بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّوا أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمْ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللَّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلَا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنْ اتَّقَى وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا(77)
أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ فَمَالِ هَؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا(78) مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنْ اللَّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(79)
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ (ELaM TaRa EıLAy elLaÜIyNa QIyLa LaHUM)
“Kendilerine kavledilmiş kimseleri re’yetmedin mi?”
Burada söylenenler bellidir. Söylenen sözler de bellidir.
Allah mü’minlere savaşı emretmiştir. Bunun için şartlar vardır.
- Savaşa girmek için önce onları yenecek kadar güçlü olmak gerekir. Savaş ya kazanılır, ya yok olunur. Kaybetme, yok olma demektir. Önce yenecek şartlar hazırlanmalı, ondan sonra savaşa girişilmelidir.
- İkincisi; hicret edilmeli, cepheler ayrılmalıdır. Karışık iken, çoluk çocuk bir arada iken kesinlikle savaş yapılmamalıdır; yapılması meşru değildir. Bu sebepledir ki, isyanın hiçbir türlüsü meşru değildir.
- Savaşın meşru sebepleri olmalıdır. Bunlar da meşru müdafaadır. Düşman canına, malına, işine veya ırzına saldırırsa, o zaman meşru müdafaa hakkı ortaya çıkar. Hiçbir zaman ganimet için, çıkar için savaş yapılamaz. Savaş, celbi menfaat için yapılamaz. Savaş def’i mazarrat için yapılabilir. Ganimet ancak harb tazminatı olarak helaldir.
- Savaş barışın tesisi içindir. Devlet demek, haklıyı kuvvetli kılan kuruluş demektir. Savaşın hükümlerini savaşın dışına çıkarmamak gerekir.
كُفُّوا أَيْدِيَكُمْ (KufFUv EaYDıYaKuM) “Yedlerinizi küfvedin.”
El kaldırmayın, isyan etmeyin. Size saldırsalar bile, kıtal durumuna geçmeyin, sabredin. Cihadın en büyüğü budur; o size saldıracak, siz ise karşılık vermeyeceksiniz.
Türk halkı belki seksen yıldır hep bu sabrı göstermektedir. Onlara her türlü zulüm yapılmıştır.
Bugün de bu zulümler başörtüsü zulmü, Kur’an okuma yasağı zulmü, işsizlik zulmü, rüşvet zulmü, faiz zulmü olarak devam etmektedir. Ama Türk milleti seksen yıldır sabretmekte, ellerini küfvetmiş bulunmaktadır. Türk milleti bu emre itaat etmiştir. Sonuç ne olmuştur? Bugün güçlü 70 milyonluk Müslüman ülke ortaya çıkmıştır. Anayasa ekseriyetine ulaşmıştır. Ya böyle yapmayıp kıyama kalkışsaydı, ne olurdu? Ne olurdu bilir misiniz? Bugünkü Rum ve Ermenilerin durumuna düşer, Müslümanlar Türkiye’de azınlık durumuna düşerdi. Bu sebepledir ki, içte isyan yoktur. Yöneticilerin zulmüne sabredeceksiniz. Öldürürlerse, şehit olursunuz.
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (Va EQIyMUv elÖaLAvTa) “Salâtı ikame edeceksiniz.”
Peki, biz ihtilal yapıp iktidar olmayacağız. İktidar olsak bile, iç savaş çıkarmayacağız. Germeyeceğiz.
O halde bize emredilen nedir? İşte “salâtı ikame ediniz” yani toplantılar yapınız demektir.
“Salât” vakit vakit toplanmaktır. Cemaatler oluşturup Kur’an okumaya devam etmektir.
“Salât” burada marifedir ve müfrettir. Oysa emir cemdir. Yani, hepimiz bir araya gelerek namazımızı ikame edeceğiz. Mü’minlere ilk emredilen budur. Mü’minler evlerini bir araya getirerek evlerde veya edindikleri özel mescitlerde toplanıp birlikte namaz kılmaya başlamalıdırlar.
Namazı sekiz yüzlüde gösterelim. Bir toplantının yapılabilmesi için;
- Toplantıya çağrılır (Ezan), toplantı açılır (Kamet), gündem takip edilir (Tekbir) ve kapanır (Selam);
- Çağrıda toplantının yeri (Mescit), toplantı zamanı (Vakit), toplantı kıyafeti (Setr), katılma şartı (Taharet);
- Katılma beyanı (Niyet), oturma yeri (Saf), divan tarafı (Kıble), başkan (İmam);
- Hareketsiz durma (Kıyam), eğilme (Rüku), oturma (Kade), kapanma (Secde);
- Konuşma (Kıraat), dinleme (Kunut), anlama (Zikir), dua (Salât);
- İbra (Tesbih), seçim (Huşu), talep (İstiğfar), temenni (Tahmid).
Harfi tarifle ifade edilen “salât” işte budur. Fıkıh kitaplarının en uzun konusudur. Çünkü “namaz” toplulukların kalbidir. Nasıl kalbi duran kimse ölmüş ise, kalbi çalışmayan topluluk da yok mesabesindedir.
Toplantı en az günde bir defa yapılmalıdır. Bu beş vakte kadar çıkar. Bu her aşirette yapılmalıdır. Haftada bir de her kabilede yapılır. Yıllık kongreler daha geniş katılımla gerçekleştirilir.
İnsanlara emredilen bu iken, onlar bunları yapmadan savaş istemişlerdir. Başarısızlığın sırrı budur.
وَآتُوا الزَّكَاةَ (Va EAvTUv elZzeKAvTa) “Zekâtı ita ediniz.”
İnsanın dışındaki hayvanlar ya ayrı ayrı yaşarlar, ya da birlikte yaşarlar. Birlikte yaşadıkları zaman tam komün hayat sürerler. Fertlerin ayrı mal varlıkları yoktur. Ayrı ayrı yaşayanların ise ortak mal varlıkları yoktur. Tam liberaldirler. Sadece insanlar bir taraftan kendi kişiliklerini korurlar, ayrı mal varlıkları vardır; diğer taraftan da ortak mülkleri vardır. Nitekim ortak yaşamada kişilerin evleri var, işyerleri var, kendi hayatlarını ayrı ayrı yaşarlar. Sadece namaz zamanlarında bir araya gelip “ortak vakitlerini” birleştirirler. Herkesin malı mülkü vardır. Özel mülkiyet vardır. Ancak bir kısım mallarını bir araya getirerek “ortak mal varlıklarını” oluştururlar. Yani, mü’minler siyasi güç elde etmeden önce, sosyal ve ekonomik birlik temin etmelidirler.
“Zekât”ın da çeşitli beraberliği vardır.
فَلَمَّا (Fa LamMAv)
Yani; mü’minler önce topluluklar oluşturacak, toplantılar yapacak, eğitimlerini tamamlayacaklardır.
TOPLANTILARIN YARARI NEDİR?
- Toplantılar ortak sözleşmelerin oluşmasını sağlar. Bu sayede topluluğun bir hukuku oluşur, kendi hukuku oluşur. Başkalarından kopya edilen hukuk başka topluluğa yaramaz. Bu hukuk genellikle kabilelerde yani bucaklarda oluşur. İl, devlet ve merkez bucağının hukuku da bucak toplantılarında oluşur. Ne var ki bunlar taşra halkının temsilcileridir.
- Oluşan mevzuat bu toplantılarda öğrenilir. İster içerde oluşmuş hukuk, ister dışarıdan aktarılmış hukukun hayata geçirilmesi gerekir. Bütün bunlar ancak toplantılarda öğrenilir. Bütün çalışma ve yaşama kuralları buralarda öğrenilir.
- Toplantılarda devirli olarak bir araya gelindiği için ikili ilişkilerde kolaylık sağlanır. Herkes ikili görüşmelerini o vakitlerde en az zaman kaybı içinde yapar.
- Yöneticilerin kararları orada alınır ve halka duyurulur. Bugün televizyonda veya radyoda duyurulabilir, ancak bunlar güvenceli değildir. Yüz yüze gelmek şarttır.
Tarihte büyük uygarlıklar hep bu toplantılarla oluşmuştur.
Mezopotamya’da ve Mısır’da din adamları şekil yazısını icat etmiş ve bunu tedris etmişlerdir. İbranilerde ve Yunanlılarda harf yazısı kullanılmış Tevrat ve felsefe okunmuştur. Hıristiyanlar İncil’i okudular, hukuku okudular. Müslümanlar medreselerde fıkhı tedvin ettiler. Batılılar üniversitelerde müsbet ilimleri tedris ettiler. Uygarlıklar böyle doğdu. Bunları devlet organize etmedi. Halk kendi kendine organize oldu.
Bugün kurslar, tekkeler, medreseler Türkiye’de uygarlık doğmasın ve gelişmesin diye yasaklanıyor.
كُتِبَ عَلَيْهِمْ (KuTıBa GaLaYHıM) “Onlara kitabet olundu.”
