بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَا تُجَادِلْ عَنْ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا أَثِيمًا(107)
يَسْتَخْفُونَ مِنْ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنْ اللَّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضَى مِنْ الْقَوْلِ
وَكَانَ اللَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا(108) هَاأَنْتُمْ هَؤُلَاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
فَمَنْ يُجَادِلُ اللَّهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلًا(109)
وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرْ اللَّهَ يَجِدْ اللَّهَ غَفُورًا رَحِيمًا(110)
وَلَا تُجَادِلْ (Va Lav TuCAvDıL) “Mücadele etme.”
Bundan önceki âyetlerde hainlere taraf olma, hainler için hasım olma demektedir. Orada hain için taraf olma değil de, hainler için taraf olma, onlar için hasım olma denmiştir. Onları müzekker kurallı cem ile cem etmiştir. Onların bir topluluk olduğu, organize olduğu anlaşılmaktadır.
Bugünkü rüşvet şebekesi, mafya organizasyonu demektir. Bu mafya o kadar güçlü bir şekilde organize olmuştur ki, daha ilk göreve başladığınız zaman size musallat olur. Size veya sizin yakınlarınıza suç işletirler, farkına varmadan hata yaptırırlar. Sonra onu kullanarak devamlı şekilde sizi daha büyük suça götürürler. Size de bir şey koklatmazlar. Dağdaki eşkıya da böyle bulunur. Mesela sana bir paket katarlar, içinde esrar vardır. Polis kıyafetinde veya polisler arasındaki bir adama yakalatırlar. Sizin dosyanızı tamamlarlar ve bekletirler. Siz o suçtan cezalanmamanız için daha fazla suç işlersiniz. Nihayet dağa çıkar ve gereksiz yerde insan öldürürsünüz…
Bu âyet bize ne yapmamız gerektiğini, bunların şerrinden nasıl korunacağımızı anlatmaktadır. Bunlarla doğrudan mücadele bir sonuç vermez. Bu yeraltı örgütüdür. Her tarafı mikroplar sarmıştır.
Bunlarla hukuk yoluyla, polis yoluyla mücadele edemezsiniz. Çünkü bunlar o kadar şerli bir kuruluştur ki; mesela siz adliyede hakimsiniz. Size rüşvet vermezler. Buna gerek görmezler. Sizin önünüze gelen dosya onların lehine karar vermek zorundadır. Çünkü herkes onların şerrinden korkar. Ona göre şahitlik yapar. Ona göre ihtiyatlı zabıtlar tutulur. Ve her şey onların lehine karar verecek şekildedir. Eğer hakimler zorlar da yine de adil karar vermeye kalkışırlarsa, basın arkalarındadır. Kıyamet kopar! Siyasiler de bile bile sizi harcarlar!..
İşte hain şebeke bunlardır. Kur’an bunlara neden hain şebeke demektedir? Çünkü bunlar içinde yaşadıkları ve nimetlendikleri devletleri yıkmaya çalışırlar.
Bunlar dört grupta toplanmışlardır: Rüşvet mafyası, senet mafyası, iş mafyası, terör mafyası.
Rüşvet şebekesi oluşmuştur. Rüşvet almayan görevliyi iftiralarla o görevden uzaklaştırırlar. Rüşvet vermeyenler haklı da olsalar işlerini yaptıramazlar. Bu şebeke uluslararası mafya hâlinde organize olmuştur. Bankaların hortumlanmaları bunlar tarafından yapılmaktadır. Bir tapu memuru da sizden rüşvet almadan işi yapamaz. Yapsa, iftiraya uğrayıp oradan uzaklaşır. O rüşveti siz mafya eliyle vermelisiniz. Yoksa işiniz çıkmaz. Onlar takip parasını alırlar. Ama bu para devlete verdiğiniz vergiden daha fazladır.
Senet mafyası ne yapar? Alacağınız vardır. Mahkeme yoluyla tahsil edemezsiniz. Davânız on sene sonra biter. Onu da usulden kaybedersiniz. Kazansanız bile, o zamana kadar gerekli tedbirler alınmıştır, tahsil edemezsiniz. Ama alacağınızı senet mafyasına verirseniz, o yarısı kendisine ait olmak üzere onu tahsil eder. Önce lastiğini patlatır, sonra ayağa ateş eder, sonra öldürür. Ama senedi tahsil eder. Genellikle buna ihtiyaç kalmaz, herkes ödemek zorunda kalır.
İş mafyası. Her taraf mafya tarafından işgal edilmiştir. Mafyaya haraç vermeden amelelik yapamazsınız, arsa alamazsınız. Alsanız bile üstünde inşaat yapamazsınız. Size ruhsat verilmediği için kaçak yapmak zorundasınız, ondan sonra da mafyanın elindesiniz! Devlet memuru olabilmeniz için mafyaya başvuracaksınız, onlar sizi yerleştireceklerdir!
Terör mafyası hakkında yukarıda biraz bilgi verilmiştir. Dıştan beslenen terör işsiz veya okuyamamış gençlere suç işlete işlete terörist yapmaktadır.
İşte bunlardan dolayı ‘mücadele etme’ denmektedir. Çünkü bunlar ‘belv-i umumi/genel bela’ hâline gelmiştir. Eğer bir toplulukta bunların sayısı yüzde onu aşmışsa, artık sizin bunlarla mücadele yapmanız, sistem içinde onları bertaraf etmeniz mümkün değildir. Yapılacak iş; bunları suç olmaktan çıkaracaksınız. Rüşvet yasak olmayacak. İş mafyasını oluşturmak yasak olmayacak, senet mafyası oluşturmak yasak olmayacak. Dağdaki eşkıyaların da peşine düşmeyeceksin. Peki, bunlar nasıl ortadan kalkacaktır?
İşte bunun ilacı “Adil Düzen”dir. Çözümleri daha ileriki satırlarda okuyalım inşaallah…
عَنْ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ (GaNı elLaÜIyNa YaPTAvNUvNa EaNFuSaHuM)
“Nefislerine ihtinan eden kimselerden onları bertaraf etmek için mücadele etme.”
Burada “An” gelmiştir. “Cadilhum” demek, onlarla mücadele etmek demektir. “Cadil anhum” demek, onlardan kurtulmak için başkalarıyla mücadele etmek demektir. Yani, eşkıyadan, mafyadan kurtulmak için kamu görevlileriyle mücadele etmek demektir. “Polis neden görev yapmıyor? Hakim neden adil karar vermiyor? Şahit niye doğru söylemiyor? Devlet nerede?..” deme. Çünkü bu şartlar altında onlardan adil davranmayı beklemek yanlıştır. 1960’tan beri ordu yönetime müdahale ediyor. Halk da neden müdahale ediyorlar diye askerlere kızıyor!
Dünyada oluşmuş mafya vardır. O mafya öyle yapılmasını istiyor. Devlet kendisini o mafyadan koruyamıyor. O mafyadan korunma ordunun işi değildir. Ne yapıyor? Müdahale ederek onların dediklerini yapmak zorunda kalıyor. Yoksa kendi isteği ve hevesiyle müdahale etseydi seçimlere gider miydi?
Orduya deniyor ki; “Sen onlarla mücadele etme. Çünkü askeri usullerle o mafya bertaraf edilemez.”
Türk ordusu bir haftada Kıbrıs’ı aldı ve elindedir, hiçbir güvenlik sorunu yoktur. Ama aynı ordu yirmi senedir PKK ile mücadele ediyor, sonuç ölüm! Bir arpa boyu yol alınamadı. İşte buradaki ‘onlarla mücadele etme’ emri budur. Mafya askeri metotlarla bertaraf edilemez. Ordu cephede düşmanla savaşmak üzere organize olmuştur. Ordu kendi ulusu ile savaşamaz.
Burada “kendi nefislerine hıyanet edenler” denmektedir. Gerçekten bütün bunlar kendi devletlerini yıkmakla uğraşmaktadırlar. Kendi uluslarının ekonomilerini çökertmektedirler. Kendi yargılarını etkisiz hâle getirmektedirler. Sonunda kendi nefislerine ihanet etmektedirler.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ (EınNa elLAHa) LAvYuXıbBu) “Allah muhabbet etmez.”
“Habbe” kabarcık demektir. Buğday tanesine de “habbe” denmektedir. “Hubbetmek” birisine karşı meyletmek, onunla beraber olmak, ona hizmet etmek, onun dediklerini yapmak demektir. Anne çocuğuna süt verirken bir iş yapmaktadır ama o işten zevk almaktadır. Eşler arasındaki ilişki de böyledir.
“Allah’ın insanları sevmesi” demek, onlarla meşgul olması ve onlara iyilik etmesi, onları kötülüklerden koruması demektir. Allah hainleri ve kötüleri kendi hallerine bırakır. Buğuz da etmeyebilir. Ama onlar kendi hıyanetleri içinde kalırlar.
Eğer bir toplulukta herkes rüşvet verip de işini yapmak istiyorsa ve görevliler de rüşvet alarak iş yapmaktan zevk alıyorlarsa, herkes KDV’yi kaçırıyor ama kimse bununla uğraşmıyorsa, bu topluluk kendi kendine ihanet içindedir. Rüşvet vermeyip işini yaptırmayanlar için de senin uğraşman yanlıştır. Çünkü rüşvet vermiyor değil, veremiyor. Yoksa elinden gelse o da rüşvet verecektir. Kimse mafyanın baskısı olmadan senet ödemiyorsa, orada senet mafyasının olmasını normal karşılayacaksın. Çünkü başka türlü hiç hareket olmaz. Senet mafyası boşluk olduğu için oluşmuştur. Devlet senetleri tahsil etse, senet mafyası olur mu? Devlet faizsiz para verse, kimse faizcilerin eline düşer mi? Gerçek senet borsası kurulsa, at yarışları oynayan olur mu?..
مَنْ كَانَ خَوَّانًا (MaN KANa PavVANan) “Kim havvan olursa”
Burada “HAVVANAN” mübalağa ile ism-i faildir. Çünkü bir kimse kendi nefsine ihanet ederse o havvandır. Kendi topluluğuna ihanet ederse o havvandır. Ama bir casus gider başka memlekette o devlete ihanet ederse o iyi midir? Allah onu da meşru görmüyor ama ondan muhabbetini kaldırmıyor, onun sadece o günahının cezasını veriyor. Ama eğer bir topluluk kendi nefislerine, kendi ülkelerine, kendi devletlerine, kendi topluluklarına hıyanete başlamışlarsa artık Allah’ın onlara muhabbeti kalmıyor.
Bir belediye ile iş yapıyordum. Belediye yönetimi Millî Görüş partisinde idi. Baktım, Millî Görüşçü belediyenin mallarını aşırıyor ve bize peşkeş çekmek istiyor. Ona dedim ki; “Bu günah değil mi? Haram malı paylaşıyoruz!” Dedi ki; “Burası İslâm devleti değil ki! Neden almayım? Ganimet değil mi, helal değil mi?!.”
