بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَنْ تَجْعَلُوا لِلَّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُبِينًا(144) إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنْ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا(145) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا(146) مَا يَفْعَلُ اللَّهُ بِعَذَابِكُمْ إِنْ شَكَرْتُمْ وَآمَنْتُمْ وَكَانَ اللَّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا(147)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHa elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey iman etmiş olan kimseler.”
İnsanlar tek başlarına yaşayabilecek şekilde yaratılmıştır. Ama bu yaşayış zor yaşayıştır ve çok az sayıda mümkün olur. Yaz-kış meyvesi olan bir yerde meyvecil olarak yaşamak mümkündür. Maymunlar bu bakımdan çok kabiliyetli yaratıklardır. On misli daha çok yaşama şansları vardır. Bir cins maymun sayısı ancak birkaç on bini bulabilir. Oysa insan bugün 7 milyar civarındadır.
İnsan bunu birlikte yaşamakla, topluluk oluşturmakla başarmıştır. Topluluğun temel kuralı, insanların çekişerek değil de, barışarak yaşamalarıdır. Bunun için çıkan ihtilafları aralarında hallederler, hakemler yoluyla hallederler. Hakem kararlarını kabul eden kimse müslimdir. Böylece barış yani İslâm düzeni oluşur.
Hakem kararlarına uymayanları dışlayan bir teşkilata ihtiyaç vardır ki o da dayanışma ortaklığıdır.
Dayanışma ortaklıkları kurup siyasi güç oluşturan kimselere “mü’min” denir Bunların oluşturdukları teşkilata “Ellezîne âmenû/ iman etmiş kimseler” olarak hitap eder. Kur’an başta bunlara hitap eder.
لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرِينَ (LAv TaTTaPIyÜu elKAvFiRİyNa) “Kâfirleri ittihaz etmeyiniz.”
“Müslim” olan kimseler İslâm düzenine katılanlardır. Bunlar ya bedenen savaşa katılırlar ve “mü’min” olurlar, ya da cizye verirler. Bunlar müslimdirler. Bizimle olan ilişkilerde hakem kararlarını kabul etmekle beraber; cizye vermekten kaçınan, kendi topraklarında kendi kendilerine yaşayan kimselere de biz dokunmayız, onları kendi hallerinde bırakırız. Onlar “kâfir”dirler. Hakem kararlarını kabul etmeyenler “müşrik”tirler. Onlarla savaşırız. Burada “kâfirûn” denmiş, “kâfir” denmemiş, yani topluluklardan bahsedilmektedir. Tek tek kâfirden bahsedilmemektedir. Kişisel ilişkiler serbesttir. Nehiy topluluğadır. Yani, resmi ilişkiler kurmayın demektir.
أَوْلِيَاءَ (EaVLiYAvEa) “Kâfirleri veli ittihaz etmeyiniz.”
“Kâfirleri dayanışma ortaklığınıza almayın, onlara güvence vermeyin.”
Madem ne askere geliyorlar, ne de cizye veriyorlar, o zaman siz onlarla bir dayanışma anlaşmasını yapmayın. Onlara saldıran olursa korumayın. Onları kendi hallerine bırakın. Kimse onlara saldırmazsa veya saldırır ama onlar kendilerini koruyamazsa, siz karışmayın.
Kur’an bir kişinin hayatı ile nasıl meşgul ise tüm insanlığın yani uluslararası hukukla da aynı şekilde meşguldür. Kur’an’ın içinde bunun hükümleri vardır.
Aynı dili konuşan bir ulusun oluşturduğu devlet içinde savunma dayanışma ortaklığı kurmuşlardır. Uluslararası ilişkilerde de hakemliği kabul eden devletler mü’min devletlerdir. Hakemlik sistemini kabul etmekle beraber, cizye vermeden küçük topluluklardan oluşan bucaklar veya iller olabilir, hattâ aşiret de olabilir. Onları da mü’min devletler serbest bırakırlar, kendi kendilerini savunurlar. Onlar kâfir cemaattir.
مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ (MiN DUvNı eLMuEMiNIyNa) “Mü’minlerin dununda”
“Dun” yanında demektir. Dışlanmış manâsınadır. Yani, mü’minleri dışarıda bırakarak onları dayanışma ortaklığı içine almayın. Yani, kısmî dayanışma ortaklığı kurmak yoktur.
Diyelim ki, ülkemizde 12 tane siyasi dayanışma ortaklığı vardır. Birileri diyor ki; ben sizinle dayanışma ortaklığını kuracağım, ama şu dayanışma ortaklığı ile ilişkin olmayacak! Biz böyle diyen ile dayanışma ortaklığı kurmayız. Dayanışma ortaklığı müteselsildir. Tüm insanlık içinde bir bütün olarak vardır. Ortak olan hepsine ortak olmuş olur. İstisna geçerli değildir. Mü’minlerin dayanışması askerlik ve cizye içindedir. Yarım mü’minlik yoktur. Yarım müslimlik de yoktur. İslâm ve iman tecezzi etmez. İslâmsız iman olmaz.
Ebu Hanife’nin ‘İslâm ve iman vahiddir’ sözü bu şekilde yorumlanabilir.
أَتُرِيدُونَ (Ea TuRIyDUvNa) “Murad mı ediyorsunuz?”
“Murad etmek” onun olmasını istemek demektir. “Meşiet” ise onun oluşuna karar vermektir.
Siz böyle yaparsanız, kâfirlerin sizin aleyhinizde belgeleri olur. Avrupa Birliği’ne girmemiz bu bakımdan sakıncalıdır. Avrupa Birliği dünya güvenliğini sağlamak amacıyla oluşmuyor, kendi güvenliğini sağlamak amacıyla oluşuyor. AB dünya ekonomisini düşünmüyor, kendi ekonomisini düşünüyor.
Avrupa bir kıtadır. Kıtanın şahsiyeti olamaz. Avrupa değişik ulus ve devletlerden oluşur. Bunların ortak dilleri var, ortak dinleri var. Avrupalıları coğrafyadan başka birleştirecek hiçbir şey yoktur. Onun içindir ki Kur’an ulusal devletleri tanımıştır, ama kıta devletlerini tanımamıştır. Birleştirecek dayanakları yoktur. Coğrafyanın da sınırları sözkonusu olamaz. Yeryüzünde tek ümmet vardır, o da İslâmiyet’tir. Kıtalar, Kur’an tanımıyla söylersek, bir mısrın etrafında toplanmış devletlerdir; hükmetmez, hizmet ederler.
أَنْ تَجْعَلُوا لِلَّهِ عَلَيْكُمْ (EaN TaCGaLUv LiLLaHi GaLaYKuM) “Sizin aleyhinize Allah için.”
Siz şimdi Avrupa Birliği’ne giriyor, diğer mü’minleri dışarıda bırakıyorsunuz. Sonra o aleyhinize açık güç olur, Allah için aleyhinize güç oluşur. Uluslararası anlaşmalara uymanız gerekmektedir. Sözleşmelere uymadığınız zaman insanlık sizin aleyhinizde olur. Hukuk sözleşmelerle doğar. Çelişkili anlaşmalar yaptığınız zaman uluslararası yargılamada haksızlığa düşersiniz. Söz vermişsin, niye yapmıyorsun derler.
Uluslararası yargılama hakemlere dayanır. Hakemler her konuda ayrıdır ve sadece o konu ile ilgili dayanaklara göre hükmederler. Bunun sonucu olarak siz çelişkili işler yapmak zorunda kalırsınız.
Serbest sözleşmeye dayanmayan hakimlik sisteminde problem buradadır. Çelişkili anlaşmalar yapar, sonunda çelişkili kararlarla karşılaşılır. Bunun çözümü çelişkisiz sözleşmeler yapmaktır. İşte noterlik ve kâtiplik müessesesi bundan dolayı zorunludur. Bu sebepledir ki noterlik ilmî dayanışma ortaklığının denetimindedir.
سُلْطَانًا مُبِينًا (SuLTAvNan MuBIyNan) “Mübin sultan”
“Salata” doğranmış sebzedir. “Sulta” salatayı doğrayan bıçaktır. Bir kimsenin maddi güce sahip olmasıdır. Hakimlerin hükümleri de sultadır. Verdiği karar kesindir.
