NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
1986 Okunma
NİSA 153-158

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

يَسْأَلُكَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَابًا مِنْ السَّمَاءِ فَقَدْ سَأَلُوا مُوسَى أَكْبَرَ مِنْ ذَلِكَ فَقَالُوا أَرِنَا اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْهُمْ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذَلِكَ وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُبِينًا(153) وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمْ الطُّورَ بِمِيثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمْ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا(154)

يَسْأَلُكَ (YaSEaLuKa)  “Sana sual ediyor.”

“SEL” kökü “SHL” kökünden gelir. Sehl, ova demektir. Zorluğu yokuş ile, kolaylığı da düzlükle ve ova ile ifade etmişler. Sonra “H”yi “E”ye dönüştürerek kolay kazanmak veya kolay öğrenmek anlamına istemek veya sormak anlamlarında kullanılmıştır. Türkçede dilenmek ile dilemek arasında da ilişki vardır.

Buradaki muhatap olan genel olarak mü’mindir, ama mü’minler içinde tebliğ ile görevli olan âlimlerdir. Daha sonra da uygulamaya nezaret eden başkanlardır.

Hâsılı; Kur’an’a sahip çıkan herkes bu tür suallere muhatap olur. Şüphesiz ilk muhatap Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Burada “Seele” değil de “Yes’elü” şeklinde gelmiş olması, sordular değil de sorarlar denmiş olması, gelecekte kıyamete kadar bu tür suallerle karşı karşıya kalacağımız anlamına gelir.  

أَهْلُ الْكِتَابِ (EaHLu eLKiTABi)  “Ehli Kitap”

Kur’an insanları gruplara ayırmaktadır. Cahiliye dönemimde olup hak hukuk tanımayanlara “müşrik” demektedir. Yahut Tanrı’dan başka bir şeye Tanrı’ya bağlanır gibi bağlanan kimselere hele bu ikinci kimse de tek ise o da müşriktir. Hakkı kabul edip diğer insanlarla kendilerini eşit gören ve ellerinde şeriat kitabı olanlara “ehli kitap” denmektedir. Bunlardan peygamberlere uyanlar ve kendilerine kitap verilenler demektir.

Kur’an ehli de kitap verilenlerdir. İslâm düzenini korumak üzere dayanışma ortaklığı kuranlara da “mü’min” denmektedir.

Burada “Ehli Kitap”tan bahsediyor. Kendilerine kitap verilen olsun olmasın, hakkı kabul edenlerin hepsi sözkonusudur. Çağımızın kapitalistleri, sosyalistleri, milliyetçileri, hepsi ehli kitaptır. Bütün din ve mezhep müntesipleri ehli kitaptır. Bunlar içinden Tanrı’ya inanmayanlar vardır ve inanmak için birtakım olmaz şeyleri isterler. Mesela biri, eğer Tanrı varsa beni cumhurbaşkanı yapsın der. Tanrı emir almaz, emir verir.

أَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ (EaN TuNazZıLa GaLaYyHiM)  “Kendilerine tenzil etmeni isterler.”

Tenzil edecek olan Allah’tır, ancak onlar kendilerine tenzil etmeni isterler. ‘Bize Allah’tan Türkçe kitap getir’ diyorlar. Karşılaştığımız suallerin başında ‘Ben türküm, bana Türkçe kitap getir, o zaman inanayım! Arapların Arapça kitabına ben neden inanacağım?’ şeklindeki ifade gelir. Gerçekten de bu iddia önemlidir. Bu hususu mü’minlerin iyi kavrayıp bu şekilde hitap eden kimselere inandırıcı cevap vermeleri gerekir.

İnsanlık yaratıldığında Allah imtihan etsin diye insanları aciz yarattı, eksik yarattı. Diğer canlılardan ve hayvanlardan daha zayıf ve beceriksiz idi. Allah bu eksikliği onlara gönderdiği peygamberlerle karşıladı. O zaman bütün insanların bir peygamber veya bir kitapta birleşmeleri mümkün değildir. Önce ulaşım yoktu. Bir insanın Amerika’ya gidebilmesi için bir yıl yaya yolculuk yapması gerekiyordu.

Sesli haberleşme yoktu. Mektupla ulaşılabiliyordu. O da taşımacılık kadar seri idi.

Diller farklı idi. Bu dilleri birbirinden aktarma işi çok zor ve pahalı idi. Ayrıca uluslararası ortak ilim dili oluşmamıştı. Ortak kolay taşınabilir para yoktu. O şartlar altında her devre ve her millete ayrı peygamber gönderiliyor ve her halkın düzeni kendi için yapılıyordu.

İnsanlık göçebe hâlinde yaşarken bunun böyle olması gerekiyordu. Oysa artık insanlık uygarlaşmaya başladı. Bir taraftan insanlık uygarlaşıyor, diğer taraftan tüm insanlığı birleştirecek kitap ve peygamberler tedrici olarak getiriliyordu. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun, Hazreti Nuh, İbrahim, Musa, Davut ve İsa bunlar içinde köşe taşlarıdır. Bunlar insanlığı tek kitaba götürecek yol üzerindeki dönemeç noktalarıdır.

Hazreti Nuh aleyhisselâm ilk olarak emirleri kanun hâline dönüştürdü. Peygamberler ve hükümdarlar kanun yapıyor ve halk da onlara uyuyordu. Hazreti Musa aleyhisselâm peygamberlerin kanun yapmasını kaldırdı, şeriat ile yönetimi birbirinden ayırdı. Daha önce Hazreti İbrahim aleyhisselâm rasyonel aklı ve düşünme metotlarını insanlığa öğretmiştir. Hazreti Musa bunları uyguladı. Hazreti İsa aleyhisselâm dini de yönetimden ayırdı ve insanlığa lâikliği öğretti. Daha önce Hazreti Davut aleyhisselâm ekonomide devletçiliği getirdi ve insanlığı dağınıklıktan kurtardı. Mısır’da her şeyi devlet yapardı. Bütün üretimi o ürettirirdi. Mezopotamya’da ise devlet ekonomiye karışmazdı. Hazreti Davut bu iki sistemi sentez etti. Halkın yapabileceğini halk yapsın, devlet karışmasın. Halkın yapamayacağı ve tekelden yönetme zarureti varsa, onu da devlet yapsın. Buna ‘devletçilik’ denir. Bu sosyalizm değildi. Çünkü bütün mallar halkın elinden alınmamıştır. Kapitalizm de değildi, çünkü devlet de iş yapmaktadır. Kur’an işte bütün bu dört bin yıllık çabanın son damgasını vurdu.

Kur’an insanlığın dünyada demokratik, lâik, sosyal ve liberal bir hukuk düzenini tesis etmek suretiyle denge oluşturmuştur. Kur’an böylece 1400 sene sonra oluşacak sanayi dönemine göre düzenlenmiş bir hukuk sistemini getirmiştir. Mesela, hanedanlığı kaldırmış, ehliyete göre ve halkın biat ettiği başkanlık sistemini getirmiştir. 2000 yılına kadar bu sistem gelemezdi. Çünkü devlet adamlarını yetiştirecek bir okul, bir üniversite yoktu. Bugün ise üniversiteler kurulmuş, harb akademileri oluşturulmuştur.Ulaşım ve haberleşme sağlanmıştır. Dilleri artık bilgisayarlar tercüme edebiliyor. İşte bu sebepledir ki dünyadaki ihtilafları azaltıp barışı yani İslâm’ı dünyaya oluşturmak için yeni kitabın insanlığa gönderilmesi gerekir.

-Peki, neden Araplar ve neden Arapça?

Nasıl canlılar önce tek hücreli yaratıldı, sonra birleşerek çok hücreli hâle geldilerse; insanlar da başlangıçta ayrı ayrı aileler şeklinde yaşayacak şekilde yaratıldı ve sonra uygarlaşarak önce ocaklar, sonra bucaklar, sonra iller, sonra ülkeler hâline geldiler. Şimdi de tüm insanlık tek bir ümmet olmaktadır. Ocak, bucak, il ve ülke vasfını da yitirmeden böyle olacaktır. Bu tek ümmetin temeli olan tek milletin temelini Hazreti İbrahim peygamber atmıştır. İki hanımından olan iki oğlundan batı dinleri ortaya çıkmış, doğuya giden Katura veya Kantura adındaki eşinden doğan dört oğlu da doğuya giderek Brahmanizm’i tesis etmişler, Budizm de ondan doğmuştur. Bugünkü Hinduizm Brahmanizm’e dönüş ile oluşmuştur.

Dünya Kur’an ile birleşecek ve tek kitaba sahip olacaktı. Tevrat da onun hazırlayıcısı olacaktı.

Bunun gerçekleşmesi ve Kur’an’ın inebilmesi için bir dile ihtiyaç vardı. Bu dil uygar dil, halkı ise uygar olmalıydı. Çünkü uygar halkı tekrar uygarlaştırmak mümkün olmaz. Yahudileri Hıristiyan yapamazsınız. Lâtinler Hıristiyan oldu, Cermenler Hıristiyan oldu. Lâtinleri Müslüman yapamazsınız. Ama Araplar ve Türkler Müslüman oldu. Çinliler Müslüman olmadılar, Hindular da olmadılar. Olsalar da, dini tahrif edip kendi dinlerine uydurmaya çalışırlar. İşte Allah böyle bir kavmi, Arap kavmini ve Arapça’yı yaptı.

Allah önce iki büyük ırmağı var etti: Fırat ve Dicle ile Nil. Bunların arasına Arabistan çölünü koydu. İlk uygarlık Fırat ve Dicle kenarlarında ‘barajlar uygarlığı’ olarak doğdu, ‘siteler uygarlığı’ olarak doğdu. Bundan esinlenen Mısır’da ‘devlet uygarlığı’ olarak doğdu. Nil üzerinde baraj inşası zordu.

İşte bu iki uygarlık arasındaki köprü olma görevini Arap Yarımadası’nda yaşayan develerle seyahat eden göçmem Bedeviler yüklendiler. Çünkü uygarlaşmış Mısırlılar ve Mezopotamyalılar bu çöllerde seyahat edemezlerdi. Arap tüccarlar Mısır ve Mezopotamya arasında mal alıp satarken onların dillerini öğrenmişti.  Mekke ve Medine gibi yerleşik sitelerde yaşıyorlar, ama Arap bedevilere mallarını satıyor, bedevilerin mamullerini de Mısır ve Mezopotamya’ya pazarlıyorlardı. Arap tüccarlar duyduklarını ve gördüklerinin bedevilere Arapça anlatıyorlardı. Bedeviler göçebe oldukları için uygarlaşamıyor, uygarlıkları görerek öğrenemiyorlardı. Eğer bize ‘radyo’ gelirse o kelimeyi aynen alırız. Ona Türkçe veya Arapça ad takma ihtiyacını duymayız. Ama Anadolu halkı uçağı görmeden öğrendiği için ona hâlâ ya ‘uçak’ ya da ‘tayyare’ der. Çünkü gösteremediğiniz şeyi yabancı olarak göstertemezsiniz. İşte Arap tüccarlar bedevilere Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını Arapça anlatmak zorunda kalmışlardır. Böylece Araplar uygarlaşmadan Arapça uygarlaştı.

