بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا
وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ(13)
وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُهِينٌ(14)
تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ (TiLKa XuDUvDu elLAHı)
“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.”
Yeryüzü insanlığındır. Yaşayan insanlar ondan yararlanarak yaşar ve onu imar ederek çocuklarına devrederler. Yeryüzünü insanlar bölüşerek kullanırlar. Aralarında hak ve vecibeler oluşur. Bunlar doğum yakınlığından, komşuluktan, emekten ve sözleşmelerden doğan hak ve vecibelerdir.
Bu hak ve vecibelerin sınırları vardır. İslâm ülkesinde yani barış ülkesinde bu sınırları devlet korur; Allah’ın halifesi olarak devlet korur. Bu sınırlar da Allah tarafından çizilmiştir. Burada baştan beri anlatılan haklar yakınlık haklarıdır, erham haklarıdır. Zaten sûre de öyle başlamıştır. Bunlar sözleşmelerle düzenlenen haklar olup şeriat tarafından fıtrî olarak düzenlenmiş haklardır. Bu sebepledir ki mufavada şirketinde sözleşme yapma gereği doğmamıştır. Doğal olarak birlikte yaşayanlar mufavada şirketi içindedirler.
Sözleşmelerde değiştirilemeyecek hükümler olduğu için “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır” denmektedir. Bunlar savunma hakları yahut güvenlik hakları değildir. Bunlar emeğin korunması hakları da değildir. Bunlar insanın doğal haklarıdır. Bütün insanlık için geçerlidir. Tüm insanlara uygulanacaktır. Böyle yapılmazsa dârın ihtilâfı, dinin ihtilâfı mirasa mâni olur, karabete mâni olur, evlenmeye mâni olur. Oysa tüm insanlar eşittir ve bir nefisten yaratılmışlardır.
Peki, insanlar neyin üzerinde anlaşacaklardır? Makul olan ve ilmen doğru olanda anlaşmalıdırlar. Makul olan Kur’an’ın miras âyetleridir. Bunda anlaşmalıdırlar.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”nda hükümranlık Adil Düzencilerde olacaktır. Onlar da İnsanlık haklarını tabiî hukuk ilkeleriyle koruyacaklardır. O da Kur’an hukukudur. Böylece tüm insanların bir arada yaşamaları sağlanacaktır. Devletler değişik hukuklara sahip olmakla değil, değişik yerlerde değişik hukukları korumakla yükümlüdürler. Devletler dış güvenliği, iller iç güvenliği ve bucaklar da hukuk düzenini korurlar. Hepsi yargı hakkı üzerinde dururlar. Burada çok hukukluluk tek hukukluluğa dönüşmüyor mu? Evet.
Eğer insanlar başka ülkelerdeki insanlarla evlenmeselerdi, ortak çocukları doğmasaydı, bu doğru olurdu. Ama gelecekte insanlar yabancılarla evleneceklerdir. Bunda biyolojik gereklilik de vardır. Gönül ferman dinlemez ilkesi bunu sağlamaktadır.
Kur’an da bunu tasvip ettiği için miras âyetlerini insanlık için tanzim etmiştir. Baştan “Ey Nâs” diye başlamıştır. Falan devlet bunu kendi iç işlerinde uygulamayabilir, filan il uygulamayabilir, bucak başka bir bölüşme sistemi kabul edebilir. Onların iç işlerine karışmadığımız için istediklerini yaparlar.
Ancak onlar oradan hicrete mâni olamazlar; olurlarsa bu savaş sebebi olur. Uluslar arası veya iller arası veya bucaklar arası ilişkilerde Kur’an’ın doğal hukuku geçerli olacaktır. Hicret etmeyenler de oradaki zulüm kanunlarına dayanmak zorundadırlar. İçte isyan çıkarma yoktur, hicret vardır.
وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ (Va Man YuOıGı elLAvHa Va RaSUvLaHu)
“Allah ve resulüne kim itaat ederse.”
Buradaki “Men” men-i umumiyedir. Kim olursa olsun, ister Arap, ister Türk, ister Müslüman, ister Budist, hattâ isterse komünist olsun, yani her kim olursa olsun; Allah ve resulüne kim itaat ederse, onun cennetlik olduğunu söylüyor.
Allah âhirette niyetlerden dolayı sorguya çekmeyecektir; niyetli amellerden sorguya çekecektir. Biri niyet etmiş ama yapmamışsa, ona ceza verilmeyecektir. Niyet etmedi ama kaza çıktı; Allah yine sormayacaktır.
Burada “Allah ve Resulü” kelimesi kullanılmaktadır. Kur’an’da;
- “Allah” dendiği zaman hukuken “topluluk” anlaşılır, içtihat ve icmalarla oluşan şeriat anlaşılır. Kim bunlara uyarsa muttaki olur.
- “Resul” dendiği zaman halkın temsilcisi olan “başkan” anlaşılır. Başkan kimdir? Cemaatlerin ittifakla karar vermedikleri hususlarda herkes kendi içtihadı ile amel eder. Ancak bazı zamanlar olur ki karar veremezler ama karar vermek zorundadırlar. Mesela, Pazar günü toplantı yapmamız gerektiğinde anlaştık. Ama nerede veya hangi saatte diye anlaşamadık. Yeri veya saati belirlemek üzere ortak bir vekil seçeriz. Ona hepimiz bu hususta bizim adımıza karar almak üzere vekâlet veririz. Sonra o kararı vekilimiz bizim adımıza aldığı için hepimiz ona uyarız. Demek ki başkan ortak vekildir. Yetki verdiğimiz konularda bize vekâleten karar almaktadır. Bu karar ittifakla alınmış gibi olur. Başkanın bu kararlarına itiraz edilebilir. Mağdur olanlar hakemlere gidip haklarını arayabilirler. Bundan daha iyi demokrasi olur mu? Bucak başkanını değiştirebiliyorsun, aldığı kararlara karşı hakemlere gidebiliyorsun.
- “Allah Ve Resul” dendiği zaman da “başkanın hakemlik yetkileri”ni ifade eder. Eğer iki kişi arasında bir niza çıkarsa başkana başvururlar. Başkan haklı ve haksızı gözetme yerine, işin selametle yürümesini nazara alarak karar verir ve işin önünü açar. Başkan kararında haksızlık yapmışsa mağdur olanlar hakemlere gider ve mağduriyetlerini giderirler. Böylece hayatın önü tıkanmamış olur.
- “Allah Ve Resulü” dendiği zaman, “hakemlerden oluşan yargı” kastedilmiş olur. Bu devlet aşamasından önce bile var olan bir müessesedir. Taraflar birer hakem seçerler, hakemler de kendilerine bir baş hakem seçerler. Üç kişilik hakem heyeti soruşturmacıları dinler. Kur’an bunlara “şahit” demektedir. Hakemler şahitlerin şehadetini kabul veya reddedebilirler. Kendileri soruşturmazlar. Kabul ettikleri takdirde hüküm kesindir. Artık icra edilir. Sonra hakem ve şahitler hakkında dava açılabilir, akileleri öder. Verilmiş karar infaz edilir. Kararlara herkes kendi arzusuyla uyar. Kararları başkan infaz eder. Böylece yargı bir süreçtir. Dolayısıyla Kur’an’da “Allah Ve Resulü” tâbiri ile ifade edilmektedir.
Yargı kararlarına itaat etmek demek, Allah ve Resule itaat etmek demektir; yani, topluluğa ve başkana itaat etmek demektir. Topluluk kuralları koymuştur. Şahitler kurallara uyulmadığını belirlemişlerdir. Hakemler cezalarını vermişlerdir ve başkan da uygulamıştır. Toplulukta başlamış, başkanda bitmiştir.
Şahitler topluluk adına şehadet ederler, hakemler taraflar adına karar alırlar ve başkan da uygulama yapar. Başkan hakem olarak karar verdiği zaman topluluğa daha az bağlıdır. Oysa hakem kararlarında daha sıkı ilişki vardır.
Başkan kendi adına değil, tamamen topluluk adına karar vermektedir. Onun için izafet etmiş “Ve Resulü” demiştir.
Hakemlerin ehliyeti topluluk tarafından verilmektedir. Yani, halk hakemini seçerken gelişigüzel kimseleri hakem olarak seçememektedir. Hakemler kararlarını kendi içtihatlarına göre verirler. Baş hakem, tarafların hakemleri anlaşamazlarsa o zaman karar verir. Hakemlerin değiştirilmesi mümkün değildir. Oysa vekiller değişebilir.