“Beyn” yarıktır. Sonraları açıklama anlamında kullanılmıştır. Burada hakiki manâda kullanılabilir. Doğrayan bıçak demek olur. Hakemlerin çelişkili kararları ve o kararlara uyma zorunluluğu sizleri paramparça edebilir. Siz böyle sizin dayanışma ortaklığınızın içinde yer almayan birileri ile dayanışma ortaklığı kurarsanız, sonra sizi paramparça yapar.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girdiğini farz ediniz. Türkiye Hıristiyanlaşarak Avrupa Birliği’ne girebilir, irtidat etmiş olur. İrtidatın cezası da katldır. Su yukarıya doğru akmaz. Hıristiyanlar Budist olmaz. Müslümanlar da Hıristiyan olmaz; çünkü Müslümanların dinleri ileri dindir. İslâmiyet neden ileridir?
a) Hıristiyanların şeraitleri olmadığı, başka dinlerin şeriatları ile yetindikleri halde, Müslümanların kendi şeriatları vardır.
b) Hıristiyanlar kişisel kararlarla, papalıkla dinerlinde fetvalar vermektedir. Anti demokratik yönetimleri vardır. Müslümanlarda ise ruhban sınıfı yok; ulema var, içtihat var, icma var. Dünya demokrasiye gitmektedir.
c) Müslümanlar Hazreti İsa’ya inanıyorlar. Öyle ise her Müslüman Hıristiyandır. Oysa Hıristiyanlar Hazreti Muhammed’e inanmıyorlar. Her Hıristiyan Müslüman değildir. Nasıl bir insan öğrendiklerini unutmazsa, bilmediklerini öğrenebilirse; bir Hıristiyan da Müslim olabilir, ama bir Müslim Hıristiyan olamaz.
d) Kur’an gerek metniyle, gerekse dilinin bilinmesi sebebiyle, çağın sorunlarını çözme gücüne sahiptir. Oysa Hıristiyanlık insanlığa doğru yolu tutma hususunda etkin bir dindir ama çözümleri üretme hususunu İncil kendisinden sonra gelenlere bırakmıştır. Kur’an icma ve içtihatla kıyamete kadar çıkacak insanlığın sorunlarını çözecek sistemler getirmiş ve nübüvveti sona erdirmiştir.
İşte, dinler uydurma değilse, İslâmiyet’in ileri din olması sonunda gelmiş olmasından sabittir. Öyleyse Müslümanların Hıristiyanlaşması istenmemiştir. Bunu bilen müstevliler Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için uğraşmamışlardır. Bunu yapamayacaklarını bilmektedirler. Onun için önce dinsizleştirmeyi, sonra Hıristiyanlaştırmayı düşünmüş olabilirler. Bu çabalarında da başarıya ulaşamamışlardır. Putperest Afrika’daki çabalar İslâmiyet’e yaramış, Afrika Müslümanlaşmaya başlamıştır. Bunun Avrupa’ya etkisi de böyledir.
Şimdi Türklerin Avrupa Birliği’ne Müslümanlardan koparak girdiğini farz edelim.
O zaman tüm Müslümanların da Avrupa Birliği’ne girmesi gerekir. Aksi takdirde Türkiye parçalanır. Zaten Batılıların projesi de budur. Türkiye’nin batı kısmı dinsizleşir veya Hıristiyanlaşır. Doğuda ise halk dindar ve Müslüman yapılır. Bir İslâm Kürt devleti kurarlar. Bu kaçınılmaz olur.
Açıkça ifade ediyorum ki; ben hayatta olsam, batıda Hıristiyan olmak yerine doğuda Müslüman olmayı onun için tercih ederim. İşte böyle bir durum Türkiye’nin parçalanması demektir.
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” hükmünü içeren bir anayasaya rağmen, gözlerin içine baka baka hakimiyeti Avrupalılara teslim etmeye çalışan AK Parti bu âyete muhataptır.
İnönü’yü zorlamışlar ve Avrupa Topluluğu’na katılamaya imza koymasını istemişler. O da ‘istediğimiz zaman çıkabilir miyiz?’ demiş. ‘Evet’ demişler, o zaman imza etmiştir.
Avrupa Birliği’ne girme müzakerelerinin ucu açıktır. Burası tamam. Bizim için de açıktır. Dolayısıyla AK Parti henüz tehlikeli bir sözleşme yapmamıştır. Müzakerenin bittiğini farz edelim. Türkiye Avrupa Birliği’ne katılma sözleşmesini imzalayacaktır. Eğer son maddesini şu şekilde yazarlarsa tamam, o zaman bu âyete muhatap olmaz. Ama böyle bir madde olmazsa bu âyete muhatap olur ve Türkiye paramparça olur.
Madde X- Müsbet ilmin verilerine ve bu hususta hakemlerin kararlarına uyan bütün uluslarla her türlü anlaşmaları yapmakla Türkiye sürekli serbest bırakılmıştır. Avrupa Birliği’ne dahil diğer devletler hakemlere giderek bunun tabiî hukuka aykırı olduğunu ispatlayarak iptal ettirebilirler. Türkiye Avrupa Birliği’nden her zaman ayrılarak Avrupa Birliği ile ortak ülke olabilir. Birliğin ortaklık sözleşmesinde çıkan ihtilaflar hakemler tarafından çözülür. Türkiye Avrupa Birliği ile veya Birlik üyeleri ile çıkan ihtilafları tarafların seçeceği birer hakem ile hakemlerin seçtiği bir baş hakemin kararları ile hallederler. Kararlara uymayan birlikten ayrılmış olur.
Biz AK Parti’nin şimdiye kadar yürüttüğü görüşmelerde son derece başarılı olduğu görüşündeyiz.
Ama bu müzakerelerin çok ciddi yapılması gerekmektedir.
- Müzakereci bir orgeneral olmalıdır. Ve iktidar değişse de o değişmemelidir. Bunun dışındaki müzakereler gayri ciddidir. Çünkü sonunda asker ‘evet’ demedikçe kimse bu ülkenin hakimiyetini başkasına devredemez. Türkiye Cumhuriyeti masa başındaki kalemlerle değil, ülke topraklarını sulayan askerlerin kanlarıyla kurulmuştur.
- Görüşmelerde her zaman müracaat edeceğimiz kaynak Kur’an olacaktır. O ne derse onu yapmalıyız. İslâmiyet’i bilen alimlerden müteşekkil bir şûra olmalıdır. Ona göre onların verecekleri fetvalardan birinin fetvalarını tercih edebilirler. Müzakereci İslâmî görüşü de duymak zorundadır. Burası bin senelik savaşların sonunda elde edilmiştir.
- Hukukçulardan oluşmuş bir heyet de hazır olmalıdır. Yine müzakereci mutlaka bunlara danışmalıdır.
- Emekli olmuş siyasiler ve devlet adamları vardır. Bunlara danışılmalıdır. Kenan Evren, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Kamuran İnan (ve diğerleri). Bunların görüşleri alınmalıdır.
Müzakerelerin tamamı yazılı hâle getirilip bu birlik öyle sağlanmalıdır.
Biz Avrupa Birliği’ne karşı değiliz; faizci, zinacı, sömürücü, saldırıcı Avrupa’ya karşıyız.
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ (EınNa eLMuNAFıQIyNa) “Münafıklar.”
Atıf harfi getirilmeden “İnne” ile “Münafıklar” diye başlamaktadır. Bunun anlamı, mü’minleri bırakıp da kâfirleri evliya ittihaz edenlerin münafık olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
Türkiye “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasa”sını ele almalı, incelemeli, geliştirmeli, tartışmalı...
Sonra Avrupa Birliği’nin o anayasadaki yerini belirlemelidir... Avrupa Birliği böyle bir anayasayı kabul ederse o zaman Avrupa Birliği’ne girmelidir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” nedir?
Yeryüzü, insanlık camiası içinde yerinden yönetime saygılı ulusların kurduğu demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletlerinden oluşan ülkeler tarafından yönetilir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” tarih boyunca peygamberlerin ve filozofların çalışmaları ile gelişmiş, bugün Batı dünyasının ulaştığı müsbet ilmin hakemliğinde oluşturulacaktır. Bir heyet tarafından oluşturulmalıdır. Bu heyete Hıristiyanlar 4, Müslümanlar 3, Budistler 2, Hindular 2 ilim adamı atamalıdırlar. Bunların oluşturduğu heyet kendi camialarının desteğiyle “İnsanlık Anayasası” hazırlamalıdır. Anayasa çoklu düzen sistemini benimseyecektir. Eğer heyet tek olması gerektiği hususunda ittifak eder de çözümde ihtilaf ederlerse hakemlere gideceklerdir.