İşte bu sayede Allah Kur’an için iki uygarlığı var etti. Çöldeki bedevileri ileride uygarlık kursunlar diye bu iki uygarlık arasına yerleştirdi. İşte bunun için Kur’an Arapça indi.

Yeryüzünde hâlâ Arapça kadar gelişmiş bir dil yoktur. Lâtince Arapça kadar gelişememiştir. Diğer diller ise ya uygarlık dili olmamıştır, ya da yabancı kelimeleri dillerine doldurarak uygar dil olmuştur.

Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle doludur.

İngilizce, Fransızca ve Almanca da Arapça ve Lâtince kelimelerle doludur.

Hâsılı; Kur’an Arapça inmemiştir, Arapça Kur’an için var edilmiştir.

Kur’an’ın Arapça indirilmesinin başka bir hikmeti de, Arapların uygar millet olmaması ve Kur’an’la uygarlaşmalarıdır. Bu sosyoloji bakımından izah edilemeyen bir olgudur. Geçmişi olmayan bir topluluk nasıl oldu da birden uygar hâle geldi? Kur’an’la bir parladı, ondan sonra ise tekrar tarih sahnesinden çekilir hâle geldi. Bugün dahi İslâmiyet Arapların değil; Sünnilik Türklerin, Şiilik İranlıların hükümranlığındadır. Kur’an Arapça olduğu halde, İslâmiyet’e bağlılıkları bu uluslardan fazla değildir.

Kur’an’ın Arapça indirilmesinin üçüncü sebebi ise Mekke’nin dünyanın merkezinde olmasıdır. Mekke’den geçen boylama göre karaların momentini alırsanız sıfır olur. Enleme göre alırsanız yine sıfır olur. Yani atalet momentinin merkezidir. Karaların Mekke. Dolayısıyla burası karaların var edildiği gün merkez olarak yaratılmıştır. Hazreti İbrahim aleyhisselâm bunun için Hazreti İsmail aleyhisselâmı buraya getirdi ve nâs için ilk mabedi tesis etti. Hac insanlar için gerekli ibadettir. Her dinin kendine özgü hac merkezi vardır. Ancak, Mekke tüm insanlara dinleri ne olursa olsun hac merkezi yapılmıştır. Kim girerse o orada güven içinde olur. Bütün insanlara farz kılınmıştır. Oysa diğer ibadetler mü’minlere hastır. Salât mü’minlere mevkutan farzdır. Oysa hac bütün nâsa farzdır. Kur’an öyle diyor.

كِتَابًا (KiTABan)  “Bir kitabı bize tenzil et.”

Türkçe kitap istiyorlar. Kur’an Arapların olsun, bize bizim dilimizle kitap indir diyorlar!

Türkçeleştirmeye çalışıyorlar! Mevlana’nın Mesnevi’sini ana kitap yapmak istiyorlar!..

Şairleri ne diyor: Kâbe Arpaların olsun, Çankaya bize yeter! Mustafa Kemal’in mezarını ziyaret ediyor ve saygı duruşlarında bulunuyorlar! Demokrat Parti Atatürkçülüğü din hâline getirmek istedi! Marx’ı hazreti İsa’nın yahut Hazreti Muhammed’in yerine koymak istiyorlar.

Kitap istiyorlar, kendi dillerinde kitap istiyorlar!..

مِنْ السَّمَاءِ (MiNa elSaMAvEı)  “Semadan.”

Marx’ın Kapital’i ile yetinmiyorlar, Mustafa Kemal’in Nutuk’u ile yetinmiyorlar. Çünkü onlar semavî değildir. İnanmaları için kendi istedikleri ve kendi dillerinde olan bir kitap istiyorlar ama bu kitap da semavî olmalıdır. Ancak o zaman sana inanırız diyorlar! Ulusçuluk onlar açısından inkârcılık için bir araç olmaktadır.

Şirkin merkezi Mezopotamya olmuştur. Barajlar yapılınca tarım verimi yüz kat, iki yüz kat arttı. Çevreden nüfus göç etti ve oralarda siteler oluştu. Her kabilenin kendi tek tanrısı vardı. Adları ve şekil yazısındaki resimleri farklı idi. Bir araya gelince herekse kendi tanrısını hakiki tanrı, diğerlerinin tanrısını sahte kabul etti. Sonra uzlaşarak Mekke’de olduğu gibi her kabile kendi tanrısını sembolize eden heykel veya resmini koydu. Birleştiler, birlik kurdular, tek tanrıyı Allah kabul ettiler; ama kabile tanrılarını da O’na yardımcı yaptılar.

İşte Hazret Nuh aleyhisselâmdan itibaren başlayan mücadele bunlarla idi.

Bunlara karşı ilk aklî savaşı Hazreti İbrahim aleyhisselâm açmıştır.

Bugün ise insanlar Allah’ı bırakıp kendi akılları ile varlıklarını sürdürüyorlar. İlâhî kitaplara uyma yerine, ilâhî kitapları kendilerine uydurmakla meşguller. Din adamları her yıl biraz daha artırarak halkın istediği fetvaları din kitaplarından istihraç ediyorlar!..  

فَقَدْ سَأَلُوا مُوسَى (FaQaD SaEaLUv MUvSAy)  “Musa’dan sual etmişlerdi.”

Kur’an tüm insanlara gönderilen bir hidayettir. Her devirde ve her ulus için, her halk için gerekli tüm hükümleri içermektedir. İçtihad ve icma ile yorumlanarak kendileri için gerekli hükümleri istihraç edeceklerdir. Kur’an’ın anlaşılması için birer örnek de verilmiştir. Kur’an’ı işte böyle yorumlayacaksınız denmiştir.

Bunlardan biri Kur’an’dan önce gelmiştir, bu Tevrat’tır. Tevrat, Kur’an’ın getirdiğinin bir örneğini Kur’an gelmeden önce insanlığa öğretmiştir. İkincisi de Sünnet’tir. Bu da Kur’an gelirken ve Kur’an indikten sonra yapılan uygulama örneğidir. Birini Hazreti Musa, diğerini Hazreti Muhammed uygulamıştır.

Hazreti Musa İsrail oğullarına, Hazreti Muhammed de Araplara uygulatmıştır. Kur’an bunu açıkça ifade eder. Firavun’a gelen Hazreti Musa gibi size de Hazreti Muhammed gelmiştir der. Hazreti Musa’nın hayatı Hazreti Muhammed’in hayatına paraleldir, her ikisi de bize örnektir. Elimizde iki numune vardır, Tevrat ve Sünnet. Kur’an’ı bunlara dayanarak yorumlayacağız.

أَكْبَرَ مِنْ ذَلِكَ (EaKBaRu MiN ÜAvLiKa)  “Bundan daha büyüğünü istediler.”

Senden semadan bir kitap indirmeni talep ediyorlar. İsrail oğulları bundan daha büyüğünü istediler.

Daha büyük” ne demektir? Allah için daha zor mu demektir? Mantıkta olaylar iki şekilde kabul edilir. Bunlardan biri vacibu’l-vücud yani oluşu zorunlu olandır. Bunun gibi muhal vücud vardır. Bunun da var edilmesi mümkün değildir. Allah birdir. Allah istese de intihar edip kendisini yok edemez. Çünkü O’nun varlığı vacibu’l-vücuddur. O da kendi kendisini var etmemiştir. Kendisi zaman dışı ve mekan dışı vardır.

Diğer taraftan Allah kendisine benzer bir tanrıyı da var edemez. O da muhaldir. Tanrılar ikileşemez.

İşte böyle şeyleri talep etmek muhaldir.

Bunun dışında Allah bir sünnet koymuştur. O’nun doğal kanunları vardır. Allah o kanunlarını değiştirmez. Değiştirebilir ama değiştirmez. İşte böyle Allah’ın değiştirmediği kanunlar ekberdir. Daha da büyüktür. Gökten kitap indirmek mümkündür. Çünkü Allah indirmiştir. Sünnetine de aykırı değildir. Allah’a dua ederken sünnetine aykırı olanlar için dua edilmemelidir. Allah sünnetini değiştirmez.

فَقَالُوا أَرِنَا اللَّهَ (Fa QAvLUv EaRıNa elLAHa)  “Allah’ı bize irae et dediler.”

İsrail oğulları Hazreti Musa’ya Allah’ı bize göster demişlerdi. Allah’ı görmek sünnetullaha aykırıdır. Belki de mümkünü’l-vücud olan birinin vacibu’l-vücudu görmesi muhaldir. Kur’an âhirette vücuhlar Rab’lerine nâzırdırlar demekte ise de, O’nu görmektedirler demiyor. Basar onu idrak edemez diyor.

İnsandaki görme cisimden çıkan ışığın gözümüze gelmesidir. Bu da iki şekildedir. Ya mumda olduğu gibi kendi ürettiği ışığı algılarız, ya da yansıyan ışığı algılarız. Mum yanarak ışık çıkarır. Allah yanmaz. Ağaç yansıtarak görünür. Onu ışık aydınlatmaz. Çünkü latiftir. O halde Allah yarattıkları ile görülür. Biz yarattıklarını görürüz, ışığı yaratır onu görürüz. Dolaylı görme olur. Bizde zaten sadece dolaylı görme vardır.  

جَهْرَةً (CaHRaTan) “Cehreten”

“Zâhir” var, “bâtın” var; “gâib” var, “şehadet” var; “sır” var, “aleniyet” var, “cehr” var, “hafi” var.

“Sır” ve “alen” bilgi için; “cehr” ve “hiffet” ışık ve ses için; “gâib” ve “şehadet” görünen ve görünmeyen için; “bâtın” ve “zâhir” iç ve dış içindir.

İnsan için görünen ve bilinenler çok azdır. Burada ‘bize göster’ demek, ışıkla biz onu doğrudan algılayalım demek olabilir. İnsan cisimlerden aldığı etkilerle onların varlığını bilmektedir. Doğrudan doğruya hiçbir şey bilmemektedir. Ses ve ışık dalgadır, bize kadar ulaşır. Gözümüz ve kulağımız dalgaları algılamaktadır. Burnumuz gazları yine titreşimleri ile bilmektedir. Dilimiz tatları sıvının titreşimleri ile bilmektedir. Derimizin algıladığı sıcaklık da titreşimdir. Acıkmamız, üşümemiz, doymamız da sonunda elektrik dalgalarına dönüşmekte ve beynimize uyarılar gelmektedir. Bunlar beynimizde sayısal uyarılara dönüşmektedir. Biz onlarla görür, duyar ve biliriz. Hâsılı, biz hiçbir şeyi doğrudan görmeyiz.

Ben karşımdaki birine baktığımda ondan çıkan ışıkları analiz eder ve öylece onun Reşat olduğunu anlarım. Bilgisayar da bunu bizim yaptığımız gibi yapmaktadır. Hiçbir zaman Reşat’ın kendisini ne duyarız, ne görürüz. Bu insan için böyle olduğu gibi diğer canlıların da canlılığını böyle biliriz. Biz maddeyi göremeyiz, maddeden gelen titreşimi alırız. Biz elektriği göremeyiz ancak onun etkilerini yani çıkardığı ışığı veya ısıyı veya hareketi idrak ederiz.

Allah’ı da doğrudan görmemiz mümkün değildir, ancak O’nun yaptıklarını algılarız. Kâinat ve diğer insanların hepsi Allah’ın yaptıklarıdır ve onları görmekle Allah’ı da görmüş oluruz. Dolayısıyla görürüz. Doğrudan görme kabiliyetimiz yoktur. Allah bizi böyle yarattı.