İşte şeytan bu milleti böyle hasta etmiş. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz!” diyor. Zavallı cahil Millî Görüşçü, kendi yönetiminde olan belediyeden aşırmayı da ganimet sayıyor! İşte, bir ulus ki iyisiyle kötüsüyle hainleşmiş, o ulusu bizim meşru yollardan kurtarmamız mümkün değildir. Seçimlere girersiniz… İktidar olursunuz… Ama sizin dayandığınız kitle iktidar ganimet deyip devletinizi yağmalamaya kalkışır!
Buradan alacağımız ders şudur. Düzeni değiştirmeden iktidara talip olmamamız gerekir. Düzeni değiştirmek de iktidar olmakla olmaz. Öyle olsaydı, Roma veya İran imparatoru peygamber olurdu.
أَثِيمًا(107) (EaÇIyMan) “Esim olan.”
“Zenb” sosyal suçtur. “İsm” şahsi suçtur. Topluluğa haindirler, kendi nefislerine de sahip değildirler.
Burada “Ve” harfi getirilmemiştir. “Esim” hainliğin bir sıfatıdır. Yani, kişiler rüşvet vererek haram yiyorlar, yahut mafya ile senet tahsil edip yaşıyorlar. Bunlar yalnız o topluluğu yıkmıyorlar, aynı anda kendileri de haram yiyerek günah işliyorlar. Kendi nefislerine de zulmediyorlar. Çünkü bugün onun senedini tahsil eden, yarın başkasının senedini ondan tahsil eder. Bu durum o kadar ileri gider ki, bir gün gelir, paran varsa bir sahte senet borcu ile gelir senin elinden malını mülkünü alırlar! Tapuların kayıtları artık rüşvetle oynar durur ve mülkiyet kalkar. Herkes silaha sarılıp birbirini öldürecek duruma gelir! Yahut sosyalizm imdada gelir!..
Şimdi soru sorabilirsiniz: “Peki, bu kötü durumda ne yapacağız?”
Siyaset yapıp Adil Düzen getirmeyeceğiz. Düzen içinde de adaleti tesis ile uğraşmayacağız. Ya ne yapacağız? İşte bunun tek yolu vardır; kooperatifleşeceksiniz. Kooperatif üyeleri kooperatifin güvencesinde işler yapacaktır. Genel Hizmet ile Adil Düzeni kendi içinizde tesis edeceksiniz. Kendi nefsine ihanet etmek isteyen olursa onu kooperatiften çıkaracaksınız. Daha topluluk olmadan, organize olmadan çıkaracaksınız. Olmuşlarsa ayıracaksınız ve kendi hallerine bırakacaksınız. Ortak apartmana taşınacaksınız. Kendi hayatınızı Adil Düzene göre sürdüreceksiniz. Kendi bucağınızı kuracaksınız. Orada Kooperatifin Genel Hizmetleri ile adil hayat teessüs edecektir…
Burada yasaklanan teker teker mücadeledir. Onun için başta “VeLâ Tücadilû/Mücadele etmeyin.” denmemiş de, “VeLâ Tücadil/Mücadele etme” denmiştir. Bir teşkilat ancak karşı teşkilatla bertaraf edilir. Rüşveti devlet kuvvetleri önleyemez. Çünkü devlet kuvvetleri halka dayanmamaktadır. Ama nasıl rüşvet mafya olmuşsa, onu rüşvet karşıtı halk organizasyonu yıkabilir.
Biz İzmir’de Akevler’i bu amaçla kurduk ve bu konuda başarılı mücadeleyi verdik…
Demek ki, çözüm; iyi insanların hicret ederek bir araya gelmeleri ve kendi aralarında “Adil Düzen” kurmalarıdır. Bu düzen geliştikçe iyiler bu sitelere hicret eder ve kurtulurlar...
Kötüler ise kendi yerlerinde kalırlar ve sonunda birbirlerini yerler…
Burada bir tehlike vardır. O tehlike de düşmanın ülkemizi bu arada yok etmesidir.
Eğer o memlekette “Adil Düzen” için cihad yapanlar varsa, Allah o ülkeyi ve o topluluğu helâk etmez, korur. Sonra ise olanlar olur. Orası Allah’a aittir.
Osmanlı İmparatorluğu I. Cihan Harbi’ne girip mağlup olmasaydı Cumhuriyet kurulmazdı. Cumhuriyet döneminde inkılâplar olup medreseler ve tekkeler kapatılmasaydı “Adil Düzen” olmazdı.
Şer zannettiğimiz şey bizim için hayır olmuştur.
Biz Adil Düzene ait hayatımızı tesis ettikten sonra o hainlerin mafyası kendiliğinden ortadan kalkar. Onlar birbirini yiyip bitirirler. Akevler’de arsa mafyası oluşmamıştır. Bunun için çok uğraşılmıştır ama başarılamamıştır. Ortalık aydınlandıktan sonra karanlık yerler kalmaz. Ama karanlıkta mumla yapılan yalancı aydınlatma yatsıya kadar sürer.
يَسْتَخْفُونَ مِنْ النَّاسِ “Nâstan hafy ediyorlar. İnsanlardan gizliyorlar.”
Bütün mafya hareketleri gizlidir. Yeraltı faaliyetleri hep gizlidir. İşleri gizli yapmak topluluğun şiarı olmuştur. Bakanlar Kurulu toplanır, gizli toplanır! Grup toplantısı yaparlar, gizli yaparlar! Yönetim kurulları gizlidir! Bütün ticari şirketler gizli faaliyet gösterirler! Defterlerini gizlerler! Localar gizlidir! Tarikatlar gizlidir!
Hâsılı, tüm topluluk gizlilik üzerinde kurulmuştur. Bunlar meşru ama kapalı faaliyetlerdir.
Bunun dışında rüşvet gizlidir. Mafya teşkilatı gizlidir, istihbarat gizlidir, terör gizlidir…
Kimden gizliyorlar? Nâstan gizliyorlar.
Kur’an gizli topluluk istememektedir, gizli örgütler istememektedir. Şahsın özel hayatı gizli olabilir. Ama teşkilatın gizli hayatı olamaz. O zaman o teşkilat hıyanet içindedir. İçinde yaşadığı topluluğa ayırımcılık yapmaktadır. Mescidi dırar oluşturmaktadır. İslâmiyet’te gruplar meşrudur, örgütlenme meşrudur; ama gizli örgütlenme, kapalı örgütlenme meşru değildir. Açık olmak üzere kimse kimseden izin almaksızın her türlü toplantıları yapabilir, her türlü teşkilatı kurabilir. Bunlar yaptıklarını kayıt altına alımalıdır. Sorulduğunda, her şeyi açık olarak kamu yetkililerine bildirmeleri gerekir.
وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنْ اللَّهِ (Va LAy YaSTaPFUvNa MıNa elLAHı) “Allah’tan istihfa edemezler.”
Kâinatı var eden Allah’tan hiçbir şey gizleyemezler.
Allah’a inanan insanlar da bu gizli faaliyetlere katılmakta ve kendilerine ihanet etmektedirler.
Bütün bunları Adil Düzen devleti olunca gizleyemeyeceklerdir. Çünkü açık istihbarat teşkilatı vardır. Toplantılara mutlaka devletine ihanet etmeyen kimseler katılacaklardır. O kimse haber almaya bildirecek, haber alma da hemen oradaki kimseleri haberdar edecektir. Kapalı topluluk, gizli çalışan topluluk, deşifre oldum diye o tür faaliyetlerden vazgeçecektir. Mesela, gizli bir örgüt filanı öldürelim diye karar aldı. Bu karar istihbaratça öğrenildi. Onlara da bildirildi. Siz böyle karar aldınız, haberimiz var dedi. Atık o teşkilat bunu işleyemez. Böyle bir cinayet olursa bunlar arasında kasame yapılır ve galiz diyeti bunlar öder.
Demek ki, öyle bir hukuk sistemi geliştirmeliyiz ki, kapalı ve gizli toplantılar yapamasınlar.
Toplantıları yasaklarsanız, gizli toplantılar olur. Toplantılar serbest olursa, açık toplantılar olur.
Bugün toplantıyı kayda almak son derece kolay ve ucuzdur. Kişiye bir araç koyarız, bütün gününü kayda alabilir. Cihazdan uzak kaldığında ‘nerdesin’ diye sorabiliriz.
وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ (Va HuVa MaGaHUM EıÜ YuBayYıTUNe)
“Tebyit ettikleri zaman O onlarla beraberdir.”
Kâinatı ve insanı var eden Allah her şeyi bilmektedir. Onlar tebyit yaparken O onlarla beraberdir.
“Beyt” ev demektir. Eve kapanıp gizli kararlar almaya “tebyit” denmektedir. Gece toplantıları da “tebyit”tir. Kapalı toplantı “tebyit”tir. Kapalı toplantılar yapıp gizli kararlar aldıkları zaman O onlarla beraberdir. Devlet her toplantıya katılma hakkına sahiptir. Devlet her zaman her toplantıda açık muhabir bulundurabilir. Teşkilat devlet görevlisini toplantı yerinden çıkaramaz, gizli toplantı yapamaz.
Böyle gizli toplantı yapan kimselerin toplulukları dağıtılmaz, bunlar yönetim kurulundan alınır ve o çevreden sürülür. Teşkilat ülke çapında ise ülke dışına nefyedilir. Teşkilat insanlık çapında ise onlar merkezin olduğu bucaktan nefyedilir. Topluluk kendisine yeni yönetimini getirmezse faaliyeti durdurulmuş olur.
مَا لَا يَرْضَى مِنْ الْقَوْلِ (MAv LAv YaRWAv MINa eLQaVLi) “Kavlden razı olmadığını”
Kavlden razı olmadığı kapalı toplantılarda kararlaştırdıklarında Allah onlarla beraberdir. Gizli yerlerde gizli toplantılarda kararlaştırılan bütün faaliyetleri Allah bilmektedir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan devlet de bilir. Atasözü vardır. Yer gök yeminlidir. Gizli bir şey kalmaz. Tarihe havale ediyoruz denir.
Allah her fiile bir iz bırakır. Kolombo dizisini seyretmiş iseniz, orada sonunda fail ortaya çıkmaktadır. Allah zalimlerin yaptıklarını kendilerine bırakmaz. Bu dünyada da açığa çıkarır. Bu tür toplantı yerlerine alıcı koymak devletin yetkisindedir. Oranın yediemini olacaktır. Alıcının susturulmasından o sorumlu olacaktır.
وَكَانَ اللَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا(108) (Va KAvNa elLAHu BiMAv YaGLaMUvNa MuXIyOan)
“Allah amel ettiklerini de muhittir. Allah onların amellerini muhittir.”
