NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
1961 Okunma
NİSA 63-70

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللَّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ فِي أَنفُسِهِمْ قَوْلًا بَلِيغًا(63)

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا(64) فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا(65)

أُوْلَئِكَ (EuLAEıKa)  “İşte onlar”

Türkçede bu, şu, o işaret sıfatlarıdır, ben, sen, o da zamirdir; o kelimesi hem zamir hem işaret sıfatıdır. Arapçada ise işaret sıfatı ile zamir farklıdır. “Ulâike” onlar demektir. Türkçede işaret sıfatı ile zamiri ayırmamız için başta “işte” sözünü ekliyoruz. Beliğ Türkçede eklenmeden söylenmelidir.

Ulâ” onlar; “Ulâke” şunlar; “Ulâike” de onlar demektir. Sonundaki “Ka” muhataba göre Ka, Ki, Kuma, Kum ve Kunne olarak değişir. İşaret olanlarla bir ilgisi yoktur.

Burada işaret edilen kimseler, yaptıklarında kendilerine musibet isabet edince bize iyi niyetli olduklarını yemin ederek iddia edenlerdir. “Adil Düzen” kurulurken karşı tarafta cephe alıp iktidar olunca da hemen bu tarafa geçip yine baş rolde olmaya çalışacak olan kimselerdir. Zalim düzen zalimlerin düzeni olduğu için onların başarılı olmaları gayet tabiidir.

الَّذِينَ يَعْلَمُ اللَّهُ (EalLAÜIyNa YaGLaMu elLAHU)  “Allah’ın ilmettiği kimseler”

Allah’ın ilmettiği kimseler; işte Allah’ın kalblerinde olanları ilmettiği o kimseler.

Türkçede sıfatlar çoğul olarak gelmediği için ‘işte onlar kimseler’ demeyiz de, ‘işte o kimseler’ deriz.

Allah’ın ilmettiği kimselerdir. Allah’ın içlerinde ne olduğunu bildiği kimselerdir. Bizim içlerini bilemediğimiz kimseler demektir. O halde, böyle beyanda bulunanlar gerçekte ihsan ve tevfiki mi murad ettiler, çıkarlarını mı gözettiler, yoksa düşmanlık mı yaptılar, bilmemiz çok zordur.

28 Şubat’ı düşünelim. Asker Refah-Yol hükümetine karşı cephe aldı. Neden? Çünkü ‘Susurluk Olayı’ vardı. Ordu Susurluk Olayı karşısında kendisini savunacak durumda değildi. O zamanki iktidar da bunun istismarını önleyemedi, basına hakim olamadı. Sonunda ordu kendisini savunmak için o günkü hükümeti harcadı. Nitekim sonra aynı zihniyetin anayasa ekseriyeti ile iktidar olması için yollarını açtı.

Benzer olay Mustafa Kemal için söylenir. Batı’nın dayatmasında İslâmiyet aleyhinde inkılâpları tamamladı ama, sonunda bugün 70 milyonluk %99 Müslümanlardan oluşan bir Türkiye bıraktı.

Bunlar gerçekten iyi niyetli midirler, yoksa onlar hain idiler de başaramadılar mı?

İşte bunların kararını biz veremeyiz. Biz bilemeyiz, yalnız Allah bilir.

مَا فِي قُلُوبِهِمْ (MAv FIy QuLUvBıHıM)  “Kalblerinde olanları. Beyinlerinde olanları.”

Kalb” merkez demektir, santral demektir. İnsanda iki ana kalb vardır. Biri göğüste yani cenbde bulunan kanın merkezi olan kalb, diğeri de sadırda yani başta bulunan ve sinirlerin merkezi olan kalb. Burada kastedilen kalb beyindeki kalbdir, yani onların inanışları ve düşünceleri içindeki kalbdir. Beyinlerinde neler olduğunu bizim bilmemiz mümkün değildir. Biz ancak yapılanlara bakar, ona göre hüküm veririz.

Hukukta hüküm başkadır, askerlikte başkadır. Hukukta geçmişte yapılan fiile, şeriatta belirtilen hükümleri uygularız. Hikmete göre değil, illete göre hükmedilir. Şeriat ne diyorsa onu yaparız, sonuçları gözetmeyiz. Oysa, askerlikte kararlarımızı verirken, mahkum ederken, geleceğe bakarız, hikmete bakarız.

Öcalan’ı assak mı ülke için daha yararlı olur, yoksa Öcalan’ı affetsek mi, yoksa hapsetsek mi; ona göre karar veririz. İslâmiyet’te hapis şıkkı kabul edilmemiştir. Ya asarsın, ya da salıverirsin. Bunun kararını da ancak askeri mahkeme verir.

Şimdi böyle “Adil Düzen” gelmeden önce suç işlemiş olan kimselerin durumu ne olacaktır? Kalblerine bakarak mı karar vereceğiz? Hayır! Çünkü kalblerinde olanı sadece Allah bilmektedir. Fiillerine bakarak mı karar vereceğiz? Hayır! Çünkü o zaman hukuk düzeni yoktu. Cahiliye döneminde adil yaşama mümkün değildir. O halde ne yapacağız? İşte bu âyet onun hükmünü koyuyor.

فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ (FaEGRıW  GanHuM)  “Onlardan ıraz et.”

Madem ki onların kalblerinde olanı Allah bilir, o halde onlara ceza vermekten vazgeç. Onların cahiliye döneminde yaptıklarını affet. Cezalandırmaktan vazgeç.

Buradaki ıraz, onlardan uzaklaşmak, onlarla ilgi kesmek şeklinde anlaşılmaz. Çünkü hemen sonra va’zet diyor. Va’zettiğiniz kimseden nasıl ıraz edeceksiniz? Onların mahkemesi askeri yargıda yapılacaktır. Bundan sonra kötü örnek olmayacaklarsa, fitne ve fesada devam etmeyeceklerse, onlara ceza verilmez. Cahiliye döneminde yapılanlar, düzenin zarureti kabul edilir. Hukuk mahkemelerinde savaş suçluları muhakeme edilemez. Savaşın suçlusunu komutan muhakeme eder, savaş bitinceye kadar verilecek cezayı verir.

Kur’an’ın tâbiri ile; harb evzarını va’zettikten sonra artık savaş suçlusu yoktur.

وَعِظْهُمْ (VaGıJHuM)  “Onlara va’zet.”

Onlarla ilgili geçmiş geçmiştir. O zaman kötü niyetle yapmış olsanız bile, şimdi tevbe etmiş iseniz, mutlak surette affolunacaksınız. Bazı yaptıklarınızın cezaları mahkemelerce, askeri mahkemelerce verilebilir. Ama artık size eman vardır. Yeni düzeni kabul ettiğinize göre, size dokunulmayacaktır.

Ancak, şunu bilesiniz ki, eğer o pisliklere devam ederseniz, o zaman cezanız kat kat büyük olur.

Onlara baskı yapmadan düzen içinde muti olmalarını isteyeceksiniz. Ayrı ocak kurabilirler, ayrı bucak kurabilirler, ayrı il kurabilirler. Orada istediklerini yapabilirler. Ama meşru olmayan yollardan iktidara talip olmamalıdırlar, hakemlerin kararlarına uymalıdırlar.

وَقُلْ لَهُمْ (VaQuL LaHuM)  “Ve onlara kavl et.”

Va’z” ile “Kavl” arasında fark vardır. Va’zda söylersiniz, ona bilgi verirsiniz, haber verirsiniz, ama onlarla herhangi bir sözleşme yapmazsınız.

Yani, Avrupalılar bizimle müzakere etmeyecekler, sadece ne istediklerini tebliğ edecekler; beğenirlerse alırlar, beğenmezlerse pazarlık yok. İşte bu va’zdır. Biz de onlara böyle söyleyeceğiz. Onlar için biz kendi düzenimizi ve hukukumuzu değiştirmeyeceğiz. Ama onlarla sözleşme de yapacağız, onlarla müzakere de edeceğiz. O da nedir? Kendilerine ait işlerde müzakere yapacağız. Kendi işlerimize onları karıştırmayacağız. Ama onlara ait işlerde ise sözleşme pazarlığını yapacağız.

فِي أَنفُسِهِمْ (FIy EaNFuSıHıM)  “Kendilerinde.”

İşte burada “Lehum/Onlara”dan sonra, bir de “FîEnfusihim/Kendilerinde” demiş olması, kendilerini ilgilendiren işlerde demektir.

Avrupa Birliği kendi işlerinde elbette bizimle pazarlığa girmez. Ancak bize ait işlerde, bizimle olan ilişkilerin nasıl olacağında pazarlığa girecektir. Biz de kendi iç işlerimize onları karıştırmayız.

İşte baştan “Adil Düzen”e karşı olanlara iktidar olduğumuzda uygulayacağımız siyaset bu âyetlerle netlik kazanmaktadır. Onlara Adil Düzenimizden taviz vermeyeceğiz. Siz muhalefet ettiniz ama şimdi biz iktidardayız. Bize katılmak istemiyorsanız; kendi sitenizi, kendi bucağınızı kurun, hattâ kendi ilinizi kurun. Orada siz kendi düzeninizde yaşayın ama bizim düzenimiz mutlaka “Adil Düzen” olacaktır.

قَوْلًا بَلِيغًا(63) (QaVLan BaLIyĞan)  “Kavlı beliğ.”

Adil Düzen”in yerinden yönetimli demokratik düzen olduğu, merkezin illerin iç işlerine karışmayacağı, illerin de bucakların iç işlerine karışmayacağı, verilecek emanda değişiklik yapılmayacağı onlara çok açık bir dille anlatılmalıdır. Adil Düzencilerin esas işi kavlı beliğdir.

Yani, onların tam olarak anlayabilecekleri kadar anlatmadır. İşte bizim şimdiki sıkıntımız budur. Onlara anlatamadık. Neden? Çünkü uygulanmış bir ‘Adil Düzen İşletmesi’ni oluşturamadık.

-Adil Düzen Mü’minleri! Artık iş yapma zamanı hâlâ gelmedi mi? Hâlâ sadece konuşup duracak mısınız? Uygulama adımlarınızı atmayacak mısınız? Mukadderatın gelmesini mi bekliyorsunuz?!.