Bu anayasa zorlayıcı değil, öğretici olacaktır. İsteyen devletler kendi anayasalarını bunlara göre uyarlamaya çalışacaklardır. Zamanla başarılar elde edilecek ve insanlık kendiliğinden bu anayasaya gidecektir. Avrupa Birliği de böyle olmalıdır. Avrupa Birliği araştırma yaparak halkın kolayca anlayıp uygulayabileceği formüller üretecektir. İsteyen devletler bunları kabul edecektir. Avrupa Birliği böylece oluşacaktır.
Böyle yapılmaz da Türkiye gözü kapalı Avrupa cehennemine atlarsa, orada eriyip gider.
فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ (FIy elDaRKı eLEaSFaLı) “Esfelin derkinde.”
“Dereke” derece ile akraba olan bir kelimedir. “Dercetme” demek, sandığa eşyayı yerleştirmek demektir. Eşyayı üst üste koymak demektir. “Tedricen” derece derece demektir.
Bugün devlet memurlarına derece verilmektedir. Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar vardır. İlk, orta, yüksek okullar vardır. Okul veya sınıflar derekelerdir. Bir sınıfta veya bir okulda alınan notlar derecelerdir.
Kur’an’da cehennemin derekelerinden bahsedilmektedir.
İslâmiyet’te hapishane yoktur. Bunun yerine zorunlu çalışma yerleri vardır. Suçlular sitesi kurulur. Orada yönetim askeridir. İnsanlar içtihatlarına göre çalışmazlar ve ürettiklerine göre ücret almazlar. Kendisine verilen işi yapar ve uygun görülen verilir. Bu siteler dereke derekedir. Statüleri farklıdır. Orada yaşayanların dereceleri de farklıdır. Cehennemin de böyle derekeleri vardır. Münafıklar bu derekenin en aşağısındadırlar. Yani kâfirler ve müşriklerden de aşağıdadırlar. Mü’minleri dışlayıp kâfirlerle velayet kurmak isteyenler böyledir.
Bana Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde sormuşlardı. ‘Peki, hangi devlet İslâm devletidir veya İslâm devleti var mıdır?’ demişlerdi. ‘Böyle devlet yoktur’ demiştim. ‘Mesela, İran veya Suudi Arabistan olabilir mi?’ ‘Bunların Adil Düzen ile alakaları yoktur’ demiştim. ‘Belki İsviçre veya Almanya İslâmî yönetime yakındır’ demiştim. Bununla benim Avrupalıları kâfir, İslâm âlemini mü’min kabul ettiğim sanılmamalıdır.
Türkiye, ileride Adil Düzeni benimseyen kim olursa olsun, onunla birleşmek ve dayanışmak zorundadır. Bu Avrupalı devlet de olabilir. Eski Sovyetler içinden gelen devlet de olabilir. Afrikalı veya Latin Amerikalı da olabilir. Türkiye, Avrupa Birliği’ne dahil olurken bunları dışlamamalıdır. Yoksa münafık durumuna düşer.
مِنْ النَّارِ (MıNa elNAvRı) “Nârdan, ateşten.”
Kur’an’da “ateş” dendiği zaman, daha çok âhiretteki cehennem ateşi anlaşılmaktadır. Yakıtı insan ve taş olan cehennem. Tamamen farklı hayat. Cinler nasıl güneşte yaşıyorlarsa, insanlar da ateşte yaşayabilirler. Yahut âhiret ateşinden maksat mecazi olarak sıkıntılı hayat demek olur.
Bununla beraber Kur’an ateşle savaşı da kastetmektedir. Burada da onu anlamış oluruz.
Münafıklar iki tarafı idare edenlerdir. Bunlar dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olacaklardır. Çünkü savaşlarda ilk harcanacak kimseler münafıklar olurlar.
Türkiye Avrupa Birliği’ne katıldığı zaman neler olabilir?
Türkler İslâm âleminden kopar. İslâm âlemine zulüm artar. Bugün birçok İslâm ülkesi vardır.
- İran güçlü olarak gelişmeye devam ediyor.
- Sovyet Müslümanları var, sosyalizmde eğitildiler.
- Çin Müslümanları vardır. Çin beşte bir nisbetinde Müslümandır. Çin gelişiyor, onlar da gelişiyor.
- Hint Müslümanları vardır. Tarihte büyük uygarlıklar kurmuşlardır.
- Afrika Müslümanları vardır. Zenci dünyası uyanmaktadır.
- Arap Müslümanları vardır.
Bunların hepsi gelişmektedir. Bunlar Çinlilerle, Hintlilerle anlaşır ve Adil Düzeni onlar oralarda yayarlar. Böylece Avrupa Birliği ile Amerika yalnız kalabilir. Türkiye orada istenmez bir ülke olur, Doğu’da da irtidat ettiği için dışlanır. Ve en ağır darbeler Türkiye’ye inebilir. Derki esfele düşebilir.
Bunun dışında yakın bir tehlike daha vardır. Türkiye dünyanın merkezindedir. Türkiye’de oturanlar dünyaya silahsız hakim olurlar. Bunu bilen süper güçler Türkiye’yi ele geçirmek hayali içindedirler. Biz Avrupa Birliği’ne gireriz. Dünya bir olur, bize saldırır ve ülkemizi aralarında bölüşürler. Nârdan derki esfele düşer.
Türkiye’nin “Adil Düzen”e sığınma dışında şansı yoktur. Allah o zaman onu koruyacaktır.
وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا (Va LaN TaCiDa LaHuM NaÖIyRan) “Ve onlara bir nÂsır bulamazsın.”
Münafıklar derki esfele sürüklendiğinde onlara bir yardımcı bulamazsın.
Bu âyetleri hep âhirete mahsus olarak yorumlamışlar, âhirette onlara bir nâsır bulamazsın şeklinde anlaşılmıştır. Elbette âhiret için bu söz doğrudur.
Ama “Len” istiğrak içindir. Bu dünyada da bulamazsın manâsına gelir.
Gerçekten tarihte en büyük münafıklıkları Türkiye Rumları ve Ermenileri yapmışlardır. Osmanlılar mağlup olunca düşmanlarla bir olup Türkiye Müslümanlarının soyunu yok etmek istemişlerdir. İstiklâl Savaşı kazanılınca kendilerinin soyu kırılmıştır. Onlara bir yardımcı bulunamamıştır.
Aynı ikiliği Demokrat Parti oynamıştır. Düştüğü zaman kimse onlara yardımda bulunmamıştır.
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا (EılLAv elLaÜIyNa TAvBUv) “Tevbe edenler böyle değildir.”
Kur’an her zaman her yerde herkes için vardır. Zaten kitaplar, peygamberler, tebliğler, inzarlar hep bunun içindir. Münafıklıktan vazgeçmek gerekir. Takiyye bırakılmalıdır. Açık olunmalıdır.
Mü’minler kendi durumlarını tesbit edip vaziyet almalıdırlar. Bu topraklarımızı biz savaşarak kazandık. Ne var ki, şeriatın müsade etmediği savaşlarla değil. Biz Bizans halkıyla savaşmadık, tefessüh etmiş Bizans yönetimiyle savaştık. Çoğu zaman onlarla anlaştık. Bin seneye yakın bir zamanda birlikte dostça yaşadık. Ne zaman ki Rum ve Ermeniler Türkiye’yi istila edip kendi emelleri için azınlıkları kışkırttılar, işte o zaman da ölesiye savaştık. Çanakkale’de ölenler Türkiye azınlıkları değildir.
Sonra, Allah takdir etti, siz lâikler iktidar oldunuz. Açıkça ‘biz ateistiz, biz Hıristiyanız’ deyip ‘ya gidin bu memleketten, ya da bizim dinimize girin’ deseniz, o zaman siz münafık olmazsınız. Ama şimdi münafıksınız.
Böyle demiyor ama böyle düşüncelerinizi saklıyorsunuz. Ama tevbe yolu açıktır. Gerçek lâik olunuz. Karşılıklı tartışalım. Görüşelim. Halka gidelim. Ya bu ülkeyi biz terk ederiz, ya da siz. Ama şimdi ne olacak? Sizi kışkırtanlar mağlup olacaklardır.
Bugün Avrupalılar AK Parti ile masaya oturdular. Al gülüm-ver gülüm, geçinip gidiyorsunuz. AK Parti için bu durum iyi değildir. Ama Türk milleti için çok yararlıdır. Yarın “Adil Düzen” yönetimini de dünya tanımak zorundadır. Tıpış tıpış saygı duyacaklar, ülkelerinde de “Adil Düzen” hakim olacaktır.
