بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا(31)
وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللَّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا
وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَ وَاسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا(32)
وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أَيْمَانُكُمْ فَآتُوهُمْ نَصِيبَهُمْ
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا(33)
إِنْ تَجْتَنِبُوا (EiN TaCTaNıBUv) “İctinab ederseniz.”
“Cenb” yan demektir. Bedeninin yan tarafı cenbdir. “Câri zi’l-kurba ve câri zi’l-cünübi” denmektedir. Bunun iki manâsı vardır. Biri yakın, diğeri uzak komşu demektir. Akraba komşu ve akraba olmayan komşu anlamlarına gelir. “Sahibi’l-cenbi” demek, yatalak kimse demektir.
“İctinab etmek” uzak durmak demektir. Ama büsbütün uzak olmak demek değil, bulaşmamak demektir. Bir şey hem komşu olabilmekte hem de cenb olmaktadır.
“İctinab etmek” demek, komşu kalmak ama bulaşmamak, sakınmak demektir.
İki türlü eğitim sistemi vardır. Kötülerden uzak durarak kendini korumak vardır. Allah bunu istemiyor. Kötülerden değil, kötülüklerden uzak olacaksın, kötülerle beraber olacaksın, onları iyiliklere çağıracaksın.
Türkiye’de yaşamak zordur. Çünkü faizli müesseselerin içindesin. Avrupa’da yaşamak daha zordur, çünkü hem faizli hem zinalı bir düzende yaşayacaksın. En iyisi ne faizin ne de fuhşun olduğu bir dünyaya gidelim diyebilirsin. Ama Allah bizden bunu istemiyor. Bu düzende yaşayacaksın ama faizsiz iş yapacaksın. Avrupa’da yaşayacaksın ama zina etmeyeceksin.
“İctinab etme” kelimesi bu bakımdan çok önemlidir. Kaçmak yerine korunmak, kötülükler içinde iyi kalabilmektir. Kalabildiğin kadar kalacaksın. Cihad edeceksin. Gücünün yettiğinden fazlasından sorumlu değilsin. Evlenmek de böyledir. Evlenip de günahkâr olacağıma ‘evlenmem’ demeyeceksin. Evleneceksin ve günah işlemeyeceksin. Ne kadar gücün yeterse o kadar günah işlemeyeceksin. İçki içenlerden değil, içki içmekten uzak olacaksın. O halde sarhoş olmadan içki içenlerin sofrasında oturursun, yemek yersin ama kadeh kaldırmazsın. Şerefe içmek küfürdür. Allah’a hamd etmek yerine, kişinin şerefine kadeh kaldırılıyor!
كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ (KeBAEıRa MAv TuNHaVNa GaNHu)
“Nehy olunduğunuzun kebairinden ictinab ederseniz.”
Bu âyet önce şuna delâlet eder ki, ne nehy olunmuşsa o haramdır. Nehy de nehy sığasıyla olur.
Burada şerde kurbet etmeyin diye nehy sığasını kullandı. Sonra da ben sizi bundan nehy etmedim mi diye soruyor. Demek nehy sığası nehye delâlet eder. Kur’an’da olumsuz emir sığasıyla söylenen kelimelerin hepsi nehydir. Emirden faklıdır. Emri bir defa yerine getirirsen emir yerine gelmiş olur. Nehyi asla yapmayacaksın. Emri yerine getireceksin. Emirde faalsin. Nehiyde ise sakinsin. Emirdeki cemi müzekkeri sâlim o işin birlikte yapılmasını âmirdir. Nehyde ise toplulukta yasak hâline getirilmesidir. Cemaatçe o yapılmamalıdır. Zina topluluk içinde yapılmayacaktır.
Büyük günahlara gelinirse, iki türlü büyük günah vardır.
1) Birincisi, bir defa yapılan fiil aslında küçük günahtır. Sigara böyledir. Bir defa, iki defa içerseniz, bu küçük günahtır. Ama küçük günahı devamlı olarak işleyip de alışkanlık hâline getirdiniz mi, sigarayı bırakamaz oldunuz mu, büyük günah işlemiş olursunuz. Bu âyet şunu söylemektedir. Alışkanlık hâline getirmediğiniz küçük günahları affederiz. Ama işleye işleye onun müptelası olmuş iseniz, artık onun affı kendisine kalmıştır. Kumar oynamak, şans oyunları oynamak böyledir. Futbol seyretmek zaman israfı olduğu için küçük günahtır. Ama alışkanlık hâline getirip de seyretmeden duramıyorsanız büyük günaha dönüşmüş olur. Böyle bir tehlike ile karşılaştığınızda onu terk edebiliyorsanız küçük günahlar tekfir edilecektir.
2) İkincisi, bazı günahlar büyük sayılmıştır. O günahı bir defa işlemeniz böyledir. Bir defa adam öldürmek büyük günahtır. Bir defa zina yapmak büyük günahtır. Büyük günahlar değişik hadislerde sayılmıştır. Bunların Kur’an’dan çıkarılması gerekir. “İsmen azima” diyorsa, o büyük günahtır. “Azaben şediden” veya “Azaben elimen” diyorsa büyük günahtır. Biz burada hadislere de dayanarak büyük günahları sayacağız. Ancak bunun için Kur’an’da araştırma yapılması gerekmektedir.
- Allah’a şirk koşmak. Bunun pratikte anlamı, yaşadığın topluluğu bölmeye çalışmaktır. Yaşadığın topluluğu her zaman düzeltmeye çalışırsın, ama onu parçalamak, dağıtmayı istemek başta gelen günahtır. Hicret ettikten sonra normal komşuluk içinde savaşabilirsin, ama içte savaş yoktur.
- İkincisi ise kısas ve fesat dışında bir insanı, herhangi bir nefsi öldürmek de büyük günahlardandır. Kur’an’da bir nefsi haksız yere öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur deniyor. Haklı öldürme de kısas ve fesadı deftir.
- Zina da büyük günahlardandır. Çünkü zina insanın dayandığı temel yapıyı yani aileyi yok etmektedir.
- Yalandan şehadet de büyük günahlardandır. Çünkü tüm topluluk, düzen ve adalet şehadete dayanmaktadır.
- Savaşta askerlikten firar etmek de büyük günahlardandır. Çünkü savaşa sana güvenilerek gidilmiştir. Sen onları terk etmekle büyük günah işlemiş olursun.
- Bakmakla mükellef olduğun anne, baba, çocuklar ve eş gibi kimseleri terk etme, akrabalık hukukuna riayet etmeme de böyledir.
Bu altı yasağı işleyen büyük günah işlemiş olur. Bunların küçüğü yoktur.
Ayrıca devamlı işlenmesi hâlinde büyük günaha dönüşenler vardır.
- İçki içmek.
- Hırsızlık yapmak.
- Faizli işler yapmak.
- Kumar oynamak.
- Rüşvet almak.
Acaba bunların dışında da büyük günahlar var mıdır? Mesela, ibadetleri terk etmek, domuz eti gibi yasak şeyleri yemek... Bunların üzerinde araştırma yapılmalıdır. Siz de bir liste yapabilirsiniz.
نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ (NuKafFiR GanKuM SeyYiEAvTıKuM)
“Sizden seyyielerinizi tekfir ederiz.”
Yani seyyieleriniz tekfir olunur. Büyük günahlardan uzak durursanız Allah küçük günahlarınızı silecektir. Keffaret olacaktır. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Bir kimse sigaraya alışmamışsa, ona sigara içmediği için bir sevap yazılmaz. Günahı da yoktur. Ama bir kimse sigaraya alışmış da sigarayı bırakırsa, ona sevap yazılacaktır. Bıraktığı için eskiden işlediği o günah tekfir edileceği gibi sevap da almış olur ve hiç içmeyenden fazla olarak sevaba da ulaşabilir. Bir kimse zina yaptığı kadınla evlenir ve yuva kurarsa, Allah yaptığı zinayı affedebilir. Böylece seyyieleri ictinab etmiş olmasından dolayı tekfir edilecektir. İçkicilerle oturup kalkıldığı halde içki içmemek sevap olmuş olur.
Türkiye’de yaşayıp faizli iş yapmamak insan için ibadettir, ona sevap yazılacaktır. Faizli deyince, faizin tarifini yapmak gerekir. Faiz demek, bir muamelede biri zarar ederken diğeri kâr ediyorsa o faizdir. Kazançlı işlerde sabit kira faizdir, sabit ücret faizdir, sabit kâr faizdir ve sabit vergi de faizdir.
İşte bunları bugün yapmayan, namaz kılmasa da cennete gidebilir. Ama Kanuni Sultan Süleyman zamanında bunları yapmamanın bir sevabı yoktur. Genel olarak şu kaideyi koyabiliriz. İslâm düzeninin olduğu, adil düzenin olduğu yerde bir günah işlersen cehenneme gidersin. Zulüm düzeninde ise bir sevap işlersen cennete gidersin. Bu bakımdan siz Adil Düzenciler cennetle müjdelenmiş oluyorsunuz.
وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا(31) (Va NuDPıLuKuM MüDPaLan KaRIyMan)
“Ve sizi kerim bir müdhale idhal edecektir.”
Büyük günahlardan sakınma, küçük günahların affına sebep olduğu gibi ayrıca büyük günahlarla haşır neşir iken sabredip dayanabilenler müdal kerime/ keremli bir duhule dahil olacaklardır.
“Kerem” iyilik demektir. “Hasen” de iyilik demektir. Kerme, asmadır, üzüm asmasıdır.
Besinler iki kısma ayrılmaktadır. Biri enerji kaynağıdır. Onu yakarak tüm hayatı sürdürürüz. Diğeri ise vücudun yapısında kullanılır. Yapı saikidir. Cansızlarda da vardır. Ancak enerjiyi yakarak mekanik üretme mekanizması canlıda ve insanın yaptığı makinelerde vardır. Diğer nişasta ve şekerler, hattâ yağlar sonunda üzüm şekere dönüştürülerek kullanılır. Dolayısıyla en kıymetli besin üzümdür. Üzümü veren de asmadır.
Keremli bir yer demek, hiçbir değişikliğe gerek kalmadan hemen yaşanabilen yer demektir. Kötülükler işlendiği halde, kendileri kötülükleri işlememişlerse, buna sabretmişlerse, onlar Adil Düzen içinde yaşayabilecek ve o düzeni yaşatacaklar demektir. Dolayısıyla Allah böyle bir yere onları idhal edecektir.