Bu insanlara göstererek inandırmak zorundayız. Kendi aramızda hakemliği çalıştırdığımız zaman bizim nasıl huzur içinde ilerlediğimizi karşı taraf görecektir. Mü’min olduklarını söyleyenleri rahatsız etmeliyiz. Ne zamana kadar? Bu kavlı beliği enfüslerine söyle emrini yerine getireceğiz. Belediye başkanlarıyla veya diğerleriyle görüşmelerimiz hep bu yüzdendir. Hasan Hacıbektaşoğlu hâlâ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan buluşma günü alamadı!.. Selahattin Öztürk hâlâ esnafla sohbet imkânı sağlayamadı!..

Olmasını beklemeyeceksiniz. Siz girişeceksiniz. Görüşmezlerse, biz sorumluluktan kurtuluruz. Ama biz görüşme talebinde bulunmazsak, Allah bizler buradaki emri ve kul/söyle emrini yerine getirmemiş oluruz. Adil Düzenci her mü’min görevlidir. Kavlı beliğ yapacaktır.

Kendisi gidip görüşecektir. Önemli yerlerle bizi görüştürecektir. Bu emri ben vermiyorum; bu emri bu âyet veriyor, ‘Kul/Söyle’ diyor. Emir sığasıdır. Hem de hepimize ayrı ayrı emretmektedir.

Ben bunları da aralarla yazıyorum ki, gelecekte bunları okuyanlar nasıl çalıştığımızı bilsinler, nelerle karşılaştığımızı bilsinler. Bir de çalışanlar harekete geçsin istiyorum.  

***

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ (Va MAv EaRSaLNAv MıN RaSuLın)  

“Resullerden hiçbir resul irsal etmedik ki Allah’ın izni ile ona itaat edilmesin.”

Ruysal” sarkıtılan şey demektir. Sonra salınan, gönderilen kimse anlamına gelmiştir.

Resul” haberi ulaştıran demektir. “Nebi” ise haberi alan demektir. Kur’an’dan önce Allah’tan vahiy alıp kitap getirenler ‘nebi’ oluyordu. Bu haberleri insanlara uygulatanlar da ‘resul’ oluyordu. Bazıları yalnız nebi idiler, bazıları ise yalnız resul idiler; bazıları da hem nebi hem de resul idiler. Kur’an’dan sonra hem resul hem nebi olma ortadan kalkmıştır. Artık nebi resul gelmeyecektir. Allah’tan kitap alan anlamında bir nebi de Muhammed aleyhisselâmdan sonra yoktur, bu açıkça bildirilmiştir.

Vahyin yerini içtihat ve icmalar almıştır. Nebilerin vârisleri ise âlimler olmuştur.

Bu husus Kur’an’da bildirildiği gibi; Hz. Peygamber de çok açık şekilde söylemiştir.

1400 senedir nebi gelmemiştir. Kur’an’da risaletin son bulduğuna dair bir âyet yoktur. Ancak Hazreti Muhammed aleyhisselâmdan sonra resullerin yerini alacak kimselerin olacağı hususunda icma vardır. Onlara ‘resul’ değil de ‘halife’ demişlerdir. Hazreti Peygamber de ‘resulün resulü’ demiştir.

Her ne olursa olsun, Allah kıyamete kadar hem resullerin hem de nebilerin işlerini görecek kimseleri görevli kılacaktır. Bu görevlendirme hadiselerle olacaktır. Mesela, Kenan Evren ‘ben devlet başkanıyım’ demiş, herkes ona itaat etmiştir. Biz de ettik. Çünkü Allah iktidarı ona vermiştir. Şimdi bir sorun kalmaktadır. O da; bu hangi seviyede olursa resul olur? Yani, bütün insanlara mı hitap edecektir? Kendi kavmine mi resul olacaktır? Kendi şa’bına yani iline mi, kendi kabilesine yani bucağına mı resul olacak; yani başkan olacaktır?

Kur’an’ın kabul ettiği başkan bucak başkanıdır. Cuma namazını kıldıran başkandır. İl başkanı merkez bucağının başkanıdır. Merkez bucak ümme’l-kuradır. Devlet başkanı da kendi bucağının yani Çankaya Köşkü’nün başkanıdır. Köşk ümme’l-kuradır. Mekke de böyledir. Mekke’nin başkanı Mekke beldesinin başkanıdır. O tüm insanlığın ümme’l-kurasıdır.

Böyle düşündüğümüz zaman, her cemaatin başkanı vardır. Başkana itaat edilir. Bu anlamda Bediüzzaman bir resuldür. Erbakan bir resuldür. Çünkü kendilerine itaat edilmiş ve büyük teşkilat kurmuşlardır.

إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ (EılLAv LıYuOAGa Bı EıoZNı EalLAHı)  

“Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmeyen resullerden hiçbir resul irsal etmedik.”

Resullere yani başkanlara Allah’ın izniyle itaat edilecektir. Semâvâtı ve arzı var eden Allah’ın gönderdiği resullere onun cemaati itaat edecektir. F. Gülen cemaatini düşünelim. İnsanlar hangi silah gücüyle Gülen’e itaat etmektedirler. Demek ki, Allah’ın izni böyledir de ondan.

Adil Düzencilere şimdi kimse itaat etmiyorsa, bunun sebebi de, Allah henüz onlara resul irsal etmedi demektir. Mekke devrindedirler demektir. Daha önce nebiyyun âyetini açıklarken izah etmedik.

Adil Düzen Çalışanları risalet değil, nübüvvet görevini görmektedirler. İlim yapıp içtihat ve icma yapmaktadırlar. Kur’an’dan sonra hükümdarlara kanun koyma yetkisi verilmemiştir. Yani, mezhep oluşturamazlar. Halk onları müçtehit kabul edip onun içtihatları ile amel edemez. Halk kendi seçtiği nebilerin halefi olan âlimlerden birini kendisine müçtehit seçer ve onun fıkhı ile amel eder. Bunun anlamı şudur. Teşri ile icra birbirinden ayrılmıştır. Teşride çoklu sistem gelmiştir. İcra ise tektir. Vahdet-i kuvvanın mânâsı budur. İcrada tek ordu ve tek yargı sistemi demektir. Bu hakemlik sistemini engellemez. Hakem kararlarını icra eden tek güçtür.

Burada “Allah’ın izniyle” demekle, şûranın izni demektir. Bu şunu ifade eder. İlmî Şûra ittifak ettiğinde yeni başkan atayabilir. Eski başkan fahri başkan olur. Genel fıkıh kuralları ve mantık kurallarına göre, “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda müesseseler getirilmiştir. Ama Kur’an’ı yorumladıkça hep onların delilleri bulunmaktadır. Şûranın ittifakla başkanı alabileceği orada hükme bağlanmıştır. Ayrıca, şûra üyelerinden birinin açacağı dâvâda başkan hakemler kararı ile görevden alınmış olabilir. Hakemlerden oluşan yargı hepsinin üstündedir. Hakem kararlarına herkes uymak zorundadır. Çünkü hakem kararları da topluluğun kararları mahiyetindedir. Hakem kararlarına Allah ve resul denmektedir.

وَلَوْ (VaLaV)  “Olmalıydı”

Türkçedeki olmalı idi karşılığıdır. Geçmişte olmamış bir olayda olması gerekeni bildirir. Geçmiş için bu olumsuzluğu ifade eder. Ama gelecek için tavsiye vardır. Belki de emir vardır. Bu da istiğfardır. Kilisede günah çıkarma vardır. Kur’an’da da istiğfar vardır. Burada günah çıkarma anlatılmaktadır. Ne var ki, kilisede din adamı dini yetkilerle günah çıkarır, burada ise siyasi yetkilerle başkan gerekeni yapar.

Demek ki, bu “Lev” gelecekte neler yapmamız gerektiğini bize anlatmaktadır.

أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ (EanNaHuM EiÜ JaLaMUv ENFuSeHuM)

“Onlar nefislerine zulmettiklerinde.”

Onlar nefislerine zulmettiklerinde, sosyal gruplar topluca zulmederler, haksızlık yaparlar. Onların kolektif davranışlarından mağdur olanlar olur. Bu takdirde ne yapılacaktır?

Topluluğun dört rüknü vardır: Sözleşme, Yönetim (Başkan), Bütçe ve İç Müeyyide.

Topluluğun sözleşmesinde suç varsa, şirk varsa, bölücülük varsa, topluluğa katılanlara o topluluktan ayrılmaları, hicret etmeleri duyurulur. Ayrılanlar ayrılmış olur. Onlara kamu davası açılamaz. Sadece mağdur olanlar varsa, onlar özel dava açabilirler. Kalanlara karşı şahsi dava açılır, onlar mahkum edilir ve nefyedilir. Böylece tüzel kişiliği olan bir topluluk dağılmış olur. Sözleşmede değil de, yönetimde bir hata varsa, yönetici muhakeme edilir ve gerekirse yönetici olmaktan yasaklanır. Karışırsa sürülür.

Bazen topuluk kötü niyetli olmaz, ancak yaptıkları zararlı olabilir. İnsanın hata yapması gibi. İşte o zaman istiğfar etmeleri gerekir. Bucakların ve ocakların kapatılması esnasında bu ayrılma tebliği “Adil Düzen Anayasası”nda yer almıştır. Ancak ortaklıklar için yazılmamıştır. Bunu eklemeniz gerekir.

Bu cümle, cümle-i mu’teridedir. “Ve Lev Ennehum Câûke” demektir; “Gelselerdi” anlamındadır.

جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ (CAEUvKa Fa ıSTaĞFıRu EalLAHe)  

“Gelip Allah’tan istiğfar etmeli idiler.”

Buradaki “Fa” gelmelerinin sebebini anlatır. Allah’tan istiğfar edilecek, Allah’tan afv dilenecek.

Hukuk düzeninde başkanların yasama yetkileri olmadığı gibi afv yetkileri de yoktur. Afv şûraya aittir.

