NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
3163 Okunma
NİSA 1-5

 

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ;    275-338 SEMİNERLER………………..22ekim2004/06ocakocak2006

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

                                                                     Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

Adres: AKEVLER İSTANBUL KOOPERATİFLERİ MERKEZİ,  Zafer Mah. Coşarsu Sk. No: 29 YENİBOSNA/ İSTANBUL          Tel: (0212) 452 76 51      393 sahife               

NİSA SÛRESİ TEFSİRİ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

Kur’an 114 sûredir. 7 adet 16’dan oluşur. 7 ikili sayı sisteminin tekli dizisidir. 1, (1+2), (1+2+4). 19 ise 29’un bir eksiğidir. 9, 19, 99 serilerinin ortasındadır.

Kur’an’da bu sayılar zikredilmiştir. Fatiha fihristtir. Tevbe Sûresi’nde ‘Besmele’ yoktur. Büyük Kur’an’ın Besmeleli sûreleri 112’dir. Önce 64’lük büyük sûreler grubu gelir. Sonra onun yarısı kadar 32’lik orta sûreler grubu gelir. Sonra onun yarısı kadar 16’lık küçük sûreler grubu gelir. Toplam 112 eder.

64’lü grup ise 2 tabanlı, 3 tabanlı, 7 tabanlı sûre gruplarına 10 sûre eklenerek 64 Besmeleli sûre oluşur.

(2*4-1) + (3*4) + 3 + 1 + 3 + (4*7+10) = 64

İlk sekiz sûre bir küpün kenarına yerleştirilebilir.

 

 

 

Buna göre Nisa Sûresi şer’î, imânî ve ahkâmî konuları ele alan bir sûredir. İkili sûrelerin üçüncüsüdür.

27 sahife 4=409-3=406 satırdır. 176 (160+16=11*16) âyettir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَتَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا(1) وَآتُوا الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلَا تَتَبَدَّلُوا الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوبًا كَبِيرًا(2)

 

يَاأَيُّهَا النَّاسُ  (Yav EayYuHa elNAvSu)  “Ey nâs”

Kur’an’da “Ey iman edenler” ve “Ey nâs” diye iki şekilde hitap edilir.

“Ey nâs” olarak hitap edildiği zaman müslimler kastedilmektedir.

“Ey iman edenler” olarak hitap edildiği zaman mü’minler kastedilmektedir.

Mü’minlere verilen emirler kazaidir. Yani, bu dünyada da onlar yerine getirilmelidir. Başkan onları mü’minlere emreder, onlar da yapmak zorundadır. Bu emir cuma cemaatine gelmektedir. Oranın hakem kararlarına uymak istemeyenler, yahut oranın yöneticilerine itaat etmek istemeyenler o kabileyi, bugünkü deyimle bucağı terk edip hicret ederler.

1) “Ey nâs” diye hitap edildiğinde, kazaî mahiyetinden ziyade dinî mahiyettedir. Yani, siz böyle olun demektir, yapacağınız sözleşmeleri ve içtihatları böyle yapın demektir. Eğer buna aykırı sözleşmeler yaparlarsa onlar zorlanmayacaklardır. Sözleşmelerindeki hükümler uygulanacaktır. Kur’an’ın bu hükümlerine aykırı olsa da onların hükümleri uygulanacaktır.

2) Bu emirlerin ikinci hükmü ise; eğer İslâm bucağında sakin olacaklarsa ve İslâm yargı sistemi ile muhakeme edileceklerse, o zaman onlara da bu hükümler uygulanır demektir. Ancak bucağın müsaade ettiği özel hükümler uygulanır.

3) Bu nâsa emirlerin üçüncü özelliği ise; kendi bucaklarında da olsa, eğer başka bir hüküm yoksa o zaman bu hükümler uygulanır demektir. Yani, bu hükümler emredici değil, tamamlayıcıdır. Kendileri başka bir hüküm koymamışsa biz ona göre uygulama yaparız demektir.

4) Nihayet, bu emirlerin dördüncü özelliği ise; eğer insanlık yahut ülke içinde, kavim yahut il içinde şa’b uleması bu hususlarda icma içinde ise, artık bucaklar bunlara aykırı hükümler koyamazlar demektir. Mesela, bugün kardeşle evlenmek İbrahimî dinlerde haramdır. Bu hususta bir ittifak hâsıl olmuşsa artık bucaklar kendi hukuklarında bunu meşru kılan hükümler vazedemezler.

Hak sahibi insandır. Başka hak sahibi de yoktur. Kâinatı var eden Allah hak sahibi ise de o hakkı insanlığa devretmiştir. O halde “Ey nâs” dendiği zaman hem kişiler ayrı ayrı kastedilir, hem aşiret, kabile ve kavim gibi topluluklar kastedilir, hem de insanlar kastedilir. İnsanlık ise Allah adına hak sahibidir.  

İşte hak sahibi yalnız insan olduğu için de, kişilerden oluşan toplulukların tüzel kişilikleri vardır da, mallardan oluşan şirketlerin tüzel kişilikleri yoktur. Onların ortak hesapları vardır. Ancak tasfiye hâlinde herkes kendi payını alır. Kişi birliklerinden kişi ayrıldığı zaman birliğin ortak mallarında bir iddiada bulunamaz, yeni katılan da eski katılanın sahibi olduğu bütün haklara sahip olur. Giden ortaktan yol payı istenemediği gibi, yeni katılandan da yol payı için bir şey istenmez. Oysa ortaklıklarda ortaklığın böyle ortak malı varsa, ayrılan ortak payını da isteyebilir. Yeni katılandan da onun karşılığı bedel istenebilir.

Burada muhatap olanlar ortaklıklar değil, insanlardan oluşan birliklerdir.

Bu sefer ‘insan kimdir’ sorusu bu sûrede cevaplanacaktır.

46 özel kromozom taşıyan varlıklar insandır. Ana rahminde döllendiği tarihten itibaren hakları başlar, ölümü ile biter. Doğumu ile görevleri başlar, mirasının taksimi ile biter. Doğumla ölümü arasında hakları ve yükümlülükleri vardır. Kur’an bu yükümlülükleri müslimlere barışçı olarak tanzim etmektedir; mü’minlere de bunları koruma görevini vermektedir. Kişilerin ayrı ayrı hak ve görevleri olduğu gibi, topluluk hâlinde de hak ve görevleri vardır. İslâmiyet’te bütün haklar insan haklarıdır. İnsan hakkı dışında bir hak yoktur.

Bu sûreyi anlamak için mevzuatın düzenlenmesi şeklini iyi kavramamız gerekir.

a) Batı hukukunda devlet vardır. Kanunları kendisi yapar. O kanunlara uyan kimselere bazı haklar tanır. O hakları korur. Onun için onların mevzuatında haklar sayılmıştır. Mevzuatta yani kanunlarda sayılmayan haklar hak değildir. Mahkemeler o hakları talep edenlerin davalarına bakmazlar. Buna “kanun sistemi” diyoruz.

b) İkinci sistemde ise halk kendi mevzuatını serbest sözleşmelerle yapar. Yöneticileri onların sözleşmelerine karışmazlar. Sözleşmeleri teminata alır. Serbest sözleşmede ne yapılmışsa onu korur.

Bu sistemde haklar sayılmamıştır. Çünkü her şey insan içindir ve her şey insanın hakkıdır. Sadece bazı yasaklar ve görevler sayılmıştır. Kişi o yasak ve görevler içinde kalmak şartıyla her türlü tasarrufta bulunur. Yasaklanmayan her şey helaldir.

Batı dünyası bu sistemi İslâmiyet’ten almışsa da, sistemi kavrayamadığı için bütün kurumları ile alamamıştır. Mevzuatı hâlâ Roma usûlü mevzuattır. Haklar sayılmaktadır. Resmi merasimli akitler yapılmaktadır.

Kur’an hukukunda resmi merasimli akit yoktur. Tapu da, evlenme de, borç verme de aynı serbest sivil akit içinde olmaktadır.

اتَّقُوا رَبَّكُمْ (ıtTaQUv RabBaKuM)  

“Rabbinize ittika ediniz. Rabbinizin vikayesine giriniz.”

Kâinat vardır. Kânatın içinde yeryüzü vardır. Yeryüzünde canlılar vardır. Canlıların içinde insanlar vardır. İnsanlar topluluklar hâlinde yaşar. İnsanlar aile içinde doğar, olgunlaşır, yaşar ve ölür.

Bütün bunlar tabiî ve sosyal kanunlarla düzenlenmiştir. Biz o tabiî ve sosyal kanunlar içinde onlardan yararlanarak yaşarız. O tabiî ve sosyal kanunları değiştir(e)meyiz.

İnsanlara emredilen, tabiî ve sosyal kanunlara uyulmasıdır. O tabiî ve sosyal kanunlar da temel terbiyedir; eğitimdir. İnsan her gün eğitilmekte ve olgunlaşmaktadır. Yaşlandıkça akıllanmaktadır. Öldüğü zamanla doğduğu zaman arasındaki durum çok farklıdır. Bu dünyaya da eğitilmek için gelmiş bulunuyoruz. Bu durum bir kişi için böyle olduğu gibi, topluluklar için de böyledir, insanlık için de böyledir. İnsan doğmuştur. Çoğalarak gelişmiştir. Yaşamıştır ve yaşlanarak ölmüştür. Hücreler de böyle gelişir. Yaşlanacak ve ölecektir.

Bugün ilmen biliyoruz ki; Kâinat doğmuştur. Büyümektedir. Bir gün büzülmeye başlayacak ve sonunda o da ölecektir. Entropi büyüyor.

İşte bütün bu anlattıklarımızla demek istiyoruz ki; tabiî ve sosyal kanunlara uyarak yaşayacağız ama, eğitilmekte olduğumuzu da bilerek derslerimize çalışacağız.

Tabiî ve sosyal kanunları nasıl öğrenebiliriz?

Bu kanunlardan yararlanarak nereye gideceğimizi nereden bileceğiz?

Burada bizim iki kaynağımız vardır; biri his, diğeri fikir. Kollektifleşen hisler ‘din’dir. Kollektifleşen fikirler ise ‘ilim’dir. Demek ki bunları akıl ve nakilden bileceğiz. Bunlar arasında çatışma yok, dayanışma vardır. Din ne yapılacağını söyler, ilim nasıl yapılacağını söyler.

Arabaya binenler nereye gideceklerini beyan ederler, bu dindir. Şoför ise arabayı oraya götürür, o da ilimdir. Dinsiz ilim müşterisi olmayan arabaya, ilimsiz din de şoförsüz arabaya benzer. Şoför yolcuların istemediği yere götüremez, yolcular da şoförün sürme işine karışamaz. Lâiklik de işte budur. Bu anlamda demokrasi ile lâiklik birleşmiştir. Demokraside arabanın sahibi yolculardır, şoförü onlar atamıştır. Dıştan yönetimde ise araba başkasınındır, şoförü o atamıştır. Halkın arabaya binme ve inme hak ve yetkileri var, ama şoförü atama veya gitme yerini belirleme yetkileri yoktur.

