بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم * وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمْ الصَّلَاةَ فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَائِكُمْ وَلْتَأْتِ طَائِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةً وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِنْ كَانَ بِكُمْ أَذًى مِنْ مَطَرٍ أَوْ كُنتُمْ مَرْضَى أَنْ تَضَعُوا أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُوا حِذْرَكُمْ إِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا(102)
وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ (Va EÜAv KuNTe FıyHıM) “Sen içlerinde olduğunda.”
Bundan önceki âyet iki şekilde kıraat edilebilir. “Küfretmiş olan kimselerin sizi fitne etmesinden korkarsanız.” cümlesi, kendisinden önce gelen “Seferde iken namazları kısaltmanızda cunah yoktur.” ifadesinin şartı yapılır. O zaman seferde namazı kısaltabilmemiz için korkmuş olmamız şart olur. Bunu böyle anlayanlar, sadece zahirilerdir. İkincisi ise “Siz eğer küfredenlerden korkarsanız, kâfirler size düşmandır.” şeklindeki âyete bağlanmaktadır. Bu havfta yani korkuda tedbir almanız gerekir demektir.
“Fa” (‘Fe Ekamte’deki ‘Fa’) harfi ile atfetmiştir, “Va” harfi ile atfetmemiştir. O halde havf namazı misafir namazından farklıdır. “Kâfirler size düşmandır.” âyeti mu’teriz cümledir. Her iki namazın arasına getirilmiştir. Sefer namazı, dört rekatlı namazları iki rekata indirmek, üç rekatlı vitri terk etmek, üç rekatlı akşamı da ikiye indirmek (icmaa aykırı) tahfiftir. Sefer tahfifidir. 20 rekatlık namazlar 10 rekata indirilmiştir. Oruçta yüsr (kolaylık) tehir iledir, namazda yüsr de tahfif ile, tansif (yarılama) iledir. İlleti misafir olmaktır, meşakkat değildir. İnsanın misafir olduğunu bilmesidir. Misafirlerin kendi aralarında cemaat olmalarıdır.
Burada “Sen içlerinde olduğunda.” denmektedir. Bu çok önemli hususu şöyle izah edeceğiz.
Savaştayız. Her birliğin üç kolu vardır; sağ, sol ve orta. Bunlar sıra ile cephede nöbet beklerler. Eğer çatışma yoksa bir grup 8 saat bekler, 16 saat dinlenir. Çatışma hâlinde iki grup nöbettedir, bir grup dinlenmektedir. En sıkıntılı an nöbet değiştirme ânıdır. Çünkü birileri cepheyi bırakırken diğerleri cephede yer alacaktır. Komutanın bu değişme ânında bulunması gerekmektedir. En küçük karışıklık orduyu mahveder. İşte “havf (korku) namazı” bunun için konmuştur. Değişme esnasında tek komutanın komuta etmesi gerekmektedir. Her kolun vardiye komutanı vardır. Ama değişme komutanın nezaretinde olmalıdır. Çünkü o sırada iki tarafın da eşit olarak itaat edeceği bir komutana ihtiyaç vardır. Bu husus bilhassa çatışma sırasında böyledir.
“İza” ile gelmiştir. Başkanın bu değişme esnasında bulunması gerektiğini belirtir. Yoksa “İn” gelirdi.
فَأَقَمْتَ لَهُمْ الصَّلَاةَ (Fa EaQaMTa LaHuM elÖaLAvTa) “Sen onlara salâtı ikame edersin.”
Burada her üç grubun bir tek namazından bahsetmektedir. Yani; cemaat bölünmeyecek, birlikte namazlarını ikame edecekler, bir namazı ikame edeceklerdir. Üç taifeden biri imama ayrı uyacaktır, ikisi ayrı uyacaktır. Namazları bir imam kıldıracaktır. Günde üç vardiye değişecekse üç namaz kılınacaktır.
Sabah, öğle-ikindi ve akşam-yatsı. Sabah namazını iki rekat olarak böleceklerdir. Öğle ile ikindiyi ikişer rekat olarak kılacaklardır. Burada imamla dört rekatı önce nöbete girecekler kılacaklardır. Siperde yerlerini alacaklar, diğerleri gelip ikinci dört rekatlarını kılacaklardır. Burada en önemli saat, imam otururken herkes nöbetini devralmış olacaktır. Bir anda devralmış olacaklardır.
فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ (Fa eLTaQuM OavEıFaTün MıNHuM MaGaKa)
“Onlardan bir taife seninle beraber ikame etsin.”
Ezan ve kametten sonra nöbete girecekler imamın arkasına geçer ve namazlarını kılarlar. Sabah namazının bir rekatını, diğer namazların iki rekatını imamla kılarlar. İmam oturur, diğerleri kendi namazlarını tamamlarlar. Nöbet yerlerine gidip devralır, ikinci taife gelir ve imamın arkasında dururlar. Nöbetten çıkacaklar, onlar da yarısını imamla beraber kılarlar. Diğer yarısını kendiliklerinden tamamlarlar.
Üçüncü bir taife daha vardır. Onlar da nöbet tutmayan gruptur. Bunlar kendi grup imamları ile ayrı namaz kılabildikleri gibi, ayrı yerde durmak şartı ile imamla beraber de kılabilirler.
Böylece savaşta nöbet değiştirme gibi en önemli bir sorunun çözümü Kur’an’da belirtilmiştir.
Bu mesele bugünkü günlük hayatımızda da çok önemlidir. Çünkü öyle sanayi kuruluşları vardır ki çalışmayı durduramazsınız. Mesela elektrik santralını durdurmazsınız. Vardiye ile 24 saat çalışması gerekir. Demir-döküm ocaklarını bir defa ısıttınız mı hep devam etme zorunluluğu vardır. İşte orada da nöbet değiştirme vardır. Benzer şekilde nöbetler değişecektir. Havf namazı kılınacaktır. Herkes kendi işini kendisinin yerine geçecek olana teslim etmek zorundadır; hem de aynı zamanda ve birlikte teslim etmek zorundadır.
وَلْيَأْخُذُوا أَسْلِحَتَهُمْ (VaLYaEPuÜUv EaSLıXaTaHuM) “Silahlarını ahz etsinler.”
Tarihte savaşta araçlar kullanılmıştır. Elleri, pençeleri, dişleri, çenesi parçalamaya elverişli olmayan insan, daha ilk yaratılış yıllarında taş ile sopayı savunma ve saldırma aracı olarak kullanmıştır. Ateşle düşmanı korkutmuştur. Zamanla silahlar geliştirilmeye başlandı. Taşa veya sopaya özel şekiller verilerek mızraklar yapmaya başladılar. Ok ve yayı geliştirdiler. Mancınıklarla ateş bombaları attılar. Sonra barut bulundu, ateşli silahlar kullanılmaya ve bu silahlar gruplanmaya başlandı. Tek kişinin kullandığı silahlarla birlikte gruplar hâlinde de silahlar kullanılmaya başlandı. Silahlara onları taşıyan araçlar da eklendi.
Şimdi savaş tamamen başka bir durum almıştır. Bu savaşların en büyük özelliği olarak silah tüccarları türedi. Başkalarının sattığı silahları iki taraf kullanmaya başladı. Bu savaşlarda en büyük tehlike silah ve cephanenin düşman eline geçmesidir. Sizin silahınızla sizi bertaraf edebilir. Bu sebepledir ki iyi eğitilmiş bir ordu, kendisinin silahı olmasa da düşmandan elde ettiği ganimet sayesinde savaşa devam etmektedir. Bir hava limanını işgal ederseniz oradaki tüm filo sizin olabilir.
İşte savaşın temel kurallarından biri, silahı düşmana kaptırmamaktır.
Arabistan’da savaşan bir gazi anlatmıştı. Arapların eşeledikleri kuyular vardı. Hep pislik ve mikrop doluydu. Bunları içtiğimizde hasta oluyorduk. İngilizler ise derin taze kuyu sondajı yapıyor ve tatlı tatlı sular içiyorlardı. Biz bunların yerlerini basıyor, işgal ediyor ve onu kullanmaya başlıyorduk. Onlar gidiyor ve yeni kuyu açıyorlardı. Biraz sonra bizim kuyumuz bozuluyor, kirleniyor, temizleyemiyorduk. Bir daha onların yeni kuyularını işgal ediyor ve biz de böylece geçinip hayatta kalıyorduk.
İşte, buradaki bütün sorun düşmana imkânlarını kaptırmamaktır.
Allah işte bu sebeple “silahlarını alsınlar” demektedir. Silahlarla namaz kılacaklardır demektir.
فَإِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَائِكُمْ (FA EıÜAv SaCaDUv FaLYaKUvNUv VaRAEıKuM)
“Secde ettiklerinde nöbettekiler arkanızda olsunlar.”
Yani, namaz kılmayanlar namaz kılanları korusunlar.
Cephe kurulmuş, birlik düşmana bakarken, namaz kılanlar onlara sırtlarını çevirmiş olarak aksi istikamette namaz kılarlar. Böylece düşman her taraftan gözetilmiş olur. Arka zeminde namaz kılanlar önde düşmana doğru olacaklardır. Saldırı hâlinde onlar da namazlarını bırakıp birlikte karşı saldırılar yapacaklardır. Demek ki kıble ya düşmana karşı olan yönde veya düşman yönünde olacaktır.
İşyerlerinde vardiye değişmelerinde de benzer olaylar olmaktadır. Bu savaş sahnesiyle kıyas yaparak sorun işe göre çözülecektir.
وَلْتَأْتِ طَائِفَةٌ أُخْرَى (Va eLTaETı ÖAEıFaTun EuPRay) “Diğer taife gelsin.”
Nöbet tutmayan taife geliyor, önce imamla beraber yarısını kılıyorlar. İmam oturuyor. Bu ilk taife namazlarını tamamlıyorlar. Sonra gidip nöbetlerini devralıyorlar. Nöbetten çıkacaklar geliyorlar bu sefer onlar imamla namaz kılmış oluyor.
Burada “diğer taife” demek, taifenin iki olduğu, başka taifenin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Üç vardiye tutuluyorsa, onlar ayrı yerde yani karargahlarda kılıyorlar demektir. Bu namaz ise nöbet yerinde nöbet değiştirme namazıdır. Bugün de nöbet değiştirilirken bir üst götürüp nöbet değiştirilmektedir.
Burada dikkat edeceğimiz husus, rüku ve secdeden ibaret olan namaz terk edilmiyor. İşler onun sistemi içinde gerçekleştiriliyor. Bize öğretilen ne kadar ibadet varsa hepsi hayatımızı düzenlemek içindir. Namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri hayatımızı düzenler. Haccın içinde kurban kesmek de vardır. Bu dört ibadetin dışında okuma ve cihad vardır. Herhangi bir sorunumuzu çözmek istediğimizde namazın içinde çözmüş olacağız.
لَمْ يُصَلُّوا (LaM YuÖalLUv) “Kılmamış olan diğer taife gelsin.”
Zorunlu hallerde namaz tehir olunmamaktadır. Ancak imam ikileştirilmemektedir. Tek imam ile namazlarını kılacaklardır. Yarısını kendi başlarına, diğer yarısını da imamla kılacaklardır. Önce imamla kılacak, sonra kendi başlarına tamamlayacaklardır.
فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ (FaLYuÖalLUv MaGAKa) “Seninle beraber salât etsinler.”
Yukarıda “seninle kıyam etsinler” diyor. Burada “seninle salât etsinler” diyor. Birinciler imama ayakta uyarlar. İkincilerde imam oturur, gelenler de oturur. Müezzin en arkada durur. Hepsinin geldiğini görünce kendisi sesli olarak tekbir alıp oturur. Namaza ondan sonra devam etmiş olur. Gelme tamamlanınca salât başlar.
وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ (Va’l-YaEPuÜu OiÜRaHuM Va EaSLıXaTaHuM”
“Hızrlarını ve silahlarını ahz etsinler.”
Birinciler için sadece silahları almayı emretmiş. Burada da “Hızrlarını alsınlar” deniyor.
“Hızr” koruma aracı demektir. Çelik yelek hızrdır. Bugün hızr olarak siperleri de alabiliriz. Hızr, herkes kendi siperini alsın demek olur. Silahlarını da alsın demektir. Gaz maskeleri de hızrdır.
Bugünkü savaşlar savunmaya dayanmaktadır. Biyolojik ve kimyasal silahlar dahil korunma araçları özel elbiselerdir. Çelik yeleklerdir. Bunlardan en önemlisi siperlerdir.
Savunmaya geçen herkes kendisine bir siper kazacak ve onun içine girecektir. Siperlerde de önemli olan siper değiştirmedir. Ön siperlerde olanlar geri siperlere alınır, oradan da çadırlara alınır. Böylece üç vardiye bu şekilde çalışır. Ön siper, geri siper ve dinlenme yeri olarak üçlü devreler. Geri siperlerden ikmal yapılır, gözetleme yapılmaz. Ön siperlerden gelecek haberlere göre ikmal yapılır.
“Silah” saldırma aracıdır, “Hızr” ise savunma aracıdır.
Burada “Hızr” kelimesi “Silah”tan önce getirilmiştir. Gelecekteki savaşlarda silahtan çok hızr önemli rol oynayacaktır demektir. Nöbete girecekler için hızrlarını alsınlar denmemiştir. Burada “hızrlarını da alsınlar” denmiştir. Savaşa katılacaklar zaten hazırlanır ve hızrlı olarak gelirler. Çıkacaklar ise erkenden istirahata geçerler. Genellikle savaş böylece birden ters döner. Hızrı olan her zaman hazır olacaktır.
وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ (VadDa elLaÜIyNa KaFaRUv Lav TaGFuLUvNa)
“Küfretmiş olan kimseler meveddet ederler.”
“Küfretmiş olan kimseler sizleri gafil avlamak isterler.”
Balkan Savaşı’ndan önce Avrupalılar Osmanlıları gafil avlamak, silahsız ve ordusuz yakalamak isterler. Bunun için bir hile kurarlar. Osmanlılara büyük borç vaadederler. Ancak derler ki; ‘Sizin kanunlarınız şeriat kanunları, verdiğimiz borcu sonra ödeyemezsiniz, borcu verebilmemiz için kanunları değiştireceksiniz!’ Osmanlılar borcu alabilmek için denileni yapar. Avrupa’dan gönderilen ve aslında bir ajan olan hukukçu gelir. Görünürde çok yararlı ama gerçekte çok zararlı bir hukuk ıslahatını yapar. Her şey inceden inceye incelenir. Durmadan mahkemeler ertelenir. Taraflar mahvolurlar. Seneler geçer, olaylar unutulur, hakimler değişir, usulden bir hata yakalar ve karar verirler. Muhakeme usulünde konan şartlar ne kadar adil dersiniz, oysa tüm adaletsizliğin kaynağı o içinden çıkılmayan bürokrasidir. Tabii bu durum avukatların da işine gelmektedir.
İşte Osmanlı Devleti’ndeki bu hukuk kurallarını koyan bu ajan hukukçudur.
Bundan sonra Osmanlılar borçlandırılıyor… O kadar borç veriliyor ki, Osmanlı imparatorluğu savaşı kazandığı halde Sevr’i dayattılar ve imparatorluğu ortadan kaldırdılar.
Batılıların iğfalleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. İtalya’ya talimat verdiler. İtalya Cezayir’e saldırdı. Ajan hukukçu padişaha akıl verir ve; ‘Avrupalılar bu kadar para yatırdılar, artık buraya saldırmazlar, siz askerlerinizi Kuzey Afrika’ya gönderin!’ tavsiyesinde bulunur. Yönetim bunu kabul eder. Mustafa Kemal dahil, askerî birlikler Kuzey Afrika’ya sevk edilir. Balkan Savaşı başlar! Osmanlı imparatorluğunu gafil avlamışlardır.
İstanbul’a kadar gelirler. Bu nedir? I. Dünya Savaşı için test yapılmıştır.
İşte Kur’an bize bunu söylüyor. Bunlar düşmandır. Onların aldatmacasına güvenmeyeceksiniz. “Küfretmiş olan kimseler sizleri gafil avlamak isterler.” Bunu nasıl anlarsınız? Mâkul şeyleri önerdiğiniz halde kabul etmiyor, yanlışta direniyorlarsa, tereddütsüz sizi gafil avlamak istemektedirler.
Yatırımları durdurmak, tarım sektörünü çalışmaz hâle getirmek, sıkı para politikasıyla işsiz insanları çoğaltmak hep tuzaktan ibarettir. AK Partililer bu âyeti her gün on defa okumalıdırlar.
عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ (GaN EaSLıPaTıKuM) “Silahlarınızdan.”
Yalta Konferansı’nda dünyayı ikiye bölen Siyonistler bu arada Türkiye’yi silahsız bırakmak istemişlerdir. Adnan Menderes’e verdikleri kredi karşılığı dediler ki; ‘Siz silah üretmeyeceksiniz, uçak yapmayacaksınız, biz size vereceğiz. Ortak düşmanımız ver, birlikte savaşacağız.’ Bizimkileri böyle uyuttular.
Oysa Sovyetler onların düşmanı değil, taşeronu idi. Böylece Türk ordusunu silahtan tecrit eder hâle getirdiler. Kıbrıs çıkarmasını yaptığımızda elimizdeki araçları kullanamaz duruma gelmiştik. Ordunun eski hurdaya atılmış araçlarını harekete geçirerek Kıbrıs’ı fethettik.
İşte düşmanlarımız bizi daima silahtan tecrit etmek isterler.
Kendi fabrikalarımızı durdururlar. Devam etsek bile projeler onların olur. Daha korkuncunu yaptılar. Lâiklik adı altında medreseleri kapattılar. Şapka örttürdüler. Halk isyan etti. İsyan silahla bastırıldı ve silah yasağı getirildi. Böylece Türk ordusunu silahtan tecrit etmediler ama Türk halkını silahtan tecrit ettiler. Oysa bizim İstiklâl Savaşımızı çeteler kazanmıştır. Halkımız çok iyi silah kullanmayı biliyordu, Rum ve Ermeniler bilmiyordu. O sayede onları yenebildik. Bugün askerlikte bile erlere mermi verilmiyor. Talimi yat-kalk ile geçiştiriyorlar. Oysa savaş demek vurmak demektir. Sevr’i dolaylı yoldan gerçekleştiriyorlar.
Burada “Eslihatikum/Silahlarınız” deniyor; kendi silahlarınız, kendi ürettiğiniz silahlar demek olur.
İşte Türkiye Cumhuriyeti bu konularda -askeri de dahil- gaflet içindedir, kendi silahını üretmiyor.
Adil Düzencilerin görevi bu gerçekleri anlatmaktır.
وَأَمْتِعَتِكُمْ (Va EaMTıGaTıKuM) “Metalarınızdan da.”
Hayatî önemi olan mallar vardır. Savaşın sürmesi için şeker, pirinç ve buğday gibi ana beslenme maddeleri pahalı olsa da ülkede üretilmelidir. Çünkü savaşta bir ambargo olsa yerimizde kalırız. Tren ve vapurları pahalı da olsa kömürle çalıştırmalıyız. Çünkü bizim metaımız odur.
Düşmanlar bir plan kurarlar. Türkiye sanayi malları ile yaşamaya başlar. Tarım sektörü şimdi olduğu gibi iflas eder, çökertilir. Savaşta ise sanayi ürünleri yenmez, savaş ancak tarım ürünleri ile yürütülebilir. Yollar elden çıkmıştır, telefonlar elden çıkmıştır, elektrik elden çıkmıştır. Şalteri bir indirdi mi yeter.
1960’tan önce böyle yaptılar. Demokrat Parti’yi iktidardan indirecekler ama bir türlü cesaret edemiyorlar. Dağınık olan elektrikleri birleştirmek için TEK’i (Türkiye Elektrik Kurumu) kurdular. Tüm elektrik üretimi ve dağıtımını ona verdiler. Zamanla bunu kullandıkları da olmuştur. Şimdi de özelleştiriyorlar. Yani, o zaman toplarken halkın ve belediyelerin elinden devlete gasp ettirerek aldılar. Şimdi de sömürü sermayesine peşkeş çekiyorlar. Devleti hükümetler yönetmiyor, Türkiye’yi yıkmayı planlayan şuursuz taşeronlar yönetiyor.
Kur’an bize bir de bunu haber vermektedir. Yani, onlar ‘biz sizin önemli mallarınızı temin ederiz’ deyip üretiminizi çökertirler. Sonra da sizi aç bırakıp savaşsız öldürürler.
Türkiye’deki hükümetler bu teklifleri kabul ediyor ama devleti yıkmıyorlar. Devleti yıkmayan Adnan Menderes’i bu sebeple astılar. Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan’ı kenara ittiler. Allah işte bunları, bu olanları bize haber vermektedir.
فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُمْ (FaYaMIyLUvNa GaLaYKuM) “Size meyletsinler.”
“Meyl” eğik demektir. “Meyletmek” üzerine yönelmek, üzerine çullanmak demektir.
Batı şimdi dünyaya bunu yapıyor. Biyolojik silahı, kimyasal silahı, tahrip edici silahı, atom silahını kendisinden başka kimse üretmeyecektir. Sen silahsız olacaksın, o silahlı olacak!.. Neden???
Efendim, sen zayıf devletsin, küçük devletsin, kötüsün, kötü yerlerde kullanırsın!..
O ise büyük devlettir, iyi devlettir, o silahı gerektiği zaman kullanır!..
Dolayısıyla senin silahın olmayacak, uçağın olmayacak, petrolün olmayacak, hattâ ekmeğin (tarımın) olmayacak! Ürettiklerini senden alacak, başkalarına satacak, başkalarından aldığını da sana satacak! Gümrüklerle, vizelerle, rüşvetlerle, mafyalarla birbirinizle olan alışverişi önleyecek! Dinlemediğin zaman da üzerine çullanacak ve seni yok edecektir. İşte düşmanların planları budur. Bunu yapmaktadırlar.
Kur’an bize bunu haber vermektedir.
مَيْلَةً وَاحِدَةً (MaYLaTaN VAXıDaTan) “Bir tek meyl ile meyletmek isterler.”
Savaşın en korkunç tarafı baskın tarafıdır. Taarruza geçtiğinizde veya hava indirmesini yaptığınızda veya denizden çıkarma yaptığınızda en tehlikeli an ilk birkaç saattir. Çünkü o anda o hazırlıklı ise, gafil avlanmamışsa çok kolay bertaraf edersin. Ama eğer indirme tamamlandı, birlik yerleşti mi, artık savunmaya geçer. Onu söküp atmak son derece zordur. Çünkü o gemilerini yakmış ve öyle inmiştir. İşte buna hazır olmanın tek yolu üçte bir birliğin daima hazır olmasıdır. Silahlar tetiklemeye hazır. Uçaklar kalkmaya hazır. Pilotlar ve şoförler araçta beklemektedirler. Düşman sizi bombalayıp dövebilir. Eğer hızrınızı almış ve siperlere girmiş iseniz, size zayiat verir ama sizi yok edemez. Siperlere girerek zırhınızı ve maskenizi giymiş olarak bekleyeceksiniz. Sizi bombalayacak ve sizden ateş çıkmasını bekleyecek. Yerinizi tesbit etti mi ondan sonrası onun için kolay. Telefon haberleşmesi de sizin yerinizi ele verebilir.