Bugün de buna benzer hüküm vardır. Başkan afv edemiyor, sadece infazı durdurabiliyor. Mahkemeler de vermiş oldukları kararlarından dönemezler. Şimdi afv müessesesinin nasıl çalıştığı anlatılmış oluyor. Sosyal grup, dayanışma ortaklığı başkana başvuruyor. Meclisten afv talebinde bulunuyor. Doğrudan doğruya meclise başvuramıyor. Çünkü meclisin başka bir başkanı yoktur. Meclis başkanı da bucak veya devlet başkanıdır.

Bu hüküm “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almaktadır. Kur’an içtihadımızı teyid etmektedir. Daha önce aklî delillerle vardığımız hüküm burada naklen de teyid edilmektedir. Tabii ki aksi ile karşılaşmamız her zaman mümkündür. O zaman içtihadımızı değiştirmek durumunda oluruz. İçtihat zaten bu demektir. Beklemeden kararlar almak, sonra araştırarak hata varsa düzeltmek.

Burada ‘sana gelip senden şûranın affetmesini istemelidirler’ deniyor.

وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ (Va iSTaĞFaRa LaHuM eLRaSUvLu)  “Resul onlara istiğfar etti.”

Demek ki, başkan önce istiğfarlarını kabul edecek, sonra onların istiğfarlarına ait talepte bulunacak. Ondan sonra şûraya afv için gidilecektir.

Kur’an’da “Festağfir Lahum” deyimi geçmektedir. Bu meclisten afv talebinde bulunmak demektir.

Başkanın istiğfar etmesi de “Lev” içinde olduğu için sonunda böyle bir talebi yerine getirmek asıldır.

لَوَجَدُوا اللَّهَ (La VaCaDu elLAHa)  “Allah’ı vecd edeceklerdi.”

Buradaki “Allah” âhirette hesaba çekecek Allah olacağı gibi; bu dünyada afv edecek meclis de olabilir. Âhiret mânâsını verdiğimizde başkanların âhirette de istiğfar yetkileri olacaktır demek olur. Ümmete şefaat olarak bunu ifade etmektedirler. Şimdi biz o kelam konusuna girmeyeceğiz. Fıkıhtaki hükümler üzerinde duruyoruz.

“Şûrayı affetmiş olarak bulacaklardı” deniyor.

Buna en iyi misal PKK’lılardır. Pişmanlık yasası çıkarılmaktadır. Oysa, kanun çıkarmadan önce grup teslim olacak, istiğfar edecek, aflarını isteyecek. Hükümet bu isteklerini Meclis’e götürecek. Meclis de genel olarak bunu kabul edecek demektir. Yoksa,  başvurmadan kanun çıkarılamaz. Hata oradadır. Teslim olduktan sonra daima riziko vardır. Katil katlederken ‘ya beni affetmezlerse’ diye düşünmek zorundadır. Onun için baştan garantili afv kişileri azdırır. Teslim oluncaya kadar yapacağımızı yapalım, sonra nasılsa afv var diyecektir.

Genel afv için de durum budur. Hapishanede olanlar, pişman olduklarını beyan edecekler, hükümete başvuracaklar. Hükümet bunların istiğfarlarını değerlendirip Meclis’e sevk edecek. Meclis affederse eder.

Kişilerin mağduriyeti durumunda bu afv yetkisi mağdurlara aittir.

تَوَّابًا (TavVABan)  “Tevvab bulacaklardır.”

Yani, madem ki onlar pişman oldular; düzene, şeriata döndüler, topluluk da onların cezalarını affetmiştir. Mesela, para cezalarına çevirmiştir. Buna karar verecek olan şûradır. Şûra %5’den fazla oy alan parti başkanlarından oluşur. Kararı ittifakla alırlar. Ne var ki, şûra üyelerinden biri hakemlere giderek bu kararı iptal ettirebilir. Ret de yani afvın reddi de karardır. Onun aleyhine de hakemlere gidilebilir. Hakemler istiğfarı yerinde görürlerse afv kararını alabilirler.

رَحِيمًا(64) (RaXIyMan)  “Merhametli tevvab bulacaklardır.”

Bu şöyledir. PKK’lıları ele alalım. 30 000 kişinin ölümüne sebep verdikten sonra istiğfar ediyorlar! Bu istiğfar onları kısastan kurtarır. Öcalan kendisi teslim olsaydı, kısas yapılmaz, diyet cezası verilirdi.

Bugün de PKK’dan teker teker bile gelip istiğfar etseler, yüzlerce insanı öldürmüş olsalar bile kısas yapılmaz, kendilerinden diyet-i galiz istenir. Ödeyebilirlerse öderler; ödeyemezlerse hapishanelere değil, zorunlu çalışma yerlerine gönderilirler. Orası bir bucaktır. Suçlu olmayanların giriş ve çıkışları serbesttir. Orada oturabilirler de, orada çalışabilirler de.

Ancak orada demokratik yönetim yoktur, askeri yönetim vardır. Mahkumlar oradan dışarı çıkamazlar. Borçlarını ödedikten sonra serbest olurlar. Yani, şu kadar sene hapis olma değil de, şu kadar YTL borçlanma sözkonusudur.

Böyle PKK gibi kitleler hâlinde istiğfar edenlere bütçeden yardım yapılarak mağdurların mağduriyeti de giderilir. Zaten devletler mağdurların mağduriyetini katiller teslim olmadan giderirler.

Görülüyor ki, “Adil Düzen”in her konuda adil çözümü vardır.

***

فَلَا (FaLAv)  “Bu böyledir”

Fe” harfi “Ve” harfi gibi atıf harfidir. “Ve” harfine karşı bir kelimedir. Kısmen “Ve” yerine geçer.

“Ahmet ve Mehmet geldi” derler. “Ahmet geldi, Mehmet de” deriz. Veya ‘dahi’ deriz; “Ahmet dahi, Mehmet dahi.” “Ahmet dahi, Hasan dahi, Hüseyin dahi geldi” diyebiliriz. Kırgızlar “Nene” yani “Yine Mehmet geldi” derler. Türkçedeki P harfi ile de P gibi “Geldim dahi gittim” derseniz, geldim ve gittim demek olur. “Gelip gittim” derseniz “Fe” harfini kullanmış olursunuz. Arapça cümle edilir. Az kelime ile çok mânâ ifade usûlünü kullanır. Cümle türleri çoktur. Oysa, mesela İngilizcede kelime bolluğu vardır.

Burada “Fa” yukarıda anlatılanları açıklamaktadır. Neden başkana gelip topluluktan istiğfar edeceklerdir?

Başkanın görevini ifade diyor.

Önce şunu belirtelim ki, İslâmiyet’te merkezî yönetim yoktur. Başkan kendi bucağını yönetir, taşra bucaklarına karışamaz. Orada işlenen davalar da orada görülür. İslâmiyet’te temyiz yoktur.

Burada muhatap olan başkan bucak başkanıdır; yani kendisi ile Cuma namazını kıldığımız bucak başkanıdır. İslâmiyet’te ekseriyet demokrasisi yoktur, hicret demokrasisi vardır. Başkanı beğenmiyorsan o bucağı terk edip gidersin. Mâlî bakımdan asla zarara uğratılmazsın. Devlet oradaki taşınmazları senden alıp peşin öder, hangi bucağa gidersen orada kendin istediğin taşınmazı alır veya yaptırırsın. Böylece bir bucağın nüfusu 3000’den aşağı düşünce o bucak dağılmış olur. Başkan ve şûra üyeleri o bucaktan ayrılırlar, Orada yeni bucak oluşturulur veya bucak komşu bucaklara bölüştürülür. Bucak olarak kalmak isteyenlerin sayısı 3000’i bulursa bucak yeniden oluşmuş olur.

Bir bucakta kalıyorsanız, o bucak başkanına itaat edeceksiniz. Hem onun bucağında kalacaksınız, hem de ona muhalefet edeceksiniz; İslâm düzeninde bu yoktur. Başkan bir şeyi emrettiğinde yapacağınız iki şey vardır; ya o bucağı terk edeceksiniz, ya da itaat edeceksiniz. İtaat eder de bir haksızlığa uğramış olursanız, hakemlere gidebilir, mağduriyetinizi giderebilirsiniz. Ama o anda başkanın emrine itaat edeceksiniz.

Buradaki “” tekit ‘Lâ’sıdır. Başka türlüsü olmaz, bu böyledir demektir. “L” harfi “Beyn” kelimesinin son harfidir. Beyn, çukur demektir. L ve B harfleri çukurun kenarlarını temsil ederler. Dışarıdan içeriye doğru menfi, içeriden dışarıya doğru müsbeti ifade eder. “Mâ” hem olumlu hem olumsuz anlamlara gelir. Türkçede bile böyledir. Gelme, mastar manâsını taşır, aynı zamanda gelme demektir. Burada tekit anlamındadır.

وَرَبِّكَ (Va RabBıKa)  “Rabbin için”

Arapçada karşı tarafı inandırmak için bir dil kuralıdır, bir de yemindir. İnsanlar Allah’a yemin ederler; Allah’ın varlığı nasıl doğru ise benim bu söylediklerim de doğrudur, demektir.

Yeminin hukukta çok önemli özelliği vardır. Normal olarak söylenen cümlelerde söyleyen garanti vermektedir. Kanaatini beyan etmektedir. Yanlış çıkarsa, yanıldım derse sorun biter. Yanılma hatadır, hatadan sorumluluk olmadığı için sözü yanlış çıktı diye suçlayamazsınız. Öyle bir kural kabul ettiğiniz takdirde artık herkes lala kesilir. Ama yemin ettikten sonra yanlış çıkarsa sorumlu olursun. Zararlar doğarsa tazmin edersin.

Mahkemede şahitlik yaptınız, karar verildi. Borçlu olmadığı halde 1000 YTL’yi ödedi. Sonra yanlış olduğu anlaşılırsa artık o alandan tahsil edilmez. Doğrudan şahidin âkilesinden tahsil edilir. Çünkü şahit doğru bildiği şeye şehadet etmeli idi.

İşte insanlardaki yemin müessesesi böyle çalışırken, Allah da kendi yarattıklarına yemin ederek onları şahit tutmaktadır. Burada ise Allah Rabbine yemin etmektedir. Kendi kendisine yemin ediyor. Kendisine değil, sıfatına yemin ediyor. Allah’ın Rab sıfatına dikkat çekiyor ve Rab sıfatı nasıl haksa, öylece başkanın kararlarına itaat de aynı derecede haktır.