Gelin uzlaşalım, tevbe edin. Zalim olmaktan çıkın, zorla bizi dininize götürmeye uğraşmayın.
Biz de asla böyle bir şeyi düşünmeyiz. İsteyen istediği dini yaşasın. Biz geçmişte yaptıklarınızı aramayacağız. İntikama kalkışmayacağız. Zorla başınızı kapatmayacağız. Lâik okulları yasaklamayacağız. Toplantı yerleriniz içkili de olsa onlara dokunmayacağız.
وَأَصْلَحُوا (Va EaÖLaXUv) “Islah olunuz.”
Tevbe etmek demek, ıslah etmek demektir. Yanlış yapılanları düzeltmektir.
Bizim muhatabımız iki gruptur.
Birileri vardır ki İslâmlıkla ilgileri yoktur. Onlar namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kur’an okumaz. Bunlardan bunu açıkça yapıp İslâm düşmanlığı yapanlar vardır. Bunların içinde bir kısmı İslâm düşmanlığı yapmazlarsa, bizim onlara söyleyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Bizim sözümüz İslâm düşmanlığınadır.
Lâikler içinde sözde dine saygılı, İslâm düşmanı olmadığını söyleyenler vardır. Bunlar münafıktır. Örnek mi istiyorsunuz? Vereyim. İslâm’ın simgesi olduğu için başörtüsü düşmanıdır. Kamu alanında başını örterse dini baskı olur, dolayısıyla örtmemelidir. Bu münafıktır. Açıkça ‘ben İslâm düşmanıyım’ demiyor da, İslâm düşmanlığını uydurma hikâyelerle yapıyor. Yahut, Kur’an Kursları okula giden çocukların zihinlerini bozuyor, sonra çocuklar okuyamıyorlar, onları korumak için böyle yapıyoruz diyor ve kursları kapatıyorlar!.. Bunlar açıkça ‘ben İslâm düşmanıyım, İslâmiyet’e karşıyım’ deyip kursları kapatsalar, o zaman münafık olmazlar. Zor kullanıldığı için kâfir olurlar…
Kur’an diyor ki; münafık kâfirden de kötüdür.
Bir de bizim tarafta münafıklar vardır.
Bunlar ibadetlerini yaparlar, eşleri başörtülüdür. Böylece kendilerini mü’minim diye kandırmaktadırlar.
Ondan sonra faizi meşru görürler… Ondan sonra zinayı meşru görürler...
Çıkıp diyemezler mi ki;
-Millet bizi seçti. Biz faizin zararlı olduğunu biliyoruz, dinimiz böyle emretti. Zina kötüdür, bunu biliyoruz, çünkü Kur’an yasakladı. Aksini gelin ispat edin. Faizin yararlı olduğunu ispat edin, zinanın yararlı olduğunu ispat edin, biz dinimizi değiştirmeye hazırız. Demek İslamiyet hak din değilmiş ki bu kadar saçmalıkları bize emretmiş. Bizim zengin olmamızı engellemiş, bizim sağlıklı çocuk yetiştirmemizi engellemiş. Biz öyle dini terk etmeye her zaman hazırız.
-Gelin, biz size faizin ne kadar zararlı olduğunu ispat edelim, zinanın ne kadar yıkıcı olduğunu ispat edelim. Hakemlerin huzurunda ispat edelim. Biz sizden dininizi terk etmeyi istemeyeceğiz. Siz yine faiz alıp verin, siz yine aranızda zina yapmaya devam edin. Ama bize karışmayın. Biz sizinle ancak böyle anlaşırız diyemediler de, biz zina yasağını teklif etmedik diye kendilerini savunmakla uğraştılar.
İşte biz bunları tevbeye dâvet ediyoruz.
Allah bunlara diyor ki; gelin size kendi müktesebatını dayatanlara açıkça deyin.
Hakem müsbet ilim olsun deyin.
Siz inandığınızı ve amel etmekte olduğunuzu savunamayabilirsiniz. Ama biz sizin sözcünüz olmaya hazırız. Kur’an’ın verilerini terk ettikten sonra, Batı müktesebatı dedikleri zina ve faiz dayanaklarını Kur’an’dan üstün tutup intibak kanunlarını ona uydurarak ileri gideceklerini sanmak ve insan haklarına ulaşacağımızı kabul etmek, Allah aşkına siz söyleyin, nedir?!.
Batı’nın insan hakları diye yayınladıkları şeylerin içinde yeni olarak buldukları nelerdir?
Zina serbestliği, faize atfedilen kutsiyet, katilleri ve canileri korumak için idamı yasaklamak! Dördüncü bir ilkeleri daha vardır. Çıkarlar savaşı. Güçlülerin çıkarı varsa o serbesttir. Güçsüzlere yasak.
Başka? Kadın hakları, çocuk hakları, sakat hakları, hayvan hakları!.. Anlaşılan çocuklar ve kadınlar insan değil de onlara ayrı haklar tanınıyor!.. Tevrat ve İncil, hattâ Roma hukukları nedir? İnsan haklarıdır. O insan içinde kadın, çocuk, hasta, yaşlı, sakat herkes vardır. Tevrat’tan ve Kur’an’dan aşırdıklarına birtakım pislikler katarak ‘Avrupa müktesebatı’ deyip onların peşinde koşanlara diyeceğimiz yok!..
Ama İslâmiyet’i tahkir edenler münafıktır. Şeriatı tahkir edenler münafıktır. Gelin tartışalım. Haklı iseniz -tekrar ediyoruz- Kur’an’ımızı bırakmaya hazırız.
Bizim hukukumuzu kritik eden dağlar kadar fıkıh ve usûlü fıkıh ilimlerimiz var.
Sizin neyiniz var? Üç dört silahşor bir araya gelmiş, bombanın gölgesinde koydukları zulüm kuralları!
“Islah olmak” demek, gerçekleri itiraf etmek demektir. Gelin, hakka gelin, Allah sizi affetsin. Yoksa siz Allah’ın huzurunda suçlusunuz, derki esfeldesiniz.
وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ (VaGTaÖıMUv Bi elLAHı) “Allah’a i’tisam ediniz.”
Allah’a i’tisam edeceksiniz. Yani, Allah’ın ismetine gireceksiniz. O zaman Allah tevbenizi kabul eder. Eski yaptıklarınızdan sormaz. Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanlıktır. O halde insanlığa sığınacaksınız. İnsan hakları ancak insanlığın demokratik temsilcileri tarafından oluşturulur. Galip devletlerin diktası ile değil.
“Allah’a i’tisam etmek” ne demektir? Gayet açık olarak ifade ediyoruz. Allah insanlara iki yolla kendi korunaklarını göstermiştir. Bir peygamberler göndermiş ve onlarla kitaplar indirmiştir. O kitaplar kısmen tahrif edilmiş olsa bile, küll olarak mevcuttur. Orada hidayet yolları vardır.
Yedi milyar insan bucaktan başlayarak cemaatlerini oluşturacaklardır. Bu illerde ve ülkelerde onar temsilciler olacak ve nihayet insanlığın yirmiye yakın dinî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Ayrıca yirmiye yakın ilmî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Bunlardan din adamları dinî kitapları, ilim adamları da ilmî kitapları ile müzakereye girecekler ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı ortaya koyacaklardır.
İşte o zaman Allah’a i’tisam edilmiş olur. Allah’ın emirleri sadece dinleyip kalben tasdikten ibaret değildir. İslâm dini amel dinidir. Cemaatleşme, örgütlenme, kurallar ortaya koyma dinidir.
وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ (Va EaPLaÖUv DIyNaHuM LielLAHi)
“Ve dinlerini Allah’a ihlas edeceklerdir.”
‘Avrupa insan hakları’ değil, ‘insanlığın insan hakları’. Erkeklerin ve kadınların hakları değil, insanın hakları. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın hakları ve insanlık hakları. Coğrafya, din, kavim yahut güce dayalı ayırımcılığı ortadan kaldıracaktır. Tüm yeryüzü insanlığındır. İnsanlar işgal ile bölüşmüşlerdir. İmar ile de mâlik olmaktadırlar. Aralarında çıkan ihtilafları kendilerinin seçtiği hakemler aracılığı ile çözmektedirler. Büyük dinler ırkçılık yapmıyorlar, büyük dinler kavimcilik yapmıyorlar. Dinde zorlamayı kabul etmiyorlar.