Yani; gece ne kararlaştırdıklarını bildiği gibi, onların yapmak istedikleri de kontrol altına alınmıştır. Yani Allah’ın izni olmadan hiçbir şey yapamazlar. Eğer mafya varsa ve mafya faaliyette ise bu Allah’ın izniyle olmaktadır. O topluluk ona lâyık olduğu için öyle olmaktadır. O duruma düşen bir topluluğu kurtarmak mümkün değildir. Tek çare muhacerettir. Çözüm, onlardan ayrı yerlerde meskenler kurmak, onlardan ayrı yerlerde siteler kurmaktır. Onlardan ayrılıp bize katılanları aramıza almak, onları da imana hazırlamak.
Benim bu sözlerimi duyuyor ve susuyorsunuz! “Evet” deyip harekete geçmiyorsunuz! Peki, ben yanlış mı söylüyorum? O zaman bu şekle girmiş ve mafyalaşmış, kendi nefislerine ihanet içinde olan topluluktan nasıl kurtulacağımızı siz söyleyin, başka çıkış yolunu gösterin.
Ey Okuyucu! Ey Dinleyici! Gösteremiyorsan artık harekete geç. İyilerle birleşerek “Genel Hizmet Kooperatifleri” kur ve katıl. Bir apartmanda toplanmaya çalış. Adil Düzen sitesini kurmaya çalış.
“Muhitan” kelimesinin nekire gelmesi ihata şekillerinin farklı olmasından ileri gelir. Bir de devletin görevi bunları kuşatmadır, yani tecrit etmedir. Kendi içlerinde etkisiz hâle getirmektir. Onları dağıtmak değildir. Bu sebepledir ki PKK dağıtılmaz, HADEP gibi örgütler dağıtılmaz. Kur’an nizamında bir topluluk ancak esir edilirse yok edilebilir. Onun dışında toplululukların eğitilmesi ile uğraşılır ama topluluk birden gayrimeşru kabul edilemez. İllegal topluluklar da dağıtılamaz, legal hâle getirilir.
PKK’ya yapacağımız iş onları legal hâle getirmektir. 20 000 kişi çalıştıracak bir işyeri kurarız. Konut yapar ve yerleştiririz. Borçlandırırız. O topluluk bize borçlarını zamanla öder, kendisi de legal örgüt hâline getirilmiş olur. Irak’ın çöllerinde onlara bir site kurarız. “İhata”nın manâsı budur.
Akyuvarlar da birçok mikrobun sporlarını yok etmezler, onların çevresinde bir kabuk örerler ve o hareket edemez olur. İmha yerine ihata esas alınmıştır. Dağıtma yerine çevresini örüp sitelerinde etkisiz hâle getirmek gerekmektedir. Rüşveti meşru görenlerin sitesini kurarız. Yani, mevcut siteleri onlara bırakırız. Onlar orada yaşayıp dururlar. Kendi cezalarını kendileri verirler.
هَاأَنْتُمْ هَؤُلَاءِ (Hav EaNTuM HAvEULAEı) “İşte şimdi siz.”
Hainlerden kötülükleri kaldırmak için mücadele etme. Hak hukuk tanımayan, yendiği zaman insanın elinden lokmasını alan bir topluğun düzelmesi için tek başına mücadele etme.
Bu maksatla önce onların şerrinden korunmak için örgütlenin. Bu örgütlenme nasıl olacaktır?
- “Bir Dayanışma ve Hizmet Kooperatifi” kuracak, bu kooperatife canlarınızla ve mallarınızla küçük de olsa katılacaksınız. Bu kooperatif 25 Genel Hizmeti ortaklarına yapmaya çalışacaktır.
- “Bir Market” ve “Marketler Zinciri” kurarak Genel Hizmeti onunla finanse edeceksiniz.
- Bir mahalle, hattâ bir apartmana taşınarak “İslâmî bir aşiret” oluşturacaksınız.
- Bir arazi üzerinde “Kooperatif Evleri” yapacaksınız. Ortaklara tapu vermeyeceksiniz. Şeriata göre yaşamayanları kooperatiften çıkaracaksınız.
İşte böyle siteler kurduktan sonradır ki, siyasi parti kurabilirsiniz, Adil Düzen Partisi kurabilirsiniz. İşte bundan sonradır ki, artık bu kendisine ihanet eden gizli kuruluşlarla mücadeleye girişirsiniz.
“İşte şimdi siz” hitabı, Adil Düzen teşkilatı olduktan sonra, o cemaat artık bunlarla mücadele ederler.
Yukarıda tekil sığası, burada çoğul sığası; yani baştan tek olarak başlarız, sonunda cemaat oluruz. Medine’ye hicret ederiz. Ondan sonra düzeni değiştireceğiz, rüşvet düzenini Adil Düzene dönüştüreceğiz.
جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ (CAvDaLTuM GaNHuM) “Onlardan savmak için mücadele etmektesiniz.”
“Adil Düzen”in olmadığı yerde suç yoktur, suçlu vardır. O düzenin üyesi taraftarı olduğu için suçludur. Rüşvet verdiği için değil, faiz aldığı için değil, yalandan şehadet ettiği için değil, hile yaptığı için değil; böyle zulüm düzeninde yaşamayı kabul ettiği için insanlar suçludur. Böyle bir düzende suç yoktur. Onun için rüşvet veren, hile yapan, mafya kuranlarla teker teker mücadele etmekten men olunuyoruz. Ama ne zaman “Adil Düzen” kurar iktidar olursak, yani “Adil Düzen” gelirse, o zaman iş tersine dönmüştür. Artık suçlu yoktur, suç vardır. Fiili yapana o fiilin cezası verilir. Diğer bütün hakları diğer muttakiler gibi aynen korunur.
O zaman bize düşen vazife kötülerin haklarını da korumak olacaktır. “Adil Düzen”in gereği budur.
Suçlu işlediği fiilin cezasını çektikten sonra artık o suçsuzdur. “Adil Düzen”de suç fiili sabit olmakta beraatı zimmet vardır. Oysa zalim düzene rıza gösterenlerin hepsi suçludur. Suç işlememiş olsa da suçludur.
Şimdi burada “Adil Düzen” anlatılmaktadır.
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا (FIy eLXaYAvTı elDuNYAy) “Dünya hayatında”
Evet, o dünyada, “Adil Düzen” içinde kötü insan yoktur. Kötü fiil vardır, iyi fiil vardır. Kötü iş yapanı o işin cezası ne ise onunla cezalandırırız. İyi insan da karşılığını alır. Âhirete gittiğimizde artık kötü iş yapan ve iyi iş yapan yoktur. Kötü insan vardır, kötülük derecesi vardır. İyi insan vardır, iyinin derecesi vardır. Hayatta yaptıkları değerlendirilerek insanın iyilik ve kötülük derecesi ortaya çıkacaktır.
Dünyada ise insan geçmişe değil, geleceğe bakar. Şimdi ne işlemişse onun cezasını çeker. Sizin göreviniz bu mücadeleyi vermektir. İnsanların o anda yaptıklarının karşılığını verecek, onun hukukunu koruyacaksınız.
فَمَنْ يُجَادِلُ اللَّهَ عَنْهُمْ (FaMan YuCAvDıLu elLAHa GaNHuM)
“Onlar için Allah’la kim mücadele edecektir?”
Bu âyetleri açıklamaya başladığımız zaman “cadele anhum”e bir manâ vermiştik.
Şimdi burada çok açık olarak “Anhum/ Onlar için Allah’la mücadele” ifadesi ile belirtmektedir.
Halk rüşvet verdiği için suçludur. Halk faizli işlem yaptığı için suçludur. Halk yalan söylediği için suçludur. Halk hile yaptığı için suçludur. Ölçüyü ve tartıyı hileli yapıyor. Halk gizli kapalı toplantılar yapmakta ve işler işlemekte olduğu için suçludur. İşte o sebepledir ki mafya vardır. Mafyanın zulmü ondan dolayıdır. Devlet mafyanın hakkından ondan dolayı gelemiyor. “Adil Düzen” iktidar olunca o zalimlerin hakları yine korunacaktır. Bu dünyadaki mü’minler onları kötülük yapanların şerrinden koruyacaktır. Ama işleri bitmeyecek, insanlar ölecek ve tekrar dirileceklerdir. Orada dünyada yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Allah onları zebanilere terk edecek ve korumayacaktır. Orada Adil Düzen teessüs edip kötüler de korunmayacaktır. Orada adil bir şekilde hükmedilecektir. Allah hesaplarını görecektir.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YaVMa eLQıYAMaTi) “Kıyamet gününde.”
İnsanlar dünyadan göçünce, sonunda dünyanın ölüm saati gelecek ve yeryüzü değişecektir. İnsanların hepsi, Hazreti Adem’den zelzeleye kadar gelip geçen insanlar birlikte dirilecekler. Buna “kalkma saati” denmektedir, “kıyamet günü” denmektedir. Burada herkes dünyada yaptıklarının hesabını verecektir. Doğduğu günden öleceği güne kadar neler yapmışsa, hepsinin teker teker hesabı verilecektir. Orada insanlar ikiye ayrılacak; iyiler cennete, kötüler cehenneme gideceklerdir. İşte o gün bu dünyada yaptıklarının hepsinin hesabını verecek, kimse onları savunamayacaktır.
أَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلًا(109) (EaM MaN YaKUvNu GaLaYHıM VaKIyLan)
“Yahut onlara kim vekil olacaktır.”
Burada “Ev” yerine “Em” gelmiştir. Yoksa Allah’la mücadele edecek bir vekilleri mi var onların? Yoksa, kim onların vekili ise o mu mücadele edecek? Daha doğrusu kim vekil olursa o mu mücadele edecektir?
Burada bir hususu bize hatırlatılmaktadır.
Bir kimse mahkemeye gelmezse veya vekilini göndermezse, hakemini seçmezse, biz ona hakem seçeriz. Biri ona hakem yapılır ve dava öyle sürdürülür. Çünkü Kur’an’da “Fab’ashu” denmektedir. Yani, hakemleri siz göndermektesiniz. Seçebilirse ona seçtiririz, seçmezse yerine biz seçeriz. Yani, dayanışma ortaklığı seçer. Âhirette ise herkes kendisini savunacak güçtedir. Dolayısıyla bir avukat vekile ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar Allah’a hesap vermektedirler. Her şey açık ve bilinmektedir.
Bununla beraber insan Allah’ın meleklerine hesap verecektir.
وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا (VaMan YaGMal SUvEan) “Kim sû’ amel ederse.”