Demek ki, “Rabbinize ittika edin” deyince; içtihat ve icmalar yapınız ve ona göre davranınız demektir. Serbest sözleşmelerle hareket ediniz demektir. Bir görev veriliyorsa yetki de veriliyor demektir.

“İttika” iftial bâbından gelir. Allah’ın vikayesini kabul etmek demektir.

Kur’an’da bir yerde “ittika” sözü geçiyorsa, o işi içtihadınıza göre yapın anlamı taşır. Yani, biz aklî ve naklî ilimlere dayanarak içtihat ve icmalar yapacağız ve evrim kanunları içinde kendimizi koruyacağız.

Âl-i İmrân Sûresi içtihadın nasıl yapılacağını öğretmiştir. Bu sûre de içtihat yapmamızı emretmektedir. Yani, içtihat yapmayı biliyoruz, içtihadı uyulamaya başlıyoruz.

Baştan miras âyetlerini anlatacaktır. Sonunda bir kıyas örneğini verecektir.

Böylece bu iki sûrede birbiri ardınca hep içtihat üzerinde kurulmuş olacaktır.

Bakara Sûresi’nin sonunda içtihat emredilmiş ve içtihattaki hatadan sorulmayacağımız belirtilmiştir.

O halde bu üç sûre ve bundan sonra gelecek dört sûrenin hepsi içtihat üzerine oturmuştur. Çünkü Kur’an nizamı içtihat nizamıdır.

الَّذِي خَلَقَكُمْ (eLaÜIy PaLaQaKuM)  “O sizi halk etmiştir.”

“Sizi halk eden kimse olan Rabbinize ittika ediniz.”

Bu âyette iki “ittika” geçmektedir. Biri, tabiî kanunlar içinde ittika etmemiz istenmektedir. Diğeri ise, sosyal kanunlara ittika etmemizi istemektedir. Şimdi tabiî kanunlara ittika hikmetini ortaya koymuştur.

O bizi halk etmiştir. İlk canlı hücresini var ettiği zaman onun salsalında yani kromozomlarında, tüm canlıların kıyamete kadar olan oluşlarını karşılayacak hameler yani genler koymuştur. İnsanın yaratılması günü gelince de bu salsal ve hamelerden insana ait olanları insan hücresine koydu. Kıyamete kadar insanlar bunlarla yaşarlar.

İşte her şeyin baştan takdir edilip programlanmasına takdir-i hilkat diyoruz. Rab ise bu takdirin yani hilkatin zamanı gelince gerçekleştirilmesi demektir. Onun içindir ki insan rabvet içindedir, evrim içindedir; ancak hilkat kanunlarına göre evrim içindedir.

Canlılarda biyolojik evrim insanla sona ermiştir. Şimdi insan bedeni ile evrimleşmemektedir, sosyal evrim geçirmektedir. Şimdi bizde rab sıfatı sosyal evrim içinde tezahür etmektedir. Hilkatin içinde bu evrim de kodlanmıştır.

مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ (MiN NaFSın VaHıDaTın)  “Vahit bir nefisten.”

Sizi vahit bir nefisten halk etmiş kimse olan Rabbinizin tabiî kanunlarına ittika ediniz. Tabiî kanunları öğreniniz, ona göre onlardan yararlanarak teknik ve ekonomik işler yapınız. Teknolojiyi geliştiriniz.

Bunu da sadece mü’minler olarak yapmayınız, müslimler olarak yapınız. Bütün insanlığın ortak çabası içinde yapınız. Yani, ilim ve teknik uygarlıkların mahsulüdür. Hak uygarlıkları da kuvvet uygarlıkları da onun içinde yer alır. Bu sebepledir ki biz bütün insanlarla işbirliği içinde “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracağız.

Burada çok önemli bir husus vardır. “Bir tek nefisten var etti.” diyor; “Bir tek bedenden var etti.” demiyor. “Nefs” kelimesi söylenirken dişilik alâmetini taşımaz. Arapçada 100-150 kadar olan bu tür kelimeler kendilerine zamir gönderilirken dişi zamir gönderilir. Ancak kendi anlamlarında erkek ve dişilik yoktur. İnsanda ruh var, nefis var. Ruh, kadın ruhu veya erkek ruhu fark etmez, ruhtur. Aynı ruhtur. Ruha zamir olarak erkek zamir gider. Nefiste ise kadın nefsi ile erkek nefsi aynıdır. “Nefset” kelimesi Arapçada yoktur. Erkek nefsi olsun, kadın nefsi olsun, ikisine de “Hâ” yani dişi zamir gider.

Burada “Sizi bir tek nefisten yarattı.” derken, kadın ve erkeği bir tek nefisten yarattı demektir. Ruh gibi nefisleri de aynıdır, birdir. Kadın nefsi ile erkek nefsi arasında ayrılık yoktur demektir.

Buradaki “Min” cinsin beyanı içindir. İbtida “Min”i değildir. Öyle anladığımız zaman ilk yaratılan Hz. Adem değil de Havva olurdu. Çünkü o zaman “Min Racülin” yerine “Min Mer’etin” olarak anlamak zamir anlayışı içinde daha kolaydır.

Nefis ile ruh arasında ise şöyle fark vardır. Ruhun Kâinatla ilişki kurması demektir. Hayat beden için ne ise nefis de ruh için odur. Nasıl hayatsız beden hiçbir şey yapamazsa, nefissiz ruh da hiçbir şey yapamaz. Böylece bu ifade çok önemli bir ilkeyi getirmektedir. Kişilikte yani insanın erkek veya kadın olmasında hiçbir ayrılık yoktur.

Bu ifadeyi doğru anlayabilmek için Roma hukukunu iyi bilmek gerekir.

Roma’da köleler vardır. Bunlar insan sayılmazlar. Bir at ve eşya hükmündedirler. Onların temsilen de olsa mahkemeye müracaat etme hakları yoktur. Onlar birer eşya mesabesinde kabul edilirler.

Roma’da yabancılar vardır. Bunlar insan sayılırlar, ancak bunların başvurma hakları vardır. Yani, savunma hakları yoktur, sadece talep hakları vardır. Yani, Roma yönetiminde bunlar muhatap olarak alınmaktadırlar, ama asla eşitlik içinde bir hakka sahip değildirler. Yabancıya ne lütfedilirse o kabul edilir.

Roma hukukunda aşiret hâlinde yaşama vardır. Buna ‘domus’ denir. Burada kardeşler ve yeğenler birlikte yaşarlar. Domusun bir pateri yani babası vardır. Bu ağabey de olabilir, amca da olabilir. Mahkemeye başvurma, dava açma, davalı veya davacı olma yetkisi yalnız bunlarındır. Domusta yaşayanların ve diğerlerinin hakkını bu korur. Yani, bunların hepsi beşikteki çocuk gibidir.

İşte Roma hukuku budur. Kimi insan hiç hakka sahip değil, kimi de derece derece hakka sahiptir.

İslâm hukuku, Tevrat ve Buda şeriatı dahil bütün bunların dışında her insanı hak sahibi yapmıştır. Çocuk, köle, yerli, yabancı, kadın, erkek, sakat, sağlam herkes hak ve görev sahibidir. Hakları ve vecibeleri vardır. Herkes davacı olabilir, herkes davalı olabilir. Mahkemede temsil edilme bakımından savunma gücü varsa mahkemeye gelir, duruşmalara katılır, kendisini savunur ve iddia eder. Eğer buna gücü yetmiyorsa, buna gücü yeteni kendisi seçer ve ona kendisini temsil ettirir. Seçmeye de gücü yetmiyorsa, nesepten en yakın olanlar onu temsil ederler. Velisi ihmal ediyorsa, diğer yakınları mahkemeye başvurarak veliliğini bıraktırıp kendileri veli olarak tayin ettirebilirler.

Böylece Batı dünyası hâlâ insan haklarına ulaşamamış iken, İslâmiyet daha başlangıçta hak olarak sadece insan hakkını tanımıştır.

وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا (Va PaLaQa MıNHAv ZaVCaHAv)  “Ve ondan zevcini halk etti.”

Burada “Haleka” kelimesini tekrar etti. Çünkü erkeğin genetiği ile kadının genetiği bir değildir. Farklı genlere sahip oldukları için “Haleka” kelimesini tekrar etti. Tekrar etmeseydi aynı genlere sahip olurlardı. Yani, kadın-erkek bütün insanlar kişilik bakımından eşittir, tektir, ama bedenleri farklıdır.

Kadın çocuk doğurur, çocuğuna süt verir. Erkek ise bunları yapamaz. Erkek de güçlüdür, üretir ve savaşır. Kadın erkeğin yaptığı işlerin tamamını zor da olsa yapabilir; ama erkek yapamaz. Kadın ile erkek farklı yaratılmıştır. Böylece eşleşsinler ve ortak bir aile oluştursunlar.  

Zevc” eş demektir. Çift demektir. Farklı ama eşit olan ve birbirine bağlı olanlara ‘zevc’ denmektedir.

“İsneyn” iki demektir. Sadece sayıları iki olanların vasfıdır. Oysa “zevc”de hem denk olacaklar, hem de farklı olacaklar. “Eş” kelimesi “zevc” kelimesini ifade etmez. Çünkü eşlerde bağlanma şartı yoktur. “Çift” kelimesi de sadece sayı olarak tek olmama demektir. “Zevc” kelimesi ikisinin eşit olmasını içerdiği için fasih Arapçada “zevce” kelimesi yoktur. “Zevcim” deyince; karım da anlaşılır, kocam da anlaşılır.

Kur’an’da “zevcetehu” değil, “zevcehu” olarak geçmektedir. “Ey Adem, sen ve zevcin” denmekte, “zevcen” denmemektedir. “Ondan zevci yarattı” denmektedir. Eğer “zevc”den kasıt erkekse, o zaman Havva Adem’den yaratılmış olmalıdır.

Zevc” kelimesi hem erkek hem kadın için kullanılır. Zamir erkek olarak gönderilir. “Nefs” de yine hem erkek hem kadın için kullanılır, zamir olarak de dişi zamiri gönderilir.

Buradaki “Ha” zamiri nefse gitmektedir. O da kadın değil sadece nefistir.

Burada eşleştirme sanatı vardır. Aralarında eşitlik sağlamak için hep denk ifadeler kullanılmıştır. Böylece insan haklarının temel kuralını koymuştur.

Eski mantıkta yalnız vatandaşların hakkı vardı. Oysa şimdi her insanın doğuştan hakkı vardır. Tamamen İslâmiyet’in Avrupa’ya etkisinden sonra Batı’nın Roma hukukuna aykırı olarak kabul ettiği husustur bu.

“I. Temel hak ve hürriyetlerin niteliği: Madde 12- Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.” Şeklinde tarif edilmiştir.

Buradaki “herkes”ten kasıt, her insan demektir. Anayasa toplulukla kişiyi ayrı ayrı almıştır. Oysa fıkıhta sadece insan hak ve görevlidir. Bir başkan da insan olduğu için hak ve yetki sahibidir. Başkan cemaatinin vekili olarak, temsilcisi olarak tasarruf etmektedir. Mükellef olan topluluktur. Onun hak ve yetkilerini kullanma vekil ve temsilcisi olarak başkanındır.