Bizim Adil Düzen İşletmeleri kurmamız gerekmektedir; Adil Düzen Siteleri kurmamız gerekmektedir. O düzeni bu kötü çevrede yaşatmamız gerekmektedir. Herkes vergi kaçırırken, siz vergi kaçırmadan bir işletme kurabilirseniz “Adil Düzen”in temelini attınız demektir.
Akevler’de biz bunu nasıl başardık? Araziyi aldık, parselledik. Araziyi tarla fiyatıyla aldık. Arsa hâline gelince kıymetlendi. İnşaattaki zararları onunla kapattık. Zarar dediğimiz maliyetimiz ona göre düştü. Dolayısıyla vergi kaçırmadığımız halde ortaklarımıza ucuz verebildik. Arsa payı %50 olmuştur. Oysa biz %10 ile arsalara sahip olduk. Vergideki fazlalığımızı biz böylece kapattık.
İşte bu çalışmamız sayesindedir ki bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olan hükümetimiz vardır.
Henüz vatanımız kerim müdhal olmamıştır, ama cehennem olmaktan çıkmak üzeredir. Türkiye’de bir iş yapmaya başladınız mı, hortumcuların kışkırtmasıyla kamu üzerinize çullanır ve sizi iflas ettirir. Bugün bu durumdan kurtulmak üzereyiz. Daha çok çalışmamız ve büyük günahlardan uzak durmamız gerekmektedir. O zaman “Adil Düzen” gelecek ve kerim müdhale idhal edilmiş olacağız.
Bu kerim müdhal yer ülkemiz olacağı gibi başka ülke de olabilir. ABD İran’a saldırmaya hazırlanıyor. Eğer Türkiye de ABD tarafını tutarsa Türkiye yok oluyor demektir. Sonunda İran muzaffer olacak ve kerim müdhal İranlıların ülkesi olacaktır. Belki başka yer olacaktır. Ama Türkiye “Adil Düzen”i kabul eder ve saldırganlara karşı komşularla bir olursa, o zaman bu kerim müdhal Türkiye olacaktır.
Onun için nekire gelmiştir. Bu cennet değildir. Cennet olsaydı marife gelirdi.
***
وَلَا تَتَمَنَّوْا (Va LAv TaTaManNaV) “Temenni etmeyiniz.”
“Temenni” “Mena”dan gelen bir kelimedir. “Mena” evler arasındaki alandır. Karşılıklı evler kurulur, ortası güvenli olarak bulundurulur. İnsanlar dışarıda iken bir an önce buraya dönmek isterler. Menanın dışında olanlar güvenlik içinde değildirler, sürekli korku içinde olurlar. Menaya dönünce güvene girerler.
Ama asıl temenni insan psikolojisiyle ilgilidir. İnsan yorulduğu veya sıkıldığı zaman evini özler. Eve gelince rahatlar. İşte temenni etmek, eve dönüş duygusunu yaşamak demektir. Ona kavuşmayı istemektir.
Tefaul bâbı, ikiden fazla kimselerin birbirlerine karşı bir şey istemeleridir. Bu eğer hepimizin olsun şeklinde olursa kevser olur, benim olsun başkalarının olmasın şeklinde olursa tekasür olur. Burada men edilen tekasürdür, kevser değildir.
مَا فَضَّلَ اللَّهُ بِهِ (MAv FawWaLa elLAHu) “Allah’ın onun için tafdil ettiğini istemeyiniz.”
“Fadl” üstünlük demektir, fazlalık demektir. İçtikten sonra bardakta kalan su fadldır. Tasarruf edilen kısımdır. İnsanının muhtaç olduğu kısımlar hâcettir. Onun dışında elde ettiği kısımlar fadldır. İnsanlar günde diyelim 5 saat çalışıyor, geçiniyor ve 3 saati de artıyor, onunla biriktiriyor, işte o fazldır. İnsan bu fazlalığı ile ilim yapmakta, sonra o ilmi uygulayarak evrim yapmaktadır. İnsanların ihtisaslaşması ile evrim olmaktadır.
Allah insanları eşit yaratmamış. Kimine bir sahada üstünlük vermiş, kimine de diğer sahada üstünlük vermiştir. Böylece aralarında işbölümü oluşturmuştur. İnsanlar değişik işlerde değişik kimselere üstün olmakta ve o hususlarda birbirlerine tâbi olmaktadır.
Kâinatta eşitlik ilkesi yoktur. Güneş ile Yer benzer olsaydı hayat olmazdı. Güneş güçlü ve ışık verendir. Yer de küçük ve ışık alıp kullanandır. Şimdi hangisi hangisinden daha faziletlidir; Güneş mi Yer mi? İkisi de farklıdır ve değişik sahalarda birbirlerinden üstünlükleri vardır. İşte Güneş Yer, Yer de Güneş olmaya kalkışırsa düzen bozulur. İnsanlar da değişik üstünlüklere sahiptirler. Herkes kaderine razı olmalıdır. Kadın erkek olmaya veya erkek kadın olmaya kalkışırsa o zaman düzen olmaz. O halde kimse kimsenin yerine göz dikmemelidir.
Bir kapıcı müdürlük yapamaz, ama müdür de kapıcılık yapmaz. Köylü ticaret yapamaz ama şehirli de tarlayı ekip biçemez. Herkes kendi yerini v konumunu bilmelidir. Kimse diğerine tahakküm etmemelidir.
بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ (BaGWaKuM GaLAy BaGWın) “Bazınızı bazınız üzerine tafdil etmiştir.”
İnsanlar nerelerde birbirine eşit değildirler?
- İnsanlar değişik yaştadırlar ve eşit değildirler. Önce hem zihnen hem bedenen zayıftırlar, çocuklar babaları gibi değildirler. Kimse ben niye babamdan küçüğüm diyemez. İnsan önce bedenen güçlenmeye başlar. Sonra yavaş yavaş gelişerek güçlü hâle gelir. 25 yaşlarında en güçlü durumdadır. 40 yaşına geldiği zaman zihnen en gelişmiş durumdadır. 50 yaşlarında beden olarak çökmeye başlar. Zihnen de 63 yaşından sonra gerilemeye başlar. Ama insanda bilgi ve beceri birikimi artmıştır. Dolayısıyla eski işleri yapmaya daha mahirdir. Bu yaş farkıdır.
- İnsanlar arasında ikinci fark ise ilimde ve beceridedir. İlim sonsuzdur. İnsan hangi sahada âlim olmak isterse orada ilerler. İnsanların çoğu ya öğrenmekten hoşlanmazlar, ya da ihtisas yapmazlar. Daldan dala konarlar. Dolayısıyla onlar vasat kimseler olurlar. Ama bazıları bir sahada çalışmada sebat ederler. Zamanla bilgileri gelişir. Diğerlerinden o sahalarda üstün olurlar. Ama onlar diğer sahalarda vasatın altında olurlar. Ayrıca beceri de böyledir. Eğer bir insan meslek değiştirmezse ihtisas sahibi olur ve diğerlerinden üstün olur.
- İnsanlar bir de daha çok kadere bağlı olarak zengin veya yoksul olabilirler. Mesela bir kimseye babasından miras kalmış olabilir. O insan onu daha iyi kullanmayı bilir ve zengin olabilir. Babasından servet kalmamışsa veya kullanmayı bilmiyorsa zengin olamaz. İlme meraklı olanlar zengin olamaz. Makama meraklı olanlar da zengin olamaz. Hazreti Peygamber aleyhisselâmın hayatı hep yoksulluk içinde geçmiştir. Aslında hayatta çok imkanlar yakalamıştır, ama o zengin olmak istememiştir. Allah’a o kadar mütevekkildi ki, kendisine bir mal geçince onun üzerinden geceyi geçirmez, o gün dağıtırdı. Kur’an’da bu hususta ihtar almıştır.
- İnsanlarda en büyük fark karı-koca arasındadır. Allah kadına başka, erkeğe başka özellikler vermiştir. Herkes kendi dünyasından hoşlanır.
- Kadın çocuk doğurmakta, süt verebilmektedir. Oysa erkek çocuk yapamamakta ve süt verememektedir. Kadın ve erkek hiçbir zaman birbirine eşit değildir.
- Kadın temizlik yapmak, düzenlemek, yemek pişirmek, çocuk bakmak gibi insana hizmetten zevk alır. Erkek ise bunları kadın kadar becerememektedir. Erkek daha çok iş yapmaktadır.
- Kadın daha merhametli ve barışçıdır. Sorun çıkarmamak ve yatıştırmakla uğraşır. Erkek ise daha cesurdur ve direnç gösterir. Bu durum kadının bedenen zayıf, erkeğin güçlü yaratılmasından doğan bir farklılıktır.
- Kadınlar harcamaktan hoşlanırlar. Ekonomik ve yarayışlı harcama yaparlar. Genellikle israftan kaçınırlar, ama harcamak isterler. Erkekler ise kazanmaktan hoşlanırlar. Çalışarak servet sahibi olmak isterler. Harcamaktan zevk almazlar. Harcadıkları zaman da israfı severler.
İşte kadın ve erkek böylesine farklı yaratılmıştır. Onlara yaratılışlarına uygun olarak farklı görevler verilmiştir. Kadınlar çocuk doğurup büyütmekten zevk alırlar. Erkekler ise çalışıp kazanmak ve çatışıp savaşmaktan zevk alırlar. Kadınlar arasında aşiret seviyesinde dayanışma vardır. Daha sosyaldirler. Erkekler ise gerek kazanmak, gerekse savunmak için insanlık çapında organize olmak zorundadırlar.
Devleti erkekler kurmuşlardır. Kadınlar da isterlerse kendi devletlerini kurabilirlerdi. Ama buna ihtiyaç duymuyorlar. Erkeklerin devletlerini kontrol altında tutmaktadırlar. Erkekler kadınları memnun etmekle uğraşırlar. Kadınlar ise erkekleri kırmamak için tedbir alırlar. Çok evliliğe karşı olmaları da daha çok kendilerinin ihmal edileceklerinden korkmuş olmaları dolayısıyladır.
Allah insanlara farklı kabiliyetler ve görevler vermiştir. Bunu sorun yapmadan bu geçici dünyada bulunduğunuz yerde kalbi selime sahip olmaya çalışmalıyız. Bizi ebedi hayatta üstün yapacak olan budur.
لِلرِّجَالِ (Lı elRiCALı) “Erkekler için”
Erkekler için kesbettiklerinde bir pay vardır.
“Rical” demek çalışan erkekler demektir. Savaşa katılan veya cizye veren erkekler demektir. Çoğul olarak gelince de nisaya karşı kullanılır. Erkeklerin payları vardır.
