanlar şeytanın hizbindedir. Türkiye’yi beğenmiyorsan hicret edersin ama Türkiye’de yaşıyorken Türkiye aleyhinde bulunmazsın. “Min dunillâhi” denmiş olmasının sebebi budur. Şeytanın tanımında min dunillah olduğunu göstermek içindir.
فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا(119) (Fa QaD PaSiRa HusRAnNan Mu BIyNan)
“Açık hüsrana uğramıştır.”
Tarih boyunca devletlerine ihanet edenler hep hüsrana uğramışlardır. Osmanlılara ihanet edenler, Osmanlıları yıkanlar şimdi bir yerde yoklar. Osmanlıların vârisleri ise Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Osmanlıları yıkmak isteyenler ise şimdi yoklar, tarih olmuşlardır.
“Hasr” zarar demektir. Araları açan hasar. Ortaklar zarar ettikleri zaman araları açılır ve ortaklıkları dağılır. Asıl zarar budur. İktidara karşı olanlar çok büyük zarara uğrarlar. İktidar olunca araları açılır ve birbirlerine düşerler. Oysa ihtilalle değil de meşru yoldan iktidara katılırlarsa, ya hep ya hiç ilkesi ortadan kalkar. Zararın yanında yıkılış olmaz, şirket dağılmaz.
Şeytanın başarıları bundan ibarettir.
Türkiye’de ortaklıklar yürümüyor, kardeşler bile anlaşamıyor. Çünkü ortaklıklarını olması gereken şekilde değil de, şeytanın usulleri ile kuruyorlar.
“Mübin hüsran” dağıtıcı hüsran demek, aralarını açan zarar demektir.
Oysa mü’minler zarar olduğu zaman birbirlerine daha çok yaklaşırlar. Mü’minlerin kurdukları şirketleri Allah böyle zararlarla imtihan eder. Anadolu holdingleri büyük imtihan geçirdiler. Herkes şirketten desteğini çekmiş, aleyhinde konuşup duruyorlar. Şirketi kuranlar da ortaklardan uzaklaşmış, ne yaptıklarını bilmiyoruz.
İşte hüsranı mübin budur.
Yapılması gereken nedir? Şirketler bir araya gelmeli, birlikte haklarını aramalı ve yeni hamleler içinde ortakları onları desteklemelidir. Gerçekten mü’min iseler bu böyledir ve böyle olmalıdır.
يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ (YaGıDuHUM Va YuMenNIyHıM) “Onlara vaadeder ve imna eder.”
Onlara vaadeder, onlara güvence verir.
Şeytanın insanları nasıl dalâlete götürdüğü yukarıda anlatılmıştır. Burada ise başka bir hususa işaret etmektedir. O da şeytan eğer seni kendi avucuna alamadıysa, bu sefer başka bir taktik uygular. Yapılan salih amelini basit gösterir, vakit kaybı olarak gösterir, büyük işleri vaadeder.
Bizimkiler Akevler ile uğraşmamızı küçük kabul edip Akevler’i bırakarak büyük işlere giriştiler. Daha çok zengin olmayı, daha büyük iktidarla işler yapmayı denediler. Serabın peşinde koştular… Sonuç?!.
Kazançlı işlerdeki durum da böyledir. Bir işletme kurarsınız. Bu işletmede sabredip şeriat hükümleri içinde yürütme yerine, şeriattan taviz vererek daha kısa yoldan kazançlara ulaşılacağını sanırlar.
Vaadederler; onlar da hayal kurarlar…
وَمَا يَعِدُهُمْ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا(120) (VaMAy YaGIDuHuMu elŞaYOAvNu ilLA ĞuRUvRan)
“Şeytan onlara sadece gurur vaat eder.”
“Gurur” içi baş demektir. “Ğürv” fındık gibi kabuklu meyvelerin çoorğuna veya içi boşalmış kesreye denir. Dışından bakınca meyve veya kesret sanırsın. Ama kırıldı mı içi boş çıkar. İşte şeytanın vaadettikleri de hep böyledir.
Şeytan faizli sistemde, merkezi sistemde sorunların çözüldüğünü vaadetmiş ve onlar da bu vaatler karşısında Allah’ın emrettiklerini unutmuşlardır. Avrupa Birliği’ne girecekler ve kurtulacaklardır! Halbuki Allah gümrük denemesini gösterdi. Gümrük Birliği’ne girdikten sonra dış ticaret açığı artmış ve borçlar geometrik bir dizi ile çoğalmıştır. Allah Gümrük Birliği ile uyarısını yapmıştır. Ama bu uyarıyı duyan var mı?!.
İşte şeytan peşinde koşanlar böylesine boş şeyler peşinde koşmaktadırlar.
AK Partililer şöyle düşünüyorlar. Biz Avrupa Birliğine girersek insan haklarından yararlanırız. Müslümanlığımızı rahat yaşarız. Oysa Avrupa bize zinacılığını dayatmıştır. Allah’ın şeriatına girersek rahat ederiz demiyorlar da, Avrupa Birliği’ne gireceğiz ve kurtulacağız diyorlar!
Birçok Allah’a inanan kimseler de AK Parti’nin bu saçmalığını onaylıyor! AK Partilileri sevmek başka, onların dalâletteki adımlarını onaylamak başkadır. AK Parti doğru bir iş yapsaydı medya onu desteklemezdi. Doğru iş yaparsa saldırıyor. Anlaşıp onlara göre iş yapınca da alkışlıyor. Bunların hepsi boş vaatlerdir.
أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ (EuLAEıKa MaEVAyHuM CaHaNNaMu)
“Onların me’vası cehennemdir.”
Çözüm yalnız müsbet ilimdir. Sosyal olaylarda müsbet ilim araştırmaları ve denemeleri yerinden yönetimle, bucakların demokratik yönetimleriyle olacaktır. Her bucak istediği yönetimi uygulayacak, bizim için o deneme olacaktır. Şeytanların boş vaatlerine kapılıp ilmî araştırma yapmayanların cehennemlik oldukları da bildiriliyor. Seçmenler eğer böyle boş vaatlere bile bile giderlerse ve iktidar olduktan sonra da şeytanın boş vaatlerine koşanları tekrar iktidar ederlerse, bu onları sorumluluktan kurtaramaz.
İnsanlar şeytanın boş vaatlerine değil de, ilmin verilerine göre üretilen çözümleri benimseyen partilere kulak vermek zorundadır. Ancak Türkiye tarihi gösteriyor ki, halk boş vaatlere kulak vermiş, iktidarın yapmamasını normal görmüştür. Çünkü zaten vaatlerin boş olduğunu baştan biliyordu. Ona oy verdiren iktidarda olanı düşürmektir. Şimdi AK Parti’ye yine oy verecek. Çünkü bu parti iktidar olamadı. Eğer tam iktidar olsaydı ona oy vermezdi. İşte böyle partileri tanrılaştırıp onlara oy vermek şirktir. Bir parti doğru iş yaparsa onu tasvip etmeli, ona oy vermeli; sözünde durmayan şeytanın boş aldatmalarına koşmayan kimselere de oy vermelidir. Böyle yapmayanların me’vası cehennemdir. Mevcut partilerden hiçbirisi hak yolunda değilse yeni parti kurmalıdırlar. Kuramıyorlarsa, bazı arkadaşları bağımsız adaylıklarını koymalı ve onlar da bu bağımsız adaylara oy vermelidirler. “Millî Görüş” işte bu anlayışla doğdu.
وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا(121) (VaLAQv YaCıDUvNa GaNHAv MaXIyWan)
“Ondan mahis vecd edemezler.”