Bunu değiştirmek istemeleri sünnetullahı değiştirme olduğu için daha büyüktür.  

Sovyetlerde yetmiş sene ateizmin yaygarası yapılmıştır. Öğrenciler okullarda hapsedilmiş, iyice acıktıklarında öğrencilere, ‘Tanrı’dan isteyin bakalım size yiyecek göndersin’ demişler; yaptıkları duaları Allah duymamıştı! ‘Şimdi Lenin’e dua edin, bakalım yiyecek gelecek mi’ demişler. Lenin’e dua etmişler, kapı açılmış ve yiyecekler gelmiş! İşte burada Allah’ın açık görülmesi istenmiştir. Oysa Lenin’den gelen yiyecekler de Allah’tan geliyordu. Çünkü o sınıfta olanlardan Lenin’in haberi yoktu, Lenin mefluç ve şuursuz yatıyordu belki.

فَأَخَذَتْهُمْ الصَّاعِقَةُ (Fa EaPaÜaTHuMu elÖaGıQaTu)  “Bunun üzerine onları saika ahz etti.”

Onların böyle olmaz şeyleri istemeleri onları yıldırımın çarpmasına sebep olmuş.

Buradaki yıldırım hakiki manâda olabildiği gibi; ani cezalar yani bir gecede ihtilal olması da ani çarpmadır. “Saika” beklenmedik çarpma demektir. Zelzele de bir saikadır.

Hazreti Musa’nın kavmine ise gerçekten yıldırım çarpmış olur.

بِظُلْمِهِمْ (BiJuLMıHıM)  “Zulümleri nedeniyle.”

Hazreti İbrahim peygamber de nasıl dirileceğimi bana göster demişti. Ama Allah onu yıldırımla çarpmadı. Çünkü o zulüm yapmamıştır. O halde çarpma, böyle olmayacak şeyleri Allah’tan istemek sebebiyle olmamış, zulümleri sebebiyle olmuştur. Zulüm fiilî suçtur.

Allah insanları kalbî fiillerinden dolayı cezalandırmayacak, kötü maksatla yaptıkları kötülükleri cezalandıracaktır. Yani, bir şeyde hem kötü niyet olacak, hem de fiil kötü olacaktır. Mesela, bir kimse birini öldürmek için silah attı ama adama isabet etmedi ve fiil gerçekleşmedi. Saldırganın maksudu olan fiil gerçekleşmedi. O zaman o cezalandırılmaz. Elinden kaza çıktı ve adam öldü. Öldüren kişi yine cezalandırılmaz. Tazminatı âkilesi yani dayanışma ortaklığı öder. Ama adam öldürmek amacıyla silahını attı ve adam öldü. İşte buna kısas yapılır.

Sevap böyle değildir. Bir kimse kendisine düşen davranışlar ve niyetlerde mükâfatlandırılacaktır.

Bugünkü Müslümanlarda yanlış bir inanış ve anlayış vardır. Nedir bu yanlış inanış? Amelsiz imanın yeterli olduğu ve sadece küfrün de cehennemi istihkak edeceğidir. İnsan günah işlemezse sadece iman da cennete götürür ama günahlı iman insanı kurtaramaz. Hele bu günah zulüm olursa, cezaları bu dünyada da verilir.

ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ (ÇümMa itTaPaÜu eLGıCLa)  “Sonra ıclı ittihaz ettiler.”

ICL” dananın buzağısına denmektedir. Acele acele oraya buraya koşuştuğu için “ICL” denmiştir.

Onlar Samir’in yaptığı buzağıya tapmaya başladılar…

Topluluklar yaptıkları hayvan heykellerini mukaddes kabul etmişlerdir.

Çobanlık döneminde insanlar mağaralarda hayvan resimler yaparak onları avlanmayı öğrendiler. Bu arada korkuyu korkan hayvanla tasvir ettiler. Sevinen insanı da gülerek tasvir ettiler. Şekil yazısı böyle doğdu ve gelişti. Bu insanlar tek Tanrı’ya inanıyor ve ibadet ediyorlardı. Allah’ı da bir şeyle tasvir ettiler.

Yazı yani şekil olarak bazıları Allah’ı Güneş ile gösterdiler. Güneş gibi O’nu ışık saçan bir varlık olarak düşünmüşlerdi. Nitekim Kur’an’da da Allah için ‘O semâvât ve arzın nûrudur’ denmiştir. Kimileri de Allah’ı yaratıcı olarak anne ile tasvir ettiler. Kadın heykelleri yaparak onu tek Tanrı’nın remzi yaptılar. Yine Kur’an’da geçen rahmân ve rahîm sıfatları da böyle anneden türetilmiş kelimedir. İnsanlar zamanla şekillerin delalet ettiği, resimlerin ve heykellerin delalet ettiği tek mabudu unutarak onları tanrılaştırdılar, onlara tapmaya başladılar ve böylece şirke girdiler.

Şimdi biz de ‘Allah’ sözü yazıyor, muska yapıyor ve onunla tedavi olacağımızı sanıyoruz. İsrail oğulları da ineği mukaddes saymışlar ve Hindular gibi onu tanrılaştırmışlardır. Allah onun kesilmesini onlara emretmiştir. Yani, onlar yıldırım çarptıktan sonra yine buzağıyı ittihaz ettiler.

Türkler de Sevr’den sonra yine küfre daldılar… Şimdi de ikinci Sevr’in peşinde koşmaktadırlar!..

مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمْ الْبَيِّنَاتُ (MıN BAGDı MAv CAEaTHuMu eLBayYıNaTu)  

“Kendilerine beyyinâtın ciet etmesinin arkasından icli ittihaz ettiler.”

İnsanlar bilmedikleri ve inanmadıkları için yanlışlıklar yapmazlar. Bile bile duygularına kapılarak ve nefislerine esir olarak yanlışları yapmaya devam ederler. Hazreti  Musa’nın kavmi de böyle yapmıştı. Türkiye Cumhuriyeti de böyle yapmıştı. Kur’an’ı bilmeseler, İslâmiyet’i bilmeseler de yanlışlar yapsalar elbette mazur görülürler. Ama bile bile bâtılın arkasından koşarlarsa, bu durum nasıl değerlendirilmelidir?..

Kenan Evren bile ‘her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Atatürk’ diyor! Bunun mantıksız olduğunu o da biliyor. Mustafa Kemal büyük bir değerse, onu bu büyük millet yetiştirdi. O bu milletin paşası idi. Gökten zembille gelerek yaptıklarını yapmadı.

Sonra; İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal başlatmamıştı, savaşı Mustafa Kemal sadece kendisi yapmamıştı. O sadece kıyam eden Türk milletine başarılı şekilde yöneticilik yaptı. O olmasaydı başaksı yapmayacaktı manâsı çıkmaz. Eğer biz borçlu isek, İstiklâl Savaşı’nı yapan o nesle borçluyuz. Bir kişiye değil.

Ayrıca; biz Anadolu’ya sahibiz. Anadolu’yu bugüne kadar koruduk. Anadolu’yu var eden kim, o mu? Kızıl Irmağı, Yeşil Irmağı akıtan kim, o mu? Yağmuru yağdıran o mu? Onlar şey değil midir? Her şeyin içine onlar da girmiyor mu?

Sonra; başlangıçta Mustafa Kemal yoktu, bu millet onu yetiştirdi. Şimdi de ölmüştür. Uykudadır, onlara göre de yoktur. Artık onun varlığı sona ermiştir. Hukuki varlığı yoktur. Peki, biz yok olan şeye nasıl borçlu olabiliriz? Bu durum bu kadar açık iken ‘her şeyi ona borçluyuz’ diye söyleyenler bilmeden ona tapmaktadırlar; hem de onun öğrettiği müsbet ilme aykırı olarak bunu yapmaktadırlar! Mustafa Kemal, sadece müsbet ilmi size bırakıyorum dememiş miydi? Hangi müsbet ilme dayanarak bu safsataları ileri sürebiliyorlar?!.

İşte burada “Beyyinât” kelimesi gelmiştir. “Beyyinât” bir sistemdir, müsbet ilimdir; vahiy ile teyid edilmiş müsbet ilimdir. Vahyin ilimle de anlaşılmasıdır.

İsrail oğulları da bugün aynı dalâlete düşmektedirler…

Hitler, Mussolini, Lenin, Mao ve benzerleri de böyle tanrılar yapılmak istenmiştir...

Bugünkü ‘Avrupa Müktesebatı’ da işte böyle bir putun müktesebatıdır. Bir şeyi doğru olduğu için yapmıyoruz, Avrupalılar istediği için yapıyoruz! Okumadan kanunları Meclis’ten geçiriyoruz! Zinayı ve faizi kutsallaştırıyorlar!..

Batı’nın tekniği ve parası vardır ama Batı’nın hukuk ve yönetimi yoktur.

Ekseriyet zulmü ve sahte ekseriyet çelişkili sistemdir. Hem ekseriyet sistemi olacak, hem lâiklik olacak; peki bu nasıl olacak? Hem ekseriyetin dediğini yapacağız, hem de kendi dediğimizi yapacağız!..

Oysa, İslâmiyet’te herkes kendi içtihadı ile yaşayacak. Yerinden yönetim olacak. İsteyen istediği topluluğa katılabilecektir. Ekseriyet demokrasisi değil, hicret demokrasisi çelişkisiz ideal demokrasidir.

Avrupalılara bunları anlatacağımıza, aşağılık duygusu içinde Avrupalıların şirk müktesebatına tapma yarışında olmaya çalışıyorlar!.. Bunlara başka ne diyebiliriz ki?!. “Adil Düzen”i keşfettikten sonra hem de bizzat “Adil Düzen”i keşfedenlerin içinde olmalarına rağmen bu dalâlete düşmeleri demek ki Sünnetullah imiş…

فَعَفَوْنَا عَنْ ذَلِكَ (Fa GaFaVNAv GaN ÜavLiKa)  “Bundan affettik.”

Bu bizim için büyük müjdedir. Bu tür putperestlik affediliyor.

Nitekim Türk milleti İstiklâl Savaşı’ndan sonra putperestliğe başlamış, ancak Allah affetmiş ve 70 milyonluk demokratik bir ülke yapmıştır.

Yine, aynen bunun gibi AK Parti’nin yaptıklarını affedecek ve hayra çevirecektir demektir. Çünkü İsrail oğulları da Hazreti Musa aleyhisselâm dönünce ıcla ibadeti bırakmış ve tekrar Hazreti Musa’ya uymuşlardı. Tevbe etmişlerdi. Bu sayede kurtulmuşlardı.

Türkler de, o güne kadar Türkçe okunan ezan Halk Partisi’nden sonra ezan serbestleştirilince ezanı Arapça okumaya başladılar. Halk sabırla İslâmiyet’e doğru yaklaştı. Allah da Millî Görüşçüleri anayasa ekseriyeti ile iktidar etti. Ne var ki, onlar irtidat etti!.. Allah onları da affedecektir…

وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُبِينًا(153) (Va EaTaNa MUvSAy SuLOAvNan MuBIyNan)  

“Musa’ya mübin sultanı verdik.”

Mübin sultan” Tevrat’tır. Tevrat insanlara nasıl güçlü olunacağını öğretmektedir.