İşte, Avrupa Birliği Avrupa müktesebatını insanlık haklarına ve şeriata çevirecektir. Zinadan ve faizden yani sömürüden vazgeçecektir. Bütün dinlerin haram ettiğini hâlâ helal hâle getirmeyeceklerdir.
İlmin ve kitapların indirdiklerinden başka bir yol yoktur.
فَأُوْلَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ (Fa EuLAEıKa MaGa eLMUEMıNIYNa)
“İşte bunlar mü’minlerle beraber olabilir.”
Önce böyle olan Müslümanlar Adil Düzeni benimsemiş mü’minlerle beraber olabilirler. Böyle olan siyasiler ancak Adil Düzene inananlarla dayanışma ortaklıklarını kurabilirler. Böyle olanlar Türkiye’de mü’minlerle beraber siyasi partiler kurabilirler. Ancak böyle olanlar Avrupa Birliği’ni ortak olarak kabul edebilirler. Avrupalılar sanayi ve ekonomide bizden üstündürler. Ama biz de hukukta ve yönetimde onlardan üstünüz. Bunu ordumuzla hep gösterdik.
Biz Kıbrıs’ı işgal ettik, çatışma durmuş…
Onlar Afganistan’ı işgal etmiş, Irak’ı işgal etmiş, çatışma azmış!..
Türk ordusuna baş vurup yönetimi sürdürüyorlar.
Rusya ve İngiltere Osmanlıları örnek alarak dünyada tecrübeli devlet olmuştur.
Şimdi soruyoruz; hangisi üstündür, sanayi ve ekonomi mi, yoksa hukuk ve yönetim mi?
Kur’an insanlara sanayiyi değil hukuku öğretti, zenginliği değil yönetimi öğretti. Adil hukuk ve yönetim dünyevî imkanlar yaratır. Meyvesi sanayi ve ekonomi olur.
Dengelerin oluşması için hukuk ve yönetimdeki hamleyi Allah doğululara/Müslümanlara yaptırmaktadır, sanayi ve ekonomide hamleyi Batılılara/Hıristiyanlara yaptırmaktadır. Allah insanları uygarlaştırma görevini Müslüman ve Hıristiyanlara vermiştir. Uzakdoğulular ise bu uygarlıklara katkıda bulunacaklardır. Onlardan isteyen Müslüman, isteyen Hıristiyan olabilir. İsteyen Budist, isteyen Brahman olur.
Cennet ise kalbi selim ile gelenleredir. Kişileredir. Topluluklar cennetlik ve cehennemlik değildir.
وَسَوْفَ يُؤْتِ اللَّهُ (Va SaVFa YuETi elLAHu) “Allah ileride verecektir.”
“Se” geçtiği zaman yakında verecektir anlamındadır. Daha çok bu dünyadan bahsedilir. Bazen kıyametin yakınlığını göstermek için âhiret de kastedilir.
“Savfa” ise daha çok âhireti göstermektedir. Bazen de, şimdi değil de ileride ecri azim verilir.
Mü’minlerin ileride muzaffer olacağını bildirmektedir.
Bu sûre indiği zaman henüz Mekke fethedilmemiştir. Müşrikler hâlâ Medinelileri yenip ortadan kaldıracaklarını sanıyorlardı. Mekke fethedilmiş, sonra tüm Arabistan fethedilmiş, sonra İran fethedilmiş, kuzey Afrika fethedilmiş, Endülüs alınmış, İstanbul alınmıştır... Bütün bunlar ecri azimdir.
Bunlardan daha önemlisi; fıkıh, tefsir, kelam, tasavvuf ilimleri de ecri azimdir...
Şimdi de Adil Düzen Çalışanları olan mü’minlere ileride ecri azim verilecektir...
الْمُؤْمِنِينَ (elMuEMıNIyNa) “Mü’minlere verecektir.”
Âhirette verecektir. Ama dünyada da ileride kıyamete kadar ecri azim verecektir.
Mü’minlerden maksat; dayanışma ortaklığını kuranlar, böylece cemaatleşenler, yani aidatsız sigorta dayanışmasını tesis edenlerdir.
İlk insanlar ayrı ayrı yaşıyorlardı. Akrabalık dayanışması yetiyordu. Hattâ Hazreti Nebi Medine’de akrabalığa dayanan dayanışmayı hukukileştirdi ve genişletti. Halife Ömer ise komutanlara ‘divan’ denen defter verdi, böylece isteyen istediği kimsenin askeri oluyordu. Artık âkile aynı divanda kaydı bulunanlar arasında oluşuyordu. Tabii ki bu dayanışmanın manâsı devlet olunduğu zaman asker olmadır.
أَجْرًا عَظِيمًا (EaCRan GaJIyMan) “Azim ücret.”
Âhirette cennet olarak ecri azim verecektir. Ama bu dünyada da ileride ecri azim verecektir.
Burada “savfa” denmiştir. Yani, kıyamete kadar demektir.
“La” değil anlamındadır. Bir defaya mahsus nefy eder, olumsuz yapar.
“Lan” ise istiğrak içindir. Yani, her zaman nefy eder, olumsuz kılar.
“Se” harfi bir defaya mahsus olmak üzere verecektir demek olur.
“Savfa” olunca “Len” gibi istiğrak için olur, hep verecektir demek olur.
Nitekim I. Kur’an uygarlığında ecri azimi vermiştir. Fetihlerin yanında uygarlığı vermiştir. Bugünkü Batı uygarlığı o uygarlığın uzantısıdır.
Şimdi de Allah III. Bin Yıl uygarlığını vaat etmektedir. Bu uygarlık II. Kur’an uygarlığı olacaktır. Bu böyle hep devam edecektir. Uygarlıklar bin yılda bir yenilenecek ve her yenilenme mü’minlere nasip olacaktır.
مَا يَفْعَلُ اللَّهُ بِعَذَابِكُمْ (MAv YaFGaLu elLAHu Bi GaÜAvBıKuM)
“Allah azabınızı fi’letmeyecektir.”
Allah size ecri azim verecektir. Ancak ecri azimin hakkını vermediğiniz zamanlar olacaktır. Onu tahrif edeceksiniz, onu kendi heva ve hevesinize uyduracaksınız. Galip geldik, zengin olduk diye rehavete dalacaksınız. Kendinizi üstün görüp dünyaya yukarıdan bakacaksınız. Post kavgasına düşeceksiniz. Bunun karşılığında Allah size bu dünyada azap edecektir. Mağlup olacak, aşağı derecelere düşeceksiniz.
Kur’an; böyle yaparsanız azab fiilini yapmayacaktır diyor. “La Yuazzibukum” dememiş de, “Mâ Yaf’alullahu BiAzabikum” demiş. “Mâ” mazide nefyi, “Yaf’alu” da ileride fiili ifade eder. “Mâ Yaf’alu” deyince hâli gösterir. Yani Tükçedeki etmiyor karşılığıdır. Bu da mü’minlere olan azabın azlığını ifade etmektedir. Bugün mü’minler bu küçük azab içindedirler. Bu azabı da kaldıracaktır demek olur.
إِنْ شَكَرْتُمْ وَآمَنْتُمْ (EıN ŞaKaRTuM Va EaManTuM) “Şükreder ve iman ederseniz.”
“Şükretmek” demek, verdiği nimetlere karşılık amel etmek demektir.
“Hamd” kalbî fiildir. “Şükr” ise amelî fiildir. Davud’un âline şükür olarak amel ediniz deniyor.
Yani, Allah’ın size verdiği nimetin karşılığını verirseniz. Nedir Allah’ın bize verdiği nimetler?
- Allah bizi bir Hıristiyan, bir Budist olarak yaratırdı. Oysa Allah bizi mü’min yarattı, Kur’an ehli yaptı. Bunun hakkını vermeliyiz. Bunun hakkını vermek demek, Kur’an’ı öğrenmek için çalışmalıyız. Haftada bir toplanıp tefsir dersleri okumak şükretmek demektir. Burada söylenenleri anlamak, eksikliklerimizi tamamlamak, yanlışlarımızı düzeltmek için de haftanın içinde evlerimizde diğer ilimleri okumalıyız. Onlardan öğrendiklerimize bir katkımız olursa onları yazmalıyız. Belli bir yerde yayınlanması için değil, kendimiz için yazmalıyız. Belki bizden sonra gelenler ondan yararlanmayı düşünürler.