“Mahis” dinlenecek yer, gölgelik yer demektir. Rahat edecek yere gidemezler demektir. İçinde böyle bir şey yok anlamında olabildiği gibi bir çıkış kapısını bulamazlar anlamında da olabilir.
Kur’an’ı bir okursun, herhalde cennete benden fazla kimse gitmeyecek dersin. Çünkü Kur’an’ı senin anladığın manâda sanırsın. Oysa Kur’an’ı herkes başka türlü anlar ve herkes için Kur’an odur. Diğer taraftan bir düşünürsün ve aklınla dersin ki; herhalde cehenneme kimse gitmeyecektir. İşte Kur’an âyetleri böylesine müteşabihtir. İnsanı ümitlendirir ama garanti vermez. Bize düşen çalışmak, sonrasında Allah’a teslim olmaktır. Takdire razı olmanın dışında yapacağımız bir şey yoktur.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم * وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ قِيلًا(122) لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا
وَلَا نَصِيرًا(123) وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا(124) وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا(125)
وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş olan kimseler ise”
Bundan önce müşriklerden bahsetmiştir. Şimdi müşriklere karşılık “mü’minler”den bahsetmektedir. Müşrikler, ilahi kitabı olamayan kimseler demektir. Kendilerinin ellerinde ilâhî olduğuna inandıkları kitap varsa, hattâ şeraitleri varsa onlar ehli kitaptır. Burada “mü’minler”den söz etmektedir.
“Mü’minler” dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Aynı askerî birliklere katılanlar demektir. Bedenen nöbet tutanlar demektir. Her topluluğun mü’mini vardır. Aşirette/ocakta erkekler bekleme, kadınlar temizlik nöbetlerini tutarlar. Kabile yani bucakta erkekler koruma nöbetleri tutarlar. Şa’b yani ilde erkekler iç güvenlik nöbetleri tutarlar. Kavim yani ülkede erkekler savunma nöbetleri tutarlar. İnsanlıkta nöbet yoktur.
Nöbet tutanlar bu görevlerini yerine getirmek için dayanışma ortaklıklarını oluştururlar. Dayanışma ortaklıkları ilmî şûranın seçtiği bir imama tâbi olurlar. Böylece bir devlet oluşur. Devletler hakemlerin aldığı kararların infazı için bu askerlerini kullanırlar.
İnsanların bir kısmı iman etmekte, bir kısmı ise iman etmemekte yani dayanışma ortaklığına girmemektedir. Bunlar cizye vermektedirler. Cizye verenler “müslim”dirler. Bir kısmı ise ne nöbete katılmakta, ne de cizye vermektedirler. Bunlar “müşrik”tir.
Burada özellikle “mü’minleri” tarif etmekte, mü’minlerin özelliklerini ortaya koymaktadır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMıLUv elÖAvLıXAvTı) “Sâlihâtı amel etmişlerdir.”
Kim cennete gidecek, kim cennete gitmeyecek meselesi üzerinde tarihte tartışma olmuş, Matüridi bunu basit olarak şöyle formüle etmiştir. Mü’minler cennete gideceklerdir. Günahları varsa cehennemde cezalarını çekip sonra yine cennete gideceklerdir. Mü’min olmayanlar, yani Kur’an’a inanıp içindekileri tasdik etmeyenler cehenneme gidecekler ve orada ebedi kalacaklardır. Bu kuralı Matüridi’ye yüklemişlerdir. Onu tahkik etme imkânını bulamadım. Ama bu tamamen Kur’an’a terstir ve bu sadece İsrailiyattan ibarettir.
Müslümanlarla Hıristiyanları dinlerinden saptırmak için şeytanla işbirliği etmişler ve insanlığı dalâlete götürmüşlerdir. Kur’an’ın hiçbir yerinde sadece iman edenler cennete gidecektir diye bir âyet yoktur. ‘İman edip ameli salih işleyenler’ şeklinde âyet vardır. Oysa zerre kadar, miskale zerrece hayır işleyen onu görecektir diyor. İman şartını koymamıştır. Bu anlayış Hıristiyanları ve Müslümanları uyutmuş, nasılsa biz iman ettik cennete gideceğiz diyerek her türlü kötülükleri işlemişlerdir. Bu da yetmemiş, Hıristiyanlarla Müslümanları 1400 yıl işte bu mantık savaştırmıştır. İman etmek yeterli değildir, ameli salih işlenecektir. Burada “Va” harfi ile atıf yapılmıştır. İkisinin birden olması gerekir. Biri yeterli olsaydı “ev/veya” getirilirdi.
“Sâlihât” demek, uygun işler demektir. Birinin yaptığını diğerinin bozmadığı işler demektir. Standartlara uygun işler demektir. Avrupalılar normlamayı, standartlamayı biz icat ettik diyorlar. Çok zavallı bir mantığa kendilerini inandırmaktadırlar. Standartlama ve kadir, bir serdi dokumada ölçülendirme yap emri Hz. Davut aleyhisselâma verilmiştir. Osmanlılarda birçok standartlar geliştirilmiştir. Hazreti Ömer İslâm dinarını standart yapmıştır. “Sâlihâtı amel” demek, şeriata uygun, kurallara uygun, kanunlara uygun amel demektir.
سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ (Sa NuDPıLuHuM CenNATın) “Ben onları cennetlere idhal edeceğim.”
“Se” harfi yakın istikbal için kullanılır. Arapçada Türkçede olduğu kadar zaman kipleri gelişmemiştir. Bu anlamlar fiillerin başlarına gelen harflerle verilmektedir. Yalnız iki sığa vardır; mâzi ve muzari. Onlar üzerinde değişiklik yapılır ve zaman kipleri üretilir. Başında “Se” yoksa hâl, geniş zaman ve istikbal anlamları verilir. “Yadribu” dendiği zaman Tükçede döver, dövüyor ve dövecek anlamları çıkar. Ama başlarına “Se” veya “Sevfe” getirilirse istikbal manâsını verir. “Se” yakın gelecekte, “Sevfe” ise uzak gelecekte olacakları bildirir.
Kural olarak biz “Se” bu dünyada olanları, “Sevfe” de âhirette olanları bildirir olarak kabul ediyoruz. Ancak bu kuralın istisnası vardır. Mesela, bazen tehdit için uzak gelecek kullanılır. Hemen değil, sonra daha büyük belaya uğratmak için. Mühlet verilir. Burada ise âhiretin çok yakın olması nedeniyle “Se” kullanılmıştır. Bu yakınlık hemen âhirette olacaktır anlamına gelmez. Orada ebediyen kalınacağından ona göre çok kısadır. Ayrıca zaman izafi olduğu için kişi için zaman kendi yaşadığı zamandır.
“İdhal edeceğim” yani girmelerine izin vereceğim.
Âhiret dünya hayatı gibi bir hayattır. Bu hayatta ölüm vardır, o hayatta ölüm yoktur.
“Cennât” demek, bahçelere ve bağlıklara ithal edilecektir demektir. Kendi hayatımız nasıl varolmaktadır? Bahçeden yemişi koparıp yer ve midemize indirip sindiririz. Sindirileni üzüm şekeri olarak vücudumuza alırız. Onu depolarız. Sonra onu havadan aldığımız oksijenle yakarız. Buradan elde ettiğimiz enerji ile hayatımızı sürdürürüz. Hayatın temelidir. Bunun dışında kömür yerine sülfür yakarak yaşayan canlı varsa da, onlar da yapılarında kömür bulundurmak zorundadırlar. Âhiret hayatı da böyle olacaktır.