“Kitabet etmek” demek, vacip kılmak, yapmalarını gerekli kılmak; yapmadıkları takdirde cezayı hak etmek, yaptıklarında ücreti istihkak etmektir. Kur’an’da bu anlamlarda; farz etmek, vasiyet etmek, emretmek kelimeleri getirilmektedir. Emir, bir defaya mahsus verilen emirdir. Kuralı ifade etmez. Ancak şarta bağlı emirler, şart tahakkuk ettiğinde o âyet o zaman nâzil oluyormuş gibidir. Bir defaya mahsustur. Sadece şart tekerrür edince emir tekerrür eder. Usulde bu önemlidir.
الْقِتَالُ (elQıTAvLu) “Kıtal”
“Kıtal” mukatele bâbındandır, yani karşılıklı katletmektir. “Katl” tek taraflıdır.
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, farz kılınan savunma kıtalidir, saldırı kıtali değildir, yahut dinî kıtal değildir. Sadece o size saldırıyor, siz de savunmaya geçiyorsunuz. Savaş ancak burada meşrudur.
Bütün müslimler dayanışma içindedirler. Tek kişiye saldıran bütün insanlığa saldırmış olur. O kişinin korunması tüm insanların korunmasıdır. Hakem kararı varsa onunla savaş meşru olur.
إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ (EıÜAv TaRIyQun MıNHuM) “O zaman onlardan bir fırka.”
Buradaki “İza” “İzen” mânâsındadır. “Lemmâ”dan sonra gelmiştir. Onların hepsi değil, onlardan bir fırka korkmaya başladı. Savaşmak onlara zor geldi. Mü’minler Allah’a inanırlar, âhirete inanırlar. Hak uğruna mallarını ve canlarını verirler.
“Adil Düzen”de insanlar savaşa zorlanamazlar. İnsanlar kendi istekleri ile mü’min veya müslim olurlar. Müslimler cizye verirler. Mü’minler ise bedenen savaşmayı taahhüt ederler. Onlar ölmeyi göze almışlardır. Er yahut geç öleceklerdir. Bazı mü’minler baştan savaşmayı istedikleri halde, sonra savaştan korkmaya başlarlar.
يَخْشَوْنَ النَّاسَ (YaPŞaVNa elNAvSa) “Nâstan haşyet ederler.”
Türk milleti bugün ABD’den haşyet etmektedir. Bu haşyet savaşta ölmekten korkmaktan ziyade; onları korumamak, onlardan çekinmektir. Haşyetin havfdan farkı, havf biyolojik korkudur, haşyet ise daha çok sosyolojik korkudur. Türk milleti Irak’ta savaşa girmemiştir. Ama bu Irak’taki savaştan ve orada ölmekten korktuğu için değildir. Aksine, Allah’a duyulan haşyettir. Savaşa katılmak isteyenlerinki ise ABD’den duydukları haşyetti. Allah ihsan etti ve savaşa girmedik. Mü’minler insanları memnun etmek için savaşmazlar, Allah’ın rızasını kazanmak içim savaşırlar. Savaşan kimse ölümü göze almıştır. Ben yaşarsam böyle yaşayacağım, yoksa ölmeyi tercih ediyorum demektedir.
كَخَشْيَةِ اللَّهِ (Ka PaŞYaTı elLAHı) “Allah’a haşyet gibi insanlara haşyet ederler.”
“Allah’a duydukları saygı gibi insanlara saygı duyarlar.” Nâs, yaşayan insanlardan oluşmuş kalabalıktır. Allah ise Kâinatı var eden, ebed ve ezel olan hâliktır. O kendisine insanlığı yeryüzünde halife yapmıştır. Geçmiş insanları da, gelecek insanları da içerir. Nâs, kişilerin söylentileridir. Allah ise haktır.
Bir şeyi yaparken ‘elâlem ne der’ demeyeceksin; ‘Allah ne der’ diyecek ve ona göre hareket edeceksin.
İnsanların kimi devletten çekinmezler ama, halkın dedikodusundan ürkerler. Kendi aleyhlerine bir dedikodu çıkmasın diye Allah’ın yasaklarını yaparlar. Söylentilerden, dedikodulardan korkarlar. Oysa müminler; “Allah ne diyor, Kur’an ne diyor?” diye düşünürler. Böyle düşünenler müminlerden bir fırkadır.
أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً (EaV EaŞadDe PaŞYeTen) “Haşyette eşedd olarak.”
Burada ‘haşyeten’ ve ‘haşyetin’ şeklinde okunabilir. Yani, Allah’tan korktukları gibi nâstan korkarlar. Hattâ, daha da fazla korkarlar. Bir hakim görev görürken kanunlara göre karar verirse, devlete saygısı vardır demektir. Ama, ‘ben böyle yaparsam basının diline düşerim’ diye korkarsa, nâstan korkmuş olur.
Mü’minler bu derecelerini aşmışlardır. Onlar ölmeyi göze almışlardır. Mü’min demek, Hak uğruna ölmeyi göze alan kimse demektir. Medyanın dedikodusundan korkmadan adilane karar veren hakim, buna şehadet eden şahitler, savaştaki zaferden daha yüce zafer kazanmışlardır. Bunlar bu adil davranışlarından dolayı öldürülmüş olabilirler. O zaman şehittirler; hem de savaşta ölenlerden daha büyük şehittirler. Çünkü savaşta öldürme ile savunma hakkı da verilmiştir. Oysa burada o sizi öldürebiliyor, ama sen onu öldüremiyorsun.
وَقَالُوا (Va QAvLUv) “Ve onlar kavlettiler.”
Başta savaş meşru değilken savaşmayı savundular! Savaştan sonra ‘insan hakları’ diyerek savaşmaktan çekindiler, savaşmayı yadırgadılar! Bu sefer savaşa büsbütün karşı çıktılar, savaşı meşru görmediler!..
Bazen her türlü savaşı meşru sayarak kahramanlık olarak tanıdılar. Sonra da bütün savaşları, hattâ meşru müdafaayı da gayrimeşru saymaya başladılar!..
Nitekim kölelik konusu da böyledir. Önceleri, savaşsız zencileri köleleştirdiler, insan haklarından mahrum ettiler. Şimdi de savaş esirlerinin eğitilmesi amacıyla köleleştirme müessesesini de ortadan kaldırdılar. Ne yapmak istiyorlar?!. İdam cezalarını kaldırdılar. Maksatları; insanları uyutmak, böylece kendileri dünyayı eşkıyalarla yönetecek!.. Siz savaşacaksınız, ganimeti almayacaksınız, ganimet onların olacak!.. Savaşta esir de almayacaksınız, çünkü bir defa daha savaşmanız gerekecek!..
رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ (RabBaNAv LıMa KaTaBTa GaLaYNAv eLQıTALa)
“Rabbimiz kıtali bize niçin ketbettin?”
Bunları söyleyenler kâfirler değildir, mü’minlerdir. Savaşa karşı çıkmakta, savaşı meşru kılan söylemleri kınamaktadırlar. Siz namuslu insanlar silah taşımayacaksınız, kendinizi savunamayacaksınız; ama namussuzlar, nasılsa kanun şeriat tanımayacakları için onlar silahlanıp rahatlıkla sizi öldürecekler! Atom bombası size yasak; ama onlar yapacaklar! Kendilerinin yaptığı ve sizin yapamayacağınız silahlar serbest; ama sizin yapabileceğiniz biyolojik silahlar yasak! Mü’minlerden bir fırka da savaşmak istemiyor! Zalim güce teslim olalım, onlar ne söylerseler biz onu yapalım, savaşmayalım diyor! ABD’nin stratejik ortağıdırlar! Avrupa Birliği’ne girecekler! Bize silah ne gerek, bize ordu ne gerek diyen mü’minler vardır!
Ne var ki, ABD kendimizi savunmak için silah yapmamızı istemiyor; ama onun istediği ülkeye saldırmak için bize silah veriyor! Bizi yoksul bırakıp bize asker ihraç etmeyi öneriyor! Biziz tetikçi olarak kullanma hayasızlığını gösteriyor! Ama bizimkiler hâlâ onların strateji ve savaş ortağıdırlar.
Allah dünyada bütün canlıları diğer canlılara yem yapmıştır. Hayvanlar diğer canlıları yok ederek yaşarlar. Doğal denge böyle oluşmuştur. Ölümlü dünyada canlılar birbirini yok etmeseydi, şimdi dünya sadece leş yığınlarından ibaret olurdu. Allah insanlar arasında da savaşı meşru kıldı. İyiler ile kötüler arasındaki savaş kıyamete kadar devam edecektir. Böylece doğal seleksiyon olacak ve insanlık evrimleşecektir. Ne var ki, bu seleksiyon iyilerin iyilerle savaşı değil, kötüler ile iyiler arasında olacaktır. Nasıl kuzular birbirlerinin etlerini yemezlerse, iyi insanlar da aralarında savaşmazlar. İyilerin aralarında savaş ne kadar kötü ise kötülerle savaşmak da o kadar iyidir. Kimler iyidir? Hakem kararlarına uyanlar iyidir, hakem kararlarına uymayanlar kötüdür.
لَوْلَا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ (LaVLAv EapPaRTaNav EıLAv EaCaLın QaRIyBın)
“Bizi yakın ecele dek tehir etmeliydin.”