Biz iki kişi bir araya geliyoruz. Ortak işimiz var, bunu ikimiz birlikte kullanamayız. İkimiz ortak arabayı beraber kullanamayız. Bunun için şunu yaparız. Ya zaman içinde hak ve yetkilerimizi bölüşürüz. Bir gün siz, bir gün ben kullanırım. Siz arabayı kullanırken benim vekilim ve temsilcimsiniz, ben kullanırken de sizin temsilcinizim. Yahut ben kamyon siz otobüs kullanırız. İkisi de ortaktır. Birbirimizi temsil ediyoruz.

O halde başkanın ayrıca bir varlığı yoktur. Topluluk malları hepimizindir, ancak onu işletme yetkisi ile bize vekâleten işletmektedir. Oysa Batı mantığında hâlâ kişilerden ayrı devlet diye bir varlık vardır. O varlık vardır ama o varlık doğrudan tasarrufta bulunamaz. Yani, hak ve görev yüklenemez. Hak ve görev o topluluğu temsil eden kişilere aittir.

Batı ne kadar açıkgözdür ki, sahip olmadığı insan haklarını bizde yokmuş gibi bize empoze etmektedir!

Bizimkiler de o kadar cahildirler ki, yokluğunu kabul edip ona teslim olmaktadırlar!

وَبَثَّ مِنْهُمَا (Va BaçÇa MınHuMAv)  “Onlardan bessetti.”

Bes” gevşeyerek alana yayılmış sıvı veya kum yığınıdır. Kur’an’da canlıların çoğalmasını böyle ifade etmektedir. Birbirine benzeyen varlıkların üreyerek çoğalması demektir.  

İlk canlı tek hücre olarak yaratıldı. Onda bütün canlıların genleri vardı. DNA’lar kendilerini eşlediler. Bölündüler, tekrar eşlediler ve böylece benzer şekilde çoğaldılar. Farklılaştılar ve önce nebatları ve hayvanları oluşturdular. Sonra bunların dejeneresi ile bakteriler ve virüsler oluştu. Bitkiler evrim geçirdiler. Canlılar her tarafa yayıldılar. Bugün kutuplarda ve denizin diplerindeki her yerde canlı vardır. İnsan da bir anne-baba olarak yaratıldı ve onlardan üreyerek birçok insanlar oluştu. Bugün yeryüzü karalarının büyük kısmında yayılmış durumdadırlar.

Tevrat ve Kur’an’a göre insanlar bir anne-babadan türemişlerdir. Oysa 20. yüzyıldan önce Batı’da bir neslin kollektif evrimi ile insanların oluştuğu iddia ediliyordu. 20. yüzyılda bu teori tamamen çürümüş ve Kur’an ile Tevrat’ın dediği gerçek olmuştur. İnsanın tek anne-babadan geldiği böyle ispat edilebiliyor.

  1. Mezarlarda bulunan insan kemiklerinin ömrünü çok kolaylıkla karbon 14 metodu ile tayin edebiliyoruz. Bu da şöyledir. C12 atom ağırlığına sahiptir. Ama insanda bir nisbet içinde C14 de vardır. Bu canlılarda değişmektedir. Canlı ölmeden önce bunu korumaktadır. Ölünce 14 karbon bozulmaya başlar ve gittikçe azalır. İşte 12 atom ağırlıklı karbonun 14 karbon ağırlığına oranı bize geçmiş zamanı verir. Homosapins dedikleri bugünkü neslin kemikleri tek coğrafi merkezden yayıldığını göstermektedir. Ayrı merkezli oluşumlar yoktur.
  2. Yapılan kazılar sonucunda elde edilen kemiklerde de birlik izlenmektedir. Hem kemik yapıları hem de bıraktıkları eserlerin benzerliği bir merkezden yayıldığını göstermektedir.
  3. En önemlisi, DNA’ların bulunması bu sorunu kesin olarak çözmüştür. Çünkü evrim sürekli gelişme şeklinde değil, genetik sıçrama ile olmuştur. Bu da değişik yerlerde olasılığı imkansıza götürür.
  4. Dil üzerinde yapılan araştırmalar ile diller üç grupta toplanmıştır: Arapça, Türkçe, Ariyanca. Bunlar arasında gerek kelime benzerlikleri, gerekse gramer kuralları bakımından çok büyük fark vardır.

Müsbet ilim bu âyetin beyanını ispat etmiş bulunmaktadır. Sömürü sermayesinin ateist inadı hâlâ bunun aksini para aşkına savundurabilmektedir. Ancak artık bunun ciddi ilim adamları nezdinde bir değeri kalmamıştır.

رِجَالًا كَثِيرًا (RıCAvLan KaÇIyRan)  “Çok erkekler.”

Burada “zükranen kesiran ve ünasiye” denmemiş de; “Ricalen kesiran” denmiştir.Çünkü çoğalıp yayılma işi çocuklara değil, kadınlara ve ergin erkeklere verilmiştir.

İnsan 15 yaşına gelmeden çocuk yapamamaktadır. Dolayısıyla yayılma “rical ve nisa” arasında olmaktadır. Bununla ifade edilen şey, çocuk kişilik sahibidir ama asıl istenen olgun derecedir. Her insan hak sahibidir, ancak hakkı kullananlar ise erginlerdir. Onun için “rical ve nisa” kullanmıştır. Her ikisinden denmesi ile kadın-erkek arasında eşitlik sağlanmıştır.

Bununla beraber önce “Ricalen” denmiştir. Çünkü canlılarda aktif olan erkektir. Seleksiyon erkeklerde olmaktadır. Erkekler dövüşür ve güçlü olan dişiyi döller. Bu kural bütün canlılarda böyledir. Anaç arı havada uçar. Birkaç yüz erkek arı peşinden koşar, yarışı kazanan dişi arıyı dölleme şansına erer. Yarış dişi arılar arasında meydana gelmez. Milyonlarca sperm yumurtayı döllemeye koşar, yarışı kazanan döller. Yumurtalar arasında yarış olmaz. Bu yayılma ve çoğalma da erkekler tarafından yapılmaktadır. Savaşları erkekler yapmaktadır. Savaş kadınlar için yapılmaktadır ama savaşan erkeklerdir. O sebeple önce onlar zikredilmiştir.

وَنِسَاءً (Va NıSAEan)  “Ve kadınlar.”

Nisa” kelimesi “Rical” karşılığı kullanılmaktadır. Müşterek bir kelimedir. İki anlamı vardır. Biri yalnız olgun kadınları, doğurgan kadınları içermektedir. Küçükleri, yaşlıları (emekli olanları), hastaları içermemektedir. Bazen de bütün kadınları, kız ve erkek çocukları, yaşlı erkek ve kadınları, hasta kadın ve erkekleri de içine almaktadır.

Burada üretken kadın ele alınmaktadır. Erkeklerde “kesir/çok” denmiş, kadınlarda denmemiştir. Arapçada atfedilen atfolunanın özelliğini de taşır. Burada “kesir” sıfatı kadınlar için de geçerlidir Sonunda gelseydi Arapçada hâl veya vasıf ortak olmazdı.

Bununla beraber, çocuklar doğarken sayı olarak erkek çocuklar daha fazladır. Hayatta kalanlarda ise kadınlar daha fazladır. Doğumlardaki erkeklerin çokluğuna işarettir. Bütün insanlar erkek ve kadının birleşmesinden oluşmaktadır. Diğer canlılardan daha fazla olarak insan ancak aile içinde yaşayabilmektedir.

  1. Çocuk olarak doğan insan kendi kendine yaşayabilme gücüne ancak 15 yaşında ulaşmaktadır. Onlara bakıp büyüten bir müessese olmalıdır. Anne-baba ortaklığıdır. Anne-baba birleşmeden çocuk olmuyorsa, onları büyütmek de anne-babaya ait olmalıdır. Bu da anne-babanın belli olması gerektiği anlamını ortaya çıkarır.
  2. İnsan yaşlandığı zaman da artık kendi başına yaşayamamakta, kendisine bakan kimseye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu da ancak aile hayatı ile mümkündür. Anne-babanın ortaklığı ile sağlanır.
  3. Olgun çağlarında zaman zaman arızi sebeplerle, mesela hastalık gibi sebeplerden dolayı insan tek başına yaşayamamaktadır. Dolayısıyla insan aile içinde doğar, aile içinde büyür, aileden ayrılıp yeni aile kurar, aile içinde yaşlanır ve aile içinde ölür. Ailenin tüm yetki ve sorumluluğu da karı-kocaya aittir. İşte Allah burada buna işaret etmektedir.
  4. Başka önemli bir husus da; sadece kendi ihtiyaçlarını karşılama amacıyla değil, ortak yavru yetiştirebilmek için işbirliği yapma zorunluluğu vardır. Biyolojik bakımdan birleşmek zorunluluğu olduğu gibi, işbölümü içinde olmak zorunluluğu da vardır. Erkek çocuk doğuramaz, kadın doğuracaktır. Erkek süt veremez, kadın süt verecektir. Ortak olarak doğan çocuğu büyütme görevi kadına yüklenirken, erkek de buna nafaka temin edecektir. Koruma işlerini erkek yapacaktır. Kadın askere alınmayacaktır. Böylece yeni nesil ortaya çıkmakta ve yeryüzüne yayılmaktadır. İnsan şimdi karalardadır. Gelecek uygarlıklarda insan denizlerde kentler kuracaktır. Daha sonra güneş sistemi içinde siteler kuracaktır. Daha sonra tüm uzaya açılacaktır. Bütün bu yayılma, başta çoğalma -ki bu kadınların işidir-, sonra doğan çocuklara vatan bulma ve gıda bulma iledir ki, bu da erkeğin işidir.

وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va ıtTaQUv elLAHa)  “Ve Allah’tan ittika ediniz.”

Arada “Va” harfi getirilmiştir. Birinci ittika ile ikinci ittika ayrıdır. Birinci Allah’tan kasıt ile ikinci Allah’tan kasıt ayrıdır. Birinci ittika tabiî kanunlara uymaktır. Fizik, kimya, biyoloji benzeri ilimler içinde kalmaktır. Bu ittika ise sosyal kanunlara uymaktır. Yani şeriata uymaktır.

Birincisine ait kanunları ve kuralları biz koyamayız, o kanun ve kurallar içinde yaşarız. İkincisi ise bizim kendimizin yaptığı kanunlara uyma sözkonusudur. Kendi içtihadımıza ve kendi icmalarımıza uyma mecburiyetini getirmektedir.

Birinci ifadedeki Allah olarak Kâinatı var eden kastedilmektedir. Burada ise O’nun yeryüzündeki halifesi topluluktan bahsedilmektedir. Burada insan kuralı kendisi koyuyor, ona uyma zorundadır. Yani, sosyal kanunlara da uymalıdır, topluluğun kurallarına da uymalıdır.

الَّذِي تَتَسَاءَلُونَ بِهِ (elLaÜIy TaSAvEsaLUvNa NıHı)  “Kendisiyle tesaul ettiğiniz.”

Burada “Ellezî” ism-i mevsuldür. Allah sıladır. Vasfıdır. Kendisiyle tesaul ettiğiniz Allah’tan ittika edin. Rabbinizden ittika edin. Birbirinize O’nun sayesinde tesaul ettiğiniz kimse olan Allah’tan ittika edin.