Ne var ki bu olayda entropi büyür. Büyümezse biz ondan yararlanamayız. Âhirette entropinin büyümesi olmadığına göre biz orada hayatımızı nasıl sürdüreceğiz? Bu dalgalanma ile mümkündür. İnsan böylece hayatını sürdürecektir. Bugün hayat entropinin büyümesi üzerine kurulmuştur. Aksi de olabilirdi. Yahut bu olay gece ile gündüz gibi devredebilir. Burada
“Cennât/bahçeler” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Birbirini tamamlayan sistematik bahçeler demektir. İnsan için gerekli bütün maddeleri içeren bahçelerdir. İnsanlar o bahçeleri dolaşarak ihtiyaçlarını giderirler. Orada da ihtiyaç vardır. Sadece giderilmesi zahmetsizdir. Çünkü işlerini gören hizmetçiler vardır.
Bizim de modern tarımcılıkta böyle planlama yapıp insanlara gereken bütün maddeleri ihtiva eden birbirini tamamlayan bahçeler oluşturmamız gerekir. ‘Kırkent projesi’ bunu hedeflemektedir. Halkı istediğimiz bir bahçenin oluşturulmasına yöneltmek için onu diğerlerine göre pahalı alır, diğerleri ile onu finanse ederiz.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIy MıN TaXTıHAv eLEaNHARu)
“Tahtında nehirler cereyan eder.”
Kur’an’da cennette nehirlerin cereyan ettiğini çok defa tekrar eder. “Fîhâ” demeyip “Min Tahtihâ” denmesi ile kapalı borular sistemi içinde dağıtım olduğunu ifade etmektedir. Şimdi bizim boru sisteminden farklı olarak borudan su devamlı dolaşırken oradan istediğimiz kadar alacağımızı ifade etmektedir.
Durgun olan su bozulur, oysa devamlı akan su tazeliğini korur. Burada nehir çoğuldur. Kur’an cennette dört çeşit ırmakların olduğunu bildirmektedir. Demek ki kapalı ama devamlı dolaşan olmak üzere dört çeşit boru şebekesi vardır; su, süt, bal ve hamr. Burada yağlardan ve içeceklerden bahsetmemektedir.
İleride insanlık da böyle dört boru şebekesine sahip olacaktır. İçme suları, süt, bal ve kola benzeri içecekler. Sarhoş etmeyen ama içinde vitaminleri barındıran içecekler. Damacanalarla suyun, bidonlarla sütün satılması tarih olacaktır. Satın alınan sütler dezenfekte edildikten sonra bir havuza durmadan aktarılacak, borularla dolaşıp gidip gelen sütten kullanmalar oldukça azalacaktır. Havuz belli seviyede tutulacaktır. Fazla gelen süt yoğurt veya peynir ve yağ yapılacaktır. Ballar da böyle havuzlara akıtılacak, karıştırılacak, eşit hâle getirilince borularda dolaştırılacaktır. Âhirette bunlardan yararlanmak ücretsiz olacaktır.
خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (PAvLıDIyNa FIyHAa EBaDan) “Orada ebediyen haliddirler.”
Bu dünya ile âhiret arasında en büyük ve kesin fark, bu dünyanın fani yani ölümlü olmasıdır. Bu dünya zamanı ile, mekânı ile, maddesi ile, enerjisi ile fanidir. Bundan on kusur milyar yıl önce Kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu. İlk patlama esnasında fındık büyüklüğünde bir şey patladı. Kâinat genişledi ve hem mekân oluştu, hem de zaman oluştu. Madde oluştu, hayat oluştu. Entropinin büyümesi ve kara deliklerin oluşması ile galaksiler ölüme gitmektedir. Yani, kıyamette yalnız hayat yok olmayacak, zaman ve mekân da yeniden olmaya başlayacaktır. İşte “Hâlid” ve “Ebed” demek, kendi zaman ve mekânlarında ölümsüz olmak demektir. Nitekim iftira edenin ebediyen şahitliğini kabul etmeyin denmektedir.
“Hâlid” sürekli olmak, “Ebed” de sonu olmamak demektir. “Ebediye” badiyesiz anlamındadır. Bidayetsiz, nihayetsiz anlamındadır. Cennettekiler âhiret devri sürdükçe onlar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Kesintisiz sürdüreceklerdir. Burada bu haber verilmiş olmaktadır.
Kıyamet olması demek, ölümlü olması demektir. O da yoktur. Ama daha ileri hayata geçiş olabilir. Kur’an’da buna işaret vardır. Böylece cennet hayatı da daha ileri hayat için son bulmuş olabilir. Bu ifade ona mani değildir. Çünkü kendi zaman ve mekanı içinde haliddirler. Kelamcılar zaman ve mekânın hadis olduğunu iddia emiş ama 20. yüzyıl onları deneylerle ispat etmiştir.
Burada bir hususa dikkati çekmekte yarar görürüm. Yasin Kılar ve ekseri mü’minler cehennem de cennet de ebedidir, çünkü Kur’an bunu açıkça zikrediyor diyorlar. Daha önceki âyetlerde cehennemliklerden bahsederek onlar orada bir mahis gölgelik, rahatlık yer bulamazlar denmişti; yahut kaçacak delik bulamazlar denmişti. Burada ise “hâlidîne fîhâ ebeden” denmektedir. Bu farklı ifadeyi nasıl yorumluyorlar? Eğer aralarında fark yoksa aynı ifadeler kullanılmalı idi. Tefekkür edilmelidir…
وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا (VaGDa elLAHı XaqQan) “Allah’ın hak olan vâdidir.”
Bugün dört ve beş boyutlu uzayı üç boyutlu uzay kadar bilmekteyiz. Yine üç boyutlu uzayımızda hareket olduğuna göre dört boyutlu uzay da vardır demektir. İradeli hareket edebildiğimizden dolayı da beş boyutlu uzayın varlığını her gün müşahede ediyoruz. Bunlar yaşadığımız Kâinatın ötesinde varlıkların olduğu ve oralara gidebilsek her şeyi bulacağımızı ilmen biliyoruz. Bir şey mümkünse, hayal edebiliyorsak, o beş boyutlu uzayda aynı arşta vardır demektir. Ancak bizim ruhumuzun hangi bedenleri dolaşabileceği hakkında ilmen bir şey bilmemiz mümkün değildir. Gaybın haberlerindendir.
Ama biz Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ilmen ispatlayabiliyoruz. Bunu DNA’larla insanın kimin çocuğu olduğunu ispat ettiğimiz metotla ispat edebiliyoruz. Kâinatın DNA’ları ile Kur’an’ın DNA’ları aynıdır. Kur’an’ın geçmişi ve geleceği bilmesi ile ispat edebiliyoruz; bozulmamış olmasından biliyoruz; taşıdığı son derece uyarlı ve yararlı hükümleri ile biliyoruz… İnsanın bilebileceği bütün metotları ile Kur’an’ın Allah sözü olduğunu biliyoruz…
Kur’an’da cennet ve cehennem vaadedilmiştir. O halde ilmen âhireti biliyoruz. Sadakati ilmen sabit olan haberi olarak biliyoruz. “Va’dellahi Hakkan” sözü hâldir. “Cennet” Allah’ın verdiği söz olduğu için gerçektir. Bu Kâinatı Allah geçici olarak bizim için yarattı. Âhireti de devamlı olarak bizim için yarattı.
وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ قِيلًا (Va MaN EÖDaQu MiNa elLAHı QIyLan)
“Kîl olarak Allah’tan daha sadık olan kimdir?”
Newton çıkıyor ve bir şey söylüyor, inanıyoruz... Einstein çıkıyor ve bir şey söylüyor, inanıyoruz... Birisi çıkıyor ve hesap yapıyor, Kâinat on kusur milyar yıl önce şöyle yaratıldı diye ortaya koyuyor, inanıyoruz... Oysa biz o devre yetişemedik. ‘Darwin biliyor ama Darwin’i yaratan bilmiyor!’ demek ne kadar saçmadır.