Eğer silahtan ve hızrdan gaflet içinde iseniz, sizi çökertir. Yoksa düşman siperinize gelinceye kadar bekleyeceksiniz. İşte o zaman ani bir hareketle düşmanı yok edeceksiniz. Savunma taktiği budur.
Saddam Bağdat’ı boşaltıp askerleri sipere alacaktı... Düşman elini kolunu sallayıp Bağdat’ın içine girecekti... İşte o zaman her sokakta siperden doğrulan insanlar saldırganları imha edecekti...
Aslında Irak yenilmedi, komutanlar Irak’ı sattılar. Komutanlar yakalandı mı, asıldı mı? Hayır! Irak’ı ABD’ye savaşsız teslim ettiler. Ama halk bunu hazmedemedi. Savaş devam ediyor; vahşice devam ediyor…
Birlik bozulmamalıdır. Emir-komuta zinciri devam etmelidir. Bu sebepledir ki Adil Düzende askerî görevlendirme isteğe bağlıdır. Komutanını ast seçer, sonra da ömrü boyunca onun emrinde olur. Kendi isteğiyle o da savaşta olmamak üzere komutanını değiştirebilir. Bu suretle emir-komuta zinciri kopmaz. Birlik sağlanır.
Havf namazı bu birliği temin eder. Gafil avlanmama da ancak nöbetlerle olmaktadır.
وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ (VaLAv CuNAXa GaLaYKuM) “Size cunah yoktur.”
Bir cümle söylendiği zaman onun dört mertebede manâsı vardır,
a) Vaz’ (konuluş) manâsı. Yani daha evvel o kelimenin kullanılmış şeklidir. Lügat manâlarıdır. Cümle içinde bir manâsı çıkar. Yahut olayları düşünmeden bir manâsı vardır. b) Kişi dili alır, ona kendi manâsını verir ve söyler. Bir örnek verelim. ‘Ben’ kelimesi lügatte söyle konmuştur. Bunu söyleyen ‘ben’ dediği zaman o cümleyi ben söylemişsem ‘ben Süleyman’ manâsı ortaya konmuş olur. c) Delâlet manâsı onun toplulukça anlaşılan manâsıdır. Herkes farklı manâ anlar. Ayrı ayrı anlaşılan manâların delâleti geniş manâsıdır. Ortak anlaşılan manâ kesin delâletidir. d) Bir de muhatabın anladığı manâdır.
Kur’an üzerinde uygularken “size cunah yoktur.”
“Cunah” günah demektir. Size bir günah yoktur demek olur. Allah bu ifadeyi kullanırken diğer ifadelerden ayrı manâ vererek kullanmıştır. Yoksa ‘ism yoktur’, ‘zenb yokdur’ gibi sözler söylenirdi.
Bu ifadeden biz şunu anlıyoruz.
Bu ifade olmadan da insanlar onu farz kabul ederek hiç olmazsa hasen kabul ederek yapmaktadırlar. Başka delillerle sabit olmuş olur. Mesela, Hacda Safa ile Merve arasında gitmek insanlara zaten farzdır veya sevaptır diye yürüyorlardı. Bunu teyiden yürümenizde cunah yoktur, yani eski şeriatı devam ettiriyoruz demektir.
إِنْ كَانَ بِكُمْ أَذًى (EiN KAvNa BıKuM EaÜan) “Sizde eza varsa.”
“Eziyet” Türkçedeki anlamındadır. Başta meydana gelen saçlar arasındaki kepekli yaralanmaların adıdır. Sıkıntı veren, acıtan ama ağrı yapmayan haller için kullanılır. Bedenî olabilir. Çevreden de gelebilir. Fazla sıcağın bunaltması da ezadır. Uyuyamamak da ezadır. Hattâ üzücü söz de ezadır.
Iztırarın hafifidir. Azabın hafifidir. Hapsetmek de ezadır.
مِنْ مَطَرٍ (MıN MaOaRın) “Yağmurdan eza varsa.”
Yağışlı durumu eza olarak belirtmiştir. Gerek iş hayatı gerekse savaş hava şartlarına çok bağlıdır. Sanayi sektörü hava şartlarından fazlaca etkilenmez. Oysa tarım yarı yarıya hava şartlarına bağlıdır. Tarımdan da uzak durmamız mümkün olmayacağı için insanlık daima hava şartlarına bağlı kalacaktır. Savaşta da hava şartları önemli rol oynar. Yağmur asıldır. Ona diğer birçok oluşlar kıyas edilir. Sadece asıl değildir. Kastedilen fer’ler (detaylar, ayrıntılar) de Kur’an’ın mantığı içindedir. Hava şartlarının bozulması ile kent hayatının nasıl felç olduğunu hep bilmekteyiz.
أَوْ كُنتُمْ مَرْضَى (EaV KuNTuM MaRWAy) “Yahut hasta iseniz.”
Burada iki örnek verilmiştir. Biri yağmur, diğeri hastalık. Biri çevre şartları nedeniyle, diğeri de iç yapı nedeniyle sıkıntı yapacak şeylerdir. Dolayısıyla yük ağırsa, o silahı taşıyamayacak durumda iseniz silahı bırakabilirsiniz. Hastalık ve yağmura kıyas ederek diğer hallerde de silahı bırakma izni verilmiştir.
أَنْ تَضَعُوا أَسْلِحَتَكُمْ (EaN TaWaGUv EaSLıXaTaKuM)
“Silahlarınızı vad’ etmenizde cunah yoktur.”
Bu âyetlerde iki şeyi karşı karşıya getirmektedir; silah ve hızr. Silah saldırı âletidir. Hızr ise savunma âletidir. Genel kural şudur: Yeter derecede hazırlıklı değilseniz saldırıya geçmeyeceksiniz. Hava şartları müsait değilse saldırıya geçmeyeceksiniz. Böylece saldırı araçlarınızı bırakabilirsiniz demektir. Nöbet değiştirirken havf namazı kılarken nöbet yerlerinizde saldırı âletleri bulundurmanıza gerek yoktur.
Savaşın bir kuralı vardır: Kötü hava şartları savunmayı kolaylaştırır, saldırıyı zorlaştırır. Tarihte birçok savaş vardır ki hava şartları nedeniyle mağlup olan ordu galip gelmiştir. Saldıranlar hava şartlarını hesaplayarak saldırıya geçerler. Genellikle hava şartları mermilerin izleri ile değişmektedir. Beklenmedik sis, duman ve yağmur gelmektedir. Bu da savunmayı kolaylaştırmaktadır. Galip ordular mağlup olmaktadır.
Demek ki hava şartları müsait değilse saldırı yapmamamız gerekmektedir.
Diğer taraftan eğer hastalık sözkonusu ise yani zayıf isek saldırmamalıyız. Saldıran ordu mutlak galip geleceğine karar verdikten sonra saldırır. Sonuç alamadığı zaman artık o yok olmuştur. Saldırı ancak ‘meyleten vahide’ ile kazanılıyor. Savunmada sabırla muzaffer olunur, saldırıda ise ani sonuçlarla muzaffer olunur.
وَخُذُوا حِذْرَكُمْ (Va PuÜUv XıÜRaKuM) “Hızrınızı ahzedin.”
“Hızr” savunma aracıdır. Savunma yerleridir. Devamlı savunma içinde olacaksınız. Yağmur gibi dış şartlar, hastalık gibi iç şartlar sizi savunmadan alıkoymamalıdır. Savunmanın temel dayanağı nöbetleşmedir. Devamlı nöbette olmalıyız; savaş olmasa da nöbette olmalıyız.
Nöbetin iki yararı vardır. Biri, saldırıyı aniden haber verirsiniz, birlik en kısa zamanda harekete geçer. Diğeri de, ilk saldırıda düşman çok zayıftır, o andaki küçük müdahale sizi muzaffer kılar.
Savunma tedbirlerinde gevşeme olmaz. Önce ocaklarda geceleri erkekler, gündüzleri kadınlar ‘nöbet’ tutarlar. Herkesin evinde zil bulunur. Tehlike ânını başkana bildirirler. Başkan zile basarak tüm ocaktakileri harekete geçirir. Çok acil ise bizzat nöbetçi de genel zile basabilir. Sonra semtlerde ‘koruma nöbetleri’ tutulur. Ocaklardaki bekçilerin uyarıları ile ekip yangın varsa, baskın varsa onu defetmek için hareket eder.
Ayrıca ilçelerde iç güvenliği sağlayan ‘jandarma nöbetleri’ vardır. Bölgelerde ise dış savunmayı yürüten ‘ordu nöbetleri’ vardır. Barışta da savaşta da bu nöbetler tutulmaktadır.
Yani; bugünkü orduların varlığı bu âyetle emredilmektedir. Bu şekildeki nizami ordular ancak 20. yüzyılda oluşturulabilmiştir. Şeriatta bu nöbetleşme her yıl birkaç gün içinde yapılması gerektiği halde, bugün 20 yaşına gelenlere bir-iki sene yaptırılmaktadır. Şeriata göre bunların düzenlenmesi gerekir. Hızrımızı her zaman tam olarak almalıyız.
إِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ (EınNa EaGadDa Lı eLKaFiRIyNa)
“Allah kâfirlere i’dad etti.”
Allah kâfirlere hazırladı. Küfretmiş kimseler sizi gafil avlarlar ve beklenmedik anda saldırırlar.
Savaşın kuralları vardır. Önce savaşlık iş işleyen kimselere nota verilir; hatırlatılır. Yaptığı yanlıştan vazgeçmesi istenir. Sonra hakemlere gidilir. Haksızlık yaptığı hususunda hakem kararı alınır. Hakem karalarına uymadığı zaman savaş durumu ilân edilir; ‘hakem kararlarına uymuyorsun, sana saldıracağım’ denir.
Onun hakemlere giderek savaşlık bir durumun olmadığını, hakem kararlarına uyduğunu ispat etme hakkı vardır. İşte bundan sonradır ki o ülkeye saldırma hakkı doğar. Osmanlılar bunu şeyhülislâmdan aldıkları fetva ile yapıyorlardı. İslâmiyet’teki ‘hakemlik sistemi’ terk edilip ‘kadılığa’ dönüşünce, uluslararası hakemliğin yerini de şer’î fetva almıştır. Osmanlılar bütün savaşları meşru sebeplere dayandırmışlardır.
Kur’an’ın emrettiği ise hakemlere gitmedir. İşte mü’minlerin saldırma usûlü budur. Ama savunma ise her zaman yapılacaktır, hiçbir zaman hakem kararları beklenmeyecektir. Kur’an, hakem kararı olmadan saldıranlara ‘kâfir’ demekte ‘onlara muhîn azabı hazırlamış olduğunu’ bildirmektedir. Yani; sebepsiz sırf ganimet olsun veya Irak savaşında olduğu gibi uydurma bahanelerle savaşanların ‘kâfir’ olduğunu söylemektedir. Bunlar için muhîn azabın hazırlandığını bildirmektedir.
عَذَابًا مُهِينًا(102) (GaÜABan MuHIyNan) “Muhîn (mihnetli) bir azap.”
“Havn” hamile annenin çektiği sıkıntılardır. Kâfirler için bu tür sıkıntıların hazırlanmış olduğunu bildirmektedir. Haksız yere saldıranları sıkıntı bekleyecektir.
Tarihin en büyük haksız saldırısını Avrupalılar yapmışlar, dünyayı işgal etmişlerdir. Ama bu zaferleri onları rahatlatmamış, aralarında çıkan çetin savaşlar tüm tarihlerini işgal etmiştir…
Sonra Sovyetler (SSCB) aynı zulüm içinde tüm Doğu Avrupa ile Orta Asya’yı işgal etmiş ve 40 milyon insanı öldürmüş ama kendi ömürleri de sadece 70 yıl olmuştur…
Şimdi ABD dünyaya saldırmakta ve haksız işgaller yapmaktadır…
Onlar için de ‘mihnetli azap’ vardır.