Savaşsız bir dünyayı yaratmalıydın! Biz kendi ecelimizle ölmeliydik! Zaten bize çok kısa bir ömür verdin! Bir de arada savaşla genç yaşımızda ölüme gidiyoruz! Kendilerine göre, Allah’ın yaratmasını uygun bulmuyor, O’ndan değiştirmesini istemektedirler!.. Kimi zaman da, insanların zevkine neden mâni olunduğunu ileri sürer ve zinayı serbest yaparlar! Aynı sefihler ve akılsızlar, diğer taraftan çok eşliliği cinayet sayarlar! Bütün bunları da ‘Avrupa müktesebatı’ diye insanlığa yuttururlar!..
Avrupa müktesebatına inanmak şirkin tâ kendisidir. Müsbet ilmin verileri, ilâhi kanunlardır. Tevrat, İncil, Furkan ve Kur’an ilâhi kitaplardır. İlmî ve ilâhî kitapları beğenmeyip, kendi cüce akılları ile Allah’ın yaptırdıklarını düzeltmeye kalkışanlar, işte bunlar tanrıcılık oynayan zavallılardır. Bunlara uyanlar da müşriklerin tâ kendileridir…
Müsbet ilmin ortaya koyduğu sosyal ve tabiî kanunları beğenmeyenler neye dayanarak kendi müktesebatlarını bize ve Avrupa halklarına dayatacaklar?!. Faizi serbest kılacak!.. Zinayı serbest kılacak!.. Savaşı gayrimeşru sayacak!.. Kısası yasaklayacak!.. Sonra çıkmaz batağa batacak. Savaşın gayri meşruluğu kısasın gayri meşruluğuna dayanmaktadır. Şaşkın akıl. Dalâlette olanlardan başka bir şey mi beklenecektir?!.
قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ (QuL MaTAGu eLdDuNYAv QaLIyLun)
“Düyna metaı kalildir diye kavlet.”
Allah bir düzeni var etmiştir. Bizim ‘niçin böyle yaptın?’ diye sormamız mümkün değildir. Çünkü o soruyu sorduran yine O’dur. Bizim işimiz dünyanın ve âhiretin nasıl yaratıldığını bilmemizdir. Bizim bu düzende yerimizin ne olduğunu öğrenmemizdir. Neyi bilmemiz ve yapmamız gerekiyorsa onu yapmamız görevimizdir. Beğenmiyorsak, yapacağımız iş terk etmektir.
Allah bize böyle bir seçenek vermemiştir. Ölsek bile, biz kendi kendimizi yok etme gücüne sahip değiliz. Teslim olma dışında yapacağımız bir şey yoktur. Allah dünya hayatını belli kazançlar elde etmek için yaratmıştır. Dünyada çok yaşamalıyız, çünkü çok kazanmamız gerekir. Ama savaşta ölmek ise kazançların en büyüğüdür. Ona eklenecek bir sevap daha yoktur. Yoktur; yeter ki savaş barış için olsun, adil bir düzenin kurulması için olsun, şeriat kurallarına göre olsun. İç savaş olmasın, isyan şeklinde olmasın.
وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنْ اتَّقَى (Va eLEAvPıRatu PaYRun LıMaNı itTaQAy)
“İttika eden kimse için âhiret daha hayırlıdır.”
Bu dünya zaten âhiret içindir. Tohum çürümeden fidan yetişmez. Patates çürür, bitki olur, patates olur.
Bu dünya hayatı yok olmadan âhiret hayatı var olamaz. Ölüm bunun içindir. Kıyamet bunun içindir. Ölüm, daha iyinin oluşması içindir. Âhiretin en açık delili budur. Bugün ilmen ispatlanmıştır ki, nasıl insan yaşlanıyorsa ve ölecekse, aynı şekilde Kâinat da yaşlanıyor ve ölecektir. İnsan yerine gelecek nesillere yer açsın diye ölüyor. Daha ileri hayat oluşsun diye ölüyor. Kıyamet olacak ki, daha ileri hayata imkân versin.
Eğer öldükten sonra dirilmemiz olmasaydı, bizim hayatımız abes olurdu. Dirildikten sonra cennet olmasaydı, dünyada çektiklerimiz zulüm olurdu. Cehennem olmasaydı adalet olmazdı. O halde Allah’ın yaptıkları hep doğrudur ve iyidir. Müsbet düşünce başka türlü bir düzeni kabul edemez.
“Adil Düzen” içinde yaşamak ‘ittika etmek” demektir. Müslimler bunu yaparlar. “Adil Düzen”in tesisi ve korunması ise mü’minlere farz kılınmıştır. Dereceleri yüksektir. “Adil Düzen”i kurmak farz-ı kifayedir. Mü’minler bu görevi yüklendiklerine göre, müslimlerden de sakıt olmuştur. “Adil Düzen”in nasıl kurulacağı yukarıda anlatılmıştır. Namazlar kılınacak, zekâtlar verilecek, sosyal ve ekonomik hayat “Adil Düzen”e göre tesis edilecektir. Türkiye’de buna izin verilecekse, mü’minler Türkiye’de bunu yapacaklardır. İzin verilmiyorsa; hicret edecekler ve orada “Adil Düzen” sitesini kuracaklar.
Şimdilik Türkiye’de bunu önleyen bir güç ve zihniyet yoktur. Türkiye lâik, demokratik, liberal ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasa ekseriyeti ile iktidar oluyorsunuz. Mü’minlerin böyle bir sorunu yoktur.
Mü’minlerin sorunu, içlerindeki bir fırkanın korkaklığıdır. Bugün iktidarda olanlar onlardır.
Bir gün cesurlar iktidarda olacaklardır. Bunun için şunlar olabilir:
- Adil Düzenciler, namazları ve zekâtları ile “Adil Düzen sitelerini oluştururlar. Sonra Adil Düzen Partisi’ni kurarlar. Millî mutabakat içinde “Adil Düzen”i ülkeye getirirler. Bu en az muhtemel olandır, ama arzu edilen budur.
- Adil Düzenciler, kendi aralarında Adil Düzen sitesini kurarlar. Adil Düzen Partisi’ni kurdurmazlar, Adil Düzen sitesini dağıtırlar. O zaman mü’minler hicret ederler gittikleri ülkede aynı şeyi yaparlar. Türkiye “Adil Düzen”i reddettiği için düşmanlar buraları istila ederler. Dışarıda oluşan Adil Düzen devleti bu ülkenin Adil Düzencilerini destekleyerek İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi bu ülke kurtulur. İkinci cumhuriyet kurulur.
- Türkiye “Adil Düzen”i kabul etmediği gibi “Adil Düzen”e düşmanlığını sürdürür. Dışarıda kurulmuş Adil Düzen sitesine, onu koruyan devlete saldırır. Mekkeliler böyle yaptılar. İşte kıtal o zaman farz olur. Adil Düzenciler saldırıya karşı koyarlar. Mekke fethedildiği gibi Türkiye de fethedilir. Bu istenmeyen bir şıktır. Ama en çok muhtemel olan bir şıktır. Adil Düzenciler hicreti ve savunma savaşını göze almalıdırlar. Yoksa Adil Düzenci olamazlar.
- Dördüncü ihtimal ise; “Adil Düzen” Türkiye dışında kurulur, Türkiye de dışarıda kurulan “Adil Düzen”e saldırmaz. Türkiye ‘zalim düzen’ içinde yaşadığı kadar yaşar. Bu en az muhtemeldir. Çünkü komşuları rahat bırakmazlar. Savaşın kuralı vardır; ya bizdensin, ya onlardan. Zalimlerin durumu budur. Ancak Adil Düzendir ki, savaşmayanlar savaşa zorlamazlar.
وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا (Va LAv TuJLaMUvNa FaTIyLan) “Bir fitil kadar zulmolunmazlar.”
“Fitil” bitkilerin liflerine ait bir tüydür. Pamuk tüyü gibi bir tüydür.
Türkçede fitil, gaz lambasını yakmak için kullanılan bitki tüylerinden yapılmış bir sırımdır. Bir taraftan yağı veya gaz yağını uca kadar getirir, yağ yanarken o da çok hafif şekilde yanmaya devam eder. Hayvanların kılları bu yanmayı sağlamadıkları için onlar fitil görevini görmezler. Bu sebeple bu yanan kısma fitil denmiştir.
“Onlara fitil kadar haksızlık yapılmaz” denmektedir. Bu dünyada adalet tam olarak gerçekleşmez. Adalet için çalışanlar ile zulme hizmet edenler aynı kanunlara tâbidir. İyilerle kötüler arasında dünyadaki kanunlarda fark yoktur. Yoksa imtihan adil olmazdı. Allah adaleti imtihanı kazananları mükafatlandırmak ve kimseye de bir fitil kadar zulmetmemek üzere âhirette gerçekleştirecektir.
Bu sahife üçe bölünmüştür.
Sahifenin kalanı gelecek derse bırakılmıştır.
Bu sahifede mü’minlerin savaştan önce salâtı ikame etmeleri, zekâtı ita etmeleri gerektiği anlatılmaktadır. Yani, siyasi iktidara talip olunmamalıdır.
