NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
1913 Okunma
NİSA 131-137

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَإِيَّاكُمْ

أَنْ اتَّقُوا اللَّهَ وَإِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ غَنِيًّا حَمِيدًا(131)

وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(132)

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ أَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِآخَرِينَ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى ذَلِكَ قَدِيرًا(133)

مَنْ كَانَ يُرِيدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللَّهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا بَصِيرًا(134)

 

وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ (Va Li elLAHi MAv FIy eLsSaMaVAvTı)  “Semâvâtta olanlar Allah’ındır.”

Semâvât” semanın kurallı dişi çoğuludur. Bir bütündür. Yeryüzündeki hayatın varlığı böyle bir semanın oluşuna bağlıdır. Yere göre yedi tabaka olarak düzenlenmiştir.

    1. 9.41 kilometrelik ilk tabaka ‘yağmur tabakası’dır. Dağların yükseldiği tabakadır. Bulutlar bu tabakadadır. Rüzgar bu tabakada eser. Kuşlar bu tabakada uçar. Burası yeryüzünün böbrekleridir. Su burada temizlenmiş olur. Hava yeşillikle temizlenir.
    2. Bundan sonra susuz ‘hava tabakası’ gelir. Bu tabakanın özelliği, gökten gelen cisimleri eritir, yeryüzünü taş yağmurlarından korur. Yeryüzünü aşırı ısınmasın diye bir kürk gibi ısıyı dengede tutar. En önemli vasfı, on metre su seviyesine tekabül eden basınç oluşturur ve yeryüzündeki suların buharlaşmasını önler. Yağmur tabakası ile birlikte bu tabaka olmasaydı yeryüzü susuz kalırdı. Bu tabaka yağmur tabakasının on katıdır.
    3. ‘Işık tabakası’ hava tabakasını kuşatır. Güneş doğmadan ortalığın aydınlanması bu tabakanın ışık almasıyla olur. Bu tabaka atmosfer tabakasının havasının kaçmasını önler. Bu tabaka olmasaydı hava tabakası olmaz, dolayısıyla yeryüzü çırılçıplak kayalardan oluşurdu. Bu tabakanın başka bir yararı da güneşten gelen öldürücü ışınları tutmaktır. Nasıl atom bombasından öldürücü ışınlar çıkarsa, güneş de atom tekniği ile çalıştığı için aynı ışınları neşreder. Işık tabakası bunu tutar ve yeryüzünde hayat olur. Bu tabaka olmasaydı yeryüzünde hayat olmazdı. Bu tabakanın belli kalınlıkta olması sayesinde güneş ışığı bize gelmez. Az kalınlıkta olması sayesinde de öldürücü olmayan ışınlar bize gelir. Bu da hava tabakasının on mislidir. Güneş ışığında bu tabakayı dengede tutan atomlar vardır. Ozon tabakası dediğimiz tabaka bu tabakanın kalınlığını ayarlar. Böylece bu üç tabaka yeryüzünün üç kattan oluşan örtüsüdür. Yeryüzünün sera örtüsüdür, camekandır. Aynı kalınlıkta yer kabuğu vardır. O da üç tabakadır. Onun altında üç tabaka daha vardır.
    4. Bundan sonra ‘Ay tabakası’ gelir. Ay tabakasının kalınlığı 100 atmosferli yer yarıçapı kadardır. Ay bunun ortasındadır. Atmosfersiz yer yarıçapının altmış katıdır. Bu tabakanın özelliği, bu tabaka içinde bırakılan herhangi bir taş yeryüzüne düşmeye çalışır, yahut onun etrafında döner. Ay olmasaydı yer 24 saatte bir dönmezdi. Bu dönüşü koruyamazdı. Bundan dolayıdır ki uydusuz gezegenler kendi eksenleri etrafında dönmezler. Ay gel-git sayesinde denizleri ve yeraltı sularını çalkalayıp havalandırır. Ay olmazsa denizlerde hayat olmaz, havasız kalırdı.
    5.  
  1. Ay tabakasının 100 katından sonra ‘Güneş tabakası’ başlar. Orada bırakılan taş güneşe düşer veya onun etrafında dolanır. Güneş Ay’dan 400 defa daha uzaktadır. Güneş bize ışık gönderir, gündüz oluşur. Hayat öyle sürüp gider.Güneşin etrafında yerle beraber on gezegen vardır. Yer dışında bir yerde bugün hayat yoktur. Ancak gezegenler olmazsa bu sefer yıl dengesiz olur ve 365.25 günde bir Dünya Güneş’in etrafında dönmezdi. Yer ile Güneş uzaklığı korunamaz ve Yer Güneş’in üzerine düşerdi. Sürtünme kuvvetleri onu kısa zamanda yok ederdi.
  2. Işık Güneş’ten bize sekiz dakikada gelir. En yakın yıldızdan ise ancak dört senede ışık gelebilmektedir. Her yıldız birer güneştir. Yıldızlar geceleri yeryüzüne özel ışıklar gönderirler, tohumlar onlar sayesinde çimlenirler.
  3. Son olarak Kâinat içinde biz varız. Bu yedinci tabakadır, son tabakadır. Bunlar kürsi içindedir. Kürsi de arş içindedir.

İşte buralarda olanların hepsi Allah’ındır. Milyarlarca güneş olan yıldız ve milyarlarca galaksi samanyolu vardır. Güneşlerin çevresinde gezegenler vardır. O gezegenlerde de bizim dünyamıza benzer dünyalar vardır. Ayrıca yıldızların içinde cinler vardır ve bizim gibi onlar da yaşamaktadır. İşte bütün bunların sahibi ve mâliki Allah’tır; tek Allah’tır. Bugünkü ilim Kâinat’ta her şeyin bir düzen içinde ve tek varlığın eseri olduğunu ispatlamıştır.

وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va MAv FIy eLEaRWı)  “Arzda olanlar da Allah’ındır.”

Arzda neler vardır, bizim arzımızda neler vardır?

  1. Arzda hayat tabakası vardır. Sonra su tabaksı var, sonra toprak tabaksı var, sonra kaya tabakası var. Sonra sıkışmış gaz tabakası, sonra onun altında sıvı tabakası, onun altında katı tabaka vardır. Yeryüzünde yüze yakın element vardır. Bunların birleşmesinden çeşitli cisimler oluşmaktadır. Sular, dağlar, toprak vardır. Ayrıca belli sıcaklık vardır. Yeryüzü canlıların yaşaması için ne gerekiyorsa o şekilde düzenlenmiştir. Her şey yeterince olmuştur. Yemek pişirirken her şeyi ölçülü koyarsanız. Tuzu eksik koyarsak hasta oluruz, fazla koyarsak yiyemeyiz. Yeryüzünde de böyle milyarlara varan çeşitli maddeler konmuştur. Hepsi de ölçülüdür.
  2. Yeryüzünde canlılar var edilmiş, bu canlılar yeryüzünü insanların yaşayacağı hâle getirmişlerdir. Güneş’ten gelen ışığı şekere ve başka canlıların maddesine çevirir.
  3. İnsanlar onlardan yararlanarak yaşarlar. Kişi tabiatın ürettiği nimetler ile geçinmektedir. Çeşitli bitki ve hayvanlar, onların fosilleri hep insanlar içindir.
  4. İnsanlar kendileri düşünerek uygarlığı oluşturmuşlardır. Bilgisayarlara varıncaya kadar âletler icat etmişlerdir. Bunlar da gittikçe çoğalmakta ve artmaktadır. Bunlar da Allah’ındır.  

وَلَقَدْ وَصَّيْنَا (Va LaQaD VaöÖaYNAv)  “Şimdi vasiyet ediyoruz.”

Kad” kelimesi maziyi hâle getirir. “Şimdi tavsiye ediyoruz” demektir.

Ketebnâ, Feraznâ, Emernâ, “Vessaynâ” kelimeleri hep vücubu ifade eder.

“Emernâ”da emir o anda emredilmiş olur. Tekrarı gerekmez. Zaman izafe edilmesi hâlinde de o zaman gelince emir tekrarlanmış olur. Yeniden emredilmiş olur. Yoksa o vakte ehil olarak varamayanlara da farz olmuş olurdu. “Kitabet etmek” demek, yazmak, kural olarak koymak demektir. Şeriat olarak koyduk demek olur.

“Farz ettik” demek, bölüştürdük demektir. Daha çok işbölümü şeklinde yapılmış emirlerdir.

Vasiyet” ise vasilikten gelen bir kelimedir. Kişinin kendi çıkarı için yapılan öğütlerdir, hükümlerdir Buradaki bu “vasiyet ettik” demek, sizin yararınıza hükümler koyduk demektir.

الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ (elLAÜIyNa EUvTu eLKıTaBa MıN QaBlıKuM)

“Sizden önce kitab verilenlere şimdi vasiyet ediyoruz. Kur’an’la vasiyet ediyoruz.”

Burada “Min Kabliküm” demekle Kur’an ehli olmayanları istisna etti. Çünkü Kur’an onlara nâzil olmamıştır. Onlar kendi kitapları ile amel edeceklerdir. Bununla beraber Kur’an onların dinlerini teyid etmekte ve tasdik etmektedir. Eğer onların kitabında yoksa, o zaman Kur’an onlara da hükümler getirmiştir. Nitekim bizim şeriatımız için bizden öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımızdır. Mü’minler de Kitap verilenlerdir.

Min Kabliküm” ile mü’minleri ayırmıştır.

وَإِيَّاكُمْ (Va EıyYAvKuM)  “Ve size”

Allah Kur’an’da eskiden kitap verilenlere ve size vasiyet etmektedir. Bir şeyi size tavsiye ediyor. Birlikte bütün insanlara hitap ederek bir şey istiyor Allah’a ittika ediniz. Allah’ın şeriatına girip kötülüklerden korununuz. Allah Kâinatı yaratmış ve insanlara musahhar kılmıştır.

Ne var ki Kâinat insana saldırmaktadır. Çevremizdeki her şey bize karşıdır. İktidarda olanlara bütün halk karşı olur. Kâinat canlı ve cansızı ile bize karşıdır.

Buna karşılık Allah bize şeriatı vazetmiştir. Şeriat ile biz Kâinatın bu saldırısından yararlanırız. Böylece iktidarımızı koruruz. Allah tüm insanlığın birden Allah’ın şeriatına girmelerini ve çevrenin kötülüğünden korunmalarını istemektedir. Allah’ın düzeni şeriat da iki yoldan öğrenilir. Ya akıl yoluyla öğrenilir, ya da nakil yoluyla öğrenilir. Fark etmez. Hepsi Allah’ın şeriatıdır.  

أَنْ اتَّقُوا اللَّهَ  “Allah’a ittika ediniz.”

Tabiî ve sosyal kanunlardan yararlanarak aleyhinize olan Kâinatı lehinize çeviriniz. Irmaklar sel yapar, meskenlerinizi ve tarlalarınızı harap eder. Ama baraj yaparsanız size elektrik verir. Ateş yangın olursa dünyayı mahveder, ama o ateş motor olur, elektrik olur. Doğal kanunlar böylece teknikle nasıl yararlı hâle getirilirse, aynı şekilde sosyal kanunlar da hukukla, şeriatla yararlı hâle gelir. Cinsi arzu ile evlendiğiz zaman çocuklarınız olur, onları büyütür, böylece en büyük nimet olur. Ama zina yaparsanız AİDS’in kurbanı olursunuz.

Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanlıktır. Geçmişi ve gelecekleri ile Adem oğullarıdır. Bütün insanlık birleşerek cehalete karşı savaşın ve sizin için yarattığım yeryüzünden yararlanın.