- Sonra, Allah bize ilim verdi, okumuş insan yaptı. Bir mason zenginle ekonomik ilişkimiz oldu. Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’nın hissesini almıştı. Taksitle ödemeleri bitirdiğimde, vedalaşırken ‘görüşmemiz devam etsin’ dedim. “Ben İslâmiyet’i öğrenmek için sizinle görüşmek isterim. Çünkü benim ailemde İslâmiyet hakkında hiçbir şey duymadım. Sizden duyduklarımla İslâmiyet’e yakınlık duyuyorum.” demişti. İşte hepimiz böyle ailede yetişmiş, böyle çevrede yetişmiş olabilirdik. Bunun şükrünü eda etmemiz gerekir. Bunun şükrü için Adil Düzene göre işletmeler kurmalıyız. Marketi çalıştırmalıyız. Biri gevşerse diğeri onu harekete geçirmeli, birinin başladığını diğeri tamamlamalıdır.
- III. bin yıla girerken en büyük olay “Adil Düzen”dir. “Adil Düzen Çalışmaları” III. bin yılı oluşturacaktır. Bu çalışmaları yapan cemaatte olduğumuz ve burada çalıştığımız için şükretmeliyiz. “Adil Düzen”i ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın maddelerini öğrenip çevremize anlatmalıyız. Adil Düzene göre bir an evvel muhasebe programını tamamlamalıyız. Bazı ameller vardır ki farzı kifayedir; birileri yaparsa bizden sâkıt olur. Dr. Lütfi Hocaoğlu ve Taha Özket bu işi başarırlarsa, bizden de sakıt olur. Yoksa hepimiz bilgisayar fakültesini bitirip Adil Düzene göre muhasebe programını yapmamız gerekir. Böyle arkadaşları verdiği için de Allah’a hamd etmeliyiz.
- Madem ki Allah “Adil Düzen” üzerinde çalışma imkanını bize bahşetti, gayretlerimizi artırmalıyız. Bizden başka bu yükü yüklenenleri göremiyoruz. Hedefimiz Adil Düzen apartmanını, sonra da sitesini oluşturmalıyız. İşte bu da şükürdür. Bunları yaparsak Allah bizi bugünkü azaptan kurtaracaktır. AB’nin tafrasından bizi kurtaracaktır. Bu çalışmalarımızın karşılığı olarak Allah ileride mü’minlere ecri azim verecektir. I. Kur’an Uygarlığındaki mü’minlere nasıl uygarlık nasib etti ise bizim bin yılımızda da bize ecri azimi verecektir. Çoğumuz fetihleri göreceğiz… İnşaallah…
“Şükreder ve iman ederseniz. Aranızda dayanışma ortaklıkları kurarsanız azabı fi’letmez.”
Ama şükretmez ve iman etmezseniz, o zaman da Allah siz ıslah oluncaya kadar azabınızı fi’leder.
Herkes Kur’an’ı kendileri için yorumlayacaktır. O zaman Kur’an insanları aktif hâle getirecektir.
Şimdi bu satırları okuyorsunuz. Sonra Kur’an’ı herkes okuyacaktır. Kendisi tefsir etmeye başlayacaktır. Üzerinde düşünecektir. Allah ona ilham edecek, Kur’an’ı kendisi anlamaya başlayacaktır. Kur’an o zaman onu hidayete götürür.
وَكَانَ اللَّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا(147) (Va KAvNa elLAHu ŞAvKiRan ALIyMan) “Allah şâkir ve alîmdir.”
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
لَا يُحِبُّ اللَّهُ الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنْ الْقَوْلِ إِلَّا مَنْ ظُلِمَ وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا(148) إِنْ تُبْدُوا خَيْرًا أَوْ تُخْفُوهُ أَوْ تَعْفُوا عَنْ سُوءٍ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا(149) إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا(150) أُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا(151) وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ أُوْلَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(152)
لَا يُحِبُّ اللَّهُ (LA YuXıbBU elLAHu) “Allah muhabbet etmez.”
Kâinatı var eden Allah şuursuz ve şuurlu varlıklar yaratmıştır. Şuurlu varlıklar melek, ruh, insan ve cindir. Şuursuz varlıkların yönetimini de şuurlu varlıklara vermiştir. “Karyeden sual” derken, karyenin halkından sual et demektir. Yahut “Cibale vahyettik” derken, o cibali (dağları) tedvir eden meleklere vahyettik demektir.
Şuurlu varlıklara hitap ederken de Allah o varlıkların anlayacağı dille hitap eder.
Allah’ın sıfatları var mıdır? Görür, işitir, sever, kızar mı? Allah’ın zâtında bu sıfatlardan hiçbirisi yoktur. Çünkü O’nun misli yoktur. Ama Allah’ın bize görünmesi ve bizimle ilişkisi görür, işitir, sever ve kızar. Bize onu ancak bizim alabildiğimiz şekliyle etki eder. Onun için Allah muhabbet eder.
“Muhabbet” kişiler arasındaki çekme kuvvetidir. Nasıl güneş ile yer birbirini çekerlerse, muhabbet eden iki insan da birbirlerini çekerler. Böylece insanlar birbirlerine bağlanırlar ve ayrıldıkları zaman da büyük üzüntü duyarlar. İnsan ile Allah arasında böyle bir cazibe ortaya çıkar.
Allah sevmezse ne olur? Güneş dünyayı çekmezse ne olur? Dünya kopup gider ve boşluk içinde serseri bir kaya parçası olur. İnsanın çölde yapayalnız bırakılması kadar korkunç ceza var mıdır?
الْجَهْرَ بِالسُّوءِ (elCaHRa Bi elSuEi) “Allah suün cehrini muhabbet etmez.”
“Su’” kötülüktür. Biri bir kötülük yapabilir. Bu hususta söylenmesi gereken yerlerde söylemek başka şeydir, onu sokaklarda anlatmak başka bir şeydir. Çünkü o kötülükler insanlara örnek olur. Bunu yapmak da doğal bir şey olur. Onun için tarikatlarda hep iyi şeyler anlatırlar. Menkıbelerin hepsi iyiliklerdir, kerametlerdir. Birbirlerinin faziletlerini anlatırlar. Böylece insan beyninde hep iyilikler oluşur ve insan onları yapmaya özenir.
Bunun yerine eğer bizim televizyonların ve basının yaptığı gibi hep kötülükler ve zulüm anlatılırsa insanların beyninde kötülükler oluşur. İnsan ya tüm dünyaya düşman olur veya kendisi de onu yapmaya kalkışır.
Pakistan’ın zelzeledeki kötülüklerini anlatma yerine, oraya yapılan yardımları anlatmak gerekir. Böylece insanlar onu öğrenmiş olurlar ama asıl orada iyilikleri yapmaya eğitilirler.
Bir suç işlendiği zaman duyurulmaz. Kişi mahkum oluncaya kadar masumdur. Mahkeme kararı ile mahkum olunca mahkumiyet duyurulur, böylece insanlar için caydırıcı olur. Oysa bugünkü basın ve yayında suçlar ilan ediliyor! Şu kadar insan çatışmada öldürüldü! Katiller kaçtı! Takip yapılmakta, ondan sonra takibin sonucundan haber yok! Medya sadece felaket tellallığı yapmaktadır. Allah bunu nehy etmektedir. Domuz eti nasıl haram ise bu da haramdır. Kendilerini İslâmî basın-yayın ilân edenlerin bunlara dikkat etmesi gerekir.
İslâmiyet’te iktidarın yaptıklarını kötülemekten ibaret olan muhalefet anlayışı yoktur.
مِنْ الْقَوْلِ (MiNa eLQaVLi)
“Allah kavilden suün cehr edilmesini hubbetmez.”
Kötülük yapmamak başka, kötülüklerin duyurulması başka şeydir. Kötülükleri yapanlar cezalandıkları zaman duyurulmalıdır. Onun dışında mahkum olmadan önce kötülüklerin yaygara yapılması yasaklanmaktadır.
Gadre uğrayan herkesin yetkililere baş vurarak mağduriyetlerinin giderilmesini isteme hakkı vardır. Ondan sonra hep iyi şeyler anlatılmalıdır. Bir suçlunun cezalandırılması iyidir. Cezalandırılması duyurulduğunda olay da duyulmuş olur.
İçtihat ve icmalar olmaksızın huzurlu bir hayat mümkün değildir. Devamlı olarak Kur’an okunursa ve onun öğretileri doğrultusunda hareket edilirse huzur ve saadet olur. Adil Düzen Çalışanları bunları sürdürecektir. Diğerleri cehennem hayatını yaşarken, mü’minler cennet hayatını yaşayacaklardır.