Tevrat örgütlenmeyi öğretmekte ve örgütlendirmektedir. Devlet teşkilatının nasıl olacağını ve nasıl kurulacağını anlatmaktadır. Bu da başkanı güçlü ve muktedir yapmaktadır.

Bu haber bize müjde olmaktadır.

İrtidat etmiş olan Millî Görüşçüler bir gün tevbe edip “Adil Düzen”e dönecekler ve o zaman Allah onlara mübin sultanı verecek, onları iktidar yapacaktır. İktidarları Hazreti Musa aleyhisselâmın iktidarı gibi sürüp gidecektir. Biz peygambersiz uygarlığı kuran ilk nesil olacağız ve kıyamete kadar, Hazreti Musa aleyhisselâmın kavmi gibi, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın kavmi gibi anılacağız.

Türk milleti de affedilecek ve III. Bin Yıl Medeniyeti’nin kurcuları arasında başta yer alacaklardır.

***

وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمْ الطُّورَ (Va RaFaGNAv FaVKaHuMu etOUvRa)  “Tur’u onların fevkine ref ettik.”

Tur” dağının eteğinde yerleştirdik anlamına geldiği gibi; “Tur” tavır anlamındadır. Onların tavırlarını yükselttik demektir. Tavrı onların fevkine çıkardık.

Batılılar buna karakter demektedirler. Yani, insanın kurallarla hareket etmesi demektir. Başkaları eğer o kavmin veya kişinin nasıl hareket edeceğini bilebilirse, onların üstüne turu yükseltmiş olur. Kurallar kendilerinin üstünde olmaktadır. Sözleşme yapan iki kişi baştan ‘icab’ ve ‘kabul’ yapmaktadırlar. Taraflar eşittirler. Ama sözleşme yapıldıktan sonra artık o cümle onların üstüne çıkmıştır. Ondan sonra artık onun emrinde ve himayesindedirler.

Tevrat da İsrail oğulları için böyle olmuştur. Onu kabul ettikten sonra Tevrat onlar üzerinde yükseltilmiş bir Tur olmuştur. Davranışları için kurallar olmuş, şeriat olmuştur.

Gelecekte Adil Düzenciler için “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” Tevrat gibi yükselecek ve fevklerinde Tur olacaktır. Tevrat’tan farkı, bu turun Kur’an’dan bugünkü müsbet ilimlerin yardımı ile yorumlanarak çıkarılmasıdır. Tevrat vahyîdir, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” ilmîdir. Değişmeye ve gelişmeye elverişlidir.

بِمِيثَاقِهِمْ (Bı MIÇaQıHiM)  “Misakları nedeniyle”

Yani; Tevrat onların üzerine onu kabul etmeleri ve misak ile onu yükseltmeleridir.

Burada Tur’un onların misakı ile fevklerine çıktığı ifade edilmektedir. Sözleşme sözleşmeyi yapanların üstüne çıkar ve onlara gölge olarak onları zulümden korur.

Buradaki bu “Misakihim” kaydı, onun Tur’u bir dağ olarak anlamalarına imkan vermez. Çünkü dağ onların misakıyla fevklerine çıkarılmamıştır. Gerçi sözleşerek dağın eteğine gittiler şeklinde de anlaşılabilir ama bu manâ bir manâ olarak anlaşılır. Bundan sonra böyle emir verdik demiş olması, emrin misaktan geldiğini ifade eder. Burada sözleşmenin şeriatı nasıl tesis ettiğini teyiden ifade etmektedir.

وَقُلْنَا لَهُمْ (Va QuLNAv LaHuM)  “Ve biz onlara şöyle kavl ettik.”

Buradaki “Va” harfi misaktan başka emirler verildiğini ifade etmektedir. Anlaşılan yukarıdaki misak Tevrat’ın bir kısmıdır. Sonra Allah onlara başka emirler de vermiştir.

Adil Düzenciler için bunun manâsı, iktidar olduktan sonra “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”ndan farklı yeni yasalar gelecektir. Onların uygulamasını gösteren fer’î hükümler ortaya çıkacaktır. Bunlar uluslara, illere ve bucaklara göre değişecektir. Her bucağın kendi şeriatı olacaktır. Allah bu sefer değişik uluslara ve değişik topluluklara faklı söyleyecektir. Allah’ın söylemesi o bucakta yapılan ittifaklar ve icmalar olacaktır.

ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا (EuDPuLUv eLBAvBa SucCaDan)  “Bâba secde ederek duhul edin.”

İsrail oğulları sıbtlara ayrılmış, her sıbt kendi şeriatlarına ve yöneticilerine itaat etmiştir.

Allah bütün insanlardan misak alarak sözleşmeleri hukukun üstüne çıkarmış, insanlığın üstüne çıkarmıştır. Sözleşmelerle hukukun oluşması değişmez insanlık kuralıdır. Ama sözleşmeler farklı olacaktır. Değişik topluluklar değişlik sözleşmeler yapacaklardır. Herkesin ayrı şır’ası olacaktır. Her topluluk kendi bucağında Cuma imamının emrinde sözleşmelere uyacaktır.

Bâb” kelimesi kapı demektir. Bir odaya girmek için kapısı açılır. Her odanın ayrı kapısı vardır. Cümle kapısına “hamd” denir. Odaların kapısına “bâb” denir. Bu sebepledir ki kitaptaki bölümler “bân” olarak gösterilir.

Herkes kendi bucağına oradaki kuralları ve yöneticileri kabul ederek girsin demek olur. Her bucak iç işlerinde bağımsızdır demektir. Merkez bucaklar taşra bucaklarına karışmazlar demektir.

وَقُلْنَا لَهُمْ (Va QuLNAv LaHuM)  “Ve onlara kavl ettik.”

Herkes kendi bucağına girip kendi düzenlerini yaşarken, sonra yine ortak emirler geldi. O da onlar için cumartesi ile ilgili hükümler idi. O sonra emredildi.

Demek ki “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na ilaveler yapılabilir. Kıyas yoluyla değiştirilebilir.

Peki, insanlık bunu nasıl söyleyecektir?

Bucakların, illerin, devletlerin ve insanlığın ilmî meclisleri vardır. Bu meclislerde ilmî şûrâlar vardır. Ulusal meclisteki ilmî şûra bir konuda ittifak eder ve meclis üyeleri de hakemlere gitmezse icma hâsıl olmuş olur. O uluslara Allah’ın söylediği sözler olacaktır.

Ayrıca uluslardaki ilmî şûra üyeleri kendilerine bir temsilci alimi atarlar. Bunlar Mekke’de meclis oluştururlar. Onlar da orada ilmî şûra meydana getirirler. Onların ittifakla aldıkları kararlara Mekke’deki insanlık meclisi üyeleri hakemlere gitmezse, o da Allah’tan gelen bir kavil olur.

Bu itiraz hakkı ulusal ilmî şûra üyelerine de verilmiştir. Hattâ herhangi bir rasih (otorite) de itiraz edebilir. Şûra üyesi bu itiraza dayanarak itiraz etmekle yükümlü olur. Rasih şûra üyesini değiştirerek itiraz etme imkânını elde eder.

لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ (LAv TaGTaDUv FIy elSaBTi)  “Sebtte adavet etmeyiniz.”

Sebtte düşmanlık yapmayınız.” “Tatadu” değil de “Ta’dû” gelmiştir. Sebtin içinde cephe kurmayınız denmiş olur.

Sebt” kelimesi “Serb” kelimesine akrabadır. Haftanın yedi gününden biridir. Hafta, ayın dörtte biri olarak gelişimidir. Avcılık döneminde, çobanlık döneminde herkes kendi geçimini sağlamak için çalışmakta idi. Haftanın bir gününü ise birlikte canavarlara karşı savaşmaya ayırıyorlardı. O gün özel işler yasaklanıyor. Peygamberler haram ediyor.

Sonraları işçilik dönemi gelince insanlara haftanın yedi gününde çalışmak ağır gelmiş ve sebt günü çalışmaları haram edilmiştir. Özel sektör işçiliği doğudan aldı, ancak devletçilik başlamıştır. Hazreti Süleyman peygamber zamanında büyük sanayiler oluşmuş, gemi seferleri getirilmiştir. Bunları devlet yapıyordu. O sebeple İsrail oğullarına haftanın yedi gününde çalışmak yasaklanmıştır.

İslâmiyet ise işçilik sistemi yerine liberal çalışma sistemini getirmiştir. Kamu hizmetlerini serbest meslek ve genel hizmetlerle sağladığı için, artık haftalık tatilin mecburiyetini serbest sözleşmelere bırakmıştır. Çalışanlara kredi verilerek yöneticilerle işçi eşit hâle getirilmiştir. İşçilerin kanunlarla korunmasına gerek kalmamıştır. İşverenle işçi arasına girmemektedir. Sosyal güvenlik kamu bütçesi ile sağlanmaktadır. Tekelin oluşmaması için küçük ve orta esnafı çökertmemek gerekir. Sosyal sigortaları işçilerin koruması, orta ve küçük esnafın çökertilmesi için tekel sermayenin ürettiği sistemdir.

وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا (VaEPaÜNAv MıNHuM MIyÇAQan)  “Onlardan misak ahz ettik.”

Bu ikinci misaktır, başka misaktır. Birinci misak icmalara uyma misakıdır. Bu misak ise herkesin kendi içtihadı ile amel etme misakıdır. Her bucak kemdi şir’asına göre hareket edecektir.

Tevrat’ta içtihat ve icma müesseseleri henüz yoktur. Ama yerinden yönetim vardır. Hazreti Musa Mısır’dan merkezî devlet yönetimini öğrenmiş, Mezopotamya’dan da Medyen’de iken site yönetimini öğrenmiştir. İsrail oğullarında merkezî devlet vardır ama yerinden yönetim de mevcuttur.

Şimdi hicret demokrasisi oluşturulmaktadır.

غَلِيظًا(154) (ĞaLIyJan)  “Galiz misak almıştır.”

Yukarıda misaklarını almıştı deniyor. Buradaki “Galiz” ifadesi ile kaba ve sert anlamında demektir. Kaba anlamının olmaması hükümlerin toleranslı olmasıdır. Yani, misaktaki maddeler kesin bir şekilde dar sınır içinde sıkıştırılmamış, kabaca sınırlar içinde misak akdedilmiştir.

Bugün fizikte biliyoruz ki, hiçbir şeye kesin olarak uyamayız, mutlaka saparız. Bu bakımdan kanun sistemi yerine şeriat sistemi tedvin edilmiştir. Onlardan toleranslı sözler aldık denmektedir. Bu tolerans, bu müsamaha, bu aralık değişik bucakların değişik hukuklarının oluşmasına imkan verir.

İnsan şeriat içinde hürdür. Bir balonun içte doldurulmuş gazın molekülleri hareket serbestisine sahiptirler. Mutlak hür değildirler.

Yerinden yönetim de böyledir.

İnsanlık icmalarına aykırı ulusal icmalar, ulusal icmalara aykırı il icmaları, il icmalarına aykırı bucak icmaları olamaz.

İçtihatlar da icmalara aykırı olamaz. Ama bunlar çok azdır.