وَإِنْ تَكْفُرُوا (Va EıN TaKFuRUv)  “Küfrederseniz.”

Küfretmek” Arapçada iki manâya gelir. Gerçekleri bile bile saklamaktır. Bir de yapılan iyilikleri değerlendirmemektir. Nankörlük etmektir. Burada “nankörlük ederseniz” yani “Allah’a ittika etmezseniz” diyor. Tabiî ve sosyal kanunlara uyarak sizin için var ettiğim nimetlerden yararlanmaz da nankörlük ederseniz. Allah size muhtaç değildir. Kâinatta ne varsa hepsi O’nundur.

فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ (FaEinNa LılLAHı MAv FIy elSaMAvVATı Va lEaLEaRWı)  

“Semâvâtta olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır.”.

Bu sûrede bu ifade üç yerde tekrar edilmiştir. Birincide “Semâvâtta olanlar ve arzda olanlar Allah’ındır” ifadesini “Allah her şeyi alîmdir” ifadesine atfen getirmiştir. Allah her şeyi bilmektedir. Kâinatta ne varsa hepsi Allah’ındır. Dolayısıyla her şeyin nerede ne yapmakta olduğu O’nun bilgisi dairesinde ve tasarrufundadır. Size bütün bu nimetleri ittika etmeniz için vermiştir.

Şimdi “Fa” harfi ile atfederek iki defa daha aynı ifadeyi tekrar etmiştir. Bu iki defa tekrar eden “Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır” ifadesi birincisinin kısmen tafsilidir. Yani, bunlar sizin için yaratılmıştır. Allah’ın bunlara ihtiyacı yoktur. Allah hiçbir şeyi kendisi için yaratmamıştır. Sadece insan, cin, melek ve ruhları kendisine muhatap olsunlar diye var etmiştir. Hâlik olması için var etmiştir. Ama Kâinatı yani şuursuz varlıkları bu şuurlu varlıklar kullansınlar, onlardan yararlansınlar diye yaratmıştır. Ama hepsi Allah’ın mülkündedir. Mâlik O’dur. Biz sadece onlardan yararlanma hak ve imkanına sahibiz.

وَكَانَ اللَّهُ غَنِيًّا حَمِيدًا(131) (VaKAvNa elLAHu ĞaNIyYan XaMIyDan)

“Allah gani ve hamid bulunmaktadır.”

Allah ganidir” yani hiçbir şeye muhtaç değildir. Bizatihi vardır ve bir başka şeylerden beslenerek yararlanmakta var değildir. “Allah hamiddir” yani diğer bütün varlıklar O’na muhtaçtır.

Burada “Gani” ve “Hamid” kelimeleri nekire olarak kullanılmıştır.

Devlette kamu da ganidir ve hamiddir. Devlet hiç kimseden karşılıksız bir şey isteyemez. Devlet aldıklarının karşılığını verir, hem de fazlasıyla verir. Bunun temeli devlet kimseden karşılıksız bir şey almaz, vergi de almaz. Vergi karşılık olarak alınır. Devlet aldığı vergi karşılığı neler yapar?

Devlet aldığı vergi karşılığı önce kredi vermektedir. Devletin kredilendirmediği hiçbir faaliyetten vergi alınmaz. Devlet mal kredisi, selem kredisi, inşaat kredisi ve kredileşme kredisini vermektedir. Devlet kamu ve genel hizmet karşılığı vergi almaktadır. Kamu hizmetleri ortaktır. Genel hizmetler ise kişiye aittir. Cizye de kişinin güvenliğini sağlamak içindir. Dolayısıyla faili meçhul cinayetleri de devlet tazmin etmek zorundadır. Mü’minlerden askerlik hizmeti alınmaktadır. Buna karşılık onların siyasi hakları vardır. Yani, devlet yönetiminde devlet kişiden karşılıksız bir şey istememelidir.

وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ (VaEinNa LılLAHı MAv FIy elSaMAvVATı Va lEaLEaRWı)  

“Semâvâtta olanlar ve arzda olanlar Allah’ındır.”

Üçüncü defa aynı ifade tekrar etmektedir. Birincisi yaratıcı olarak O’nundur. İkincisi ise insanları O’na halife kılmakla O’nundur. Üçüncü olarak da hilafeti her zaman ellerinden alabileceğine olan gücü bakımından O’nundur. Kâinatı sizin için yarattım. Sizin ondan yararlanmanız için şeriat koydum. Şeriatın kuralları içinde ondan yararlanırsınız, yoksa zarar görürsünüz. İkincisi olarak burada size yüklenilen yükümlülükler sizin içindir. Devlet de sizin içindir. Allah’ın kendisinin bir ihtiyacı yoktur. Devlet de gaye değildir, araçtır. Burada ise; ‘bu düzeni bozmaya kalkışırsanız, bu düzeni bozdurmam, çünkü benimdir’ diyor Allah.

وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(132) (KaFAy Bı elLAHi VaKIyLan)  “Vekil olarak Allah yeter.”

O’nun sosyal ve tabiî kanunlarına uyarsanız başarıya ulaşırsınız. Başka bir dayanağa ihtiyacınız yoktur. Zaten bulamazsınız. Kişiler de birbirlerine ayrı ayrı dayanmayacaklar, topluluğa dayanacaklardır. Her şeyi topluluğa verecekler, her şeyi topluluktan alacaklardır. Herkes topluluğa borçlanacak, herkes topluluktan alacaklı olacaktır. Anne çocuğunu topluluk adına emzirecek, yaşlı oğlu tarafından veya kızı tarafından topluluk adına bakılacaktır. Bunun sonucu şudur. Kişi güçsüz kaldığı zaman topluluktan yadım alır. Sosyal devlet budur.

Çocukların masraflarını anne babaya yükleyip ondan sonra şunu öğren, şunu öğrenme gibi hükümler koymak zulümdür. İslâmiyet’te çocuk anne baba tarafından büyütülür, gücü yetmediği zaman devlet ona yardım eder. Yöneticiler yardım etmekle görevlidirler, ama çocuğun okumasına karışamazlar.

Çocuğa anne baba zulüm yapıyorsa, diğer yakınların davaları ile hakemler tarafından karara bağlanır.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı ortaya koymadıkça, Kur’an’daki bu âyetler sadece amelî hiçbir manâsı olmayan teorik düşüncelerden ibaret kalır.

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ (EıN YaŞaE YüÜHiBKuM)  “İsterse izhab eder.”

Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır. İsterse sizi alıp götürür.

“Yok eder” denmiyor, “alıp götürür” deniyor. İnsanları başka yerlere götürür. Sizi orada yerleştirir.

Burada eğer bu hitap yerel topluluklara ise; sizi başka yerlere gönderir, buraya başka toplulukları getirir denmiş olur. Çünkü nâs kendilerine hitap edilen insanların kalabalıklığıdır. Ama Kur’an bütün insanlara hitap ederken “Ey Nâs” diye hitap eder. Burada bir özellik hitabın başında değil de, içinde hitap etmektedir.

İzhab etmek” gidermek manâsındadır. Oradan uzaklaştırmak demektir.

أَيُّهَا النَّاسُ (EayYUHAv elNASu)  “Ey nâs.”

Burada bir soru ile karşılaşıyoruz. Acaba insan genetiğinden daha yüksek genetikli bir canlı var mıdır?

Bir ilâhiyatçı felsefeci öyle demiş; Allah insan projesinde başarılı olamamış! Tabii o herkesi kendisi gibi olsun diye istiyor. Olmayınca, Allah başarılı olamamış!

İnsan neslini yok edip başka genetikli bir nesil getirebilir mi?

Allah elbette başka bir nesil getirebilir. Ama insanlık âlemini Adem oğulları ile inşa etmiştir. Burada bahsedilen belki başka Adem oğlu olabilir. Yahut Nuh aleyhisselâm zamanında olduğu gibi bu uygarlığı toptan yok eder. Bir aileyi kurtarır, o aile yeniden insanoğlunu türetebilirler. Uygarlık olarak onlar başka âlem olabilir. Yahut ilk Adem ve Havva’yı nereden getirmişse oradan yeni Adem çiftini getirir. Bugünkü nesil tamamen ortadan kalkabilir. Nitekim Neandentral adam şimdi yoktur.

وَيَأْتِ بِآخَرِينَ (VaYaETı BI EAPaRIyNa)  “Aharler ile ety eder. Başka nâs getirir.”

Burada “Âharîn” nekiredir, yani başka insanlar getirir. Genetiği sizin genetiğinizde olmayan başka insan getirir. Neler değişebilir? Mesela ömrü uzun olabilir. Dişleri dökülmeyebilir. Kalb sekteleri gibi hallere karşı tedbirler alınmış olabilir. Bunun dışında hafızadaki kapasite daha büyük olabilir. Küfre olan yatkınlığı daha az olabilir. Allah isterse bizleri de istediği hâle getirebilir. Ancak insanı yaratmıştır. Artık onun genetiği üzerinde oynama yerine yeni genetiği oluşturma tercih edilir. Eski binanın tamiri yerine yeni bina inşa etme.

İşte biz bunun için diyoruz ki, Adil Düzen mevcut düzenin silahı ile gelmez. Biz Adil Düzene göre önce apartmanlar yapmalıyız, sonra Adil Düzene göre siteler kurmalıyız. Sonra siteler çoğalacak ve Adil Düzen hâline gelecektir. Sonra bu siteler yerleşik olarak illeri oluşturacaklardır. O zamana kadar il valileri de seçimle gelmeye başlar. Her il kendi Adil Düzenini kurar. İş devlet aşamasına gelir. O zaman zaten merkezî sistem bitmiş, yerinden yönetim sistemi gelmiş olur. Mevcut olan bu anayasa mikroda değiştirilerek mikro Adil Düzen getirilemez. Pilot uygulamalara bunun için gerek vardır. AK Parti’nin yapabileceği tek iş vardır.

Bir site bin haneden oluşur. Her hane için 50 000 YTL’lik ev gerek. 50 000 YTL’lik de iş yeri kurulur. Demek ki 100 milyon YTL bir siteyi kurabilir. Ben 20 adet pilot bölge seçiyorum. Bunları siyasi partilere aşağıdaki şekilde bölüştürüyorum: AK Parti 7, CHP 4, DYP 2, MHP 2, ANAP 1, HADEP 1, GP 1, SP 1 ve diğer partiler de anlaşırlarsa 1 olmak üzere bu siteyi oluşturmak için faizsiz olarak kredi veriyorum. Ödeme 5 sene sonra başlayacak ve 20 senede ödeyecek. Herkes kendilerine göre istediği siteyi kursun. İşte iktidarın Adil Düzene katkısı bu kadar olacaktır. AK Parti kendisine düşen bir sitelik kredisini site deneyimi olan Akevler’e kredi olarak verir. Bundan başka AK Parti’nin katkısı olmaz. Ondan sonrası Adil Düzen uygulayıcılarına düşen bir görev olur. Sorumlu onlar olmuş olurlar.

وَكَانَ اللَّهُ عَلَى ذَلِكَ قَدِيرًا(133) (VaKAvNa elLAHu GALAy ÜavLiKa QaDIyRun)  

“Allah buna kadir bulunmaktadır.”

Burada özellikle Türk milletine, Saadet Partililere ve Akevlerdekilere hitap vardır; siz Adil Düzeni oluşturmak için gerekeni yapmazsanız, biz sizi değiştirir, başka topluluklar getiririz deniyor.