Oysa, müslümanlar önce iktidara talip oldular. Biz bu hatayı işledik. İktidar olduk ama “Adil Düzen”i uygulayamadık. Çünkü bilmiyorduk, kendi arkadaşlarımızı eğitmemiştik.
Daha “Adil Düzen” anlatılırken, tahrif edilerek anlatılmaya çalışılmıştır. Çünkü nâstan korkuldu.
Şimdi de “Adil Düzen” adına ne önerirsen;
-Bizim okuyucumuz bunu kaldıramaz!..
-Bizim seyircimiz bunu kaldıramaz!..
-Bizim çevremiz bunu istemez!..
gibi sözler söyleyerek nâstan, insanlardan haşyet etmektedirler.
Allah’tan haşyet etmelerinden daha çok nâstan haşyet etmektedirler.
İster Saadet, ister AK Parti olsun; şimdi bunun cezasını çekmektedirler.
Siz Adil Düzenciler; Allah’a dua edin de bunların durumuna sizi düşürmesin.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ
يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ
فَمَالِ هَؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا(78)
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنْ اللَّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(79)
مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا(80)
أَيْنَمَا تَكُونُوا (EaYNa MAv TaKUvNUv) “Nerede olursanız.”
Her canlının tesmiye edilmiş bir ömrü vardır. Bugünkü insan için bu ömür 100 yıldır. Ne var ki, ortalama ömür 60 ile 70 yıl arasındadır. Kimi 100 yıldan daha fazla yaşamaktadır, kimi de çok erken ölmektedir. Buna ‘eceli kaza’ denmektedir. İnsan eceli müsemmadan kurtulamaz, onu değiştiremez. Ama eceli kaza değişir mi, uzar mı, uzamaz mı? Bu hususta kesin bilgimiz yoktur.
Nerede olursanız olun ölüm size idrak edecektir.
Ama eceli kaza muayyen midir, yoksa tedbirlerle veya hasene ile değişir mi? Bu bizim yorumumuza bağlıdır. Gerçek olan şudur. Allah’ın yaşatmak istediklerini kimse öldüremez. Kıl payı ölümden kurtulan pek çok kimseler vardır ve bunlar sonra tarihin seyrini değiştirmişlerdir.
يُدْرِكُّمْ الْمَوْتُ (YuDRikKuMu eLMaVTu)
“Mevt sizi idrak edecektir. Ölüm size ulaşacaktır.”
“DeReKe” derece anlamındadır. “İdrak etmek” demek, yerine koymak, sıralamak demektir. Herkes için ölüm mukadderdir. Herkesin dünyada bir görevi vardır. O görev bittiğinde ölüm onu idrak eder. Çünkü Allah hiçbir şeyi boşuna var etmemiştir. Bir ağacın görevi bitince o ağaç yıkılır, çürür ve yerine yenileri gelir. Sonbaharda yaprakların işi bitince dökülürler. Çiçekler böcekleri çekmek için açılır, tozlaşma olunca işleri biter ve dökülürler. Kâinatta her şey bir şey için yaratılmıştır. Görevi bitince ömrü dolar ve ortadan kalkar.
Devletler de böyledir. Osmanlıların görevi vardı. Görev bitti, ömrü doldu ve gitti. Yahudi sermayesinin de görevi vardı. İnsanlığı ilkel sanayiden uygar sanayiye geçirecekti. Görevini yaptı. Ömrü doldu. Şimdi “Adil Düzen”den sonra ya yok olacak, ya da yeni görev yüklenecektir; ya faizsiz düzene geçecek, ya da yok olacaktır.
O halde, eğer görevimizi ihmal ediyorsak varlığımız da sona erer.
Ordular ne içindir? Ordular dünyadaki siyasi dengeyi korumak için vardır. Askerler bu dengenin bozulmaması için savaşırlar. Savaş olmadığı zaman, ordular caydırıcı olsunlar diye ulus tarafından finanse edilirler. Eğer gerektiğinde savaş yapmazlarsa, görevleri bitmiş olur. Artık kimse onları beslemez. Galip gelen ordular onların görevini yüklenirler ve onlar bu işi yürütürler. Irak ordusu gibi savaşmaz ve düşmana teslim olursa, sonra Amerikan askerleri imiş gibi varlıklarını sürdüremezler.
Demek ki, nerede olursak olalım, görevimizi yapmayacaksak, savaşmayacaksak asker olamayız. Yapacağımız iş, eğer savaşmayı düşünmüyorsak orduya katılmamaktır. Katılmışsak, ordudan ayrılıp ülkeyi terk etmektir. Şeriat düzeni o kadar makul ve yerinde oturmaktadır ki, bunun dışında başka türlü bir düzen sözkonusu değildir.
Bugün bilhassa okumuşlar yani yüksek tahsil yapanlar askerliği istemeye istemeye yapmaktadırlar. Çünkü ‘bedelli sistem’ yoktur. Bir devlet içinde yaşayan kişiler ya ‘müslim’ olup bedel verirler, bedenen savaşa iştirak etmezler, onlara savaş emredilmemiştir; ya da ‘mü’min’ olup asker olurlar ve bedel ödemezler. Bunların artık savaştan kaçmaları sözkonusu değildir. Savaştan firar edenler öldürülürler.
Burada iki mânâ ortaya çıkıyor.
1) Savaşsanız da, savaşmasanız da, sonunda öleceksiniz. Ölümden kurtuluş yoktur. Savaşta ölürseniz, dünyevi vazifeleri bitirmiş olursunuz.
2) Yahut, savaştan kaçarsanız; nerede olursanız olun, mü’minler zafer kazanınca öldürülürsünüz. Savaştan kaçan, savaş bitmiş olsa bile, sonra nerede bulunursa bulunsun öldürülür. Bunun dışında başka hiçbir suç savaştan sonra takip olunmaz.
وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ (Va LaV KuNTuM Fıy BuRUvCın MüŞaYYaDaTin)
“Teşdid edilmiş burcda bulunmuş olsanız bile.”
“Burç” bir devletin varlığını gösteren bayrağının dikilmiş olduğu tepedir. Tepeler içinde en yüksek tepedir. “Müşeyyede” de korunmuş anlamındadır. Yani, sağlam kale tarafından çevrilmiş ve orada güçlü muhafızlar da olsa, yine orada da mevt sizi idrak eder. Yani, hiç kimse ölümden kurtulamayacaktır. Kendisini ne kadar sağlama alırsa alsın, sonunda ölecektir. Çünkü Allah bir ecel koymuştur.
Diğer taraftan da, savaş kaçkınlarını saklayan böyle devletler veya kentler olursa, zaferden sonra onlar da takip olunur ve oralar fethedilir. Orada savaş kaçkını varsa öldürülür demek olur.
Burada “muhassana” denmemiş olup “müşeyyede” denmiş olması, tüm korunma imkânlarını da içermesidir. Siyasi ve askeri savunma tedbirleri “müşeyyede burç”tur.
وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ (VaEıN TuÖıBHuM XaSaNaTun) “Onlara bir hasene isabet ederse.”
Kur’an’a göre bir ‘halk’ var ve bir de ‘başkan’ vardır. Başkanı halk başa getirir. Onlardan her biri yani başkanı seçenlerden her biri, başkanın kendilerine farklı muamele yapmasını ister. Oysa başkanın bunu yapabilmesi mümkün değildir. O zaman da isteyerek başa getirdikleri kimseye karşı herkes bir olup cephe alır.
Nitekim Türkiye’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in durumu böyle olmuştur. Parti başkanları ittifakla onu cumhurbaşkanı yapmışlar, sonra birlikte cephe almışlardır.
Ondan sonra başkan ile halkı arasında didişme başlar. Başkan bir taraftan topluluğunu dışa karşı korur, diğer taraftan da içteki halkına karşı kendi makamını korumak durumunda olur.
Bu sebepledir ki, Kur’an başkanlara hep halkıyla nasıl muhatap olacağını öğretmektedir. Yani, Kur’an yöneticilerin yapacaklarının da fıkhını getirmektedir. Eğer bir kimseye veya bir gruba kamudan bir iyilik gelirse, ‘bu Allah’tandır’ derler; kötülük gelirse başkanlarına ‘bu sendendir’ derler. ‘Allah’tandır’ demek, aynı zamanda ‘topluluktandır’ demektir.
Mesela; Mustafa Kemal’den gelen iyilikler Allah’tandır, ama kötülükler ise kendisindendir derler. Oysa, ya iyilikler de Allah’tandır, millet yapmıştır, kötülükler de; ya da aksidir. Tek taraflı hüküm adil değildir.
يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (YaQUvLUvNa HaÜıHı MıN GıNDı elLAHı)
“Bu Allah’tandır, bu millettendir derler.”
Cumhuriyetçiler de böyle derler. Eğer iyi bir şey olmuşsa bunu Türk milleti yapmıştır. Kötü bir şey olmuşsa, onu da Osmanlılar yapmıştır. Cumhuriyet için de aynı adil olmayan hükümler vardır. İyilikler Allah’tan, milletten; kötülükler ise Mustafa Kemal ve arkadaşlarından olmuştur.