Eğer bu sözler Hazreti Muhammed aleyhisselâmın sözleri olsaydı, ‘sen nereden bildin’ derdik. O da bize rahatlıkla ispatlayabilirdi.
Kâinatta hiçbir şey yeniden var olmuyor ve yok olmuyor, sadece değişiyor. O halde insan ruhu da yeniden varolmamıştır, yok da olmayacaktır. Bu tür felsefe filozoflar tarafından ileri sürülmüş, buna cevap veremeyince de ‘ruh yoktur’ demişlerdir! O zaman biz de ona ‘öyleyse sen de yoksun, konuşma!’ deriz. Madem ki benim konuşmalarımı anlıyor ve bana cevap veriyorsun, o halde ruhun vardır. Çünkü çıkardığın sesler değil, ruhların yüklediği manâ anlaşılmaktadır Ses olarak insan Fransızca veya Almanca aynı şeyi hitap eder. Oysa Fransızlarla veya Almanlarla anlaştıkları halde başkalarıyla anlaşamıyorlar.
لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ (LaYSa Bı EaMANıyYıKuM) “Emaniyyiniz yoktur.”
“Emaniy” eman, iman, umniyye kelimelerinin köküne sahiptir. Toplulukların hayalleri, idealleri olur. Buna “umniyye” denir. Ne gibi idealler? Mesela; biz üstün ırkız, dünyayı biz idare edeceğiz, tek devlet kuracağız; Türkiye dinsizleşmeli… Bu gibi tabiî ve sosyal kanunlara aykırı temenniler ve idealler vardır. Buna “umniyye” denir. Topluluk içinde ortaya konan hiçbir asla ve esasa dayanmayan düşünceler vardır. Bunlar toplulukların geleneklerinde mevcuttur. Düğünde, bayramda, dâvette hep bunlar hakim olur. Protokolvari kurallar vardır. Bunlar içinde topluluğu üstün tutan kuruntular mevcuttur. Bunlara “emaniy” denir.
Mesela; Atatürk ilkeleri birer emaniydir. Herkes bir kural koyuyor, sonra ‘bu Atatürk ilkesidir’ diye halkı kendisine uydurmak istiyor. Mustafa Kemal tüm hayatını Batılılarla boğuşmakla geçirdi ve Türkiye’nin bağımsızlığını birinci vazife olarak belirledi. Şimdi Türkiye’yi Avrupa’ya teslim etmek Atatürkçülük oldu! Bunlara “emaniy” denir. Avrupa müktesebatı Avrupalıların emaniyyesidir.
İdam edilmeyecek! Niçin? İzahı yok!.. Zina serbest olacak! Niçin? İzahı yok!..
Bazı topluluklarda kişiler tabulaştırılır, onun dediklerini yapmak zorunlu hâle gelir. İşte Kur’an böyle uydurma üstünlük kurallarına “sizin emaniyyinizdir ve bu yoktur” diyor. Bunlar nelerdir?
- Biz Kur’an ehliyiz, son kitap sahibiyiz. O yönetimde yahut yaşamda imtiyazlarımız vardır. Bu emaniydir. Oysa insanlar ve insanlar arasında ilişkilerde,bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşittir. Şeriata uyanlar üstündür. Nöbetliler yani askerler bedellilerden yani cizye verenlerden üstündürler. Burada ırk veya din ayırımı yoktur. Sadece görev üstünlüğü vardır. İsteyen istediği zaman, herkes her zaman nöbetli olabilmektedir. Tarihte Müslümanlar bu hatayı yaptılar. Müslümanların hepsi zorla askere alındı, Hıristiyanlar da hep cizyeli bırakıldı. Asker olmak isteyenler din değiştirme zorunda bırakıldı. Oysa biz peygamberler arasında fark gözetmeyiz.
- Müslümanların emaniylerinden biri de “Lâilâheillallah Muhammederresulallah” diyen herkes sonunda cennete gidecek ama “Lâilâheillallah İsa resulallah” diyen cehenneme gidecek. Müslümanların tarih boyunca böylesine emaniyleri olmuştur. Oysa, kim Allah’a ve âhirete iman ederse o cennete gidecektir. Küfreden herkes cehennemi hak edecektir. Küfür, bile bile gerçeği gizlemektir.
Kur’an’da cennete gidecekler şöyle sıralanır.
- Ehli Hak olanlar. Bunlar bir peygambere değil, gökten inen kitaba değil, akla dayanarak iman eden kimselerdir. Bakara’da bunlara ‘gayba iman edenler’ denmektedir.
- Ehli Kitap olanlar. Bunlar peygamberlerden birine iman edip onun getirdiği kitap üzerine amel edenlerdir. Bakara’da bunlara ‘inzâl olana iman edenler’ denmektedir. Bunlar önce peygambere inandılar, sonra onun mucizesine dayanarak kitaba inandılar.
- Ehli Kur’an olanlar. Bunlar önce Kur’an’a inandılar, sonra onun öğretisi ile resule inandılar, Hazreti Muhammed aleyhisselâma inandılar. Bununla beraber sonra bunlardan şer’î deliller yerine yani Kitap, Sünnet, icma ve kıyas yerine evliyaların ilhamını öne çıkardılar.
- Ehli Sünnet olanlar. Bunlar icmayı kabul eden Ehli Kur’an’dırlar. Şeriatçıdırlar. Diğerleri ise şeriat yoluyla değil de; tarikat yoluyla, evliyalar ve kerametler yoluyla yol aldılar. Delillere değil ilhamlara dayandılar.
Bunların hepsi hak yolcularıdır. Kur’an’a göre en kısa ve doğru yol ehli sünnet ve’l-cemaat yoludur ama; diğer yollar da üzüntülü ve sıkıntılı olsalar da Hakka götürücüdür ve bu yollarda olanlar da cenneti istihkak ederler. Ehli sünnetin itikadı budur.
وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ (Va Lav EaMaNıyYı EHLı eLKıTABı)
“Ehli kitabın da emaniyyisi yoktur.”
Emaniyleri yoktur. Emaniyler bâtıldır. Avrupa müktesebatı bâtıldır. Uygar dünya müktesebatı bâtıldır. Tek müktesebat vardır; müsbet ilim müktesebatı. O da ne Avrupalıların ne de Amerikalıların müktesebatıdır. İnsanlığın müktesebatıdır. İnsan hakları vardır; Avrupa insan hakları yoktur.
Yahudilere göre İsrail oğullarından olmak cennete girmek için yeterli hattâ şarttır! Hıristiyanlara göre vaftiz edilmiş olmak cennete gitmek için şarttır ve yeterlidir! Bunlar onların emaniyleridir.
Şimdi Hıristiyan ve Yahudiler bir olmuş, dünyayı yönetmenin onların hakkı olduğu kabul edilmektedir! Bu onların emaniyleridir. Dünyayı ne Hıristiyanlar, ne Müslümanlar, ne komünistler, ne de kapitalistler idare edecek; dünyayı ‘Adil Düzen’ idare edecektir. Kimdir bunlar?
Bakara Sûresi’nin ilk âyetlerinde bunlar şöyle anlatılır.
- Bunlar ilmin bildirdiklerine gayben iman ederler. Başka bir yerde var mı, öyle bir uygulama yapıldı mı diye sormazlar. Eğer ilim ve hesap bir şey diyorsa, ona iman eder ve onu uygularlar. Onlar toplantılar yapar ve onlar rızıklarını bu yolda harcarlar. Yani aklın içinde kalırlar.