Görülüyor ki …

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِآيَاتِ اللَّهِ وَقَتْلِهِمْ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ

بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(155)

وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا(156)

وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللَّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ

وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا(157)

بَلْ رَفَعَهُ اللَّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(158)

 

فَ (Fa)

Fa” harfi atıf harfidir. Tertip ve takip için gelir. Bunun dışında şart cümlelerinin cevabında bazen vücuben bazen cevazen gelir. Şartın tekerrürü hâlinde hükmün de tekerrür edeceğini ifade eder. “İzâ kumtum ile’s-salâti feğtesilu”daki her “kıyam” ettiğinizde gasledin olur. Bunun dışında fa-i tafsiliye vardır. Bu da önce belirtilen cümleyi açıklar. Şart ve ceza cümlesi değildir. Tafsil eden cümledir. Değişik hükümleri içerir.

“Câe Ahmedu Huve Kaimun FiNâ” dediğinizde, Ahmet gelmiş bizde ikamet etmektedir cümlesi, gelmenin bir açıklamasından başka bir şey değildir. Buraya ikamet etmek amacıyla gelmiştir. Bunun yerine “Va Hüve” diyebilirdik. O zaman sadece bizim aramızda ikamet etmek için gelmemiştir; varolan başka işlerinin yanında ayrıca bizde ikamet etmektedir. Birincisinde gelenin başka yerde ikamet etmesi sözkonusu değildir. “Ve Huve Kaimun FiNâ”da, bizde ikamet ettiği gibi başka yerlerde de ikamet etmektedir.

“Fa Huve Kaimun FiNâ”nın ise iki manâsı vardır. Buraya geldi. Nerede ikamet edeceği belli değildir. Ama onun şimdilik nerede ikamet ettiği bildirilmektedir. Değişebilir. Fa-i tammiyede ise hep bizde kalacak, başka yere gitmeyecek demektir.

Buradaki “Fa” Fa-i tammiyedir. Yani, bütün cezalar sadece bu sebeplerden dolayı olmaktadır.

نَقْضِهِمْ بِمَا (Bi MAv NaKJıHıM)  “Nakzetmelerinden dolayı iman etmezler.”

İnanmamak, bilmemekten veya aksini bilmekten doğan olay değildir. İnanmamak, işine gelmediği için inanmamaktır. Kişinin şeriatın kuralları içinde kanuna ve nizama uymayarak yaşama isteği onu küfre götürmemektedir. İnanmamak küfür değildir. İnsan inanmayabilir, kâfir de olmayabilir.

Nakzetmek;  Gazli nakzetmek, ahdi nakzetmek, misakı nakzetmek, eymanı nakzetmek, zahrı nakzetmek olarak Kur’an’da geçmektedir. Bir bağ bağlarsınız, sonra onu çözersiniz. Akdi halletmektir. Aksine koparırsanız o da nakzdır. Parçalayıp işe yaramaz hâle getirmeye nakz denir.

İnsanlar sözleşme yaparlar ve usullerine göre sözleşmelerini sona erdirebilirler. Bu meşrudur. Ama sözleşme devam ederken usulüne göre feshetmeden aksine hareket etmek, bu nakzdır. Böylece nakz yapanlar iman etmezler.

مِيثَاقَهُمْ (MıYÇAQaHuM)  

“Misaklarını nakzetmeleri nedeniyle iman etmezler.”

Akd var, ahd var, eyman var, misak var. Akd, iki kişi arasında yapılan sözleşmedir.

Akitler yani sözleşmeler her zaman sona erdirilebilir. Ancak sözleşmenin sona erdirilmesinin karşı tarafa bildirilmiş olması ve ona ulaşması lazımdır. Ulaştıktan sonra sözleşme sona erer. Sözleşme sona erdikten sonra mükellefiyet kalkar, ondan önce yapılanlar o sözleşmeye göre hüküm giyerler.

Ahd ise tek taraflı ve karşılık beklemeden yapılan vaattir. Kişi ahd ettikten sonra ahde uymak zorundadır. Ahdi yerine getirmemesi hâlinde verdiği zararı tazmin eder. Ancak burada ahdi yerine getirmekte sıkıntı içinde olursa mazurdur, o zaman sorumlu olmaz. Ahdin özelliği, imkan varsa, kolaylık varsa, onu yerine getirmesi gerekir. Mesela, kişiye borç vermeyi vadeden bir kimse imkan sahibiyse vadini yerine getirmekle mükelleftir. Verme imkanını kaybetmişse, başkasından borç alarak borç vermek zorunda değildir.

Eyman ise teminatlı vaattir. Yani, sıkıntıda olsa dahi onu yerine getirmekle yükümlüdür. Yemnli borç taahhüdünde, borç verme imkanı olmasa da borçlanarak borç verilmelidir.

Misak ise eyman gibidir. Ancak misakta devamlılık vardır. Misakı sona erdirmek yoktur.

Allah yeryüzünde İsrail oğullarından misak almıştır. Onlar İslâmiyet’i uygulayacaklar ve insanlara örnek olacaklardı. Allah ile bu hususta anlaşma yaptılar. Artık bundan vazgeçmeleri meşru değildir. Savaşın kuralı budur. Savaşa katılanlar artık savaşmaktan vazgeçemezler, ya öldürürler ya da ölürler. Savaş alanını terk edeni üstleri öldürür. Allah İsrail oğullarından işte böyle misak almıştır.

İkinci misakı da mü’minlerden almıştır. Bir kimse iman edip Allah’ın askeri olduktan sonra artık ondan vazgeçemez. Baştan asker olmak yerine cizye yani bedel verebilir. Asker olduktan sonra artık geri çekilmek yoktur. İrtidat budur, mürtedin katli budur. Bir kimse askerlik hizmetini yapmak istemezse beklenir, kaçarsa peşi takip edilmez. Ama ülkeyi terk etmezse öldürülür.

Misak demek, bir daha bozmamak üzere yapılan akittir. Bu akit yalnız Allah’la yapılmaktadır. O da söylendiği gibi iman aktidir, askerlik aktidir.

وَكُفْرِهِمْ بِآيَاتِ اللَّهِ (Va KuFRiHiM Bi EaYAvTı elLAHi)  

“Allah’ın âyetleri ile küfrediyorlar.”

Ve” harfiyle bir atıf yapıldı mı ikisinin birden yapılması gerekir. Bana üç elmayı beş kuruşa ve altı yumurtayı on kuruşa sat dese, karşı taraf ikisini birden satmak veya ikisini birden reddetmek hakkına sahiptir. Aksini yapmak yani birini satıp diğerini reddetmek hakkına sahip değildir. Burada sayılanlar da birlikte işler.

Veya anlamında “Ev” getirilmemiş, “Ve” ile ifade edilmiştir. Yani, bir taraftan misakı bozarlar, sonra da Allah’ın âyetleri gelip onlara misaklarını hatırlatınca bu sefer küfrederler, Allah’ın âyetlerini tekzib ederler.

Sonuç; küfür ile misakı nakz bir arada olmaktadır.

Bugünkü mü’minlerin durumu da İsrail oğullarının durumu gibidir. Kitabın anlamını değiştirip Allah’ın düzenini, Adil Düzeni koruyamayınca bugünkü perişan hâle düştüler. Adil Düzen Çalışanlarının bunlara durumlarını hatırlatıp ‘gelin hiç olmazsa beş senede bir karanlık odada mührü Adil Düzene basın ve bu zilletten kurtulun’ demiş olmasına rağmen, bunu kabul etmemişler ve tekzib etmişlerdir.

Misaklarını nakzedip Allah’ın âyetlerini tekzib etmek budur. Faizli işlemlere devam etmeyin, yerine karz-ı haseni koyalım dediğimizde; ‘Bizim programımızda faizsiz bir ekonomi taahhüdümüz yoktur!’ diyerek faizli düzenin arkasından koşmaktadırlar!.. ABD ile, AB ile ortaklıklar kurmaktadırlar!.. Faizli ve zinalı düzenlerin onları kurtaracağını iddia ediyorlar!..

Allah faizi haram etmedi mi?.. Allah zinayı haram etmedi mi?.. Şimdi siz bunları inkâr etmiyorsunuz. Kabul etmiyoruz diyemiyorsunuz. Ondan sonra da bizim sözlerimiz sizi üzüyor?!.

وَقَتْلِهِمْ الْأَنْبِيَاءَ (Va QaTLiHiMu eLEaNBiYAvEa)  

“Ve nebileri katletmeleri”

Nebiler kimlerdir?

Nebiler Kur’an’ın hükümlerini insanlara anlatan alimlerdir.

XX. yüzyıl, insanlığın alimleri katletme dönemidir. Ellerinde hiçbir silah olmadığı, sadece yazı ile veya sözle gerçekleri anlatan alimler kurşuna dizilmiştir. Atıf Hoca ve benzeri bu tür katledilmeler Türkiye’de olmuş. Seyyid Kutub’u idam eden de bu zulüm zihniyetidir. XX. yüzyılın sonlarına doğru artık katlin yerini zindanlar almıştır. Türkiye’de hâlâ fikir suçluları hapistedir.

Ancak bugünkü AK Parti iktidarı bu zulmü yapmıyor. Nebileri katletmiyor, hattâ hapse de atmıyor. Bu bakımdan bu âyetteki iman etmeyecekler sözü onlar için geçerli değildir. Bu sebepledir ki biz AK Parti’den iman edip faiz ve zinadan kurtulma yollarını aramaya başlayacaklarını ümit etmekteyiz.

Biz fazla bir şey istemiyoruz. Sadece onlarında inandığı Allah’ın âyetlerine uymalarını istiyoruz. Müsbet ilmin onayladığı, dolayısıyla insanlık için âyet olan zina ve faizden kurtulmanın yollarını aramalarını istiyoruz. Karz-ı hasen müessesesi ve çok evlilik müessesesi gelmezse, faiz de gitmez, zina da bitmez.

 

بِغَيْرِ حَقٍّ (Bi ĞaYRi XaqQın)  “Haksız yere.”

Evet, bir ilim adamı ülkeyi ihtilale ve isyana teşvik edebilir. O zaman elbette iktidarda olanların onları bertaraf etme hakları vardır.

Alim değildir ama Usame bin Ladin’i alim kabul edip nebilerin halefleri arasına koyalım. Kuleleri o yıkmamıştır ama farz edelim ki o yıkmıştır. O zaman elbette ABD’nin onu katletmek hakkıdır. Ama dikkat edin; onu katletmiyor, dönüyor, saklıyor, onu koruyor!.. Sonra Afganistanlıların alimlerine bombaları yağdırıyor!..

Usame’yi kendisi yetiştirdi, şimdi de koruyor!.. Sonra haksız yere Bağdat ve Kabil’deki alimleri bombalarla katlediyor!.. AK Parti de ‘stratejik ortağıyım’ diyerek onunla aynı borazanı öttürüyor!.. Zalimi destekleyen mazlum değil, o da onun gibi zalim olur.

وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ (Va QaVLiHiM QuLUvBuNAv ĞuLFun)  

“Ve kalplerimiz ğulftur demeleridir.”

Ğulf” kılıf demektir. Bir şeyin üzerine giydirilmiş elbisedir. Kalaylamak da kılıflamak şeklinde yorumlanır. Kılıf aracı ve eşyayı korur.

İsrail oğulları ve mü’minler zamanla katılaşır, canlılık ve hayatiyetlerini kaybederler. Kaybetmişlerdir. Artık değişmeleri ve gelişmeleri mümkün olmaz.