Halkın özelliği ve psikolojik yapısı gereği, başkana itaat ederler ama devamlı olarak ona saldırırlar. Böylece kendilerine iltimas yapmasını isterler. Oysa başkan adil kararlar vermeli, ondan sonra Allah’a teslim olmalıdır. Başkan iktidarını kendisi korumamalı, topluluk korumalı, Allah korumalıdır. Korumadığı zaman da gitmelidir. Biatı yenilemek, yani zaman zaman seçimi yenilemek bunun için gereklidir.
Hazreti Peygamber de Hudeybiye’de biatı yenilemiştir. Hudeybiye Mekke fethinden bir sene önce olmuştur. Yani hicretin yedinci senesinde yenilenmiştir.
Demek ki, yedi senede bir devlet başkanı seçimi olacaktır.
Kur’an’da bu Haccı Ekber ile ifade edilmektedir. Haccı Ekber, cumaya rastlayan kurban bayramı günüdür. Bu da yedi senede bir olmaktadır.
Bu yedi senede bir Kurban Bayramı Cuma ile birlikte kılındığında biat yenilenmelidir.
Başkan adil davranmak zorundadır. Herkes başkanın kendi tarafında olmasını ister ama, başkan adil hükmettikçe teslim olur. Karşı faaliyete geçmez. Ama kendisine ayrıcalık tanınması için aleyhte konuşur.
Ben Akevler’de bu duruma hep şahit oldum. Üyelerimiz yönetimimiz aleyhinde bulunurlar ama seçime gelince birkaç oy ancak muhalif olarak çıkardı. Ortaya çıkan iyilikleri başkandan saymazlardı.
Kur’an bu hususta onları tasdik ediyor.
وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ (Va EıN TuÖıBHuM SayYıEaTun)
“Onlara bir seyyie isabet ederse.”
Bu dünyada seyyielerle hasenelerin birlikte yürüdüğü bir dünya vardır. Sağlıkla hastalık mücadelesi vardır. İnsan her an birtakım zorluklar ve ağrılar içindedir. Çocuk ağlayarak doğar. O kadar ağlar ki, anne babasını bile bezdirir. Gülmeye çok sonra başlar. Çok az güler. Sonra sıradan arıza ve hastalıkların yanında bir de yaşlılık gelir. Peş peşe arızalar sıralanır. Tüm hayat ıstıraplarla doludur. Ama bütün bunların sonunda sözkonusu olan bir hayat vardır. Yaşanmıştır. Nesil yetiştirilmiştir. Hasene olmuştur. Hele âhiret hazırlığı da tamamsa, o acıların hepsi rahmet olmuştur. Sosyal hayat da böyledir. Hele ilk kuruluşlar hep ağlamakla geçer.
Adil Düzen çalışanlarının yaşadıkları hep beşikteki çocuğun çektiği ıstıraba benzer.
Topluluk yaşananlar sayesinde olgunlaşacak, ileride eşüddüne, güçlülüğe, güce erecektir.
Dünyadaki seyyieler de haseneler içindir. Seyyie olmazsa hasene olmaz. Bu sebepledir ki daima hâlimize şükretmeliyiz. Sıkıntılara giriyorsak, yoksulluk çekiyorsak, bu bize Allah’ın lütfüdür. Biz bize düşenleri yapacağız. Ondan sonrası ise bize ait değil, bizi yaratana aittir. Savaş için bile böyle düşüneceğiz. Ölürsek O’nun takdirdir. Biz görevimizi gerektiği gibi yapıyor muyuz, ona bakmalıyız.
İstanbul’da başlattığımız yedi yılı aşkın faaliyetimiz birçok başarısızlığımızla sonuçlanmıştır. Başta Ahşap evlere başladık, sonuç alamadık. Marketlere başladık, sonuç alamadık. İzmir’de kerestecilik yaptık, sonuç alamadık. Poşet teşebbüsünde bulunduk, sonuç alamadık. Bütün bunlar bize isabet eden seyyielerdir.
Ama biz sabredip devam ediyoruz. Önce, dersleri aksatmadan yürütüyoruz. Redakteler yapılmakta, internete kısmen de olsa girebilmektedir. Onun dışında pek çok kimselere ulaştık ve tebliğde bulunduk. Bunlar başarılarımızdır. İsabet eden seyyielerimiz bizi yıldırırsa ve bizi çalışma azmimizden vazgeçirirse, asıl hüsran o zaman olacaktır. Ama çalışma azmimiz kırılmaz, sonuç Allah’a aittir dersek ve devam edersek, işi yarım bırakmazsak, Allah bizi mutlaka muvaffak kılacaktır. Allah’a hamd olsun ki, her hafta yazılıyor, düzeltiliyor, okunuyor. Kısmen de olsa internete giriliyor. Bu çok büyük başarıdır.
Hazreti İsa’ya sadece on iki kişi inandı. Ama bugün iki milyar insan onun arkasından gitmektedir. Ebu Hanife bir kitap bile yazmamıştır. Bize ulaşan üç öğrencisinin yazdıklarıdır. Ama Ebu Hanife bugün bile etkisini sürdürmektedir. Ekol oluşturulmalıdır. Ümit ediyorum ki bu ekol oluşmuştur. Benden sonra daha da gelişmiş olacaktır. Belki de değişik kollardan ilerleyecektir. Bu da O’nun işi, bizim işimiz değildir. Bizim duamız odur ama O ne isterse onu yapar.
يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ (YaQUvLUvNa HaÜiHi MıN EıNDıKa)
“‘Bu senin indindendir’ derler.”
Yani, gelen iyilikleri topluluktan yani Allah’tan bilirler, kötülükleri de sana yüklerler.
Türkiye’de III. Selim, II. Mahmut, Abdülhamit, Mustafa Kemal, İnönü, Menderes, Demirel, Özal, Erbakan ve Çiller etkili olmuşlardır. Fatih’ten beri Türkiye’de birçok haseneler ve seyyieler olmuştur. Bir bakarsınız haseneleri millet yapmıştır, seyyieler ise hep bu kişilere yüklenmiştir.
Oysa, eğer seyyieler onlardansa, haseneler de onlardandır.
Millî Görüş için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Millî Görüş sonunda Türkiye’yi bugünkü hâle getirmiştir. Bu iyilikler Millî Görüşçülerin, kötülükler varsa Erbakan’ınmış! İşte halkta böyle çarpık bir anlayış vardır. Evde karı koca da ‘ben demedim mi’ deyip kendisini temize çıkarır, eşini suçlu bulur. Ortaklar da böyledir. Biz bile böyle yanlış düşüncelere düşebiliriz.
İstanbul’daki faaliyetlerimizden olan Pendik Kaynarca’daki başarısızlığı kimse üzerine almıyor. Oysa orada hepimizin ihmali ve hatası vardır. Herkes kendi hatasını görmelidir. Kötülükleri başkalarına atmamalıyız. Herkes kendisinde eksiklik aramalıdır, gelenin takdir-i ilâhi olduğunu bilmelidir.
قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (QuL KulLun MıN GıNDI EalLAHı)
“Söyle, hepsi Allah’tandır.”
Mü’minler, geçmişte olanların hepsinin Allah’tan olduğuna inanır ve kadere teslim olurlar. Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmaz. Başka kimseleri suçlamazlar. Eğer başımıza kötü bir yönetici gelmişse, Allah onu bizim başımıza getirmiştir. Biz müstahak olduk ki getirdi. Elbette o insanlar niyetlerine göre sevap veya günah işlemişlerdir. Dolayısıyla cennete veya cehenneme gideceklerdir.
Türkiye’deki harf inkılâbını Mustafa Kemal değil, Allah yaptırmıştır. Dolayısıyla kaderdir. Onu hayır kabul edip yararlanmamız gerekir. Ama bu Mustafa Kemal’in mükâfat görmeyeceği veya ceza çekmeyeceği anlamına gelmez. Onun niyeti, kastı ne ise ona göre mükâfat veya mücazata duçar olacaktır. Bu da Allah ile onun arasındadır, biz bilemeyiz.
Mü’min, geçmişte cereyan eden olaylarda ne kadar kaderci ise gelecek olaylarda da o kadar iradecidir. Yani, kendi yapacaklarından sorumlu olduğunu bilmektedir. Gelecekte olacakları bizim hakkımız kabul edip öyle davranmamız gerekir. Asla, nasılsa Allah ne istiyorsa onu yapacaktır, bizim çalışmamıza gerek yoktur demememiz icap eder. Bu imanın şartıdır. Geçmiş için hayır ve şer Allah’tandır diyeceğiz, gelecek için de hayır ve şer elimdedir diyeceğiz.. Herkes kendisini sorumlu bulacak ve elinden geleni yapacaktır. Bedenen yapamazsa bile kavlen yapacaktır. Bizim zaman zaman gidip tebliğlerde bulunmamız bundan dolayıdır.
لِ هَؤُلَاءِ الْقَوْمِ فَمَا (Fa MAv Lı Hav EuLAEı elQavM)
“Bu kavme ne oluyor, nesi var?”
“Kavm” kelimesi burada marifedir. Hem de işaretlenmiştir. “Bu kavme” diyor.