Seele” sormak veya istemek demektir. İnsanların birbirlerinden haklarını isterler. Davalı olurlar. Devlet budur. Burada devlet tanımlanmaktadır. Devlet halkın topluluktan kendisinin hakkını istediği bir organizasyondur. Diğerleri de ondan haklarını devlet aracılığı ile isterler. Topluluk şeriat içinde hareket eder, düzen devam eder. Aralarında çıkan nizaları da hakemler yoluyla hallederler.

Yalnız ya hakem kararlarına uymazlarsa ne olacaktır?

İşte hakem kararlarına uymayanları yola getirmek için oluşturulmuş müesseseye ‘devlet’ diyoruz, ‘mülk’ diyoruz. Dayanışma ortaklıkları şeklinde oluşmaktadır. Hakkımızı onunla istemekteyiz.

Burada tek başına resul veya başka herhangi bir müessese değildir. Kül yani bütün olarak devlettir, topluluktur, insanlıktır. Bucakta, ocakta, ülkede ve insanlıkta hak talebi kamu kuruluşları arasında olmaktadır.

Onda Allah’a ittika ediniz. Yani, kamunun hukukuna uyunuz.

Kamu hukuku daha çok sözleşmelere dayanmaktadır. İnsanlar anlaşarak o hukuku oluşturmuşlardır.

وَالْأَرْحَامَ (Va eLEaRXAMe)  “Ve rahmlardır.”

Allah’tan ve rahmlardan sakınınız.

Rahm” ise akrabalık hukukudur. Tabiî olarak doğmaktadır. İnsan topluluğunu değiştirebilmektedir. Ama anne-babasını ve kardeşlerini değiştirememektedir. İnsanın onlar arasında da hukuku doğmaktadır.

Demek ki insanın tâbi olduğu sosyal kanunlar ikidir. Biri, içtihat ve icmalarla, sözleşmelerle tesbit ettiği sosyal hukuk vardır. Bir de kendisinin hiç müdahale edemediği ve kendi isteğiyle oluşmayan bir sosyal hukuk daha vardır. Buna “rahm hukuku” denmektedir. Burada esas alınan annedir. “Aile hukuku” diyebiliriz.

Demek ki, kamu hukuku var, aile hukuku var. Aile hukuku doğal hukuktur.

Bu sûrede o hukuk düzenlenmektedir. Tüm insanlar arasında doğan haklardır.

Burada korunan annedir. Kadına bazı imtiyazlı haklar tanımıştır:

  1. Her kadına koca bulmak için çok evlilik müessesesi getirilmiştir. Yani, kadın kocasız bırakılmamalıdır. Ancak erkek karısız bırakılmış ve bu hususta koruma getirilmemiştir.
  2. Boşanmada kadına tazminat hakkı tanınmış, ama erkeğe böyle bir hak tanınmamıştır. Böylece erkek daha ağır yük altına sokulmuştur.
  3. Çocuğu yanında bulundurma hakkı kadına tanınmış, buna karşı erkeğe bu hak tanınmamıştır.
  4. Fuhuşta erkek sürgün edildiği halde, kadın sürgün edilmemiştir. Zinada her ikisi eşit suçlu kabul edilmiş olduğu halde, fuhuşta erkek sorumlu yapılmıştır.

Bunlar neden böyledir? Çünkü nesli devam ettirecek olan kadındır. Erkek az da olsa çok da olsa aynı çocuk olacaktır. Oysa ne kadar kadın varsa, doğacak çocuk da o kadardır. Nüfus artışı hesaplanırken de bir kadının doğurduğu kadındaki artış hesaplanır. Doğurduğu erkek sayısı önemli değildir. Doğuran bir kadın kaç doğuran kadını yetiştirmektedir. Eğer bu bir ise nüfus dengededir. Eğer çok ise artmaktadır, az ise azalmaktadır. Ergin doğurmayan kadın veya erkeklerin sayısı nüfus sayısında önem arz etmemektedir.

“Tetesaelune bihi”de merkez erkektir. Yani, kamuda erkek sayısı, savaşan erkek sayısı önemlidir. Yahut çalışan erkek sayısı önemlidir. “Erham”da ise doğuran kadın sayısı önemlidir.

İnsanlık köklerdir. Devlet (kavim) gövdedir. İl (şa’b) daldır, Bucak (kabile) sürgünlerdir. Yapraklar çalışan erkeklerdir. Tomurcuk aşirettir. Çiçekler kadınlardır. Meyve de yavrudur.

Kamu hâkim değil hâdimdir. Hizmet edilen ise kadındır. Kadın da çocuk yetiştirmektedir.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا (EınNa elLAHa KaNe GaLaYKuM RaKıYBan)

“Allah üzerinizde rakıb bulunmaktadır.”

Devlet, kamu insanın tabiî ve sosyal haklarının korunmasında murakıb bulunmaktadır.

Murakıb” ne demektir? “Rakaba” boyun demektir. Kişinin hareketini takip etmek, gözetlemektir. Ne yaptığını tesbit etmektir. “Murakıb” yani müfettiş kendisi müdahale etmez, sonunda mercie bilgi verir. Mağdur olanlar aleyhine dava açarlar. Hakemler nezdinde dava açarlar. İşte ‘hukuk düzeni’ budur.

Merkez müdahale etmez, sadece gözetler ve eğer biri hatalı ise onun aleyhinde hakemlere gidilir. Böylece hukuk düzeni oluşmuş olur. Müdahale ederse insanın cüzi iradesi zedelenmiş olur, murakabe etmezse insanların hakları korunmamış olur.

Bu murakabe de devlet içinde tesbitlerle olur. Evrak, demirbaş kayıtları, zimmet ve envanter muhasebesi murakabedir. Sözleşmeler, mamullerin kontrolleri, tahkikler ve hakemler ise murakabenin sonunda tesbit edilen haklardır. Hakem kararlarına uyanlar uyarlar. Uymazlarsa, illerde jandarma, insanlıkta ise ordular bu hakkın ihkakı için dayanışma içinde hareket ederler.

وَآتُوا الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ (Va EavTUv elYaTAMAy EaMVAvLaHuM)  “Yetimlere mallarını veriniz.”

“Ey insanlar, tabiî kanunların içine giriniz ve kendinizi koruyunuz. Kamu hukuku içine giriniz ve kendinizi koruyunuz. Aile hukuku içine giriniz ve kendinizi koruyunuz.” Demiş ve hukuk saymamıştır. Aile hukukunda insanların birleştiği ve genellikle riayet ettiği hukuktan da ayrı ayrı bahsetmemiştir.

“Bunların içinden yetimlerin mallarını veriniz.” denmektedir. Bunu “Va” harfiyle zikretmiştir. Yani, “Erham”dan farklıdır. Kamu hukukundan da farklıdır. Burada kimsesiz olanın hukukunu korumaktır. Topluluğun kimseleri koruma yükümlülüğü ortaya çıkmaktadır. Bir insan, insan olduğu için diğer insanlar onun haklarını koruyacaklardır.

“Rahm”ın korunması da bundandır. Çünkü rahme düşen üçüncü kimsedir. Hukuku korunmalıdır. Bunun için ne gerekiyor? Önce cinsi ilişkide bulunanlar bu ilişkiyi gizli yapmayacaklar, çünkü gizli olursa doğacak çocuğun hukukunu koruyamayız. Akrabalar birbirleriyle ilişki kurmayacaklar, çünkü doğacak çocuk hastalıklı olacaktır. Sonra, eğer bir kadın birisinden hamile ise, başka erkekle doğurmadan önce ilişki kurmayacaktır. Hamile olmasa bile, o devrede hamile olması ihtimali varsa yine kurmayacaktır.

İşte burada kimsesiz korunmaktadır. Babası ölmüş veya annesi ölmüş kimsenin mirasçısı olan kimsenin de hukuku korunacaktır. Yetimin malları korunacaktır.

Şimdi burada “yetim”in şer’î manâsını tesbit etmemiz gerekir. “Yetim” odur ki, küçük iken yani kendi mallarına sahip olamazken bir yakınlısı olmuştur ve kendisine ondan miras kalmıştır. Bu anne-babasından biri olduğu gibi, anne-babası sağ olur ama başka bir akrabasından kendisine miras veya vasiyet yoluyla mal intikal etmiş olabilir. Çocuk değişik şekilde mala sahip olmuş olur. Bu yetimdir. Babası ve annesi olduğu halde miras bakımından yetimdir. Bu illetle hükmün genişletilmesi şeklinde bir yorumdur.

Roma hukukunda bir domusta mallara yalnız pater sahip olurdu. Kişilerin özel olarak tasarruf ettikleri malları yoktu. İslâm hukukunda ise aile mülkiyeti yoktur, kişi mülkiyeti vardır. Ailede herkesin hakkı ve yükümlülüğü bellidir ama kollektif bir mülk yoktur. Kişi her zaman bağımsız olarak mülke sahip olur. Kadın da sahip olur. Ne kadar tasarruf ederse o eder, edemezse velisi de tasarruf edemez. Küçüğün babası da başkasından çocuğa intikal eden mallarda tasarruf edemez. Kişi mülkiyeti var, aile mülkiyeti yoktur.

Avrupa bunu hâlâ anlayamamıştır. Ailede ortak mülkiyet, birlik mülkiyeti gibi hükümler getirmektedir.

Emvalehum” tabiri ile kendi mallarının kendilerine ait olduğu ifade edilmektedir.

Burada ne yapılır? Küçüğe herhangi bir yolla gelen mallarda tasarruf dondurulur. Velisi veya vasisine karz-ı hasan olarak verilir. Kişi onları işletir. Artma ve eksilme işletenedir. Çocuklar ergin yaşa erdiklerinde malları kendilerine verilir.

Yetimlerin bakımı ise anne-babasına aittir. Çocukların mallarını kullanamazlar. Anne ve babanın gücü yoksa, yetimlerin bakımı topluluğa aittir. Çocukların mallarına dokunulamaz.

Bu husus akıl hastası için de böyledir. Yaşlı için de böyledir. Mallar kendilerine teslim edilecektir.

Tabi ki baliğ oldukları zamana kadar. Ama o zamana kadar kendi masrafları için de olsa mallarına dokunulamaz. Çünkü çocukları büyütmek anne-babasına, yoksa onların yerine geçenlere aittir. Topluluğa aittir. On beş yaşına kadar çocuk çalışıp kazanırsa da onlara aittir. Babası veya anası onu zorlayamaz. Baliğ olduğu zaman borçlanmış olur.

Bu kural çok önemlidir. Üvey anne-baba olduğu yerde son derece zor sorunlar ortaya çıkmaktadır. Baba kendi hayat seviyesi ile mütenasip olarak küçükleri yaşatmakla yükümlüdür.

وَلَا تَتَبَدَّلُوا الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ (Va LAv TaTaBadDaLUv elPaBIyÇa Bi elOayYıBı)

“Tayyibi habisle değiştirmeyin.”