Adil Düzen Çalışanları çalışmalarına devam etsinler, hazırlansınlar. Bu çalışmaları değerlendirecek ensar mutlak olarak gelecektir. Onların desteği ile “Adil Düzen” oluşacaktır. İlim sizde, yönetim onlarda olacaktır. Türkler yapmazsa Allah Türkleri alıp götürür, başka kavmi getirir, onlar bunu yaparlar. Tüm insanlık yapmazsa tüm insanları alıp götürür.

Kadir” kelimesi kudretten gelmektedir. “Kudret” ve Miktar”la aynı köktendir.

Kıdr” kazandır. Yemek pişirirken malzemeler hazırlanır. Bu malzemelerin miktarları nelerdir? Ölçümlendirerek kazana koyarsınız. Buna “kadr” denmektedir. Sonra da onu belli zaman içinde belli sıcaklıklarda kaynatırsınız. Buna da “kader” denmektedir. O halde “kadir” demek, ölçülendirme demektir.

Allah insanı nasıl ölçülendirdi? Cansız âlemi atomlardan yarattı. Atomları ışık parçacıklarından oluşturdu. Bir çorba hâlinde olan Kânat patladı. Genişledi. Bugünkü Kâinat ortaya çıktı. Tıpkı bir kazan kaynatır gibi, Kâinatı Allah zaman içinde kaynatmaktadır. Güneş böyle bir kazandır.

Diğer taraftan yeryüzünü de bir kazan olarak var etti. Yukarıda anlattığım gibi ölçülendirdi. İçlerine canlıları yerleştirdi. Evrimleşerek bugünkü hâle geldiler. Canlılarda bu gelişme yerleştirilen genlerle olmaktadır. Oradaki takdir ölçülendirme onunla olmuştur. Evrim yeni ölçülendirmedir.

Şimdi bir bahçeye girdiğinizi düşünün. Orada insan yapısı birtakım şeyler göreceksiniz. Elektrik direkleri, lambalar, teller, su boruları, motorlar, pompalar, binalar gibi araçlar... Traktör, pulluk ve saire…

Bütün bu cihazların insanlar tarafından yapıldığını ve icat edildiğini biliyoruz. İnsan bunu düşündü. Tabiî kanunları ve imkanları kullandı, bu araçlar ortaya çıktı.

Bahçede insan yapısı olmayan, ama insan yapısından daha mükemmel varlıklar da göreceksiniz. Ağaçlar, otlar, çiçekler, hayvanlar… Bunlar hücrelerden oluşur. Her hücrenin içinde de genleri taşıyan kromozomlar vardır. Canlı kendi kendilerini işleyen kromozomların faaliyeti ile oluşur ve yaşar. Bu genler atomlardan oluşur. Atomlar Kâinatın yaradılışı ile oluşur. Ama bu maddeleri kromozomlarda genler hâlinde dizen kimdir? “Allah’tır” denirse doğru söylenmiş olur. Elektrik direği ve su pompasını yapan da Allah’tır. Allah öyle kullar var etmiş ve onlara öyle şeyler ilham etmiş ki onları yaptılar. Çünkü Allah bu Kâinatı onlar için var etmiştir. Yoksa Allah’ın hiçbir işine yaramayan bu Kâinatı yaratması abesle iştigal olurdu. Allah Kâinatı melek, cin, ruh ve insan için var etti. Onları da kendisine muhatap olsunlar diye var etti. Kâinatı yani cansız âlemi hep bunlar aracılığı ile düzenlemektedir. Allah meleklere emreder, insan genetiğinde değişiklik yaparak başka insan oluşturabilirler. Allah her şeye, dilediği her şeye muktedirdir. Beş boyutlu uzay insanın düşünebildiği her şeyi içermektedir. Zaman ışıldağını ona çevirmek yeterlidir.

Bir sepete çeşitli renklerde bilyeler doldurunuz. Doldurduktan sonra bir kişiye ‘git o sepetten iki yeşil bir kırmızı bilye çıkart’ deseniz, gider ve iki yeşil bir kırmızı bilyeyi çıkarır. Bunu yapabilmesi için sepette o renkte bilyelerin olması gerekir. İşte bu şekilde beş boyutlu uzayda her şey vardır. Biz onlardan istediğimizi çıkarıyoruz. O halde yaptıklarımızın hepsi beş boyutlu uzayda varmış ki biz onarlı oradan çıkarabilmişizdir. İşte şimdi bu yazdıklarım o beş boyutlu uzayda, arşta mevcuttur. Yani, yapabildiğim her şey orada vardır.

Yapabileceğimi bildiğim halde yapmadıklarım vardır. Demek ki yapsaydım onları da yapılacaktır. O halde onlar da arşta vardır. Sonuç çok açıktır; tabiî ve sosyal kanunları değerlendirerek beynimizde oluşturacağımız her proje beş boyutlu uzayda her zaman vardır. “Şey” kelimesi düşünülebilen her şey demektir. İnsan neyi düşünebiliyorsa o arşta mevcuttur.

Burada “Kadir” kelimesi nekire kullanılmıştır. Devletin de muktedir olması gerektiği ifade edilmektedir. İktidar her türlü güce sahip olmalıdır. Her türlü imkanlar devletindir. Tam sosyalist bir düzen sözkonusudur. Ne var ki, devleti temsil eden iktidar değil, insanların kendileridir. İçtihat eder, ona göre amel edersin. Allah’ın halifesi devletin yetkilisi olarak hareket etmiş olacağı için her şeyi devlet yapmış olur. Bu ifade insanları hem birleştirmekte, hem de herkesi hür hâle getimektedir.

مَنْ كَانَ يُرِيدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا (MaN YuRıDu ÇaVABa elDuNYAv)  

“Dünya sevabını kim murad ederse.”

Dünya” yakın demektir. “Âhiret” de sonra, öte demektir. Nasıl bir çocuk önce anne karnında yaratılır, yetiştirilir, sonra dünya hayatına getirilir. Dünya hayatında da insanlar yetiştirilir ve sonra dünyadan sonra âhiret hayatı kurulur. İnsan bu dünyada imtihan geçirir ve sınıfını geçmişse cennete, sınıfını geçememişse yeniden eğitilmek üzere cehenneme gönderilir. İnsan dünyada iyilikler yaparsa dünyada da karşılığını görür, kötülük yaparsa dünyada da kötülük görür. Ne var ki dünyada görülenlerde tam adalet teessüs etmez. Dünya bir imtihan dünyası olduğu için eşitsizlikler içinde yarışlar vardır. Âhirette ise dünyadaki adaletsizlikler düzenlenecektir. Mazlumların dereceleri yükseltilecek, zalimler de cezalarını çekeceklerdir.

Bu Kâinatın varlık felsefesi en iyi şekilde böyle izah edilmektedir. İlmen Allah’ın sözü olarak sabit olan Kur’an bunun böyle olduğunu bize böyle bildirmektedir. Şimdiye kadar hiçbir filozof bundan daha iyi bir izah getirememiştir. Onlardan getirenler ne diyorlar; Tanrı yoktur, ruh yoktur, âhiret yoktur, Kâinat yaratılmamıştır!.. Görüyorsunuz onların hepsi sadece ‘yok-yok’lara dayanır. Oysa yokluk bir felsefe değildir. Çünkü yok olunca kendisi de yok olur. O zaman konuşamaz. Bugünkü ilimler Kâinatın yaratıldığını kesinlikle ispat etmiştir.

  1. Kâinat büyümektedir. Büyüme sonsuz olsaydı şimdiye kadar çapı sonsuz olurdu. Oysa çapı 13,4 milyar ışık yılıdır. O halde bundan 13,4 milyar yıl önce yaratılmıştır.
  2. Kâinat bozulmaktadır. Entropi büyümektedir. Yıldızlar sönmektedir. Bütün yıldızlar sönmediğine göre, o halde bunların yaratıldığı bir tarih vardır.
  3. Yeryüzünde yaptığımız araştırmalarda bundan 3 milyar yıl önce dünyada hayat olmadığı tesbit edilmiştir. Hayat ondan sonra doğmuş ve gelişmiştir. İnsan yaratılalı 100 bin yıl geçmemiştir. Kâinatın yaratıldığına bu da delâlet etmektedir.
  4. İlmen Allah’ın sözü olduğu sabit olan Kur’an ve diğer din kitapları hep Kâinatın yaratıldığını hikâye etmektedir. İnsan mantığı kendiliğinden oluşu kabul etmemektedir.

فَعِنْدَ اللَّهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا (Fa GıNDa elLAHı ÇaVABu eldDuNYAy)  

“Dünya sevabı da Allah’ın indindedir.”

Allah insanları eksik yaratmıştır. Kendi çabaları ile şeriata uyarak onlara yaşama imkanı sağlamıştır. İnsanı tüysüz yaratmıştır. İnsanlar elbise ile bu eksiklerini kapatmaktadırlar.

Ne var ki insanın elbiseleri kirlenmekte, derileri terlemektedir. Bunun karşılığı elbiselerini ve derilerini yıkamakla yükümlüdürler. Allah onlara elbiselerinizi ve bedeninizi yıkayın demiş, çevrenizi temiz tutun demiş. Böylece dünyadaki eksikliğinizi giderir ve sağlığınızı korursunuz.

Allah insanı neden kılsız yaratmıştır. İnsan bu sayede her iklim ve şarta göre elbise giyerek her yerde yaşamaya muktedir olur. Bu sayede denizin diplerine dalabilir, uzaya çıkabilir. Yoksa bir hayvan türü gibi belli bir yerde kalmak zorunda olurdu. İşte elbise ve temizliğin dünyadaki sevapları da bunlardır. Allah ayrıca insana demiştir ki; giyinir çıplak gezmezseniz, elbiselerinizi temiz tutarsanız, bu dünyada sizlere karşılığını veriyorum, ama asıl bundan sonra âhirette de karşılığını vereceğim.

وَالْآخِرَةِ (VaLEaPıRaTı)  “Âhiretin sevabı da Allah’ın indindedir.”

Allah hiçbir emir vermemiştir ki dünyada yararı olmasın, maslahatı olmasın. Allah hiçbir nehiy yapmamıştır ki onun dünyada mefsedeti olmasın. Yani, iyilikler dünyada sevap ile karşılanmaktadır. Ama Allah’ın emridir diye bunu yapanlara ayrıca âhirette de on misli mükâfat verilmektedir. Nehy ettiklerinden kaçınmayanlar ise misli ile cezalanmaktadır. İçki içeni bu dünyada zehirler ve erkence siroz olup gider; bu dünyadaki cezasıdır. Ayrıca âhirette de ‘niçin haram ettiğim içkiyi içtin’ diye cehenneme gönderilip ceza çektirilir. İşte insana çift sevap ve çift karşılık verilmektedir. Birini bu dünyada görmektedir, diğerini de âhirette.

Mü’minlerin bu dünyada çektikleri sıkıntılar âhirette çekecekleri cezalara keffarettir. Sabrederlerse cezalarından mahsup edilecektir. Mü’minler hastalıklara ve yoksulluklara sabrederlerse âhirette cehennemden kurtulacaklar, cennetteki makamları da yükselecektir. O halde mü’min sıkıntıya girdiği zaman, kendisine bela geldiği zaman, hamd eder. Mü’min böylece âhiretteki azaptan kurtuluyor, cennetteki yerini de yükseltiyor.

Sonuç olarak dünya ve âhiretteki karşılıklar hep Allah’ın indindendir. Bu sebepledir ki imanın şartlarından biri olarak da bu dünyanın hayrı ve şerri Allah’tandır şeklindedir. İnsan gelecek için sâlihâtı amel edip ıslah ederse, hem dünyada hem âhirette sevap almış olur.

وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا بَصِيرًا(134) (Va KAvNa elLAHU SaMIyGan BaSIyRan)  

“Allah semi’ ve basîr bulunmaktadır.”

Allah yaptığınız amelleri görmektedir, söylediğiniz sözleri işitmektedir.

Önce “Semi’” sonra “Basîr” getirilmiştir. Basîr semi’a atfedilmemiştir. Semi’ Kânenin haberidir. Basîr de ikinci haberdir. Haberler arasında atıf harfi gelmeyebilir. Ama Semi’ ve Basîr bir anlamda kullanılmış olmaktadır. Yani, Allah yaptıklarınızdan ve söylediklerinizden haberdar demektir.

Biz beş duyu ile ilmi algılarız. Onlardan gelen dalgalarla alırız. Allah ise araçsız bir hâlik olarak onların alimdir. Ebu Hanife bunun işçin Allah’ın sıfatlarını sayarken; O görür ama bizim gibi değil, O işitir ama bizim gibi değil, demiştir. Burada anlatılan Allah işitendir demektir, işiten birinin yapacağını yapar demektir. O görür demek, gören birinin yapacağını yapar demektir. Bizim herhangi bir şey hakkında ilmimiz bize yaptığı dersten ibarettir. Beş duyumuzla neyi algılıyorsak biz onu biliriz. Biz elektriği bilemeyiz ama bize ışık gönderdiğini, bizi çarptığını biliriz. Bizim bilgimiz karşı tarafın bize ulaştırdığı işaretler kadardır. Bu Allah için de böyledir. Biz O’nun kendisini bilemeyiz. Bize gelen görünüşünü biliriz. Allah’ın kendisini değil, var ettiklerini görüyor ve O’na, görünmeyen O’na inanıyoruz. Allah bize semi’ olarak görünüyor, basîr olarak görünüyor. Kur’an da Allah’ı bize göründüğü şekliyle anlatıyor.

Semi’” ve “Basîr” burada nekire gelmiştir. O halde devletler semi’ ve basîr olmalıdır. Yani yapılanlar ve görülenler kayda geçmelidir. Bugünkü kayıt sistemleri gelişmektedir. Devlete gerektiği zaman hiçbir şey gizli kalmamalıdır. İnsan hürdür. İstediğini yapar, ama bu gizli değil açık olmalıdır. Hareketlerinin karşılığını devlet tesbit edebilmelidir. İnsanlık daima âhirete yaklaşmaktadır. Keşfettikleri buluşları ile âhirette olacaklara benzer bir oluş bu dünyada yaşanmaktadır. Yine insanlık ilkellikten şeriat içinde yaşamaya doğru ilerlemektedir. İlkellikte insanlar kendi başlarına yaşıyor ve kişisel savunmalar yapıyordu. Halbuki şeriat döneminde âkileler oluşmuş, dayanışma birlikleri kurulmuştur. Kişiler kendilerini savunmaz, topluluk onları savunur.

Burada da hukuk düzeni önemlidir. Kişi tam hürdür. İstediğini yapar, döver, öldürür, gasp eder, her şey yapabilir. Baştan ona müdahale edilmez. Ne var ki bütün hareketler şeffaftır. Herkesin ne yaptığı bilinmektedir. Ona göre yapanlar sonra hakemler kararı ile karşılığı takdir edilir. Toplu polis yoktur. Bir grup ortaya çıkıp sokakları yağmalıyor, insanları öldürüyor. Herkes kendisini savunur. Ama polis müdahale etmez. Polis semi’ ve basîr olarak sesleri ve görüntüleri kaydeder. Sonra suçluları teker teker hakemlerin karşısına dâvet eder. Kendi istekleri ile gelirler. Gelmezlerse zorla getirmez. Gelenlere hakemler cezalarını verirler. Gelmeyenler hakkında hakemler tarafından kanı hederdir kararı çıkar. Ondan sonra o hapishaneye atılmaz; öldürülür.

Görülüyor ki geleceğin devleti semi’ ve basîr bir devlettir. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bütün bunlara göre hazırlanmıştır. Kur’an’ı okudukça o anayasayı teyid eden âyetlerle karşılaşıyoruz. Bazen eksiklikleri görüyor ve ona işaret ediyoruz. Kimi zaman da yanlışımız varsa düzeltiyoruz.

Bu âyetlerin karı kocaya ait hükümlerden sonra gelmiş olması; yeryüzü insanlar için vardır, aile de insan için vardır, devlet için vardır. Hakim devlet yerine ‘hadim devlet’ anlayışını teyid içindir. Devlet ailenin ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Aşiret, kabile, şa’b, kavm ve nâs olarak teşkilatlanmıştır. Hedefi aileyi yaşatmaktır. Ailenin hedefi de insanın üremesini ve yaşamasını sağlamaktır. İnsan için gaye de onu cennete ulaştırmaktır. Kâinatın bundan daha güzel felsefesi varsa, buyursunlar dinleyelim.

Kapitalistlerin felsefesi zenginleri daha çok zengin etmektir. Sonra?!. Sonrası yoktur!

Sosyalistlerin felsefesi devleti daha çok güçlü yapmaktır. Sonra?!. Sonrası yoktur!

Oysa İslâm’ın felsefesi insanı çoğaltma ve mesut etmedir. Onu öldükten sonra da saadete götürmektir. Aile bunun için vardır. Devlet bunun için vardır. İşte Hakk’a yani halka dayanan uygarlık ile Kuvvete dayanan uygarlıklar arasındaki farklar bunlardır.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم   يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاءَ لِلَّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوْ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوَى أَنْ تَعْدِلُوا وَإِنْ تَلْوُوا أَوْ تُعْرِضُوا فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(135) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا(136) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلًا(137)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLAÜIyNa EaMaNUv)  

“Ey iman etmiş olanlar, ey dayanışma ortaklıkları kuranlar.”

Bu ifade Kur’an’da Medine sûrelerinde geçmektedir. “Medine Sözleşmesi”ni yapmış olan kimselere hitap etmektedir. Onlar da ilk defa “siyasi dayanışma ortaklığı” kuranlardır.

Allah önce Hazreti Nuh aleyhisselâm ve onun zürriyetinden gelen peygamberleri seçmiş ve Mezopotamya’da İslâm şeriatını tesis temekle görevli kılmıştır. Sonra Hazreti İbrahim’in torunu İsrail’in oğullarını seçmiş, onlara görev vermiş ve onlar yeryüzüne İslâm şeriatını, adil düzeni yaymışlardır…

Son olarak Mekke muhacirleri ile Medine ensarlarına Kur’an’ı indirerek onları ilk olarak birinci Kur’an uygarlığını tesis ettirmiş, böylece İsrail oğulları aracılığı ile bu görevi yürütme işi sonlandırılmıştır.

Bundan sonra İslâm düzeni, adil düzeni tesis etme işi her kabilenin kendilerine verilmiştir. Allah tarafından irsal edilmiş kimselere değil de, her toplulukta kendi aralarında seçecekleri imam ve onun etrafında toplanacak nöbetli kimseler oluşturacaktır.

Kabile içindeki nöbetliler, Cuma imamının etrafında toplanmış nöbetlilerdir. Sonra şa’bın imamı etrafında toplanan il nöbetlileri o ilin iman etmiş olanlarıdır. Bir kavmin, bir devletin merkez bucağının imamı etrafında askerlik hizmeti yapan siyasi dayanışma ortaklıkları o kavmin iman etmiş olan kimseleridir.

Uluslararası barışı sağlamakla görevli ordular bunlardır. Ordular millîdir. Görevleri ise uluslararası barışı sağlamaktır. Uluslararası hakemlerin aldıkları kararlara uymayanlara karşı savaşmak bu orduların görevleridir. Uluslararası hakemlerin emrinde oldukları için de yeryüzünde tek bir iman edenler milleti vardır. İnsanlık tek ümmettir. Uluslararası nöbet yoktur; ordu da yoktur. Hakem kararlarına uymayan zalim uluslar vardır. Bunların orduları vardır. Hakem kararlarına uyan adil ordular vardır.

İşte buradaki hitapta kastedilenler bu ordulardan her biridir.

كُونُوا قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ (KUNUv QavVAvMIyNa Bil QıSOı)  “Kıst ile kavvamin olunuz.”   

Mü’minler nâsın kavvamıdırlar. “Kavvam” demek, kâhyası demektir. “Hakim” iş yapan işverenden üstün kimsedir. “Hadim” iş yapan iş verenden aşağı demektir. “Kaim”de ise işveren ile iş yapan eşit demektir.

Demek ki mü’minler ne hadim ne de hakimdirler; mü’minler kayyumdurlar. Kendilerini müslimlerle eşit görürler. Onlardan cizye alırlar ama onlarla hukukta eşittirler. “Onlar sağır olarak cizye versinler”deki sağırlık hukukta ve muamelatta yoktur. Sadece kamu görevlerini yapmada vardır.

Demek ki hakemlerin seçilmesinde taraflar eşittirler. Hakemlikte mü’minlik şartı vardır. Bu da, yüce divana mağdur olan herkes başvurabilir demektir. Yeter ki hakemlerden biri davasını kabul etsin.

“Kıst ile kavvamin olunuz.”

Kıst” ortadan kesmek demektir. Teraziye “kıstas” denmektedir. Terazi ibresi tam ortaya gelir.

Adalet, herkese uygununu vermektir. Kollu kantarda adalet vardır. Uzak kolda bulunan küçük taş küçük kolda bulunan ağır yükü tartar. Herkese kendi hakkını vermek adalettir. Mesela, çocuklardan büyüğüne büyük elbise, küçüğüne küçük elbise dikmek ama aynı kumaştan dikmek adalettir. “Kıstas” ise herkese aynı kumaştan elbise dikmektir, aynı değerde elbise dikmektir.

Hakemlerin huzurunda, yöneticilerin huzurunda haklarını ararken, davalı ve davacı olurken, büyük küçük, hasta sağlıklı, cahil alim, hür köle, vatandaş memur, herkes herkese tarak dişleri gibi eşittir. Farklı kimselere farklı hükümler verilmez. Farklı fiillere farklı karşılık verilir. İnsan olarak hepsi tamamen eşittirler. Köle de hür gibi eşit şartlar içinde davalı ve davacı olur. Kadın da erkek gibi eşit şartlar altında davalı ve davacı olur. Çocuğu adına veli eşit şartlar altında davalı ve davacı olur.

Bu kolay bir iş değildir. Memur masuniyeti vardır. Hâlâ tüccarlara ayrı hüküm uygulanmaktadır…

Hâlâ dokunulmazlık yürürlüktedir... Bu sebepledir ki, geçici çözüm olarak dokunulmazlıklar hakkında şu öneriyi getiriyoruz. Meclis kendi içlerinden yirmiye yakın hakemlik yapacak kimseleri seçsin. Yüce divan bunlardan seçilecek iki hakem ile bunların seçeceği baş hakemden oluşsun. Her dava için ayrı hakemler olsun. Milletvekilleri, orgeneraller, profesörler, yüksek hakimler, yüksek bürokratlar bu hakemler nezdinde yargılansın, ama kimsenin dokunulmazlığı olmasın. Dokunulmazlık bağlı bulunduğu mahkeme şeklinde olsun.