Zulüm düzeninde, topluluğa mafyanın hakim olduğu zamanlarda, rüşvetin, yolsuzluğun vergi kaçakçılığının, yalanın hakim olduğu bir dönemde, hilesiz işin yapılamadığı bir dönemde insan başkasına bir zarar vererek kötülük yaparsa…
O kimse “Adil Düzen”i tesis için çalışırsa, yani kötülüklerle ayrı ayrı mücadele yerine toptan kötülüğün kalkması için çalışırsa, bu arada kendisi de o kötü düzende istenmeyen bazı işler yaparsa ama o düzenin değişmesi için çalışırsa, o kötülüklerinden dolayı sorulmayacaktır. Çünkü kötülüğü ona düzen işletmiştir, topluluk işletmiştir. Şahsi bir suç değil, kollektif bir suç işlemiştir. Düzeltmek için çaba göstermiş, mâlî ve bedenî fedakârlıklar yapmıştır. Cihad diğer bütün günahları siler.
أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ (EaV UaJLıMu NaFSaHUv) “Ya da nefsine zulmederse.”
Başkasına kötülük yapma, bir de kendine zulmetme, kendi nefsine hıyanet etme, bazı ibadetleri yapmama, bazı haramları işleme gibi fillerde bulunmuşsa; cihad bunları silip süpürecektir. Bu nasıl olacaktır? Eğer bir yerde Adil Düzen apartmanı oluşmuş, orada Kur’an’ın bize emrettiği beş vakit namaz kılınabiliyor, zekâtlarımızı verebiliyorsak; eski yaptıklarımızdan sorumlu olmayacağız. Eğer evlerimizi satar veya imkânlarımızı seferber edip de bir Adil Düzen sitesini kurarsak; daha evvel işlediklerimiz bize bağışlanacaktır.
ثُمَّ يَسْتَغْفِرْ اللَّهَ (ÇümMa YaSTaĞFıRı elLAHa) “Sonra Allah’a istiğfar ederse.”
Sonra yaptığı kötülüklerden kurtulmak için Allah’tan yani Adil Düzen topluluğundan yardım isterse, ben o çukur hayattan kurtulup size hicret ediyorum derse, “Adil Düzen” dışındaki bütün değerleri orada bırakıp Adil Düzen ekibine katılırsa, biz buna “Adil Düzenci” diyoruz. Çünkü böyle bir siteye katılmak için Müslüman olma şartı yoktur. İsteyen istediği dinde olabilir, hattâ solcu ateist de olabilir. Yeter ki başkasına kötülükten, kendisine zarar vermekten vazgeçsin, sağlıklı hayata karar versin.
Kur’an’a, Allah’a inanıyor ama kendi nefsine ihanet ediyordur. Topluluğu helâk eden rüşvet, faiz, hile, kaçakçılık, zina gibi işleri yapmakta, yalan söylemekte, iftira etmektedir. Bize komşu olarak böyle biri gerekmez.
Ama komünisttir; bununla beraber kendi nefsine ihanet etmiyor, Adil Düzen içinde adaletli olarak yaşamak istiyor, bunun için cihad yapıyor. Böyle bir kimse bizim siteye gelmek isterse, bize komşu olmak isterse, biz Allah’ın emirlerine uyarak onu ve onun gibileri içimize alırız. Onları geçmişlerinden dolayı muaheze etmeyiz. Ciddi bir tevbe bütün günahları siler.
يَجِدْ اللَّهَ (YaCıDı elLAHa) “Allah’ı bulacaktır.”
Âhirette bulacaklardır. Kâinatı var eden Allah’ı bulacaklardır. ‘Mâliki Yevmi’d-Dîn’ olan Allah’ı bulacaklardır. Bu dünyada devleti bulacaklardır; Adil Düzen devletini bulacaklardır. Cahiliye döneminde, zulüm döneminde yahut cahiliye sitelerinde, zulüm sitelerinde yaptıklarından hicret ettikten sonra sorulmayacaklardır.
Biz, bize hicret etmeden önce yaptıklarından dolayı kimseyi sorguya çekmeyecek ve cezalandırmayacağız. Ama “Adil Düzen”e karşı gelir, “Adil Düzen”in içine girip fesat çıkarırlarsa, elbette o zaman hesaplarını adil yargıya, mahkemelere verirler.
Yani; biz iktidar olduğumuz zaman bize yaptıkları zulmün hesabını sorabiliriz. Başkalarına yaptıkları zulmü sormak bize ait değildir, o meseleler o günkü iktidarların sorumluluğu ve günahı olacaktır. Biz eski düzende işlenenleri sorgulayamayız. 1960’da Başbakan Adnan Menderes teslim oldu, DP’nin bütün suçları sona erdi. Ondan sonra yapılan muhakeme zulümdü. Bu mesele 1980’de de aynen böyledir. Teslim olan kimseler, cahiliye devrinde yapılanlardan dolayı sorgu sual edilemez.
غَفُورًا (ĞaFUvRan) “Allah’ı gafûr bulacaktır.”
Devlet eski yaptıklarının hesabını sormayacak, onlar unutulacaktır. Yeni düzende insanlar yeniden doğmuş olacak, genel af ilan edilecektir. Şu şartla ki; artık insanlar kendi nefislerine ihanetten vazgeçeceklerdir, istiğfar edeceklerdir, yeni düzenin sadık dostu olacaklardır…
Genellikle zalim düzende suç işleyenler suç işlemeyi beceremeyenlerdir. O beceriksizler yakalanır ve cezalandırılırlar. Sonra da oradan bıkar ve hicret ederler…
Bizim sitemize, bizim mahallemize gelen kimse artık bizim dayanışmamız içine girmiştir. Ona sahip çıkmalıyız. Bize geldiğini, bize katıldığını nasıl bileceğiz?
- Apartmanımıza veya mahallemize hicret edecektir. Biz bir araya gelip de bir yere birlikte hicret edecek olursak, o da bizimle hicret edecek durumda olmalıdır.
- Artık ‘Adil Düzen’ dışında hiçbir iş yapmayacaktır. Rüşvet vermeyecek, faizli iş yapmayacaktır. Biri kazanırken bir diğeri zarar ediyorsa, bu faizdir. Üretimde sabit ücretli işçi çalıştırmak faizdir. Sabit kira vermek faizdir.
- Hakemlerin verdikleri kararlara uyacaktır. Yapacağı bütün işlerde hakemliği kabul edecektir.
- En önemlisi, günlük toplantılara katılacaktır…
Bunlar istiğfar alâmetleridir. Böyle kimsenin geldiği yerde takıntısı varsa, mesela borcu varsa; bütün mal varlığını kooperatife aktarmak şartıyla imkân dahilinde onun borcunu tasfiye eder, bize borçlandırırız.
رَحِيمًا(110) (RaXIyMan) “Allah’ı rahîm bulacaktır.”
106’ıncı ayette; “Allah’a istiğfar et. Allah gafûr ve rahîmdir.” demiştir.
Burada da; “Kim istiğfar ederse, Allah’ı gafûr ve rahîm bulacaktır.” deniyor.
Ne var ki, bu kelimeler yukarıda da nekire idi, burada da nekiredir. Bunun iki nedeni vardır.
Birincisi; marife gelse, bu Allah’ın zâtına ait olur, devleti ilzam etmez. İkincisi de; o mağfiret ile bu mağfiret farklıdır. Orada “hasım olma” diyerek, insanın şahsen olan sorumluluğu anlatılmaktadır. Burada ise kamu yetkisini kullananları uyarmaktadır.
“Rahîm/Rahmet”ten maksat, muhacirlere yapılacak destek demektir, bu destek anlatılmaktadır.
Medine Ensarı, evlerini bölüp Muhacirlere verdiler. Hattâ mirasçı bile yapmak istediler. Mekke’den gelen aileleri Medine’deki ailelere kardeş yaptılar. Sayıları yaklaşık olarak aynı idi.
İşte biz de böyle yapmalıyız…
***
Biz İzmir’deki Akevler’de şöyle bir sistem geliştirmeye çalıştık.
Evleri 160 metrekare şeklinde düzenledik. Ama her daire -istenildiğinde ve gerektiğinde- iki daire şekline dönüştürülüyordu. Mutfak dolapları ortaya alınınca iki mutfak ortaya çıkıyordu. Kapılar o şekilde yapılmıştı ki, iki daire de, tek daire de olabiliyordu. İki tarafta da tuvalet ve banyo vardı. Ortaklar önce küçük dairede oturacaklardı. Sitesinin yarısı yapıldıktan sonra, ondan sonraki bloklara parayı ilk dolduranlar geçmeye başlayacaklardı. Böyle üç blok yaptık. Ondan sonra İlâhiyat ve İmam Hatip hocaları isyan ettiler, mafya ile beraber oldular, tapu istediler... Biz de bıktık, verdik ve sistem bozuldu…
Biz yaptığımız her şeyi Kur’an’ın emrini düşünerek yapıyoruz. Çünkü zelzele ve savaş hallerinde birbirimizi misafir edebilmeliyiz.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(111)
وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا فَقَدْ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا(112)
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ أَنْ يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ
وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ
وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا(113)
وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا (Va MaN YaKSiB EiÇMan) “Kim ismi kesb ederse.”
Üzümden yapılan içkiye “hamr” denir. “İSM” diğer herhangi bir meyveden yapılan içkinin adıdır. Hamrdan farkı, hamrda alkol miktarı belirlidir. Burada sarhoş edici madde de belli değildir. Bugün ‘uyuşturucu’ dediğimiz maddenin kullanımı olarak anlayabiliriz. Sonra insana zarar veren bütün suçlara “İSM” denmiştir. “Zenb” kuyruk demektir. Topluluğa karşı işlenen ve arkasına alıp gizlenilen şey anlamındadır. Yani, “zenb” sosyal suçtur, “İSM” ise kişisel suçtur. Bununla beraber “İSM” zenbi de içine alır, ama zenb ismi içine almaz. Böylece burada “kim genel olarak suç işlerse” anlamı verilebilir.
Burada “MEN” meni umumidir. Suç işleyenin insan olması yeterlidir. Mü’min olsun, kâfir olsun, kim olursa olsun değişmez. İşlenen suç işleyene aittir. “İSM” nekire olarak gelmiştir; suç ne olursa olsun, hangi suç işlenirse işlensin, o suç işleyene aittir.
“KESB” kelimesi getirilmiş, “Amel” kelimesi getirilmemiştir. “Amel” bir defa yapılan iştir, “KESB” ise küspeden gelir. Bir şeyi yığmak anlamına gelir; üst üste eklenen suçlar anlamına gelir. İnsan hayatta hataen veya cehaleten ara sıra küçük çapta suçlar işleyebilir. Bundan tevbe eder be bir daha işlememek üzere dikkatli olursa o affedilir. Ama rüşvet vermeyi ve almayı âdet hâline getirmişse, hile yapmayı âdet hâline getirmişse, sigara içmeyi âdet hâline getirmişse… Bütün bunlar “İSM” olur, “KESB” hâlindedir. Yahut bir adam öldürmeyi planlayarak, uzun zaman düşünerek hazırlık yaparak öldürürse bu büyük günahı kesb etmiş olur.
فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ (Fa EınNaMAy YaKSıBuHUv GaLAy NaFSiHi)
“Onu sadece kendi aleyhine kesb etmiş olur.”
Kişi onu kendi aleyhine kesb etmiş olur.
“İNNEM” kelimesi hasr içindir. Yani, bir başkası için işlemiş olmaz.
Bu son derece büyük bir sosyal kuraldır. Anayasalarda ‘suç şahsîdir’ diye geçer. Baba oğlunun işlediklerinden sorumlu değildir. Oğul da babanın işlemiş olduğundan sorumlu değildir. Kardeş kardeşinin işlediklerinden sorumlu değildir. Aynı partiden biri bir suç işlerse diğerleri sorumlu tutulamaz. Başkan da suç işlerse; derneğin, cemiyetin, vakfın diğer kimseleri sorumlu tutulamaz.. Bu sebepledir ki bir kavim azarsa ve kollektif suç işlemeye devam ederse, onların elebaşıları öldürülür, diğer kimselere ceza verilmez.
Savaşta ancak onlar siper almışlarsa ateş edebiliriz, savaşmayanlar da o arada ölebilir. Ama savaşmayanlara ateş açılamaz. Savaşmayan esirleri öldürmek yoktur.
Batılılar bu cezada ‘şahsi sorumlu olmayı’ yasalarına Müslümanlardan anlamadan kopya etmişlerdir. Bundan dolayı hâlâ parti kapatıyorlar, hâlâ dernek kapatıyorlar, hâlâ işyeri kapatıyorlar... Oysa sorumluluk şahsidir ve yalnız insan sorumludur. Eşya sorumlu olamaz. Çünkü onlar “MEN” değil “M”dır.
Kur’an’ın pek çok âyetlerinde bu hususa işaret etmektedir. Bunun dışında alkol alan kişi kendisine zarar verir. Allah insanlar için zararlı olmayan hiçbir şeyi haram kılmamıştır. İsmi işleyen kendisine zarar verir. Domuz eti yiyen kendisine zarar verir. Görünürde zararını bilemeyebiliriz.
وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(111) (Va KAvNa elLAHu GaLIyMan XaKIyMan)
“Allah alîm ve hakîm bulunmaktadır.”
Allah tabiî ve sosyal kanunları bilmekte ve ona göre hükümler koymaktadır. İsmleri ona göre tanzim etmektedir. Acemice hiçbir şey yapmamaktadır. Asırlarca bazı mabetler uyuşturucu kullanmayı Allah’a yaklaşmak için bir araç olarak görmüşlerdir. Ama Kur’an bunları yasaklamıştır. Uyuşturucuların haramlığında icma vardır. Kilise şarap içmeyi mukaddes saymıştır! Oysa Kur’an içkiyi haram etmiştir.
Kur’an’da yer alan bir tek hüküm yoktur ki gelişen müsbet ilimlerle teyid edilmesin.
Kur’an’a aykırı hükümler konmaktadır. Mesela, idam cezası kaldırılmaktadır. İnsanları örgütleyerek 30 000 kişiyi öldürecek ama siz onu as(a)mayacaksınız! İsrail oğulları bu hükmü dünyayı sömürmek için Hıristiyanlara empoze ettiler, o aptallar da buna uyup ülkelerini kan gölüne çevirmektedirler. Ama bir müddet sonra Kur’an’ın “kısasta sizin için hayat vardır” âyetini okuyacaklar ve idam cezasına geri geleceklerdir. Çünkü “Allah alîm ve hakîmdir.”
Burada “ALÎM” ve “HAKÎM” nekire gelmiştir. Demek başka bilmesi gereken de vardır ve da devlettir. Devlet, koymuş olduğu hükümlerde âlim olmalı yani tabiî ve sosyal ilimlere dayanmalıdır. Meclis ilimlere aykırı kanun çıkaramaz. O sebepledir ki hakemlerden oluşan yargı sistemi vardır. Yargı Meclis’in üstündedir. Eğer Meclis ilme aykırı bir karar alırsa; ilmî, dinî, mesleki veya siyasî dayanışma ortaklıklarının sorumluları hakemlere gidebilirler. Bir hakemi davacı, diğer hakemi meclis başkanı, seçer; baş hakemi de seçilen hakemler seçerler. Karşılıklı deliller ileri sürülür ve eğer tabiî veya sosyal kanunlara aykırı ise o karar veya o kanun iptal edilir. Çünkü kanunlar ve kararlar ilme aykırı olmamalıdır. Bunun demokratik olması için tek çıkar yol vardır, o da hakemlik sistemidir. Hakemliği kabul etmeyen topluluklar ‘demokrasi’ ile değil, ‘oligarşi’ ile yani ekseriyetin dediği ile yönetilirler. Demokrasi ancak ve ancak ‘hakemlik sistemi’ varsa vardır.
Hakemlik de yalnız Kur’an’da tedvin edilmiştir.
Bugün hakemlik sistemini kabul eden bir devlet yoktur. Dolayısıyla dünyada ne lâik ne de demokratik devlet yoktur. “Adil Düzen” ile insanlığa demokrasi ve lâiklik gelecektir.
وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً (Va MaN YaKSiB PaOIyEaTan” “Kim bir hata kesbederse.”
Yukarıda “İSMEN” kelimesi geçmiş, burada “HATİEN” kelimesi zikredilmiştir.
“HATA” dikkatsizlikten veya istemeyerek işlenen bir suçtur. İnsanlar hata işlememeye çalışmalıdırlar. Bazı durumlarda hata işlenme zorunluluğu ortaya çıkar. Mesela, çok aceleniz vardır. Trafikte kırmızı ışıkta geçtiniz, ama bir kazaya da sebebiyet vermediniz. Bu hatadır, ism değildir. Yahut aç kaldınız, başkasının malını izni olmadan aldınız, yediniz; bu hatadır, ism değildir. İstediniz vermedi, gizli aldınız; bu hatadır, ism değildir. Yahut dikkat etmediniz, kazaya sebebiyet verdiniz. Bunlar hatadır. Ancak bunlar da kesb hâline gelmemelidir.
-Acaba hatanın cezası nedir?
“HATA”nın cezası, eğer zarar verilmişse tazmin edilir. Zarar verilmemişse, keffareti vardır, ödenir. Keffaret, kişinin kendi kendine verdiği cezadır. Şeriatta cezalar belirtilmiştir. Kişi onu kendisi yerine getirir. Davacısı-davalısı yoktur. Hakimi-mahkemesi yoktur. Kişi kendi kendine onu ifa eder.
İslâmiyet’te birçok suçlar bu nevi suçlardır. Kent yasakları böyledir. Zabıta tarafından veya polis tarafından takip edilmez, kişi kendi kendine cezası ne ise onu yerine getirir.
أَوْ إِثْمًا (EaV EiÇMan) “Yahut ism işlerse.”
“İSM” kasden işlenmiş suçlardır. Bilerek yapılanlardır. “HATA” ise istemeyerek ve ihmal nedeniyle işlenmiş suçlardır. Böylece suçları iki kısma ayırmış bulunmaktadır. Ama önce “HATA” zikredilmiştir.
Burada suçun gizlenip gizlenmemesi de ayrı bir suç oluşturur. Bir kimse açıkça başkasının malını alsa bu gasptır. Tazmin eder ama cezası yoktur. Bunun gibi; evlenmeleri caiz olan kimseler cinsi ilişkide bulunsalar ve bunu açık yapsalar, sadece evlilik hükümleri geçerlidir. Ama bunu gizli yaparlarsa zina cezası verilir.
Suçlarda gizlemede suç daha hafiftir. Çünkü cezasını devlet verecektir. Oysa keffaret suçlarının hakimi de kişinin kendisi olduğu için onun işlediği suç daha büyüktür. Onun için önce “HATA” dedi, sonra “İSM” dedi.
ثُمَّ يَرْمِ بِه (ÇumMa YaRMı BıHı) “Sonra onu yerm eder, atıverir.”
Sonra onu yani kesbettiğini atıverir. Zamir müzekker gelmiştir. Mastarlara zamir gelmesi gramer kuralları içinde kural değildir ama konuşma dilinde çok kere mefhuma zamir gönderilir. Burada da “O” zamiri kesbettiğine gitmektedir. Çünkü “HATİEN” müennestir. Ona gidemez. İkisine birden de gidemez. Bununla beraber “HATİEN” çoğul olabilir. O zaman müenneslerin çoğulu tekil olabilir. Zamir kesbettiğine giderse; insan neyi kesbederse etsin yaptığına ‘onu ben yapmadım’ demeyecek, yaptıklarına sahip çıkacaktır demektir.
بَرِيئًا (BeRiYEn) “Berî’ olarak.”
Kendisini beraat ederek onu atarsa, hatayı ve ismi gidermek için gayret sarfetmezse, tazminatı ödemezse, keffaretini vermezse demek olur.
Yukarıda insanın keffaret cezalarını kendisinin vermesi gerektiğini söylemiştik. Cezası kendi kendini cezalandırmaktır. Mesela; bir kimse birini kasden öldürdü, sonra pişman oldu... Zina yaptı… Hırsızlık yaptı...
-Ne yapacaktır?.. Bu suçunu itiraf edip cezasını çekecek midir, yoksa gizleyecek midir?
Allah’a suçunu itiraf edip kısas gibi veya kol kesme cezası gibi cezalar çekmeyecektir. Ben hataen öldürdüm, yahut hataen kolumu kestim diyecek ve keffaret cezalarını kendisi çekecektir. Tazminatını verecektir. Fiilini inkâr etmeyecektir. Böyle yapmaz da suçunu gizlemeye çalışırsa, gizlemenin de cezasını çekmiş olur.
فَقَدْ احْتَمَلَ بُهْتَانًا (FaQaD EıXTaMaLa BuHTaNan) “Buhtanı ihtimal etmiş olur.”
“BUHTAN” başkasına yalandan suç isnat etmek, iftira etmektir.
Bazı yalanlar vardır, yararlıdır. Böyle yalan söylemek sevap bile değildir. Belki günahı yoktur. Yalan söylersiniz, kimsenin ne zararı ne yararı vardır. Bu yalanlar günah ise de dünyada cezası yoktur.
Öyle yalan vardır ki, başkasına zarar vermektedir. Bu zararlardan dolayı tazminat vardır. Bir de zina iftirası gibi “BUHTAN” vardır. Dünyada bunun sopa cezası vardır. Bir kimse bir hata yapar veya suç işler de sonra onu gizlerse, o hatayı ve suçu başkasına atmış olur, suç iftirasını yapmış olur. Suçu gizlemenin cezası suçu iftira etme gibidir. Ayrıca cezalandırmamız gerekmektedir.
Şimdi şöyle fıkhî kurallar ortaya çıkmaktadır.