Malları kullanırken aynını teslim etme zorunluluğu yoktur. Beş koyun alınmışsa o beş koyun teslim edilmeyecektir. Beş koyun karşılığı beş koyun teslim edilecektir. Karz olması nedeniyle biri ölse, onun yerine de başka koyun vermesi gerekir. Ancak koyunların vasıfları daha aşağı olmamalıdır. Mesela, beş yaşında bir koyuna karşılık bir kuzu verilmeyecektir. Yahut hastalıklı koyun verilmeyecektir. Daha iyisi olmalıdır veya dengi olmalıdır. Bu husus bütün karz-ı hasenlerde geçerlidir.

وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ (Va LAv TaEKuLUv EaMVAvLaHuM EıLAv EMVaVlıKUM)  

“Onların mallarını mallarınıza yedirmeyin.”

Ekle” böcek kurdu demektir. Bir şeyi yiyip bitirmek, güve gibi kemirmek demektir.

Taam” ise beslemek demektir. Veli veya vasi yetimin mallarını karz-ı hasen olarak mallarına katar. Onu işletir; kârı ve zararı ona aittir. Sonunda mislini, mislinden iyisini büyüdüklerinde yetimlere teslim eder.

Burada malları işleten teslim ederken eksik vermez. Yetimlerin malları yetimlerindir. Vasi veya velilerin malları kendilerinindir. Zararlara yetimlerin malları katılmaz. Karz-ı hasenin hükmü budur.

Ekletmek” yemektir. Ama harfi cer ile geçince müteaddi olur.

Türkçede çok kullanılmaz. Ama benzer ifadeler vardır. “Geldim” lazım bir fiildir, ama “Ahmet’e geldim” dersem, “e” haliyle müteaddi olmuş olur.  

Burada emir topluluğa aittir. Nehiy de topluluğa aittir. Dolayısıyla komşular ve akrabalar yetimlerle meşgul olmalıdırlar. Onların hukukunu gözetlemelidirler.

إِنَّهُ كَانَ حُوبًا كَبِيرًا (EınNAHUv KaVNa XuvBan KaBIyRAv)  “O büyük bir havbdir.”

Harb” savaş âletlerinin konup saklandığı ambar demektir. Sonra “Mihrab” oda anlamına gelmiştir. “Harab etmek” demek, savaşın sonunda yerle yeksan etmek demektir. “Kıtal” çarpışma ânıdır. “Harb” ise barış hukuku yerine harb düzeninin var olduğu devredir veya yerdir.

“R” “V” yani “Y”ye dönüşmüştür. “Hub” saldırı anlamını almıştır. Ablukaya almak, ambargo koymak ‘hub’dur. Bu büyük bir suçtur.

“Kamu” demek şu demektir. Dayanışma içinde zayıfları kuvvetlendirerek onların hukukunu korumak demektir. Eğer yetimlerin hukuku korunmazsa, kimsesizlerin hukuku korunmazsa, bu saldırı demektir. Hakkın üstünlüğü anlamına gelir. Büyük günah da işlenmiş olur. Bu tür davranışlar sadece tazminata maruz kalmazlar. Normal olarak borçlanmış olmazlar. Suç işlemiş olurlar.

Mesela, birinin bir malını borç alsanız da onu iade etmeseniz suçlu olmazsınız. Size zorla tazmin ettirmezler. Ne zaman kazanırsanız o zaman ödersiniz. Ama yetim malını çarçur ederseniz, zorunlu çalışma ile size ödetirler. Eğer ödettirilemeyecekse o karz-ı hasen olur; ödetilirse karz olur.

Eğer size emanet verilen bir parayı götürüp yerine teslim etmezseniz, kendiniz kullanırsanız bu “Hub” olur. Cezası zorunlu tazminattır. Zorunlu olarak işyerlerinde çalışırsınız ve öyle ödersiniz; ya da ödersiniz ve çalışmaktan kurtulursunuz.

İslâmiyet’te hapishane yoktur. Onun yerine zorunlu çalışma sitelerinde çalıştırma vardır. Hapishaneden farkı, oraya kişinin ailesi ve herkes gelip gider. Mahkum olan kişi normal aile hayatı yaşar. Sadece borcunu ödeyinceye kadar orada çalışır.

Buradaki “Hub” kelimesi bu sorunlarımızı çözmektedir.

Kur’an okundukça her suale mutlaka cevap gelecektir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى فَانكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا(3)

وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا(4)

وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ أَمْوَالَكُمْ الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَامًا وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا(5)

وَإِنْ خِفْتُمْ (Va EıN PıFTuM)  “Havf ederseniz.”

Kur’an’da “İn Hiftum” kelimesi 7 yerde geçmektedir.

  1. Cemaate emretmektedir: Karı koca arasında çatışma olacağından korkarsanız, erkeğin ehlinden bir hakem, kadının ehlinden bir hakem ba’sedin. (Nisa, 39)
  2. Emir hakemleredir: Karı kocanın meşru bir şekilde beraber yaşayamayacaklarından korkarsanız, boşanmalarına karar verin. (Bakara, 229)
  3. Erkeklere hitap etmektedir: Yetimler arasında adaleti gözetemeyecekseniz çok kadınla evleniniz. (Nisa, 3)
  4. Erkelere hitap etmektedir: Kadınlar arasında adaleti gözetemeyecekseniz bir kadınla yetininiz. (Nisa, 3)
  5. Seyahat edenlere hitap etmektedir: Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin kötülük etmelerinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. (Nisa, 101)
  6. Askeri birliklere emretmektedir: Savaşta düşmanın saldıracağından korkarsanız, ayakta veya binek üzerinde namazınızı kılınız. (Bakara, 239)
  7. Yöneticilere hitap etmektedir: Müşrikleri Mescid-i Haram’a yaklaştırmayınız. Kıtlık olacağından korkacak olursanız yine onları yaklaştırmayınız, Allah isterse fadlından sizi ileride zengin edecektir. (Tevbe, 28)

Bu âyetlerde “İn Hiftum” kelimesi başa alınmıştır. Ondan sonra gelen emir vücubu ifade eder.

Hakemleri göndermek farzdır. Savaşta yürüyerek veya binerek namaz kılmak farzdır. Çok kadınla evlenmek farzdır. Müşrikleri yaklaştırmamak farzdır. Şart başa gelmiş ise cezanın yapılması farz olur.

Yedi cemaate emretmektedir. Yedinci âyette “İn Hiftum” sona alınmıştır. Küfredenlerin fitnesinden havf ederseniz, namazı kasr etmenizde bir günah yoktur denmiştir.

Burada vücub değil cevaz vardır. Yürüyerek veya binek olarak kılmak farz; burada ise fitne sebebiyle namazları kısaltmak caizdir. Zaten başta ‘günah yoktur’ denmektedir.

Buradan çıkaracağımız hükümler nelerdir?

Önce erkekler için çok evlilik yasaklanmamıştır. Evlenmeleri haram olarak sayılırken teker teker kadın ve erkek sayılmış ve ‘muhsenatı minennisa’ denmiştir. Evli olan kadınlarla evlenilemeyeceği, onun dışındaki bütün kadınlarla evlenilebileceği belirtilmiştir. Böylece evli olan kadınların ikinci erkekle evlenemeyeceği açıkça belirtilmiş, buna karşılık evli olan erkeğin başka bir kadınla bir daha evlenemeyeceği belirtilmemiştir.

Burada da “İn Hiftum” şartı sona değil, başa getirilmiştir. Yani bir, iki, üç veya dört kadınla evlenmeniz farzdır denmiştir.

Hükmün böyle olması son derece tabiîdir. Çünkü bir erkeğin fazla kadınla evlenmesi biyolojik ve sosyolojik hiçbir engel taşımamaktadır. Oysa kadının bir erkekten fazlası ile evlenmesi biyolojik ve sosyolojik mahzurlar taşımaktadır. Aksi bir yasak da olabilirdi ama ilâhî nizam olmazdı.

Bununla beraber burada ilk eşlerin mağdur olacağı düşünülebilir. Bu mağduriyet de mihr yani boşanma tazminatı ile karşılanmaktadır. İlk karısı mihri tam alarak kocasını boşayabilir.

Diğer taraftan kadın kocanın yaşadığı seviyede nafaka alma hakkına sahiptir. Kocanın gücü yetmezse akilesinden alır. Eski hayat seviyesinden aşağı da düşürülemez. Yani, kadın isterse boşamaz, ancak nafaka hukukunu aynen korur. Mihre kıyasla bu hükmü verebiliriz.

Burada tesbit ettiğimiz diğer bir husus, “İn Hiftum” dendiği zaman topluluk karar verecektir demektir. Yargı kararıdır demektir. Çok evliliğin vücubu hakemler kararı ile sabit olur.

Hükmü şöyle koyalım.

Bir kimse öldü, karısı ve çocukları kaldı. Kardeşi o çocuklara vasilik yapmak zorundadır. Eğer anneleri ile evlenmediği takdirde onlara bakamayacaksa, ya onunla evlenir, ya da vesayet hakkı o kadınla kim evlenirse ona intikal eder ve yeğenlerine karşı olan vesayet hakkını kaybeder. Tevrat’ta bu hususta zorunluluk vardır. Oysa bizim örfte yetimlere bakmak zorunludur. Evlenme iyi karşılanmaz. Hattâ ikisi de yani hem erkek hem kadın dul olur ama yine evlenmezler. Demek ki burada örf meşrudur. Böyle bir korku yoksa evlenme zorunluluğu yoktur.

أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى  (EaN LAv TuQSıOUv FIy elYaTAvMAv)  

“Yetimler hakkında kıst yapamayacaksanız. Eşitliği gözetmeyecekseniz.”

Burada emredilen şudur. Yetim olan kimselerin hayatları babaları sağmış gibi olmalıdır. Çocuklar yetimliklerini hissetmemelidirler. Kur’an’ın yetimler hakkında getirdiği hüküm budur. Yetimleri korumak için annelerini evlendiriyor ve annelerini çocuklar üzerinde bekçi yapıyor.

Kur’an’ın başka yerlerinde kadınların evlerinden bahsetmektedir.

Koca karılarına ayrı ayrı evler temin etmek zorundadır. Koca gecelerini bu evlere bölüştürmek zorundadır. Koca giderlerini evlere göre çocuk sayısına eşit olmak üzere karşılamalıdır. Burada ‘adalet’ değil ‘kıst’ istenmektedir; yanı yetimlere eşit şekilde bakılmalıdır.

فَانكِحُوا (FanKiXUv)  “Nikahlanınız.”

Buradaki sığa emir sığasıdır. Vücubu ifade eder. Şart başa geldiği için de vücub ibahaya dönmez. Sonra gelseydi emir ibahaya dönmüş olurdu. Yetimler hakkında eşitlik sağlayamayacaksanız, yetim olan çocuklar kötü durumlara düşüyorsa, o zaman bu emir yerine getirilmelidir.

مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ (MAv OavBa LaKuM MıNa elNıSAEı)

“Nisadan sizin tıbınız olduğu takdirde.”

Burada “Men Tâbe” denmesi gerekirken “Mâ Tâbe” denmiştir. Çünkü insan insanla değil, beden bedenle nikahlanmaktadır. Kişiler tamamen ayrı kalmaktadır. Evlilik ruhların bağlantısı değildir. Evlilik bedenlerin ve bunların arasındaki bağlantıdır. Bu sebepledir ki aynı dinden olmayanlar da evlenebilmektedir. İffet yani evlilik dışı ilişkilerde bulunmama meselesidir. Buna riayet etmeyenler büyük günah işlemiş olurlar. Evlenmek ise muamele konusudur. Bu sebepledir ki burada “” kelimesi gelmiştir.