Şimdi bize hitap eden bu Kur’an’a göre, bu kavim Türk kavmidir. Türkiye’deki Türk kavmidir.
Bu kavme Allah ne haseneler, ne seyyieler isabet ettirdi. Alpaslan Suriye’ye sefer yaparken, Bizans ordusu onları yok etmek için hareket etmişti. Türk ordusu sayı bakımından düşmandan çok azdı. Komutanlar savaşa girilmemesini önerdiler. Alpaslan, bu durumda karılarının yanında rahat edenler geri dönsünler, ben savaşacağım demiştir. Bizans ordusunda bulunan Peçenek gibi kavimler savaşta cephe değiştirdiler de böylece galip gelindi ve Anadolu kapıları açıldı. Bu kavimlere cephe değiştirten kimdi?
Türkler asırlarca Haçlılarla savaştılar. Bu yetmiyormuş gibi Moğollar Anadolu’yu istila edip hilafeti berhava ettiler. Ama sonra aynı Moğollar Müslüman oldular. Onları Müslüman eden kimdi?
Haçlılar Bizans’ı tehdit edince Bizans Türklerin yardımı ile korundu.
Asırlar süren Avrupa ile savaşlarda Viyana bozgunu ile Batılılaşma başlamış, hep yenilgi ile karşı karşıya kalınmış, düşman tâ Sakaryalara kadar gelmiştir. Hangi güç Türkiye’yi yeniden Türklere verdi? Ondan sonra girişilen inkılâplar. Irak Savaşı’ndaki tezkereye kadar tarih musibetlerle ve hasenelerle doludur. Ama sonunda 70 milyonluk Müslümanlardan oluşmuş güçlü bir devlet var. Bu hasenedir.
Buna karşı işsizlik, dış borç, çalışamaz halde olan yargı, dışa bağımlı basın seyyieleri vardır. Bunlardan kurtulmak için onlara haydi gerçeklere kulak verin, ihtida edin diyoruz. Ama bu kavim tarihin bu tecrübelerinden hiç etkilenmeden dilsiz, sağır ve kör olarak aval aval bakıyor!
İşte Allah bu kavme diyor; “Bu kavme ne oluyor?”, Türk ulusuna ne oluyor?
لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا(78) (LAv YaKAdUvNa YaFQaHUvNa XaDİyÇan)
“Hadisi fıkhetmeye keyd etmiyorlar.”
“Keyd etmek” demek, tuzak kurmak demektir. Fiilin başına gelince yardımcı olur ve mânâsı o işin yapılması için hazırlık yapmak demektir. Mesela, dinlemeye hazır olmak demektir. Başka bir ifade ile, yaklaşmak veya yanaşmak demektir. Olayı anlamaya yanaşmıyorlar mânâsı ortaya çıkar.
“Fıkhetmek” demek, delillere dayanarak gelecekte olacakları veya olması gerekeni bulmak demektir.
“Hadis” kelimesi, olayları anlatan sözler demektir. Doğrudan olay da demektir.
Türkiye’nin nereye gittiğini gözleriyle görmeye, kulaklarıyla işitmeye, beyinleriyle anlamaya yanaşmıyorlar. Türk Milleti Allah tarafından “Adil Düzen”i kendi içlerinde tesis etmeye ve dünyaya örnek olmaya memur edilmiş bir kavimdir. III. Bin Yıl Uygarlığını bunlar başlatacaklardır. Hakka dayalı ve adil İslâm şeriatı düzenini bunlar kuracak ve örnek olacaklardır. Batı diliyle ifade edecek olursak; demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenini bunlar tesis edeceklerdir.
Bu kavim ancak bu suretle dünyanın saldırısından kurtulabilir.
Çünkü Avrupa kendisini yutmak istiyor... ABD Ortadoğu’da onu yaşatmak istemiyor... Rusya’nın tarihî emeli Türkiye’de... Çin kendi Müslüman halkından korktuğu için Türkiye’nin yok olması arzusunda... Hindistan, Pakistan ve Keşmir olayıyla İslâm düşmanı... Komşular, ne yapacaklarını bilmeden, dıştan gelecek emirle saldırmaya hazır... İçte de lâik-mürteci, Türkçü-Kürtçü, Alevi-Sünni ve ilerici-gerici grupları ile bölücülüğe sürüklenmektedir... Bu devleti mucize dışında ne yaşatabilir?.. O mucize de şüphesiz “Adil Düzen”dir…
Üç ay içinde işsizliği, altı ay içinde yargı sorununu, bir yıl içinde basın sorununu ve iki yıl içinde dış borcu bitirelim diyoruz... Ama ne olayları anlamaya, ne de bizim sözümüzü anlamaya yanaşıyorlar!..
Bu kavim böyle değildi. Şimdi ne oluyor da böyle acayip oldu? Allah bunu soruyor.
***
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ (MAv EaÖAvBaKa MıN XaSaNaTın)
“Haseneden sana ne isabet ederse.”
Bundan önce topluluğa isabet eden musibetlerden, hasene ve seyyielerden bahsetmiştir. Orada başkan veya uyarıcıya karşı halkın davranışlarını anlatmıştır. Müslümanların başına bir şey gelir, bunu Erbakan yapmıştır derler… O arının kovanına çomak sokmuştur… O öyle yapmasaydı Nurcuların, tarikatçıların, başörtülülerin başına gelenler gelmezdi derler. Ama eğer iyilikler olmuşsa, tarikatlar faaliyet göstermişse, imam hatipler açılmışsa, ilâhiyat fakülteleri olmuşsa, o Erbakan’dan değil, kendiliğinden olmuş veya Allah yapmıştır.
Bu çarpık zihniyeti anlattıktan sonra; şimdi de bizzat tebliğcilere, Adil Düzencilere, yahut Erbakan’a, Erdoğan’a hitap etmektedir. Kişinin başına gelenlerin neden öyle olduğunu anlatmaktadır.
فَمِنْ اللَّهِ (Fa MıNa elLAHı) “Allah’tandır.”
Eğer biz bir şey yaptıksa, bir iyilik olmuşsa, bu bizden değil; Allah bize bu ihsanı yaptığı için, bu lütfü yaptığı için olmuştur. Kimse ‘ben yaptım’ deme hakkına sahip değildir. Malazgirt’ten beri olmuş olan olaylar, İstiklâl Savaşı’ndaki bütün zaferler, cumhuriyet dönemi mücadeleleri, Millî Görüş, Adil Düzen hep ilâhi takdirin sonucudur. Kimse bunu ben yaptım diyemez. Allah’ın takdiri ve ihsanı ile böyle oldu der. Orada Allah ona vazife tevcih ettiği için hamd eder. O’na ihsan ettiği için şükrünü edaya çalışır.
وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ (Va MAv EaÖAvBaKa MıN SayYıEaTin)
“Seyyieden sana ne isabet ederse.”
Seyyieden sana ne isabet ederse veya etmiş ise o da Allah’tan mıdır?
Topluluğa isabet edenlerin de Allah’tan olduğu yukarıda bildirilmişti. Ama kişilere ve tebliğcilere ise böyle değildir. İnsanlara da kötülükler isabet edebilir.
Nitekim yukarıda savaşta ölüm gibi dünyevi en büyük musibet isabet eder. Ancak kötülüğü birlikte düşünmek gerekir. Bir imtihana girersiniz, soruları cevaplamakla uğraşırsınız, bu sıkıntıdır. Ama yine de girersiniz, çünkü sonra gelecek hasene o seyyieyi yok edecektir. Bir kadın evlenir, çocuk doğururken ölüm kadar sıkıntı çeker, sonra onu büyütürken sıkıntı çeker, ama sonunda bir insan yetiştirmiş olur. Seyyieler hasenelere dönüşür. Seyyieleri böyle doğuracağı hasenelerle birlikte düşünmek gerekir. Birçok şer vardır ki o hayırdır.
İnsanın toplam hasene ve seyyiesi âhirette sonuçlanacaktır. Ve orada seyyie sadece insanın kendisinin yaptıkları ile ilgilidir. Azabı kendi ellerinin yaptığı ile çekecektir. Cennete gelince, o Allah’ın bir lütfüdür. Çünkü seni de cenneti de O yaratmış, hayrı sana O işletmiş, bire on sevap yazmış ve seni oraya koymuştur.
فَمِنْ نَفْسِكَ (FA MiN NaFSiKa) “Senin nefsindendir.”
İnsan günahsız yaratılmıştır. Hayatta hiçbir sevap işlemese bile yine cennete gider. Nitekim çocuklar cennete gideceklerdir. Mü’minlerin olsun, kâfirlerin olsun, kimin çocukları olursa olsun, cennete gideceklerdir. Eğer birisi cehenneme girmişse, mutlaka kendi iradesiyle işlediği günahtan dolayı gidecektir. Bu dünyada ise insana işlediği bir günahın cezasını bu dünyada çeksin, âhirete günahı kalmasın diye isabet etmiş olur. Yahut bir hata yapmıştır, yaptığı hatanın hata olduğunu bildirmek için musibet isabet eder.
Bir yerde başarıya ulaşamıyorsak, mutlaka kendimizin bir hatası vardır da o sebeple başarısız oluyoruz. Kusuru başkalarında değil, kendimizde aramamız gerekir.