Başkanın sitesinden ayrılan o başkanın kararlarına uymak zorunda değildir. Oysa hakemlerin kararlarına herkes her halükârda uymak zorundadır.
Hakemlerin ücretleri, şahitlerin ücretleri taraflardan değil, kamu bütçesi ile karşılanmaktadır.
Hakemler baş hakemlikte anlaşamazlarsa hakemlikler düşmektedir. Bir daha o davada hakem olamamaktadırlar. Zamanında bitirilmeyen davalarda da benzer olay olmaktadır. Davalar sürüncemede bırakılmamaktadır. Bir hakem aynı zamanda iki davanın hakemi olamaz.
Bütün bunlar adaletin tahakkuku ve dengenin bozulmaması için kıyasen ve aklen tesbit edilmiş kurallar olup, daha iyi çözüm getiren olursa ona uyulur.
Neden anlaşamayanların hakemliklerini düşürüyoruz? Çünkü o zaman iş uzar ve yargılama olmaz. Onlara bir an önce baş hakemlerini seçtiriyoruz. Niye? Bir dava bitmeden başka davada hakemlik yapamıyorlar, çünkü o zaman davalar şimdi olduğu gibi asırlara ulaşır. Ücretlerini kamu veriyor, çünkü halk vergisini adaletin tesisi için veriyor, zayıfı kuvvetliye karşı korumak için veriyor. Yoksa yargı Batı’da olduğu gibi zenginlerin sömürü aracı oluverir.
Hakemlerin atama şekli talak âyetinde belirtilmiştir. Burada ise hakem kararlarına kesin olarak uyulması gerektiği miras âyetlerinde belirleniyor.Çünkü hakların bölüşülmesi en çok boşanma ve ölüm sonrası oluşur.
يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ (YuDPıLHu CenNATın)
“Onu Cennetlere idhal eder.”
“Cennet” meyveli ağaçlıklardır. Kur’an âhiretteki hayatı bunlarla tanımlamaktadır.
Dünya hayatı ile âhiret hayatı birbirine çok benzemektedir. Dünya ölümlüdür, orası ölümsüzdür.
Dünyada soğuyan bir daha ısınmaz. Onu ısıtan mekanizma yoktur. İnsanlar onu ısıtabiliyorlar ama bir başka şeyi soğutarak. Daha sıcak şeyi soğutarak ısıtabilirsiniz. Ama toplam olarak o da ısınmadır.
Denize sular dökülüyor, ama güneş tekrar onu yukarıya kaldırıyor. Ancak bu arada güneş soğuyor. Bundan 10 milyar yıl sonra güneş tamamen soğuyacaktır. Böylece saat gelmiş olacaktır. Ama sonra yeniden dünyada genişleme olacak ve güneşler oluşacaktır. Orada yer güneşleri değiştirerek soğuyan güneşten soğumamışa gidecektir. Bu sefer soğumuş güneş yeniden ısıtılmış olacaktır. Şarj edilen akü gibi olacaktır.
Bu güneşin ısıttığı bahçelere sokulacaktır.
Burada “Cennât” nekire kullanılmıştır. Yargı kararlarına uyan topluluklar bu dünyada da bahçelere ulaşacaklardır. Âhiret burada bilinen bahçelerden olmayacaktır. Çok bahçeden bahsedilmektedir. Cennet halkı değişik sınıflarda olacaktır. Bu dünyadan geldiklerinde dünyadaki amellerine göre bir yere yerleştirileceklerdir. Ondan sonra oradaki amellerle daha yukarılara çıkabileceklerdir. Orada günah işleyip cezalanma yoktur, amel-i salih işleyip derece yükseltme vardır. Bugün melekler için de aynı şeyler söz konusudur.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIy MıN TaPTıHAv eLEaNHARu)
“Tahtında nehirler cereyan edecektir.”
Buradaki “nehirler” belli nehirlerdir. Kur’an’ın bir başka yerinde tanımlanan sudan, baldan, hamrden ve sütten nehirler olduğu bildirilmektedir. Kur’an’da cennetin altından akan nehirlerden bahsetmektedir.
Bu nehirler açık nehirler olmayıp, yer altında borulara alınmış nehirlerdir. Ancak bunlar duran suları değil, devamlı akan boruları içermektedir. Her borunun geliş ve gidiş kısmı vardır. Devamlı akmaktadır. Siz çeşme açıp su alabilirsiniz, süt alabilirsiniz, hamr alabilirsiniz, süt alabilirsiniz. Kapattığınız zaman da sular akmaya devam eder. Bunlar belli göllerde toplanır, orada eksilen sütlere ilave edilir. Böylece sular devamlı denetim altındadır ve arıtılmaktadır.
Gelecekte şehir sularının da bu şekilde devrettirilmesi gerekecektir. Biyolojik ve kimyasal kirlenmelerin önüne böyle geçilebilir. Aslında bu fazla masraf da gerektirmez. Evlere su alınırken bu şekilde devridaim yapan şebeke şeklinde oluşturulmalıdır. “Tahtıha” kelimesinin bize öğrettiği husus budur.
Benzer şebeke pis sular için de yapılabilir. Kullanma suları arıtılır ve sirküle ettirilebilir.
Yargı kararlarına uyan kimselerin âhirette bu cennetlere yerleştirildiği müjdelenmektedir.
Böylece ülkede ve dünyada yeraltı suları, sütleri, balları ve yakıtları dolaştıran şebekeler oluşturulabilir. Kentleşme projelerinde bunlar ele alınabilir. Bunların olabilmesi için ise adil yargı sisteminin mutlaka oluşması gerekmektedir. Bu da ancak dayanışma ile garantiye alınmış “hakemlik sistemi” ile mümkündür.
Mü’minler kendi sitelerini kurmalıdırlar. Kendi sitelerinde “Adil Düzen”i oluşturmalı ve hakemlerden oluşan yargı sistemini meydana getirmelidirler.
خَالِدِينَ فِيهَا ( HaLiDıYNa FıYHAv)
“Orada hâliddirler.”
Orada hep kalacaklardır.
Kur’an’da âhiret için bu ifadeyi kullanmaktadır. Bazı âyetlerde “Ebedâ” kelimesini de eklemektedir.
Dünyaya geliyoruz, yaşıyoruz ve gidiyoruz. İnsanlık olarak da yaşıyoruz.
Şu soru sorulur:
İnsanlar kıyamete kadar yaşayacaklar mıdır?
Yoksa insan nesli kuruduktan sonra Kâinat boş boş devam edecek midir?
Normal olarak meyve ağaçları çiçeklerini büyüdükten sonra geç açarlar. Belli bir dönemde meyve vermeye başlarlar. İnsan da Kâinatta en son yaratılmıştır. Meyve ağaçları yaşlandıkları zaman sonuna kadar meyve vermeye devam ederler. Verimleri az olabilir ama hiç vermedikleri pek az olur. Bu kıyasla bu dünyada insan nesli yok oluşa kadar var olacaktır. Zilzâl Sûresi’nde bu haber olarak verilmektedir.
Âhirette insanlar dünyada olduğu gibi bebek olarak gelip büyümeyeceklerdir. Öldükleri zamanki halleriyle dirilip sonra insanın olgunluk yaşı olan 33 yaşlarında olacaklardır. Yaşlılar gençleşecek, gençler yaşlanacaklardır. Orada zamanı atlamak sözkonusu olduğu için hesap bitince bunlar da gerçekleşmiş olacaktır. Sonra gerisin geriye gidilerek hesaplar kapatılacaktır. Ondan sonra da artık orada hâlid olarak yaşanacaktır.
Ne zaman? Miyarlarca yıl. Peki, sonra ne olacaktır? Sonrası bizim için meçhuldür. Ama hiçbir zaman yok olma yoktur ve hiçbir zaman daha kötü duruma düşme yoktur. Daima ilerleme olacaktır.
İşte yargı kararlarına uyanlara bu müjdeler verilmektedir.
Mü’minler mahkemelere gitmemelidirler. Sorunlarını daima hakemlere götürmelidirler. Cumhuriyet kanunları hakemlik sistemini benimsemiştir. Hakim kararları gibi geçerlidir. Yeter ki taraflar baştan hakemlik sistemini kabul etsinler.
وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (Va ÜavLıKa eLFaVZu eLGaÜIyMu)
“İşte azim fevz budur.”
“Fevz”, “Feyz” kelimesinden gelmektedir.
“Fevz” başarı ve kazanç anlamındadır. Suyun kabarması anlamındadır.
“Azîm” kocaman, büyük anlamındadır.