Burada işaret edilen başka husus da, görünüşü hoşuna gidenlerle evlenilmelidir. Allah birbirine uygun olanları birbirlerine karşı hoş gösterecek duygular vermiştir. Bu sebepledir ki velilerin kızlarının evlenmelerine izin verme şartı vardır, ancak kızın da velisini değiştirme yetkisi vardır. Ama hiçbir zaman velisi onu istemediği birisiyle evlenmeye zorlayamaz. Evlenecek olanların karşılıklı olarak birbirlerinin hoşlarına gitmeleri gerekir. Buradaki “”dan kasıt budur.

Nisa” kaydını getirmiştir. Bazı yorumcular yetimlerle evlenme emri veya müsadesi var demektedirler. Oysa burada “ergin kadınlar”dan denmektedir. Bundan dolayı evlenilmesi emredilenler yetimlerin anneleridir. Buna işaret etmek için bu emir verilmiştir.  

مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ (MaÇNAv Va ÇuLAÇa Va RuBAGa)  

“İkişer ve üçer ve dörder nikahlayınız.”

Burada “Veya” kelimesi yerine “Ve” kelimesi getirilmiştir. İkili olmak üçlü olmaya mani olduğu için ‘Ve’ ‘Ev/Veya’ manâsına zaten gelmektedir. Dörde kadar evlenebilirsiniz olsaydı, sadece dört denmesiyle ifade edilmiş olurdu. Oysa burada emredilen ikili olabilir, üçlü olabilir, dörtlü olabilir.

Bu hususta kararı topluluk verecektir. Bir toplulukta sosyal düzen bozulmuş, pek çok kadın kocasız kalmış ve yetimlerin sayısı babalıklardan daha çok olmuşsa, -genellikle savaş sonunda böyle olmaktadır- o zaman topluluk ve topluluğun bilginleri bir araya gelir, istişare eder, birlikte ikinci evlilik yapılsın diye karar verilir. Herkes çok evlenmeye zorlanmış olur. Bununla beraber yine de hoşa gidenle evlenme sözkonusu olduğu için kimse ikinci evliliğe zorlanmaz.

Bu sûrenin hükümleri kazai olmaktan ziyade dinîdir. Emir dinî emirdir. Mü’minlere emredilmektedir.

Burada önemli olan bir diğer husus, çok evliliklerin hoş görülmesi sosyal olaydır. Eğer o toplulukta çok evlilik hoş görülmüyorsa, orada çok evlilik yapmak huzursuzluğun kaynağı olur. Bunun için çok evliliği sosyal olarak kabul ettirmek veya o beldeden uzaklaşıp evlenmek gerekmektedir.

İkili, üçlü, dörtlü olarak sayılması, duruma göre evlenmemiş kadınların çokluğuna bağlıdır. Burada istenen kocasız kadının kalmamasıdır. Böylece her kadın koca bulmaktadır. Bu sebepledir ki çok evlilik erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak teşri edilmiştir. Evlenmemiş kadınlara koca bulmak içindir.

Bu durum aslında evlen(e)memiş erkeklere zulümdür. Ama tabiî düzen böyledir. Sağlam nesil için erkekler yarışacaklardır. Yarışı kazanan evlenme hakkına sahip olacaktır. Bu yarışmanın doğru dürüst olması için toplulukta daima evlenememiş erkekler olmalıdır. Aksi olursa o toplulukta yarış olmaz. Evlenememiş erkeklerin olabilmesi için de o topluluktaki bütün kadınların koca bulmuş olması gerekir. Bu durum evli kadınlar için de bir garantidir. Evlenememiş erkek olunca her zaman kadın eski kocasından ayrılarak yeni koca bulma imkanına sahip olur. Bol bol mihr de alınca kocası ona saygı ve sevgi göstermek zorunda kalır.

Erkeklerin savaşta ve ekonomide yarışta olmaları için, evli olanların eşlerini koruyabilmeleri için, evlenemeyenlerin evlenebilmeleri için devamlı olarak topluluk kadın azlığı ile karşı karşıya olmalıdır. Bu kural tüm canlılarda, hayvanlarda ve bitkilerde böyledir.

Burada önemli bir hüküm getirilmektedir.

Eğer topluluk ikinci evliliği zorunlu kılan karar almış ise ondan sonra birinci kadınların kocalarını kusurlu sayarak boşanma hakları yoktur. Boşanırlarsa mihrlerini iade etmeleri gerekir. Üç kararı alınmış ise ilk iki kadının böyle boşanma hakkı yoktur. Dört kararı alınmış ise ilk üç kadının böyle bir hakkı yoktur. Ama beşinci ile evlendi mi, her zaman ilk dörtlerin kocalarını kusurlu görerek evlenme hakları vardır.

فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا (Fa EıN HıFTuM EaN LAv TaGDiLUv)  

“Adaleti gözetememekten korkarsanız.”

Burada “İn Hıftum” kelimesi tekrar edilmiştir. İlk “Hıftum”da topluluğun genel durumu nazarı itibara alınarak bu emirler verilmiştir. Burada ise kişiler sözkonusudur.

Evlenecek erkeklerin adaleti gözetemeyeceklerinden korkarsanız, o zaman ‘bir kadınla’ denmektedir. Yani, bir kadın dul kaldı, yetim çocukları var. Cemaat toplanır. Adaleti gözetebilecekse kaynı ile veya erkeğin yakını olan erkeklerden biri ile evlenmelerine karar verilir. Daha doğrusu böyle evlenme yapacaklar evlenmeleri kendileri de yapabilirler. Hakemlerin kararına gerek yoktur.

Ancak böyle evlenmelerde adaleti gözetemeyecekleri hususunda bir iddia varsa hakemlere gidilir ve o kimsenin ikinci evlilik yapması zorunluluğu kalkar.

Eğer dul kalan kimse böyle birisiyle evlenirse, kocası kusurlu olarak ayrılabilir. Ayrılmazsa, o da çocukları yanında bulundurma hakkını kaybetmiş olur.

فَوَاحِدَةً (Fa VAXıDaTan)  “Bir tane”

Eğer eşler arasında adaleti gözetemiyorsa, farklı muamele yapıyorsa, diğer eşlerin kocalarından kusurlu görülerek ayrılmalarına hakları vardır. Yani, mihrlerini tam alarak ayrılırlar. Son kalan kadın ayrılma durumunda olmaz. Herkes ayrılmak istiyorsa son evlenen kalır.

Tek kadınla evlenmek her halükârda farzdır. Farzdır diyorum, zorunludur demiyorum. Evlenmeyen günah işlemiştir ama herhangi bir dünyevi cezası sözkonusu değildir. Başkanın nefy hakkı her zaman vardır.

أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ (EaV MAv MaLaKaT EaYMANuKuM)  

“Yahut yeminlerinizin mülkü vardır, cariyelerle yetinin.”

Burada çok önemli bir hüküm getirilmiştir. Bir kadınla evlenmek farzdır. Ama cariye de yeterlidir. Yani, bir cariye edinme de böyledir. Yani, farziyet bakımından cariye de hür kadar kabul edilmiştir.

Mesela, bir kimse zengin de olsa, genel evden bir kadın çıkarıp kendisine metres edinse veya diğer ülkelerden fuhuş yapmak üzere ülkemize gelen kadınlardan birini alıp da kendisine metres yapsa, artık onun bir hür kadınla evlenmesi farz olmaz. Çünkü o da bir insandır, diğer hür insanlar gibi haklara sahiptir.

Burada bir hususu belirtmede yarar vardır. Şeriata göre evlenme demek, resmi nikah yapma demek değildir. Alenen ‘biz beraber yaşayacağız’ diye “sözleşme” yapar ve kadın birden fazla erkekle buluşmayacağına söz verirse, bu evlenmedir. Açık olması gerekir. Akrabalar arasında olmaması gerekir. Kadının başkalarından hamile olmaması veya hamile olma ihtimali bulunmaması gerekir. Kadının nafakasını erkek yüklenmiş olur.

İslâmiyet’teki evlilik budur. İslâm nikahında birbirlerine vâris de olurlar. Mihr vardır.

Muta nikahında mihr yoktur, vâris olmazlar. Cariyede ise erkek kadını çalıştırma hakkına da sahip olur. Böyle bir anlaşma ancak köle ve genelev kadınları ile yapılabilir, fahişlerle yapılabilir.

ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا (ÜAvLıKa EaN LAv TaGUvLUv)  

“Gavl etmemeniz için bu ednasıdır.

Gayl” kelimesi “Gavl” kelimesi ila akrabadır. Çıplak demektir. “(G)avret” örtülmesi gereken yerler demektir. “Gayl” kelimesi de kapalı ev halkı için kullanılır. Aile tabir edilmektedir. Kıtlık anlamına da gelir.

Neslinizin tükenmemesi için; kökünüzün kurumaması için; nesil kıtlığı olmaması için bir kadınla evlenmek veya bir cariye ile birlikte yaşamak farzdır.

Çağımız dünyasında Avrupa Birliği ülkelerinin en büyük sıkıntısı işte buradadır. Zina Avrupa Birliği ülkelerinde serbest olunca, evlenme müessesesi kutsiyetini kaybetti. Aile olmayınca, bu sefer çocuk yapmaz oldular. Nesilleri tükenmeye, kökleri kurumaya başladı. Dışarıdan işçi getirdiler de hayatlarını öyle sürdürdüler. AB ülkelerinin bu musibetten kurtulmak için İslâmiyet’e dönmeleri veya Tevrat hükümlerini diriltmeleri gerekir. Yoksa yarın Hıristiyan ülkeleri İslâm ülkelerine dönüşür.

Germenler Roma’yı işgal ettiler. Romalıları yendiler ama sonra Hıristiyan oldular. Moğollar İslam ülkelerini işgal ettiler ama sonra Müslüman oldular. Çin’de Budist oldular. Galip gelenler her zaman yaşama imkanını bulamazlar. Değişmek zorunda kalırlar. Avrupalılar Müslüman ülkeleri işgal ettiler, hâlen de ediyorlar; ama böyle giderse sonra Müslüman olmak zorunda kalacaklardır.

İnsanlığın yaşaması için zinasız evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir.

Şaşkın Avrupa zinayı mukaddes hâle getiriyor, çok evliliği ise kötü bir şey sayıyor. Kendilerine yaptıkları kötülük yetmiyormuş gibi; bir de İslâm ülkeleri bunu kabul etmek zorunda bırakılıyor.

Müslümanlara tavsiyem vardır. Resmi nikah yapmasınlar, eşlik sözleşmesi yapsınlar. İslâmî ve insânî hayatı yaşasınlar. ‘Ben resmi nikâh istiyorum’ diyen kız varsa, onunla evlenmesinler. İmam nikahı yasaktır. Yapmasınlar. İslâmiyet’te imam nikâhı yoktur. Resmi nikah yoktur. Nikah sözleşmesini imzalamak yeterlidir.