لَا يُؤْمِنُونَ (LAv YuEMıNUvNa)  “Îmân edemezler.”

Türkçede iman etmezler ve iman edemezler olmak üzere ayrı sığalar vardır. Biri, iman etmek istemez ve iman etmez mânâsındadır. Diğeri ise iman edemezler, iman etmek isteseler de iman edemezler demektir.

“FaLâ VeRabbike” bu mânâyı kazandırmaktadır; iman edemezler. Yani, kendilerini güven altına alamazlar. Başkalarını da güven altına alamazlar.

Burada ‘LâYüslimûne’ demiyor, “LâYü’minûne” diyor. Burada emredilen tahkim mü’minleri ilgilendirir. Mü’minler asker olurlar, böylece güven sağlarlar.

Tarihte daima asker sınıfı olmuştur. Savaşanlar hep üstün sınıf olmuşlardır. Bugün de askerler her yerde gizli veya açık olarak hakimdirler. Neden? Çünkü silahları ve disiplinleri vardır. Bir bakarsınız ki onda bir azınlık devlete hakimdir. Ne sayesinde? Örgütlenme sayesinde.

Örgütlenme demek, askeri teşkilat kurup onun disiplinine girme demektir. Bu da serbestlikten ve hürriyetten fedakârlık demektir. Yoksa disiplinsiz ordu olmaz. O halde insanlar ya ‘müslim’ olup hürriyetlerini seçecek, gelişigüzel serbestçe ve rahat olarak yaşayacak, ya da ‘asker’ olacak, disiplin içine girecek ve komutanına itaat edecektir. Tabi ki bu sıkıntıların karşılığında belli ayrıcalıkları olacaktır. Silah taşıyabilecek, siyasi kararlar alırken oy sahibi olacaktır. İslâmiyet silahlı kuvvetlerin üstünlüğünü kaldırmamıştır, ancak demokratikleştirmiştir. İsteyen ‘bedelli’ olur, isteyen ‘nöbetli’ olur. Burada nöbetli olmak tamamen serbesttir. Aksi serbest değildir. Kişi nöbetli iken bedelli hâle gelemez.

حَتَّى يُحَكِّمُوكَ (XatTAy YuXakKıMUvKa)  “Seni hakem yapmadıkça îmân etmiş olmazlar.”

Kendilerini güvene almış olmazlar, nâsın güvenliğini de sağlayamazlar.

Hukuk düzeni ile askeri düzen arasındaki en büyük fark, hukuk düzeninde başkanın emretme yetkisi yoktur.

Hukuka aykırı işler yaparsan hakemlere gidilir, sorunu hakemler çözer. Askeri düzende ise kişi komutanını hakem seçmek zorundadır. Onun verdiği karara da boyun eğme durumundadır. Yani, asker olurken komutanını sen seçiyorsun ama ondan sonra Allah için ona teslim oluyorsun. Beğenmiyorsan, komutanını değiştirirsin ama komutana kayıtsız şartsız itaat edeceksin. Öl derse öleceksin, şehit olacaksın. İşte asker olma bu demektir. Kolay değildir. Ama şerefi de o kadar yücedir. Erler onbaşılarını, onbaşılar yüzbaşılarını, yüzbaşılar binbaşılarını, binbaşılar albaylarını, albaylar generallerini, generaller ordu komutanlarını, ordu komutanları da devlet başkanlarını seçmiş olurlar. Emre kayıtsız şartsız itaat ederler.

فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ (FIyMAv ŞaCaRa BeyNaHuM)  “Aralarında çıkan nizalarda”

Aralarında çıkan nizalarda mutlaka başkanlarının hakemliklerine başvuracaklardır. Bu kayıt şunu ifade eder ki, bu askeri disiplin askeri konulara aittir, askeri görev icabı olan işlerde başkanı yani komutanı mutlaka hakem yapacaklardır. Yoksa dışarıda müslimlerle çıkan nizalarda onlar da hakemlere gideceklerdir. En yakın komutana başvuracaklar ve son merci başkan olacaktır. Bedelli olanlar ise hakemlere giderler.

Başka bir ifade ile; güvenlik işlerinde kamu görevlerini ifa ederken hep karar verip komutanın aldığı kararda tam itaat şarttır. Bununla beraber komutana Allah için itaat edeceklerdir.

Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yani, başkana itaat eden topluluğa itaat etmiş olur. Disiplinsiz iş doğru olsa da başarıya götürmez. Disiplinli tek elden yürütülen hareket başarıya götürür.

ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ (ÇumMa LAy YaCıDu FIy EaNFuSıHıM)  “Sonra nefislerinde bulmazlar.”

Savaşın temel dört kuralı vardır: a) Birincisi, erken davranmaktır. Kim erken silah çekerse o karşı tarafı vurur ve yener. b) İkincisi, birlikte hareket etmektir. Nasıl davranırsan davran, kitlesel hareket kişisel hareketi her zaman yok eder. c) Üçüncüsü, ölümü göze almaktır. “Ya ölüm ya zafer” diyen taraf, demeyen tarafı mutlaka yener. Ölümü göze alan insandan daha güçlü silah yoktur. d) Dördüncüsü, şaşırtma hareketini yapmak. Düşman savunmaya hazır olmamalıdır. Burada bildik değil, beklenmedik yerden vurmak gerekir.

Bütün bu şartlar emir komuta zinciri ile oluşur. Kişilerin amirlerine akılları ile değil, refleksleri ile itaat etmeleri ile olur. Burada itaat edilen üst değildir. Topluluğun kendisidir. Allah içindir. Şehit olmayı bunun için göze alırız.

Tekrar ediyoruz; bunu göze alamayanlar ‘mü’min’ değil, ‘müslim’ olmalıdırlar.

حَرَجًا (XaRaCan)  

Harç” duvar yapılırken taşları birbirine bağlamak için kullanılan toprak veya kireçten yapılmış ara malzemedir. Harç yaparken duvardan dışarıya harcın taşmasından fiildir. Sonra bu çıkmak kelimesi şekline dönüşmüştür. “Haraç” ise kişilerden alınan kişi başına vergidir. Kişi üretsin üretmesin, alınan vergiye “haraç” denmektedir. Ödeyen için sıkıntı meydana getirmektedir. Ona da noktasız “harac” deniyor. Yani sıkıntı ve üzüntü demektir. Kur’an’da “dayyik”la beraber geçmektedir. Dayyik ve haraç insanda hissedilen faklı hislerdir. Dayyik darlık, haraç sıkıntı olarak tercüme edilebilir. Dayyik, karşı taraftan baskı görmektir. Haraç ise çözüm bulmadan doğan sıkıntıdır.

Mü’minler mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Şair şöyle diyor:

Canı canan dilemiş, vermemek olmaz gönül/ Ne niza eyleyelim, ol ne senindir, ne benim.

Canı Allah istemiş. Neye karşılık? Cennete karşılık. O halde uğruna seve seve canı vereceksin. Savaşta komutana itaat ederek verdiğin can, Allah’a verdiğin candır.

Askerler barışta da amirlerine ya kayıtsız şartsız itaat ederler, ya da amirlerini değiştirirler.

مِمَّا قَضَيْتَ (MımMAv QaWaYTa)  “Kaza ettiğinde.”

Burada ‘hakemte’ denmiyor, “kadayte” deniyor. Çünkü askerlikte yargı ile icra birbirinden ayrılmaz, başkan aynı zamanda hakemdir. Hattâ Hazreti Muhammed ve Hazreti Ebu Bekir zamanında kadı ile emir yani vali aynı kimse idi. Muaz ibni Cebel’e ne ile hükmedeceksin demiştir. Gönderilen valiler daha çok kadı idiler. Kadıları Hazreti Ömer ayırmıştır. Hakem sistemi yerine hakim sistemi onun tarafından teşri edilmiştir. Oysa hukuk düzeninde kararlar hakemler tarafından alınır. Başkan o kararları icra eder. Ayrıca hakim yoktur. Bundan dolayıdır ki burada ‘hakemte’ denmiyor da “kadayte” deniyor. Halbuki başka yerlerde hükmettiğinizde adaletle hükmedin, hükmettiğin zaman adaletle hükmet diyor; orada kaza et demiyor.

وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا(65) (Va YuSalLıMUv TesLIyMan)  “Tam bir teslimiyetle teslim olurlar.”

Yani, hükmün icrasında tamamen rıza gösterir, direnmezler.

Padişahlar sadrazamların ölüm fermanlarını verdikleri zaman, onlar büyük bir sadakatle başlarını teslim eder ve itaat ettikleri için de şehit olduklarına inanırlardı. Karşı koyup direnmeleri hâlinde kâfir sayılır, cehennemde ebedi kalacaklarından korkarlardı.

Babamın anlattığı bir kıssayı sizlere aktarmakla İslâm ulemasının nasıl bizim gibi düşündüğünü göstermiş olayım.

Köyümüzde (Artvin, Borçka, Camili’de) biri bir adamı öldürdü. Muhakeme edildi ve Rus mahkemeleri tarafından idama mahkum edildi. Hapishaneden idam yerine gidilirken bir köprüden geçilecekti. Köprü altı büyük bir dere. Hocaya soruyor. Ben geçerken beni götürecek iki askeri de sürükleyerek köprüden atarım, beraberimde iki Rus kâfiri de öldürürüm demiş ve fetva istemiş. Hoca; sen bir suç işledin, mahkeme mahkum etti, cezanı rızanla çekersen âhirette artık cezalanmazsın. Ama şimdi direnirsen, bu dünyada yine ölürsün ama âhirete kâfir olarak gidersin. Rus askerlerin suçu ne? Devletin düzeni içinde karar alınmış, itaat edeceksin denmiştir. İşte görülüyor ki, Ruslar kâfirdi, ama devletleri devletti, verilen kararlara uyacaksın diye fetva veriliyordu. Bu fetvayı veren bir köy hocası idi; hem de kâfir diyarında köy hocası idi.

Bunlar İstiklâl Savaşımızda hep bizim yanımızda yer aldılar ve o kâfirlerle savaştılar.