1) İstanbul’daki teşebbüslerimizde, ahşap evde, markette, İzmir’deki kavaklarda ve poşet teşebbüslerinde başarıya ulaşamamışsak, hatayı kendimizde aramamız gerekir. Her birimiz hatayı kendimizde aramalıyız. Ben kendimde aramalıyım. Hatalarım ne oldu ki başarısızlığa uğradım.
2) Benim baştaki günahım, inanmamış insanlarla iş yapmaya kalkışmamdır. Oysa yapacağımız iş, önce çalışıp kendimizi yetiştirmektir. Ustasıyla, çırağıyla, işçisiyle inanmış insanlar oluşturduğumuzda teşebbüste bulunmalıydık. Bir numaralı hatamız bu olmuştur. Bununla beraber bu denemelerle pek çok bilgiler edindik. Dolayısıyla o hata da yine bana ve bize rahmet olmuştur. Dolayısıyla ben onu musibet saymıyorum. Herkes başına geleni kendisinin hatası olarak görmelidir.
3) Üçüncü olarak, Allah bizi yetiştirmek için, musibetlere dayanabilmemiz, zorlukları aşabilmemiz için bizi küçük belalara uğratmaktadır. Aynen aşı gibi. Aşı zayıf mikroplarla yapılmaktadır. Bu sayede vücut muafiyetlik kazanmakta, sonra gerçek mikroplar geldiğinde ona karşı vücut direnmektedir. Bizim başımıza da bundan dolayı seyyieler gelmektedir.
4) Bir de, Allah bize bu musibetleri isabet ettiriyor ki, buradaki dayanmamıza ve direnmemize göre bizim derecemizi yükseltmektedir. İmtihan niçin yapılır? Öğrencinin bilgisini ölçmek için. Biz belalara uğrayarak imtihan olmaktayız. İmanımız ölçülmekte, derecemiz tesbit edilmektedir.
Dolaysıyla mü’min bütün belaları nimet bilir ve şükreder.
وَأَرْسَلْنَاكَ (VaEaRSaLNAvKa) “Seni irsal ettik.”
Burada irsal olunan birinci derecede Hazreti Muhammed’dir. Kur’an ilk defa ona indirilmiştir, o insanlara tebliğ etmiş, başkan olmuş ve kurduğu devleti yönetmiştir. Bundan sonra onun yerini alan ona halife olan bütün Cuma imamları, bucak başkanları birer resuldür. Kendi bucak halkına tebliğde bulunur, onlara hakemlik yapar ve onlara emirlik yaparlar. Ondan sonra da her mü’min resulün halifesidir, Kur’an’ı tebliğ etmekle yükümlüdür. O da çevresine Kur’an’ı ulaştırmakla yükümlüdür. Başkanı olmayan topluluğa başkanlık etmekle yükümlüdür. Tek başına da olsa ezan okur, kamet getirir ve kendi başına imam olur, yani resul olur.
Bu husus yalnız mü’minlere değil, müslimlere de emredilmiştir. Müslimler, mü’minler varsa savunmak durumunda değildirler, başkanlık yapmak zorunda değildirler. Farzı kifayedir. Ama eğer mü’min yoksa, o zaman her müslim mü’min olmakla yükümlüdür. Nitekim herkes ezan okuyup cemaate davet etmekle yükümlüdür. Beş vakit namazı ikame etme durumundadır. Eğer belde saldırıya uğrarsa, o zaman müslimler de savunmaya katılmakla yükümlüdürler. Müslimler arasında erkek kadın ayırımı da yoktur.
لِلنَّاسِ (Lı elNAvSı) “Nâsa irsal ettik.”
Bu hitap Hz. Muhammed aleyhisselâma düşünüldüğü zaman, bütün insanlara demektir. Kur’an gelinceye kadar topluluklara devrelerle ayrı ayrı kitaplar ve resuller gönderilirdi. Kur’an’la bu uygulamaya son verildi. Bütün insanlara tek mübelliğ olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderildi ve Kur’an indirildi. Başka hiçbir kavme yeni kitap ve nebi resul yani vahiy alan resul gönderilmeyecektir.
Ama eğer bunu Cuma namazı kıldıran imam olarak anlarsak, o zaman Cuma cemaatine gönderilmiş olur. Harfi tarif ahd için olur. Çünkü konuşan “Ey nâs” dediği zaman, orada kendisini dinleyen kimselere hitap etmiş olur. “Ey beşer” denmiş olsaydı, o zaman bütün beşeri ifade etmiş olur.
Kur’an’daki “Ey nâs” bütün beşerdir. Çünkü o yazılıdır. Bütün insanlığa gönderilmiştir. Bununla beraber, bütün aşiretlere ve bütün kabilelere ayrı ayrı hitap etmektedir. Nasıl Medeni Kanunumuz İsviçre Medeni Kanunu’nun tercümesidir ama bizim kanun bize onların kanunu olarak hitap ediyorsa, onun gibi Kur’an hep aynı kitaptır ama her kabileye ayrı ayrı hitap etmektedir. Kısmen her aşirete de ayrı ayrı hitap alır. Kişilere de ayrı ayrı hitap eder. İçtihat budur. Mahalli icmalar budur. Devlet ortak kabiledir; savunma hizmetlerini yapan kabiledir. Tüm ülkeyi kapsayan ortak bir topluluk değildir. Bu sebepledir ki merkez bucakların taşra bucaklarının iç işlerine karışma yetkileri yoktur. Merkez ‘ümme’l-kura’dır, ülke bir kura değildir.
رَسُولًا (RaSuLen) “Nâsa bir resul olarak irsal ettik.”
Bu âyet sadece Hz. Muhammed’e hitap etseydi marife olurdu. Çünkü tüm nâsa tek resul olarak irsal edilmiş olurdu. Hz. Muhammed aleyhisselâm da kendi kabilesinin resulü idi. Mübelliğ olarak bütün insanlara hitap etmiştir ama hâdi olarak yani yönetici olarak sadece Medine’yi yönetmiştir.
Medine Arapların ümmü’l-kurasıdır. Mekke ümmü’l-beşerdir.
İnsanlar kabileler yani bucaklar olarak organize olacaklardır. Her bucak bir hücre gibidir. Her bucağın bir başkanı olacaktır. Bucağı bu başkan yönetecektir. Yukarıda geçen âyetler bu başkanla halkı arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. Başkan da bir musibete uğradığı zaman ‘bu musibet halktandır’ demeyecektir. Başarıları topluluk yapmıştır. Hataları ise kendinden bilecektir. Eksikliği kendisinde arayacaktır. 28 Şubat gibi Türkiye’deki olayların hepsini yöneticiler kendi kusurları olarak değerlendirmekle yükümlüdür.
Şüphesiz bizim ortaklıklarımızdaki başarısızlıklar da kendi eksikliğimizdir, olgunlaşmamız içindir.
وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(79) (Va KaFAy Bi elLAHı ŞaHIyDan) “Allah şehid olarak kifayet eder.”
Yani, insan başkanlık yaparken veya tebliğ yaparken elde ettiği sonuçlara bakmayacaktır. ‘El ne der’ demeyecektir; ‘Allah ne der’ diyecektir; ‘gerçek nedir’ diyecektir. Başkanlığını küçük hesaplarla yapmayacaktır.
Mesela, bir kooperatif başkanı ‘ortaklar ne der’ diye kararlar almamalıdır; ‘ortakların çıkarı nedir’ deyip ona göre karar almalıdır. İstişare etmelidir ama sonunda kendisi karar vermelidir. Bu arada başkanlığı gidebilir, bunun tasasını çekmemelidir. Savaşa giden asker nasıl ölümü göze alırsa, her tebliğci ve başkan da daima başkanlıkta şehit olmak da var demelidir. Cesaretle doğru bildiklerini uygulamalıdır.
Allah’ın şehadet etmesi kâfidir.
Herkes ayrı ayrı hep aleyhte konuşurlar, ama sonra uygulamaya gelince hepsi başkana itaat eder, değiştirmemeye çalışırlar. İşte burada “Allah” kelimesi bu mânâda da yorumlanmalıdır.
Başbakan haktan başka kimseden korkmamalıdır. Madem ki millet onu başbakan yaptı, Meclis onayı devam ediyor; istişare edecek ve kendi kararlar alıp korkmadan uygulayacaktır. ‘Germeyeceğim’ demek, ‘yönetmeyeceğim’ demektir. ‘Germeyeceğim’ demek; müslim ve mü’minlerin haklarını değil, eşkıyaların ve fitne sahiplerinin dediklerini yapacağım demektir. İktidar olmadan uzlaşma vardır. Ama iktidarda uzlaşma değil, adalet vardır, hak vardır. Katil ile maktulü uzlaştıramazsınız. Sizin göreviniz uzlaştırma değil; katili cezalandırmadır, asmadır. Yoksa uzlaşma ile iş olsa zaten iktidara gerek yoktur.