Bugün bu sözlerim sizlere ağır gelebilir. Ancak gelecek bunu böyle yapanlarındır.

Evlilik dışı ilişkiler büyük günahlardandır. Mü’minlerin onlarla evlenmeleri haramdır.

İslâmiyet’te evlenme çok kolaydır. Allah’ın dediğini yaparsanız mesut olursunuz. Yapmazsanız, işkence içindeki hayat sürer, sonunda Avrupa’da olduğu gibi inkıraz edersiniz.

Zinanın reklamını yapanlar birlikte yaşayanları nikaha zorlamaktadırlar. Maksatları, evlilik müessesesini yıkmaktır. Mü’minler bunların bu oyunlarına gelmemelidirler.

وَآتُوا النِّسَاءَ (Va EAvTUv eLNıSAEa)  “Kadınlara veriniz.”

Burada “Eşlerinize veriniz” demiyor, “Ezvaceküm” demiyor; “Kadınlara veriniz” deniyor.

“Nisaeküm” denmemiş “el-Nisa” denmiş.

Kadınlar evlendikleri zaman mihrleri istihkak ederler. Muaccel mihrlerin peşin ödenmesi gerekir. Kadın bunu daha çok eski kocadan olan çocukları için kullanabilir. Kadın bunu evlenmemiş erkek kardeşinin evlenmesi için kullanabilir. Kadın bunu hasta olan babası için kullanabilir. Müeccel olan sonraya bırakılmış, mihrler ise ayrılma olursa ödenecektir. Ölüm hâlinde de ödenecektir. Bu mihr kadın için bir garantidir. Kocası ödeyemezse akilesi onu ödemekle yükümlüdür. İşte akilesi ödemekle yükümlü olduğu için “Ezvaceküm” veya “Nisaeküm” denmemiş de “el-Nisa” denmiştir.  

Evlenme sosyal bir müessesedir. “Evlendiriniz” emri ile de bellidir ki, her kadın evlendirilecektir. Erkek de evlendirilecektir. Ancak erkeğe ev temin edilmeyecek, koca borçlandırılarak kadına ev temin edilecektir. Çünkü her kadının bir evinin olacağını beyan etmiştir. Onları evlerinden çıkarmayın. Cem ceme (çoğul çoğula) izafe edilince bire bir tekabüliyet olur.

Bu evlilik ve aile kurma müessesesinin tam olarak gerçekleştirilmesi için bir vakıf kuracağız. Doğan her çocuk için her ay 25 dolar yatırırsak, evlenecek çağa geldiklerinde birer eve sahip olmuş olurlar. Eğer bunu anne babası yatıramıyorsa, akilesi (yani dayanışma ortaklığı) yatırmalıdır. Böylece sosyal dayanışma içinde mesken sorununu çözmüş olmaktayız. Sovyetlerde bu sorun genel bütçeden çözülmüştür. Başka bir çözüm de, evlenecek erkeklere mesken kredisi verilecek ve kira öder gibi bunun bedelini ödeyeceklerdir.

Bugün erkek ve kadının kazancı ortak yapılmak isteniyor. Bu yanlış anlayış ve uygulama evlenmeyi zorlaştırmaktadır. Tembelliğin kaynağını oluşturmaktadır. Mallar üzerinde rahat tasarruf etmemeyi doğurmaktadır. Bir şey ortaksa, onun üzerinde tasarruf da ortak olmalıdır. Bu da özel mülkiyeti zedelemektedir. Ancak mihr ise borç-alacak ilişkisi olduğu için mülkiyette karışıklık yoktur.

Hukuk 5000 yıllık mazisiyle oluşmuştur. Modalarla hukuk olmaz. Yazılır ama hiçbir şekilde uygulanmaz, uygulanır ama olumlu sonuç vermez.

Bu ülkeyi yıkmak isteyenler AK Parti’ye anlamsız kanunlar çıkartmaktadırlar.

Allah ne demişse doğru olan odur. Bu Kâinatı biz değil, O yani Allah yarattı. Kâinatı O yarattığına göre, düzeni de O koymuştur. Tabiî ve sosyal kanunlara uymayan modalar insanları helâke götürür.

Karının kazandığı karınındır. Kocanın kazandığı kocanındır. Kadın ve çocuklar nafaka hakkına sahiptirler. Karı mihr istihkak eder. Bu hak da akilenin (yani dayanışma ortaklığının) teminatındadır.

صَدُقَاتِهِنَّ (ÖaDuQATıHınNa)  “Sadakalarını”

Fındığı kırdığınız zaman ya dolu çıkar ya boş çıkar; dolu çıkana ‘sıdk’, boş çıkana ‘kizb’ denir.

Sadakât” demek, beklendiği gibi olmak demektir. Erkek bir kadın ile evlendiği zaman ona sadık kalacağına yani başka erkeklerle birleşmeyeceğine söz verir. Bu davranış onun sadakatıdır. Bu satakatına karşılık mihr almaktadır. Diğer taraftan da erkek de ona nafakasını temin edeceğine, koruyacağına ve boşamayacağına söz vermektedir.

Kadın her zaman boşanma hakkına sahiptir. Erkek ise mihr vererek boşayabilir.

Halkın başkana verdikleri zekâta da “Sadakât” denmektedir. Başkana biat ettiğinin delili budur. Ona mâlen katkıda bulunmak demektir. Sadakalar kendilerine izafe edilmiştir.

Yukarıda evli veya bekâr kadın tefrik edilmemiştir. Bu sebepledir ki evlenememiş kadınların da sadaka alma hakları vardır. Bugün bu emeklilikte uygulanmaktadır. Baba veya ana öldüğü zaman küçük çocuklar babalarının emekli maaşlarını almaya devam ederler. Reşit olan erkek bu maaşı alamaz. Ama reşit olan kız evlenmemişse almaya devam eder. Hattâ kocaya gitse, sonra dul kalsa veya boşansa yine alır. İşte bu evlenmemiş kadın sadakasını alma hakkına sahiptir demektir. Bu da kadının yoksulluktan evlenmeye zorlanmamasını sağlar.

Kadınlar da erkekler gibi kredi alarak çalışma hakkına sahiptirler. Kadınlar kredi almadıkları zaman emeklilik paylarını da alırlar. O halde çalışamayan erkek ve kadın emekli maaşını alacaktır. Bu nasıl sağlanacaktır? Kadına sadaka peşin verilir. Kadın onu evlenmemiş olsa bile alır. Böylece mihr almadan evleneceğini bildirmiş olur. Belli bir yaşa kadar evlenememiş kimselerin mihrleri akilece (dayanışma ortaklığınca) karşılanır. Artık onlarla evlenecek kimseler mihr vermek zorunda kalmazlar. Bu yaş örfe göre belirlenir. Bu uygulama sayesinde belli yaşa kadar evlenemeyen kadınlar sonra kolay evlenme imkanını bulmuş olurlar. Bu da doğum kontrolünü sağlar. Hiç olmazsa her kadın bir defa kadın evlenecek; hiç olmazsa her kadın bir defa evlenecek ve bir engeli yoksa bir çocuk doğuracak, mümkünse ve de nasipse bir kızı olacaktır.

نِحْلَةً (NıXLaTan)  “Ankıhla olarak”

Nahl” arı demektir. Arıya köylü kovan kurar, o da orada yerleşir, kovan kirası olarak o köylüye yani kendisine yardım eden insanlara bal verir.

Aile de işte böyle bir müessesedir. Erkek evi yapar, kadın bir arı gibi orada yerleşir. Bal yapan arılar da dişidir. Kadınlar yavru yetiştirirler; arılar da yetiştirirler. Kadınlar bir de evin temizliğini yapar ve yemek pişirirler. Kadın bunu yaparken erkek onu korur, nafakasını temin eder, mihrini verir. Erkek bunu yapamazsa erkeğin akilesi bu işleri yapar. Ev kadına aittir. Sadaka içine nafaka da dahildir.

Burada “Nıhle” kelimesi sadakanın kadına verilmesi gerektiğini, başlık olarak velilerine verilmesinin caiz olmadığını ifade etmektedir. Müfessirler “Nıhle” kelimesi ile mihrin veliye verilmesini yasakladığını istinbat ediyorlar. Yani, mihr kadına verilecektir, velilerine değil.

Ailenin yapıcısı kadındır. Erkekler kayyumdurlar; yani koruyucudurlar, hâkim değildirler.

فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ (Fa EıN OıBNa LaKuM)  “Size hazırlarlarsa.”

Habis” bozucu demektir, “Tayyib” de yarayışlı demektir. Çürük olmayan meyve tayyibdir, çürük olan meyve habistir. Yendiği zaman mideyi bozan habistir, bozmayan tayyibdir. Haram olanlara da habis denmiştir.

Helal olan tayyib olmaktadır. Kadın da bir şeyi helal ederse yiyebilirsiniz.

Nafaka olarak eve verilenler çok evlilik hâlinde tamamen kadına aittir. Koca oradan kadının izni olduğu kadar yararlanabilir. Koca kadının izni olmaksızın eve misafir getiremez. Koca kendi anne babasını karısının izni olmadan eve getiremez. Anne baba kızlarının yanında kalırlar, erkekler nafakalarını sağlarlar. Kadın ise kendi anne babasını evine getirip onlara bakabilir. Nafaka kısmından yediremez, ama mihr kısmından yedirebilir.

عَنْ شَيْءٍ مِنْه (GaN ŞaYEın MınHu)  “Ondan bir şeyi”

Ondan bir şeyi helal kılarlarsa ondan yeyin.

Zamir “Minhâ” olması gerekirken “Minhu” olmuştur. Müenneslerin çoğuluna müfret zamir gider. Yani, ister nafakadan, ister mihrden olsun, bir şeyi helal kılarlarsa onu yiyebilirsiniz.

Buradaki “An” “Min” anlamındadır. “Mim” “Min” gelmesin diye “An” ile ifade edilmiştir.

نَفْسًا (NaFSan)  

Yani, doğrudan neyi helal ederlerse. Bunun için herhangi bir kural konamaz. Şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız denemez. Kendi istek ve arzularına göre neyi helal ederlerse onu yiyebilirsiniz.

Bununla beraber şöyle bir kural koyuyoruz. Erkek kadınlara ve çocuklara kendi yediklerini yedirmek ve kendi giydiklerini giydirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük aile içinde ev halkının tümü için geçerlidir. Köle, hizmetçi ve misafir için de geçerlidir. Tüketimde şuyuiyyet vardır. Dolayısıyla koca evde iken evdeki yemeklerden yararlanır. Koca ortak olduğu için değil, ev halkı olması sebebiyle bu böyledir. Ama koca bunun dışında karısından bir talepte bulunamaz.

Nefsen” kelimesi sizin için de hâl olabilir. Size bir şeyi helal ederlerse anlamı çıkar.

Tıbne” demek hazırlamak demek, ayırmak demektir. Evde pişirdikleri yemekten size bir şey ayırırlarsa ondam yeyiniz demek olur.

فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا (Fa KuLUvHuv HaNIyEan MeRIEan) “Onu heni’ meri’ olarak yeyiniz.”

Ekletmek” kemirip bitirmek demektir. “Hına” kına demektir.