“İşte büyük başarı budur” denmektedir. Bir ilkenin “Adil Düzen”i kurabilmesi gerçekten büyük başarıdır. Biz bunu nasıl kuracağız? Bunu mü’minler yapmalıdırlar.
Akevler Kooperatifi marketi faaliyete geçirdikten sonra, “hakemlik sistemi”ni çalıştırmalıdır. Yaptığı bütün anlaşmaların altına “Anlaşmazlıklar hakemler yoluyla çözülür.” diye kayıt düşmelidir. Bu geçerlidir.
Ayrıca markete veresiye satan veya sipariş veren kimse yani herhangi bir sürekli alışverişte bulunan kimse kooperatife üye olmak zorunda bırakılmalıdır. Kooperatife üye olanlar sorunlarını hakemlere çözdüreceklerdir. Hakemliği kabul etmeyen kooperatiften çıkarılmalıdır.
Hakemlerin aldıkları kararlar kooperatifin garantisinde olmalıdır. Dayanışma içinde tediye edilmelidir.
Kooperatifin ortak avukatları olmalıdır. Bu avukatlar başka dava almamalıdırlar. Bunlar hakem kararlarına uymayanlara karşı çıkmalı ve bunların açacakları davaları bedelsiz takip etmelidirler.
Böylece kendi aramızda kuracağımız “hakemlik sistemi” sayesinde biz azim fevze ulaşacağız. Bu büyük fevz olacaktır. Bunu idrak edemeyen Müslümanlar uçuruma doğru gitmektedirler.
Müslümanlar Cumhuriyet hükümetlerinde herhangi bir eksiklik bulmasınlar. Cumhuriyet kanunları Müslümanların lehine hükümler içermektedir.
Bürokratlar bunları eğip bükmekte ve kendi kafalarına göre zulümler yapmaktadırlar.
Bu mesele de kurulacak “avukatlık sistemi” ile bertaraf edilebilir. Çünkü devletin görevlileri içinde de gerçekleri gören insanlar vardır. Sizi destekleyeceklerdir. Sizi haklı gördükleri zaman hakimler de sizinle beraber olacaklardır. Askerler de öyledir. O halde siz haklı olduğunuzu göstermek durumundasınız.
Bunu da çıkaracağınız “dergi” ve “marketler zinciri” ile başaracaksınız. Başka çıkar yolunuz yoktur. “Yolunuz” diyorum; çünkü hayatımda artık o günleri göreceğimi sanmıyorum. Ben hep bunun için uğraştım... Birçok insanları bu hususta teşvik edip katkıda bulunmalarını sağladım... Kendim her şeyimi bu yolda harcadım... Zaruretler içinde yaşadım... Elimden gelen her şeyi yaptım... Başaramadım…
Ama “Akevler” böyle oluştu.
Muhasebesiz İslâmî hayat yaşanmaz.
Hakemlersiz İslâmî hayat yaşanmaz.
Savunmasız İslâmî hayat yaşanamaz.
Bunların ilmini yaptık. Kitaplarını yazdık. Ama fiilî olarak başaramadık. Fevze eremedik.
Çünkü hakem kararlarını işletemedik, uyma başarısını da elde edemedik.
Bütün belgeleri sizlere bırakıyoruz. Bir gün Allah size muhasebe imkânını verdiği zaman, benim hesaplarımı da çıkarırsınız. Varsa, haklarını onlara verirsiniz. Ama unutmamanız gereken bir şey var; “azim fevz” hakem kararlarına uymakta vardır. Hakemlik müessesesini mutlaka kurmalısınız.
وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ (Va MaN YaGÖı elLAHa Va RaSUvLaHu)
“Allah ve resulüne kim isyan ederse.”
“Allah Ve Resulü” deyimi, hakemlerden oluşmuş yargı kararlarına kim karşı gelirse anlamındadır.
Kur’an’da eğer farklı deyim geçiyorsa mutlaka farklı manâları vardır. Allah’a isyan, resule isyan, Allah ve resule isyan, Allah ve resulüne isyan farklı manâlar taşımaktadır.
“Allah ve resule isyan” demek, yargı kararlarına isyan demektir. Karşı çıkma ve dinlememe demektir.
Kişi kendi hakemini kendisi seçer. Bu kamu davası ise dayanışma ortaklıkları başkanları kamunun hakemini seçerler. Eğer bunlar çok ise yani davacı çok ise davacı hakemleri ortak hakem seçerler. Ortak hakemlerde anlaşamazlarsa onların hakemlikleri düşer. Taraf ortakları yeni hakemler seçerler.
Hakem kararları karara bağlandıktan sonra herkes kendi arzusu ile hakem kararlarını yerine getirir. Başkanın talimatı ifa edilir. Eğer hakem kararlarına uyulmazsa, bu mâli yükümlülük ise alacak hükümleri uygulanır. Kişi iflas etmiş olur. Mallarına el konmaz. Ancak ona kredi verilmez ve borçlanma ehliyetini kaybeder. Ölünce mirası ile borçlar tasfiye olunur. Eğer cezai mahkumiyetse kendi rızası ile infaza izin vermeyenin hukuki himayesi kalkar ve katl suretiyle bertaraf edilir.
Kur’an’da “Allah Ve Resulü” ile muharebe edenlerin cezaları tesbit edilmiştir.
Bunlar hakem kararlarına uymayan kimselerdir. Bunlara uygulanacak cezalar; katl edilmeleri, salb edilmeleri, ellerinin ve ayaklarını çapraz kesilmesi ve nefydir. Bu işleri uygulayacak ve icra edecek olan il güvenliğidir. Bucak cebri infaz yapmaz.
وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ (Va YaTaGadDa XuDUvDaHuv)
“O’nun hudutlarını taaddi ederse.”
“Udve” vadinin yakası demektir. “Taaddi etme” demek, vadinin bir tarafından diğer tarafa geçmek demektir. “Hududu taaddi etmek” demek, başkasının haklarına dokunmak demektir.
Burada “Va” harfi kullanılmıştır. Bir kimse haklı olduğu halde mahkum edilirse, o kişi o ilçeyi terk ederse günahkâr olmaz. Bucağını terk edecektir. Çünkü muhakeme orada olmuş, karar orada verilmiştir. İlçenin bucaklarına da yerleşemez, çünkü onu mahkum eden hakemler ilçedeki hakemlerdir. Onların kararına isyan etmiştir. O ilçenin diğer bucaklarına da yerleşemez.
İslâmiyet’te davayı temyiz etmek yoktur. Ancak eğer ilçeyi terk ederse, hangi bucak onu kabul ederse o iki bucağın ortak mahkemesinde muhakeme edilir. İl hakemlerince muhakeme edilir. Orada da haksız olarak mahkum olursa, bölgenin dışına çıkmalıdır. İl mahkemesinde muhakeme edilir ve haksız yere mahkum olursa, o zaman kıtanın dışına çıkmalıdır. İnsanlık mahkemesinde muhakeme edilir ve orada da mahkum edilirse, artık gidecek yeri yoktur. İşte o zaman ona cebri icra icra edilir.
Demek ki İslâmiyet’te idam cezası vardır. Ancak bu cezanın infazı önce afla durdurulmuştur. Sonra da hicret ederse diyete dönüşür. Gittiği yer diyeti kabul ederse kısas diyete dönüşür.
Eğer bu kişi Mekke’ye sığınmışsa, orada takip olunmaz, çıkması beklenir. Mağdur olanlar ister beklerler, isterlerse diyete razı gelip onu serbest bırakırlar.
İslâm hukuku tam denge üzerine oturan hukuktur. Kısaslar diyete çevrilmiştir. Borçlar dayanışma ortaklıkları tarafından ödenmektedir. Kişiye daima ıslah olma fırsatı sağlanmaktadır. Hapis cezaları ve kamu affı gibi müesseseler yoktur. Hapis yerine zorunlu çalıştırma yerleri vardır. Yani bir yere nefyetme vardır.
Burada işaret edeceğimiz en önemli husus “Hududehu” diyerek müfret zamir göndermiştir. “Allah ve resulü”ne “Hüma” yani ikili zamir göndermemiştir. Bunun anlamı, burada kastedilen “Allah ve resul”ün ayrı ayrı değil, ikisinin birden bir müessese olmasıdır. Yani, bu kişi değil, bir kurumdur. Devleti ve yönetimi temsil eden bir kurumdur. Bu kurum da yargı müessesesidir. Çünkü hakemlerden oluşan yargı toplulukta bütün kurumlardan yücedir.
Kur’an yargı üstünlüğünü kabul etmiş ama yargıyı hakemlerden oluşturmuştur. Hakemleri taraflar kendileri seçtiğine göre onların kararına herkes uymak zorundadır.