Ordu direnirse cevap kesin ve açıktır: “Ben başbakansam böyle yöneteceğim, ama siz başbakanlık istiyorsanız buyurun siz yönetin. Yönetimi meşru hâle getirmek için de sıkıyönetim ilân edip yönetimi teslim etmeye hazırız. Ama yönetimimize kimseyi karıştırmayız. Çünkü bunun sorululuğu bize aittir.”
İşte böyle denmeli ve gerekiyorsa böyle yapılmalıdır. Erbakan bunu diyemediği için gitti.
“Allah şehid olarak yeter” demek; ben Allah ne istiyorsa, topluluğun çıkarı ne ise onu yaparım demektir. Baskı gruplarının çıkarlarına veya güçlerine boyun eğmeme demektir.
***
مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ (MaN YuvOIyGı elRaSUvLa) “Resule kim itaat ederse.”
Bir işe başlarken namaz kılarak başlamalıyız. Ortak işe başlarken karar verip birlikte bir işe başlamadan önce namaz kılarız. Namaz için önce aramızda imam seçeriz. İmam, yapacağımız işin alemi olacaktır. Eğer ikisinin o husustaki ilmi eşitse, yaşlı olan başkanlık yapar. Yaşları da eşitse, o işte kıdemli olan başkanlık eder. Kıdemlilikte de eşitlik varsa, o zaman güçlü olan başkan olur. Mesela, kol güreşi yapabilirler. Diğer namaza kadar o başkandır, yani resulün halifesidir.
Resul kendisi şeriat koymaz. Şeriat üzerinde vekâleten de olsa karar alma yetkisi yoktur. O şeriatı sadece uygular. Namazda olduğu gibi yetkileri vardır. Okuyacağı sûreleri kendisi seçer. Uzun veya kısa okur. Tesbih ve hareketleri yavaş veya çabuk yapar. Ama şeriatta tesbit edilmiş hususları aynen icra eder. Şeriatın dışına çıkarsa, ona itaat edilmez. İşte başkana hangi konularda yetki verilmişse, sadece uygularken o yetkileri kullanır, uyguladıktan sonra artık onun hükmü biter. İkinci rekâtta başka sûre okuyacaktır.
Başkanın bir de istişarede karar alma görevi vardır. Başkan burada sadece toplantıyı yönetir. Söz verir ve konuşmaları çerçevelendirir. Kararı ise ehliyetli birisine aldırtırlar. Ona cemaat vekâlet verir, o da onların vekili olarak karar alır. Bu risaleten hareket değildir. İşte her işin bir sorumlusu olacaktır. Onun verdiği karar o esnada uygulanacaktır. Katılmak istemeyen o toplantıyı terk edebilir. Ama başkana müdahale edemez. Mağdur olursa sonra hakemlere gider ve hakkını talep eder.
Mesela, başkan toplantının selametle yapılmasını bozan kimseyi toplantı dışına çıkarabilir.
Bir bucağın başkanı bucağından istediği kimseyi sürebilir. Haksızlığa uğramışsa, hakemlere gider ve hakem kararları ile mağduriyetini giderir. Demek ki, başkan mutlak hakimdir. Ancak şeriat içinde kalmalıdır. Bütün yaptıkları hakemlerden oluşan yargı denetimindedir.
فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ (FaQaD EaOAvGa elLAHa) “Allah’a itaat etmiş olur.”
Allah insanlara teker teker emretmez. Gönderdiği elçilerle insanlara yapacaklarını öğretir. Sonra da peygamberin başkanlığında Allah’ın emri icra edilir. Toplulukta görevlilere ve kişilere emredemez. Çünkü topluluk çok kişiden oluşur. Onlar arasında birlik sağlanamaz ve vakit kaybına sebep olur. Şeriatı içtihat ve icmalarla topluluk kendisi yapar.
İcraya gelinirse, topluluk bir başkan veya görevli seçer ve ona yaptırır. Görevli resuldür, yani elçidir. Sadece şeriatta gösterilenleri yapar, kendisi şeriat vazedemez. İşte bu başkana itaat etme demek, topluluğa itaat etme demektir. Çünkü bu hususta topluluğu o temsil eder.
Bu âyetten aynı zamanda topluluğu temsil yetkisinin de başkanda olduğu anlaşılıyor. İtaat ettirmeye gücü yetenin temsile evleviyetle gücü yetmiş olur. Resule isyan aynı zamanda o topluluğa isyandır. Dolayısıyla, isyan eden o topluluğu terk etmek zorundadır.
Baştan kabul ettiğimiz varsayımlarla Kur’an’ı yorumlamaya devam ediyoruz.
Görülüyor ki, çelişkiler içinde değiliz. İfadeler varsayımlarımızı onaylamaktadır.
وَمَنْ تَوَلَّى (Va MaN YaValLAy) “Kim tevelli ederse.”
Kim sırtını çevirirse, kim itaat etmezse, kim emri yerine getirmezse.
Burada “VeMen Asâ” denmemiştir, “VeMen Tevellâ” denmiştir. İttiba kelimesinde tâbi olunanın tâbi olandan haberi yoktur. Oysa itaatte itaat olunan emretmektedir. Emir bilinmektedir. Bu sebepledir ki, itaat yakın üste yapılır, üstün üstüne yapılmaz. Yani, emir ve komutada kademe atlanmaz. Eğer üst üstüne itaat etmiyorsa, o zaman sen de üstünü terk eder ve ona itaat etmezsin. En hassas nokta burasıdır. Üstün üstüne itaat edip etmediği nereden bilinecektir? Çünkü söylentilerle üste itaatten vazgeçilemez. Böyle bir durumdan şüphelenince itaate devam edilir. İlk fırsatta tahkik yapılır. İsyana uğrayan üst yeni komutanı atar ve ona bildirir. Alttakiler de yeni komutana itaat ederler. Eski komutana itaati askıya alırlar. Ona bir şey yapmazlar.
فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا(80) (FaMAv EaRSaLNAvKa GaLaYHıM XaFIyJan)
“Seni onların üzerine muhafız nasbetmedik.”
Başkan asla kendi makamını korumak, cemaate zorla itaat ettirmek üzere nasbetmez. Görevi değildir. O isteyenlere emreder. Severek itaat etmeyenlere emretmez. Bu da gösteriyor ki, askerin komutanını seçme ve değiştirme hakkı vardır. Ast itaat etmek istemediği kimseyi değiştirir. Başkana itaat etmeyen olursa, onun başkanlığını koruyacak kendisi değil, astlardır. Başkanın sürme yetkisi olduğu gibi, küsme ve tehcir yetkisi de vardır. ‘Bununla kimse konuşmasın’ dediği zaman, herkes onunla irtibatı keser ve konuşmaz.
İşte bu şekilde başkana itaat ediyorsanız, Allah’a itaat etmiş olursunuz.
Başkan eğer kendi başkanlığını korumaya kalkışırsa, cemaatini birbirinden ayırır, böler.
Burada en önemli olan ordudur. Başbakan orduya emretmez, ama ordudan emir de almaz. Bu duruma düşen başbakan görevi derhal bırakır. Dengeyi sağlamak devlet başkanına aittir. Devlet başkanı dinlenmeyecekse, o da başkanlığı bırakır. Bu durumda bu isyanı yapan komutanı devre dışı bırakmak kimin vazifesi olacaktır? Böyle isyan durumunda olan ordu iç savaşın eşiğine düşmüş olur. Her ordu komutanı çekilir ve kendi birliğine hakim olur. Karışmaz. İsyan eden ordu komutanının kolordu komutanları da onu dinlemezler. Böylece asi general tek başına kalır. Bugün böyle durumlarda yeni başkanın seçilmesi talep edilmektedir. Yani, ilmî şûra yeni başkan seçer. Bu asi general ve diğer generaller devre dışı bırakılır. Yeniden ordular teşkil edilir. Böyle durumda iller kendi illerine kimseyi sokmama hakkına sahiptirler.
Hâsılı; başkan kendi makamını korumaya çalışırsa o başkanlık yapamaz. O itaat edenlere emreder. Asi olanı sürer. Sürme emri çıkarılanın kanı hederdir. Belirtilen güne kadar orasını terk etmezse, isteyen onu öldürür ve mahkemeye baş vurulmaz.
Şimdi daha müşahhas bir şekilde ifade edelim. Bir ast sahasında bulunduğu müddetçe üste karşı çıkamaz. Üstünü öldüren kısasa tâbi olur. Affedecek olan üstün üstüdür. Üstün üstü affederse, öldürenin âkilesi yani üstün üstü diyetini vârislere öder. Devlet başkanını öldüren öldürülür, affedilemez. Demek ki, itaat da yine kısas hükümleri ile çözülür. Bir üstün astı öldürme yetkisi vardır. Kısasa tâbi olmaz, diyet ödenir. Ast üstü öldürse kısas yapılır. Ancak öldürülenin üstü affedebilir. Diyet yine ödenir.
Bütün bunlar çalışmaz, mütegallibe hakim olursa, kim iktidar olursa ona itaat edilir. Gerekirse oradan hicret edilir. Emir verenin emrinin yerine gelip gelmediğini başkan denetlemez. Başkan emri yerine getirmeyenleri değiştirmez. Gerekirse astını değiştirir. Hukuk düzeninde yargı önüne çıkılır.