Baştan beri kadın-erkek ilişkisi anlatılmaktadır. Buraya gelinceye kadar aile müessesesi üzerinde durmuştur. Şimdi ise erkek-kadın ayırımı üzerinde duruluyor. Kadınlar kendi aralarında işbirliği yapabilir, dayanışma içine girerler. Erkekler de kendi aralarında dayanışma içine girerler. Üretimde elde edilen payların bölüşmesinde kadın-erkek katkıları nisbetinde pay alırlar.
نَصِيبٌ (NaÖIyBun) “Bir nasib”
“Nasib” pay demektir. “Nasb etmek” demek, hudut taşı dikmek demektir. Sonra her türlü paya nasib denmiştir. Erkekler için paylar vardır denmemiş de, erkekler için bir pay vardır denmektedir. Nekire (tekil) geldiğine göre başkalarının da payı vardır demek olur.
Bir işletmede aslında dört çift girdi vardır.
Altyapı ve üstyapı bir çifttir. Ham madde ve yardımcı madde ikinci çifttir. Kamu görevleri ile genel hizmetler de üçüncü çifttir. Dördüncü çift ise üretim emeği ile bakım emeğidir. Böylece ürün girdiler arasında bölüştürülür. Bu sebeple burada nekire olarak gelmiştir. Pay deyince de mirasta olduğu gibi bir paydır. Üretim yerlerinde sabit kira, sabit kâr, sabit ücret ve sabit kamu payı faizdir. Haramdır. Üretimden pay alınmalıdır.
مِمَّا اكْتَسَبُوا (MınMAv iKTaÖaBUv) “Kesbettiklerinde erkeklere bir pay vardır.”
Burada kesbeden erkeklerdir. Bu çok önemli bir ifadedir. Okullarda bütün insanlar muhtelittir. Mabetlerde bütün insanlar kadın-erkek, yaşlı-genç, sağlam-sakat ayırdetmeksizin muhtelittir. Dolayısıyla orada “mimma üktüsübe” denmesi gerekir. Ama işyerlerinde kadınların işyerleri ayrıdır, erkeklerin işyerleri ayrıdır. Herkes ne iş yapabilecekse o işi yaparlar.
Buna dayanılarak çocuklar için ayrı, sakatlar için ayrı iş yerleri açılabilir; hattâ açılmalıdır.
Biz bu sebeple diyoruz ki, öğrenci ve öğretmenlerin ayrı işyerleri olmalı, sübvanse edilmelidir. Mesela onlardan vergi alınmaz, elektrik bedava verilebilir.
Erkekler ise kendilerine iş kurarlar. O zaman oranın gelirlerinden emek payları onlara aittir.
“İktisab edilen” denmemiş de, “iktisab ettikleri” denmiş; o halde bunlar kendileri iktisab edeceklerdir.
وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَ (Va LielNıSAEı NaÖIyBun MınMav iKTaÖaBNa)
“Nisa için de iktisab ettiklerinde bir nasib vardır.”
Kadınlar için ayrı işyerleri kurulacaktır. Bu işyerleri kadınların meskenlerine yakın olacaktır. Gerekli olduğunda evlerine gidip yemek yapabilecekler, çocuklarına bakabileceklerdir. Kadınların işleri hafif olacak, temiz olacak, bu arada çevreyi de kirletmeyecektir. Kadınlar isterlerse iş yapacaklar, isterlerse yapmayacaklar. Onlara öyle işler verilecektir. Kadınlar kendi aralarında bu ürünleri bölüşeceklerdir.
Kur’an ekonomisini düzenleyen iki mekanizma vardır. Biri kredi, diğeri vergidir. Krediler çalışanlara verilir ama işyerlerinde verilir. Kadının da erkeğin de kredi alma hakkı vardır. Ancak kadınlar bu kredilerini kadınların işyerlerinde kullanmalıdırlar. Erkekler de erkeklerin işyerlerinde kullanmalıdırlar. Kadınların erkeklerin işyerlerinde çalışmaları yasak değildir, ancak orada kredi istihkak etmezler. Erkekler de kadınların çalıştıkları yerlerde çalışabilirler ama orada çalışma kredisini istihkak etmezler. Diğer taraftan karışık kimseleri çalıştıranlar da vergi muafiyetinden yararlanamazlar. Mesela, ağır işler vergiden muaftır. Yeraltı ocaklarından çıkarılan kömür vergiden muaf olabilir. Ancak burada da çocuklar ve kadınlar çalıştırılamaz; çalıştırılırsa vergi muafiyeti kalkar.
Bu âyet İslâm’da çalışma ile ilgili düzenlemenin esasını içerir.
Bunun gibi sakatların üretim yaptığı yerlerde de benzer uygulamalar yapılır.
Burada da “Nasib” kelimesi nekire (tekil) gelmiştir. Bu bize şunu gösteriyor ki, bir işletme girdileri önce girdiler şeklinde paylaştırılır. Alta yapı, üst yapı, ham madde, yardımcı madde, bakım işçiliği, üretim işçiliği ve genel hizmet ile kamu görevi paylarını alırlar. Sonra bunlardan her biri kendi aralarında verdikleri ile orantılı olarak alacaklarını paylaşırlar. “Nasib” kelimesinin nekire ve müfret olması bunu icab ettirmektedir.
وَاسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ (VaıSEaLu elLAHa MıN FaWLiHi)
“Allah’ın fazlından sual ediniz.”
Bir iş yaparsınız. Yaptığınız iş kadar karşılık alırsınız. Bu insan için yeterli değildir. İnsan kazançlı iş yapmalıdır. Yani bir verip beş alabilmeli, on alabilmelidir. Bu nasıl mümkün olacaktır?
Toplulukça yapılan işlerde bereket vardır. Bire on, bire yüz alınabilir. Siz tek başına bir odada bir lamba yakarsanız onun ışığından sadece siz yararlanmış olursunuz. Bu bire bir almadır. Oysa aynı odada on kişi de çalışabilir. O zaman lambanın ışığından on misli yararlanılmış olur. Sadece kendinize yol yapsanız ondan kendiniz yararlanırsınız, ama ortak yol yaparsanız binlerce defa verim artmış olur.
“Allah’ın fazlından istemek” demek, topluluğa katılma ve topluluktan yararlanma demektir.
İlim de böyledir. 100 kilo patates olsa, 1 kilosunu birisine verseniz eksilir. Ama ilim öyle değildir. İlminizi istediğinize kullandırırsınız, sizde eksilmez, aksine daha da artar. İşbölümü yaparız ve hepimiz ayrı ayrı öğreniriz. Ne öğrendiklerimizi biliriz, o zaman hepimiz öğrenmiş gibi oluruz. O da onun fazlından istemedir.
Allah bir şey emrediyorsa sadece edebiyat olsun diye emretmez, bundan dolayı onu yapmamız gerekir. Bunu gerçekleştirmek için de somut mekanizmalar üretmemiz gerekir. “Allah’ın fazlından isteme” demek, topluluğun bereketinden isteme demektir. Biz bunu şöyle formüle ediyoruz:
- Bir çözüm üretirken öyle bir çözüm üret ki bu çözüm sana her zaman yarasın. Sadece o sorunu çözen değil, benzer sorunu her zaman çözen çözümler üret. Çözümde süreklilik olmalıdır.
- Bir sorunu çözerken sadece kendini düşünmeyeceksin, başkaları da o çözümden yararlanmalıdır. Böylece birimizin çözdüğü herkesin çözümü olacaktır. Dolayısıyla topluluğun fazlından istemiş oluruz.
- Topluluktaki çözümlerden yararlanarak kendi sorunumuzu çözmeliyiz. Yani sâlihât amel etmeliyiz. Benim yaptığım sizin yaptığınızı tamamlamalıdır. Ama benim sorunumu ben çözmeliyim. Yani, icma içinde kalarak içtihat yapmalıyız, kendi sorunumuzu kendimiz çözmeliyiz. İcmaları işlerimize adapte etmeliyiz. Böylece icmanın desteğiyle içtihadın fazlından istemeliyiz. İçtihat yapmak demek, Allah’ın fazlından istemek demektir. Buna “zâtî çözüm” diyoruz.
- Nihayet çözüm ilmî olmalıdır. Projeyi kâğıt üzerinde çizersiniz... Onun üzerinde düşünürsünüz... Uygularsınız... Sonuç hesapladığınız gibi çıkmazsa, üzerinde tekrar çalışarak hesabınızı düzeltirsiniz... Yani; ilmî, sonra amelî, sonra yine ilmî, sonra yine amelî olmak üzere sürekli gelişme içinde olursunuz. İşi makinelere yaptırmış olursunuz. Yaya üç ayda gidemediğiniz yere üç saatte gidersiniz. İşte bu “Allah’ın fazlından istemek”tir. Buna “ilmî çözüm” diyoruz.
Biz Adil Düzende ilmî çalışmalar yapıyoruz... Deniyoruz... Yaptığımız bu denemeler başta israf gibi geliyor. Ama biz bu ilmî çalışma ve denemelerimizle Allah’ın fazlından istiyoruz demektir.
Denemeler yapmak, “Allah’ın fazlından istemek” demektir. Çünkü sual etmek hem sormaktır, hem de istemektir. Bir şeyi deniyoruz demek; hem istiyoruz, hem de soruyoruz demektir.
Allah burada bize deneyerek araştırma yapmamızı emretmektedir. Bu hususta yaptığımız harcamaları Allah fazlından fazla fazla verecektir.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا(32) (EınNa elLAHa KavNa Bı KulLi ŞaYEın GaLIyMan)
“Allah her şeyi alîm bulunmaktadır.”
“Alîm” kelimesi sıfatı müşebbehedir. Hem fail hem de mef’ul anlamındadır. Yani bilen anlamında olduğu gibi aynı zamanda bildiren anlamındadır. Allah her şeyi bildirendir manâsına gelebilir. Bundan dolayı nekiredir. Çünkü bir kimseye her şeyi bildirmez. İstediği şeyi istediği kimseye bildirir.
Yani, siz Allah’ın fazlından isteyiniz... Denemeler yaparak araştırınız… Allah lâzım olan her şeyi size bildirecektir. Şimdi “Adil Düzen”i kurarken de böyle denemeler yapmalıyız… Araştırmalar yapmalıyız...
İzmir’de kurulan “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi” böyle bir deneme merkezi olmuştur. O denemelerden pek çok kimse yararlanmıştır. Bugün İslâm âleminin eriştiği durum bu tür denemelerin mahsulüdür. Bundan sonra da denemelerimize devam edeceğiz… Araştırmalarımıza devam edeceğiz...