Batı dünyası ise bu kuralı almış ama kendi atadığı hakimlere uygulatmaktadır. İşte Batı’nın bütün müesseseleri böyle kapitalin yani sermayenin hakim olması için tahrif edilmiştir.
Cezada kesinlik ilkesi Kur’an’ın getirdiği ilkedir, ama suçlardan doğan mağduriyetin giderilmesi için diyet konmuş, diyette ise kesinlik aranmamıştır. Oysa Batı bunu almış, kesinlik ilkesini almış ama diyeti atmış, çünkü sermayeye ortak istememiştir. O zaman hukuk yerine polis dayağı ortaya çıkmıştır. Çünkü hukuk düzeni tesis edilemeyince eşkıya düzeni ortaya çıkar. Eşkıyayı da ancak devlet eşkıyası ile bertaraf edebilirsiniz.
Hukuk düzenini kurmadan karakolda işkenceyi kaldırmak demek, teröre davetiye çıkarmak demektir.
Sömürü sermayesi dünyayı işte böyle ateşe vermektedir.
يُدْخِلْهُ نَارًا (YuDPıLHu NaRan)
“Onu nâra idhal ettirecektir. Onu ateşe sokacaktır.”
Hakemlik müessesesini kurmayan ve hakem kararlarına uymayan topluluklarda ellerinden geleni yapmadan yaşayanlar ateş ehlidirler. Bugünkü insanlığın kurtuluşu hakemlik sisteminin tesisine bağlıdır. Bunun için iktidar olmak gerekmez. Sadece Müslümanlar siteler kuracaklar, hakemlik sistemini kabul edecekler ve aralarındaki sorunları hakemlerle çözeceklerdir.
Gerçi hakemlik sistemi ceza kanununda geçerli değildir, ama orada da bilirkişilik sistemi geçerlidir. Mahkeme masraflarını kooperatifler yüklenirlerse Müslimler kendi aralarında hakemlik sistemini kurabilirler. Böylece ateşe girmekten kurtulurlar.
Kur’an’ı 1400 yıl önce Araplara nâzil olmuş günü geçmiş kitap kabul edenler yanılıyorlar.
Hakemlik müessesesini ve siteleşmeyi gerçekleştirmedikçe insanlığın kendilerini bekleyen sosyal âfetlerden kurtarmaları mümkün değildir.
Sitemizi kurduğumuz zaman diğer ceza sistemimizi uygulayamayız ama nefy cezasını uygularız. Bu da bize yeter.
İktidar olmak hiçbir şey ifade etmez. Önce kendimiz kendi işletmelerimizde ve sitelerimizde İslâmiyet’i yaşamaya başlamalıyız.
Biz “Akevler”de böyle bir site kurmaya çalıştık. Şartlar müsait olmadığı için, bizim bilgimiz yeterli olmadığı için, birden büyümeye başladığımız için, siyasete karıştığımız için başaramadık.
Şimdi ise artık zamanı gelmiştir. Şartlar müsait olmuştur. Anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.
“Akevler” denemesi bize yeni siteleri daha sağlam bir şekilde kurma imkânını vermiştir. Küçükten başlayabiliriz. Siyasetten ya uzak dururuz , ya da “Adil Düzen Partisi”ni kurarız. İktidar olmakta gözümüz olmaz; Partimizi sadece korunma ve uzlaşma aracı olarak kullanırız. “Adil Düzen” üzerinde diğer partilerle uzlaşıp “Millî Mutabakat Hükümeti” kurmadıkça yönetime katılmayız. Heykellere yemin etmeyiz.
خَالِدًا فِيهَا (PALıDan FıyHAv)
“Orada haliddirler.”
Yahudilere, Hıristiyanlara, Müslimlere sorarsanız; kendilerinden başka herkes cehenneme gidecek, kendileri ise cehenneme gitseler bile biraz sonra oradan çıkacaklardır.
Oysa burada çok açık olarak Allah ve resulüne isyan eden ve O’nun koyduğu şeriat hükümlerine uymayan kimse kim olursa olsun; ister Müslim, ister kâfir, ister mü’min, ister ateist, ister Türk, ister Rus, ister Yahudi, ister Japon, yani her kim olursa olsun, yargı kararlarına uymazsa cehennemliktirler ve ebediyen orada kalacaklardır diyor.
“Men” kelimesini kullanmaktadır. O halde biz cehennemden kurtulmak istiyorsak, kooperatifler kurup hakemlik sistemlerini çalıştırmalıyız.
Kooperatiflerde paylar hayatta taksim edilir. Kooperatif hakemleri karar verirler. Miras hükümleri Allah’ın istediği şekilde paylaştırılabilir.
Şirketi mufavada hükümleri ile bunu çok kolaylıkla sağlayabiliriz. Herkes kooperatife ortaktır. Herkesin ortaklığı sözleşmelerle bağlıdır. Vasiyetleri de ona göre yapılır. Buna uymayanlar kooperatiften çıkarılır. Ona da medeni kanuna göre pay verilir.
“Akevler” ortakları, “Adil Düzen” inananları bu âyeti hiçbir zaman beyinlerinden yani akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Devleti yıkmakla değil, devleti yaşatarak içinde şeriatı yaşama yollarını aramalıdırlar.
Eğer daha iyi bir devlet varsa, oraya hicret edebilirler.
وَلَهُ عَذَابٌ مُهِينٌ (Va LaHuv GaÜABün MuHIyNun)
“Onun için mihnetli azap vardır.”
“Mihnetli” sıkıntılı demektir. “Muhanat” yorucu demektir.
Yukarda “büyük fevz budur” denmiştir. Orada marife kullanmıştır. O dünya hayatındaki başarıdır. “Adil Düzen” kurulmuş olacak ve insanlığı bekleyen felaketlerden korunmuş olacaklardır.
Bu hakemlik sistemini kurmayanlar, kendi “Adil Düzen Siteleri”ni oluşturmayanlar, mihnetli bir azap içinde olacaklardır. Yani, bunlara helâk gelmeyecek, ancak çok sıkıntılı hayatı bu dünyada yaşayacaklardır. Âhirette ise nârda hâlid olacaklardır.
Kur’an’ı okuduğumuz zaman, Kur’an’ın bize söylediklerine kulak vermeliyiz.
Artık Allah’ın kurtuluş çağrısına, dünya ve âhiret saadetine kulak vermeliyiz.
Miras âyetlerinden sonra bu âyetlerin gelmesi bize şunu bildirmektedir. Miras hükümleri devlet aşamasından önce de vardır. Babalarının malları çocuklarına kalıyordu. Miras âyetleri bölüşmeyi adil hâle getirdi. Yine devlet aşamasından önce hakemlik de vardı. Kur’an bunu müesseseleştirdi.
O halde devlet İslâm devleti olmasa da biz aile hayatımızı ve site hayatımızı İslâmî hükümlere göre yaşayabiliriz. Halkımız buna hazırlanmalıdır.
Bizim neslin elli senelik uygulaması bizi buralara getirdi.
Bu çalışmalarımız bizi iktidar etti ama sonuç ne oldu?
Kurtuluş Avrupa Birliği’ne girmede arandı!
Kendisi bitmiş bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede!
Avrupa Birliği’nin nesi vardır? Oraya girmekle nasıl kurtulunacaktır? Ağır yükle o da batacaktır.
Demek ki siyasi yol çıkar yol değildir.
Çıkar yol Adil Düzene göre ekonomik işletmeler kurmak, Adil Düzene göre siteler oluşturmaktır.
Rabbimiz!
Taşıyamayacağımız yükü bize yükleme.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاللَّاتِي يَأْتِينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ أَرْبَعَةً مِنْكُمْ فَإِنْ شَهِدُوا فَأَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتَّى يَتَوَفَّاهُنَّ الْمَوْتُ أَوْ يَجْعَلَ اللَّهُ لَهُنَّ سَبِيلًا(15) وَاللَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَآذُوهُمَا فَإِنْ تَابَا وَأَصْلَحَا فَأَعْرِضُوا عَنْهُمَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ تَوَّابًا رَحِيمًا(16) إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللَّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ فَأُوْلَئِكَ يَتُوبُ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(17)
وَ (Va) “Ve”
“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır.” dedikten sonra, hududa riayet edenlerin âhiret saadetini zikretti.
Ondan sonra hududu aşanlar için âhiret azabını zikretti.
Şimdi de dünya azabını ele aldı. Dünyada yapılan her amelin âhirette hesabı vardır. Tam adalet orada sağlanacaktır. Ancak caydırıcılık olmak üzere de dünyada cezası vardır.