Bu âyet hakem olacak kimselerin de mü’minlerden olmasını istemektedir. Siyasi haklara sahip olmayan kimselerin hakemlik yapma yetkisi yoktur demektir. Çünkü hakemlik kamu görevidir, kamu hizmeti değildir. Hakemler ilçede olduğu için ilçenin ve ilin mü’minleri arasından hakemler ilçelere atanırlar. Ülke içinde bölgelere devletin yüksek hakemleri de yine siyasi haklar sahibi askerlerden atanırlar. Uluslararası hakemler rasihlerden olur. Bunlar da siyasi dayanışma ortaklıklarınca güvence altına alınan kimselerdir. Ne var ki uluslararası nöbet olmadığı için böyle bir şart aranmaz. Kadınlardan da her kademede hakemler olabilir.

شُهَدَاءَ لِلَّهِ (ŞuHaDAEa LıelLAHi)  “Allah için şehidler olmak üzere.”

Şüheda” şehidin çoğuludur. Şahidin çoğulu “şavahid”dir. “Allah için şehidler olarak” denmektedir.

Şahit” görendir. “Şehid” soruşturmacıdır. İlçede “hakemler” bulunduğu gibi; “şehidler” de yani soruşturmacılar da bulunur. Onlar soruşturma yaparlar.

Soruşturmacıları davacı seçer. Her soruşturmacı bağımsız olarak soruşturma yapar. Soruşturma dosyasını hakemlere verir, hakemler dosyaya göre soruşturmasını kabul ederler veya reddederler. Kendileri soruşturma yapmazlar. Hukuk davalarında iki, ceza davalarında dört soruşturmacının şahitlikleri kabul edildiği taktirde duruşma olur. Onlar başkanın huzurunda şehadet ederler. Hükümleri hakemler verir. Hakemler o fiilin karşılığına şehadet ederler. İnfaz ise başkanın emrinde dayanışma ortaklıkları sorumlularına aittir. İlçelerde orta şehidler, bölgelerde yüksek şehidler, insanlıkta üstün şehidler olacaktır.

وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ (Va LaV GaLAy EaNFuSiKuM) “Nefslerinizin aleyhinde de olsa.”

Kâfirler benim hakkım başkalarına geçmesin diye uğraşırlar. Biri onların hakkını gasp edince üzülürler. Müslimler kimsenin hakkını istemezler, ama kimseye de haklarını yedirmezler. Adalet olsun isterler.

Mü’minler ise başkalarının hakları kendilerine geçmesin için uğraşır, onu dert edinirler. Nefislerinin aleyhinde de olsa, Allah için şehadet edeceklerdir. Hak ne ise onu söyleyeceklerdir.

Mü’min olmak demek, fedakâr olmak demektir. Bazen kendi hakkını bile savunmamak demektir.

أَوْ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ (Evi eLVAvLiDaYNı Va eLEaQRaBIyNa)  

“Ya da valideyn veya akraba da olsa.”

Kur’an’da “valideyn ve akrabin” olarak belirtiliyor. Bunlar usul ve fürudur. Birinci derecede vâris olanlardır. Eşler de dahildir. Ondan sonra da vâris olabilecek kimseler de “akrabin” olabilir.

İnsan birçok zamanlarda yakınlarını nefsinden daha önce tutabilir. Onlar için aleyhinde de olsa hareket edebilir. Bu sebeple onları da saymıştır. Ondan sonrakileri sayma gereğini duymamıştır. Çünkü onların aleyhinde kıst yapmamak haram olduğuna göre diğerleri için hayda hayda öyle olur. Nefsin yanında en yakınlarını sayması, onlarda evleviyet yoktur. Kişi için nefsi ile eşi, babası, anası veya oğlu, kızı nefsi ile eşit derecededir.

إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا (EiN YaKuN ĞaNıyYan EaV FaQIyRan)  

“Gani olsun veya fakir olsun kıst ile şehid olunuz.”

Yakınlığın yanında topluluk içinde başkalarının ilminden, nüfuzundan, sevgisinden yararlanırsın. Ama en etkin yararlanma zenginlerden yararlanmadır. Kendisinden eksiltir, sana verir. Diğerleri verdikleri ile kendilerinde bir şey eksilmez. Onun için burada zengin ve fakir farkından bahsetmiştir. Diğerleri evleviyetle girer. Kişilerin taşınmazlar dışında sahip oldukları servet sıralanır, orta yerdeki servete sahip olan zengindir. Onun üstünde olanlar da zengindir, altında olanlar ise fakirdir.

Taşınmazların mülkiyetini elde tutmak için o taşınmazlara belli miktarda gelir getirtmek gerekecektir. Dolayısıyla o servet sayılmaz. Gelirleri yığılınca servet olur. Hamiline yazılmış hisse senetleri, paralar servet içindedir. Kıyam ve intifa mülkiyeti kendisine ait bir kimsenin mülkü servet değildir. Oturduğu ev, iş yaptığı dükkan. Kiralama ise ancak hisse senetleri mümkün olduğu için hisse senetleri servet sayılır.

Burada orta değeri niçin esas alıyoruz? Sadece iki sınıf zikretti. Başka üçüncü sınıf yok demektir.

O halde halk ikiye ayrılacak, yarısı fakir, yarısı gani yani zengin olacak. Başka ayırıcı bir hüküm olmadığına göre fakirler zenginlere eşit olacaktır. O da orta servete sahip olan kimse ile belirlenir.

Usûlü Fıkıh kuralları ile zengini ve fakiri bu âyete dayanarak tarif ettik.

فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا (Fa elLAHu EaVLAy BıHıMAv)  

“Allah onlardan evlâdır.”

Evlâ” evvel manâsına da gelir, veli manâsına da gelir. Yani, Allah anne babadan öncedir. Yahut Allah sırada anne babadan öncedir demek olur.

Fakir veya zengin olma anne babanın da şartları içinde olduğu için bu zamiri onlara gönderme uygun olmaz. “İn”den önce “Va” olsaydı mümkün olurdu. Taraflara göndermek mümkün olabilir. Ama Allah anne babadan evlâ olunca, her şeyden evlâ olacaktır. Dolayısıyla onlara göndermek en uygunudur. O zaman nefis dışarıda kalır gibi gözükürse de, nefis ile anne baba eşit seviyede olduğu için kıyasla nefis de girer.

Bununla beraber, mü’minler için bu böyledir. Müslimlerden canlarından fedakârlık istenemez.

فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوَى (FaLAv TatTabıGUv eLHaVAy)  

“Hevaya tâbi olmayınız.”

Bu âyette emir ve nehiy mü’minlere cemaat hâlinde hitap etmektedir. Bizden istediği sadece kişisel adalet değildir. Eğer sistem bozuksa siz istediğiniz kadar adil olunuz, kıst ile hükmedemezsiniz.

Bugün dünyadaki yargılama sistemi şu sebeplerden dolayı işlememektedir.

  1. Hakimler merkezden atanmakta ve merkez bütçesinden maaş almaktadır. Onların tayin ve terfileri merkeze ait olmaktadır. Bu şu demektir; sen merkezin lehine hükmet! Genellikle öyle hükmediyorlar.
  2. Hakim adil olsa bile, sık sık yer değiştirmekte, tayini yapılmaktadır. Bu yüzden halkını tanımamaktadır. Kimlerin şehadetlerini kabul edecektir, kimleri bilirkişi yapacaktır; bilememektedir. Bilemediği alanda da adil karar verememektedir.
  3. Davalar beş-on, hattâ yirmi sene sürmektedir. Bu kadar uzun zaman sonra olaylar unutulmuş, tanıkların kimi gitmiş... Hakim on senede oluşmuş dosyayı okuyacak, olayı kavrayacak da adil karar verecektir!.. Bunun mümkün olmayacağını herkes bilmektedir.
  4. Hakim günde yirmi-otuz davaya bakmaktadır. Olayları kendisi tahkik etmektedir. Beyni ambale olmakta, artık düşünememektedir. Her şeyi en son dosyayı okuyarak kavramaya çalışmaktadır. Ne var ki onu da birkaç saat içinde bitirmek zorundadır. Dosya gereksiz birçok belgelerle doludur. Hakimin bu dosyaları kavrayıp adil karar vermesi beşer takatinin üstündedir.
  5. Soruşturmayı hakim yapmaktadır. Soruşturma denetimsiz kalmaktadır. Oysa soruşturmayı yapan kurum ayrı olacak, o hakemlerin denetiminde olacaktır.
  6. Hakimin dayandığı bir güç yoktur. Verdiği kararla kendisini nasıl güvenceye alacaktır? Çünkü onun güvencesi sağlanmış değildir.
  7. Hakim oluşan dosyaya göre karar verecektir. Dosyayı hakim oluşturmuyor. Davacı ve davalı avukatları, savcılar, karakol, şahitler ve bilirkişiler oluşturuyor. Bunların sorumlulukları hemen hemen hiç yok. Bir de bir ülkede rüşvet hastalığı varsa, hakimin yapabileceği çok az şey kalmaktadır.
  8. Mevzuat o kadar çoğalmış ki, hakimin onları okuyup bilmesine imkan yoktur. Sadece sayfaları çevirse ömrü yetmez. Bir de buna serbest sözleşme ilkesini de getirdiniz mi, artık hakim karar vermez hâle gelir. Serbest sözleşme sistemi Kur’an tarafından getirilmiştir. Ama yargıda da hakemlik sistemi getirilmiştir. Hakemler onları hakem yapanların sözleşmesini bilirler. Bilmeyenler hakem yapılmazlar.
  9. Hakimin başına vurulan bu kadar tasma yetmiyormuş gibi hakimin verdiği karar Yargıtay denetimine tâbi tutulmakta, bir de terfi edebilmesi için onun gönlünü yapmak durumundadır. Olaylardan ve çevreden çok uzak merkezdeki hakimler sanki taşradakilerden daha âlimmiş gibi hakimler cendereye alınmaktadır.

Burada nehy edilen; heva ve hevese, modaya uymayın deniyor.

Yahudi sermayesi dünyaya kapitalizmi getirdi. Bugün özelleştirmeyi getirdi. İşte bu hevadır. Hukukta modaya uymak hevadır. Ekseriyet kararları ile yapılan seçimler ve alınan kararlar hevadır…

Tevrat’ın hükümleri 3000 yıldır, Kur’an’ın hükümleri 1500 yıldır uygulanıyor ve hâlâ geçerliliğini koruyor. Bugünkü kanunlar ise on senede, yirmi senede modasını kaybetmektedir.

Demek ki “heva” nedir? Modadır. Avrupa Birliği modası, Avrupa müktesebatı modası…

Bu amaçla geçirilen bütün kanunlar modadır, hevadır. Allah adalete, ilme, hakkaniyete değil de; modaya, hevaya uygun kanun çıkarmalarını nehy ediyor. İsteyenler bunları çıkarabilir. Ama bunu yapanların sonu helâktir. Biz söylesek de söylemesek de sonları helâk olmaktır.

أَنْ تَعْدِلُوا (EaN TaGDiLUv)  “Adalet etmeniz”

Adl” atın sırtına yüklenen dengin adıdır. Bir tarafın adına “denk” denir. İki zıt manâyı taşır. Eğer denk diğer denge eşitse denklik olur ve adil davranış olur, adalet olur. Yok eğer dengin biri diğerine eşit değilse o zaman yük her zaman bir tarafa kayar, devrilmeye gider. Ona da “udl” denir.

Arapçada fiilde farklı manâlar veremezsiniz ama açıklamak isterseniz “en ta’dilû adaleten” dersiniz veya “en ta’dilû udlen” dersiniz. Mutlak masdarı kullanmakla değişik manâları açıklarsınız.

Burada her iki manâ çıksın diye mutlak masdar kullanılmamıştır. Sonra “En”in başına ya “Li” gelir veya “Bi” gelir; “Lien ta’dilû” veya “Bien ta’dilû”. “Lien ta’dilû adaleten” adalet etmeniz için hevaya ve modaya uymayınız anlamı çıkar. Ya da “Bien ta’dilû udlen” udul etmek sebebiyle hevaya uymayınız.