Bizim beynimiz kılıflanmış, yani kötülüklerden korunmuştur. Biz başka şeyleri duymayız. Ne biliyorsak onu yapmak zorundayız. Evet, belki beyinleri kılıflanmıştır. Dış etkilerle bozulmamaktadır. Ama içte bozulmalar meydana gelmiş ve çürümeler olmuştur. Hayır, biz tedavi kabul etmeyiz, çürük de olsa, kırık da olsa, kendimizden memnunuz der ve küfürlerinde ısrar ederler. Bugünkü mü’minler halleri şöyle kılıflanmıştır.

  1. Mü’min ve müslimi birbirinden ayırmamaktadırlar. Müslimlerden mü’minlerin görevlerini yapmalarını istemekte, mü’minlerin de müslimlere verilen ruhsatları kullanmalarını istemektedirler. Müslimler mü’minlerin görevlerini haklı olarak yapamadıklarından müslimlik görevlerinden de vazgeçiyorlar. Mü’minler de ruhsatlardan yararlanarak mü’minlikten çıkıyorlar. Bu büyük hata Ebu Hanife’den beri devam etmektedir. Mü’minler bu hatayı düzeltmek zorundadırlar.
  2. Allah inanarak ameli salihi emretmiştir. İman ameli salih içindir. İnsanlar imanları ile değil, salih amelleri ile cennete gideceklerdir. İnsanlar küfürleri ile değil, zulümleri sebebiyle cehenneme gideceklerdir. İman ve küfür şartlardır. Bilerek zulmetmek insanı cehenneme götürecek, inanarak salih amel etmek insanı cennete götürecektir. Sadece iman eden cennete gider, küfreden cehenneme gider anlayışı hatalıdır. Bu hatayı da Maturidi yapmıştır.
  3. İbadetler bir taraftan sosyal hayatı düzenleyen, diğer taraftan insanları bedenen ve zihnen eğiten birer müessese oldukları halde, ibadetleri kuru hareketler olarak anlamışlar ve sadece insan duygularını iyileştirme çabası şeklinde göstermişlerdir. İnsanlardan istenen ameli salihtir. Kalbi selim ise kendi iradesi içinde değildir. Ameli salihin meyvesidir. Bir meyve ağıcına hizmet ettiğinizde o size meyve verir. Meyveyi siz üretmezsiniz, ağacın kendisi verir. Ama ağacı siz yetiştirirsiniz. İnsanlar namaz, oruç, zekât ve hac benzeri ibadetler yapar. Bu ibadetler döner ve kişinin beynini selim hâle getirir. Doğrudan kalbi selimi aramak, ağaç dikmeden ve sulamadan meyve üretmeye çalışmaktır.
  4. Bugün mü’minlerin terk ettiği bir husus da, hedefe şeriatın gösterdiği usulle değil de, şeytanın usulünde kendilerine göre hayır işlemeleridir. Mesela, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı diyanet teşkilatı şeklinde anlayıp onun şeriata aykırı emirlerine itaat etmektedirler. Diyanet işleri; mabetleri yapmak, onların bakımını üstlenmek, cemaatin serbestçe girip çıkmalarını sağlamaktır. Yoksa oradaki ibadetlere karışma yetkisi yoktur. Şimdi tersi yapılıyor. Mabetler halk tarafından yapılıyor, din işlerini halk yapıyor. Dini din işleri düzenliyor. Bu durum hayatın her türlü cephesinde kendisini göstermektedir. Mesela, gelir vergisi İslâmî değildir. Sermaye vergisi vardır. Cebri icra yoktur, borcunu ödemeyen borçlanma ehliyetini kaybeder. Sandalyelere oturup okumak yoktur. Diz çökeceksiniz, bağdaş kuracaksınız. Bunları söylediğiniz zaman biz korunmuşuz derler ve size karşı çıkarlar.

بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا (BaL OaBaGa elAHu GaLaYHAv) “Allah kalblerin üzerini tab etmiştir.”

Tab etmek” damgalamak demektir. Bir malı imal edip tarttıktan sonra üzerini mühürlerler. Artık onu kimse açmaz ve kullanmaz. İnsan beyni bilgisayar olarak çalışmaktadır. İstediğiniz dosyaları kompakt yaparsınız, yani kilitlersiniz, artık o dosyalar üzerinde başkaları işlem yapamaz.

Onların beyinleri kılıflanmış yani korunmuş değildir. Korunma ne demektir? Bilgisayarlarda virüs vardır. Virüslerden koruyan programlar konur.

Onlar beyinlerinin virüslerden korunmuş bulunduğunu söylüyorlar. Oysa Allah onların beyinlerini kilitlemiştir. Evet, virüslerden korumaktadır, ama artık kendileri de bir işe yaramamaktadır.

بِكُفْرِهِمْ (Bi KuFRiHiM)  “Küfürleri sebebiyle”

Küfürleri sebebiyle beyinleri kilitlenmektedir, söylenenleri anlamaz ve duymazlar.

İşte, küfür imana karşı beyni kilitleyen bir bâbdır. İman etmek için önce beyni küfürden kurtarmak gerekir. Kâfirler mü’min olmaz demek değildir. Kâfirler küfrü bırakmadıkça mü’min olmaz demektir. Ama önce küfrü bırakırlar, sonra da mü’min olabilirler.

Bakara’daki küfreden kimseleri uyarsan da uyarmasan da onlar kâfir kaldıkça iman etmezler demektir. Çünkü inanmaya karşı beyinlerini kilitleyen küfürdür. Onların kılıf dediği şey Allah’ın mührüdür, küfür mührüdür.

فَلَا يُؤْمِنُونَ (Fa Lav YuEMıNUvNa)  “İman etmezler, iman etmeyeceklerdir.”

Onlar misaklarını nakzettiler. Allah’ın âyetlerini tekfir ettiler, nebileri katlettiler ve kalbimiz kılıflı dediler. Oysa onların kalpleri küfürlerinden dolayı kilitlenmiştir. İman etmezler. İman etmeyeceklerdir. Dayanışma ortaklıklarına girmeyeceklerdir.

Burada anlatılan, misakı olan yani ben cizye vermeyeceğim, ben askerlik yapacağım diyenlere ait hitaptır. Bunlar ise sadece askerlikten kaçmazlar, artık Allah’ın âyetlerine küfrederler, nebileri katlederler ve kalplerimiz kılıflıdır derler. İman ameli salihi çeker, küfür de zulmü ve küfrü kendisine çeker. Kâfirler kâfir kaldıkça iyi işler yapamaz, mü’minler de mü’min kaldıkça kötü insan olamazlar. Bazen hata yapsalar da pişman olur ve en kısa zamanda tevbe ederler.

إِلَّا قَلِيلًا(155) (EilLAv QaLIyLan)  “Ancak az kimse”

İsrail oğullarından çoğu iman etmeyecektir. Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu kabul etmeyecektir. Çünkü onlar misaklarını nakzetmişlerdir. Âyetlerini göre göre inkâr etmiş ve biz hakkı bulduk, başka şeylere ihtiyacımız yoktur diyenler iman edemezler, ancak onlardan az kimse inanırlar.

Bugünkü Hanefi uleması da böyle diyor. İçtihat kapısı kapanmıştır. Biz doğruları bulmuşuz, dışarıdan virüse gerek yoktur diyorlar. Bu kemikleşmiş anlayışı kırmak onun için kolay değildir. Buradan şunu öğreneceğiz ki; bugünkü Müslümanlardan “Adil Düzen”e gelecek çok az insan vardır. Bizim düzenimizi benimseyen daha çok solcular ve ateistler olacaktır. Çünkü onlar beyinlere karşı kilitlenmiştir.

*

وَبِكُفْرِهِمْ (Va Bi KuFRiHiM)  “Yine küfürlerinden dolayı iman etmeyeceklerdir.”

Arapçada mübteda haberden sonra da gelebilir. “Ahmet çalışkandır, Mehmet de” denebilir. Burada Mehmet de çalışkandır manâsındadır. Yani, küfürleri nedeniyle iman etmezler.

Yukarıda Allah’ın âyetlerinin küfrü vardı. Burada mutlak olarak söylendiğine göre başka bir şeyin küfrü demektir. Gerçekler ortaya çıktıktan sonra gerçekleri inkârdır. Neden gerçek?

İsrail oğulları için bu gerçek Hıristiyanlıktır. Hazreti İsa gelmiş ve birtakım mucizeler göstermiş ama o gün âyetlere inanmamışlar. Ancak bugün 2005 yıldır üçte bir Müslümanları da kattığınız zaman insanlığın üçte ikisi onun peygamberliğine inanmaktadırlar. İnsanlığın büyük ekseriyetinin 2000 yıl dalâlet içinde kaldığını iddia etmek Allah’a iftira etmek değil midir? Şimdi İsrail oğullarının bu gerçeği görüp Hazreti İsa’ya iman etmeleri gerekir. Bu demek değildir ki onlar Tevrat’ı bırakacak ve İncil’e göre amel edecek. Çünkü İsa aleyhisselâm İsrail oğullarına gelmiş bir peygamber değildir. O Musa aleyhisselâmın kavminin şeriatını beşeri şeriata tebdil etmekle görevlidir. Yahudilikle hiçbir çatışması yoktur.

Biz Doğu halklarının üç-dört bin yıl dalâlet içinde bırakılmasını da Allah için düşünemiyoruz. Brahmanizm ve Budizm’in ilâhi din olduğunu bu sebeple söylüyoruz. Bunu aklımızla söylüyoruz. Kur’an’da da bunlara delil buluyoruz. Daha evvel Tevrat ve İncil’den ayrı olarak Furkan’ı da inzâl ettik diyor. Furkan Budistlerin kitabıdır. Doğu yazıtlarında bu aynen geçmektedir. Brahman da İbrahim’in değişik ifadesidir. Abram Hazreti İbrahim’in önceki adıdır. Hazreti İshak ve Hazreti İsmail’in babası olduktan sonra adı İbrahim olmuştur. Doğuya giden Hazreti İbrahim aleyhisselâmın Katura isimli eşinden doğan çocukları Brahman olarak bu kelimeyi kullanmışlardır. Abram, önemli demektir. İbrahim ise burhandan gelen bir kelimedir. Artık Hıristiyanlar ve Yahudiler büyük dinlerin hak din olduğunu kabul etmek durumundadır.

Eğer biz Allah’a inanıyorsak, adil Allah varsa, Budizm de Hinduizm de Müslümanlık gibi hak dindir. Bu Allah’ın adaletinin bir gereğidir. İki milyar Hıristiyanın varlığı Hazreti İsa aleyhisselâmın peygamberliğine delâlet eder. Yoksa Allah küfrü dünyaya hakim kılmış olur.

Yahut küfürleri nedeniyle Allah kalplerini mühürlemiştir.

Bu küfür, âyetleri küfür değil de, hakikatin küfrüdür.

وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ (Va QaVLiHiM GaLAy MaRYaMa)  “Meryem üzerine söylemleridir.”