Bir kimse suçunu itiraf eder, hataen yaptım derse, hata yapmış kabul edilir. Kasıt olduğunu iddia eden ispat etmek zorundadır. Şahitleri ikna etmesi gerekmektedir. Aksine suçunu veya hatasını gizler de şahitler tarafından suçu sabit olursa onu kasden yapmış kabul edilir. Hataen yaptığı ispatı katile düşer.
Demek ki suçun itirafı kişiyi ispat külfetinden kurtarır. Ona en hafif ceza verilir. Suçu gizlemesi hâlinde cezası dört şahitle sabit olursa en ağır ceza verilir. Hafifletici sebepleri suçlunun ikame etmesi gerekir.
وَإِثْمًا مُبِينًا(112) (VaEıÇMan MuBIyNan) “Ve mübin ismi ihtimal etmiş olur.”
Hatalar için geçerli olan kurallar “İSM” için de geçerlidir. Gizlemesi ayrıca cezayı gerektirir. O halde bu ne olabilir? Kişi itiraf etmiş, suçunu beyan etmiş, ona vereceğimiz ceza ile suçunu gizlemiş ve kapatmışsa, ona vereceğimiz ceza farklıdır. Ancak kısas ve diyet hükümleri içinde bir ceza verilemez. Ama suç sabit olduktan sonra ona seksen, kırk, yirmi, on veya beş sopa gizlediği için atılabilir.
Şimdi bu âyetler bize daha önce istihsan ile tesbit ettiğimiz hususu tansısı etmektedir. Bu da şudur. Bir kimse kırmızıda geçiyor. Cezası olan 50 YTL’yi götürüyor ve trafik vakfına ödüyor. Sorun yoktur. Bunda herhangi bir günah ve suçluluk yoktur. Ama biri devamlı kırmızıda geçiyor, geçtiklerinin keffaretini trafik vakfına ödemiyor. Bunun suçu yok mudur? Evet, suçu vardır. Bu suç tesbit edildiği zaman kendisine iftira cezası uygulanır. Fiiline uygun seksen, kırk, yirmi, on veya beş sopa atılır. Burada keffaret cezasını ödemediği için değil, gizleyip bühtanı ihmal ettiği içindir. Şöyle bir genel kural koyabiliriz. Keffaret suçları tekfir edilmez, itiyat hâline geçtiği zaman ism hâline dönüşür, yargı suçu olur. Yargı suçları da itiyat hâline getirilirse fuhuş olur. Yönetim suçu olur. Yani, insan hürriyetinden mahrum edilir. Sürgün sitelerine gönderilir veya ev hapsi verilir.
Gizlenen suçlara veya hatalara gizlemeden dolayı cezanın uygulanabilmesi için dört adil şahit tarafından şehadetle tesbit edilmesi gerekir. “MÜBÎNEN” kelimesi bunu ifade eder. “İSMEN MÜBÎNEN” olması, yani çok açık bir şekilde sabit olması gerekir. Sadece iki şahitle ispat geçerli değildir.
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ (Va LaV LAv FaWLu elLAHı GaLaYKa)
“Allah’ın fadlı üzerinde olmasaydı.”
Allah insanı yaratmış, diğer canlılardan farklı olarak onda birçok eksiklikler bırakmıştır. Sonra o eksikliklerini gidermesi için ona ‘akıl’ vermiş, hayvanlarda olmayan ‘farklı beyin’ vermiştir.
Hayvanların beyinleri simetriktir. Hayvanların sağ tarafında ne varsa solunda da o vardır. Oysa insan beyni asimetriktir. Bir tarafında hayvanlarda olan görme ve işitme gibi merkezler vardır, diğer tarafında da sadece insana has ‘düşünme merkezi’ vardır. Bu sayede insan hayvanlardan farklı olarak ‘düşünerek’ kendi eksikliğini gidermiştir.
İnsan ‘iyi insan’ olabilmekte, ‘kötü insan’ olabilmektedir. İyi insanlara ‘müslim’, kötü insanlara ‘kâfir’ diyoruz. İnsan ‘akıl’ ile iyiliği ve kötülüğü bilebilmektedir. Nasıl ağza alındığı zaman zararlı şeyler ‘acı’, yararlı şeyler ‘tatlı’ geliyorsa; insana da böyle zekâ verilmiştir. Bir şeye baktığında bu ‘kötü’dür, şu ‘iyi’dir diye çocuklar bile bilmektedir.
Allah ayrıca peygamberler göndermiş, onları diğer insanlardan tafdil etmiş, daha faziletli kılmıştır. Onarla kitap göndermiş, insanların birlikte yaşarken haklarını koruma ve kötülüklerden koruma görevi vermiştir. Onlara katılanlar ‘mü’min’ olmuştur. Mü’min demek, emana alan yani güvene alan kimse demektir. İnsanlar arasında adaleti tesis etmekle görevlendirilmiş kimselere ‘mü’min’ denmektedir. Bunlar askerliğe gidip savaşı öğrenme ve gerektiğinde zalimlerin saldırılarını durdurma görevini yüklenmişlerdir.
Kur’an gelinceye kadar, mü’minlere Allah’tan görevlendirilen ve kendilerine mucize verilen peygamberler gelmiş, onlar dünyada “Adil Düzen”i kurmuş ve yaşatmışlardır.
Kur’an’dan sonra nebilik sona ermiş, görev doğrudan mü’minlere düşmüştür. Mü’minler kendi aralarında imam/başkan tayin ederler, Kur’an’ı okurlar ve Kur’an’ın onlara öğrettikleri ile “Adil Düzen”i tesis eder ve yaşatırlar. Kur’an bütün insanlara rahmet olarak inmiştir ama; Kur’an’ı uygulamak mü’minlere aittir.
-“Mü’minler” kimdir?
-“Ben mü’minim” diyenlerdir.
Demek ki Kur’an tüm insanlar için ve onlara tebliğ edilmek üzere inmiştir ama; uygulama işi ise mü’minlere, yani ‘dayanışma ortaklıkları’ kuran ‘Kur’an ehli’ne aittir.
İşte buradaki “ALEY/KE”de geçen “KE” yani “SEN” zamiri mü’minlere hitap etmektedir.
-Kimdir “mü’min”?
-“Ben mü’minim” diyen herkes ‘mü’min’dir. Kur’an’ı uygulamakla yükümlüdür. Ne var ki mü’minlerin bu uygulamayı yapabilmek için birleşmek zorundadırlar. Bunun için her şeyden önce kendilerine bir ‘başkan’ seçmelidirler. Mü’minler cemaat oldukları zaman bu âyet başkana hitap etmektedir.
Mü’minler Kur’an’ı uygulamakla yükümlü olmakla beraber, bu uygulamayı başıbozuk bir şekilde değil, bir başkanın emrinde toplanarak ve örgütlenerek oluştururlar. Önce mahallelerini, kabilelerini, şa’blerini ve kavimlerini oluştururlar. Ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kurarlar. Dayanışma ortaklıklarını çoklu sistem içinde gerçekleştirirler. Kabile/bucak başkanı kentin yönetimini sürdürmekle görevlidir. Hakemlerin kararlarını uygulama ve yargılamayı yürütme görevi kabile/bucak başkanlarına verilmiştir. Bu başkanlara Allah bir üstünlük vermiştir.
Önce, kabile/bucak başkanlarını çoğunlukla insanlar sevmezler ama itaat ederler. Birbirlerini çekemedikleri için başkanın başkanlığına rıza gösterirler. Başkan düşerse diğerleri hepsi birden başkan olmak isteyecekleri ve aralarında kavga çıkıp ortaklık dağılacağı için herkes başkana istemeyerek de olsa itaat ederler. İşte bu Allah’ın başkanlara verdiği “FAZL”dır. Bazen bunu bir gecede kaybeder, değeri sona erer.
Allah insanları öyle yaratmış ki, neye ihtiyaçları varsa onu ona göre değerlendirirler. Hiçbir karşılığı olmayan ve yüzde 500 enflasyon olan yerde kâğıt parçasını yani parayı değerlendirirler. Karşılığı olmayan o enflasyonist parayı gene para olarak kullanırlar. İşte bu sayede o topluluk yaşar. Allah başkanlara da, yöneticilere de böyle üstünlük vermiştir. Herkes ona itaat eder. O kötülük yapsa da ona itaat ederler.
وَرَحْمَتُهُ (Va RaXMaTuHUv) “Ve rahmeti”
Bir kimsenin başkan olabilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Başkanlık yapacak ilmi ve çevresi olmalıdır. Yönetmek bilgi ister. Başkan istişare yapabilecek güçte olmalıdır. Söylenenleri anlamalıdır. Diğer taraftan istişare edebileceği bir çevresi olmalıdır. Onların söyledikleri ile başkan karar verip amel eder.
İşte; sadece tafdil etme yeterli değildir. Ayrıca görevi yapacak gücü de olmalıdır. İşte bu da “RAHMET”tir. İlmî dayanışma ortaklıkları başkanın ilmî müşavirleridir. Siyasî dayanışma ortaklıkları da başkana icra gücü kazandırmaktadır. Allah böylece başkanları tafdil etmiş ve şûralarla onları güçlendirmiştir. Bu iki şey birleşiyor ve adalet tesis ediliyor. Bunlar Allah’ın başkanlara verdiği lütuflardır.
لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ (La HamMaT OAEıFaTun MinHuM)
“Onlardan bir taife himmet ederdi.”
Allah’ın başkanlara verdiği bu büyük lütuf sayesindedir ki, topluluk içinde başkana karşı çıkmak isteyen bir taife karşı çıkmaya cesaret edememektedir. Ayrıca, her mü’min tebliğ yaparken Allah tarafından aynı himayeye mazhar olmaktadır.
Bediüzzaman hayatı boyunca sürekli olarak hapse atılmıştır. Onu hapsederek tebliğini önlemek istemişlerdir. Oysa insanlar bir araya gelip bir yerde ilim yapmamaktadırlar. Bediüzzaman dışarıda dolaşsaydı hiçbir zaman bu cemaati oluşturamazdı. Allah hapishanede muttaki mü’minleri ona arkadaş etmiş, onlar onun yanında yetişmiş, sonra o talebeleri gittikleri yerlerde dersleri yaymışlardır. Yani, Bediüzzaman’ın hapsedilmesi Allah’ın fadlı ve rahmetidir.
Mü’minler Kur’an’ı yayıp tebliğ yaparken de böylesine Allah’ın rahmetine mazhar olurlar. Allah onları hapishanede de olsa korur. Yoksa muzır birileridir diye öldürülmeleri işten bile değildir.