“En tu’dilû” ya mef’ulün bih olur, ya da zarf olur.

Hâsılı; modaya uyarak adaleti bırakmayın. Moda için haktan ayrılmayın demektir. Allah mü’minlere modaya uyarak hükmetmeyi nehy ediyor. Basın ve yayın modaya göre konuşur. Bu sebepledir ki dava devam ederken basın yayın yasağı vardır. Ama ihtilale hazırlık başladığı yahut iktidarı alaşağı etmek istedikleri zaman bu yasaklar ortadan kalkar. Şevket Kazan bakan idi ama bu moda baskını durduramadı.

وَإِنْ تَلْوُوا (Va EıN TaLVUv)  “Levylerseniz”

Liva” bayrağın takıldığı sopanın adıdır. Bayrak için de kullanılır. “Levye” de kayaları oynatmak için demirden yapılmış sopa benzeri çubuktur. “Levy etmek” bayrağı açıp da savaşa gitmek anlamındadır.

Adalet için bayrak açar, insanlar için kavvam olursanız, görevinizi yapmış olursunuz. Adaleti yerine getirmek için üstüne çökmüş bulunan modayı levyeler de kaldırırsanız demek olur.

Böylece adaletin tesisi sanıldığı kadar kolay ve basit değildir. Savaş kolay iştir. Cephede vuruşursun; ya ölürsün ya öldürürsün. Ölsen de rahat edersin, öldürsen de. Ama adaleti tesis etmek kuvvetle yapılacaktır. İşte o kuvvet bizzat kendisi zulüm yapmış olur.

Askerler hep yetki istiyorlar. Haklılar. Savaşta askere tam yetki vermezseniz savaşamaz.

Sivil yönetimde tam yetki demek, devleti eşkıya devleti yapmak demektir. Devlet adaleti tesis için vardır. Eğer zulüm yapacaksa o devlet olmaz. Bir örneği burada vermek isterim.

Bir tepenin işgal edilmesi gerekiyor. Orada esir edilmiş yirmi general olsa, bombalasak, onlar ölecek. Ama tepeyi de almasak ordu yenilecek. Orasını bombalar ve yirmi generali de öldürürüz. Ama 100 kişi cinayet işlemiş ve 1000 tane adam öldürmüş olsa, ama içlerinden biri masum ise bu fiile katılmamıştır. Biliyoruz ama kim olduğunu bilmiyoruz. Kısas uygulayamayız, diyete dönüştürürüz. Suçsuz birisine zulmedeceğimize, 100 yani 99 suçluyu serbest bırakırız. Bu zıt mantık sebebiyledir ki, iç güvenlik orduya verilemez.

Türk ordusu bir haftada Kıbrıs’ı aldı, yirmi senedir PKK’yı yenemedi. Yenemez. Çünkü ordunun eli kolu bağlıdır. Biz 1973’lere kadar rahat idik. Bize CHP ve AP din düşmanı olarak gösterilmişti. Onlara karşı cephe kurmuş, savaşıyorduk. 1973’te iktidara ortak olduk, bir şey değişmedi. Biz ezilmeye devam ettik. Bir de eskiden iktidara kin kusuyorduk, şimdi o kinimiz de kalmadı. Gün geldi Turgut Özal iktidar oldu. Aynı sıkıntı içinde olduk. Erbakan başbakan oldu, içimizi kan ağladı. Çünkü başbakan bizimle görüşmüyordu. Adil Düzeni bırakmıştı. Koalisyon hükümeti böyledir dedik. Anayasa ekseriyeti aldık, bize yapılan zulüm yine devam etmektedir. Adalet Bakanı, Müslümanlara ileride kolay saldırsınlar diye şimdi kanunlar hazırlıyor. Ama iktidara kin besleyemiyoruz. İçimiz kan ağlıyor, ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Müslümanların durumu budur.

Şükür ki Adil Düzen Çalışanları bütün bunların kişilerden değil de, sistemden geldiğini bilmekte ve kişilere değil de sisteme karşı “Adil Düzen”i oluşturmak için gayret içindedirler. Marketi bunun için açıyorlar. Açarlarsa tarihin en büyük olayını işlemiş olacaklardır. O mayadır. O sayede tüm İstanbul birkaç sene içinde Adil Düzene girecektir. Ama Allah nasip etmiyor. Demek daha zamanı gelmedi.

Adaleti tesis etmek, savaşıp zafer kazanmak kadar kolay değildir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Bedir Savaşı’ndan dönerken; “Küçük cihadı kazandık, büyük cihada gidiyoruz.” demektedir.  

أَوْ تُعْرِضُوا (EaV TuGRıWUv)  “Yahut i’raz edersiniz.”

Adaletle hükmetme veyahut kıst ile şehadet etme zorluğunda kalır da hakemlikten çekilirseniz veya şehadetten imtina ederseniz Allah onu bilir. Mü’minler bir defa iman edip de Allah’ın yeryüzünde halifesi olma görevini yüklendiler mi, onu hakkıyla yerine getirmek zorundadırlar.

Rasihler, insanlık içinde bundan kaçamazlar. Kıst ile kavvam olmak ve şehadet etmek zorundadırlar. Onlar insanlık içinde nebiler durumundadırlar. Fakihler, devletleri içinde adil olmak zorundadırlar. Başka devletler içinde şehadet etmeseler de olur. Ehli zikr, kendi illerinde kıst ile kavvam olmak durumundadırlar. Diğerleri, bucakları içinde kıst ile kavvam olmakla yükümlüdürler ve Allah için şehadet edeceklerdir.

فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(135) (Fa EıknNa ElLAHa KAvNa Bı MAv TaGMALUvNa PaBIyRan)  

“Allah amel ettiklerinizden haberdardır.”

Burada “Habir” nekire gelmiştir. Devlet bundan haberdar olmalıdır. İlgili makama ‘ben bunlar hakkında şu sebepten hakemlik yapmıyorum ve şahitlik yapmıyorum’ demiş olması gerekir. Başkan ve şura bu hareketten haberdar olmalıdır.

Yukarıda “kıst ile kavvam olun” denmiştir. Burada da “amel ettiklerinizden” denmektedir. Yani, emredilen sadece söz söylemek değildir. Fiilen kıst ile kamu görevleri ve genel hizmetleri yapılacaktır. Amel vardır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda şöyle bir metot geliştirilmiştir.

Bucakta küçük işletmeler, illerde orta işletmeler, ülkede büyük işlemeler ve insanlıkta üst işletmeler kurulur. Üst kuruluşların genel hizmetlerini rasihler, yüksek kuruluşların genel hizmetlerini fakihler, orta kuruluşların genel hizmetlerini ehli zikr olanlar, küçük işletmelerin genel hizmetlerini ilk ehliyetliler yaparlar. İlk ehliyetlilerin aldıkları genel hizmet paylarının yarısı bucakta ortak hesapta toplanır. Orta ehliyetlilerin illerde, yüksek ehliyetlilerin ülkede, üstün ehliyetlilerin genel hizmet payları insanlığın merkezinde toplanır.

Genel hizmetliler halka bedava genel hizmet verirler. Ortak hesapta toplanan meblağı genel hizmet verdikleri kişi sayısına göre bölüşürler. Yirmi beş genel hizmetin her biri için bu usul ayrı ayrı uygulanır. Hakemlik ve şahitlik genel hizmetlerdendir. Her genel hizmetli bütün yaptıklarını muhasebeye bildirerek meblağını alır.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Ey iman etmiş olanlar.”

Kur’an bütün insanlara rahmettir. “Hüden li’l-âlemin”dir. Kur’an’ı yeryüzünde ulaştırma, onu insanlar içinde uygulamakla “mü’minler” görevlidir. “Mümin” demek, askerlik görevini yüklenenler demektir.

Nöbet bucakta tutulmaya başlanır. İlde tutulur. Bir de ülkede tutulur. Bucaktaki mü’minler orada şeriat düzenini yaşatırlar. Kendileri mevzuatını oluşturur ve kendileri uygularlar. İldekiler iç güvenliği sağlarlar. Devlettekiler dış savunmayı yaparlar. Uluslararası güvenliği sağlayan silahlı güç yoktur. Hakemlerin kararına uymayan devlete karşı diğer devletler özel ordular kurup savaşır ve ganimet olarak paylaşırlar. Uluslararası yargı vardır ama uluslararası ordu yoktur. Uluslararası savaş birliği oluşturulur. Hakem kararlarına uymayan uluslar yağma edilir. Ama önce uluslararası hakemlerin karar alması gerekir.

آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ (EAMıNUv Bı elLAHi Va RaSUvLıHi)  

“Allah ve resulü ile kendinizi güven altına alınız.”

Kur’an’da “Allah” deyince kamu anlaşılır, devlet anlaşılır; “Resul” deyince başkan anlaşılır, hükümet anlaşılır. “Allah ve resulü” deyince de hakemlerden oluşan yargı anlaşılır.

Ey birbirinize dayanışarak yönetim oluşturmuş olan kimseler, kendinizi hakemlerle güven altına alınız. Yargı kararı olmadan hiçbir yaptırımda bulunmayınız.

Burada “iman edenlere” tekrar “iman ediniz” denmektedir. Birinci iman dayanışma ortaklıkları kurmaktır. Mef’ulü yoktur. Bu “Bi” harfi ile taaffi etmekderi. İkinci iman ise “Allah ve resulü ile” kendini emniyete almak demektir. Allah’a iman etmek de bu demektir. “Bi” harfi ile geldiği zaman manâsı başkadır, “Bi”siz geldiği zaman başkadır. “Alâ” harfi ile de gelebilir.

وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ (VaelKiTAvBı elLaÜIy NaüÜaLa GaLAy RaSuLiHi)  

“Ve resulüne nâzil olan Kitab ile kendinizi güven altına alınız.”

Buradaki “Resul” marifedir ve bu resul Hazreti Muhammed’dir. Ona indirilen Kitab da Kur’an’dır. Kur’an 23 senede peyderpey inmiştir. Onun için “nezzele”dir. Bir de Kur’an her devirde yeniden nâzil olmakta ve her topluluk yeniden onu almaktadır. Bu bakımdan uygulaması bakımından “nezle”dir. Bundan sonra her bin yılda bir yeni uygarlık kurulacak, Kur’an yeniden yorumlanacaktır. Bu bakımdan da tenzil bâbı ile gelmiştir.

وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ (Va EaLKiTABI elLaÜIy EuNZeLe MıN KaBLu)  

“Daha önce inzal olunmuş kitapla da kendinizi güvene alınız.”

Bu daha evvel inzal olunmuş kitap Tevrat’tır. Cümleten vahide olarak Hazreti Musa’ya inzal olunmuştur. Asıl Tevrat Siba dağında levhalar üzerinde olan Tevrat’tır. “Kitap” marifedir. Dolayısıyla birini seçmemiz gerekir. Bu da Tevrat’tır. “Nuzzile” olsaydı, İsrail oğullarına nazil olan bütün Kitaplar ve İncil de kastedilmiş olurdu. Ama “Ünzile” dendiği için bunu Tevrat’a hasrediyoruz.

Demek ki bizim Tevrat’tan da yararlanmamız gerekmektedir. Onunla da kendimizi güvenceye almalıyız. Kur’an’da mücmel olan, kıyas yoluyla tesbit edilen birçok konular orada metin içinde ifade edilmiştir. Yararlanmalıyız. Kıyasla diğer kitaplardan da yararlanmalıyız.