Hazreti Meryem Zekeriya Peygamberin yanına verilmiş ve orada yetişmiştir. Hazreti Meryem’in annesi onu manastıra vermiş, orada örnek bir anne olarak yetişmiştir. Evlenecek yaşa gelince Yusuf’la nişanlandı. Nişanlı iken, daha düğünleri yapılmamışken Hazreti Meryem hamile kaldı. Nişanlısı ile birlikte doğuya gittiler. Daha sonra çocuk doğdu. Yahudilerde nişanlılarda doğan çocuk meşru sayılmaz. İlle düğün yapıp evlenmeleri gerekirdi. Kavmi Hazreti İsa aleyhisselâmı ayıpladı. Ama Hazreti İsa daha beşikte iken akıllı bir insan gibi konuşmaya başladı. Hazreti İsa peygamber olduğunu çocukken bildirdi.

Hazreti Meryem Hazreti İsa’dan sonra evlenmiş ve Hazreti İsa’nın kardeşleri olmuştur.

O kadar büyük mucizeleri göstermiş olmalıdır ki, ona inananlar canlarını verdiler ama Hıristiyanlıktan vazgeçmediler. 300 yıldan fazla Roma zulmünde inletildiler ama Hazreti İsa’nın gösterdiği mucizeye sabrettiler. Bugün iki milyar insan hâlâ o zamanki mucize ile inanmaktadır.

Kur’an gelmiş ve Hazreti Meryem ile Hazreti İsa’yı tasdik etmiştir. Bugün insanlığın üçte ikisi Hazreti Meryem’in iffetine inanmaktadır. Eğer Allah varsa, insanlığı böyle bir yalanla iki bin yıl kandırmış olamaz.

Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğu ilmen sabittir.

  1. Kur’an’ın matematiği Kâinat’ın matematiğine uymaktadır. DNA testi sayesinde nasıl insanın cüzünü hattâ çocuğunu tesbit edebiliyorsak, Kur’an’ın DNA’ları ile Kâinat’ın DNA’ları da aynıdır. O halde her ikisi de aynı ustanın eseridir.
  2. Kur’an geçmişi doğru anlatmakta, gelecekten de doğru haber vermektedir. Mevcut olan tabiî ve soysal ilmin verilerini tasdik etmektedir. Tamamen uymaktadır. Böyle bir kitabın Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
  3. Kur’an insanlığın sorunlarını her asırda o asrın imkanları ile çözmektedir. Kur’an 1400 yıl önceki imkanları ile değil, günümüzün imkanları ile günümüzün sorunlarını çözmektedir. Sorunları onun seviyesinde çözen başka bir düzen bulunmamaktadır.
  4. Kur’an’ın başka bir kesin mucizesi de, 1400 seneden beri lafzıyla ve manâsıyla aslını korumuş olması, tek mushaf olması ve bunu daha önce bildirmiş olmasıdır. Fıkıh ilmi onun bir mucizesidir.

İşte Allah’ın bu Kitabı Hazreti Meryem’in iffetli muhterem bir anne olduğunu söylemektedir.

Hazreti İsa aleyhisselâm neden böyle babasız meydana gelmiştir? Bugünkü biyoloji ilmi bize çok az muhtemel de olsa kadının erkeksiz hamile kalabileceğini tesbit etmektedir. Hazreti İsa’nın doğumu tarihin başlangıç yılı yapılmıştır. Tüm insanlık tarihlerini onun doğumu ile anacaklar. Allah Kur’an’da buna işaret etmektedir. Hazreti İsa aleyhisselâmın doğumu sadece bir tarih değildir.

Uygarlıkların biner yıllık ömürleri vardır, bu bin yılların başlangıç tarihleri Hazreti İsa’nın doğduğu tarihte başlamaktadır. Bundan sonra da böyle olacaktır. Uygarlık tarihlerini yazarken hep biner yıl olarak ele alacaklar ve hep Hazreti İsa aleyhisselâmın doğumuna kotlayacaklardır.   

بُهْتَانًا عَظِيمًا(156) (BuHTAvNan GaJIyMan)  “Azim bir iftira idi.”

Çünkü Hazreti Meryem’i nişanlısı Yusuf’tan başka kimse ile yani hiçbir erkekle görmemişlerdi. O zaman nişanlılarda görüşme olmadığından kimse bu çocuğun nişanlısından olduğunu söylemiyordu. Yusuf sonra ona sahip çıkmıştır. Kimsenin görmediği konuda çocuk da beşikte konuşarak annesini ibra ettiği halde, onlar inatlarına devam etmiştir.

İnsanda kromozomlar eşlidir. Eşsiz kromozomlarda da canlı oluşabilmektedir. Erkek arılar eşsiz kromozomlara sahiptir.Çocuğun erken konuşabilmesi belki de bu sayede mümkün olmuştur. İslâm fıkhına göre nişanlı bir çocuk doğurursa o çocuk nişanlısına aittir. Nikah görüşmeyi helal kılar. Halvet düğün yerine geçer. Hazreti Meryem nişanlı olduğuna göre ona zina isnat edilemez. Dört şahit görmedikçe zina sabit olmaz. Nişanlı onu ancak yemin ederek cezadan kurtulup boşayabilir ve çocuğu def edebilir.

Hazreti İsa aleyhisselâm hükmen Yusuf’un oğludur. Babasız olsa da hükmen onun oğludur. Nitekim İncil’de Hazreti İsa’nın soyunu sayarken Hazreti Meryem’in değil, Hazreti Meryem’in nişanlısı Yusuf’un soyuna bağlanmaktadır. Hâsılı, Hazreti İsa’nın babası olsa bile bu baba Hazreti Meryem’in nişanlısı Yusuf’tur ve asla bundan dolayı zina isnat edilemez. Zina, bir kadın rahmi ibra etmeden başka kadınla birleşirse veya gizli ilişki kurarsa oluşur. Oysa Hazreti Meryem nişanlısı Yusuf’tan başka kimseyle görüşmemiştir, böyle bir dedikodu da yoktur. O halde Hazreti Meryem’e isnat edilen bühtanı azimdir. Bunların iftira cezasıyla tecziyesi gerekir. Bu Yahudilerin şeriatında da böyledir. Nişanlıların birleşmeleri zina sayılmaz. Aksine duhul olur. Onlara zina cezası verilmez. Onları zani kabul eden suçlu olur.

*

وَقَوْلِهِمْ (Va QaVLiHJiM)  “Ve kavilleri nedeniyle.”

Küfretmeleri ve kavletmeleri nedeniyle Hazreti İsa hakkında söylenenler vardır.

Hıristiyanlar da Yahudiler de Hazreti İsa’nın öldürüldüğü görüşündedirler. Bir defa yanlış bir şeyi ileri sürünce, halk ona inanınca, artık halkı ondan vazgeçirmek çok zordur. Hazreti İsa’nın tekrar geleceği hakkındaki inanç Müslümanlar tarafından da benimsenmiştir. Oysa Kur’an bunu açıkça reddetmektedir. İranlıların Mehdi bekleyişi de böyle hiçbir delile dayanmayan ama aksini Humeyni’nin bile telaffuz edemediği bir inanıştır.

İsrail oğulları, böyle asılsız bir iddiada bulunmuşlar, sonra da terk edememişlerdir.

 إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ (EinNAv QaTaLNa ELMaSIyXa)  “Mesih’i biz katlettik.”

Hazreti İsa’nın bir adı da Mesih’tir. Mesih, İsa gibi onun özel adı olabilir. Yahut çok seyahat ettiği için ona bu ad verilmiştir. Mesh etmek, sıvazlamak demektir. Hazreti İsa vaftiz edilmiştir. Onun için bu adı almıştır. Diğer peygamberler vaftiz edilmemiştir. Hazreti İsa’nın peygamberliği kendisi doğduğu zaman Hazreti Zekeriya ve Hazreti Yahya peygamberler tarafından bildirilmiştir.

İsrail oğullarına nâzil olan kitaplar ikiye ayrılır. Birinci kitap İsrail oğullarına hitap eder. Son peygamberleri Hazreti Zekeriya’nın oğlu Melahya’dır (Yahya’dır). Onun son cümlesi şudur. Böylece Ahdi Atik sona erer. Allah İsrail oğullarına hitap ederek şöyle diyor: “İşte ben Rabbin, azim ve heybetli gün gelmeden evvel size İlya (İsa) peygamberi irsal edeceğim. O dahi pederin kalbini oğullara ve oğulların kalbini pederlere döndürecektir. Olmaya ki ben gelip zemini lânetle vurayım.”

Buradaki azim ve heybetli gün Kur’an’ın geldiği gündür. Onu önce Hazreti İsa müjdelemiştir. Bu sebeple Hazreti İsa’ya Mesih denmektedir. Bir peygamber öbür peygamberi vaftiz etmiştir görüşündeyim.

عِيسَى (IySA)  “İsa”

Musa ve İsa, son iki harfi aynı. Ondan önceki harflerin biri “Vav” biri de “Ya”. Acaba anlamları nedir?

Musa, berber ve sanatkar demektir. İsa, asa kelimesi ile akraba olup ümit demektir.

Hazreti Musa, sosyal örgüt kurmuş ve şeriata göre insanları örgütlemiştir. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu örgütlenme sisteminden yararlanmışlardır. Kur’an’ın yorumunda da bundan yararlanılmıştır.

Hazreti İsa ise insanlığa ümit dağıtmıştır. Cennetten bahsetmiş, cehennemden kurtuluş yollarını göstermiştir. Musa, insanların dünyasını mamur etmiş, İsa ise insanlara âhireti öğretmiştir.

ابْنَ مَرْيَمَ (IBNı MaRYaMa)  “Meryem oğlu”

Hazreti İsa Hazreti Meryem’in oğludur. Hazreti Zekeriya’nın eğittiği Hazreti Meryem’in eğitiminde yetişmiştir. Onun eğitiminde bir erkeğin rolü yoktur. Bu sebeple Kur’an’da “Meryem oğlu” olarak anılmaktadır. Böylece Hazreti Meryem de taziz edilmektedir.

Allah Hazreti Musa’yı Firavun’un sarayına almış, orada eğittikten sonra onu Medyen’e kaçmak zorunda bırakmış ve orada da şeriatı tedris etmiştir. Çocukluktan itibaren özel eğitim içinde yetiştirilmiştir.

Hazreti İsa için de önce Hazreti Meryem manastırda yetiştirilmiş, sonra Hazreti Meryem onu özel olarak büyütmüştür.

Hazreti Muhammed ise özel eğitime tâbi tutulmamıştır. Çünkü son din peygamber dini değil, kitap dinidir. Kur’an bir taraftan peygamberi eğitip yetiştirmiş, diğer taraftan Arap topluluğunu eğitip yetiştiriyordu. Kur’an Allah tarafından gönderilmiştir. Ancak uygulanması başka olmuş, Mekke ve Medinelilerin istişarî yorumlarıyla uygulanmıştır. Böylece kendilerinden sonraki haleflerine örnek olmuştur.

رَسُولَ اللَّهِ (RaSUvLa elLAHı)  “Allah resulü”

“Allah’ın resulünü biz öldürdük” diyorlar. İsrail oğulları saygısız bir topluluktur. “Biz gidip savaşamayız, git sen ve Rabb’in savaşın” diyenler; burada da Hazreti İsa’nın peygamber olduğunu kabul etmekle beraber, kendileri Allah’ın resulünü öldürürken Allah’a galip geldiklerini iddia edecek kadar şirk içindedirler.

Yahut, Hazreti İsa’nın resullüğü ile alay etmektedirler. Peygambermiş ha! Bak biz onu nasıl öldürdük!