Kına bir boyadır. Onu elinize veya cildinize koyduğunuz zaman cilt onu emer ve derinin bir parçası olur. Yediğimiz yemekler sindirilir, vücudumuza girer ve vücudun adeta bir parçası olur. Bazı yiyecekler vardır ki vücuda girdiği zaman vücuda zararlı olur, habis olur. Bu şekilde yememiz emredilmektedir. Yani, bize yarayacak şekilde ekletmemiz gerektiğini söylemektedir.

Fa” harfi geldiği için her zaman heni olarak eklediniz demektir.

Kur’an’da “Heni’” kelimesi dört defa geçmektedir. Ancak “Meri’” kelimesi bir defa geçmektedir.

Merien” insanca yeyin anlamına gelir. “Meri’” yemek borusudur.

Yediğiniz zaman size zevk veriyorsa ona merien yemek olmuş olur. Yediğimiz yemekler hem bize lezzet olur, hem de yarayışlı olur. Her ikisinin birleştiği yemekleri yemek bize emredilmiş olmaktadır.

Bir şey helal olacak, yani başkalarının hakkı olmayacak, diğer taraftan lezzetli olacak ve aynı zamanda yarayışlı olacak. İşte ‘helal lokma’ budur. Boğazda takılıp kalan yahut yerken zevk veren ama sonra şeker yapan, yahut tansiyon yapan şeyler yenmeyecektir. Ailece yenen yemeklerin, besi değeri ile beraber birlikte yenen yemeklerin zevki vardır.

Bir de “Merien” demekle, kişi olarak yeyin denmiş olur. Koca karısının yaptığı yemeklerden koca olduğu için değil de, kişi olduğu için yiyecektir. Ev içinde bulunan herkesin kişi olması hasebiyle yeme hakkı vardır. Burada “Merien” denmesi ile bu duruma da işaret etmektedir.

وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ (Va LAv TuETUv elSuFeHAEe)  “Sefihlere vermeyiniz.”

Sefih” “Sefk” ile akraba bir kelimdir. “Sefk” dökmek, akıtmak demektir.

Savurgan olanlara ‘sefih’ denir. Yani, sefih olan kimse eline geçirdiği malı ve imkânı o gün harcar, yarını düşünmez, geleceğini hesaplamaz.

Sosyalizm insanları sefih yapar. O düzende hayatları garantili olduğu için artırmaya gitmezler, çalışıp kazanarak artırmazlar. Sosyal sigorta böyledir. Sefihler evlenme ihtiyacını da duymazlar.

Kur’an bunlar için şu hükmü getirmiştir.

Kendileri çalışıp kazanmışlarsa onları istedikleri gibi harcama hakkına sahiptirler. Ama babalarından kendilerine intikal etmişse, o malları istedikleri gibi harcayamazlar.

Baliğ olan kimseler her türlü medeni haklara sahiptirler. İstedikleri şekilde kendi kazandıkları mallarda tasarrufta bulunabilirler. Ama kendilerine miras olarak intikal eden malları çocuklarına intikal ettirmekle yükümlüdürler. Onlar üzerinde tasarruf ve savurganlıkta bulunamazlar. Onların elinden mallar üzerindeki tasarruf hakları alınır, sadece gelirlerinden yararlanırlar.

أَمْوَالَكُمْ (EaMVALaKuM)  “Mallarınızı”

Burada “malları” denmesi gerekirken “mallarınızı” denmektedir. Bu ifadedeki bu bir zamir yepyeni bir düzeni getirmektedir. Batı henüz bu düzeni bilmemektedir. Fıkıhçılar da bunu anlamış değildirler.

Mallar üzerinde iki mülkiyet vardır:

1) Biri “intifa mülkiyeti”dir. Onun gelirlerinden yararlanma mülkiyetidir.

2) Bir diğeri de “kıyam mülkiyeti”dir ki, onu kullanma ve yönetme mülkiyetidir.

Bir arabanın sahibi vardır, bir de o arabayı kullanan şoför vardır. Arabayı kullanan ondan yararlanır. Şoför ise onu kullanır. Bunu bugün işçilik sistemi ile çözmektedirler. Şoför ücretlidir. Arabanın sahibi ise onu istediği gibi kullanır. Bu kapitalizmin kuralıdır.

Kur’an düzeninde ise arabanın iki sahibi vardır:

1) Biri araba mülkiyetine sahip olmadır. Bu ondan yararlanma hakkıdır. Bu hak devredilebilir, parçalanabilir, mirasçılara intikal eder.

2) Diğeri kıyam mülkiyetidir ve kıyam mülkiyeti birinci mülkiyet gibi parçalanamaz. Başkasına devredilebilir, ancak devralanın da ehliyetli olması gerekir. Miras yoluyla intikal etmez, vasiyet yoluyla intikal eder.

Gelir getiren işletmelerde hüküm tamamen böyledir Tarla sahibi başka, onu kullanan başkadır. Eskiden bu ortaklık şeklinde ortaya çıkmıştır.

İşte bu yararlanma mülkiyeti çocuklara aittir. Onu işletme mülkiyeti ise vasiye veya velisine aittir. Baliğ oluncaya kadar yararlanma mülkiyeti mevkuf kalır. Baliğ olunca artık onları varisler kullanmaya başlarlar. Ancak işletme mülkiyeti ise veli veya vasisinde kalır. Ehliyeti iktisap ettiklerinde kıyam mülkiyeti onlara intikal etmiş olur.

الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَامًا (elLaTIy CaGaLa elLAHu LaKuM QıYAMAn)  

“Allah’ın sizin için kıyam yaptığı”

Allah size orada kıyam mülkiyetini verdi.

Vasiler mallar üzerinde tasarruf ederler ve emeklerinin karşılığını da kazançlarından alırlar. Yani, bir çocuğa miras intikal ettiğinde, biz onu karzı hasen olarak sermaye yapar ve işletiriz. Kazançlarımızdan oluşan sermaye payını çocuklara veririz, emek payını da biz alırız. Ne var ki, işletenler yani sermayeden yararlananlar zarar ederse çocukların mallarından eksiltilmez, zarar vasinin veya velinin akilesine yani dayanışma ortaklığına tazmin ettirilir.

Burada “Kıyam mülkiyeti” açıkça ifade edilmiştir. “Leküm” kelimesi kullanılmıştır. “Lam” mülkiyet içindir.

Bu hüküm sadece yetimler hakkında değildir. Her sefih için böyledir. Ne var ki sefih olduğuna hakemler karar vermelidir.

وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا (Va ıRZuQUvHuM)  “Onlara oradan irzak ediniz.”

Yani gelirlerinden akraba malikleri yararlanırlar. Geçinmeleri onlar tarafından sağlanır. Bu ya işetme gelirlerinden bir pay olarak verilir, yahut da kendi mülkü ile yetimlerin mülkü birleştirilir. Mufavada ortaklığı kurulur, ortaklık içinde yetim çocuklar kendi çocukları gibi irzak ve iksa edilirler. Yedirilir ve giydirilirler.

Aynı evde oturmuyorlarsa iksada eşitlik aranmaz.

FiHa” denmiştir, “Minha” denmemiştir. O halde yetimlerin ana malından yedirilmeyecek, ana maldan giydirilmeyecek, sadece kazançlarından yedirilip giydirilecektir. Yetmiyorsa, onu ikmal etmek yükümlülüğü topluluğa aittir. Çocuklar büyüdükleri zaman babaları sağmış gibi mirasa sahip olmalıdırlar.

FiHa” onun içinde demek, ondan yararlanarak onda eksiklik yapmamak üzere demektir.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda tesbit ettiğimiz hususlar Kur’an’da değişik yerlerde değişik ifadelerle teyit edilmektedir.

وَاكْسُوهُمْ (Va uKSUvHuM)  “Ve onları iksa ediniz, onları giydiriniz.”

Buradan anlıyoruz ki, giydirme ve yedirme işi vasiye veya veliye aittir; akilelerine aittir. Kendilerine intikal eden mirastan karşılanmayacaktır. Çünkü çocuklar daha doğdukları zaman toplulukla sözleşme içindedirler; siz bizi büyüteceksiniz, biz de ileride sizin bu hizmetinize karşılık çocuklarınızı büyüteceğiz. Çünkü siz de bizi babalarınıza borçlu olduğunuz için büyütüyorsunuz.

Bu sözleşme gereği imkanı olan herkes evlenmekle yükümlüdür. Bir defa evlenecek veya cariye edinecek, çocuk yetiştirecektir. Borcunu böylece eda etmiş olacaktır. Niyet eden başaramazsa, borcunu bu şekilde eda etmiş olur.

وَقُولُوا لَهُمْ (Va QuvLUv LaHuM)  “Onlara kavl ediniz.”

Bu şunu ifade eder ki, sefih olanlar muhataptırlar. Yani diğer bütün mükellefiyetlere sahiptirler. Aklen malul sayılmamaktadırlar. Sadece miras üzerindeki tasarrufları kısıtlanmıştır, yoksa kendi kazandıkları mallar üzerinde veya evlenme-boşanma gibi hususlarda kendileri tam olarak ehliyetlidirler.

Kur’an’ın usûlüdür bu. Bir taraftan dinî olarak onlara maruf söz söyleyin demekte, ama diğer taraftan da onların muhatap olduğunu bildirmektedir.

Kur’an’ı okurken daima dinî cihetinin yanında şer’î cihetinin olduğu unutulmamalıdır.

قَوْلًا مَعْرُوفًا (QaVLan MaGRUvFan)  “Maruf olan kavli söyleyiniz.”

Yani, onlara malları teslim edilmediğinde onlara cevap verilecektir.

Hakemler kararlarını beyan ederken gerekçe de göstermelidirler. Ne sebeple böyle karar verildiği muhataplara anlatılmalıdır. Hasımlı davalarda ikna hizmetini hakemler yaparlar. Velileri yaparlar. Son söz baş hakeme düşer ve baş hakem gerekçe göstermez. Ama hasım davalarda, tek taraflı davalarda ise kararda karşı tarafı ikna edecek gerekçeler gösterilir. Burada karar veren kimselerin bir menfaati olmayacaktır. Davayı sefih olan kimse açacaktır. Onu ikna edici hüküm verilecektir.

Kavlen” kelimesi getirilmiştir. Çünkü yere ve şartlara göre kişilere söylenecektir.

 

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3163 Okunma
2-NİSA 6-10
2179 Okunma
3-NİSA 11-12
5610 Okunma
4-NİSA 13-17
1938 Okunma
5-NİSA 18-22
1887 Okunma
6-NİSA 18-22
1573 Okunma
7-NİSA 23-24
4557 Okunma
8-NİSA 25-30
1964 Okunma
9-NİSA 31-35
3358 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2307 Okunma
12-NİSA 47-56
2184 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2360 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2187 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2085 Okunma
20-NİSA 95-101
1955 Okunma
21-NİSA 102-106
2149 Okunma
22-NİSA 107-113
2100 Okunma
23-NİSA 114-116
2499 Okunma
24-NİSA 117-125
2103 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2060 Okunma
28-NİSA 144-152
1934 Okunma
29-NİSA 153-158
1984 Okunma
30-NİSA 158-162
2380 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2158 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma

© 2024 - Akevler