- Sonra bunlar hem sana inzâl olunan Kur’an’a, hem de senden önce inzâl olunana inanırlar ve âhirete de imanları vardır.
Dünyayı yönetecekler önce müsbet ilme, tabiî ve sosyal ilimlere inanacaklar. Sonra bütün kitaplara inanacaklar. Bunlardan sonra sorumluluklarını kabul edecekler. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz diyecekler, vicdan sahibi olacaklar. Bu da ne ırk ne de din ayrıcalığı taşır.
İşte hidayet üzerinde olanlar bunlardır, başaracak olanlar da bunlardır. Baba mirası cennet yoktur.
مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ (MaN YaGMaL SUvEan YuCZa BıHı)
“Kim sû’ amel ederse onunla cezalandırılır.”
Öyle; biz ayrıyız, biz günah işlesek bile cehenneme az gideceğiz, onlar ebedi kalacaklar gibi emaniy yoktur. Kim olursa olsun; Türk, İsrailli, Müslim, Mecusi, Avrupalı, Tibetli her kim olursa olsun, kötülük işlerse cezalandırılacaktır. Bunda istisna yoktur. Af varsa hepsi için vardır. Bir başka ameli salihinden dolayı onun o seyyiesini affeder. Mutlaka hesabından düşülür. Kötülük yapanla iyilik yapan hiçbir zaman eşit olunmaz.
Aşağıda ameli salih işleyen mü’min ise diyerek salih amel için mü’min olma şartı getirilmiştir. Ama burada cezalanmak için kâfir olma şartı getirilmemiş, kim olursa olsun ayırım yapmadan suç işleyen cezalandırılacaktır. Yani, cehenneme gitmek için kâfir olma şartı yoktur, ama cennete gitmek için mü’min olma şartı vardır. Bu Kur’an ehli olma şartı demek değildir. Ehli sünnet olma şartı demek değildir. Hattâ ehli kitap olmak da gerekmez. Gayba iman yeterlidir. “Ellezîne” tekrar edilmiştir. Birinciler ayrı grup, ikinciler ayrı gruptur. Bizim Arapça kuralları tahrif ederek Müslümanların emaniylerini doğrulama yetkimiz yoktur. Kur’an ne diyorsa, Arap dili kuralları ne anlatıyorsa onu kabul etmekle mükellefiz.
وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ (Va Lav YaCıD LaHUv MıN DUvNı elLAHı)
“Allah’ın dışında ona bulunmaz.”
Kötülük işleyen kimse kendisine Allah’ın dışında herhangi veli veya nâsır bulamaz.
Kâinatı Allah yaratmıştır. İnsanı da O yaratmıştır. Doğal kanunlar gibi toplulukla ilgili kanunları da O koymuştur. Kimse tabiî ve sosyal kanunları değiştiremez. O kanunları kullanarak onlardan yararlanırız, ama o kanunları değiştiremeyiz.
Kanun demek, herkese aynı şartlarda aynı şekilde uygulanır demektir. Kötülük işleyen cezalandırılacaktır. Kim olursa olsun ırkına ve milliyetine bakılmaksızın cezalandırılacaktır. Peygamber olsa bile cezasız kalmayacaktır. Hasenesi seyyiesini giderecektir. Bu da sünnetullahtır. Doğuştan suçlu kimse yoktur. Doğuştan masum olan kimse de yoktur.
وَلِيًّا (VaLıyYan) “Bir veli bulamazlar.”
“Veli” demek arka demektir; dayanılacak kimse, onu koruyan kimse demektir. İnsan arkasını göremez. Velisi arkadan onu gözetleyen kimsedir; görür ve onu korur. Dayanışma ortaklığının sorumlusuna “veli” diyoruz. Dayanışma ortaklıkları sorumlularının dört görevi vardır.
- Ortağı şûrada temsil edip onun vekili olarak görüşleri bildirme, oy kullanma.
- Ortağı eğiterek ona yeterli bilgiler sağlayıp yapabileceği işler hususunda ehliyet verme.
- Ortak bir suç işlerse, maddî zararda onun kefili olarak ödeme yapma.
- Ortağın haklarını mahkemelerde savunma, avukatın ücretini ödeme.
Dünyada da şöyle kural vardır. Kamu suçlularını affetme ancak meclisin yetkisindedir. Kişiler suçluyu affedemezler, bağışlayamazlar. Suç işleyen kimseye mutlaka gerekli ceza verilecektir. Uygulayıcıların affetme yetkileri yoktur. Bu durum bu dünyada böyle olduğu gibi âhirette de böyledir. Kimse kimseye şefaat edemeyecektir. İnsanlara tapma heveslileri, bize şefaat edecek diye peygamberlere ve velilere tapmaya başlarlar. Müşrikler de zaten bunu söylüyorlardı; “Allah’ın yanında bunlar bize şefaat edecekler!” diyorlardı.
وَلَا نَصِيرًا(123) (Va LAv NaÖıRan) “Ne de nâsır bulabilir.”
Arapçada iki türlü yardım vardır. “Avn” bir işte yardım etmektir. “Nusret” ise saldırana karşı yardım etmektir. “Vali” koruyarak savunma, kefil olma, diyet ödeme gibi yardımdır. “Nasır” ise saldırana karşı savunmada yardım etmedir.
İster Allah’ın yanında şefaatçi olarak, ister Allah’a karşı savaşarak kimse kötülüğü işleyen kimsenin cezalandırılmasını önleyemez. Bunlar hukukun kurallarıdır. Hâlâ cumhurbaşkanlarına af yetkisi veriliyor.
En kötü tarafı; suçlar işleniyor, savcı suç işleyeni takip ediyor, istediğini mahkum ettiriyor, istediğini ettirmiyor. Karakolda keyfi olarak istedikleri suçlu oluyor, istedikleri olmuyor. Falanı cezalandırmadınız diye kötü emsal oluyor. Bu kuralı kim koymuş?
Bu kuralı zulüm yapan koymuş. Uygulayıcıların, yöneticilerin, polislerin, savcıların, hakimlerin kimine ceza verme, kimine vermeme yetkileri yoktur. Devlet başkanı olsa da suçları ve suçluları affetmesi sözkonusu değildir. Bu sebepledir ki eğer bir suçtan dolayı o toplulukta onda birden fazlası o suçu işliyorsa, artık o suç ceza ile önlenemez. Çünkü topluluğun yüzde onu suçlu olamaz. Ona “belv-i umumi” denir. Mesela rüşvet vermek böyledir. Mesela vergi kaçırmak böyledir. O halde bunlar artık suç olmaktan çıkarılmalıdır. Başka yollarla verginin kaçırılması önlenmeli, rüşvet önlenmelidir. Âhirette de kimsenin kimseyi affetme yetkisi yoktur. Yalnız Allah istediğini gerekli olduğu şekilde cezalandırır veya affeder.
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ (Va MaN YaGMaL MıNa elÖAVLıXATı)
“Kim sâlihattan bir amel yaparsa.”
Yukarıda “sû’u kim amel ederse” denmiş ve mutlak olarak cezalanacağı bildirilmiştir. Irkın veya dinin tesiri ile cezadan kurtulma yoktur. Şimdi de “kim sâlihattan amel ederse” denmektedir.
“Sâlihattan amel etmek” demek, birinin bu yaptığını diğeri yıkmayacaktır. Birinin başlattığını diğeri tamamlayacaktır. Herkes bir iş yaparken kendi işini başkasınınkilere göre ayarlayacaktır. Safta nasıl birbirimizi hizalar ve yaptıklarımızı tamamlarsak, hepimizin başkalarının yaptıklarına katkıda bulunacak şekilde iş yapmamız gerekmektedir.