Bu sûre aile hayatı ile ilgili hükümleri anlatmıştır. Önce küçüklerin büyütülmesi ile işe başlamıştır. Sonra erginlerin mufavada şirketi içinde yaşamalarını dile getirmiştir. Sonra da miras hükümlerini vazetmiştir. Doğma, yaşama ve ölme ile insan ömrünü tasvir etmiştir.
Ne var ki, bütün bu hükümlerin hepsi evlilik müessesesine dayanmaktadır. Eğer evlilik müessesesi olmazsa aile olmaz, aile olmazsa bütün bu hükümler havada kalır. İnsanları evlenmeye zorlayan bir müessesenin olması gerekir. Evliliği koruyan bir müessese olmalıdır. Bu da serbest cinsi ilişkinin yasak olmasıdır.
Bu yasakla iki şey sağlanmaktadır. Önce aile müessesesi korunmaktadır. İnsanlar serbest cinsi ilişki kuramayınca evlenmek zorunda kalırlar. İkincisi de, bu sayede neseb tesbit edilmiş olur, yani doğan çocuğun annesi ve babası belirlenir, ailesi belirlenir.
Sosyal yuvalar kurarız, nesebi belirleriz diyebilirsiniz. Ne var ki, yuvalarda büyüyen çocuklar kardeş olabilir ve bunlar evlenebilir. İşte o zaman yakın evliliklerden dolayı neslin dejeneresi söz konusudur.
Bunun dışında, serbest cinsi ilişkiler sebebiyle zührevi hastalıkları yani frengi, AİDS ve daha bilmediğimiz nice hastalıkları önlememiz mümkün değildir.
- Bu sebepledir ki gizli yapılan cinsi ilişki suçtur ve 100 sopa atılmaktadır.
- Akrabaların birbirleri ile yaptıkları cinsi ilişkiler de suçtur ve 100’er sopa atılır. Aileden de olsa atılır ve erkek kadının bulunduğu ilçeden sürülür.
- Kadın bir erkekle cinsi ilişkide bulunduktan sonra üç ay beklemeden başka erkekle cinsi ilişkide bulunursa o zaman bu fuhuş yapmış olur. Böyle bir kadına ve buna iştirak eden erkeğe 100’er sopa vurulur. Erkek nefy edilir. Kadın ise evinde hapsedilir.
- Bu cezalardan da etkilenmeyen kadın ve erkek serbest cinsi ilişki kurmaya devam ederlerse, artık zina fuhşa dönüşür ve bunlar köleleştirilir. Bunu alışkanlık hâline getiren erkekler hadım edilir. Kadınlar da zorunlu çalışma beytlerine imsak edilir.
اللَّاتِي يَأْتِينَ الْفَاحِشَةَ (elLATIy YaETIyNa ElFAPıŞata) “Fahişeye varan kimseler.”
Bir kadının zina yapması fuhuş değildir. “Fuhuş” kadınların örgütlenerek fuhuş evi işletmeleri demektir. Onun için çoğul kullanmıştır.
“Fuhşu yapanlar” denmemiş de, “fahişeye varırsa” denmiştir.
Fuhuş evi işleten kadın ile fuhuş evinde çalışan kadının yaptığı fahişeye varmaktır. İşte bunların cezası evlerinde hapistir. Bunlara varan erkeklere zina cezası uygulanır.
Eğer bir erkek kendisi için bir ev açsa, gelen kadınlarla cinsi ilişkide bulunup para verip bıraksa, yani kadınları para ile gizli cinsi ilişkiye zorlasa, kıyasen o da aynı şekilde cezalandırılır. Hadım yapılır.
مِنْ نِسَائِكُمْ (MiN NiSAEıKuM) “Karılarınızdan.”
Evli olmayan kimsenin başkası veya yakını ile cinsi ilişkide bulunması onun 100 sopa ile cezalandırılmasını gerektirir. Ama kadın birisiyle cinsi ilişki kurmuş ve dört ay geçmediği halde veya geçtiği ama boşandığını beyan etmeden başka erkekle cinsi ilişki kurması fuhuştur.
İşte bu sebeple “Nisa” kelimesini izafetle kullanmaktadır.
“en-Nisa” dense kızlar da girer ama “Nisaiküm”e yalnız evli kadınlar girer.
فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ أَرْبَعَةً مِنْكُمْ (Fa iStaŞHıDUv GaLaYHınNa EaRBaGaTan MinKuM)
Onların aleyhinde sizden dördünü istişhad ediniz.”
Bir kimsenin zina ettiğine şehadet ayrıdır, fuhuş yaptığına şehadet ayrıdır. Fuhuş evini işlettiklerine şehadet edilecektir. Zinada olduğu gibi burada da dört şahit gerekmektedir. Dört şahidin şehadeti ile bütün fuhuş fiilinin üyeleri belirlenmiş olur.
“İstişhade etme” demek, soruşturma demektir. Yani, dört soruşturmacıya bunların fuhuş evi işletip işletmediğini tesbit görevi verilir. Bu görevi dayanışma ortaklıkları başkanları verirler. Dinî ve siyasî dayanışma ortaklıkları böyle bir olayın tesbitini şahitlerden yani polislerden isterler. Bu görevi yerine getirenlerin ücretleri kamu bütçesinden bunlar aracılığı ile verilir.
“Aleyhinne” çoğul olarak gelmiştir. Hepsinin birden o suçu işlediğinin ispatı gerekir Tek bir kadının fuhuş yapması sözkonusu olmaz.
Soruşturma aşağıda anlatacağımız şekilde yapılır.
Önce gerekli kişilere gördüklerini sorar. Kişiler ne görmüşlerse onu söylerler. Sanıklara da kendilerine gidilerek ifadeleri alınır. Bu konuşmalar kayda alınır ve bunların tamamı gizlidir. Bu kayıtları kendilerinden başka kimseye vermezler; mahkemeye de vermezler. Eğer kanaat getirirlerse bu soruları kendilerine yazılı olarak sorarlar. Yazılı cevapları dosyalarlar. Bu soruşturma da duruşmalı yapılamaz, karakol soruşturması yapılamaz. Her polis soruşturmayı ayrı ayrı kendisi yapar, kendi dosyasını tanzim eder. Bu soruşturmada verilen beyanlar suç oluşturmaz. Dışarıdaki konuşmalar suç oluşturur ve kazıf cezasına mucip olur. Dört şahit de böyle bir fuhşun yapıldığına kanaat getirirlerse, onlara bu görevi veren akile sorumlusuna şahitlik yapacaklarını bildirirler. O zaman dosyalar hakemlere gider. Hakemler şehadetin kabul edilip edilmeyeceği hususunda karar verirler; baş hakem karar verir. Dört kişi dolunca duruşma yapılır ve birlikte duruşmaya gelen dört şahit isimlerini sayarak “Bunlar fuhuş yapmıştır.” derler. Hakim şehadeti tescil eder. Kararı vermiş olur. Bundan sonra şahitler veya hakemler aleyhine dava açılabilir. Bu davanın açılabilmesi için akile sorumlusunun muvafakati gerekir.
فَإِنْ شَهِدُوا (Fa Ein ŞaHıDUv) “Şehadet ederlerse.”
Fahişeliği yaptıklarına “şehadet ederlerse”, buraya giden erkekler zina cezasına çarptırılıp nefy edilirler, kadınlar ise zina cezasına çarptırılıp hapsedilirler.
“İstişhad etmek” demek, soruşturma yapmalarını istemek demektir.
“İşhad etmek” demek, şehadet etmelerini istemek demektir. Şehadete dâvet etmek demektir.
Şahitlik yapmak için siyasi haklara sahip ve şahitlik yapmak üzere tezkiye edilmiş olmak gerekir. Tezkiyeyi dayanışma ortaklıkları yaparlar.
فَأَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ “Onları beytlerde imsak ediniz.”
Yani, hapishanelerde tutunuz demektir. “Fî buyutihinne” denmiş olsaydı, kendi evleri olurdu.
“Sicn” denmeyip “Beyt” denmiş olmasının sebebi, İslâmiyet’te işkence çektiren hapis hayatı yoktur. Çalışma siteleri veya tecrit siteleri vardır. Burada iskân edilirler, orada çalışırlar, serbestçe yaşarlar. Akrabaları ile her zaman görüşebilirler, eşleri ile birlikte yaşayabilirler. Sadece onların hürriyetleri kısıtlanmıştır. Hareketleri göz altındadır. Hattâ bu kendi evlerinde de olabilir.