İşte başkana ve yönetime itaat budur. İslâmiyet kesinlikle anarşiyi ve isyanı kabul etmez. Ya itaat veya hicret.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنْ اقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ أَوْ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ مَا فَعَلُوهُ إِلَّا قَلِيلٌ مِنْهُمْ

وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا(66)

وَإِذًا لَآتَيْنَاهُمْ مِنْ لَدُنَّا أَجْرًا عَظِيمًا(67) وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا(68)

وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ

وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا(69) ذَلِكَ الْفَضْلُ مِنْ اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ عَلِيمًا(70)

 

وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ (Va LaV EanNAv KaTaBNAv GLeYHıM)  

“Biz onlara ketb etmiş olsaydık.”

Ketbetmek” demek, iki deriyi deriden alınmış sırım ile çift dikiş yapıp dikmek demektir. Sonra, insanları yükümlü kılmak demektir, farz etmek demektir.

Sözleşmelerde karşılıklı bağlanmalar olduğu için derilerin dikişine benzetilerek ketbetme demektir.

Yazmak da ‘ketb’dir. Yazılı olan ‘kitap’ adını alır. Sözleşme mahiyetinde olana, birbirini bağlayıcı mahiyette olana, yazılı olana ‘kitap’ denir. Diğerlerinin adı ‘sahife’dir. Roman, kitap değil suhuftur.

Lav” kelimesi, olmamış bir olay için şart olarak kullanılır. “Gelseydin, sana ikram edecektim” dediğimiz zaman; gelmedin, dolayısıyla ben de ikram etmedim demek olur.

Demek ki, Allah böyle bir şeyi yazmadı, böyle bir şeyi emretmedi. Allah müslimlere savaşmayı emretmemektedir. Mü’minlere, kendi bulunduğunuz yerde isyan edip katletmeyi emretmemektedir.

أَنْ اقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ (ENı ıQTuLUv EaNFuSaKuM)  

“Nefislerinizi katledin.”

Yani; zulüm yönetimine karşı çıkınız, iç savaşla düzen değiştiriniz diye emretmiş olsaydık, siz bunu yapmazdınız. Biz böyle bir şey emretmedik. İç savaşı sizin için meşru görmedik. Mevcut düzene itaat edin diye emrettik. Sadece tebliğ suretiyle cihat yapınız diye emrettik.

Nefislerinizi katledin” demek, birbirinizi öldürün demektir, iç savaş çıkarın demektir.

“İn Ketebnâ” demeyip “Lev Ketebnâ” demiş olması, böyle bir emrin olmadığı anlamındadır.

أَوْ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ (EaVı uPRuCUv MıN DiYARıKuM)  

“Ya da diyarınızdan huruc edin.”

“Zulüm diyarından çıkın” deseydik, yani; ya isyan edip iktidarı silahla ele geçirin, ya da ülkenizi terk edin diye siz mü’minlere emretmiş olsaydık, onu yapmazdınız.

Başkana itaat edileceği emri verilmiştir. Ama başkanın hakemliğine itaat edilecektir. İcraat ise şeriattadır. Dolayısıyla ‘biz ketbetseydik’ demektir. Başkanların kanun yapma yetkileri yoktur. Onların görevi kanunları uygulamadır. O sebepledir ki; ne isyanı, ne de hicreti başkanlar emredemez.

Yasama ve yürütme ayrılığı olarak ifade edilen bu hükümlerin, Türkiye’de adı var kendisi yoktur. Kanunları hâlâ hükümet yapıyor. Meclis sadece hükümetin yaptığı kanunları görüşüyor. Sonunda hükümet katılıyor mu diye soruyor. Ondan sonra söylüyor. Batı dünyası her şeyin sahtesini yapabiliyor.

İslâmiyet’te diyardan huruç yoktur, diyara hicret vardır, birbirine muhaceret vardır. Zalim bir ülkeyi terk edip sağa sola dağılmak yoktur. Zulüm ülkesinde önce cihat yaparsın, tebliğ yaparsın. Bu arada cemaatleşirsin. Bir başkanın çevresinde toplanırsın. Uygun yere hicret edersin. Ama; ‘ben burada zulme uğruyorum, Mekke veya Medine’de mücavir olacağım’ diye ülkeyi terk etme yoktur. Ülke içinde isyan çıkarma da yoktur. Bu âyet bize şunu gösteriyor ki; kendi aramızda çıkan ihtilafları kendi başkanımıza çözdürmeliyiz.

مَا فَعَلُوهُ (MAv FaGaLUvHu)  “Onu fi’letmezlerdi.”

Burada “Hu” zamiri tek olarak gelmiştir. “Yarın Ahmet veya Mehmet gelsin, gelirken arabayı da getirsin” deriz; “Gelirken arabayı da getirsinler” demeyiz. Yani, hangisi gelirse o arabayı da getirsin demiş oluruz. Burada da ‘onu yapmazlardı’ demek, hiçbirisini yapmazlardı demektir. İkisi birden yapılamayacağı için “Huma” zamiri değil de, “Hu” zamiri gelmiştir. Yani; ne iç savaş çıkarırlardı, ne de o diyarı terk ederlerdi demektir. İnsan psikolojisi iktidara karşı gelme şeklinde değildir. İktidara itaat etme iç yapısına sahiptir. Bulunduğu yeri tek başına terk etmek de çok zordur. Ancak kitlesel göç mümkündür. Tarihteki göçler hep böyle kitlesel olmuştur. Savaşla veya savaşsız, bir yere göç başladı mı oraya taşınma olur.

إِلَّا قَلِيلٌ مِنْهُمْ (EılLAv QaLIyLan MıNHuM)  

“Onlardan çok azı bu işi yapardı.”

Osmanlıların yenilmesinden sonra Sevr ile Türkiye yok edilmek istenmiştir. Bu durum Yahudilerin işlerine gelmiştir. Rum ve Ermenileri silahlandırdıktan sonra, Türkleri camilere doldurup yakmaya başlatmışlar; Türkleri de çeteler hâlinde teşkilâtlanıp direnmeye zorlamışlardır. Türkiye devletinin kurulmasına izin vermişler, ancak bu devletin dinsiz olması gerektiğini söylemişlerdir. Türkiye’de dinsizlik yapılmış, Müslüman Türk halkı devletine düşman edilmiştir. Kürt isyan(lar)ı bu tezgahın sonucudur.

Türkiye’de Müslümanlar iktidara karşı hep kışkırtılmıştır. Bu illegal çalışmalara karşı Akevler, Millî Görüşçüler ve Risale-i Nurcular karşı çıkmışlardır. Devlete karşı kışkırtanlar sonra çekilip otururlar. Çok azı bu kışkırtmalara âlet olmuşlardır. Kur’an bunu bize emretseydi, çok az insan bu emre itaat ederdi. Türkiye’yi terk etme de böyledir. Allah emretmemiştir. Ama emretmiş olsaydı, insan psikolojisi buna müsait değildi.

وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِهِ (Va LaV EanNaHuM FaGaLUv MAv YuGaJUvNa BıHı)  

“Onlar kendilerine va’z olunanları fi’letselerdi, onlar için hayır olurdu.

Burada vazolunan yukarıda söylenenler değildir. Öyle olsaydı “Ellezi Yuazu Bihi” olurdu. Kendilerine her ne vazolunmuşsa onu fi’letselerdi kendileri için hayır olurdu. Bu ‘vaız’ nedir?

Önce bir başkan çevresinde Kur’an okumaya başlanacaktır. Mevcut topluluğa karşı gelmeden, onların düzenini bozmadan bir topluluk oluşturulacaktır. Allah’ın emirleri ne ise onları öğrenip aralarında uygulayacaklardır. Bundan sonra muhaceret olacaktır. Bir yerde, birilerinin bulunduğu yerde toplanacaklar, bir site oluşturacaklar ve sitenin yönetimini ellerine alacaklardır. Onlara saldırılar gelecektir. Saldırılara karşı kendilerini savunacaklar; saldırmayacaklardır. Bu birliktelik bir bucak seviyesinde olacaktır. Böyle bağımsız bir sitenin kurulmasına hangi devlet izin verirse oraya gideceklerdir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti kanunları buna müsaittir. Kooperatif kurar ve bin hanelik site oluşturursunuz. 5000 nüfusu geçen böyle bir site belediye olur. Bedeni ceza uygulaması dışında her türlü yönetim belediyece yapılabildiği gibi; kooperatif tapuları kişilere vermez. Hakem kararlarına uymayanları bucak site dışına çıkarır. Orada olanlar böylece tamamen şeriata uygun yaşarlar. Bugünkü cumhuriyet kanunları buna tamamen müsaittir. Mevzuat dışında zulüm yapan yöneticiler olabilir, Allah onları iktidardan kendisi indirir. Mü’minlerin onun iktidarı ile uğraşmalarına gerek yoktur.

Biz Akevler’i bu amaçla kurduk. Katılanlar ‘Biz Müslümanız’ dedikleri için bu işleri yapacaklarını sandık ve yapmalarını istedik. İlâhiyat hocaları bir olup önce tapuları almak için bizimle savaşa giriştiler. Tarikatçı ortaklar da onların yanında yer aldılar. Analdık ki, biz yanlış yapmışız. Bu âyetin dediği gibi; bunlar kendilerine vazolunanları yapmıyorlar. Tapuları kendilerine verdik. Buradaki “Lav” kelimesi onların yapmadıklarını ifade ediyor. Yapsalardı kendileri için hayır olacaktı.

لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (LaKAvNa PaYRaN LaHuM)  

“Onlar için hayır olurdu.”

Akevler faaliyeti, Müslüman oldukları için Allah’ın dediklerini yapacaklarına inandığımız kimselerle giriştiğimiz Akevler denemesi akamete uğramasaydı, bugün Türkiye’de demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti oluşmuş olacaktı; yani, şeriata dayalı adil İslâmî hak düzeni gelmiş olacaktı... Türkiye bugünkü sıkıntılarda olmayacaktı... II. Sevr dayatması karşısında olmayacaktı… Ekonomik krizler yaşanmayacaktı...