Ortaklıklar kurarız, deneriz, bilgi ediniriz... Bizim ömrümüz dolar ve artık gücümüz yetmez olur. Ancak bizden sonra başkaları çıkar ve o çalışmalardan onlar yararlanırlar. Bu bizi sevindirmelidir. Çünkü “Allah’ın fazlından sual etme”de katkımız olmuştur.
Allah bize bu hayrı işletmiş ve onun mükâfatını âhirete bırakmışsa, Allah’a hamd edeceğiz.
Hazreti İsa’ya hayatında sadece on iki kişi inandı. Şimdi iki milyar insan onun ardından koşuyor. Hıristiyanlara yaptığı zulüm ile şöhret bulan Roma sonunda kendisi Hıristiyan oldu. Bugünkü Hıristiyan Avrupa da yeniden dirilmeye çalışıyor…
Bizim yapmamız gereken deneyerek araştırma yapmamızdır. Eğer biz bugün Kur’an’ı bugünkü hayatın sorunlarını çözecek şekilde anlayabiliyorsak, bu Akevler’deki “Allah’ın fazlından isteme” çalışmalarımız sayesinde olmaktadır. Allah bize tâlim etmiştir.
Akevler’e katılarak mâlî ve bedenî destekte bulunan mü’minlerin duası berekettir. İleride daha çok bereketleri görülecektir. Biz bu çalışmalarda maddî başarı elde edemedik. Ama Allah bize ilmi lütfetmedi mi? Ondan istedik de vermedi mi? O halde hamd etmemiz gerekir. İleride maddî imkânlar da gelecektir. Allah’ın nasrı (yani yardımı) ve fethi gelecektir.
“Allah’ın fazlından istemek” demek, kadınlar için ayrı, erkekleri için ayrı, çocuklar için ayrı, sakatlar için ayrı işyerleri kurma demektir. Yani işbölümü yapma demektir. Çünkü kadınların yapacakları işleri erkekler yaparlarsa verimsiz olur. Erkeklerin yapacakları işleri kadınlar yaparsa verimsiz olur. Hele bugün olduğu gibi öğrenci, öğretmen ve askerlerin üretici olmaktan çıkmış olmaları Allah’ın fazlından istememe demektir. Hem okumalı ve öğretmeli, hem de üretim yapmalı. Askerler de bir taraftan savunma hazırlığını yaparken, aynı zamanda yararlı işler de yapmalıdırlar. Mesela, yolları onlar imar etmeli, trafik onlara ait olmalıdır. Haberleşme araçları ve Telekom onların olmalıdır. Halk karşılıksız olarak onlardan yararlanmalıdır.
Biz geçmişteki uygulamalara bakarak “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bunları yazdık. Âyetin bu uygulamayı nasıl teyid ettiğini görüyoruz. Demek ki Kur’an doğru anlaşılmış… Uygulanmış...
Denemeler daha çok üretimde olacağı için bu emri buraya getirmiştir.
***
وَلِكُلٍّ (Va LıKulLin) “Herkes için”
“Liküllin” herkes için anlamındadır. Yani bütün insanlar içindir. Yahut kadın için, erkek için, sağlam için, sakat için, büyük için, küçük için eşitlik içinde haklar vardır. İnsanlar arasında bu hususta fark gözetilmez.
Miras böyledir. Herkes vâris olur. Hattâ mirastan mahrum etmek bile yoktur. Hazreti Peygamber aleyhisselâm, “vârisler arasında vasiyet yoktur” diyor. Bu âyetin bir uygulaması olur.
Can güvenliği de aynıdır ve böyledir. Bütün insanlar arasında eşitlik içinde kısas vardır. Diyetler eşittir. Cezada da eşitlik vardır. Bir fiili kim işlerse işlesin, aynı cezayı veriyoruz.
Davalı ve davacı olma bakımından da bütün insanlar eşittir.
O halde insanlar tarak dişleri gibi nerelerde eşittirler?
- Mahkemede insanlar eşit kişiliğe sahiptirler. Kimseye farklı muamele yapılmaz.
- Nefsin masumiyetinde eşittirler. Kısas uygulanır. Eşit diyet ödenir.
- Mirasta eşittirler. Herkese mefruz hak verilir.
- Cezada eşittirler. Aynı suçu işleyenlere aynı ceza verilir.
Miras uluslararasıdır. Taşınır mallar aynen bölüşülür. Taşınmaz mallarda da yararlanma mülkiyeti bölüşülür.
جَعَلْنَا مَوَالِيَ (CaGaLNAv MaVAliYa) “Biz herkes için bir mevali ca’lettik.”
“Ca’lettik”, koyduk anlamındadır. Türkçede “kıldık” şeklinde de kullanılır. Günümüzde namaz kılmanın dışında bu kelime pek kullanılmaz. Bazı şeyler vardır ki hariçte ca’ledilmiştir. İnsanın dik yaratılması bir ca’ldir. Bazı ca’ller ise hukuki kural olarak ortaya çıkar.
Tereke üzerinde mevaliye konmuş olması bize gösteriyor ki, vârisler üzerine konan hükümlerden bahsedilmektedir. Ca’ledilen mevaliyedir. “Mevâlî” mefail veznindedir. “Mevlâ”nın çoğuludur. “Mevlâ” meflâ vezninde ism-i zaman, ism-i mekân ve masdar-ı mimîdir. Velâyet yeri yaptık anlamına gelmektedir. Terk edilen mirastır. Miras üzerinde velâyet hakkı yani yönetme hakkı vardır. Kıyam mülkiyeti verasetle değil vasiyetle intikal eder. Ancak kıyam mülkiyeti intifa mülkiyeti içindir. Dolayısıyla intifa mülkiyetine sahip olanların kıyam mülkiyetine sahip olanları denetleme yetkileri vardır. Biz bunu şöyle oluşturuyoruz.
Mesela, bir fabrikanın sahibi olarak bin ortak vardır. Bunlar hisse senetlerinin kira payından yararlanırlar. Bunlar yönetime karışmazlar. Ancak kıyam mülkiyetine sahip kılmak bunların işidir. Ortaklar temsilciler seçerler. Bir temsilci ortakların %20’sinden fazlasını temsil edemez; en az %5’ini temsil etmek durumundadır. Temsilciler fabrikayı bir ehliyetliye vereceklerdir. Bu ortak da olabilir, olmayabilir de. Sözleşme yaparak fabrikanın işletmesini verirler. İşletme üretim üzerinden olacaktır. Sözleşmede asgari üretim şartı konur. Bu şartı yerine getirmediği zaman mukavele feshedilir; getirdiği müddetçe feshedilmez. Bu hak başkasına devredilebilir.
Vârisler terekenin ortaklarıdır. Vasiyet edilmişse vasiyet edilen kimseye, edilmemişse bunlar birisine bu kıyam hakkını devrederler. Ortaklar daima bilgi alma hakkına sahiptirler. Her zaman hakemlere giderek mukaveleyi feshettirebilirler. İşte “mevaliye hakkı” denetleme ve yargıya gidip feshettirme hakkıdır. Yani burada anlatılan miras değil de, kıyam mülkiyetinin devri ile ilgili bir hükümdür. Bugün nasıl sen kiracıyı istediğin zaman çıkaramazsan, aynı şekilde kıyam mülkiyetine sahip olanı da sebepsiz çıkaramaz.
مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ (MinMAv TaRaKa eLVaLiDAvNı Va eLAqRaBUvNa)
“Anne baban ve en karib olanların terk ettiği kimselerin bıraktığı.”
Kur’an bazı deyimleri isim gibi kullanır. Mesela, “Semâvât ve’l-erd” dediği zaman, üç boyutlu uzaydan bahsediyor demektir. Bunun gibi “anne-baba ve akrabalar” deyince, mirasçılardan bahsediyor demektir. Mirasçı olan akrabalar kastedilmektedir. Yakını varken miras uzağa gitmemektedir. Babası varken dedesi vâris olmaz. Oğlu varken torunu mirasçı olmaz. Ama çocukları yoksa kardeşleri vâris olur.
Genel kural olarak şunu koyabiliriz. İntifa mirasına kimler mâlik ise kıyam mülkiyetinde de söz onlarındır. Devlet veya yerel yönetim bunlara karışamaz. Son söz yargınındır.
وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أَيْمَانُكُمْ (ValLaÜIyNa GaQaDaT EaYMANuKuM)
“Eymanı akdettiğiniz kimseler de.”
“Yemin” sağ el demektir. Sözleşmeler el tutuşarak yapılır. El tutuşurken söylenen sözler bağlayıcıdır. El tutuşmadan söylenen sözler müzakere safhasındadır. Her zaman rücu caizdir. Yahut yazıp sağ elinizle imzalamanız demektir. Solakların sağ eli sol kollarıdır. Buradaki “sağ el”den maksat, kullanabildiği koldur. Ekseriyetle şarka dönüldüğünde güney kutup tarafında olan kol sağdır. Ama bazıları için ise sağ kol kuzey tarafında olandır. Onlar da o kolları ile imza atarlar. Tokalaşmada bu mümkün olmaz. Kolları yoksa olabilir.
Anlaşama yapılanlar kimlerdir? Vasiyet yoluyla mirasçı kılınanlardır. Bütün mallar üzerinde vasiyet yapılmaz. Vasiyetin hükümleri şöyledir:
- Gelir getiren işletmelerdeki işletme mülkiyeti vasiyetle intikal eder. Ölecek olan kimse kime isterse işletme hakkını ona bırakır. Vârislerin onları denetleme hakları vardır. Hakemlere gidip vasiyeti iptal ettirebilirler. Eğer vasiyet yapılmamış veya iptal edilmişse ortaklık hükümleri içinde bir kayyum atarlar. Her ortak bir aday gösterir. Sıralama usulü ile seçimlerini yaparlar. Hakemlere her zaman gidilebilir.
- Babanın altıda bir hakkı vardır. Eğer daha önce ölmüşse onun payı vasiyet edilebilir. Ananın payı da daha önce ölmüşse vasiyet edilebilir. Böylece demek ki vasiyet ancak üçte birinde olabilir. Bu Hazreti Peygamber aleyhisselâmın hadisine de uymaktadır. Anne ve baba sağ iken vasiyet yapılmaz. Ancak hayrın yönetim payında vasiyet geçerli olur.
- Eş daha önce ölmüşse mihrini almıştır. Onun payı üzerinde ancak onun bundan çocukları yoksa vasiyet yapılabilir. Burada kıyas yapılarak vasiyetin onlar için altıda bir olarak yapılması gerekir. Onun üzerinde de vasiyet yapılabilmelidir. Biz buna bir kayıt koyuyoruz. Eğer daha önce ölen kadının bundan çocukları yoksa vasiyet yapılabilir, ama çocukları varsa o zaman onun payında vasiyet caiz olmamalıdır. Dolayısıyla eşin payına daha önce ölmüş olsa da vasiyet yapılamaz.