إِلَّا مَنْ ظُلِمَ (EilLAv MaN JuLiMa) “Sadece zulme uğrayan kimse.”
Sadece zulme uğrayan kimse açıklayabilir. Haksızlığa uğrayan, zulme uğrayan kimselerin bu haksızlığı yetkililere bildirmek ve onların soruşturma yapmalarına, yargılamalarına imkan verme hakları vardır.
Herhangi bir zulme uğrayan kimse siyasi dayanışma ortaklığı sorumlusuna başvurur. Başkan soruşturmacıları görevlendirir. Soruşturma masraflarını siyasi dayanışma sorumlusu öder. Siyasi dayanışma ortaklarına bu hususta tahsisat alırlar. Onu gerekli yerde bölüştürerek kullanırlar. Soruşturmacılar soruşturmayı dışardan sözlü olarak yaparlar, sonra yazılı sorarlar. Gerekli gördüklerinde başkandan izin alarak duruşmalı soruşturma yaparlar. Eğer daha çok zaruret olursa, hakem kararları ile karakol soruşturmaları yaptırabilirler.
İşte bu soruşturmacılara tanık olarak da olsa doğruyu söylerler. Başka kimselere bildiklerini anlatmak insanlar için helal değildir. Soruşturma bittikten sonra hakemler nezdinde şehadet ederler. Nisab dolmuşsa bu ceza davalarında dört adettir, o zaman yaptığı suçun cezası verilir. Hakem kararları açıktır. Şehadet açıktır. Ceza uygulaması açıktır. Ama soruşturma gizlidir. Dosyalar şahitler ve hakemlerde kalır. Bunlar bunu ifşa edemezler. Şahitler veya hakemler aleyhinde dava açtıklarında bu dosyaları şahitlere arz ederler.
وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا(148) (Va KAvNa elLAHu SaMIyGan GaLIyMan)
“Allah semi’ ve alîm bulunmaktadır.”
Burada “semi’” ve “alîm” nekire olarak zikredilmiştir. “Allah” kelimesi aynı zamanda devleti yani kamuyu ifade eder. Zulme uğrayanların zulmünü duyacak bir mekanizma olmalıdır. Bu da kavlin cehri şeklinde yapılmamalıdır. “Semi’” şikayetleri dinleyen makamlar demektir; bu da dayanışma ortaklıklarıdır.
İlmî dayanışma ortaklıkları düşünce haklarını korur, dinî dayanışma ortaklığı inanç özgürlüğü ile ilgili hakları korur, meslekî dayanışma ortaklığı mâlî hukuku korur, siyasî dayanışma ortaklıkları siyasi hakları korur. Bu şikâyetleri işitirler. Herkesin dayanışma ortaklığı başkanları vardır. Şikâyetini ona bildirir.
Eğer o sorumlu kulak vermezse dayanışma ortaklığını değiştirir. Dolayısıyla sesini kamuya duyurmuş olur. Hiçbir sorumlu dinlemezse, bucağını (kabilesini) değiştirir ve öylece duyurma imkânına sahip olur. Sadece şikâyeti dinlemek elbette yetmez, doğruluğunun tahkiki gerekir. Bunun için de soruşturma hizmetlileri vardır. Bugünkü polis ve savcı bu hizmeti görürler. ABD’deki detektifler bu kuruma benzer. Onların soruşturma masraflarını dayanışma sorumluları takdir ederler, onlar da soruşturma yaparak gerçeği tesbit ederler. Kamu böylece alim olmuş olur.
Görülüyor ki, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” tamamen Kur’an’ın öğrettiklerine dayanmaktadır. Devletin semi’ ve alîm olması gerekir. Bunun için en uygun kurumun oluşturulması gerekir. Bu kurumlar içtihatlarla ve icmalarla sabit olmaktadır. Biz, bizim içtihatlarla vardığımız sonuçları açıklamış oluyoruz. Bu hususun bilinmesi gerekir.
إِنْ تُبْدُوا خَيْرًا (EıN TuBDUv PaYRan) “Hayrı ibda ederseniz.”
İyiliği ortaya çıkarırsanız. Kendiniz hayır yaparken açıkça yaparsanız, başkasının göreceği şekilde yaparsanız, bunu yapabilirsiniz. Çünkü böylece hayrın nasıl yapılacağını başkalarına da göstermiş olursunuz. Onları da benzer şekilde hayır yapmaya teşvik edersiniz.
Ancak burada iki tehlike vardır. Biri, hayrı gösteriş olmak üzere yapmaktır. Başka bir tehlike de insanlara riyaen hayır yaptırmaktır. Yani, baskı yaparsınız, o baskı sebebiyle kişi o hayrı yapar. Bu hayır olmaz. Bununla beraber hayrı açık yapabilirsiniz. Bu eksiklikleri Allah affeder.
أَوْ تُخْفُوهُ (EaV TuPFUvHu) “Onu hafyederseniz.”
Siz kendi yaptığınız iyiliği saklarsanız, duyurmazsanız, yahut başkasının yaptığı iyiliklerden söz etmezseniz, olur. Bunları yapabilirsiniz. Böylece riyadan kurtulmuş, başkalarına da baskı yapmamış olursunuz.
Bunun da mahzuru vardır. Sanki iyilik yapmak kötü bir şeymiş gibi olur ve hayır gizli yapılmalıdır gibi bir kural ortaya çıkar. Sosyalistler böyle bir kural icad ettiler. Sen namazını kıl ama evdeki çocukların bile görmesin! Çünkü onlara baskı yapmış olursun!
Bununla beraber Allah bu eksikliği de affeder. Yani, hayrı açık da yaparsanız, gizli de yaparsanız, sonunda hayır olduğu için Allah onun eksikliklerini affeder ve hayrın sevabını vermiş olur.
أَوْ تَعْفُوا عَنْ سُوءٍ (EaV TaGFUv GaN SUvEın) “Yahut sû’u affetmek.”
Birisi size kötülük yaptı. Siz de onu affettiniz. Bu sizin için hayırdır, iyidir. Ama öbür taraftan kötülük yapan kimsenin kötülük yapmasına destek veriyorsunuz. Bugün yapan yarın da yapar. Sana yaptığı gibi başkasına da yapar. Demek ki, haksız yapandan hakkı istemek yalnız kendi hakkın olduğu için değil, haksızlık yapmaktan insanları uzak tutmak için de yapılır. O halde affetmek mutlak iyilik değildir. Bununla beraber, siz affederseniz Allah da sizi affeder. Yani, bu affın günahını sormaz. Bu sebepledir ki kısas hükümleri vardır. Vâris olmayan en yakın akrabaya affetme yetkisi verilmiştir. Affetmek vârislerin lehinedir, çünkü diyeti paylaşacaklardır. Ama suç cezasız kalacağı için kötüdür. Dengeyi vâris olmayan yakınlı bulacaktır.
فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا(149) (Fa EinNa elLAHa KAvNa GaFuvVan QaDIyRan)
“Allah affedici ve takdir edici bulunmaktadır.”
Bir kimsenin parası var. Bunu kasasında saklıyor. Devlete bildirmez, kendisinin uygun gördüğü ve bildiği yoksula verir. Bu gizli yaptığı bir ibadettir. Devlet onu suçlayıp zorlayamaz. Aksine devlete verir. Devlet onu gerekenlere dağıtır. Bu da iyidir. Devlet affedicidir, yani bunları buldukça suçlamaz.
“Kadirdir” demek, güçlüdür demek anlamına geldiği gibi; ölçümlendirir, bunları takdir eder demektir.
İslâmiyet vergiyi ibadet kabul etmiş, zorla alma ve icralara koymayı teşri etmemiştir.
Verginin yararları vardır, halk bunun için vergi vermektedir.
- Kişinin ödediği vergi nisbetinde kredi alma hakkı doğar.
- İşletme ödediği vergi nisbetinde altyapı, elektrik ve sudan yararlanır. Bunlar para ile satılmaz.
- Ödenen vergi nisbetinde mallar sigortalanmış olur. Devlet bunları korumakla yükümlüdür.
- Ödediği vergi nisbetinde istimlak değeri olur. Eğer kamu tarafından alınacak bir taşınmaz varsa, oradan elde edilen hâsıla ile dolayısıyla vergi ile takdir edilir.