Usulcüler “Şeriatu Man Kablana Şeriatun Lena” demişler, buna “Mâ Nussa Fiy Şeriatuna” demişler. Yani, bizim şeriatımızda anlatılanlar denmiştir. Biz bu kuralı “cevazen” kelimesiyle değiştiriyoruz. Yararlanmamız farz değildir ama yararlanabilirsiniz. Asgariden onları bilmeniz gerekmektedir. “Her söze kulak verirer” âyetindeki emir evleviyetle bu kitaplara şamildir. Ondan sonra istihsanen onlardan yararlanırız. Bizim zavallı tutucu dindarlar, değil Tevrat okumayı, başka mezheplerin görüşlerini bile halkına duyurmak istemiyorlar. Kendi mezheplerinin taassupları içinde boğulup gidiyorlar.

وَمَنْ يَكْفُرْ (Va MaN YaKFuR)  “Kim küfrederse.”

“Allah ve resulü ile, Kur’an ve Tevrat ile kendinizi güven altına alınız.” emrinden sonra; “Ve” harfi ile “Allah’a, meleklere, kitaplara, resullere ve âhirete kim küfrederse” diyerek burada küfre karşı kendisini bunlarla emniyete almazsa manâsında getirmiştir. O halde “küfür” nedir?

Küfür” iman karşılığı kullanılır. Bir de nankörlük anlamında kullanılır. Yani, Allah’ın onlara verdiği nimetlere, meleklerin yardımlarına, kitapların gösterdiği yollara, elçilerin öğütlerine ve hicret nimetinden yararlanmayı reddedip küfranı nimet ederse anlamına gelir. Allah nimetleri verir, onlardan yararlandırır, karşılığında hamdini ister ki o nimete lâyık olduğunuzu ispat edesiniz. Ama hamd etmez, nimetin karşılığında yapılması gerekeni yapmazsa artık ondan onu alır. Nimeti yerinde kullanmamak nankörlüktür. Şükretmemektir.

Bir şey daha öğreniyoruz.

Mesela, bir kimse diploma aldığı zaman ona kredi açıyoruz. Al sana şu kadar sermaye diyoruz. Çevirdiğin zaman getir yatır diyoruz. İş yaptığını da ödediği zekâtla biliyoruz. O zaman kredisini artırıyoruz. Ama eğer hiç zekât vermezse kredisini kesiyoruz. Eksik verirse azaltıyoruz. Fazla getirirse yükseltiyoruz. Kredisini kesiyoruz ama üstüne de yürümüyoruz. O denemek üzere verdiğimiz kredi devletten gidiyor.

بِاللَّهِ (Bi elLAHı)  “Allah’a”

Kâinatı var eden Allah’a iman etmek demektir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi ise kamudur. Devlettir. Allah’a küfretmek demek, O’nun Kâinat düzenini bozmaya çalışmak demektir. Devleti de yıkmaya çalışmak demektir.  

وَمَلَائِكَتِهِ (Va MeLAEıKaTiHi)  “Ve meleklerine küfrederse.”  

Bir dereye gittiğiniz zaman çakıl yığınları görürsünüz, bunu dere getirdi dersiniz, ona bunu kim yaptı diye aramazsınız. Ama derenin üzerinde bir taş köprü görürseniz, bunu kim inşa etti diye sorarsınız. Köylüler; geçe sene çok büyük bir feyezan geldi, geri çekilince taşlardan böyle bir köprü kaldı deseler, sizi inandıramazlar. Çünkü öyle köprü ancak şuurlu varlıkların inşası ile olabilir. Bahçedeki toprak kendiliğinden oluştu. Bunu böyle sanırız. Ama güzelim çiçek de rüzgar esti ve oluştu diyemeyiz. Onu bir tohum üretmiştir. Peki tohumu kim üretmiştir? İşte bunları yapanlar “melekler”dir.

Bizim dışımızda şuurlu varlıkların yapabileceği işleri yapan varlıklara “melek” diyoruz.

Kur’an’ı Allah’ın kelamından Arapçaya onlar çevirdi. Yerin dönüş hızını onlar ayarladı. Kromozomlardaki programları onlar yazdı. Biz nasıl bilgisayar programını yazıyorsak onlar da canlılardaki gen programlarını yazdılar. Kimi belki şöyle diyebilir; Allah kendisi yapamaz mı? Neden melekleri görevlendiriyor?

Allah insanların yaptıklarını da yapar ama insanları görevlendiriyor. Çünkü Bütün bunlar Allah’ın işine yaramaz. Meleklerin ve insanların işine yarar. Yaşadığımız Kâinatta her gün meleklerin yaptıkları işleri görüp duruyoruz. Onlar yoktur demek, gözle görülenlerin arasında olanları görmemek demektir. Meleklerin devlet içindeki karşılığı bürokratlardır. Örgüt görevlileridir. Genel hizmetliler ile kamu görevlileridir.

وَكُتُبِهِ (Va KuTuBıHi)  “Ve Kitapları.”

Kitab” sünnetullahtır, tabiî ve sosyal kanunlardır. Kâinat değişmez doğal ve sosyal kanunlara tâbidir. Biz o kanunları değiştiremeyiz; biz sadece o kanunlara uyarak yaşarız. Görevlilerden yardım alarak kendinizi güvence içine alacaksınız. Bir de doğal ve sosyal kanunlara uyacaksınız. Bucakların benimsedikleri sözleşmeler kitaplardır. Yazılı metinler kitaplardır. “Allah’ın kitapları” ise Tevrat ve Kur’an gibi ilahi kitaplardır.

وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLiHi)  “Ve Resulleri.”

Resuller” başkanlardır. Her bucağın başkanı vardır. Halk onlarla kendilerini güven altına alacaklardır. Merkez bucakların başkanlarına merkezlerdekiler uyarlar. Merkez bucak taşra bucaklarına kayyum olur.

Allah’ın resulleri” ise kitapları getirenlerdir.

وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYaVMı eLEaPiRi)  “Ve Âhiret Yevmini.”

Âhiret” inancı insanları güvene alan en önemli inançtır. Âhiretinizi güven altına alınız. Eğer insanda âhiret inancı yoksa, onu yeryüzünde zaptedecek başka ne vardır? Bu husus çok merak konusudur. Âhiret inancı olmayan, sonra hesap vereceğine inanmayan insan için doğru olma sorunu nasıl çözülecektir? Âhiret inancı demek sorumluluk inancı demektir. Ben iyilik yaparsam ileride karşılığında iyilik görürüm, ben kötülük yaparsam ileride bunun hesabını veririm; işte buna inanmak demektir. Yani, kişinin sorumlu olduğunu bilmesi demektir. Bunun sonucu şu doğar, bu insan hakka inanır, hukuka inanır ve sonunda şeriat doğar. Kendi başına kaldığı zaman da bu inanç ona polis olur, jandarma olur, savcı olur, hakim olur. Ama âhiret inancına sahip değilse, yani sorumlu olduğunu ve bir gün yaptıklarının hesabını vereceğine inanmıyorsa, onu inkâr ediyorsa, o kişinin varlığı hem kendisine hem de çevresine tehlikedir.

Biz âhiret inancına acaba aklen nasıl ulaşırız?

  1. Bugün gerek matematikte gerekse fizikte dört ve beş boyutlu uzay ispatlanmıştır. Dolayısıyla âhiret zaten şimdi mevcuttur. Sorun bizim oraya gidip gitmeyeceğimizdir. Yoksa imkan olarak âhiret zaten vardır. Bir şeyi yapabilmeyi düşünebiliyorsak o vardır demektir.
  2. Hayatın ve müsbet ilimlerin bugün kabul ettiği bir varsayım vardır. O da yoktan hiçbir şey var olmaz, varolan hiçbir şey de yok olmaz. İnsanın bedeni yok olmuyor. Toprak oluyor. Sonra o toprak yeniden canlanıyor. Öyleyse ruh da yok oluyor. Sonra yine bedenle birleşebilir. Sadece bir defa dünyaya çıkıp sonra kaybolma hikmete aykırıdır.
  3. Ölüm daha iyi hayat için vardır. Sonbaharda yapraklar dökülür; ilkbaharda yenileri daha gür çıksın diye. Ağaç her yıl uzar. Canlılar evrimle bugüne geldiler. Biz var olduk. Kâinatta entropi büyüyerek ölüme gitmektedir. Bunlar daha ileri yeni hayatın müjdecisidir.
  4. İnsanlık tarih boyunca hep âhirete inanmıştır. Kâinatta kandırma yoktur. İnsana bu inancı veren güç onu yeniden hayata getirecektir demektir.
  5. Peygamberler gelmiş ve mucizeler göstermişlerdir. Kur’an elimizdedir ve mucizesiyle ilahi kitap olduğu sabit olmaktadır. Orada âhiret hakkında da bilgi verilmektedir.

فَقَدْ ضَلَّ (FaQaD WalLa)  “Dalâlet etmiştir. Şaşırmıştır.”

İstanbul’un sokaklarına dalınız… Yeni gelmişsiniz... Evinizin adresini bilmiyorsunuz…Bu durumda ne kadar sıkıntıya girersiniz.  Ormandasınız... Neredesiniz, bilmiyorsunuz... Çevrenizi kurt köpek sarmış… Ne yapacağınızı bilemezsiniz... İşte onlar böyle bir şaşkınlık içindedirler. Çünkü bakıyorsunuz; herkes size saldırmaktadır... Diğer bütün insanlar size düşmandır... Çünkü siz onlara düşmansınız... Hastalıklar sizi çevrelemiştir... Her gün açlık korkusu içindesiniz... Ürettiğiniz mallara sahip değilsiniz... Çünkü onları kimin yağma edeceğinden emin değilsiniz...

Devletle kendinizi güven altına alamadınız, çünkü kamu görevlileriniz ve genel hizmetlileriniz yok!.. Kimse size hizmet etmiyor ve siz korumuyor!.. Karşıdakilerin ve sizin uyacağınız kurallar yok!.. Kimin ne yapacağını bilmiyorsunuz ki, siz de ona göre hareket edesiniz!.. Kimi istediği zaman soldan gider, kimi istediği zaman sağdan gider!.. Bu durumda her an kiminle çarpışacağınızı bilmiyorsunuz!.. Başkanınız yok ki aranızda çıkacak nizaları çözesiniz!.. Hep kaba kuvvetle işinizi hallediyorsunuz!.. Nihayet geleceğinizden emin değilsiniz; aç mı kalacaksınız, işsiz mi kalacaksınız, evsiz mi kalacaksınız!.. Sizi her an kimin çarpacağı belli değil!..

Yani; cahiliye dönemindesiniz, hem de bugün eski cahiliye dönemindeki düzen bile yok!..

İşte, devlet aşamasına gelmemiş, adil devleti kuramamış, adeta eşkıyalık döneminde yaşayan insanlar, böyle derin dalâlet içindedirler…

Peki, biz bugün böyle miyiz?..   Evet!..

Her şeyden önce, eğer bir ülkede ‘faiz’ varsa mutlaka ‘enflasyon’ da vardır. Faiz var olduğu müddetçe o enflasyonu önlemeniz mümkün değildir. Enflasyon var demek, ‘işsizlik’ var demektir… İşsizlik ‘açlığı’ doğuruyor… Açlık ‘borçlanmayı’ doğuruyor… Borçlanma ‘yolsuzluğu’, yolsuzluk ‘rüşveti’ doğuruyor... Bunların ardından baskı, isyan, anarşi ve savaş...

Yani; ‘devlet aşaması’ndan yeniden ‘cahiliye dönemi’ne dönüş!..