- Bir bucakta mülk sahibi olmak için o bucakta yaşayan birinin onu bucak hemşeriliğine kabul etmesi ve başkanın da izin vermesi gerekir. Bucağa girmek için kişinin izin vermesi yeterlidir. Ama yerleşmesi ve mülk edinmesi için bir bucaklının izin vermesi gerekir. Başkan tasdik eder. Mesken için aşiret başkanının yani ocak başkanının da izni gerekmektedir. İşte ister köleyi azat etmek, ister herhangi başka bucaktakinin gelip o bucakta yerleşmesi için bir bucaklının izin vermesi gerekir. Bunlar başka mirasçıları olmazsa vâris olurlar. Bunlar sözleşme ile oluşmuş mevalidirler. Eğer biri ölür vârisi kalmazsa, bugün bu devlete gitmektedir. Oysa bu âyet bize dayanışma ortaklarına gideceğini bildirmektedir. Mallar dinî dayanışma velilerine, işletme mülkiyeti ise meslekî dayanışma velilerine gitmiş olur. Yeminlerin akitleri içine bunlar da girmiş olur.
فَآتُوهُمْ نَصِيبَهُمْ (Fa EAveTUvHUM NaWIyBaHuM) “Onlara nasiplerini veriniz.”
Buradaki zamir “Küllün/Herkes için” kelimesinin kapladığı kimseler, yani anne, baba, akrabalar ve kendilerine akit yaptığınız kimseler denmiş olmaktadır; yani mufavada ortakları demek olur.
Herkese kendi payını veriniz denmiş olur. “Nasib” kelimesi aynı zamanda çoğul anlamını da kök itibariyle taşımaktadır. Yahut, her gruba kendi nasibini veriniz. Buradaki “Hum/Onlar” zamiri sebebiyle yeminlerinizin akitlerine nasiplerini veriniz anlamı da çıkar. İskan edilen veya azat edilenlere de paylarının verileceğini ihtar etmiş olmaktadır.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا(33) (EinNa EalLAHa KAvNa GaLAy KulLi ŞaYEın ŞaHIyDan)
“Allah her şeye şehid bulunmaktadır.”
Bundan önceki ayeti “alîmen” ile; bu âyeti de “şehîden” ile sonlandırmıştır. İkisinde de nekire olarak getirilmiştir. Oysa Allah her şeyi alîmdir. O her şeyi bilmektedir. Harfi tarifle gelmiş olması gerekli değil miydi?
Biz şimdi konuşurken birisiyle konuşabiliriz. Bir anda birden fazla kimse ile konuşamayız. Bakarken de bir yere bakabiliriz. Oysa Allah bir anda bütün zîşuur (şuur sahibi) kimselerle, hattâ bütün canlılarla ayrı ayrı konuşabilir. Hitap eder ve onların söylediklerini duyar. Her zerreyi de her an ayrı ayrı duymakta ve görmektedir. Cüzleri ayrı ayrı bir anda müşahede etmektedir.
Filozoflar buna itiraz etmişler; Allah külliyi bilir, cüz’iyi bilmez demişlerdir. İşte bu âyette “her şeyi” tâbiri küllünü içermektedir. Nekire getirmekle de onların ayrı ayrı cüzlerini görmektedir demektir.
Bu âyet filozofların Allah’ı bizim gibi düşünmeleri şeklindeki hatalarını reddetmektedir.
(وَ) عطف على"لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ" بعد قوله تعالى "للرجال نصيب مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وللنساء" لان النكاح لتبين النسب وهو للموالاة فىالارحام كما قال تعالى "الذى تسائلون به و الارحام" ثم قال "وَاسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ" فالارحام فضل (لِكُلٍّ) من الرجال و النساء بالنص ولغيرهما من الصغراء والشيوخ ومن الضعفاء و ذوىالعليل او من الامم او من الاشياء او من المتروك بالقياس (جَعَلْنَا) خلقنا او شرعنا (مَوَالِيَ) جمع مولى اسم مفعول اصله مولووَ الذى يولى اليه وهو السيد او عليه وهو العبد فالكل منهم نفسا او امة تملك الاموال و الارحام فلا ينفك عنها اهلية الملك والارحام (مِمَّا تَرَكَ) هو من الاموال بالارث ومن الخير بالوصية وهم اي الموالي ذوى الارحام (الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ) يرثون الاموال فيتقاسمونها ويجعلون القيوم على الخير فينتفقون منها (وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أَيْمَانُكُمْ) بالوصية فى الخير وفىالاموال من نصيب الام فريضة لاارثا مات قبله او الاب كذا ومن نصيب الوىج كذا ان لم يكن له ولد منه او بالتملك عبدا اذا عتق بالاعتاق او الكتابة اوالامية بولد سيده او بالتدبير (فَآتُوهُمْ) اي الوارثين والذين يوصى لهم و الذين عقدتم الايمان (نَصِيبَهُمْ) الذى فرض لهم (إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا) من افعالكم والتنكير لشهوده تعالى الاجزاء ردا على من قال الله تعالى يعلو الكل ولا يعلم الجزء ولا يشهده فيجوز ان تقول لكل من الاشياء او المتروكين الولدين وا لاقربين او من الدين عقدتم الايمان فلها موالي عليه ويجوز ان تجعل ضمر نصيبهم للدين عقدتم الايمان (33)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا(34)
وَإِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَمًا مِنْ أَهْلِهِ وَحَكَمًا مِنْ أَهْلِهَا إِنْ يُرِيدَا إِصْلَاحًا يُوَفِّقْ اللَّهُ بَيْنَهُمَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا خَبِيرًا(35)
الرِّجَالُ (elRıCALu) “Olgun erkekler”
Kur’an’da kullanılan kelimelerin farklı manâları vardır.
Kur’an konuşma dilinde inmiştir. Halk konuşma diliyle anlar. Hukuk diliyle yorumlanır.
Hukuk dilinde kelimelerin tanımlanmış anlamları vardır ve her kelime o anlamları ile kullanılır.
Yorumcuların buna çok dikkat etmeleri gerekmektedir.
Bir başka husus da, ‘tefsir’ ve ‘içtihat’ farklıdır.
Tefsir demek, bir âyetin orada dile dayanılarak ifade ettiği manâdır. Bir âyetten çıkarılan manâlardır. O manâlar başka âyetlerle tahsis ve takyit edilmiş olabilir. Yahut bazı şartlar içinde doğru olabilir. Bunları değerlendiren içtihatlardır.
İçtihat, bir konuda Kur’an’ın tümünü ele almak; sünnet, icma ve hadislere dayanarak sonuca varmak demektir. Bu sebepledir ki tefsirle amel yapılamaz. Tefsirde o âyetin orada taşıdığı manâ sözkonusudur.
Bazı kardeşlerimizin aklına uymayan tefsirler ve yorumlar olabilir. Onlar bize sorsunlar, o husustaki içtihadımızı ayrıca açıklayalım. Bizim o konudaki içtihadımız orada söylenenlerden farklı olabilir.
Bizim buradaki amacımız sizlere ‘tefsir ilmini’, dolayısıyla ‘içtihat ilmini’ öğretmektir.
İçtihat yapmak için önce tefsir ilmini öğrenmek, sonra da usul ilmini öğrenip uygulamamız gerekmektedir. Biz bunların ikisini bir arada yürütüyoruz. Bütün arkadaşlara tefsir üzerinde yazıyoruz. Yazılı kritiklerini istiyoruz. Ayrıca kendilerini ehil gören arkadaşlarla da usul çalışmalarını yapıyoruz. İçtihat ve icmalar ise sonra gelmeye başlayacaktır. Şimdilik herkes kendi mezhebinde amel etmeye devam edecektir.
* * *
“Racul” olgun erkek demektir. Karşılığı müfret olarak yoktur. Kazanabilen ve savaşabilen erkek anlamındadır. Bunun karşılığı zayıflardır. Bunlar küçükler, hastalar ve yaşlılardır. Bunlar savaşamazlar, çalışıp kazanamazlar. Erkeğin karşısında olgun kadınlar vardır. Bunların tekil olarak adları yoktur. Bunlar çalışıp savaşmakla yükümlü değildirler, ama çalışıp savaşmaya ehildirler. Bu yönüyle onlar da raculdür, adamdır. Sorumlulukları olmadığı için yarı reculdürler.
Demek ki kadınlar tam kadın, yarım reculdür. Erkekler ise tam erkek, sıfır kadındır. Bu bakımdan kadınlar erkeklerden üstündür. Bir de “Zeker” ve “Ünsa” vardır ki; oğlan ve kız benzeri denir, yani cinsiyeti erkek ve kızdır. Mirasta bu ayırım vardır. “Zevc” ve “Zevce” vardır, koca ve karı demektir. “Mer’” ve “Mer’e” vardır; olgun erkek ve olgun kadın demektir. Bir de sadece koca anlamında “Ba’l” vardır.
Burada şu soru sorulabilir. “Mer’” racül olduğuna göre, ayrıca “Racül” kelimesi nedir?
“Mer’” ve “Mer’e” olgun kadın ve erkektir. Aralarında birlik yoktur. Oysa erkek rical içinde raculdür. Yani birlik oluşturan erkeklerdir. Topluluğu kuran ve topluluğu yöneten grup “Ricâl”dir.
Bütün canlılardan biraz fazla olarak insan hayatı aileye dayanır. Ailede gaye, birlikte yaşamak ve çocuk yetiştirmektir. Bir yaşama ortaklığıdır. İşbölümü yapılmıştır. Erkekler çalışıp kazanacak ve evin nafakasını sağlayacak, aileyi saldırılardan koruyacaklardır. Kadınlar da çocuk doğurup büyütecek, ev işlerini yapacaklardır.
Kadınlar kendi işlerini büyük örgütler kurmadan yapabilirler.
Erkekler ise örgütlenmeden bu işleri yapamazlar. Bu sebepledir ki erkekler bucak, il, ülke ve insanlık hâlinde teşkilâtlanmışlardır. Kadınlar bu teşkilâtlardan yararlanma haklarına sahiptirler, hattâ bütün bunlar onlar için vardır. Ama kadınların oralarda zorunlu görevleri yoktur. İsterlerse katılırlar. Bundan dolayı ‘olgun kadın’ yarı erkektir; yarı insan değil, yarı erkektir. İnsan olarak erkek bir insandır. Kadın ise bir artı yarım insandır.