Batı’nın kapitalist sistemi her gün yeni model çıkartıp eski modeli attırmakta, böylece kendi sömürüsünü sürdürmeye devam etmektedir. Mesela, bilgisayarları ele alalım.
Bilgisayarların hep en ilkel serisi yapılmaktadır. Biz durmadan eskisini atıyor, yensini alıyoruz! Bu ameli salih değildir. İyi bakım yapıldığı zaman eski modeller de yeni modeller kadar önemlidir. Aksi halde yeryüzü hurdalık hâline gelmektedir. Gösteriş yarışı insanları devamlı yenilik peşinde koşturmaktadır.
“Ameli salih” nedir? Toplulukların yaptıklarına katkıda bulunulan iş yapacağız. Biz burada bakkal açtığımız zaman başka bakkallara zarar vermemeliyiz. Bunun için bizim kuracağımız marketler zincirinde bakkalları devre dışı etmeyecek, bilakis onlarla işbirliği hâlinde olacağız. Onlara büyük marketlerde olduğu gibi ucuz maliyetle teslim edilecektir. Herkes sâlihattan amel etmelidir.
Bakınız, burada “sâlihat” hem kurallı müennes cemdir, hem de harfi tarifle gelmiştir. Genel planlama olacaktır. Şeriat kuralları konacaktır. Orada ne yapılırsa salih amel olarak belirlenecektir. Kişiler onlardan birini kendilerine seçecek ve onu amel edeceklerdir. Bilgisayarlarda yarın yapılacak işler ücretleri ile yüklenmiş olacaktır. Akşamleyin yatsı namazından evvel herkes mescide geldiğinde bilgisayarcıya baktıracak ve kendisi onlardan birini seçip yarın o işi yapacaktır. İşte, bilgisayarında yer alan işler sâlihattır. Kişi onlardan istediğini kendisi seçer ve yapar. Böylece hem makroda planlanmış olur, mikroda da müdahale edilmemiş olur.
مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى (MiN ÜaKaRın EaV EuNÇAy)
“Zekerden veya ünsadan.”
Erkek olsun kadın olsun, kim olursa olsun, kişi insandır, aynı cezalara tâbidir, ameli salihte de aynı ücretlere tâbidir. Kadın veya erkek olma suçta tenzilat ve ziyade yapmaz. Aynı işi yapanlara farklı ücret de verilemez. İmtihana girip aynı puanı alanlara, farklı okullardan geldiniz diye fark verilemez.
Zenginler çocuklarını özel dershanelerde okutuyorlar, ayrıca donanmış en güçlü okullarda tam gün ders görüyorlar. Hakkari’deki bir genç, Artvin’deki bir genç ise doğru dürüst öğretmeni ve laboratuarı olmayan bir İmam Hatip okulunda, o da onun bunun desteğiyle, hem çalışmak hem okumak durumunda kalarak liseyi bitiriyor. İmtihana giriyorlar. Bu Artvinli çocuk o imtiyazlı çocuk kadar not alıyor; ‘sen İmam Hatipten geldin’ veya ‘sen Artvin lisesinden geldin’ diye ona üniversiteye girme şansını tanımıyorlar. İşte ‘zalim düzen’ budur.
“Adil Düzen”de kim ne biliyorsa onun ehliyeti odur. İmtihan ehliyeti tesbit edendir, adaleti dağıtma yeri değildir. Bilen not alır, bilmeyen almaz. Bilen üniversiteye gitmeye hak kazanır, bilmeyen kazanamaz.
İşte bu genel kural ilâhi sistemde aynen vardır. Ameli sâlihattan işleyen herkes, kadın-erkek ayırımı, doğulu-batılı ayırımı olmaksızın eşitlik içinde ücreti istihkak eder. Bu Allah’ın rahim sıfatı ile adaletidir. Rahman sıfatında ise Allah istediğine istediğini takdir eder. Kimini sağlam yapar, kimini sakat yapar. Orada kişinin bir müdahalesi yoktur. O husustaki adalet O’na aittir ve ancak âhirette dengelenir.
وَهُوَ مُؤْمِنٌ (Ve HuVa MuEMıNun)
“O mü’min iken.”
Sâlihattan amel ederken sâlihattan amel ettiğinin mü’mini olacak, yani o topluluğun üyesi olacaktır. Bilgisayarda işlenen işler o topluluğa ait o dayanışma içinde olanların yapacakları işlerdir. Bu bucakta veya ilde başka bucakta olanlar iş yapmazlar. Onlar o işi yaparlarsa ücret istihkak edemezler.
Buradaki “mü’min”den kasıt, dayanışma içinde olanlar demektir. Biz bir fabrikada çalışıyorsak, yahut bir ilçede çalışıyorsak dayanışma içinde olmalıyız. Dayanışma demek, güvence vermek demektir.
“Mü’min” güvence veren kimse demektir. “Sen bu işi yaptığında eğer altından kalkamayacağın bir olay olursa ben zararlara katılmaya varım” demiş, bunun güvencesini vermiş kimse “mü’min”dir.
Bu dünya hayatımızı biz böyle düzenleyeceğiz, işleri böyle yapacağız. Bu dayanışmayı kurabilmemiz için bir apartmanda toplanmalıyız, bunu yapmak için siteler kurmalıyız, market gibi işletmeler kurmalıyız. Dayanışma içine girmeliyiz. Hepimiz oraya katkıda bulunmalıyız. “Mü’min” demek bu demektir.
Dikkat edilirse ücret imana verilmez, ameli sâlihe verilir. Ameli sâlihin ücreti istihkak etmesi için iman şarttır. İmanın kendisi ücreti istihkak etmez. Ücreti ameli sâlih istihkak eder. Hem de şart bile değil haktır. Amel ederken mü’min olması yeterlidir. Sonra güvenceyi kaldırsa bile eski güvencedeki ameli sâlih geçerli olur.
فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ (FaEuLAEıKa YaDPuLUvNa elCanNaTa)
“Cennete onlar dahil olurlar.”
Sû’/kötülük işleyenler cezalandırılacaktır. Sâlihâttan amel edenler ise kendileri iyiliklere dahil olurlar, cennete dahil olurlar.
Allah ne kadar yüce ihsan sahibidir ki, biz bir iş yapacağız ve bu sayede dünyada salâh olacak, yani sâlih işler olacaktır. Âhirette de bizi bu nimetinden dolayı Allah cennetine de sokacaktır. Âhiret olmasa, cennet olmasa bile biz sâlihâttan amel edersek bu imkânları değerlendirmiş oluruz. Biz başkalarının yaptıklarını bozarsak, onlarınkini iptal edip yenisini yapmaya başlarsak, o zaman bizim yaptıklarımızı başkaları öyle yapar. Bu dünyada yine biz zarar etmiş oluruz. Allah’a ne kadar şükretsek de verdiklerinin şükrünü eda etmiş olamayız. Düşünebiliyor musunuz; kendi çıkarımıza işler yapacağız, bir de tutacak Allah âhirette cennetleri verecektir.
وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا(124) (VaLAv YuJLaMUvNa NaQIyRan)
“Nakiran zulmedilmezler.”
“Nakir” kırıntı demektir. “Fatil” bir tüy kadar olur, yani ücretinden eksik edilmez.
Bilgisayardaki işler tekliflerdir. İş sahipleri ‘yarın şunu yapana biz şunu vereceğiz’ demektedirler. Ehliyet sahipleri akşamüstü ‘ben bu işi yapacağım’ deyince sözleşme yapılmış olur. O iş bilgisayardan kalkar. Ertesi gün de onu yaptığı zaman orada yazılan ücrete bir “nakir” bile eksik yapılmadan verilir.