Biz bunun böyle olduğunu ilk defa 1970’lerde Konya’da yaptığımız konuşmada anlattık. O zaman bugünkü ‘terör dönemi’nden çok uzak görünüyorduk. İşte şimdi ülkemizde ve bütün dünyada ‘terör ve baskı dönemleri’ içindeyiz. Bu gidişin sonucu devletin de bir terör örgütü hâline dönüşmesidir... Yetki talepleridir... Yetki demek, devlet görevlilerinin hukuk dışı hareket etmeleri demektir... Savaş dışında ‘hukuk dışı’ hareket eden devlet artık kendisi ‘terörist’ olmuştur!.. Mesela, bugünkü ABD, İsrail ve onların müttefikleri gibi…

ضَلَالًا بَعِيدًا(136) (WaLALan BaGIyDan)  “Baîd dalâlet, uzak şaşkınlık içindedirler.”

Dalâlet” kaybolmadır. Yani, sürüden kopup ormanda kaybolan deve için kullanılır.

Baîd dalâlet” demek, çok uzaklara düşme demektir. Cahiliye dönemine dönen, yani devletleri eşkıyalaşmış bir topluluk artık darmadağınık olma durumundadır.

Adil devlet” dediğimiz zaman da kastettiğimiz eşkıyalaşmamış devlet demektir. Yani; meclisi var, hükümeti var, bürokratı var,i mahkemeleri var, mevzuatı yanı şeriatı var; hedeflerini ve çalışmalarını belirlemiş, planlaması ve bütçesi var... Herkesin aşı, işi, eşi ve yuvası var...

Devletimiz rüşvetin ve hortumların kucağına düşmüş; su alıyor, batıyor!.. Baîd derinliklere dalmak üzere!.. “Gelin kurtaralım… Bu Kâinatı var eden Allah’ın bize öğrettiği kurtuluş yolları size anlatalım…” diyoruz… Yaptığınız tek iş susturmak ve konuşturmamak... Devletimizi çökertip dağıtmak... Sonra rahat yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz?!. Türklerde bir söz vardır: “Aklınıza turşu ekeyim!” derler ya…

Bin sen evvel Anadolu tamamen Rum ve Ermenilerindi. İstiklâl Savaşı’ndan önce bile Hıristiyanların ülkedeki yüzdesi %50’ler kadardı; şimdi %1’lere düşmüştür ve onlar da İstanbul’da toplanmışlardır. Devletimiz yok olunca Müslüman nüfusun, Türk nüfusunun yüzdesi %1’de de kalmaz. Hem de mübadele yoluyla, -ya da Endülüs’te olduğu gibi- imha yoluyla tamamen yok edilir...

Biz Allah’a inanıyoruz, âhirete inanıyoruz... “Adil Düzen”i getirmek ve devleti yaşatmak için karınca kararınca çalışıyoruz... Sonra?..  Sonrası Allah’a aittir... Biz O’na teslim olmuş bulunuyoruz… Yaşatsa da, öldürse de; biz O’ndan cenneti bekliyor ve onun için çaba gösteriyoruz…

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EaMaNUv)  “İman etmiş olan kimseler.”

Burada iman etmiş denmiyor, tek kişiden bahsetmiyor. Bir topluluktan bahsediyor. Kim bu topluluk?

Bir apartman halkı, bir belde halkı, bir bucak halkı ve bir ülke halkı olabilir. Ocaktan başlar ve iman büyüyerek devlet aşamasına gelir. Bu iman ‘ben inandım’ demekle olmaz. Ordusunu kurar, meclisini oluşturur, başkanlarını seçer, bürokratlarını atar... Kanunlar çıkarır, planlama ve bütçe ile gelecekte ne yapacağını belirler ve hedefine doğru yürürse… İşte bu imandır... Bizim İstiklâl Savaşımız bunun tipik örneğidir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve ashabının Medine’de kurduğu devlet de böyle tipik devlet kurma örneğidir…

İman etmek” demek, hukuk devletinin tesisidir. Yani; demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletini kurmaktır. Dayanışma ortaklıkları oluşturarak çoklu ilmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal grupları, partileri oluşturmaktır.

ثُمَّ كَفَرُوا (ÇümMa KaFaRUv)  “Sonra da küfrettiler.”

Yani; adil devleti, hukuk devletini cahiliye devletine çevirdiler… Demokrasiyi diktatörlüğe çevirdiler... Lâikliği dinsizliğe çevirdiler, liberalliği tekelci özel sektöre çevirdiler, sosyalliği aidatlı sigorta sistemiyle sermaye için kazanç aracı yaptılar... Bunlar yetmiyormuş gibi; kamu görevlilerine kural dışı baskı uygulamak için olağanüstü mahkemeler kurdular, mahkeme kararı dışında baskı yapma araçları oluşturdular... Yani; devleti teröre karşı direnen bir devlet olmaktan çıkarıp eşkıya devlet yapmaya çalıştılar... Bu arada “Sümme/Sonra” kelimesini kullandı. Hemen değil de, belli zaman diliminden sonra bunu yaptılar.

ثُمَّ آمَنُوا (ÇümMa EaMaNUv)  “Sonra iman ettiler.”

Sonra tekrar akıllarını başlarına topladılar. “Adil Düzen” ile yeni müesseseler oluşturup tekrar güvenli devlet kurdular. Şimdi biz bu aşamadayız. Rüşvetle, hortumla, ağır vergilerle, uzayan davalarla, dış borçlarla, gayri millî basınla artık hukuk devleti olmaktan çıkmış bulunan devletimizi “Adil Düzen”le tekrar hukuk devletine döndürme zamanıdır. Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz… Duamız; anlatalım da devletimiz batmasın... Yoksa; su almakta olan gemi, sağlamdır, batmaz gibi uyutma gaflettir, dalâlettir...

ثُمَّ كَفَرُوا (ÇümMa KaFaRUv)  “Sonra ikince defa tekrar küfrettiler.”

Yine hukuk devletlerini eşkıya devletine çevirdiler. 1961’de yaptığımız Anayasamızda Türk devletinin demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olduğu yazılıdır, kırk seneden fazladır. Adil devlet kurmanın özlemi içindeyiz. Başaramıyoruz. Ondan sonra hep devletimizi tekrar eşkıya devlete dönüştürme çabası vardır.

Neden vardır? Çünkü “Adil Düzen” yoktur da ondan. Rüşvet var; iyi ki var! Çünkü rüşvet olmasa tüm hayat felç olur. Hepimiz açlıktan ölürüz. Rüşvet bir tür ceza demektir. Ceza veriyorsunuz ama yine de alış-veriş yapıyorsunuz. Yoksa o kadar ağır vergiler var ki, iki sene içinde iflas edersiniz. Karakolda dayak atıyorlar; iyi ki atıyorlar! Yoksa hırsız ve gaspçılardan evimizde oturacak durumda olmayız.

ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا (ÇümMa iZDAvDUv KuFRan)  “Sonra da küfrü izdiyad ettiler.”

Bir devletin veya daha küçük toplulukların işler meclisi, şurası, başkanı, hükümeti, ordusu, yürürlükte uyulan şeriatı yoksa, bütçesi ve planlaması yoksa, o devlet olmaz.

Eğer bunlar bozulmuş ve işlemez hal almışsa, meclisin anayasa ekseriyeti var ama meclisin üstünde ve dışında bir eşkıya güç oluşmuş, meclisi çalıştırmıyorsa, hükümet var ama siyasi kararları bürokratlar alıyorsa, bürokratlar kendi başlarına buyruk olmuş rüşvet batağına batmışsa, halk kurallara göre değil de ‘gemisini kurtaran kaptandır’ diyorsa, buna karşı ileri sürülen reçeteleri değerlendirmiyor ve küfrün artması devam ediyorsa, kamu kuruluşlarında yolsuzluk var “özelleştirelim” deyip yağmalıyorlarsa, orduda rüşvet var o halde dağıtalım mantığı içinde olay devam ediyorsa, onların akıbeti hayırlı değildir.

لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ (LaM YaKuN elLAHu LıYaĞFıRa LaHuM)  

“Allah onları mağfiret edecek değildir.

Bu duruma düşen kimselerin bu durumlarını sürdürmeleri mümkün değildir.

Şimdiye kadar işledikleri günahları affetmiş ve onları tehlikeli anlardan kurtarmıştır.

Kaç defa devlet yıkılış aşamasına gelmiş ve askeri müdahalelerle kurtulmuş idi. Ne var ki, bu müdahaleler ülkenin ekonomisini çökertmiş, ahlaklarını bozmuş, halkı devletine ve ordusuna düşman etmiş, ordunun da iç yapısı bozulmaya başlamıştır. İşte bu müdahaleler olmazsa devlet yok olur, müdahale olursa da devlette küfür artar, devlet eşkıya devletine dönüşür. Yapacağımız iş, Adil Düzeni getirerek orduyu müdahale etme zorunda bırakmamalıyız. Bunun çözümü Kur’an’ın öğrettiği Adil Düzen şeriatını uygulamaktır.

وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلًا(137) (Va Lav LiYaHDiYaHuM SaBIyLan)

“Onları sebile de hidayet etmez.”

Yani; mevcut zulüm düzeninde, rüşvetli düzende, hortumlu düzende, faizli düzende, zinalı düzende; yani Avrupa müktesebatında çözüm yolu üretemez…

Refahyol Hükümeti “Adil Düzen”i bırakarak zulüm düzeninde sorunlarını çözeceğini sanmış ama Allah yol vermemiş ve iktidardan indirilmesine izin vermiştir. “Adil Düzen”i bırakarak sorunları çözeceğini sanmış ama çözememiştir. Hâlâ bunun şuuruna da ermediler…  

Burada şunu görüyoruz ki, iman ve küfür peş peşe gelir. Bozulur, düzelir, bozulur, düzelir... Üçüncüde düzelme yerine ziyadeleşme olur. Nasıl üç talaktan sonra tekrar evlenmeleri için başka koca ile evlenme şartı varsa; üçüncü defa küfrederlerse, onların kendilerini ıslah etmeleri çok zordur.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3156 Okunma
2-NİSA 6-10
2174 Okunma
3-NİSA 11-12
5604 Okunma
4-NİSA 13-17
1933 Okunma
5-NİSA 18-22
1879 Okunma
6-NİSA 18-22
1569 Okunma
7-NİSA 23-24
4543 Okunma
8-NİSA 25-30
1956 Okunma
9-NİSA 31-35
3336 Okunma
10-NİSA 36-40
2077 Okunma
11-NİSA 41-46
2302 Okunma
12-NİSA 47-56
2178 Okunma
13-NİSA 57-62
2039 Okunma
14-NİSA 63-70
1892 Okunma
15-NİSA 71-76
2343 Okunma
16-NİSA 77-80
1980 Okunma
17-NİSA 81-87
2181 Okunma
18-NİSA 88-91
2114 Okunma
19-NİSA 92-94
2079 Okunma
20-NİSA 95-101
1940 Okunma
21-NİSA 102-106
2139 Okunma
22-NİSA 107-113
2093 Okunma
23-NİSA 114-116
2493 Okunma
24-NİSA 117-125
2098 Okunma
25-NİSA 126-130
1952 Okunma
26-NİSA 131-137
1913 Okunma
27-NİSA 138-143
2052 Okunma
28-NİSA 144-152
1929 Okunma
29-NİSA 153-158
1979 Okunma
30-NİSA 158-162
2373 Okunma
31-NİSA 163-170
2052 Okunma
32-NİSA 171-175
2149 Okunma
33-NİSA 176
3142 Okunma