“Er-Ricâl” dendiği zaman işte bu askerlik yapan, çalışıp kazanan, devlet kuran ve yöneten erkekler anlaşılmaktadır. Kimileri bunları mer’lerin çoğulu olarak görmekte, kimileri zevc veya ba’l olarak anlamaktadır. Böyle bir anlayış fahiş hatadır. Kur’an “Er-Ricâl” yerine rahatlıkla “El-Buul” diyebilirdi.
قَوَّامُونَ (KavVAMUuNa) “Kayyumdurlar.”
Birbirlerine dayanışma içine girilen bir yerde ya eşitlik olur, ya da üst ve alt tabakalaşma olur. Tabakalaşma varsa biri âmir ve hâkimdir, diğeri memur ve köledir. Yani buradaki ilişki eşitler arasında kurulmuş bir ilişki değildir. Ama eğer bu dayanışma eşitler içinde kurulmuşsa buna “kıyam” denir. Görevli “kayyum”dur. Diğeri ise hizmet almaktadır. Hizmet veren hizmet alandan ne üstündür, ne de aşağıdır.
Kapitalistlerde hizmet alanlar üstün, hizmet verenler aşağıdırlar. Sosyalistlerde ise hizmet alanlar aşağıda, hizmet verenler üsttedirler. İslâmiyet ise bu iki sistemi de reddetmiş, yerine “kıyam sistemi”ni getirmiştir. Taraflar işbölümü içinde birbirlerine eşittirler. “İslâm Düzeni” budur.
Bu kural devlette uygulandığı gibi ailede de uygulanmaktadır. Kadın ile erkek ailede tam olarak eşittirler. Evin içinde söz kadınındır, yani orada aile reisi odur. Dışarıda ise söz erkeğindir, dışarıda reislik erkeğe aittir. Böylece tam demokratik bir aile oluşturulmuştur. Çocuğu evde annesi temsil eder, baba denetçidir; dışarıda baba temsil eder, anne denetçidir. Bu görev ve yetkiler çocuğun anne babası dışında arkadaşlarına da teşmil edilmiştir. Burada erkekler, kocalar değil, bütün erkekler değil; olgun erkekler, ayrı ayrı değil birlikte kadınların işlerini görmektedirler. Onların kâhyasıdırlar. Onların birer müteahhididirler. Onların işlerini görürler.
عَلَى النِّسَاءِ (GaLAy elNıSAEı) “Olgun kadınlar üzerine”
“Nisâ’” “Ricâl”in mukabilinde kullanılan bir kelimedir. Tekili yoktur.
İşbölümünde erkekler nasıl yükümlü iseler, “olgun kadınlar” da yükümlüdürler.Onların da kendilerine ait önemli işleri vardır; çocuk doğurup büyütmek ve ev işlerini yapmak. Herkes yetkili olduğu yerde aynı zamanda hükümrandır. Nafaka ve güvenlik işlerinde görevli olan erkeklerdir, söz onlarındır. Bu konularda kadınlar onları dinlemelidirler. Bizde cumhurbaşkanı istediği gibi dolaşamaz. Muhafızları güvenlik yönünden ne derslerse onu yapmak zorundadır. Bu durum cumhurbaşkanının muhafızlardan daha aşağı olduğunu göstermez.
Kadınlar güvenlik ve iş hususunda erkeklerin himayesinde olduklarından, onların sözlerini ve kararlarını dinlemekle yükümlüdürler. İşte bunun için burada “Lı” kelimesi kullanılmamış, “Alâ” kelimesi kullanılmıştır. Yargı kararlarına erkekler kadar kadınlar da uyacaklardır.
“Nisâ’” “Ricâl” yerine getirildiğine göre, onlar da isterlerse erkekler gibi örgütlenebilirler. O teşkilât hâlis olarak sadece kadınların teşkilâtı olur, erkekler karışamazlar. Oysa ricâlin kurduğu teşkilâtta kadınlar siyasi haklara sahiptirler, istedikleri zaman daima görev alabilirler.
Bu kural bugün bile bizim hayatımızda devam etmektedir. Kadınların toplantılarına erkekler gidemiyor ama erkeklerin toplantılarına kadınlar gelebiliyor.
Burada “Alâ Nisâihim” denmeyip “Alâ en-Nisâ” denmiş olması, karşıları anlamında olması dolayısıyladır. Bu âyette baştan sonuna kadar bu böyle devam edecektir.
بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ (Bi Mav FawWaLa elLAHu BaGWaHuM GaLAy BaGWın)
“Allah’ın kimini kimine tafdil etmesinden dolayıdır.”
Burada “GAlâ Bag’dın” denmiştir. Kadın ile erkeği ayırmamıştır. Yani manâsı şu değildir; erkekleri kadınların üstünde yaratmıştır anlamı çıkmaz. Öyle olsaydı “Bima Faddalahümüllahu Aleyhinne” olurdu.
Allah kimi yerde kadınları erkeklerden daha faziletli kılmıştır. Kimi yerde de erkekleri kadınların üzerinde faziletli kılmıştır Bu faziletlerinden dolayı aralarında işbölümü olmuş, dolayısıyla kadın-erkek eşitliği içinde insanlar değişik sahalarda yetkili ve sorumlu tutulmuştur. Kıyas yoluyla kadınlar da kendi görevlerinde ve yetkilerinde üstün kılınmışlardır. Sünnet ve icma da bu kıyas üzerindedir.
وَبِمَا أَنفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ (Va BıMAv EaNFaQUv MiN EaMVALıHım)
“İnfak ettikleri mallarından.”
Erkekler çalışıp kazanmakta, aile içinde harcamaktadırlar. Aile içinde ortaktırlar. O zaman erkeklerin de bunların harcanmasında görevleri olduğu gibi yetkileri de vardır. Bu âyetin delâletinden biliyoruz ki, bir adam ölse, yetimler kalsa, anneleri de zengin olsa, o anne masraflara iştirak etmez. Bütün nafakayı amcası karşılar. Erkek tarafı kalmamışsa dayısı karşılar. Yani nafaka erkeklere yüklenmiş olan bir görevdir.
Kıyas yoluyla hıdane de kadınlara aittir. Çocuklara anneler bakar, annenin anneden yakınları bakar. Baba tarafı bakmaz. Ana tarafı kalmamışsa bile baba tarafının kadınları bakar. Çocuğu yanında bulundurma da onun hakkıdır. Ana köle olsa da oğlundan uzaklaştırılmaz.
“Mallarından” demek suretiyle nafakanın babaya ait olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kadının bazı serbestliğini kısıtlayabilmemiz için ona tazminat ödememiz gerekir ki, o da ‘mihir’dir.
فَ (Fa) “Öyleyse”
Erkekler nisaya (kadınlara) kayyumdurlar. Kadınlar kocaları ile ortak olan rahimlerini korumak zorundadırlar. Allah rahimleri yalnız kadınlar için yaratmadı. Öyle olsaydı erkeksiz çocuk yapabilirlerdi. Bir kadının rahmi bir erkeğe ortaktır. Ortak olan bir yerde yükümlülükler doğar, haklar da doğar.
Yükümlülük anlatılmıştır. Nafaka teminidir. Hakları nelerdir? O rahimde başka erkeğin karışmamasıdır. Yani bir rahim iki erkeğe ortak edilemez. O halde bu hususta gözetme görevi de erkeğe verilmiştir. Ancak yine kadın haklarına saygı olmak üzere, kadın sâlih ise ona kocası veya başka erkek yakınlısı asla karışamamaktadır. Kendi görevini kendisi yapmaktadır. İşte buradaki “Fa” harfi bu kayyumluk hakkında kurallar koymaktadır.
الصَّالِحَاتُ (elÖAvLıXATu) “Sâlih kadınlar ise”
“Sâlihât” işe uygun demektir. Laçka olmamış, yerinde ve görevinde olan kadınlar demektir. Bunları çoğul olarak getirmiştir. Kadınlar denetim içinde birbirlerini koruyacaklardır, bekleyeceklerdir. Kadının iffetli olmasına hep birlikte dikkat edeceklerdir. Zaten bunu yapmaktadırlar. Kötülükte de birleşmekte, kocalarının ikinci evlenmelerine de birlikte cephe alarak şeriatın uygulanmasına mâni olmaktadırlar. Ondan sonra gizli olarak kocalarını kaçırmakta veya AIDSli kocalarla karşı karşıya kalmaktadırlar.
Kadınlar arasındaki dayanışmayı ifade etmek için bu sığa kullanılmıştır.
Peki, bir kadının sâlih olduğunu nereden bileceğiz? İşte sâlih kadınlar cemaatine katılan her kadın sâlihtir. Bu sâlih cemaat kadınlarının üye yaptığı kadın sâlihtir. Onun için biz kadınların aşiret içinde teşkilâtlanmaları gerektiği görüşündeyiz. Aşiret sâlih kadınların toplandığı bir birlik olacaktır.
قَانِتَاتٌ (QanıTaTun) “Kunut eden kadınlar”
“Kunut etmek” demek, kulak kesilip dinlemek demektir. Uygulamak için dinlemek demektir. Kur’an’ı onu uygulamak için dinlemektir. Başınızı kaldırıp adamın söylediklerini anlamak için Türkçe tâbirle kulak kesilirisiniz. Bunda itaat manâsı vardır. Ancak itaatte kişiye uyma vardır; kunutta ise şeriata uyma vardır, kurallara uyma vardır, sözlere uyma vardır.
Kadınlar, oluşturdukları beraberlik içinde şeriata uyma kararını almış olacaklardır ve şeriata uyacaklardır, kurallara uyacaklardır. Böylece kadınların işlerine erkeklerin müdahale etme yetkileri yoktur. Burada erkekler kayyumdurlar, asla hâkim değildirler.
حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ (XAvFıJATun LılĞaYBı) “Gayb için hafizdirler.”
Burada “Fi’l-Gaybi” veya “Gaibe” denmemiş de gayb için hafizdirler denmiştir.
“Gayb” görünmeyen demek olduğu gibi gelecek de gaybdır. Şimdi yoktur.
Bunlar evli olsun olmasın, gayb için muhafızdırlar. Yani gelecek çocukları için, gelecek kocaları için muhafaza ederler . Çocukları olduğunda o çocuğun kime ait olduğunun bilinmesi için, o çocuğun ihtilatla ortaya çıkmaması için muhafaza etmektedirler. Böylece temel kural şudur.