Bu azap hiçbir zaman beklenen yerden gelmez. Allah beklenmedik cihetten zalim kâfirleri vurur.
Bunun bize sağladığı en büyük ders, ‘kâfir’ ne kadar güçlü görünürse görünsün sonu helâktir. Biz kâfirlerin gücünden değil, kendi küfrümüzden korkmalıyız.
Cumhuriyet döneminde Türkiye daima adil kalmış, hiçbir haksız savaşa katılmamıştır. Irak savaşından kıl payı dönülmüştür. Yoksa şimdi biz de Amerikalılar ve İngilizler gibi Iraklılarla savaş içinde olabilirdik ve sonumuz da hüsran olurdu.
***
Burada küçük bir tartışmayı getirmek isterim.
-Sefer namazlarının kısaltılması ruhsat mıdır, yoksa vacip midir?
Hanefiler âyetlere dayanarak önce sistemi ortaya koyarlar. Sonra, Kur’an’ın müteşabih âyetlerini ona göre tevil ederler. Bu âyetlerin zahirî manâlarına baktığımızda, sefer namazında kasra ruhsat var; eğer havf yani korku varsa ruhsat var, havf yoksa tam kılınacaktır. Âyetlerin zahirî manâsı budur.
Ne var ki, önce havf olsun olmasın, seferde her zaman namazlar kısaltılabilir. Bunda ihtilaf yoktur.
İhtilaf şuradadır;
-Kısaltmak caiz midir, yoksa vacip midir?
Kısaltmak Hanefilere göre vaciptir, Şafiilere göre ise caizdir.
İşte tartışma buradadır.
Hanefiler, eğer bir kimse seferde iken dört rekat olarak kılarsa, son iki rekat sünnet olur. İlk rekatla vacip yerine getirilmiş olur. Ancak bunun için ara tahiyyatta oturmak gerekir. Yoksa tahiyyatsız namaz fasid olacağı için, farz namazı olarak geçersiz olur.
-Hanefiler bunu neye dayandırıyorlar?
İnsanlar için asıl olan ‘sefer’dir. İnsanlar kazançlarını ‘gezgin’ olarak sağlayacaklardır. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemleri insanlığın ‘gezginlik’ dönemleridir. Tarım döneminde ‘yerellik’ hâline geçilmiştir. Şimdiki sanayi döneminde de ‘devamlı hareketlilik’ vardır. Herkes seferdedir gibi bir şey.
Öyleyse esas namazlar sefer namazlarıdır. İkişer rekat kılınması emredilmiştir.
İkamet edince namazlar 10 rekattan 20 rekata çıkarıldı. Böyle olunca ‘kasr/kısaltma’ asıldır. Onun dörde çıkarılması ikamet sebebiyle emredilmiştir.
Hanefilerin görüşü böyledir.
Biz de bu görüşe ‘Lâ Cunaha’ ifadesi nedeniyle iştirak ediyoruz.
Şafiilere göre asıl olan ‘ikamet’tir. Sefer arızidir. Sefer dolayısıyla dört rekatlı namazlar iki rekata indirilmiştir. Bu sebeple ruhsattır. Meşakkatin tahfifidir. Âyetin zahiri manasından bundan dolayı udule diyoruz. Şafii’nin sünnete dayanarak havfı şart koşmaması da öyledir, o da tevil yapmaktadır.
Burada seferi genel olarak ele almamız gerekmektedir. Sefer hükümleri meşakkate dayanmıyor. Uygarlık geliştikçe misafirlerin durumları ile ikamet edenlerin durumları gittikçe farklılaşacaktır. Ailesiyle gemide ikamet eden tayfa misafirdir. Namazı iki rekata kısaltırlar. Tren ve araba şoförleri de böyledir. Hele bugünkü ordular her zaman seferdedirler. Orduların ikametleri sözkonusu değildir. Öyleyse askerî namazlar iki rekatlıdır, oruçlar da uygun zamanlarda yıl içinde tutulur, Ramazan ayında tutma zorunluluğu yoktur.
İleride uzayda yaşayacak olanlar da sefer namazını kılarlar. Farzlarda ihtiyarilik olmaz. Farzlar kesindir. Nafile namazlarında artırıp eksiltme olabilir. Ferdîdir. Oysa farzlar artırılıp eksiltilemez. Bu sebepledir ki bir gün önce oruca başlayamazsınız, bayram günü oruç tutamazsınız.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
فَإِذَا قَضَيْتُمْ الصَّلَاةَ فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا(103) وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَاءِ الْقَوْمِ إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنْ اللَّهِ مَا لَا يَرْجُونَ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(104)
إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا(105)
وَاسْتَغْفِرْ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا(106)
فَإِذَا قَضَيْتُمْ الصَّلَاةَ (Fa EıÜAv QaWaYTuMu elÖaLAvTa) “Salâtı kaza ettiğinizde.”
Sefer ve havf namazlarını anlattıktan sonra, “salâtı kaza ettiğinizde” “Fa” harfi ile genel bir hüküm koydu. O hüküm de namaz kaza edilirken zikri koymasıdır.
“Salât” yani namaz insanların çalışma ve yaşama saatlerini düzenleyen bir müessesedir.
Bunlardan sadece vitir namazı tek başına kılınır. Onun dışında beş vakit cemaatle kılınır.
“Salatı ikame ediniz” denmektedir. Burada ise “Salât” denmektedir. Burada da kaza edenler çok ama kaza edilen bir tek namazdır. Çünkü “Salât/Namaz” toplanma demektir. Toplananlar çoktur, ama toplantı birdir.
Namazın rükünleri arasında emredilenlerden biri de zikirdir. Kuran; Kur’an, kitap, zikir ve furkan (hükümler) içerir. Namazda bunlardan yalnız kıraat ve zikir farzdır. Havf ve sefer namazları dahil her zaman namazda zikir şarttır.
Buradaki “Fa” fa-i takibiye değil, fa-i tammiyedir. Her namazda demektir. Cemaatle kıldığınız her namazda demek olur. Kıyas yoluyla münferiden kılınan namazları da içerir.
“İzâ” mâziyi muzari kılar, dolayısıyla buradaki manâsı her namaz kıldığınızda, her namaz kılacağınız zaman manâsını içerir.
“Kaza” kelimesi, bir hüküm kelimesinin karşılığı olarak kullanılır. Hüküm, karar vermektir.
“Kaza” kararın infazıdır, kararın yerine getirilmesidir. Hükmü hakemler verirler, kazayı ise bucak başkanı icra eder. Karşı çıkarsa zecri icra il başkanı tarafından yapılır. Kaza bir de eda manâsında kullanılır.
Kaza mükellefin kendi kendisine edasıdır. Karşı tarafın kabulüne bağlı değildir. Eda ise birisine eda edersiniz, o da onu almış olur. Borçların kazası değil de edası olur. Fıkıhçılar edaya vaktinde yapılan kazaya, kazaya da sonradan yapılan edaya demişlerdir. Bu ayırım Kur’an ıstılahına dayanmamaktadır.
İşte kelimeler zamanla manâlarını böyle değiştirirler. Kur’an Arapçası ile fıkıh Arapçası farklılaşır. Bunun içindir ki biz Kur’an’ı cahiliye Arapçasına dayanan Kur’an Arapçası ile anlamaya çalışacağız. Yoksa fıkıhçıların anladığı manâda anlarsak ‘geçmiş namazları kıldığınızda’ denmiş olur.
Kaza, vaktinde yapılan ibadetlerdir. Eda, bir nevi borç olduğu için sonradan yapılan ibadetlere denebilir. Mesela, annenin çocuğuna vaktinde süt vermesi eda değil kazadır. Vaktinde süt vermediği için süt verme borcu kalmıştır. Mecazen sonra verilmiş süte eda diyebiliriz. Fıkıhçılar tersini ıstılah yapmışlardır. Ama Kur’an’a hiçbir zaman ıstılahî manâ vermemişlerdir. “İslâm” kelimesi de böyle manâ değiştirmiştir. “İman” kelimesi de manâ değiştirmiştir. Oralarda Kur’an’ı değişmiş manâsıyla manâlandırmışlardır. Fıkıhçılardan çok sonra gelen âlimler böyle hatalara düşmüşlerdir. Kelimeleri mevzilerinden tahrip etmişlerdir.
فَاذْكُرُوا اللَّهَ (FaÜKuRUv elLAHa) “Allah’ı zikrediniz.”
“Allah’ı anınız” anlamına gelir. “Anmak” demek, O’ndan bahsetmek, O’nu anlatmak demektir. Sadece adını söylemek zikir değildir. “Allah, Allah, Allah…” demek zikir değildir, tesbihtir. Namazda tesbih de farzdır; hamd ile tesbih farzdır. Bakınız burada da tasavvuf ehli zikre tesbih demek suretiyle anlam değişikliğine gitmişlerdir. Ondan sonra artık Kur’an bambaşka manâlar almıştır.
Anlam değişikliklerinden kaçınmak için klasik Arapçayı öğrenmemiz, muharref Arapçadan sakınmamız gerekir. “Allah’ın indinde düzen barıştır.” âyetinde “din”i takva, İslâm’ı da Muhammedilik olarak anlayanlar vardır. Böylece takva Muhammediliktir şeklinde yorumlayarak bir nevi şirke düşmektedirler.
Şimdi namazda zikir farzdır, yani Kur’an’ı anlayarak okumak farzdır. Ne var ki müslimlerin çoğu Arapça bilmez, Arapça bilenler de Kur’an Arapçasını değil de günümüzün halk Arapçasını bilmektedirler.
O halde ne yapılacaktır? Ebu Hanife zamanında bu konu tartışılmıştır. İtminânın manâsı da bildiklerini okumaktır. Halbuki bu mümkün değildir. Çünkü cemaat hep aynı sûrenin manâsını bilmez. Ebu Hanife kıraate zikri takdim etmiştir. Arapça bilmeyen Farsça okusun, kendi dilinde okusun demiştir. Arkadaşları ise kıraati zikre tercih etmişler, Arapçasını bilen onu okusun demişlerdir. İttifakla Türkçenin de namazda bilmeyen tarafından okunacağına zahib olmuşlardır.
İşte bu âyette çok açık olarak namazda Arapça Kur’an okunacağı ama namaz kılındıktan sonra Allah’ın zikredileceği yani sözlerin Türkçe olarak anlatılacağı emredilmiştir. Selâm verildikten sonra sünnet kılınmayacak, tesbih ve dualar yapılmayacak, onun yerine Kur’an’ın manâsı üzerinde durulacaktır.
İşte siz zikre tesbih manâsını verirseniz, o zaman namazdan sonra insanları farzı ifa etmekten vazgeçirirsiniz. Çocukluğumda müslümanlar Kur’an’ı sadece ezbere okumayı ibadet kabul etmişlerdi. Mealli okumayı, hattâ açıklamayı günah bile saymışlardı. Uydurma hadislerle Kur’an üzerinde düşünmeyi topluluk dışlamıştı. Yarım asırlık mücadeleden sonra bugün sadece anlamsız Kur’an okuma artık nerede ise terk edilmektedir. Mealli Kur’an’lar o kadar revaç bulmuştur ki, mealsiz Kur’an’ların basılması azalmaya başlamıştır.
Bu arada metinsiz mealler denenmiş ama basılmamıştır. Hak olan mealli metinlerin basılmasıdır. Bugün artık bu revaç bulmuştur. Ama hâlâ -ben de dahil olmak üzere, biz- namazın arkasından meal okumayı ve açıklamaları dinlemeyi öğrenemedik, uygulayamadık. Bu sebepledir ki bizim namazlar salâttan ibaret oluyor.