İsrail oğulları benzer kararı 1897’de Basel’de aldılar. İslâmiyet hak bir dindi. Kendilerinden üstün bir dindi. İslâmiyet’i katledersek dünya bize kalır diye düşündüler. O halde önce Hıristiyanlarla bir olup İslâmiyet’in kökünü kazıyalım. Dünyayı biz idare edelim. Dünyayı Tevrat yönetsin. Bu amaçla İstiklâl Savaşımızı desteklediler. Hedefleri önce Türkleri dinsizleştirmek, sonra ortadan kaldırmaktı. Diğer İslâm halklarını da zorla başka dinlere ve ateizme çevirmekti. Arap ülkelerine komünist yönetimler getirilmiştir. Bunlar alenen Allah ile savaşmaktadırlar. Şeytan gibidirler. Şeytana nasıl âhirete kadar yaşama vadinde bulunulmuşsa, İsrail oğullarına da bulunulmuştur. Âhireti hatırlamayıp dünyadaki azgınlıklarına devam ediyorlar…

وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ (Va MAv QaTaLUvHu Va MAv ÖaLaBUvHu)  

“Onu ne katlettiler, ne de salbettiler.”

Yahudiler Hazreti İsa’ya şiddetle muhalif oldular. Çünkü Hazreti İsa Tevrat’ı dünyaya açıyordu. Oysa o zamana kadar Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyor, İsrail oğlu olmayanların okumalarını men ediyordu. Allah insanları yönetmek için onları görevlendirmişti.

Roma yönetimini öldürmeye ikna etmek için onun krallık iddia ettiğini ileri sürdüler ve böylece imparatora isyan ediyor şekline çevirdiler. Roma’nın valileri Hazreti İsa’da bir suç bulmuyor ama baskı onu öldürmeye zorluyordu. Hazreti İsa’nın asılması için vali emir vermiş, bir idamlıkla beraber asılmasını emretmiştir. Asan yüzbaşı asmış ve sehpada bırakmıştır. Öyle söylemektedir. Oysa birlikte asılan üç dört gün sehpada kalmış, Hazreti İsa ise ertesi gün bulunamamıştır. İncil’de böyle anlatılıyor.

Hazreti İsa’nın öldürüldüğüne şehadet edenler, Hazreti İsa’nın kurtardığı kimselerdir. Ertesi gün bulunmayınca da dirildi ve göğe uçtu dediler. Hazreti İsa’nın mucizesini bilenler bunların sözüne inanır gibi olmuştur. Zaten vali asmak hususunda isteksizdir. Katlettiklerini iddia ediyor, asmadıklarını söylüyorlar. Asılmadığını görünce bu sefer de katlettiklerini iddia etmek durumunda olmuşlardır.

وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ (Va LAvKıN ŞubBıHa LaHuM)  “Onlara öyle gelmiştir.”

İncil’in anlattıklarını şöyle anlayabiliriz. Hazreti İsa gece alınmış ve sehpaya götürülmüştür. Hazreti İsa’yı sevenler de onlara katılmıştır. Ne var ki Hazreti İsa yerine başkasını aldılar. Götürüp onu astılar. Asıldıktan sonra Hazreti İsa’yı sevenler İsa’nın asılmadığını gördüler. Ama sezdirmemek için asıldı deyip onlara öyle inandırdılar. Asılanın Hazreti İsa olmadığı görülünce de asanlar iki kişi astık dediler. İncil’de bu husus farklı geçmiştir. Aslında Roma yönetimi Yahudileri astığına kandırmış, onlara öyle gösterilmiştir.

Burada “Şübbihe” kelimesi meçhuldür. Kimlerin bu teşbihi yaptırdığı belirtilmemektedir. Belki de Romalı yüzbaşı bile bile başka bir idam mahkumunu götürüp asmıştır. Böylece İsrail oğullarının imparatoru rahatsız etmelerini önlemiştir.

وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ (Va EinNA elLaÜIyNa iPTaLaFUv FIyHı)  “İçinde ihtilaf eden kimseler.”

Yani, öldürme hususunda ihtilaf eden kimseler. Hazreti İsa’nın yerine başkasının asıldığı ortaya çıkınca dirilip göğe gittiği iddiasına da inananlar olmuştur. Çünkü Hazreti İsa olmaz mucizeler göstermişti.

Bunun olmasına herkes ihtimal vermektedir. Dolayısıyla tartışmalar devam etmiştir.

Burada bir şeye işaret edilmektedir. O tarihe ait belgeler ileride bu ihtilafı ortaya koyacaktır. Yahudiler bugün Hıristiyanlarla arayı düzeltip Müslümanları yok etmeyi planlamışlar ve düşmanlığı ortadan kaldırmak için biz Hazreti İsa’yı öldürmedik diyorlar. Şahit olarak da Kur’an’ı gösteriyorlar.

لَفِي شَكٍّ مِنْهُ (La FIy ŞakKın MiNHu)  “Ondan şek içindedirler.”

Roma önce Hıristiyanlara çok ağır zulümler yapmıştır. Ne var ki zulüm yaptıkça mukavemet arttı. Sonunda İstanbul’u kuran Konstantin Hıristiyanlığı devlet dini yaptı. Hıristiyanlıkta Pavlus tarafından tahrifat yapılmıştır. Bugünkü Hıristiyanlar bunu biliyorlar ama bırakamıyorlar…

Hazreti İsa büyütüldü, tanrılaştırıldı. Yahudiler tarafından öldürüldüğünü ileri sürerek Hıristiyanların günahlarını yüklendiğini benimsediler. Böylece bugünkü yanlış anlayış ortaya çıktı.

Kur’an eğer söylentilerle yazılsaydı Hıristiyanların bu görüşünü benimserdi. İleride çok açık olarak Hazreti İsa’nın asılmadığı sabit olacak ve bu Kur’an’ın bir mucizesi olacaktır.

مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ (MAv LaHuM BiHIy MiN GiLMin)  

“Onların bu hususta bir ilmi yoktur.”

Öldürdüklerine ait bir ilmî dayanakları yoktur. İslam akaidinde kesin olmayan delillerle amel caiz değildir. Akaitle ilgili hususta zan delil değildir. Dinin aslı kesin olmayan bilgilere isnat edilemez.

Oysa Hıristiyanlar Yahudilerin bu zanlarını itikadın konusu yapmışlardır. Hazreti İsa’nın asıldığını gösteren Milattan sonra beşinci asırda kutsal işaret kabul edilmiş, haç gerilmiştir. Hazreti İsa’nın takdisi ise Milattan sonra 1200’lü yıllara dayanır.  

إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ (EilLav itTıBaGa elJanNa)  “Zanna ittiba dışında bir ilimleri yoktur.”

Ellerinde mevcut olan Tevrat ve İncil’de dolu hakikatler açıkça ifade edilmişken, zanlara inanışların istinadı dini tahriften başka nedir?

وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا(157) (Va MAv QaTaLUvHUv YaQIyNan)  “Onu yakinen katletmediler.”

Yahudilerin Hazreti İsa’yı öldürdüklerine dair bir beyanları ve iddiaları yoktur. Hazreti İsa zamanında İncil’den başka gelen bir belgesi olmadığından tek dayanacağımız kaynak İsrail oğullarının beyanıdır. Onların bu beyanları için onlardan belge istememiz gerekir. Hıristiyanların onların söylentilerine göre dinlerini oturtmamaları gerekir. Hazreti İsa İncil’de, “Ben gideceğim, çünkü görevim bitti.” diyor. Burada Hazreti İsa’yı Yahudilerin gözü ile anlatmaktadır. Böylece Hazreti İsa tarihi varlığını kanıtlıyor. Yahudilerin Hazreti İsa’yı öldürdüklerini iddia etmeleri onun varlığını onaylamış olmaktadır.

*

بَلْ (BaL)  “Bilakis”

Bel” harfi atıftır. Daha önceki cümleyi ret veya tasdik etmeden doğrusunu belirtmektedir. Bundan söylenen cümle açıkça daha önceki cümlenin aksini söylüyorsa, daha öncekini reddetmiş olur.

Buradaki durum budur. Katledemediler, salbedemediler deniyor. Allah ref’ etmiştir diyor. Müslümanlar Hazreti İsa’nın öldürülmediği, diri diri göğe gittiğine inanıyorlar. Hıristiyanlar ise öldürüldü, dirildi ve göğe kaldırıldı diyor.

Kur’an ise Hazreti İsa öldürülmedi, asılmadı, ama vefat etti ve Allah onu kendisine ref’ etti diyor.

رَفَعَهُ اللَّهُ إِلَيْهِ  “Allah onu ref’ etmiştir.”

Bu ref’ semaya ref’ şeklinde ifade edilmektedir. Oysa Allah zaman ve mekan dışıdır. Eğer bu ref’i yanına almayı bu şekilde alsak, zaman ve mekan dışına çıkmıştır. Oysa insan ne bu dünyada ne de âhirette mekan ve zaman dışına çıkamaz. Çünkü ruh da zaman ve mekan içindedir.

Peki, Allah kendisine nasıl ref’ etmiştir? Bu geri çağırmadır. Valiyi merkeze almadır. Eğer bir elçinin orada görevi bitmişse veya valinin orada daha fazla kalması uygun değilse geri çağrılır. Allah da Hazreti İsa’yı geri çağırmıştır. Görevi tamamlanmadan geri çağrılmıştır. Çünkü insanlık henüz Hazreti İsa’nın başlattığı inkılabı tamamlamamıştır. Hazreti İsa ne yapmıştır? Kavmî din anlayışını beşerî din hâline getirmiştir. Hıristiyanlık beşerî din oldu. Ama beşerî bir şeriatı o gün insanlar anlayamadığı için 600 sene sonra şartlar müsait olunca onun başlattığı reformu tamamlamak üzere Hazreti Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir. O halde ref’ etmenin anlamı geri çağırmadır. Mertebesini düşürme değil, nöbeti değiştirmedir.  

وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(158) (Va KAvNa elLAHu GaZIyZan XaKIyMan)  

“Allah azîz ve hakîm bulunmaktadır.”

Allah sözünü geçirir ve hükmeder. Sözünü geçirmiştir çünkü bugün Hazreti İsa insanlar içinde, insanlık içinde en yüksek makamdadır. Ref’ edilmiştir.

Hükmedendir. Çünkü ondan sonra gelen Kur’an Hazreti İsa’nın başlattığı evrimi tamamlamıştır.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3165 Okunma
2-NİSA 6-10
2180 Okunma
3-NİSA 11-12
5613 Okunma
4-NİSA 13-17
1938 Okunma
5-NİSA 18-22
1887 Okunma
6-NİSA 18-22
1574 Okunma
7-NİSA 23-24
4557 Okunma
8-NİSA 25-30
1965 Okunma
9-NİSA 31-35
3359 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2308 Okunma
12-NİSA 47-56
2185 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2361 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2187 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2085 Okunma
20-NİSA 95-101
1957 Okunma
21-NİSA 102-106
2149 Okunma
22-NİSA 107-113
2100 Okunma
23-NİSA 114-116
2499 Okunma
24-NİSA 117-125
2103 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2060 Okunma
28-NİSA 144-152
1935 Okunma
29-NİSA 153-158
1986 Okunma
30-NİSA 158-162
2380 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2158 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma

© 2024 - Akevler