Akevler’den ilk dürtüyü alan Nur şakirtleri (F. Gülen cemaati) bugün faizli ve zinalı düzen içinde dünyada okullar kurmuşlardır... Millî Görüşçüler anayasa çoğunluklu iktidarı ele almışlardır... Holdingler dünyada etkin olmaya başlamışlardır... “Adil Düzen” dünyada duyulmuş, kitaplar yazılmaya başlanmıştır...

Bugün bunların hiçbirisi İslâm düzenine gelmemiş, Batı dünyasının faizci ve zinacı düzeni içinde başarılar göstermişlerdir. Akevler basit bir dürtü ile bunları yapmıştır. Ya Allah’ın dediklerini yapıp da Akevler İslâmî site olarak oluşsaydı; demokratik ve lâik düzen orada tesis edilseydi; liberal ve sosyal hukuk düzeni oluşsaydı; yani, şeriata dayalı adil İslâmî hak düzen gerçekleşseydi; sadece Türkiye değil, dünya değişecekti.

Ama yapmadılar!..

Adil Düzenciler ileride bunları yapacaklar; kendilerine vazolunanı yapacaklar ve II. Sevr olsa bile, yeniden İstiklâl Savaşı ile Adil Düzene göre İkinci Cumhuriyeti kuracaklardır…

Allah’ın vâdidir. Allah nûrunu tamamlayacaktır. Allah vâdinden hulfemez.

وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا (Va EaŞadDe TeÇBıyTan)  

“Tesbitte daha şiddetli olurdu.”

Akevler bir tesbit yaptı, bir hareket başladı. Dernekler kuruldu, vakıflar kuruldu, partiler kuruldu, şirketler kuruldu… Müslümanlar büyük hamleler yaptı... Bugün her sahada zalim faizli ve zinalı düzende ileridedirler... Ama bir türlü tutunamıyorlar; bir taraftan başarı elde ederken, diğer taraftan çöküyorlar, dağıtılıyorlar, kapatılıyorlar… Ne dernek, ne vakıf, ne parti ve ne de şirket olarak huzurludurlar. Her biri diken üzerinde oturuyor. Oysa bunlar Allah’ın vazettiği gibi faizsiz ve zinasız bir adil düzen içinde oluşsaydılar; kendi teşkilatlanmalarını demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni içinde yapsaydılar; yani şeriatçı, adil, İslâmî hak düzeni tesis etseydiler; bugünkü krizler, çöküntüler, dağılmalar ve tehlikeler olmayacaktı. Daha sağlam olacaklardı. Sağlam olarak tutunmuş olacaklardı. Saadet Partisi’nin başına gelenler gelmeyecekti. “Adil Düzen”i bırakmanın cezasını çekmeyecekti. AK Parti her gün diken üzerinde oturmayacaktı. Basın bir bakanın ‘görgüsüz’ kelimesini yaygara yapmayacaktı. Bakan hata edebilir ama basın bunu ağzına dolayamayacaktı.

***

وَإِذًا لَآتَيْنَاهُمْ (Va EıÜaN LeETeYNaHum)  

“Biz de işte o zaman onlara îta ederdik.”

Kur’an okuyorsunuz ve ‘Allah böyle diyor’ diyorsunuz; Hadis okuyorsunuz, Kur’an’ın dediklerini teyid ediyor; Fıkıh kitaplarına bakıyorsunuz, müçtehitler sizi teyid ediyor. ‘Ben müslümanım’ diyen kimselere, ‘ben mü’minim’ diyen kimselere anlatıyor ve ‘böyle yapalım’ diyorsunuz. Aval aval bakıyor, dediklerini yalanlayamıyor ama; ‘gelin amel edelim’ dediğiniz zaman; ‘Bu dediğiniz şimdilik mümkün değil!’ diyor!

En akıllı olanı ‘faiz birden kalkmaz’ diyor. Biz de ‘faiz birden kalkar’ demiyoruz; ama kalkması için çaba sarfetmeye başlarsan bir gün kalkar diyoruz. Ama, kalkmaz diye kaldırmaya başlamazsan, hiçbir zaman kalmaz. O zaman Allah başkalarını getirir ve onlar kaldırır, istibdal eder. Bunu biz söylemiyoruz, Kur’an söylüyor. Allah ile savaş içinde olan faizciler Allah’ı yenemeyecekler; siz de göreceksiniz, yenemeyecekler…

مِنْ لَدُنَّا (MıN LaDunNAv)  “Ledunumuzdan verdik.”

Ledunumuzdan” demek, kendiliğimizden demektir. Yani, bir karşılığı olmadan demektir.

Siz Allah’ın dediklerini yaparsanız, Allah size sizin beklemediğiniz yerden, kendi ledunundan ecri azimi verir. Yıkması da öyledir. Faizci ve zinacılar zannediyorlar ki; Allah bizi faiz ve zinadan vuracaktır, o anda da biz tedbir alırız, bir şey olmaz diyorlar. Oysa, Allah beklenmedik yerden faiz sebebiyle, zina sebebiyle vurur. Emirleri dinlersen, oruç tutarsan; oruç tuttuğun için ecir vermez. Hesap edemediğin yerden onun iyiliğini görürsün. Alışveriş yaparsın; karşılıksız olarak bir şeyi eklerler ve ‘bu da bizden’ derler. İşte Allah da aynı şeyi söylemekte; ‘Bizden’ ‘Ledunumuzdan’ deyince, karşılıksız olarak vereceğini bildirmektedir.

أَجْرًا عَظِيمًا (EaCRaN GaJIMan)  “Azim bir ücret ita edecektir.”

Ecr”dir. Çünkü vazedilenleri fi’lettiler.

Burada dikkat edilecek olursa ‘îmân ettiler’ demiyor, ‘fi’lettiler’ diyor. Çünkü bu hitap mü’minleredir. Burada fikrî inanç değil de, fiilî hareket isteniyor. Çünkü fikrî inançta herkes müslüman, ama fiilî icraatta herkes zulüm düzeni içinde zulme ortak olarak yaşama peşinde koşmaktadır.

Avrupa Birliği nedir? Dünyayı iki üç asırdır Avrupa sömürüyor. İki cihan savaşı Avrupa’yı sarstı. Dünya uyanmaya başladı. Sovyetler dağıldı ama uyandı. Çin gelişiyor. Müslüman ülkeler gelişmekte. Afrika bile nerede ise uyanmaya başlayacak. Güney Amerika çalkalanıyor. Batı hakimiyetini kaybetme tehlikesinde. Dünya silahlanıyor, dünya ekonomisini düzeltiyor. Avrupa birleşerek eski sömürü zulmünü devam ettirmek istiyor. Türkiye de AB’ye girerken; ben de size katılayım, dünyayı beraber sömürelim diyor; Batı da pastaya ortak etmek istemiyor, ama diğer taraftan da Türkiye dışta kalırsa sömürme işimiz zor olur diyor. İşte oyalama bundan. Almayalım, ama biz güçleninceye kadar da Türkiye Müslümanlarla bir iş yapmasın diyor. İşte bu durum Türkiye’yi yıkacaktır. Oysa “Adil Düzen”i kabul etselerdi, Allah çok büyük ecri kendi ledunundan verecekti.

Akevler’de de durum bundan başka bir şey değildir. Gerek ilâhiyat hocaları, gerek tarikat ehli, gerekse nurcular Akevler’i desteklemekten vazgeçip zulüm düzeninin emrine girdiler!.. Faizci ve zinacı düzeni alkışladılar!.. Şimdi de dünyayı birlikte sömürmek için onlarla işbirliği içinde oldukları için uçuyorlar!..

Onlar ecri azimden mahrum olmuşlardır.

***

وَلَهَدَيْنَاهُمْ (Va La HaDaYNAvHuM)  “Biz onlara hidayet ederdik.”

İnsanlar eğer inandıklarına göre hareket etmezlerse, bildiklerini yapmaz, amellerini ona göre düzenlemezlerse, Allah onları şaşırtır, kolayı zor görmeye başlar, zor olanı da kolay görmeye başlarlar. Zor olanı kolay gösterir ve çıkmaza girerler. Ama eğer insan doğru bildiği şeyi bildiği gibi amel ederse, Allah ona doğru olanı doğru gösterir, onu kolaylaştırır. Amel ettikçe doğru yolları da görmeye başlarsınız.

Millî Görüşçüler “Adil Düzen”i bildiler. Nasıl?

Çünkü onlar gerçekten Allah’ın yolunu bulmak için yola çıktılar.

1969’da bağımsız adaylığında Erbakan üç misli oy aldı. Yetmedi, dört yıl sonra yapılan seçimde iki yıllık parti 50 parlamenter çıkardı. “Adil Düzen” söylemini kullanmaya başladığında oyunu artırarak en çok oy alan parti oldu. Ondan sonra ne yaptı? “Adil Düzen”i bıraktı. Peş peşe kapandı. Yetmedi; oylar düşe düşe, maalesef %2.5 seviyesine indi. Çünkü yanlış siyaset yapmaya başladı.

Adil Düzen” şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadır. Acaba Ak Parti nasıl iktidar oldu? AK Parti, AKP’den gelmeyen ANAP’lıları bakan yaparak kendisini kamufle etmek istemiştir. Ne var ki, o bakanlar da Akevler ile ilişkisi olan kişilerdi ve “Adil Düzen” yanlısı kimselerdi. Ama maalesef iktidar olduktan sonra onlar da “Adil Düzen”e karşı çıkmaya başlamışlardır. Yanlışlar peş peşe gelip gidiyor, ama ana sorunların hepsi duruyor; işsizlik, borçlar, yargı ve basın sorunları bütün heybetiyle durmakta!.. Baş savcı aklına geldiği zaman beyanat veriyor ve bakan soruyor; ‘Sen bunu hükümete yönelik mi söyledin?’ Savcı ‘Hayır!’ demiyor; ‘biz her zaman beyanlarda bulunuruz’ diyor ve hâlâ yerinde duruyor!.. Ne zamandan beri baş savcı hükümeti denetleme yetkisini kendisinde buldu?!. Hani hiçbir kurum ve kişi anayasadan almadığı yetkiyi kullanamazdı?!.

صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا (SıRaOan MuSTaQIyMan)  

“Müstakim sıratı ona gösteririz.”