Yenibosna’da bu farzın ihya edileceğini bekliyorum. Şöyle yapılacaktır. Derse başlamadan akşam veya ikindi namazı kılınacak ve derslere başlanacaktır. Akşam veya yatsı kılınarak derslere son verilecektir. Zikir iki namaz arasına alınacaktır. Artık Kur’an’ı uygulamak için okumaya başlayalım.
قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ (QıYAvMan Va QGUvDan Va GLa CuNuBiKuM)
“Kıyamda, kuudda ve cenbler üzerinde”
Zikrin yapılacağı durumu göstermektedir. “Culusen” denmeyip “Kuuden” denmiş olması, kadenin secdeden sonra olacağını ifade eder. Çünkü “kade” yatarken kalkmadır. “Culus” ayakta iken oturmadır.
“Kıyam” ve “Kuud” namazın rükünlerindendir. Oysa “Cunub/Cenb” namazda yoktur. Zaten burada namazdan önce yapılacak zikirden bahsetmektedir. Çünkü bundan sonra “Fa” harfi getirerek itminan olunca namazınızı kılın denmektedir. Ne var ki, diğerleri namaz içinde olduğu halde, cenb üzerinde olmak namaz içinde değildir. Bu kelime zikrin namaz dışında da yapılması gerektiğini göstermektedir.
Burada üç hâlin zikredilmesi, her zaman her yerde anlamına gelir. Yani, ne halde olursanız olun Allah’ı zikredin demek olur. Namazın dışındaki her yerde ve her işte Allah hatırınızda olmalıdır. ‘Ben bunu yapıyorum ama, bunda Allah’ın rızası var mı yok mu?’ sorusunu her zaman sormalı ve Allah ne derse onu yapmalısınız. Allah’tan başka her şeyi ve bütün putları beyninizden atmalısınız.
Bununla beraber “Cenb” kelimesini biz sadece sağ ve sol olarak anlamaktayız. Oysa “Cenb” yan demektir. Yemin, şimal, cenub ve emam da cenbdir. Dört cihet tarafınız cenbdir. “Cenb” dış demek yani bedenin dışında olan demektir. Böylece insan zikrederken sağa, sola, sırt üstü ve karın tarafına yatmış olabilir, ayakta olabilir, kıyas yoluyla sandalye, koltuk gibi yerlerde oturabilir. O halde namazda sandalyede oturup namaz kılmak caiz değildir. Ama bizim bugün yaptığımız gibi müzakere sırasında rahatlıkla istediğimiz gibi oturabiliriz. Mescitte de böyle yapabiliriz.
Demek ki mescitlerimizde ortada halı serilmiş olarak herkes orada oturacak veya ayakta durarak namaz kılacaktır. Konuşmalara katılacaktır. Bunun yanında çevrede yerde yastıklar dizilmiş olacak, isteyenler uzanarak yastıklara dayalı olarak müzakereleri dinleyebilecektir. Bunun dışında biz mescitler için şöyle bir şey öneriyoruz.
Öyle sıralar yapalım ki, kapanınca düz alan olsun, açıldığında birer koltuk olsun. Normal zamanlarda çekyatlarda otursunlar, namaz kılınacağı zaman çekyatları yatırsınlar, her yer mescit hâle gelsin. Koltukların yanları olmaz. Bitişik sıra olur. Her koltuk 1*2 m’lik yer işgal eder. Kaldırınca sıra olur. Yatırınca düz alan olur.
Demek ki bu âyet bize sandalye koltuk üzerinde zikretmeye izin vermektedir.
Arada “ev” geleceği yerde “ve” gelmiştir. “Ve”nin anlamı, hepsi birlikte yapılacaktır demektir. Bir anda hem ayakta hem de yatarak zikir yapılamayacağına göre; kimi böyle, kimi şöyle, kimi öyle yapılsın denmiş olur, zaman içinde bölüştürülür. “Ev” getirilseydi bütün cemaatin ya şöyle, ya da böyle yapması gerekirdi. Oysa burada “Ve” geldiği için cemaat hâlinde kimi ayakta, kimi oturarak, kimi de sandalye veya koltukta dinlesin denmektedir. Karışık cemaatin olması emredilmiş oluyor.
Kur’an okunurken cenazede cemaatin oturmaya zorlanması bidattir, yanlıştır. Cuma cemaati çok kalabalıksa, yerler çamur, hava yağmurlu olduğundan secde edilemiyorsa, kade yapılamıyorsa, hutbe ayakta dinlenebileceği gibi hattâ namazda da baş ile işaret ederek ayakta uyulup cemaat olunabilir. Cumayı terk etmek yerine bu şekilde uymak caizdir. Abdesti yetiştiremeyeceksen yine Cuma’ya teyemmümle uyarsınız, ama sonra dört rekat sünnet namazını zuhru ahir olarak kılarsınız. Bunu bu âyetin kıyam, kuud ve cenb üzerinde ifadelerinin “Va” harfi ile zikredilmesinden anlıyoruz. Kimi öyle, kimi böyle olabilir demektir.
فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ (Fa EıÜAv EıOMaENaNTuM) “İtminan olduğunuzda.”
İnsan birçok günlük işleri yapmaktadır. Birden farz namaza durulduğunda insan namazda mutmain olmaz. Oysa cemaat namazından önce yapılan zikir sonunda insanlarda Allah’a secde etme arzusu uyanır. Ondan sonra namaz kılarlarsa, o zaman kılınan namaz gerçekten miraç olur; namaz mü’minin miracı olur.
“İtminan” ruhi olaydır. Tesbit etmemiz mümkün değildir. Onun için bize zahirî hareketler tarif edilmiştir. O da zikretmektir. Zikrin durumu nedir?
Namaz kadar müddet zikir müddetidir. Kur’an manâsı ile tefekkür edilecektir. Bunun vakitleri belirlenmiştir. Akşamın dışında her vakitte namaz kılınır. Ezan bitince Kur’an’ın anlamı verilmeye başlanır. Kimi namaz kılar, kimi de zikir esnasında namaz kılar. Sessiz okur. Namaz bitince kamet getirilir. Zikir de sona erdirilmiş olur. Sabah namazından önce iki rekat; öğle, ikindi ve yatsıdan önce dörder rekat sünnet kılınır. Bu sünnetlerin bütün rekatlarında zammı sûre okunur. Kur’an’daki sûreler “ayn”lara bölünmüştür. Buradaki ayn rüku demektir. Normal olarak her rekatta küçük sûrelerden biri okunur. Uzun sûrelerden ise iki ayn arasında olanlardan biri okunur. Her namazın iki rekatında zammı sûre okunur. Demek ki her namazda iki ayn okunmaktadır. Meali yani açıklaması ile birlikte dört rekat namaz kadar vakit zikre ayrılmaktadır. Bir ayn ortalama bir sahifedir. Demek ki her gün on sahife okunacak, iki ayda bir hatim yapılmış olacaktır.
İşte Kur’an’ı böylece zikri ile birlikte okumaya ve beş vakit namazı cemaatle kılmaya geçtiğimiz zaman “Kur’an cemaati” olmuş oluruz. O zaman biz Kur’an’a, dünya da bize tâbi olarak kurtulur.
Ben yapamayınca size nasıl söylüyorum diyeceksiniz. Bunun için ben şimdi sadece hep Kur’an’a ait ilimleri okuyorum ve yazıyorum. Ümit ederim ki acziyetimden dolayı Allah bu söylediklerim sebebiyle beni muaheze etmez. Yoksa ben yapamadım diye gizlemiş olurum, o daha da büyük vebal olur.
“İtminan”ın başka manâsı, toplandığınız zaman hemen namaza durmayın. Kimi girerken, kimi çıkarken, kimi daha abdestini tamamlamadan namaz kılmayın. Cemaatin toplanması için yeterli vakit geçsin demektir. İtminan, ruhun sükuneti veya cemaatin sükuneti, hareketliliğin sona ermesi demektir. Yani Hz. Peygamber’in ‘sünnet namaz var, sünnet namaz var, sünnet namaz var isteyene’ demesi bu âyete dayanmaktadır.
فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (Fa EaQIyMUv elWaLATa) “Salâtı ikame ediniz.”
Buradaki “Fa” harfi takibiyedir. Namaz kılmaya mescide gidin. Orada Kur’an meali anlatılmaktadır. Oturup dinlemelisiniz. Orada sünnet namazına başlayamazsın. Sadece zikir yani anlatma başlamadan önce namaza başlayanlar bitirirler. Çünkü itminan olunca namaza başlanacaktır. Sen ise namazda olacaksın. Bu uzayıp gidemez, cemaat bekletilemez. Buna kıyas edilerek imam tekbir alınca cemaatin de tekbir alıp itminan olması için bekler. Ben yüzümü sema ve erdı fıtr edene çevirdim, ben müşrik değilim, ben kânıtlardanım diye dua ederek bekler, ondan sonra kıraate başlar.
Bu âyet açıkça zikrin namazdan önce olacağını ifade etmektedir. Şöyle ki, sabahleyin fecirden önce sabah ezanı okunur. Herkes kalkar, abdestini alır, vitrini kılar, kahvaltısını yapar. Mescide gelir. Orada sabah sohbeti devam etmektedir. Sabah ezanı okunur. Cemaatin gelmesi için bir taraftan iki rekat namaz kılınır, bir taraftan da zikre devam edilir. Kamet getirilir ve böylece sabah namazı kılınmış olur. Benzer şekilde ‘sohbet ve zikir’ öğle, ikindi ve yatsıda yapılır. Akşam namazında ilim yapanlar ikindi kıldıktan sonra ilim yapmaya başlarlar, akşama kadar zikir mahiyetinde devam ederler. İlim yapmayanlar burada zikre katılmakla mükellef değildirler. Akşam ezanı ile kamet bir arada yapılır ve namaz kılınır.
إِنَّ الصَّلَاةَ (EınNa elÖaLAvTa) “Salât”
“Salât/Namaz” Kur’an’da temel müessese olarak ortaya konmuştur. Kur’an ibadetleri birer eğitim müessesesi olarak vazetmiştir. İbadetlerde hem ortak eğitim yapılır, hem de ortaklığa ait işleri tedvir ederler.
- İbadetin temeli ‘okuma’dır. İşte namazdan evvel zikr emri burada böyle verilmiştir. Başka âyette de ‘yetlûne kitabellah’ denmiştir. Mü’minlere emredilen ana ibadet Kur’an’ın birlikte okunmasıdır.
- İnsanın vakitlerini düzenleyen ‘namaz’ ikinci baş ibadettir. Birlikte çalışma ve yaşama onun sayesinde mümkün olmaktadır. Namaz bizim tüm hayatımızı içerir.
- ‘Zekât’ da bizim mal varlığımızı düzenler. Zekât sayesinde altyapı yapılır, sosyal güvenlik sağlar, ortak işler yürütülür ve savunma gerçekleşir.
- ‘Oruç’ bizi kötü alışkanlıklara karşı eğiterek irade sahibi yapar. Vücudu da hastalıklara karşı dirençli hâle getirir.
- ‘Hac’ tüm insanlığın ortak olarak yapacakları işlerin düzenlenmesini sağlar. İnsanlığın ortak namazı ve kararını içerir.
- Namaz ezanla başlar, kamet yapılır, tekbir alınır ve selâm verilerek biter.
- Namaza başlamadan önce dört şart vardır. Bunlardan biri giyimdir. İkincisi temizliktir. Üçüncüsü vakittir. Dördüncüsü yerdir. Yer olarak mescit varsa mescit seçilir, yoksa ezan okuyarak bulunduğun yer o vakit için mescit ilan edilir. Ezanı duyanlar oraya gelmek zorundadırlar.