“El-Buyût” marife geldiğine göre, bilinen belirlenmiş evdir. İşkence yeri değildir. Tecrit yeri değildir.
“Misk” yapıştırıcı demektir.
“İmsak etmek” demek, tutmak demektir. Salıvermemek demektir. Boş bırakmamak demektir. Nikâhın devamı demek, kadını imsak etmek demek olur. Dolayısıyla imsak etmek herhangi bir kötü durumu tasvir etmez. Göz altında bulundurun demek olur.
Aile müessesesinin yaşaması, nesebin belirlenmesi bakımından zinanın yasak olması gerekir. Hele fuhuş mutlaka önlenmelidir. Aslında bugün bu sadece sağlık bakımından müeyyide altına alınmıştır.
حَتَّى يَتَوَفَّاهُنَّ الْمَوْتُ (XatTAy YaTaVafFAyHunNe eLMavTu)
“Ta ki mevt (ölüm) onları tevfiye etsin.”
Bu müebbet sürgün demektir. Çünkü bunlar serbest bırakılsalar bu tür işletmelere yine tevessül ederler. Yaşlı olsalar da başka kızları ayarlarlar. Dolayısıyla bunlar kendi yurtlarında kalacaklardır. Kendilerine orada çalışıp geçinecek iş verilecektir. Bunlar köle durumuna getirilmişlerdir.
Biz kısas yoluyla böyle erkekleri ve eşcinselleri de aynı durumda hapsederiz. Kendilerini hadım yaparız. Bize göre erkek eşcinseller hadım yapılırlar ve kendi sitelerinde yaşarlar.
Ölüme kadar onların evlerde tutulması sayesinde, bunların sadece fuhuş yapan kadınları değil, fuhuş yerlerini işletmelerini engelleme meselesini de içine alır.
İnsan nesli fuhuş sebebiyle dejenere olmakta, genler bozulmaktadır. Buna tedbir almayan topluluklar kısa zamanda helâk olurlar.
أَوْ يَجْعَلَ اللَّهُ لَهُنَّ سَبِيلًا (EaV YaCGaLe elLAHu SaBIyLan)
“Yahut Allah onlara bir sebil ca’ledinceye kadar.”
Yani, müebbet sürgünden kurtulma yolları vardır.
“Sebilen” kelimesi nekiredir. Bir tek kurtuluş yolu değil, birçok kurtuluş yolları vardır. Elbette bunun biri evlenmedir. Bunlar köle durumunda olduğu için bunlarla evlenenler bir nevi cariye almış olurlar. Kocaları bunlara bakmakla yükümlü olmaz. Kendileri çalışıp geçinirler. Onlara iş verenler onun sahibi olurlar. Kocaları da kocalık yaparlar. O halde bunlara yol şöyle bulunacaktır.
Bunlar satılacaktır. Kime? Erkeklere. İşyerlerinde çalışacaklardır. Ya cariyelik yapacaklar, ya da birisiyle evleneceklerdir. Hür kadınlardan farkı; hür kadınların geçimleri kocalarına ait olup, kocaları veya başkaları onları işe zorlayamazlar.
Bunun dışında tekrar o şeni fiili işleyemez durumda olmaları şartı ile başka çözüm yolları da üretilebilir. Ancak bunlar için meclislerden içtihat ve icmaa dayalı mevzuat geliştirilmelidir.
Buradaki “Allah” kelimesi topluluk anlamındadır.
Burada önemli bir konuyu tartışmak durumundayız.
Bu önemli konu da İslâmiyet’te uygulaman recim cezasıdır.
Kur’an’da zina eden erkek ve zina eden kadın hakkında verilen ceza çok açık olarak ifade edilmiştir. O da yüz sopadır. Mutlaktır. Yani, evli olsun olmasın, ceza kesindir. Yüz sopadır. Burada ise zina değil fuhuştan söz edilmektedir. Fuhşun tarifi değişik şekilde yapılabilir. Biz çoğul olmasından, ismi fail gelemsinden, “Fahişe” kelimesinin marife olmasından hareketle, fuhşu bir zina müessesesi olarak tanımlıyoruz.
Kur’an’ın hiçbir yerinde biz recimle ilgili bir âyete rastlamış değiliz. Hadislerde ise Hazreti Peygamber aleyhisselâmın değişik zamanlarda recm ettiği ifade edilmektedir. Bunların hemen hiçbirisi dört şahitle sabit değildir. Hepsi itirafa dayanmaktadır. Hemen bütün zaniler gelip ısrarla itiraf etmektedirler. Hz. Ebu Bekir’e gitmiş, o kimseye söyleme demiş; Hz. Ömer’e gitmiş, o kimseye söyleme demiş; Nebi aleyhisselâma gitmiş, o da üç defa kovmuş, sonra akıl hastası olup olmadığını soruşturmuş, sonunda recm etmiş.
Bunun böyle olduğunu kabul etsek, hadisi doğru kabul etsek bile, bu olaylar bu âyet nâzil olmadan önce olmuş olabilir. Bu âyet nâzil olduktan sonra da bir olay cereyan etmediği için o hüküm öyle kalmıştır.
Halifeler sorunları Kitap ile değil, Sünnet ile çözdükleri için bu uygulama halifeler zamanında da devam etmiştir. Çünkü o zamana kadar Arap fıkhı ve usûlü fıkıh kuralları ortaya çıkmamıştır.
İmamı Malik Kur’an’dan çok Medine uygulamasını esas aldığı için recme ait haberleri naklederek müesseseyi kabul etmiştir. Ebu Hanife ise Kur’an’a aykırı da olsa, eğer icma varsa, sükuti icma da, olsa onu kabul etmiştir. Dolayısıyla açıkça Kur’an’a aykırı olan ve Kur’an’da asla yeri bulunmayan bir müesseseyi sürdürmüşlerdir. Abdestin nasıl alınacağına dair iki yerde açık tarifler yapan Kur’an’ın, recimle ilgili konuyu değinmeden geçmesi kabul edilir bir şey değildir.
Hele, Kur’an’da recim âyeti vardı, sonra nesh oldu rivayeti ise asla kabul edilemez. Böyle bir şeyin kabulü, Kur’an’ın tahriften masun olduğuna dair kesin âyetleri inkâr olur. Zaten zina cezasını seksen sopa ile, fuhşu ise ölümle sonuçlandırmak hiç makul değildir. Kur’an öyle bir kitaptır ki mutlaka itirazlara cevap verir. Kur’an ölüm cezalarının yalnız katil ve salb ile olacağını da bildirmiştir.
O halde recim cezasının olmadığını Kur’an açıkça söylemektedir.
Bu âyette de onlara verilecek cezanın müebbet imsak olduğu çok açık bir şekilde bildirilmektedir. Bundan dolayı geçmişte yapılan bir hatayı sürdürmemizin bir anlamı yoktur.
Biz tarihe değil Kur’an’a inanıyoruz. O zaman olanların hesabı bize ait değildir. Bizim kesbimiz bize, onların kesbi onlara aittir.
Demek ki recm cezası Kur’an’a tamamen aykırıdır.
وَاللَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ (Va elLaÜAvNı YaETıYAnNıHAv MıNKuM) “Sizden bunlara varırsa.”
Fahişeye varırsa denmektedir. Yukarıda da “Minküm” denmiştir.
Buradaki bu kayıt da şunu gösteriyor ki, olayın bizim topraklarda olmasından çok, kişilerin bizden olmaları önemlidir. Dolayısıyla bu fiili irtikap eden bunu başka yerde de yapsa biz onu cezalandırırız.
Bu suçun cezası bizde olmasından ziyade, bizden olması önemlidir. O halde eğer bizim bucağımızda sakin olan biri gidip başka bucak ve ilçelerde aynı fiili işlerse biz onu cezalandırırız.
Yukarıda yalnız kadınlar için konan fuhuş yasağı burada teşmil edilmiştir. Kadın-erkek bir hâle getirilmiştir. Yani, fuhuş evi işleten kadın ve orada sermaye olan kadınlar cezalandırılacaktır. Zina cezasına çarptırılacaktır. Böyle bir eve giden erkek de cezalandırılacaktır.
Bu ceza yüz sopadır. Erkeğin o ilçeden sürülmesidir. Sürülmeyi neden söylüyoruz. Çünkü evlerde imsak da sürülmedir.
فَآذُوهُمَا (Fa EazÜUvHuMAv) “Onlara eziyet ediniz.”
Burada eziyet tarif edilmemiştir. Bu eziyet kıyas yoluyla veya delâlet yoluyla zina cezasıdır.