Burada müstakîm sırat nekiredir. Oysa, Fatiha’da sırat marife olarak geçmektedir. Bu sırat o sırat değildir. Bir hedefe ulaşmak için giriştiğin işin sıratıdır. Bu yer ve zamana göre değişiktir. Hedef nedir?

Türkiye’yi muasır medeniyetin fevkine çıkarmaktır. Bunun bugün Türkiye için yolu “Adil Düzen”dir. Türkiye bugün “Adil Düzen”i bırakmış, AB yolunda hedefe ulaşacağını zannediyor. İşte yeni TCK bunun çok açık örneğidir. Yeni Ceza Kanunu AK Parti’yi zaten yıkacaktır, ama Türkiye’yi de yıkabilir. Ceza hukuku, Mısır uygarlığından gelen hapis sistemine dayanan bir düzendir. Batılılar İslâmiyet ile temas ettikten sonra akit serbestliğini ve İslâm hukukunu benimsediler; ama ceza hukukunu bir türlü alamadılar, değiştiremediler. Çünkü ceza hukukunu değiştirmek kolay bir iş değildir. Dolayısıyla sırat-ı müstakimi bulamamaktadırlar. Oysa Allah’ın vazettiğini yapsalardı, hak yolu bulabilirlerdi. Bundan sonra böyle yapmayanlar anlatılacaktır.

***

وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ (Va MaN YuOıGı elLAHa)  

“Allah’a itaat eden.”

İnsanlar birlikte yaşarlar. Kimse kendi başına dağda veya çölde yaşayamaz. Önce zaten çok küçük doğmakta ve anne ile baba tarafından büyütülmektedir. Kuşlar ve memeliler böyledir. Oysa sürüngenler, kurbağalar, balıklar ve diğer bütün canlılar yumurtalarını bırakır, her canlı kendi kendine büyür. Bununla beraber arılar gibi sürü hâlinde yaşayanlar da vardır. İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için kurallara göre hareket etmeleri gerekir. Ancak böylece birbirlerinin ne yapacaklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Nasıl doğa kanunlarını bilmeden yaşayamazsak, sosyal kanunları bilmeden de yaşayamayız. Sosyal kanunlar ise kurallı davranmalardır. Allah’a itaat etmek demek, onun koyduğu şeriat kurallarına uymak demektir. Bu şeriat kuralları içtihat ve icmalarla ortaya çıkar. Bir ulusun icma yapabilmesi için 70 milyon insan bir araya gelemez. O sebeple temsilciler gönderilir, onlar vekâleten icma yaparlar. Hattâ mezhepler de temsili yoldan oluşur.

Allah’a itaat etmek” demek, yasalara uymak demektir. Yasaları meclis yapar. Onlar halkın vekili olup vekâleten karar alırlar. Beş senede bir değiştirme sistemi vekâlet sistemini zedeler. Müvekkil vekilini her zaman değiştirebilmelidir. Batı demokrasisi ile İslâm demokrasisi arasında bu temel fark vardır. Bu ikinci ana farktır. Birinci fark ekseriyet sistemidir. Oysa İslâmiyet’te ortak vekilin vekâleten verdiği karar uygulanır.

وَالرَّسُولَ (Va eRaSUIvLa)  

“Ve resule itaat eden.”

“Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” denmiştir. Burada ise “Va” harfi ile atfedilmiştir. Dolayısıyla “Allah’a itaat” ile “Resule itaat” farklı görülmüştür. Kimi yerde “Allah ve resulüne itaat etmek”ten bahsetmektedir. Ona zamir gönderirken de müfret olarak göndermektedir. O hakemler müessesesidir, yargıdır.

Başka bir âyette de “Allah’a itaat ediniz, resule itaat ediniz” denmektedir. Orda “itaat” kelimesini tekrar etmektedir. O itaat de tamamen icra ile ilgili itaattir. Meclis kanun yapar, hükümet onları uygular. Uygulamada meclis hükümete, hükümet de yasamada meclise karışamaz. Eğer icra şeriata aykırı ise yani kanunlara uymuyorsa, o zaman meclisteki şûra üyeleri hakemler nezdinde dava ikame ederler. Ama meclis re’sen hükümeti veya bakanı düşüremez. Bu sebepledir ki, “resul” Allah’ın yanında bağımsız olarak zikredilmiştir. Yine de resul demektedir. Mürsil meclistir. Başkana itaat edilecek, ancak şeriatın sınırları içindeki emirlere riayet edilecektir.

فَأُوْلَئِكَ (FaEuLaEika)  “İşte onlar”

Allah ve resule itaat eden kimseler, topluluk içinde yaşamak için o topluluğun kurallarına uymak, yetkililerin verdikleri emirleri dinlemek durumundadırlar. İnsandan istenen budur. Bu kolay değildir. İnsana aş ve iş gerek. Dinlemek karın doyurmaz.

Adil Düzen” nedir? Herkese aş, iş ve eş sağlayan bir düzendir. Bir ülke düşünün ki; sabah kalkıldığı zaman herkesin işi vardır, işten atılma korkusu yoktur, ücretinin kesilmesi korkusu yoktur... Bir ülke düşünün ki; ben ne yiyeceğim diye bir endişesi yoktur, sosyal güvenlik içindedir... Çalışamasa da, çalışmasa da karın doyuracak kadar geliri vardır... Kadınlar koca aramakla meşgul değildir, kocasız kadın yoktur... Böyle bir ülkede kimse kanunları çiğnemiyor; ne hırsızlık var, ne rüşvet var, ne de kaçakçılık var... İşte “Adil Düzen” budur. Bu da bir bucak içinde sağlanabilir. Yeter ki insanlar inansınlar ve böyle bir yerde yaşamaya karar versinler.

Allah’ın vazettiği sitelerini kurarlarsa, ‘işte onlar’ Allah ve resule kolaylıkla itaat ederler.

مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ (MaGa elLaÜIyNa ENGaMa elLAHu GaLaYHıM)  

“Allah’ın kendilerine in’am ettiği kimselerle beraberdir.”

Yine Fatiha Sûresi’nde geçmişti; “Sırâta’l-lezîne en’amte aleyhim” denmişti. Burada “sıratan” kelimesini nekire getirmiştir. Ama kendilerine in’am edilen kimselerle beraber olacaklarını bildirmektedir.

“Rahmet” daha çok soysal ihsanlardır. “Nimet” ise daha çok ekonomik nimetlerdir. İkisi de dünyevi nimetlerdir. Tarih boyunca insanlık hep evrimleşmiş ve ekonomide refahı artırmıştır. Ne var ki, peygamberlerin getirdiği düzeni kabul eden kavimlerde refah başlar ve zenginlik oluşunca onu istismar eden tekelci düzen ortaya çıkar. Allah’ın nimetine küfranlık etmeye başlar. Bunun sonucu olarak krizler doğar. Bugünkü dünya bu krizleri artarak yaşıyor. İşte o zaman Allah’ın uyarısı gelir, insanlar mustakim sırata dâvet edilir. Genel olarak dinlemezler ve onlar helâk olur. Yeniden Allah’ın vazlarını dinleyen cemaat ortaya çıkar.

Bugün bu hizmeti yüklenmiş olanlar Adil Düzencilerdir.

Adil Düzencilerin dışında da Allah’ın şeriatına çağıranlar vardır. Mesela, bugünlerde 5 milyon insan ölen Papa’yı uğurladı. Ne var ki, bunlar hakka dâvet ediyor ama çıkış yolunu gösteremiyorlar. Büyük büyük dinî cemaatler vardır. Bunların en yenisi ve en iyisi Nur cemaatidir ama çözümü yoktur. Bugün çözüm üretmiş tek kuruluş Adil Düzencilerdir. Onların bugünkü bu zayıf ve yoksul hâli, onların başarılı olacaklarına delildir. Çünkü zalim düzende zengin olanlar artık o düzenden kendilerini kurtaramazlar, o düzende boğulup giderler...

مِنْ النَّبِيِّينَ (MıNa elNaBıyYIyNa)  

“Nebilerden.”

Burada dört sınıf saymıştır: “Nebilerden, sıddıklardan, şehidlerden ve salihlerden” denmiştir.

Önce “nebileri” ele almıştır. Bunlar âlimlerdir; yani rasihlerdir, fakihlerdir, zakirlerdir. Kur’an’ı sünnet, icma ve kıyas içinde okuyup tezekkür ve tedebbür eden kimselerdir. Bucaklarda ‘ehli zikr’ olanlardır, illerde ‘fakih’ olanlardır, ülkede ‘râsih’ olanlardır. Mekke’de oluşturdukları ilmî meclis ile bunlar arasında ilim alışverişi olur. İnsanlığa bunlar hidayet ederler.

Bakınız, bugünlerde ölen Papa insanlığa bir ümit oldu. 200 ülkeden devlet adamı cenazesine iştirak etti. Roma kaynadı. Neden Mekke’miz tüm insanlığa hidayet nûrunu saçmasın?..

Mekke, Vatikan gibi bağımsız bir bucak devleti olmalıdır. Yalnız Müslümanların değil, tüm insanların hidayet merkezi olmalıdır. Biz bunun için şunu öneriyoruz. Mekke ilini çevreleyelim. İlini diyorum, kentini demiyorum. Her devlete orada kendi halkından ilçe oluşturması için izin verelim. Yaklaşık 100 devlet varsa, 100 ilçe olur. Hacca gelenler oraya gelirler. Bu ili yöneten Mekke emiri olsun. Mekke emiri şeriat kurallarına göre seçilsin. Roma ile Mekke hayırda yarışsın. Hıristiyanlık bu sorunu çözmüş, Vatikan’ı bağımsız devlet yapmış.

وَالصِّدِّيقِينَ (VelÖıdDıQIyNa)  “Ve sadıklar.”