Bunun dışında baskı yaparak şaşırtmak ve korkutmak isterler, buna himmet gösterirler, ehemmiyet verirlerdi. Bunun üzerinde durur ve senin faaliyetini önlerlerdi. Ama düşmanlar birleşemez ve hedeflerine ulaşamazlar. Allah Türkiye’yi de böyle korumaktadır. Herkesin İstanbul’da gözü olduğu için birbirlerine bırakamıyorlar, böylece Türkiye varlığını korumakta ve sürdürmektedir. Allah Türklere bir üstünlük vermiştir, o da adil olmaktır. Türkler Bizans imparatorluğunu da adaletleri ile teslim aldılar. Türklere bu adaleti İslâmiyet sağladığı içindir ki, Müslüman Türkleri Türkiye’den çıkarmak için iki yüz senedir Türkleri dinsizleştirmek için çalışmaktadırlar. Devlet ordusu ve yargısıyla hiç çekinmeden alenen İslâm düşmanlığı yapmaktadır. Kur’an’ı çocuklara öğret(tir)memek için ne ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Ama Allah’ın fadlı ve rahmeti Türklerin üzerinde olduğu için başaramıyorlar. Çıkışları akim kalıyor. Türkiye’de İslâmiyet gelişiyor...
أَنْ يُضِلُّوكَ (EaN YuWılLUvKa) “Seni idlâl etmek isterler.”
Düşmanlar büyük tehlike değildir, asıl büyük tehlike “DALÂLET”tir. Eğer mü’minler imanlarının gereğini yapmamışlarsa, o zaman “İDLÂL EDİLMİŞ” olurlar. İşte o zaman tehlikeler ortaya çıkar.
Türkiye’de çeşitli ırklar yaşamaktadır, hepsi Türkleri kabullenmişlerdir. Varsayalım ki Türkiye’ye Kürtler hakim olsun. Diğer ırklar olan Arnavutlar, Lazlar, Araplar bunu kabul edecek midir? Öyle bir durumda Türkiye parçalanır. Bugün Irak’taki durum da böyledir. Arapların hakimiyetine herkes razıdır. Irak’ı parçalamak isterseniz Kürtleri hakim kılarsınız, Şiileri hakim kılarsınız, o zaman orası karışır.
Demek ki dengeler Allah’ın rahmet ve fazlı ile kurulmuştur. Rusya’daki durum da budur.
Türkler yönetimde en küçük bir ayrıcalık yapsalar, o zaman Allah’ın rahmeti ve fadlı kalkar.
Doğu Anadolu’da ayrıcalıklı olağanüstü bölgenin tesis edilmesiyle, bir taraftan onlar ayrıcalıklı olduklarını devlete tasdik ettirmiş oluyorlar, diğer taraftan diğer halklar bu ayrıcalık sebebiyle kendilerini tehlikede hissediyorlar. Dolayısıyla başkanın dengesini koruyabilmesi için adil davranması gerekmektedir.
Mü’minler hayatlarında hep adil davranmalıdırlar. Kim olursa olsun, doğru iş yaptığı zaman onu tasvip etmelidirler, yanlış yaptığı zaman da yanlış yapıyor demelidirler. Baştan hepsi düşman kesilirler. Çünkü hep kendileri tarafında olmanı isterler. Ama bir gün gelir ve onlar da adalete ihtiyaç duyarlar. İşte o zaman herkes mü’minlere itaat etmiş olur. Mü’minlerin vasfı adil davranmak ve söz söylediği zaman adaletle söylemektir.
Bir taife seni doğru söylemekten şaşırtmak isterler. Bizim için bunlar, yani bir taife kim olabilir? Saadet Partisi olabilir, AK Parti olabilir. İşte bizim mü’min olup olmadığımız idlâl edilip edilmememize bağlıdır.
وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ (VaMAv YUWılLUvNa ElLâ EaNFuSaHuM)
“Nefislerinden başkasını idlâl edemezler.”
Mü’minler birer müşirdir. Arabayı sürerken ayna olmazsa, lamba olmazsa yürüyebilir misiniz? Sağa sola saparken eğer bunu görmezseniz kendiniz yol alabilir misiniz? İşte doğru söyleyen mü’minlere hükmettikleri zaman adaletle hükmeden bir cemaate ihtiyaç vardır. Mü’minler taraf olmazlar. Onlar hak tarafı olurlar. Hele başkanlar tamamen böyledir. O zaman halk onlara itaat eder.
Ama başkan zalim olur da taraf tutarsa, adaletle hareket etmezse, o zaman ona kimse güvenemez. Kendilerine taraf olduğu kimseler de ondan daima şüphe ederler. Yarın biz haklı olduğumuzda bizi haksız sayarlar diye itaat etmez olurlar. Bir gün gelir ve karşı çıkılır.
Kimileri tarafsız olması gereken askerleri ayakta alkışlamış, böylece sağ iktidarı yok edeceklerini sanmışlardır. Ne oldu? Anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular. Ne var ki, iktidarda olanlar da adil davranmıyorlar. Onun için de onların akıbeti de aynıdır. Sonunda devlet çökmüyor, herkes böyle zalim davranmakla başkalarına değil, kendilerine zulmetmiş oluyorlar. Devlet demek, adaleti tesis eden demektir. İktidar bunu sağlıyorsa orada kalmaya hakkı vardır. Yoksa zalim el onlara da uzanır ve oradan indirir. Yahut devlet yıkılır.
İşte Adil Düzenciler bunun için kendilerine ‘adil’ diyorlar.
وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ (Va MAv YeWurRUNaKa MıN ŞaYEın)
“Sana bir şey zarar veremezler.”
Allah’ın mü’minlerin başkanlarına verdiği en büyük vaattir. Adil davrandığın zaman herkes senin karşına dikilir. Doğru söylediğin zaman zaten doğru söylüyorsun, kimse takdir etmez. Senden kendi taraflarına yönelik olmanı isteyenler ise sana hasım olurlar. Hele kötü bir topluluk ise herkes size karşı olur. Ama Allah vaat ediyor. Kimse sana dokunamaz, zarar veremez. Yeter ki siz adalet üzerinde olun.
Birbirimizi bu noktada uyarmamız gerekir.
Gönül ister ki Cumhuriyet Halk Partisi din düşmanlığından vazgeçsin, kendilerine oy veren kimseleri memnun etsin. Çünkü halk onu bu şekliyle istemiyor. Gönül ister ki DYP ve ANAP hortumculuktan ve rüşvetten hayır beklemesin. Gerçek lâikliğe ve gerçek demokrasiye inanıp Türkiye’nin “Adil Düzen”e kavuşmasına hizmet etsin. Yine, gönül ister ki, AK Parti “Adil Düzen”e dönsün. Saadet Partisi de “Adil Düzen”i bırakmış olmasının cezasını çektiğini bilsin ve tevbe etsin…
Ama bunlar ne olursa olsun; eğer bunlar fiilen yanlışlık yapıyorlarsa, onlara karşı olmamalıyız, sadece iyi hareketlerini tasvip etmeliyiz. Onlar bize zarara vermezler, sadece kendilerine zarar veririler.
“Adil Düzen”e zarar verecek olan yalnız İslâm karşıtı kimseler değildir. Kendileri Müslim olan, hattâ İslâmiyet için cihad yapan birçok dinî kuruluşlar vardır ki, onlar da “Adil Düzen”e karşıdırlar. Bu bizi üzüyor. Bununla beraber biz onlara karşı da adil davranmalıyız. Adil Düzenciler bu tarikatlara ve dinî kuruluşlara karşı olmayacaklardır. Onlar bizi sevmese de biz onları sevmeliyiz. Doğru yaptıklarını tasvip etmeli ve desteklemeliyiz, yanlış yaptıklarını da açıklamaktan kaçınmamalıyız. Bize ne İslâm’a karşı olanlar, ne de İslâm’ın yanında oldukları halde bize karşı olanlar zarar veremezler.
Hattâ daha ileri giderek; bize karşı olan İslâmî kuruluşlar ile bize ve İslâm’a karşı olanlar arasında da adil davranmalıyız. Hakka adım atan hep bizim yanımızdadır. Hakka karşı olan da bizim karşımızdadır.
Bunun anlamı şudur ki; taviz vermemek şartı ile insan CHP’li olabilir, HADEP’li olabilir, Adil Düzenci de olabilir. Biz onunla beraber olmalıyız. “Adil Düzen”e en yakın saydığımız Saadet ve AK Parti’de “Adil Düzen”e karşı olanlar olabilir. Bunlara karşı da davranışımız adil olacak ama elbette onların yanlış davranışlarına karşı olmalıyız.
Demek oluyor ki, eğer çok açık bir şekilde bize bir zarar verebiliyorlarsa, iyi bilmeli ve anlamalıyız ki o tamamen bizde olan bir eksiklikten olmaktadır. Eğer biz hata etmezsek ve ism işlemezsek, adil davrandığımızdan dolayı kimseden zerre kadar bize bir zarar gelmez.
Bu âyetin bize öğrettiği şudur. Eğer bir başarısızlığa uğruyorsak bizde bir eksiklik vardır, bizde bir hata vardır. Kendimizi düzeltmekle meşgul olmalıyız.
Adil Düzenciler kendilerini düzeltmekle meşgul olmalıdır, başkalarını değil. Ancak bütün dünya ile meşgul olmalı ve onlar hakkında adil beyanda bulunulmalıdır. Söylemekle, tebliğ ve irşad etmekle dünya ile meşgul olmalı ve adil davranmalıyız. Ama fiiliyatta kendi işlerimizle meşgul olmalıyız.
“Adil Düzen”i benimsemeyen bir dünyayı biz saadete kavuşturamayız.
الْكِتَابَ وَأَنزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ(Va EaNZaLa elLAHu GaLaYKa eLKıTAvBa)
“Kitabı Allah sana inzâl etti.”
Buradaki “SEN” mü’min olan kimsedir. Her mü’mine ayrı ayrı hitap etmektedir. Ancak mü’minler bir araya gelerek kendilerine başkan seçmeliler. İşte o başkan resul makamındadır ve ona hitap edilmektedir.
Kimi seçecekler, kim başkan olmaya lâyıktır? İşte bu âyet başkanın vasıflarını da anlatmaktadır. Allah başkan olanlara başkanlık yapabilecek bilgileri vermektedir. Bunlar da “KİTAP VE HİKMET”tir.
“KİTAP”tan maksat Kur’an’dır. Ancak Kur’an’ın sadece sözlerini değil, hükümlerini de içerir.
“SENİN ÜZERİNE İNDİRDİ” denmektedir. Kur’an beş vakitte okunacak; her namazdan önce ikişer sahife meali ile birlikte Kur’an okunacaktır. Ondan sonra yatsıdan önce cemaat toplanacak ve sohbet edecek, Kur’an’ın hükümleri üzerinde düşüneceklerdir…
Bütün hayatı boyunca insan bu sohbetler içinde doğar, yaşar ve büyür. İnsan Kur’an’ın hükümlerini hayat boyunca öğrenmeye çalışır. Hadiseler ortaya çıkınca Kur’an’a bakarak içtihat yapılacaktır. Başkanın içtihadı uygulamada esas olacaktır. İstişare edecek ve Kur’an’ı kendi anladığına göre amel edecektir.