Demek ki fuhuş yapan kimselere 100 sopa vurulacaktır. Başka yerde tarif edildiği için burada tarif edilmedi. Yani fuhuş bir zinadır. Zinanın cezası verilecektir. Ayrıca ağır bir zina olduğu için imsak edilecektir.
Fuhşun tanımını şöyle yapıyoruz. Zina, akitsiz ve gizli yapılan bir cinsi ilişkidir. İddet beklenmiş olabilir. Fuhuş ise iddet beklenmeden yapılmış zinadır, örgüt olarak yapılmalıdır. Zinanın kazanç hâline getirilmiş olması gerekir. Evli kadın iddeti bekler, dört ay kocasından uzak kalır ve ben ayrıldım derse, onun yeni erkekle buluşmasında bir mahzur yoktur.
فَإِنْ تَابَا وَأَصْلَحَا (Fa Eın TavBAy Va EaÖLaXAy) “Tevbe eder ve ıslah olurlarsa.”
Suçu işleyenlere eziyet edilecektir. 100 sopa vurulacaktır. Ne var ki bunların böyle bir fiili işlemeleri baştan dört şahitle tesbit edildikten sonra artık tek şahidin şehadeti ile bunlara bu ceza uygulanacaktır. Muhakemenin metodu kesin ispat olmalıdır.
Ne var ki, eğer bunlar tevbe eder ve ıslah olurlarsa, hakemler buna karar verirlerse, o zaman bunlar serbest bırakılırlar. Ölünceye kadar olan ceza biter. Yalnız bunun için tevbe etmiş olması gerekir. Bunu da hakemler tesbit eder.
فَأَعْرِضُوا عَنْهُمَا (FaEaGRıWuv GaNHuMAv) “Onlardan i’raz ediniz.”
Yani, artık onlara eziyet etmeyiniz ve onları aşağılamayınız. Hakemlerin ibrası tevbelerinin geçerli sayılması ve onların eski hâle dönmeleri için yeterlidir.
Demek ki Kur’an burada yeni bir müessese getiriyor. Bir kimse kötü alışkanlığa düşmüşse, diyelim ki sigara içiyor, içki içiyor, uyuşturucu kullanıyor, fuhuş yapıyor. Buna karşı müeyyide uygulayacaktır. Bunun için iki yol var; biri sürgün, diğeri ise her fiil işlemesi hâlinde dayak atılır. Bunlar ceza sistemidir. Dayak yerine para cezasına mahkum edilir. Mesela, bir odada sigara içilmiş ise ve orada o da varsa o sigarayı içmiştir. Ceza verilir. Oysa içmeyen için onun içtiğini ispat gerekir. Kişi ağzıyla tevbe etmiş, fiilen de uygulamışsa, hakemler tevbe edip ıslah olduğuna karar verebilir. İşte bu yenidir.
Zorla çalışma yerlerinde bu kurallar uygulanmalıdır. Böylece mahkumlar ıslah olma yarışına girerler.
Bu husus “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”na girmemiştir. Ceza kısmına eklenmelidir.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ تَوَّابًا رَحِيمًا (EınNa elLAHe KAvNa TevVaBan RaXıYMan)
“Allah tevvab ve rahim bulunmaktadır.”
“Tevvab” dönüşleri kabul eden anlamındadır. Vazgeçen anlamınadır. Önce ben bundan vazgeçtim diyecektir. Suçunu itirafta bulunacak, cezasına razı olacaktır. Varsa, birinin hakkı telafi edilecektir. Borçlu olduğunu kabul edip ödemeyi taahhüt edecektir. O zaman Allah da onun tevbesini kabul eder.
Tabii ki ibadetler ait tevbeyi Allah kedisi kabul eder.
Ama burada eve kapatılmış bir kadınla dört şahit aranmaksızın 100’er sopa yiyen suçlunun tevbesini topluluk nasıl kabul edecektir? Başkanın kabulü yeterli değildir. O zaman bu görev resule verilmiş olurdu. Verilmediğine göre, demek oluyor ki topluluk bir müessese kuracak ve o müessese tevbeyi kabul edecektir. O da hakemlik sistemidir.
Burada yine “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almayan bir husus daha ortaya çıkmıştır. Anayasamıza eklenmelidir. Kötü alışkanlıklara alışkın olan kimselerin suç işlediğini ispat için adil bir şahidin şehadeti yeterlidir. Bu da yenidir.
“Rahmet”e gelirse, Allah kimseye eziyet etmek istemez. Onun için herkesin tevbe edip kötü durumdan kurtulmasını ister. Bu cehennem halkı için de doğrudur. Yani, biz ceza verirken intikam hissi ile vermeyiz, ama şefkat hissi ile veririz. Allah âhirette de insanları cehenneme koyarken aynı şekilde koyar.
إِنَّمَا التَّوْبَةُ (EınNaMAv elTaVBaTu) “Tevbe sadece”
Yukarıda tevbe müessesesini ortaya koymuştur. Cezalar iki şekildedir. Bir defa uygularsınız, cezası biter. Bazı cezalar ise ömür boyu sürer. Mesela, zina iftirasında bulunan kimsenin şehadeti ömür boyu kabul edilmez. Mesela, fahişenin eve imsak cezası ömür boyu sürer. Kötü yollara düşeceğinden korkulan kimseler veli gözetimine alınırlar. Borçlu borcunu ödemedikçe itibarı iade edilmez.
İşte bunlar için tevbe müessesesi getirilmiştir. Ben vazgeçtim diyecek, hakemlere başvuracak, hakemler de durumunu inceleyip ıslah olduğuna karar verecekler ve tevbe kabul olunmuş olacaktır.
Şimdi de tevbenin kabul şartlarını anlatmaktadır. Tevbe ancak şu hallerde kabul edilebilir denmektedir.
عَلَى اللَّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ (GaLAy ElLaHı LelLaÜIyNa YaGMaLUvNa)
“Amel eden kimseler üzerinedir.”
Burada çok önemli olan husus, müzekker çoğul kullanmasıdır. Yukarıdaki âyette “Eğer tevbe ederlerse” denmektedir. Oysa şimdi “cemaatin tevbesi”nden bahsetmektedir, “topluluğun tevbesi”nden bahsetmektedir.
Topluluğun zinayı meşru görmesi, topluluğun faizi meşru görmesi, toplulukta ekseriyetin ekalliyeti (çoğunluğun azınlığı) ezmeyi meşru sayması, merkezin taşrayı sömürmesi gibi büyük günahları yapan topluluklar burada ele alınmaktadır. Topluluğun tevbesi sözkonusu olmaktadır. Kişinin tevbesi de buna kıyas edilir. “İnnemâ”dan önce “Ve” harfi getirilmemiş olması buna delâlet eder.
Burada işaret edilen başka bir husus daha vardır. O da “amelde tevbe”dir, imanda tevbe değildir. İman zaten eski küfrü yok eder. Ayrıca tevbeye gerek yoktur.
السُّوءَ بِجَهَالَةٍ (EalSUvEa Bi CaHALaTin)
“Suu cehaletle amel eden kimselerin tevbesi kabul edilir.
“Sû’e” kötülük demektir. Zina bir se’vettir, faiz bir se’vettir, ekseriyetle azınlığın hukukunu yok etmek bir se’vettir, merkezi yönetim bir se’vettir. Bu kötülükler genellikle bilinmeden işlenir. Kötülükleri yeterince kavranmamış olur. Kavranınca tevbe edilirse kabul edilir.
İşte tebliğ bunun için gereklidir. Tebliğ sonunda uyanabilir ve tevbe edebilirler. Ama biz uyarmazsak onlar cehalet içinde olarak bu günahları işlemektedirler.
Avrupalıları kurtulmuş kabul etmek, Avrupalı olmakla makamımızın yükseldiğini sanmak; işte bunlar cehalettir. “Cehalet” aslında bilmemek değildir, cehalet küfürdür. Bilmemek mazerettir. Oysa cehalet mazeret değildir. “Cahil” demek, bilmiyor ama öğrenmek de istemiyor demektir.
AK Partililer veya diğer partililer “bilgisiz” değil “cahil”dirler. Bâtıl düzenden milyarlar vererek mütehassıs getirmektedirler; ama Allah’ın kendilerine parasız gönderdiği ve Kur’an’ı parasız anlatanlara kulak vermiyorlar. İşte bu cehalettir. Böyle bir cehalet aslında küfürdür. Çünkü Kur’an “cahil” ile “kâfir”i aynı saymaktadır.
-Peki, bundan kurtuluş nasıl olur?
İmanla olur, birden uyanmakla olur. Gaflet içinde iken birden bire iman nûru kalplere doğar ve aydınlanırlar, işledikleri günahların farkına varırlar.
ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ (ÇumMa YaTUvBUNa Min QaRIyBın)
“Sonra karibden tevbe ederler.”
Burada “Sümme” kelimesi geçmektedir. Bu “Sümme” nedir?
İkaz ederler, anlatırlar, hakka dâvet ederler. Bir gün onlar yanlış yaptıklarının ve dalâlette olduklarının farkında olurlar. Batı dünyasının peşinde koşmakla bir yere varamayacaklarını bilir hâle gelirler. Faiz ile ekonominin kurtulamayacağını bilirler. Zinayı alkışlamakla topluluğun selâmete eremeyeceğini öğrenirler.
İşte Adil Düzencilere yüklenen görev budur; bunları onlara anlatmak.
-Peki, bunu nasıl yapacağız?
Biz okuyacak ve öğreneceğiz. Bu okuma yerlerini çoğaltacağız. İstanbul’un 200 (ikiyüz) yerinde bu dersler okunmalıdır. Göreceksiniz, o zaman onlar bunları duyacaklardır. İşte o zaman onlara tevbe imkânları doğacaktır. Yalnız onlara değil, sağır olup kabuklarına çekilmiş olan tarikatlar da bunları duyacaklardır. Din adamları, iş adamları, askerler, siviller, siyasiler duyacaklardır.
İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi halk birlikte hareket etmelidir. Artık körü körüne zavallı siyasilerin peşinde koşmayı bırakıp kendimizin peşinde koşmalıyız. Biz ne yaparız diye uyanmalı ve yapmalıyız.
فَأُوْلَئِكَ يَتُوبُ اللَّهُ عَلَيْهِمْ (FFa EuLAEıKa YaTUvBu elLAHU GaLaYHıM)
“Allah bunlara tevbe eder.”
“Tevbe etmek” demek, geri dönmek demektir. İnsanlar iyiye dönmektedir. Bir kimse eğer bırakır, gider, işi terk eder, ayrılırsa isyan etmiş olur. Sonra pişman olursa, tevbeye sığınırsa, “tâbe ileyhi” ona geri döndü olur. Kendisine döndüğü kimse onu kabul ederse tâbe aleyhi olmuş olur.
“Tevbe” tek başına da lâzım fiil olarak kullanılır. “Filan tevbe etti” demek, tüm kötü alışkanlıkları bıraktı demek olmuş olur. Allah onların tevbelerini kabul eder. Yani, hakemler böyle olan kimselerin tevbelerini kabul edeceklerdir.
Kur’an’da “tevbenin kabul edilmesi” tabiri de geçmektedir.
Bizim tefsirimiz daha çok fıkhî tefsirdir. Kur’an’ı bu dünyada nasıl uygulayacağımızı anlatan tefsirdir. Tabii ki Allah’ın tevbeleri kendisinin kabul edip dünyada ve âhirette onu affetmesi, mükafâtlandırması da şer’î değil de minhaci tefsirdir. Biz onların tefsirlerini başkalarına bırakıyoruz.
Tevbenin zahirî alâmeti aksini yapmadır.
Mesela, bir adam borçlandı, borcunu ödeyemedi. Bugün böyle birine ne yapıyorlar? Malına, evine, işine el koyuyorlar. Hem kendisine, hem ailesine, hem de onunla iş gören insanlara zulmediyorlar.
İslâmiyet’te böyle bir şey yoktur. Borcunu ödeyemeyen kimse müflis kabul edilir. Borçlanma ehliyeti elinden alınır. Ama mallarına asla el konmaz, işine el konmaz. Kendisi normal iş hayatına devam eder. Sadece artık ona borç verenler mahkemeye gidip de borcun tahsilini isteyemezler. Önce öder, sonra alır. Önce teslim eder, sonra parasını alır. Önce çalışır, sonra ücretini alır. Önce ücreti öder, sonra çalıştırır.
İşte böyle bir kimsenin tevbesi, bu hâli üzerinden kaldırmadır. Yani, tekrar borçlanır ve kredi alır hâle gelmesidir. Bu tevbenin kabulüdür. Bunun için önce borçlarını ödemesi gerekir.
Böyle kimseler bucak ve il bütçelerinden desteklenir. Bütçenin altıda biri (sekizde biri de olabilir) her yıl bunlara ayrılır. En az borcu kalanlara verilerek iflastan kurtarılır.
وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (Va KAvNa elLAHu GaLiMan XaKIyMan)
“Allah alim ve hakim bulunmaktadır.”
“Allah alimdir”, bu hükümleri koyarken bilerek koymaktadır. Fuhuş ve zinaya verilen ceza ve bunların affedilmesi hususunda koyduğu hükümler O’nun bilgisi içindedir. Tabiî ve sosyal kanunlara tamamen uygundur.
Bu bize koyacağımız hükümlerin bilgi içinde olması gerektiğini, tabiî ve sosyal kanunlara uygun olması gerektiğini ifade eder.
Allah insanları yaratırken onlara ne gerekiyorsa onun da dürtülerini vermiştir. İnsanın çocuğunu sevmesi ve kim olursa olsun, dini ne olursa olsun çocuğunu büyütmek istemesi, ona verilen bir duygudur.
Bugün kullandığımız kâğıt para aslında hiçbir değere sahip değildir, sadece bir kâğıt parçasıdır. Ama bazen % 500 enflasyon olsa da herkes onu genel olarak kabul eder ve malını verir. Bu bir duygudur. Bu duygu olmazsa ekonomik hayat olmaz.
Konan cezalar da böyledir. 100 sopa mantıki olarak fazla müessir olmamalıdır. Ama öyle değildir. Yüz sopa yalnız maddi eziyet değildir. Size biri tokat atsa, onun acıması fazla bir şey değildir, ama bu harekete karşı infialiniz çok büyük olur. Köylerde bu gibi olayların sonu öldürmelerle biter.
İşte Allah’ın koyduğu cezalar böyle etkin cezalardır.
Kadının evlere imsak edilmesi böyle önemli caydırıcılığı olan bir konudur. Görüşmelerin serbest olması ise bu ibreti biraz daha etkili yapıyor. Bundan dolayı hapishaneler her gün herkese açık olmalıdır. Herkes oraya gidip onları ziyaret etmelidir. Sadece dışarı çıkamamalarının caydırıcılığı çok büyüktür. Şimdi yaptığımız uygulamada ise sadece hapsediyoruz, kimse onları görmüyor. Dolayısıyla caydırıcılığı da yoktur. Çocuklar ve gençler onu orada o halde görünce, ona göre kendilerine ve davranışlarına dikkat ederler.
“Allah hükmedicidir. Bilerek hükmedicidir.” demektir.
Hakemlerin bilerek hükmetmeleri gerekir. Bunun için de istişare mekanizmasını geliştirmiş bulunuyoruz. Mahkemeler bucaklarda kurulur. İlçe merkezinde bulunan teminatlı hakemlerden seçilirler. Bucağa gidip davalara bakarlar. Bunlar yüksek tahsil görmüş kimselerdir. Ama bunlar pratisyenlerdir. Yani, bütün fıkhın konularını bilirler.
Ayrıca bölge merkezlerinde mütehassıs hakemler vardır. Madenci, gazeteci, ticaretçi, idareci gibi. Bu ilçe hakemleri onlara danışır, onlardan gerekirse fetva alır öyle hükmederler.
Ayrıca kıta merkezlerinde de otoriteler vardır, rasihler vardır. Bölge danışmanları da onlara danışırlar. Onlar da birbirlerine danışırlar. Böylece insanlık ulaşabildiği kadar bilgiye ulaşır.
Bucaktaki hakem o bilgilere dayanarak hükmünü verir. Son karar elbette hakemindir ama danışmanlara dayanmak zorundadır. Çünkü yarın aleyhine dava açıldığı zaman, onların fetvasıyla hareket etmişse fetva verenin akilesi (dayanışma ortaklığı) tazmin eder.
“Alîmen Hakîmâ”nın anlamı budar.
Birinci “Alîmen” hâl, ikinci “Hakîmen” ise “Kâne”nin mef’ulüdür.
Yani, Allah bilen hükmedendir demektir.
“Hükmeden” nekire geldiği için buradaki hüküm hakemlerin Allah adına hükümleridir. Allah adına, yani topluluk adına hükmettikleri ifade edilmiş oluyor. Hakemlerin adilane hükmetmeleri için de danışma müesseselerinin çalıştırılması gerekir.
“Adil Düzen Anayasası” buna göre düzenlenmiştir.
Elbette daha iyisi de olabilir. O zaman ona gidilir.