- Toplantı yerinde kıble tarafına dönülmektedir. Saf olmak zorunluluğu vardır. Önde imam bulunur. Hareketlerde ona uyulmalıdır. İmam yoksa, kendi başına isen, kendi kendine imam olacak, başkası sana uyacaktır. Bir de bütün bunları namaz kılmak amacıyla yapacaksın. Kıble tayini de şarttır.
- Hareket olarak kıyam, rüku, secde ve kade vardır. Dört tanedir.
- Kıraat olarak da kıraat vardır, zikir vardır, tesbih vardır, bir de dua vardır.
- Bunun dışında huşu, kunut, zecr, niyet vardır. Böylece namaz tüm hayatımızı düzenler. Giyim ve temizlik tüm hayatımızı içine alır.
كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ (KavNaT GaLay eLMuEMINIyNa) “Mü’minlere bulunmaktadır.”
İnsanların tek başlarına namaz kılmaları müslimler için caizdir. İbadetlerden Hac bütün insanlara farzdır. Oruç da bütün insanlara farzdır. “Kema Kütibe” denmektedir. Zekât da öyledir. “Hattâ Yuğtu’l-Cizyete” deniyor. Namaz da münferiden müslimlere farzdır. Ancak cemaatle kılma emri, beş vakit olarak cemaatle kılma emri mü’minler için verilmektedir. Mü’minler için cemaat zorunludur. Cemaatle namazı terk eden, cemaate gelmeyen mü’min sayılmaz. Oranın cemaatine katılmıyorsa, o zaman o aşireti veya o kabileyi terk etmelidir. Ayrıca illerde veya ülkede görevli olup nöbete gelmeyenler de o il veya ülkeden sürülürler.
Namaz kılmama müslimler için değil, mü’minler için irtidat kabul edilmiş ve Şafii katline, Ebu Hanife hapsine hükmetmiştir. Şöyle ifade edeyim. Aşirette mü’min olmak demek, beş vakit namaza devam edeceğini beyan etmek demektir. Yoksa bedel verip namaza gelmeyebilir. Bucakta mü’min olmak demek, Cuma namazlarına geleceğini taahhüt etmek demektir. Gelmediği zaman irtidat etmiş olur. O bucağı terk etmelidir.
Burada mü’minlere emrolunan başkalarına emrolunmayacaktır anlamına gelmez. Ama bu âyet mü’minlere hitap etmekte, nâsa hitap etmemektedir. Belki böylece Allah bizi müslim sınıfında görerek affeder.
Allah’ın emrettiği gibi beş vakti kılamayışımız nedeniyle dünya böyle haraptır ve biz de sıkıntıdayız.
Yenibosna’daki bir araya gelme arzumuzun sebebi bunu sağlamaktır.
Elbette sadece bir araya gelme yeterli değildir.
كِتَابًا مَوْقُوتًا(103) (KıTABan MaVQUvTan) “Mevkut kitap bulunmaktadır.”
“Kitab” derinin çift dikişle dikilmesidir. Yazılı kurallara “kitap” denmektedir.
Sadece yazı hattır, kitap değildir. Türkçede kullandığımız kitap karşılığı Arapçada suhuftur.
“Farz edilmiştir” demektir. Kural olarak kılmıştır.
Vakata, Yakıtu, Vaktan, Vakıt ve Mevkut. Vakata tavkıttır. Vakitli olarak farz kılınmıştır.
“Vakata” kendisi vakit oldu demek olur. “Mevkut” ise vakitlendirilmiştir demektir.
Kur’an’da zaman kelimesi yoktur. “Hîn” var, “Vakit” var, “Dehr” var. Bunun dışında “Yevm” saat “An” da zaman için kullanılmaktadır. “Vakit” kelimesi günün belli saatlerini ifade etmektedir.
-Namaz nasıl tevkit edilmiştir?
Güneş doğmadan iki saat önce ezan okunur, herkes uyanır. Evinde üç rekatlık vitir namazını kendi kendine kılar. Bu namaz da farzdır. Ancak cemaatle farz değildir. Cemaatle kılınmaz. Diğer beş vakit namaz cemaatle farzdır. Sonra cemaat güneş doğmadan toplanmaya başlar. İkinci ezan okunur. İki rekat sünnetlik vakitten sonra, sabah namazı güneş doğmadan kılınır. Ergin erkekler altı saatlik sabah mesaisine giderler. Kadınlar meskenleri civarında isterlerse çalışırlar. Yaşlılar çocuklarla birlikte, hastalarla birlikte dayanışma içinde olurlar. Öğle vakti olunca işyerinde ezan okunur, dört rekatlık zamandan sonra öğle kılınır. Resmi mesai biter. Resmi mesai demek yine halkın serbest mesaisidir. Ama işyerine gelmek zorunluluğu vardır. Gelmeyenin elinden o işyeri alınır. Diğer taraftan meskenlerin bulunduğu mescitte de ezan okunur. Onlar da dört rekatlık vakit geçtikten sonra öğle namazını kılarlar. Herkes evlerinde toplanır. Üç saat istirahat edilir, uyunur. Saat 15’te herkes ikindi namazına gelirler. Bundan sonra akşama kadar herkes serbest iş yapar. Tek başlarına kendi işlerini yaparlar. Kadınlar ve yaşlılar, hattâ çocuklar gibi serbesttirler. İlim yapacaklar da ilim yaparlar. Akşam vaktinde ezan okunur, herkes mescide gelir ve akşam namazı kılındıktan sonra evlerine giderler. Akşam yemeği yendikten sonra yatsıya gelmeye başlarlar. Yatsıdan önce ortak sohbet yapılır. Saat 20’de ezan okunur, yatsı namazı kılınır ve herkes yatmaya gider. Böylece “namaz” bir günlük mesai ve yaşamanın düzenlenmesidir.
Burada dikkat edilirse insanın günü ikiye ayrılır. Yarısı evinde ailesiyle geçer. 6 saat uykuda, 2 saat sabah vaktinde, 3 saat öğle zamanında, 1 saat de akşamdan sonra. Diğer 12 saat ise birlikte topluluk içinde geçer. 6 saat sabah mesaisi, 3 saat akşam mesaisi veya ilim, 3 saat yatsı sohbeti. İnsan 6 saat mesai ile ailesiyle birlikte geçinebilir. Kalan altı saatini ister çalışır ve zekât verir, isterse ilim yapar ve onun zekâtını verir. Evinde de yarısı uyku ile, diğer yarısı da yemek ve ailede özel hayat ile geçer. Bu erkekler için böyledir. Kadınlar da sohbete katılmak zorundadırlar. Onlar da çalışıp zekat verirler, ilim yaparlar. Resmi işlerde çalışmak zorunda değildirler.
Burada bir hususa işaret etmek isteriz. Bu saatler yaz ve kışa göre uzar ve kısalır. Kışın yatsı sohbetleri uzun olur. Yazın da çalışma saatleri uzun olur. Gece-gündüz farkı anormal yerlerde veya hep gece ve hep gündüz olan yerlerde bu Mekke saati esas alınarak 24 saat ona göre düzenlenir.
Farz namazların rekat sayısı 20’dir. Bunun yarısı gece, yarısı gündüzdür. Gündüz namazları 2, 4, 4 şeklinde bölünmüştür. Seferde bunlar 10 rekata iner. (Akşam tam kılındığı için 11 rekat olur.) Sünnetler de 20 rekattır ve gündüzleri 10 rekat kılınır. Sabah sünneti gece kılınır. Sünnetler geceleri de 10 rekattır.
Günlük namazın dışında haftada bir gün öğle namazı Cuma Namazı iki rekat olarak kılınır. Cuma kılınmadan önce hutbe okunur ve haftalık tebliğ yapılır.
Münasebetleri bucak başkanı her gün yapar. Kendisi mesaiye gitmez. Bucak bütçesinden yaşar.
Yılda bir defa Ramazan Bayramı Namazını il başkanları il merkez bucağında kıldırır. Oraya katılmak farzdır. Katılamayanlar kendi bucaklarında kılarlar.
Yılda bir defa da devlet merkezinde Kurban Bayramı Namazı kılınır. Mü’minler, nöbetliler katılır.
Ayrıca her yıl tüm insanlara açık Hac vardır. Arafat’ta namaz olarak kılınmaktadır.
وَلَا تَهِنُوا (Va LAv TaHıNUv) “Hevn etmeyiniz.”
“Heyyin” gevşek demektir. Çektiğin zaman uzayan veya mum gibi sıktığın zaman istediğin şekli alan demektir. Türkçede kullanılan “bahane” kelimesi buradan gelir. Aslı “mehvene”dir. Tembelliğin özrüne denir. Bizde “mahane” derler. Batı Türkçesinde “bahane” derler. Yani, tembellik gösterip birtakım mazeretler ileri sürmeyin. Düşman olan kavmin sizi üzeceğinden çekinmeyin.
فِي ابْتِغَاءِ الْقَوْمِ (Fı iBTıĞAEı eLQaVMı) “Kavmin ibtiğasından çekinmeyin.”
Burada “Kavm” kelimesi marife gelmiştir. Kur’an’ın bize bugün hitap ettiğini kabul edeceğiz.
Bu kavim ABD’dir. Çünkü ondan başka bir kavim bize bir şeyler dayatmamaktadır. ABD dayatmaktadır. Irak tezkere krizi bu dayatmanın mahsulü idi. Ona karşı direnme çok zor oldu, kıl payı kurtulduk. Yıllardır IMF dayatmaları vardır, Dünya Bankası dayatmaları vardır. Ayrıca AB’nin dayatmaları da vardır.
“Beğy” kelimesi boğadan gelen kelimedir. Erkek öküz nasıl dişiye saldırırsa, azarsa; böyle başkasına saldırmaya “bağy” denir. “İbtiğa etmek” demek, teşebbüse geçmek, öneride bulunmak, isteklerde bulunmak demektir. Kavmin ibtiğası IMF’nin istekleridir, ABD’nin peşimizi bırakmadığı komşularımıza saldırtma isteğidir. Suriye ile görüşmeyeceksin! İran’la savaş içinde olacaksın! Yunanlılar ve Ermenilerle çatışman bitmeyecek! Iraklılara saldıracaksın!.. İstekler bitmiyor.
Tekrar ediyorum. “Kavm” kelimesi burada harfi tarifle gelmiştir. Türkiye için ABD dışında böyle mübteği başka kavim var mıdır? Öyleyse Türkiye için bu kavim ABD’dir ve ibtiğaları da bellidir.
إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ (EıN TaKUvNUv TaELaMUvNa) “Eğer siz eleme uğrayacaksanız.”
“Elem” ayakkabı vurmasından doğan acıdır. Sıkıntı verir ama fazla bir zarar getirmez.
İşte IMF’nin dayatması da bu türdendir. Savaşacağım, size saldıracağım demiyor. Kredi vermeyeceğim, sizi AB’ye girişte desteklemeyeceğim, stratejik müttefikin olmayacağım gibi sözler…
Allah bize; ‘size sıkıntı veren olaylar olacaktır, ama siz bu sıkıntılara katlanmayı göze alınız’ diyor.
فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ (Fa EınNaHuM YaELaMUvNa) “Onlar da elemlenirler.”
Size birtakım uygulamalar yapabilirler. Ama o uygulamalar size elem verdiği gibi onlara da elem verir, onları da sıkıntıya sokar. Bu Allah’ın bize bildirdiği en büyük müjdesidir.
Allah öyle düzen kurmuştur ki, saldıran karşı tarafa acı verir ama kendisi de onun acısını duyar. Bugün Irak’taki durum böyledir, Afganistan da böyledir. Yönetimler ABD’ye karşı direndiler. Eleme uğradılar ama onlar da rahat değildirler. Afganistan Sovyetler’i yıktı. Sonunda ABD’yi de yıkacaktır.