İşte; eğer bu dünyada haksızlık yapılmış ve hak verilmemişse, o zaman onu yapanlar sû’ işlemiş olurlar. Onlar cezalanır. Ama Allah burada eksik alınan ücretin on mislini âhirette öder. Burada ücreti alınan bedelini de âhirette bir misli öder ve cennete götürür. Çünkü sâlihâttan amel edilmiştir.
Demek ki sâlihâttan amel edenler, yani başkalarının yaptıklarını tamamlayanlar, plan ve projeye göre iş yapanlar, şeriatın içinde kalanlar, hem bu dünyada haseneye erişirler ve dünyevi ücreti istihkak ederler, hem de âhirette de ücret alırlar. Eğer bu dünyada ücretlerini almaz, karşılığını âhirette isterlerse on misli ücret istihkak ederler. Bir kimse sizin hakkınızı yerse üzülmeyin veya hakkınızı dünyada alamadı iseniz üzülmeyin. Siz mü’min olarak ameli sâlihten bir iş yaptı iseniz âhirette bir kırıntı haksızlığa uğramadan hakkınız on misli ödenecektir. Ne kadar büyük in’am sahibi bir rabbimizin kuluyuz. İşte onun içindir ki her gün yirmi, belki kırk defa her namazda hamd ediyoruz.
وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا (Va MaN EaXSaNu DIYNan) “Ahsen dini/düzeni kim kurabilir?”
“İhsan” adlin üstünde bir iştir. “Adalet” herkese hakkını vermektir. “İhsan” ise adaletten insanlara iyilik etmektir. “İn’am” nimet vermektir. “İt’am” yedirmektir. “İhsan” ise iyilik yapmaktır.
İn’am, it’am ve ikram hep kişilere doğrudan doğruya verilenlerdir. “İhsan” ise; öyle bir şey yaparsın ki o herkes için iyi olur. Mesela yol yapmak ihsandır. “Adil Düzen” kurmak ihsandır.
“Din” ise “düzen” demektir. İnsanların birbirlerine borçlu ve alacaklı olmaları, ortak muhasebelerinin tutulmasıdır. Herkes aldığını ve verdiğini muhasibine bildirir, muhasipler onu bilgisayara geçerler. Böylece ortak borçlanma müessesesi, yani kredi doğar. Şimdi günümüzde bunu ‘kâğıt para’ yapmaktadır. Gelecekte bunu ‘kaydî para’ yapacaktır. Herkesin bir kredi limiti olacak, o limit artıp eksilecek, kredi içinde verilenler ve alınanlar yazılacak, böylece bir ortak muhasebe sistemi doğacaktır. İşte bu dindir. Ortak muhasebe sistemi sözleşmelere dayanır. Ama sözleşmelerin işlerliği muhasebe ile olacaktır. “Din/düzen” böylece oluşacaktır.
Aslında Kâinatta atomlar arasındaki elektron borç ve alacaklar üzerinde moleküller ve cisimler oluşmaktadır, DNA’lar böyle olmakta, hayat böyle oluşmaktadır. Topluluklarda düzen atomlardan oluşacaktır.
İşte bu düzeni biz insanlar “ihsan” ile tesis ederiz.
Yukarıda kişinin mevcut düzen içinde sû’/kötülük işlemesinden, mevcut düzen içinde ameli sâlih işlemesinden bahsetti. Burada ise düzenin nasıl kurulacağından bahsetmektedir. Mevcut düzen içinde adil davranma başkadır, zulüm düzeni varken adil düzeni tesis etme başkadır. İşte bu “ihsan”dır. Eğer Adil Düzen varsa, o düzen içinde ameli sâlih işlemek, seyyieden kaçınmak gerekir. Ama Adil Düzen yoksa, Adil Düzenin tesisi için çalışmak gerekir. Hattâ Adil Düzen olsa bile bozulmaması için gayret göstermek gerekir.
مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ (MinMaN EaSLaMa VaCHaHUv LilLAHi)
“Allah’a vechini islâm edenden daha ahsen düzeni kim kurabilir?”
-İyi düzeni kim kurabilir?
İnsanlık bugün sıkıntıdadır. Herkes yeni düzen ve çözüm aramakta, inkılâplar yapmaktadır. Fransız inkılâbından beri dünyadaki herkes yeni düzen peşindedir. Ama olması gereken adil dünya düzeni gerçekleşmemekte, aksine hep gelen gideni aratmaktadır. Kanla gerçekleşen inkılâplar eskilerini yıkmıştır, ama yeni hiçbir şey oluşturmamıştır. Neden? Çünkü yeni düzen yıkmakla kurulamaz, zulümle kurulamaz.
Yeni düzen ihsanla oluşturulacaktır. Bu sebepledir ki adil düzen iktidarda iken tesis edilemez. İktidarda olanlar kendi güçlerini kullanarak zorlama yaparlar. Oysa halk kuruluşu, kooperatif, dernek, vakıf, parti gönüllüleri toplar ve onlarla ihsan ederek Adil Düzeni tesis ettirebilir. Böylece inkılâp yapılmış olabilir. Tanzimat’tan beri Türkiye’nin 200 yıllık Batılılaşma macerası hep iktidardan geldiği için başarıya ulaşamamıştır.
-İhsan nasıl yapılacak?
Millî Görüşçü Adil Düzenciler yüzlerini Allah’a islâm edecekler; yani topluluğun barışına kendilerini verecekler, fedakârlıklar yapacaklardır. Vakitlerini ve imkânlarını “Adil Düzen Topluluğu”nun tesis edilmesine yönelteceklerdir. Verecekler değil, yöneltecekler. Varlıkları yine kendilerine kalacak ama o varlıkları “Adil Düzen” için kullanacaklardır. Evleri varsa evlerini Adil Düzene vermeyecekler ama Adil Düzene katılmak için o evleri satıp “Adil Düzen” içinde ev sahibi olacaklardır; yani yaşayışlarını/evlerini ve çalışmalarını/işyerlerini “Adil Düzen”in tesisi için yönlendireceklerdir; savaş içinde değil, barış içinde yönlendireceklerdir.
Kur’an’da “Vechini Allah’a islâm etmek” deyince, bunun pratik amelî manâsı olması gerekir.
Bugünkü insanlar işin kolayını bulmuşlar; ‘ben iman ettim ve müslüman oldum’ diyerek işlerini bitirmektedirler! Oysa; yeni düzen kurmak için bütün varlıkları ve imkânları Adil Düzene yöneltmeleri gerekir.
Bugün biz bunları yazıyoruz, siz okuyorsunuz. Şimdi Mekke devrindeyiz. Bir gün gelecek insanlar bu gerçekleri idrak edecek ve bizim yanımızda yer alacaklar. Bize de cesaret gelecek ve hicret edeceğiz. Sabredeceğiz. Şimdilik yapamıyoruz diye gevşemeyeceğiz. Çalışmalara devam edeceğiz…
“Adil Düzen” dışında hiçbir iş yapmazsanız, işte o zaman vechinizi Allah’a çevirmiş olursunuz. “Adil Düzen” dışında bir topluluk içinde oturmazsanız, işte o zaman vechinizi Allah’a çevirmiş olursunuz.
İşte bunları arzulamak, O’na vechimizi çevirmek demektir.
Akevler’dekiler bu amaçla yola çıktılar; ve yollarına devam etmek zorundadırlar…
Bugüne kadar olanlara şükretmeliler, dahasının ve daha iyisinin olması için de çalışmalıdırlar.
وَهُوَ مُحْسِنٌ (VaHuVa MuXSıNun) “Ve o muhsin iken”
Yukarıda “o mü’min iken”, burada de “o muhsin iken” denmiştir.