Bir kadın eğer iffetliyse, iffeti tehlikede değilse, o kadına kimse karışamaz. İffet nedir? Rahmini gizli ilişkilere karşı koruyacaktır. Rahmini bir erkekle paylaşacak, bir dönemde iki erkekle paylaşmayacaktır. Ayrılma hakkına sahiptir. İddetini doldurduktan sonra başka erkekle paylaşabilir.
Burada “kânitât”tan sonra “hâfizât”ı getirmiştir. Aralarında acaba ne fark vardır? Hıfz etmek zaten kunut etmek demek değil midir? Hıfzetmek ayrıca neden zikredilmiştir? Kunutta birtakım emirler vardır. Ona uymak zorunluluğu vardır. Ama korunmak için zorlama yapılmaz. Mesela, içkili sofrada oturma, belki alışırsın denmez. Zina suçu ise işlenmeden önce de tedbirlerin alınmasını gerektirir. Onun için kunuttan farklı olarak hıfzı da zikretti. Burada önemli olan kendilerinin bu hıfzı yapmaları, başkalarının yani erkeklerin bu hıfza karışmamalarıdır. Çünkü muhafaza vazifesi onlara verilmiş ve yetkiler de onlara aittir.
بِمَا حَفِظَ اللَّهُ (Bı MAv XaFıJa elLAHu)
“Allah’ın hıfz etmiş olması sebebiyle ona dayanarak gayb için hıfzedenler.”
Bu ifade çok açık olarak gösteriyor ki, rahim kocanın hakkı olarak değil, topluluğun hakkı olarak muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla evli olmayanlar da muhafaza edeceklerdir. Kocaları izin verse de yine muhafaza edeceklerdir. Kadınların dayanışma içinde bu hıfzı yapmaları gerekir. Aykırı olsa da, şöyle bir örnek verelim. Çocuğu olmayan erkekler çocuk yapmak isterlerse kadın kocasından ayrılır, kaynı ile evlenir, çocuk yapar, sonra boşanır ve eski kocasına döner. Böylece erkeğin hem yeğeni hem de üvey oğlu olmuş olur. Evlenme ve boşanma kolaylaştırılmıştır. Ama bir kadın evli olsun olmasın evlilik dışı ilişkilerde bulunamaz.
Bu görev kadınlara verilmiş görevdir. Bunlara erkeklerin karışma yetkileri yoktur. Seni koruyorum diye müdahale etme yetkileri yoktur. Kimseye ne kocaları, ne babaları, ne de kardeşleri karışamaz. Onlar iffetli kadınlardır. Hiçbir baskıya maruz tutulamazlar.
وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ (Va elLAvTIı TaPAvFUNa NuŞUvZaHunNa)
“Nuşuz etmesine havf ettiklerinize.”
Şimdi ikinci grup kadınlara geçilmiştir. Bunlar sâlih olmayan, kânıt olmayan, Allah’ın izzetlerini hıfzetmeyen kimselerdir. “Naşz” kelimesinin “Neşr” kelimesi ile yakınlığı vardır.
“Nuşuz etmek” demek, yoldan çıkmak, dağılmak, ayrılmak demektir.
Bundan “havf etmek” demek, öyle olacağına kanaat getirmek demektir. Burada havf eden kimlerdir? Erkeklerdir, ricaldir. Kocası olması şart değildir. Herkes, her yakınlı böyle bir korkuya düştüğü zaman haber vermek ve şikâyet etmekle mükelleftir. Kocası veya diğer yakınlıları doğrudan şikâyetçi olurlar.
Burada sorulan sual şudur: Kime haber verilip kime şikâyet edilecektir? Bu şikâyet mercii şu kimsedir. Her kadının kendi atadığı bir kayyumu vardır. Onun güvenliği ona aittir. Siyasi velisidir. Kadın küçükse veya mahcursa bu veli onun doğal velisidir, kocası değildir. Erkek yakınlarından en yakın olanıdır. Kız reşit olduktan sonra siyasi velisini kendisi seçer. Her zaman değiştirebilir. Hattâ kocasını da veli yapabilir. Demek ki koca doğal veli olamaz, ama koca atanmış veli olabilir. Çünkü kocaya karşı bu veliyi Kur’an tavsif etmiştir. Nikâh ukdesi onda olan demiştir. İşte Şafiilerce bu velinin izni olmadan evlenemez. Evlilik sahih değildir. Hanefilerce ise bu evlilik geçerlidir. Tabii velilerin her zaman hakemlere gitme yetkisi vardır. Hanefilere göre nikahta veli şart değildir. Şafiilere göre velinin izni şarttır. Velisini değiştirmeden o velinin izni olmadan evlenemez.
İşte şikâyeti bu kadın tarafından atanmış kayyumuna edecektir. Atanmış kayyum yoksa, o zaman doğal veliye şikâyet edilecektir. Nuşuzuna veli veya kayyum karar verecektir. İmamın muvafakatini alacaktır. Kadın velisini değiştirerek bu kararı bozdurabilir. Hıfzetme görevi kadın topluluğa verildiğine göre asıl talep bunlardan gelmelidir. Biz bunu zaptedemiyoruz, velisi meşgul olsun talebinde bulunulabilir.
Kadınların kendi cemaatlerinden çıkarma yetkileri vardır. Aşiretlerde iki başkan bulunur; biri kadınların, biri de erkeklerin başkanıdır. Biri imamsa, diğeri vezirdir, imamın yardımcısıdır. Fıkıh kitaplarında kadının imam olamayacağı hükmü vardır. Ama bunun üzerinde icma yoktur.
Doğal velisi de olsa kadın hakemlere giderek bu kararı iptal ettirebilir.
فَعِظُوهُنَّ (Fa GIJUvHUnNa) “Onlara va’zediniz.”
Kim vazedecektir? Velisi vazedecektir. Yani saliha kadın olmaktan ihraç edilen, veliye şikayet edilen ve hakemlere gidilerek kararı iptal edilmeyen kimsenin velisine düşen görev anlatılmaktadır.
Burada veli yetkili kılınmaktadır. Kadın velisini değiştirebilir. Sorumluluk o veliye geçer, onu koruma görevi velisine aittir. Yani kararla kadının nuşuz edileceği tebeyyün ederse ki bu karar son olarak yargı denetimindedir. Kadın her zaman hakemlere giderek bu kararı iptal ettirebilir. O zaman velinin görevleri sayılmış, veli ona vaaz yapmaktadır. Bu davranışları ile kötü yola düşeceği, yukarıda anlatılanlarla karşılaşabileceği, fahişe statüsüne düşebileceği izah edilecektir.
Benzer hükümler erkekler için konmamıştır da kadınlar için neden konmuştur? Bunun sebebi şudur.
Muhafaza edilecek rahmi kadın taşımaktadır. Dolayısıyla gerekli güven tehlikenin olduğu yerde alınacaktır. İkincisi de, erkek tehlikeli olmaya başladı mı o ilçeden sürgün edilmektedir. Artık onun tehlikesi kalmamaktadır. Eğer oralarda sürgünden sonra da görülürse öldürülmekte, yani kanı heder olmaktadır. Oysa kadının sürgün edilmesi teşri edilmemiştir. Çünkü kadın gurbetlerde hayat sürdüremez. Dolayısıyla kadının katli de sözkonusu değildir. O bakımdan kadını korumak amacıyla bu tedbirler konmuştur. Ama kendisi kalkar o bucağı terk ederse, bu tedbirlerin hepsi kendiliğinden ortadan kalkar. Bu bucakta olanlar başka bucaktakini takip edemezler, cezalandıramazlar. Yerinden yönetim ilkesi işte budur. Kısas da buna dayanmaktadır. Kişi orayı terk eder ve başka ilçeye giderse o zaman kısasın yerini diyet alır.
وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ (VaHCuRUvHunNa Fıy elMaWaCıGı)
“Onları medcalar içine tehcir ediniz.”
Kocaları onlardan uzak olsun denmemiştir. Onları yatakları için hicret ettiriniz. “An” değil de “Fî” kullanılmıştır. Bu ev hapsi anlamına gelir. Onları gözetim altında tutmak demek olur. Onlar gündüzleri gözetim altında oldukları gibi geceleri de onları evlerinde olmak zorunda bırakın. Ev hapsi gibi bir müessese olarak düşünülebilir. Evli iseler kocalarından uzak tutma cezası da verilebilir. Bu ilâdan farklıdır. İlâda kadınlardan uzak durma uygulaması vardır. Erkek bütün kadınlardan, hattâ cariyelerden de uzak durur. Bu uzak durma en çok dört ay olabilir. Ondan sonra kendinin haklı olarak boşanma hakkı doğar. Burada ise karar veren kocası değil, velisidir. Dolayısıyla velisinin kararı uygulanır. Koca diğer eşlerle ilişkide bulunabilir. Vaızla beraber getirilmiş, “Va” harfi ile getirilmiş, acil durumlarda vaız yapılırken de bu tedbirler alınabilir.
وَاضْرِبُوهُنَّ (VaWRiBUvHunNa) “Onları darbediniz.”
Dikkat edilirse onları dövmenizde bir cunah yoktur denmemektedir. Darb emir halinde gelmektedir. Bu darb etme görevi kocaların değil, siyasi velilerindir, kendi atadıkları velilerindir. Kadın kocasını da veli olarak atamış olabilir. Onun da bu hususta yetkisi doğabilir.
“Darb” kelimesi çeşitli manâlara gelir. Burada dayak anlamına gelmesi en çok muhtemeldir. Kur’an’da celd var, darb vardır. Celd kamçılamak demektir. Biri te’dibdir, diğeri ise cezadır. Ceza da sayılıdır. Geçmişte işlenen bir fiilin belli olan cezasıdır. Darb geleceğe yöneliktir. Eğitmek ve korkutmak içindir. Ölçüsü uygulayanın takdirine kalmıştır. Ancak dört yerde bu tür te’dip meşrudur:
- Veli kendi çocuğunu veya akıl hastasını te’dip edebilir. Zulmedemez. Zulmederse yakınları hakemlere giderek velayeti iptal ettirebilirler. Te’dibde temel kural, kalıcı etkinlik olmamalıdır. Sadece acı vermeli ve geçmelidir. Islah edici olmalıdır. Hırsın tatmini mahiyetinde olmamalıdır. Çocuğu ruhsal bunalıma sokmamalıdır. Te’dibe sadece başka türlü ıslah ve tedbir imkânı olmadığı zaman başvurulmalıdır.
- Askerî eğitim yaptıranlar eğitim gereği darb edebilir. Askerler üstlerine karşı saygılı olmalıdır. Barışta üstü değiştirme hakkı her zaman vardır.