كَمَا تَأْلَمُونَ (KaMav TELaMUvNa) “Siz nasıl elem çekersiniz onlar da onu çeker.”
Batı’da keşfedilmiş bir fizik kanunu vardır. Her etkiye karşı tepki vardır ve etki tepkiye eşittir. Etki-tepki kanunu hareket kanunlarının temelidir. Denge onunla oluşur. Bu kanun aynı zamanda sosyal kanundur. Ben rahatsız olmadan savaş kazanamazsınız. Size saldıran da sizin gibi rahatsız olacaktır.
Gerçi İsrail oğulları tarihte hep kavimleri savaştırmış ve onlar üzerinden geçinmek istemişlerdir. Ama dünyanın en büyük zulmünü İsrail oğulları çekmiştir, hâlâ da çekmektedirler. Filistin’de yalnız Filistinliler değil, İsrail oğulları da elem içinde değil midir?..
وَتَرْجُونَ مِنْ اللَّهِ (Va TaRCUvNa MıNa elLAHı)
“Oysa siz Allah’tan reca etmektesiniz, beklemektesiniz.”
Neyi beklemektesiniz? Bu dünyada Adil Düzeni ummaktasınız. Eğer Adil Düzeni uygularsanız onların bütün oyunları boşa gidecektir. Çünkü Adil Düzen Allah’ın düzenidir. Allah herkesten güçlüdür. Mutlaka Adil Düzen zalim düzene galip gelecektir. Onlar zalim düzen için saldıracaklardır, sizi üzeceklerdir.
1950’den beri bir güç halkın iradesine saldırmış, müdahaleler yapmış, yasaklar koymuş, insanlar hapislere atılmış. Durmadan zulüm yapılmıştı. Daha evvel de Müslümanlara zulüm yapılmıştır. Sonuç ne olmuş? Sonuçta Türkiye’de hem İslâmiyet hem de demokrasi galip gelmiştir. Her gün güçlenmiş ve güçlenmektedir. Menderes’i asanlar ne elde ettiler’ MNP’yi, MSP’yi ve diğerlerini kapatanlar ne elde ettiler?.. Bediüzzman’ın bedenine leş kargaları gibi saldıranlar ne elde ettiler?.. Hz. İsa’yı astık zannedenler ne elde ettiler?..
Demek ki, bir kavim azmışsa biz gevşememeliyiz. Başarı daima bizim olacaktır. Evet, üzülürüz, sıkıntı çekeriz, şehit veririz ama hedefimize doğru zaferle ilerleriz. Bu bizim bu dünyadaki beklediklerimizdir.
Bir de biz âhirete inanıyoruz. Malımızı ve canımızı Allah’a sattık, bunlar karşılığında O’ndan cennet istiyoruz. Oysa onlar ya cehennemi bekliyorlar yahut inanmadıkları için hiçbir şey beklemiyorlar. Onların dünyası da âhireti de hüsran olmuştur.
مَا لَا يَرْجُونَ (Mav Lav YaRCUvNa) “Onların reca etmediklerini siz reca ediyorsunuz.”
Evet, onlar yaptıkları zulmü bilmektedirler. Ama günlerini gün etmektedirler. Bile bile saldırmaktadırlar. Kendilerini kandırmaktadırlar. Irak’ta, evet, elbette bir zalim vardı. Ama bu zalimi kim koymuştu? Kendileri. Belki yarım asırdır Irak kendilerinin atadığı sol zalimlerin elinde idi. Kendi halkına saldırmakla kalmadı, ayrıca İran ile de sekiz sene boğuştu. Sonunda kim galip geldi? İran kendi gücünü elde etti.
ABD İran’a düşmanlık yapıyor, İranlıları üzüyor, ama kendisi de rahat mıdır? Kendi elleriyle kendi kulelerini yıkmışlardır. Anka kuşu misali Usame bin Ladin sadece hedef şaşırtmadır. Belki böyle bir kişi yoktur.
Onlar bu dünyada zafer beklemiyor, âhirette de cennetleri yoktur.
O halde siz hiç olmazsa onlar kadar cesur olun. Bir gecede IMF’nin çökertme programlarını yıkın.
Adil Düzen Çalışanları!
Sizler de sakın ha korkudan herhangi bir taviz vermeyin. Biz herkesle iyi geçiniyoruz. Allah’ın emri olduğu için böyle yapıyoruz. Yoksa Allah emretse, bir saniye bile O’nun istediğini yapmakta tereddüt etmeyiz.
وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(104) (Va KavNa elLAHU GaLıyMan XaKIyMan)
“Allah alîm ve hakîm bulunmaktadır.”
Size “onlar da elem çekecekler” dediği zaman, bunu bilerek söylemektedir. Buna O hükmetmiştir, onu size bildirmektedir. Siz Allah’ın dediklerine bakın, O’nun şeriatını uygulayın. Zalimlerden korkmayız. Çünkü Allah mazlumlarla beraberdir. Zalimden korkan mazlum onun zulmünden kurtulamaz.
Burada “alîm” ve “hakîm” nekire gelmiştir. Zalimlerin zulüm ile abad olmayacağını yalnız Allah bilmiyor, âlimler de biliyor. Çok açık bir misal verelim. Vücuda giren mikroplar vücudu yok etmek için faaliyete geçerler, onu öldürmeye çalışırlar. Oysa insan öldü mü, o mikropların hepsi de birden ölürler. Çünkü onlar ancak canlı içinde yaşayabilirler. O bedeni çürüten başka mikroplar vardır. Onlar da yemlerini bitirince kendileri de ölürler. Oysa mü’minler onları yaşatırlar, kendileri de yaşarlar.
İşte zalimlerin durumu ilmen bilinmektedir. Zulmederler, sonra Hitler gibi kendileri intihar eder, bu arada yıllarca kendi kavimlerini ıstırap içinde yaşatırlar O halde bunları bilen yalnız Allah’tır, insanlardan âlim olanları da bunun böyle olduğunu bilir. Bunun için nekire gelmiştir. Hüküm de böyledir.
Tekrar ederek burada da yazalım:
Adil Düzen ile yani şeriat ile üç ayda işsizlik sorununu bitiririz. Altı ayda yargıyı bağımsız, tarafsız, saygın ve etkin hâle getiririz. Bir senede basının karşısında millî basını dikebiliriz. İki sene içinde de dış borçları sıfırlarız. Nasıl mı yaparız? Söyletiniz de anlatalım. Basın ve yayın organlarınız, okul ve üniversiteleriniz birer dilsiz, sağır ve kördürler. Parmaklarınızı kulaklarınıza tıkarsanız biz bir şey yapamayız.
إِنَّا (EınNAv) “Biz”
Allah Kur’an’da kendisinden bahsederken “Ben” der, “Biz” der, “Allah” der, “Rahmân” der, “Rabbin” der, “Rabbiniz” der. Bunları ad olarak kullanır. Bunun dışında ismi fail ve sıfat olarak pek çok isim getirir. Mübteda, “İnne” ve benzerlerinin ismi fail olarak veya meful olarak, muzafun ileyh olarak kullanılması O’nun ismidir. Diğerleri sıfattır. Allah eğer bir şeyi meleklerle veya insanlarla yapıyorsa “Biz” der.
Burada “Biz” deyince zâtı olarak değil de, esbapla ve elçilerle inzal ettiğini söylemektedir.
أَنزَلْنَا إِلَيْكَ (EaNZaLNAv EiLaYKa) “Sana inzal ettik. Sana yerleştirdik.”
Arapça ile Türkçe arasında yapı bakımından fark vardır. Türkçede isimlerin başına harfler gelmez. Sonuna ekler gelir, onlar da dört beş tanedir. Halbuki Arapçada ismi fiile bağlayan harfler vardır. O sayede bir kelime Türkçede birkaç manâyla tercüme edilme durumunda olur.
“Enzele Min” derseniz, Türkçede indirdi diye tercüme edersiniz. “Enzele İlâ” derseniz, kondurmak anlamına, yerleştirmek anlamına gelir. Sana bildirdi demektir. Kitab olarak gelmişse, söz olarak gelmişse “inzâl” denmektedir. Manâ olarak gelmişse ona “vahiy” denmektedir. Bir kitabı birine ulaştırma ona inzâl anlamındadır.
Bundan şunu anlatmak istiyorum ki; “sana Kur’an’ı inzâl ettik, sana ulaştırdık” demektir.
Kur’an bize nâzil olmuştur. Hz. Muhammed’e Cebrail vasıtasıyla ulaştırdı.
Bize de kurralar, fakihler ve müfessirler aracılığıyla ulaştırdı.
Buradaki “sana” bütün mü’minleredir. Namaz müminlere mevkuten farz kılınmıştır. Kitab da böylece mü’minlere inzâl olunmuştur. Namaz mevkuten onun için farz oldu ki bu kitab sana inzâl olmuş olsun.
Namaza niçin devam etmekle mükellefiz? Çünkü Allah’tan bize mektuplar gelmektedir. Arapçadır. Onu anlayalım diye oraya gidiyoruz. Babanız size bir mektup gönderse, siz onu açıp okumazsanız, dilini bilmiyorsanız, tercüme ettirmezseniz, yazdıkları üzerinde düşünmezseniz ne kadar saygısızlık etmiş olursunuz.
Allah’ın mektupları geliyor, oysa biz onları öğrenmek için namaza gitmiyoruz!
İşte bizim sorumluluğumuz burada başlıyor. Ayrıca sadece erkekler değil, kadınlar da devam edecekler, çünkü onlar devam etmezlerse çocuklar devam etmezler. Sonunda Kur’an’dan koparlar ve ondan sonra da başka hidayet bulamazlar.
İşte “Adil Düzen apartmanı”, “Adil Düzen sitesi” diye ortaya attığımız “Akevler felsefesi” budur.
Bediüzzaman ‘imanı kurtarmamız gerekiyor’ demiştir. Risale-i nurlar imanın kurtulması yolunu açtı ama başarmış durumda değildir. Ama imkanlara sahip olan teşkilat, aslî yapısını tamamen yitirerek genişliyor. Eski samimi insanlar da kenara itilmektedir. Fethullah Gülen gittikten sonra o teşkilat Hıristiyanlık gibi müşriklerin elinde kalabilir. Bunun tek kurtuluş yolu vardır. İlmî çalışmalara ailece devam edilmelidir.
Bizler Reşat Erol ve Hasan Özket ailelerinde bunun semeresini görmekteyiz...
Bu ailelerin sayısını çoğaltmalıyız...
الْكِتَابَ (eLKıTABe) “Kitap”
“Kitab” harfi tarifle gelmiştir. Bu kitap Kur’an’dır. Kur’an hepimize ayrı ayrı inzâl olmaktadır. Biz onda içtihat yapacağız ve içtihadımızla amel edeceğiz.
“Kitab” kelimesini yukarıdaki “Kitaben Mevkuta”da olduğu gibi düşünmemelisiniz. Kitab sadece yazı değil, içindeki bütün hükümleri ile kitabdır. O bize onunla amel edelim diye inzâl olunmuştur.
بِالْحَقِّ (Bı eLXaqQı) “Hak ile.”
İnsanda dört meleke vardır. Hisler sû’ ile hüsnü, fikirler kizb ile sıdkı, irade zarar ile nef’i, ünsiyet zulm ile adli birbirinden ayırır. Sû’, kizb, zarar ve zulm bâtıldır; hüsn, sıdk, nef’ ve adl Haktır.
Yani; bu Kitab bizlere neleri öğretmektedir?
- İyiyi kötüden nasıl ayıracağız?
- Doğruyu yanlıştan nasıl ayıracağız?
- Yararlıyı zararlıdan nasıl ayırt edeceğiz?
- Adaleti zulümden nasıl ayıracağız?
İşte bu Kitab bunu bize öğretmekte ve yaptırmaktadır. İnananlar yapmaktadırlar.
لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ (Li TaXKüMa BaYNa elNAvSı) “Nâs arasında hükmetmen için.”
Kur’an müminlere nâzil olmuştur. Ancak görevleri tüm insanlar arasında hüküm vermek için. Tamamen tarafsız olarak hak ne ise onu beyan edeceksiniz. Vazifeniz burada biter. Hakemlerin görevi de burada biter.
Hakemler sadece kararlarını bildirirler, ondan sonra onun uygulanıp uygulanmamasına onlar karışmazlar. İcra hüküm değil kazadır. Kaza hakemlere değil, yöneticilere aittir. Kur’an işte böyle yasadır. Onun mü’minleri veya onlar Kur’an’a dayanarak adil hükümlerini verirler. Ama hükümlerin icrası taraflara kalmıştır. Onlar uyarlar veya uymazlar. Uymayanlar arasında savaş olur. O hususta da mü’minler görüşlerini beyan ederler. Savaşa katılmaları ise farz değildir. Ama beyan etmek farzdır.
Bizim mutlaka dergi çıkarmamız ve orada hak ne ise onu beyan etmiş olmamız gerekir. Hakka uymak isteyenler ondan sonradır ki hakkı veya bâtılı tercih edebilirler. Şimdi ise herkes kendisini haklı zannediyor. Ona haklı veya haksız olduğunu gösteren bir merci yoktur.
Bu görev mü’minlere düşen görevdir. Bize farz olan tebliğdir. Ondan sonrası bizi ilgilendirmez.
بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ (Bı Mav EaRAyKa elLAHu) “Allah sana neyi irae etmişse.”
Kitap Allah tarafından gönderilmiştir. Ancak kitabı anlamak ise içtihat ve icma ile olur.
“Allah” burada sana ne söylemişse, ne bildirmişse demiyor, “sana neyi göstermişse” diyor. Yani, içtihadınla neyi anlıyorsan onunla hükmet diyor. İçtihat ile sabit olanlar Allah’ın iraesiyle sabit olmuştur. O halde içtihatta hata olmaz. Öyle olsaydı vahiy olurdu. İçtihatta hata olur. Çünkü alıcı parazitli almış olur. Ama Allah onunla amel etmeyi emretmiştir. Çünkü hata O’nun izniyle olmuştur.
Kur’an baştan sonuna kadar hep birbirini teyid eden hükümleri içerir. “İçtihat yoktur!” diyenlere sadece bu âyet yeterli cevabı verir. “Erake” demiş olsa yeterlidir.
وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ (Va Lav TaKUN Lı elPAvEıNIyNa) “Hainlerin yanında olma.”
Hainler tarafını tutma. Burada “hıyanet” kelimesi getirilmiştir. “Hıyanet” emanete hıyanet olarak, başkası size güvenmiş, malını emanet etmiş, siz o malı onun izni olmaksızın kendi lehinize kullanmışsınız. Buna “ihanet” denmektedir. Bir de kişiye ihanet etmektir. Birisine dost olur, onun arkadaşı olduğunu, ortağı olduğunu bildirdiğin halde; onun aleyhinde çalışmak, o da ihanettir. Bir devlet içinde yaşayıp da o devletin kötülüğüne çalışmak ihanettir. Münafıklıkta sadakatsizlik vardır. Her zaman ihanet olmayabilir.
Bazı hayvanlar vardır. Beslendikleri halde bir türlü kendilerini toparlayıp süt vermezler. Yumurtlamayan tavuk hain tavuktur. Beslendiği zaman etlenmeyen hayvan da hain hayvandır.
“Hun olmak” demek, zayıflamak demektir. Hakemlere iki sebeple gidilir. Ya kimin haklı olduğu bilinmez, onu öğrenmek için gideriz. Öğrendikten sonra da artık haksız taraf asla ona talip olmaz, hakemlere de kendisinin haram yemekten kurtardıkları için dua eder.
“Hain olan” ise; hakkı olduğu için değil, onu alabileceğini ümit ettiği için bile bile haram yemek için dava edendir. Bir avukat eğer haksız olduğunu bildiği halde onu savunursa, hainin tarafını tutmuş olur. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te avukatlık yoktur, hakemlik vardır. Aradaki fark, hakem sadece hakemi olduğu kimsenin haklı olduğunu bildiği tarafı savunur. Karşı tarafın hakkını teslim eder. Haklı olmadığı hususları da savunmaz. Gerçi o birinin hakemidir, ama onun haksız taraflarını değil, haklı tarafını savunur.
Burada hakemin görevi kendisini hakem yapan kimsenin -ki Kur’an buna ‘ehli’ demektedir-, ehlinin haklarını ortaya çıkarmaktır. Karşı tarafın haklarını ortaya çıkarmak değildir. Ama ortaya çıkan haklarını teslim etmekle yükümlüdür.
Avukat da müvekkilinin haklarını ortaya çıkarmakla yükümlüdür ama, müvekkilinin haksız olduğunu bilse bile müvekkilinin izni olmazsa teslim edemez. Avukat sadece cidal yapar. Yani, karşı tarafı alt etmek için ne gerekiyorsa onu yapar. Bu İslâmiyet’te yoktur. Sonra avukatın ücreti müvekkil tarafından ödenmektedir. Oysa devletin vergi almasının sebebi adaleti tesistir. Parası olanı savunmak nasıl bir adalet olacaktır?!
Hakemlik ile avukatlık arasında başka bir fark da; hakemi azledemezsin ama avukatı azledersin.
-Peki, İslâmiyet’te vekâlet yok mudur?
İslâmiyet’te imtiyazlı vekâlet sistemi yoktur. Kişi istediğini kendisine vekil yapabilir. Ama istediğinizi mahkemede bugün vekil yapamazsınız. Hakemlik vekâlet değildir. Hakemlik bir tür biattır, hattâ ondan da ileridir. Biatta bucağından ayrılmakla mükellefiyetin sona erer. Hakemlik ise geri dönülmez bir tâbi olmadır.
خَصِيمًا(105) (PaÖIyMan) “Hasım olma.”
“Kısım” bölünenlerden her biridir. Bir makinenin parçası da kısımdır. Ses değişimi ile “Hasım” davalı ve davacıdan biridir. Duruşmada taraf olan hasımdır. Taraf tutan hasımdır. Bir parti tutan diğer partilere hasımdır. Avukat da müvekkili için hasımdır. “Hasım” kelimesi sıfatı müşebbehedir. Hem vekili hem de müvekkili ifade eder. Lehine hasım olma demek, avukatı olmak demektir. Aleyhine hasım olmak demek karşı tarafın avukatı olmak demektir. Yani, bir kimse eğer bile bile hak yemek istiyorsa onun avukatı olma, onun hakemi olma demektir. Bundan dolayıdır ki, ilçede bulunan 5 ile 20 arasındaki hakemlerden hiçbirisi onun hakemliğini kabul etmiyorsa o dava ikame edemez. O ilçeyi terk etmek, başka ilçeye hicret etmek ve o ilçedeki hakemlerden birinin hakemliğini kabul etmesi gerekir. Aynı ilde iseler baş hakem ilden, değilseler baş hakem ülkeden, değilseler baş hakem insanlıktan seçilir.
Yine burada da hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekir ki; hakemler sadece karar verirler. Uygulama mahkemenin işi değildir. Uygulama velayetin işidir, dayanışma ortaklarının işidir, yönetimin işidir.
Görülüyor ki, işe misafir ve havf namazlarından başladı, sonra gevşemeyin dedi, sonunda hakemlikte sonuca vardı. Bununla bize anlattığı şey, toplantılar yani kamu adalet içindir. Mülkün esası adalettir. ‘Mülk’ burada devlet demektir. Milk değil, maddî varlık değildir. ‘Esas’ temel demektir. Devlet adalet üzerine kurulur.
وَاسْتَغْفِرْ اللَّهَ (Va ıSTaĞFıRı elLAHe) “Allah’tan istiğfar et.”
Topluluktan mağfiret iste. Haksızlığın örtülmesini iste.
Hakemlik yaptığında eğer hakemliğinde hata ettiğin ortaya çıkarsa, geri dönemezsin. Çünkü hakem kararları kesin kararlardan olup kabili rücu değildir. Bu hatasını hakem beyan edecektir. Yahut başka hakemlerin kararı ile hatalı olduğu ortaya çıkarsa karar bozulmaz, o karar infaz edilir, ama haksızlığı devlet giderir, kamu giderir. Hakeme hakemlik ehliyeti veren dayanışma ortaklığı tazmin eder.
Fıkıhçıların uyguladıkları, sünnetle sabit olan bu husus bu âyetle teyit edilmektedir.
Biz makul olduğu için “Adil Düzen Anayasası”na almış bulunuyoruz. Ama görülüyor ki burada âyet teyit etmektedir. “Adil Düzen Anayasası”nda hakemin itirafı yer almamıştır. Oysa fıkıhta çokça geçmektedir. Bu takdirde de dayanışma ortaklığı tazmin eder. Hakkı ikrar ettiği için de sorumlu tutulamaz.
إِنَّ اللَّهَ (EınNa EalLAHa) “Allah”
Üç boyutlu, dört boyutlu, beş boyutlu mekân içinde bâtın ve zâhir boyutta varlıklar vardır. Bunlar cüzlerdir. Bunlara âlem diyoruz. Âlemin içinde melek, cin, ruh ve insan da yer alır. Bütün bunların dışında bütün bunlardan, hakiki zaman ve mekandan, tagayyürden münezzeh ezel ve ebed varlık vardır ki, buna “Allah” denir.
“Allah” insanlara âlem ile tezahür eder. O’nun yeryüzündeki halifesi, görüntüsü insandır. Devlet görevlisi devlet için ne ise; aynı şekilde insan Allah’ın görevlisidir. Devlet ise Allah’ın kendisini temsil eder.
Kur’an “Allah” kelimesini böylece iki manâ ile yorumlar. Mutlak bir olan hâlik “Allah” ile O’nun yeryüzündeki halifesi kamu. İnsanlık, ülke, il ve bucak. “Allah”ın yanında başka fail olmadığı için O’na izafe edilen masdar ve sıfatlar marife olarak gelir. Ama eğer halifesi olan kamu da kastediliyorsa nekire olarak gelir. Burada “gafûr” ve “rahîm” nekire gelmiştir. O halde burada kastedilen Allah’ın halifesi olan kamudur.
كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا(106) (KAvNa ĞaFUvRan RaXIyMan) “Gafûrdur. Rahîmdir.”
Devletin, kamu görevlilerinin ve genel hizmetlilerin yaptıkları hataları onarması devletin, kamunun görevidir. Dolayısıyla bir doktor doktorluk yaparken kazaya sebebiyet vermişse, dayanışma ortaklığı onu tazmin eder. Hakem veya şahit hata yaparsa onu da kamu tazmin eder. Sadece gafûr değildir, aynı zamanda rahîmdir.
Haksız kararla kazanılan bir dava sonra iptal edilemez. Karar kesindir, uygulanır. Haksızlık olmuşsa onu kamu giderir. Haksız iktisap edenden geri almamakla rahmet etmiş olur.
Kur’an’da hep birbirine benzer kelimeler geçer. Sanırsınız ki hep aynı şeyin tekrarıdır. Oysa kullanıldığı yere göre başka başka manâ ifade eder. Şimdiye kadar buna benzer ifadeler çok geçti ama yargı kararlarının kesinliği anlamını ancak burada ve şimdi anladık. Verdiğimiz manâ dil kurallarına uygundur. Kur’an’ın ıstılahlarına uygundur. İcma ve sünnete uygundur. İçtihadımızdan mutmain olabiliyoruz. Allah’a hamd olsun. Bunlar usulümüzün doğruluğuna şehadet eder.