“İhsan” karşılık beklemeden, kişiden bir karşılık beklemeden yapılan iyiliklerdir. Yeni düzeni kuracak olanlar yola çıktıkları zaman o topluluktan bir şey beklemezler. Sadece “ihsan olmak üzere” o işi yaparlar. Yeni düzeni ancak ücretlerini âhirette alacak olanlar kurarlar. Bunların kurduğu “Adil Düzen” olur.
Kendi çıkarlarını düzenin üzerinde tutanlar “Adil Düzen”i kuramazlar ve kuramamışlardır.
Eğer siz “Adil Düzen” kurmanın mağduru iseniz, işte “Adil Düzen”i siz kuracaksınız demektir.
Mevcut düzenden yararlanmamak için “mü’min” olmak şart ise; yeni düzeni kurmak için “muhsin” olmak şarttır. Bundan dolayıdır ki tarihte yeni düzenleri hep peygamberler tesis emişlerdir. Bundan sonra da ancak “muhsin” olan “mü’minler” sayesinde “Adil Düzen” kurulabilecektir.
وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ (Va itTaBaGa MilLaTa EıBRAHIyMa) “İbrahim milletine tâbi oldu.”
Allah “Adil Düzen”i sadece kendi aşireti için isteyen, kendi kabilesi için isteyen ve Millî Görüşçüler gibi kendi kavmi için isteyene dini/düzeni ihsan etmez. Dini yani düzeni/adil düzeni bütün insanlık için isteyecektir. İbrahim milleti için isteyecektir. Burada İbrahim’in kim olduğunu hatırlamalıyız.
İnsanlığın ilk atası Hazreti Adem aleyhisselâmdır. Hazreti Adem ve zevcesinden türeyen insanlar, kabileler hâlinde toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerini göçebe hayatı olarak geçirdiler.
İlk defa Mezopotamya’da Nuh Uygarlığı doğdu. Hazreti Nuh aleyhisselâm ve sonra gelen resuller Mezopotamya içinde şeriatı tedvin ettiler. Bu uygarlık sadece oradaki halkları ilgilendiren bir uygarlık idi.
Milatta önce iki bin yıllarında Mezopotamya’da Hazreti Nuh’tan sonra Mezopotamya uygarlığını dünyaya yaymakla bir resul görevlendirildi; bu Hazreti İbrahim aleyhisselâm idi.
Hazreti İbrahim aleyhisselâmın görevleri neler olmuştur?
- Hazreti İbrahim aleyhisselâmdan önce peygamber gelir, mucize göstererek peygamberliğini ispat eder ve insanları kendisine inandırırdı. Hazreti İbrahim ise insanları akıl yoluyla ve ilimle hakka dâvet etmiştir. Böylece Hazreti İbrahim rasyonalizmin yeryüzünde kurucusu olan bir peygamberdir. İnsanlığa düşünmeyi ve tartışmayı öğretmiştir.
- Hazreti İbrahim aleyhisselâmın ikinci büyük görevi ise dünyaya tek uygarlığı hâkim kılmak, insanlığı uygarlaştırmaktır. Bunun için Allah kendisine önce Hacer’den Hazreti İsmail’i dünyaya getirmiştir. Hazreti İbrahim aleyhisselâm Hazreti İsmail’i Mekke’ye yerleştirdi; ileride Hazreti Muhammed aleyhisselâm onun zürriyetinden çıkacaktır. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın diğer oğlu Hazreti İshak diğer hanımı Sara’dandır. İbrani uygarlığı da o nesilden çıkmıştır. Ayarıca sonradan evlendiği hanımı Katura’dan dört oğlu olmuş ve henüz hayattayken onları da doğuya göndermiş, Brahmancılığı onlar kurmuşlardır. Budizm de onlardan çıkmıştır. Böylece Hazreti İbrahim aleyhisselâm bütün dünyada uygarlığın kurucusudur. Uygarlığı Hazreti Nuh kurmuş ama Hazreti İbrahim beşerileştirmiştir.
İşte yeryüzünde İslâm düzenini tesis eden Hazreti İbrahim aleyhisselâmdır. Müslim ismini tesmiye eden de odur. Gerçi “İslâm” dini/düzeni Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelmiş olan peygamberlerin adıdır. Ancak bu isim bunlara Hazreti İbrahim tarafından tesmiye edilmiştir. “Barış dini/düzeni” demektir.
İşte Adil Düzenciler “barış düzenini” dünyaya getirirken bu gerçeklere dikkat etmelidirler. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm ve Brahmanizm gibi büyük dinlerin hepsi İbrahimî dinlerdir. Bütün bu dinlerin katkıları ile III. Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır. Bu dinlerin kitaplarının hepsi ilâhi kitaplardır. İlâhi olmayan dinî bir kitap yoktur. Zamanla değişmiş ve asılları kalmamıştır. Ama esas itibariyle kendilerini korumaktadırlar. Kur’an doğu kitaplarına Furkan demektedir.
حَنِيفًا (XaNIyFan) “Hanifen”
“Hanifen” halifen demektir. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. İnsan bunu bilirse, kendisi bütün hareketlerini onun memuru olarak yaptığını bilirse bu kişi “Hanif” olur.
Burada “Hanif” kelimesini Hazreti İbrahim’in hâli olarak değil de, yüzünü Allah’a teslim ederek “Adil Düzen”i kurmaya çalışan insanın hâli olarak anlayabiliriz.
Yani; Adil Düzen Çalışanları şunu bilirler ki, hiçbir şeyi kendi istedikleri gibi yapamazlar. Onlar görevlidir, Allah’ın halifesi olarak O’nun emirlerini icra ederler. Kendileri bir şey yapmazlar; sadece Allah’ın kendilerine verdiği kudretle yine O’nun verdiği görevi yerine getirirler.
Hazreti İbrahim aleyhisselâm Ur’dan çıkarken birkaç kişiden oluşan küçücük bir topluluk idi. Ama bugün tüm insanlık, yedi milyar insan onun rasyonalizminin arkasında koşmaktadır. Bizim görevimiz bu İbrahimî dini/düzeni III. bin yılımızın da dini/düzeni yapmaktan ibarettir. Biz ona tâbiyiz.
“Millet” dolmuş ve ağzı dikilmiş çuval demektir. En büyük insan topluluğuna “millet” denir.
Birleşmiş milletler millettir. Bu İbrahimî millet olacaktır.
وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا(125) (Vas itTaPaÜa elLAHu İBRaHİyMa PaLIyLan)
“Allah İbrahim’i halil ittihaz etmiştir.”
“Halel” dişler arasına giren yemek parçalarıdır. Dişleri karıştıran ağaç parçası hilaldir. Kitabın arasına konan kâğıt parçasına da hilal denir. “Halil” içli dışlı olmak demek, birlikte iş yapmak demektir.
Allah Hazreti İbrahim aleyhisselâm ile insanlığın uygarlaşmasını sağlamıştır. III. bin yıla gelmiş bulunuyoruz. III. bin yıl çok önemli bir bin yıldır. Bu dönemde kurulacak olan uygarlık peygambersiz kurulacak ilk uygarlık olacaktır. Bu uygarlık sadece Müslümanların, sadece Budistlerin, sadece Hıristiyanların uygarlığı olmayacak; tüm insanlığın uygarlığı olacaktır.
Adil Düzenciler uygarlığı Kur’an’a dayanarak oluşturmaktadırlar, ancak bu uygarlık sadece Kur’an uygarlığı değildir. Bu uygarlık beşerî bir uygarlık olacaktır.
Demek ki “Adil Düzen Uygarlığı” İbrahimî uygarlıktır.