Nebiler” ilim adamlarıdır; ilmî dayanışma ortaklıkları ve şûralarıdır. “Sadıklar” ise din adamlarıdır; dinî dayanışma ortaklıklarının sorumlularıdır. Bunlar insanlara sadâkati öğretirler. Çünkü kendileri sadıktırlar. Bunlar İslâmiyet’te tekkeleri oluşturmuştur. “Adil Düzen”de dinî dayanışma ortaklıklarıdır. Bunlarda tezkiye müessesesi vardır. Her cemaatin başı kendi cemaatinde sadakat bakımından sıralama yapar. Böylece herkesin sadakat derecesi ortaya çıkar. İlk 10 kişi bir sıra olabilir. Sonra gelen 100 kişi ikinci sıra, sonra gelen 1000 kişi dördüncü sıra olabilir. Sonra onların sorumluları da cemaatlerinin az suç işlemesi, çok vergi ödemesi gibi başarı kriterleri ile sıralanabilir. Böylece ilmî teşkilâtlanma yanında dinî teşkilâtlanma da ortaya çıkar.

وَالشُّهَدَاءِ (Va elŞuHavDAEı)  “Ve şehidler.”

Şüheda” şahitlerin cemidir, çoğuludur. Bunlar soruşturmacılardır. Bu da siyasi dayanışma ortaklığını ifade eder. Adil şehadet bir topluluğun temelidir. Şehadet cihattır. Çünkü doğru şahitler her zaman tehdit altındandırlar. İnsanlığın ortak ordusu yoktur. Ortak soruşturmacıları vardır, ortak hakemleri vardır. Devletler arası dahil, çıkacak her türlü ihtilaflar şüheda yani şahitler tarafından hallolur. Diğerleri kurallı erkek sığası ile geldiği halde, “şüheda” kırık çoğulla gelmiştir. Her şahit kendi vicdanıyla şehadet edecektir. Bugünkü yargı bağımsızlığına burada işaret vardır.

وَالصَّالِحِينَ (VaelÖAvLıXIyNa)  “Ve salihler.”

Salihler” ıslah edenlerdir, üretenlerdir. Bunlar eşyayı birbirine uygunlaştırırlar. Eşyayı insana yarar hâle getirirler. Meslekî dayanışma ortaklıklarıdır. Bu hususta da insanlığın ortak dayanışması olacaktır. Üretim, tüketim ve dağıtım bunlar tarafından organize edilecektir. Eskiden bunları loncalar, ahiler yaparlardı.

وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا (Va XaSuNa EuLAEıKa RaFIyQan)  “Refik olarak bunlar ne güzeldir.”

Bunların refik olması demek, bunlar arasında uygunluk olacaktır demektir. Yani; din ayrı, ilim ayrı, siyaset ayrı, ekonomi ayrı tarafa çekmeyecektir. Nasıl vücudun organları ayrı ayrıdır, görevleri farklıdır ama birbirleri ile çatışmazlarsa; aynı şekilde bu dört kuvvet de ayrıdır ama aralarında ahenk ve uyum vardır. Bu uyumu evvela Kur’an sağlayacaktır. Çünkü hepsi onun hakemliğini kabul etmiştir. Ondan sonra sözleşmeler sağlayacak, yani yasalar sağlayacaktır. Ondan sonra hakemler sağlayacaktır. En sonunda başkan sağlayacaktır.

İşte bunların refakatçiliği böyledir. İşbölümü içinde işbirliği yapmak, işte refakat budur.

Mirfak” dirsek demektir, kol demektir, dayanak demektir. Yani; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları birbirlerine dirsek ve mafsalları ile bağlı olacaklardır. Ayrı ama birbirine bağlı olacaktır. İşte “Adil Düzen”de olanlar bu güzellik içinde birbirlerine dayanışma içindedirler. Birbirlerinin işlerine karışmazlar, birbirlerinin işlerini tamamlarlar. Vazolunan kimselere Allah’ın in’am ettikleri bunlardır. Çoklu sistemde herkes kendi dayanışmalarını seçer ve kendi içtihadına göre amel eder.

***

ذَلِكَ الْفَضْلُ (ÜAvLıKa FaWLu)  “Bu fadl”

Müstakim sırat üzerinde olmak. Müstakim sırattır ama caddedir. Dört bulvarlıdır. Her bulvarda yaklaşık on şerit vardır. Bunlar birbirine dayanışma içinde tek hedefe götürmektedir. Müstakim demek, doğru anlamında olduğu gibi; aynı zamanda istikamet anlamındadır da. Yani; yönelmiş, tek hedefe kenetlenmiş. Hepsi aynı yere ulaşmak için çaba gösteriyor. Sonunda bu sayede huzur içinde mesut hayat ortaya çıkıyor. İşte “bu fadl”dır.

مِنْ اللَّهِ (MıNa elLAHı)  “Allah’tandır. Bu fadl Allah’tandır.”

Yani; siz bir şey yapıyorsunuz, bir emek veriyorsunuz; O da karşılığında on veya yirmi misli mahsul vermektedir. Eğer birbirine uygun salih amel olursa, sonuç kat kat yüksek olur. Ama birinin yaptığını diğeri bozarsa, o zaman yerinde sayılır veya geri gidilir. Tuğla yığını ev olmaz, ama bir projeye göre yerleştirirseniz ev olur, yuva olur. İnsanlar da eğer sadece yığın olurlarsa, bir şey olamazlar. Ama eğer bir düzene girer de organize olurlarsa, o zaman işte bu durum Allah’tan bir fadl olmuş olur, Allah’tan gelen fadl olmuş olur.

Allah”ı ‘topluluk’ olarak da mânâlandırırsanız, topluluk oluşturmaktan gelen fadl olmuş olur.

وَكَفَى بِاللَّهِ عَلِيمًا(70) (VaKaFAv Bı elLAHı GaLIyMan)  “Alîm olarak Allah kifayet eder.”

Burada “Alîm” kelimesi nekire olarak gelmiştir. Çünkü Allah’ın halifesi olan topluluk kastedilmektedir.

Bir yere yolculuk yaptığımızda, içimizden birinin yolu bilmesi yeterlidir. Çünkü arabamız hedefine ulaşır. Hiç kimse yolu bilmezse, hedefe varamayız. Hepimizin bilmesi de fazla bir yarar sağlamaz. Böylece bir araya gelmekle, kaç kişi isek her birimizin bilgileri toplanır ve topluluğun bilgisi hâline gelir.

Biz bunu şöyle sağlıyoruz. Herkes köydeki genel hizmet temsilcilerinden kendi seçtiği kimseye danışır. Bilmesi gereken şeyi ondan öğrenir. O bilmiyorsa; ilçedeki görevliye danışır. Her temsilcinin soracağı bir görevli vardır. O da bilemiyorsa; bölgede ihtisas yapmış danışmanları var, onlardan konusuna göre birisine danışır. O da bilmezse; kıta merkezindeki o konunun otoritesine danışır.

Bir de, her bucakta dayanışma ortaklıkları başkanları vardır. Temsilci bucak merkezindeki dayanışma sorumlusuna danışır. O kendi dayanışma ortaklıkları içindeki o konunun temsilcilerine danışır. Sorunu bucakta çözer. Benzer şekilde ilçede sorun çözülemiyorsa; ildeki dayanışma sorumlusu aracılığı ile diğer ilçelerdeki görevlilere danışmış olur. Bölgede de sorun çözülemiyorsa; ülke dayanışma sorumlusu aracılığı ile ülkede bulunan diğer bölgelerdeki mütehassıslara sorulur. Kıtadaki otorite sorunu çözemiyorsa; insanlık dayanışma sorumluları aracılığı ile dünyada mevcut otoritelere danışmış olur.

Demek oluyor ki; bir kişi gerekli olduğunda tüm insanlık ile danışma imkânını bulacaktır. Herkesin her şeyi bilmesi değil, tüm insanlıkta birinin bir şeyi bilmesi yeterlidir. Yeter ki onun onu bildiğini tüm insanlık bulabilsin. Gelecek dünya istese de istemese de “ADİL DÜZEN ORGANİZASYONU”na girecektir. Çünkü hayat o kadar karışık hâle geliyor ki, insanın onların hepsini öğrenmesi imkânsızdır. Bilmeden yaşamak da imkânsızdır. Danışma mekanizması oluşacaktır.

Benim bildiğimi insanlıkla paylaşacağım, insanlığın bildiğini de ben paylaşacağım. Herkese, mesela bir bitki verilecek, o bitkinin her şeyini o bilecektir. Yahut, herkese bir yöre verilecek, o yerin coğrafyasını ve değişimlerini o takip edecektir. Yıldızlar bölüşülecek... Tarihî şahsiyetler bölüşülecek… Kitaplar bölüşülecek... Sürekli istişare mekanizması ile her türlü bilgiye başka insanın beyninde ulaşacağız. İnternete girilmiş olması yetmez. Onu okuyan insan ile görüşebilmeliyim. Bu görüşmeler kamu tarafından ücretlendirilmelidir.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3288 Okunma
2-NİSA 6-10
2274 Okunma
3-NİSA 11-12
5726 Okunma
4-NİSA 13-17
2007 Okunma
5-NİSA 18-22
1955 Okunma
6-NİSA 18-22
1641 Okunma
7-NİSA 23-24
4699 Okunma
8-NİSA 25-30
2063 Okunma
9-NİSA 31-35
3478 Okunma
10-NİSA 36-40
2150 Okunma
11-NİSA 41-46
2393 Okunma
12-NİSA 47-56
2251 Okunma
13-NİSA 57-62
2114 Okunma
14-NİSA 63-70
1961 Okunma
15-NİSA 71-76
2461 Okunma
16-NİSA 77-80
2052 Okunma
17-NİSA 81-87
2264 Okunma
18-NİSA 88-91
2182 Okunma
19-NİSA 92-94
2149 Okunma
20-NİSA 95-101
2030 Okunma
21-NİSA 102-106
2245 Okunma
22-NİSA 107-113
2201 Okunma
23-NİSA 114-116
2576 Okunma
24-NİSA 117-125
2172 Okunma
25-NİSA 126-130
2025 Okunma
26-NİSA 131-137
1986 Okunma
27-NİSA 138-143
2140 Okunma
28-NİSA 144-152
1999 Okunma
29-NİSA 153-158
2060 Okunma
30-NİSA 158-162
2446 Okunma
31-NİSA 163-170
2123 Okunma
32-NİSA 171-175
2259 Okunma
33-NİSA 176
3246 Okunma

© 2024 - Akevler