- Bucak başkanlarının sürme veya te’dib etme yetkisi vardır. Kişi ayrılıp gitmeyi tercih ederse artık onu te’dip edemez.
- Bir diğeri de kadınların siyasi velilerinin siyasi bakımdan hacredilmiş kadına uyguladıkları te’dibdir. Kadın velisini değiştirebilir.
فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ (Fa EıN EaOaGNaKuM) “İtaat ederlerse.”
Buradan anlaşılıyor ki kadının davranışlarına birtakım talimatlar konması gerekiyor. Şunu şunu yapacaksın denecektir. Bu hareket kurallarını velisi koyarak tedbir alacaktır. Bu tedbirlere kadın hakemler nezdinde itiraz edebilecektir. Velisi bu hususta ısrar edemez. İşte böylece itaat noktaları açık olacaktır. Mesela bu kimse ile görüşmeyeceksin. Yargı denetimindeki bu kurallara uymaları hâlinde artık medacıa hicret ve darb uygulamaları kaldırılacaktır. Veli daha fazlasını isteyemez.
فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا (Fa LAv TaBĞUv GaLaYHınNa SeBIyLan)
“Onlar üzerinde bir sebil bağyetmeyin.”
Yani nuşuzlarından korkulan hususa da kadın uyuyorsa, artık ona farklı bir davranışı durdurunuz. Velilere onlara eziyet etme hususunda bir bahane vermeyiniz demek olur.
Kadın hakemlere giderek velinin bu tür hareketini durdurabilir. Yani velilerin bu uygulaması devamlı yargı denetiminde olacaktır. Çünkü burada veli topluluk adına hareket etmektedir.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا(34) (EınNa elLAHa KavNa GaLıyYan KaBIyRan)
“Allah aliy ve kebir bulunmaktadır.”
Burada işaret edilen husus, bu konuda görevli ve yetkili olan topluluktur. “Aliy ve Kebir” bu sebeple nekire gelmiştir. Yani yetkiler kocaların ve velilerin değil, topluluğundur. Hakemler de topluluk üstünde değildir. Son söz ve son yetki daima topluluğa aittir. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?
Hakemler aleyhinde dava açma yetkisini topluğun temsilcisi olan dayanışma ortaklıklarına bunun için veriyoruz. Hakemler de denetime tâbidir. Veliler de denetime tâbidir. Ancak velâyet yetkisi hakemler kararı ile alınabilir. Atanmış veliler aleyhinde açılacak davaları dayanışma ortaklıkları açabilir. Olur ki kadın ve veli anlaşarak veya zafiyetten dolayı veli görevini yerine getirmez veya getiremez, o zaman kişinin velayet yetkisi iptal edilir. Kadın başkasını atamak zorundadır. Yahut doğal veliye teslim olacaktır. Doğal velisinin de velâyet yetkisi iptal edilebilir. Sonraki doğal veliye düşer.
“Aliyyen” ifadesi ile velinin aliy olmadığı ifade edilmektedir. Hakem karşısında eşittirler.
“Kebiran” kelimesinden anlaşılıyor ki, cezaları uygulamak da topluluğa aittir.
***
وَ (Va) “Ve”
Kur’an yorumlanırken en çok dikkat edilecek hususların başında atıf harflerinin değerlendirilmesi gelir. Bilhassa “Va” harfi çok önemlidir. Kur’an’da mesele sûrenin içinde çok uzak yerlere kadar götürülmektedir. Bunu belirtmek için ondan sonra kelimeler iade edilir.
Mesela, “Ve Lekad” dendiği zaman, daha önce geçen “Kad”lı cümlelere atfedilmektedir.
Bu atıflardan biri de cümle içinde geçen zamirlerle de bilinir olur.
Bu “Va” harfi de içinde geçen “Beynehuma” zamirindeki karı kocayı işaret eden zamirdir. Bu sûre başındaki “Besse Minhumâ”ya gitmektedir, “Min Nefsin Vahidetin” ve “Minhâ Zevcehâ”ya gitmektedir. Böylece burada karı koca zikredilmekle beraber bütün hukuk kuralını hakemlere bağlamaktadır.
Kur’an’da birçok yargılama âyetleri vardır. Hiçbir yerde kadılık yani hakimlik sistemi yoktur. Hepsinde hakemlik esas alınmıştır.
إِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا (Va EıN PıFTuM ŞıQAvQa BayNıHıMAv)
“İkisinin arasında bir şikaktan havf ederseniz.”
Burada “ikisi” sûrenin başındaki “nefs” ve “zevc”ine râcidir. Yani karı koca arasında bir şikaktan havf ederseniz denmektedir.
Karı koca arasında cereyan eden olaylarda karı kocanın başvurusuna gerek kalmadan yakınların müdahale etmesi gerekmektedir. Genellikle karı koca arasındaki geçimsizlik derinden gelişmeye başlar, taraflar şikâyetten kaçınırlar. Bu sebeple “siz havf ederseniz” denmektedir. Yani onların şikâyeti beklenmeyecektir.
Korkanlar kim olacaktır? Şüphesiz en başta kadının veya erkeğin yakınları bunun farkına varırlar. Onlar bu talepte bulunacaklardır. Komşulardan da farkına varanlar bu ba’si götürürler. Tabii ki kendileri de bunu isteyebilirler. Mü’minlerin daima başvuracakları müessese hakemliktir. Verilen kararlara da uymaktır.
فَابْعَثُوا حَكَمًا مِنْ أَهْلِهِ (FaBGaÇUv XaKaMan MiN EaHLiHi) “Ehlinden bir hakem ba’sedin.”
Buradaki “ehlinden” denince, eğer dayanışma ortaklıkları varsa dayanışma ortaklıkları tarafından atanmış bir hakem ba’sedilecektir. Dayanışma ortaklıkları yoksa o zaman erhamdan biri ba’sedilecektir.
Yalnız burada “Hakem” kelimesi kullanılmaktadır. Hakem sıfatı müşebbehedir. O fiili sanat hâline getirenler için kullanılır. Türkçedeki “ci” takısı gibidir. O halde gönderilecek hakemin ehliyetli olması gerekir. Bu ehliyeti ise topluluk vermelidir. Yani hakemlik yapmakla yetkili kılınmış kimselerdir. Hakemlik ehliyetini kamu verecektir. Kişiler kendi hakemlerini kendileri veya yakınları seçeceklerdir. Hakemler bir taraftan hakim, diğer taraftan avukat şeklinde olacaklardır.
وَحَكَمًا مِنْ أَهْلِهَا (VaXaKaMan MiN EHLiHAv) “Bir hakem de kadın ehlinden ba’sedin.”
Burada hakemler nekire (yani belirsiz) olarak getirilmiştir. Bunların çok oldukları anlaşılmaktadır. Her dava için ayrı hakem ba’solunacağı emrediliyor. Yani devamlı hakimlik sistemi ile yargılama yoktur. Hakemler taraflarca atandıklarına göre hakemlerin işi sadece yargılamak değildir. Anlaştırmak, uzlaştırmak da görevleridir.
Hakemlerin nekire olması davalara göre ihtisas isteyebilir. Eğer belli kişiler olsa belirsizlik ortaya çıkar. Taraflar birer hakem seçeceklerdir. Bu âyetlerde baş hakemden bahsedilmemektedir. Ancak başka yerde “hukkâm” çoğul olarak kullanılmaktadır. O halde hakemler en az üç kişi olmalıdır. Hakemler anlaşamazlarsa baş hakem olarak birini seçeceklerdir. Baş hakemin hükümleri ‘seni hakem yapmadıkça’daki âyete kıyas edilecektir.
إِنْ يُرِيدَا إِصْلَاحًا (EıN YuRIyDAv IÖLAXan) “Islahı murad ederlerse.”
Burada iki tesniye zamiri vardır. Karı kocaya gidebilir. Hakemlere gidebilir. Bu durumda dört şık sözkonusudur. Murad edenler hakemler de olabilir, karı koca da olabilir. Hakemler sulh isterlerse demektir. Yani hakemliği Allah rızası için yaparlarsa, Allah onları muvaffak edecektir. Başka bir işaretle bu zamirler karı kocaya gider. Yani karı koca ıslah olmayı murad ederlerse Allah onları muvaffak eder.
يُوَفِّقْ اللَّهُ بَيْنَهُمَا (YuVafFıQı elLAHu BayNaHuMAv) “Allah beynlerini tevfik eder.”
Allah onların sorunlarını çözer. Anlaşırlar. Yeter ki ikisi sorunları çözmeyi murad etsinler.
Bu zamirler de hakemlere gidebilir. Karı kocaya da gidebilir. O halde dört şekilde manâlandırabiliriz:
- Hakemler anlaşmak isterlerse, hakkı bulmayı isterlerse Allah onlara hakkı göstererek adil hükmetmelerini sağlar. Demek ki adil hakemler seçecek olursak, o hakemler de hakkı bulmayı murad ediyorlarsa, Allah onları hakka götürecektir.
- Hakemler uzlaştırmak isterlerse Allah karı kocanın arasını bulmaya götürür. Hakemler karı kocanın anlaşmalarını isterlerse Allah onları muvaffak eder. Yani karı koca arasında uygunluk sağlar.
- Karı koca murad ederse hakemlerin anlaşmalarını Allah sağlar. Yani onlar anlaşacak hakemleri seçerler. Ama maksatları çatışma ise o zaman hakemlerde anlaşamazlar.
- Karı koca eğer barışmalarını murad ederlerse Allah onları barıştırır.
Burada görülüyor ki dört çeşit manâ verilebilmektedir. Bunların hepsi doğru olabilir.
Kur’an’da böyle değişik manâlara gelen ifadeler çoktur. Genellikle hepsi doğrudur. Uygun olmayanlar da çok açık bir şekilde anlaşılır.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا خَبِيرًا(35) (EınNa elLAHe KAvNa GaLIyMan PaBIyRan)
“Allah alîm ve habîr bulunmaktadır. Allah öğretmekte ve haber vermektedir.”
Öğretimle ne yapacağını bilmekteyiz.
Haber vermesi ile de sosyal olayların nasıl cereyan edeceğini bildirmektedir.
Bu âyetler şunu göstermektedir. Evliliklerde birtakım engeller ortaya çıkar. Karı koca arasında çetin sorunlar görünür. Karı koca bunları çözmeyi murad ederlerse Allah onları muvaffak kılar. Yeter ki azimli ve sabırlı olsun. Hakemlik gibi işler yaparken de sıkıntılarla karşılaşacaklardır. Ama çözümü murad ederlerse Allah onları çözecektir. Adil Düzencilerin sorunlarını da Allah onlar samimi iseler çözecektir.