“SANA İNZÂL ETTİ” demekle, sen nasıl anlarsan öyle amel edeceksin demektir.
Burada inzâl edilen Kur’an’ın sadece lafızları değildir. Burada kastedilen Kur’an’ın manâsı ile birlikte aynı zamanda hükümleridir. Hükümler de içtihatla ortaya çıkar.
وَالْحِكْمَةَ (VaeLXıKMaTa) “Ve hikmeti inzâl etti.”
“HİKMET” felsefedir. “KİTAP” kuralları içerir. “HİKMET” ise yararlara dayanan aklın verilerini ortaya koyar. “HİKMET” insana nasıl inzâl olunmuştur? Kitap sözlü olarak inmiş ve yazılı hâle gelmiştir. Ama acaba “HİKMET” nasıl inzâl olur?
Bir proje yaparsınız. O proje birtakım varsayımlara dayanır. İlmin verdiği verilere ve kitabın öğrettiği bilgilere dayanarak proje yapar, sonra onu uygularsınız. Eğer projede beklenen sonuçları elde etmiş iseniz, siz sağlıklı proje yaptınız demektir. İşte bu sağlıklı proje “HİKMET”tir. Beyninde meydana gelen ve kâğıtlara aktarılan tasarımlar ve hesaplar tutmuşsa, sen hikmet sahibisin demektir.
Bu sadece teknikte olan olay değildir. Toplulukla ilgili bir proje yapar ve ona göre davranırsınız. Hedefinize ulaşmış iseniz, siz hikmet sahibisiniz demektir.
Allah Hazreti Muhammed aleyhisselâma Kitab’ı indirdi, ayrıca onu uygulama bilgisini de verdi. Böylece İslâm medeniyeti oluştu.
Bir başkan kendi kabilesini yönetirken böyle yapacaktır. Kur’an’dan öğrendiklerini bugünkü müsbet ilmin öğrettikleri ile birleştirecek ‘sosyal proje’ üretmek zorundadır. Ürettikten sonra da bu sosyal projeyi uygulayacaktır. İnsanlıkta evrim vardır. Başkanlar yenilik yapmak, yeni projeler üretmek zorunda olacaklardır.
Yerinden yönetim sistemi dünyaya hakim olup her bucak kendi düzenini kendi kurmaya başlayınca süratli bir şekilde yarış başlayacaktır. Elemeler olacak, eleme göç ile olacaktır. Başarılı olan bucaklar hicret alacak, büyüyecek, bölünerek çoğalacak; başarısız olanlar ise göç verecek ve tasfiye olacaklardır.
Peygamberler için sünnet ne idiyse, bugünkü başkanlar için “HİKMET” odur.
Kur’an okuyan insanlar, Kur’an’ı anlamak için müsbet ilimleri de, tabiî ve sosyal ilimleri de öğrenmiş olacaklardır. Sadece haftada bir okumak suretiyle bile ondan ne kadar yararlandığımızı görüyoruz. Bunu her gün yaptığımızı, günde beş defa yaptığımızı düşünün… “KİTABI VE HİKMETİ” ne kadar öğreneceğimiz orada anlaşılacaktır. Şimdi biz Kur’an’la sadece haftada bir gün oluyoruz. Onun dışında lâik yaşıyoruz. Ama öyle bir cemaat içinde günün her saatinde Allah’la beraber olacağız demektir.
Bir de böyle bir toplulukta doğup büyüdünüz, böyle bir toplulukta yetiştiniz, böyle bir toplulukta buna inanan insanla evlendiniz… Böyle bir toplulukta ne derece mesut hayat süreceğinizi düşünün...
Çıkan bütün sorunlar Kur’an’a danışılarak, başkanın verdiği kararlarla çözüyorsunuz, haksızlığa uğradığınıza kani olursanız hakemlere gidiyorsunuz. Yine de tatmin olmadınızsa bucağınızı değiştiriyorsunuz. İşte bu nimetlere ulaşmamız ancak ve ancak Kur’an sayesinde olacaktır. Başkan Kur’an okumaya ve anlamaya tek başına başlayacak. Cemaat ona katılacak ve sonunda mü’minlerin aşireti oluşmuş olacaktır. Tüm hayat aşiret ve kabile içinde geçecektir.
وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ (Va GalLMaKa MAv LaM TaKuN TaGLaMu)
“İmletmediğini, bilmediğini sana talim etmiştir.”
Bir işe giriştiğiniz zaman o işin acemisi olursunuz. İlkin bocalarsınız. Ama sonra yavaş yavaş Allah zihninizi açar ve yapmak istediğiniz işleri öğrenirsiniz. Sebat eder de zamanla orada olgunlaşırsanız başarılı olursunuz. Allah Kur’an’da diyor ki; “Kim bizim için cihad ederse ona yollarımızı gösteririz.”
Başkan olan adil kimse olursa, Kur’an’la hükmetmek isterse, Allah ona Kur’an’ı öğreten kimseleri gönderir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm sorunlarla karşılaşınca vahy teelkki ediyordu. Sonra dört halife vahyin yerini istişareye bıraktılar. Ne var ki o zaman istişare ettikleri kimseler içtihat seviyesinde o ilimlere sahip kimseler değildiler. Sonra sultanlar kendilerine müftileri, kadıyu’l-kudatları atadılar, onlarla istişare ettiler. Osmanlılar şeyhülislâmla istişare ettiler, fetvalar aldılar…
Allah’ın emrettiği ise bunlardan farklıdır.
Beş ile yirmi kişi arasında alimlerden oluşmuş şûra vardır. Bunlar dayanışma ortaklık sorumlularıdır. Başkan bunlarla istişare eder. Bunlar Kur’an’dan ve hikmetten örendikleri ile beyanda bulunurlar. Sonunda başkanın beyninde bir hüküm oluşur ve onu uygular.
“BİLMEDİKLERİNİ SANA ÖĞRETTİ” diyor.
Bu öğretme istişare yoluyla öğrenilmelerdir.
Demek ki Kitap, ilim ve istişare. İşte bunlar birleşince adil hükmetme olmaktadır.
“İnzâl”de kendi çalışmalarınızla elde ediyorsunuz.
“Tâlim”de ise başkaları ile istişare etmek suretiyle elde ediyorsunuz.
Allah böylece başkanlara doğrudan hitap ederek nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir.
- Kendin çalışıp öğreneceksin. Bu da iki şekilde olmaktadır.
- Kitabı, Kur’an’ı öğreneceksiniz. Ülkenin kanunlarını öğreneceksiniz.
- Bu kanunların böyle tedvin edilmiş olmasının hikmetlerini öğreneceksiniz.
- Bir de istişare edip başkalarının görüşlerini alacak ve ona göre projeler hazırlayıp uygulayacaksınız.
Tartışmada anlaşırsanız anlaşmanıza göre amel edersiniz. Anlaşamadınızsa, o zaman herkes kendi içtihadına göre amel eder. Böyle değişik ameller mümkün olmamışsa, o zaman hakemlere giderek sorunları çözersiniz. İstişarede insan bilmediklerini öğrenir.
وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ (Va KAvNa FaWLu elLAHı GaLaYKa) “Allah’ın fazlı üzerinde.”
“FAZL” farklı muamele, üstün tutma muamelesi demektir. Eğer bir cemaat oluşur, Kur’an’ı ve hikmeti her gün okumaya devam ederlerse, işlerini de istişare ile yaparlarsa, o topluluğa ve onun başkanına “ALLAH’IN FADLI” büyük olacaktır. Nitekim Hazreti Muhammed (s.a.v) böyle yapmıştır. Onlar Kur’an’ı öğrenme ve uygulamada arkadaşları ile beraber büyük gayret gösterdiler ve dünyayı değiştirdiler.
Bugün de böyle bir cemaat oluşabilir ve onlar dünyayı değiştirebilirler. Dünya böyle hareket edecek on kişiye elbette mâlik olacaktır. Çünkü Allah dünyayı karanlıklarda bırakmaz. Bu on kişiden istenen; aileleri ile bir yerde toplanıp her gün Kur’an’ı ve hikmeti birlikte öğrenmeye çalışmaları ve Allah’ın kendileri üzerindeki fadlını kabul etmeleridir.
Bize nasip olmadı. Çünkü hatalı işlere başlandı. Takdir öyle imiş. Çünkü birden büyük işlere başladık. Mekke devrinde daha kendimizi oluşturmadan Medine devrine geçmek istedik.
عَظِيمًا(113) (GaJIyMan) “Büyük olmaktadır.”
Medine gibi bir site kurabilip o sitenin reisi olan kimseye Allah “AZİM/büyük” fadl vermiştir.
Bugün mü’min olmak demek, sahabelerin halifesi olmak demektir. Bugün “Adil Düzen” ile yönetilen beldenin başkanı olmak demek, resulün halifesi olmak demektir. “Adil Düzen”de bağımsız bucaklar oluşacak ve bucaklardan isteyenler Medine gibi bir kent olacaklardır. Bunlardan isteyenler Kur’an’ın istediği beş vakit namazı kılmak ve Kur’an’ı öğrenmeye devam etmek suretiyle İslâm siteleri olacaktır. Farklı içtihatlar sonucu olarak farklı siteler oluşacaktır. Başarılarına göre bu siteler Kur’an ahkâmına doğru olarak uymuş olacaktır.
Acaba böyle bir sitenin gelişmişliğini nasıl ölçeceğiz?
- Sitenin nüfusu artmalıdır. Yüksek seviyelere ulaşıp en kısa zamanda bölünme durumuna gelmelidir.
- Site sakinlerinin vasat ömürleri uzun olmalıdır.Bu da nüfusu yılda ölenlere bölme ile elde edilir.
- İnsanın tüketim ihtiyaçlarını gidermek için kişiler kaç saat çalışmak zorundadırlar? Bu saat ne kadar az ise o topluluk o kadar gelişmiş bir topluluktur. Artan zamanlarını yatırımlara veya ilme harcarlar.
- Başka bir önemli ayıraç da daha az suç işlemedir. Nüfusa göre işlenen suçlar ne kadar azdır?
Harcamalar bakımından insanlar arasındaki farklar ne kadar azsa, o topluluk o kadar refahtadır. Bilgide ise durum terstir. İmtihanlarda ne kadar farklı seviyede bilgi varsa o kadar yararlıdır. Şöyle ki; ehliyetler altı mertebedir. Sayılardaki nisbet bellidir. Aralarında ne kadar yüksek ehliyetli insanlar varsa o bucak ileri bucaktır.
Bu âyet bize bir başkanın nasıl olması, neler bilmesi ve yapması gerektiği hususunda bilgi vermektedir.