Böylece kamu önceden vergilere göre değerlendirme yapmak suretiyle ölçümlendirdiği için burada “Takdir” kelimesi getiriliştir. Nekire olması da bununla devletin yani kamunun da kastedildiği anlaşılmaktadır.
Gizli yapılan yardımı eğer kamuya bildirir, kamu da onu tahkik ederse, yine kapalı bırakmak şartı ile bu imkânlardan yararlandırır. Onları da miktarın içine idhal eder.
إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ (EinNa elLeÜIyNa YaKFuRUvNa BilLAHı) “Allah’a küfretmiş olan kimseler.”
Allah yerleri ve gökleri yaratmış, yeryüzünü yaratmış, dağları ve dereleri yaratmış, canlıları yaratmış, toplulukları oluşturmuş ve insanlara bu kadar bol nimetler vermiştir. İnsanlar bunlara şükretmeleri gerekirken, nankörlük yapıp O’nun nimetlerine karşılık kendilerine düşmüş bulunan hayrı açık veya kapalı işlemezlerse, Allah’ın onları affettiği gibi onlar da affetmiş olmazlarsa, küfretmiş olurlar. İnsan topluluk içinde doğar ve büyür, toplulukta çalışır, toplulukta yaşar. Topluluğa karşı ifa etmesi gereken görevleri ifa etmeyip nankörlük ederse, bu kâfirliktir. İşte böyle olan kimseler kâfirdirler.
وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLiHi) “Ve resullerine küfrederlerse.”
Kur’an’da “Allah ve Resulü” deyince, hakemlerden oluşan yargı ifade edilir. Burada “Resulleri” demektedir. Bununla hükümet irade edilmiş olabilir. “Allah ve Resulü” deyince, bununla görevliler kastedilmiş olur. “Allah’a itaat ediniz, resul ve ulu’l-emre itaat ediniz” dendiğinde, emirlerle birlikte resuller olmuş olur.
İnsanlar başkanlara itaat edeceklerdir. Aşiret başkanına itaat edecek, bucak başkanına itaat edecek, il başkanına itaat edecek, ülke başkanına itaat edecek ve insanlık başkanına itaat edecektir. Aşiret içinde olduğu zaman aşiret başkanına, karye içine girdiği zaman bucak başkanına, beldeye girdiği zaman il başkanına, medineye girdiği zaman devlet başkanına, mısra gittiği zaman da insanlık başkanına veya onun emirlerine itaat edecektir. Bunlar şeriat içinde şeriatın onlara verdiği yetkilere muhalefet etmeyecektir.
Şeriat yetkililerin düzenlemesi ile uygulanır. İmam olmadan nasıl cemaatle namaz kılınmazsa, yöneticiler olmadan şeriat da olmaz. Resullerin çoğul olmasının başka anlamı da, başkanlar değişince kimine itaat etme kimine itaat etmeme anlamındadır. Kendi destekleri ile başkan olunca itaat ederler, desteklemedikleri başkan olunca itaat etmek istemezler. Başkanlar sıralama usûlü ile seçilir. Her zaman senin birinci yaptığın başkan olmayabilir. Ama kim birinci olursa artık ona itaat edilecektir. İtaat edilmezse o topluluk terk edilecektir.
Hazreti Adem’den başlayıp Hazreti Muhammed’e kadar gelen resuller için de durum budur. Bizim için bütün peygamberler haktır ve getirdikleri din de haktır.
وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا (VaYuRIyDUvNa EaN YuFarRıQUv) “Tefrik etmeyi murad ederler.”
Parçalamak isterler. Birbirine benzeyen varlıklardan birbirine benzemeyen varlıklara geçmek rebvettir, iş bölümüdür, evrimdir, uygarlıktır. Birbirinden kopmak ise tefrikadır. Yer Güneş’ten ayrılınca hayat oldu. Ama Yer Güneş’ten koparsa, o zaman da hayat biter. Hüsn ve kubh vardır. İyilik ve kötülük vardır. Dört şey iyi kabul edilir. Varlık yokluktan iyidir. Birlik ayrılıktan iyidir. Denge bozukluktan iyidir. Evrim durağanlıktan iyidir.
İşte bu iyiliklerden bir de birlik ayrılıktan iyidir kuralıdır. Tefrika kötüdür. Kötü insanlar tefrika ile araları açmaya çalışırlar. İyi insanlar ise birliğe teşvik ederler. Kâfirlerin işi tefrikadır.
Askerlikte esas kural şudur, böl ve teker teker yut. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladılar, ondan sonra teker teker yuttular. Şimdi de Türkiye’yi parçalamak istiyorlar. Avrupa Birliği ise birliğe doğru gitmektedir.
بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ (BaYNa ElLAvHı Va RuSUvLiHi)
“Allah ve resulleri arasını ayırmak istiyorlar.”
“Kurallara uyarız, şeriatı uygularız ama resullere uymayız, iktidarı dinlemeyiz!” derler. Oysa, topluluk beden ise iktidar da beyindir. Beyinsiz insan olamayacağı gibi hükümetsiz gelişmiş topluluklar da olamaz.
Hazreti Nuh Peygamberden önce insanlık başsız idi. Başkanları yoktu. Arabistan’da da durum böyleydi. Devlet aşaması öncesi idi. Yöneticilerin yetkilerini azaltmak demek, toplulukla iktidarı birbirinden ayırmadır.
İslâm devleti iyi kavranmalıdır.
- İslâm devlet düzeninde yerinden yönetim vardır. Aşiret/ocak birlikte yaşamayı düzenler. Kabile/bucak birlikte çalışmayı düzenler. Şa’b/il iç güvenliği sağlar. Kavm/devlet dış savunmayı sağlar. Nâs/insanlık uygarlaşmayı sağlar. Merkezdekiler kendi görevlerini yaparlar, taşraya karışmazlar. Bunlar bir bütündür. İnsanlar herkesin yetkisi içinde o yönetimlere uyarlar.
- İnsanlar sözleşmelere dayanarak birlik oluştururlar. Herkes kendi içtihadı ile yaşar. Bazen ortak hareket etmek zorunda kalır. Sağdan veya soldan yürümek bunun gibidir. O zaman anlaşırlarsa ittifakla karar alırlar. İttifak edemezlerse ortak vekil seçerler. İşte bu ortak vekil resuldür. Ortak vekilin istişarelerden sonra aldığı karar topluluğun kararıdır.
- Biz ittifaklara uyar ama başkanların aldıkları kararları dinlemeyiz diyenler, toplulukla yönetimi ayırmış olurlar. Kur’an bunları kâfir olarak tasvir etmektedir. Hazreti Adem’den beri Yaratıcı Allah insanlara peygamberleri göndermiş ve şeriatı tebliğ etmiştir. Şeriat bir bütündür. Peygamberler insanları eğitmiş ve bugünkü hâle getirmişlerdir.
- İnsanlar arasında çıkan ihtilaflar hakemler yoluyla çözülecektir. Taraflar birer hakem tayin edecekler, onlar da birer hakem seçecekler. Onların kararları topluluğun kararlarıdır. Hakemlerin kararlarını icra edecek olan dayanışma ortaklıkları ve başkandır. Hakem kararlarını dinlemeyenler kâfirdirler.
وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ (Va YaQUvLUvNa NuEMiNu Bi BaGWın) “Bazısına iman ederiz derler.”
“Bazısına inanır, bazısına inanmayız” denmiyor, “Bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız derler.”
İnanıp inanmamak insanın elinde olan bir şey değildir. Kanaati gelmez ve inanmaz, kanaati gelir inanır.
Eğer bir şey amelî ise amel edeceksiniz. Amel ettiğiniz takdirde inanmış olursunuz. İçinizde şüpheler doğsa da siz yine inanmış olursunuz. Amel değil de kalbî bir fiil ise orada da söylemek yeterlidir. Beyindeki imanın yerini ağızdan çıkan söz almıştır. Bir kimse kalbi tasdik etmese de ‘ben inanıyorum’ derse inanmış olur.
وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ (Va NaKFuRu BiBaGWın) “Bazısını kabul etmeyiz derler.”
Yani; şeriata inanır, resullere veya resullerin bazısına inanmayız derler. Bunlar küfretmektedirler.
Bir yönetimde, bütün insanlık içinde meşru olan başkanlar bir bütün teşkil ettiği gibi, tarihte gönderilmiş peygamberler de bir bütün teşkil ederler.
Hazreti Adem aleyhisselâm ilk insan ve ilk peygamberdir. Aşiret yönetimini o getirmiştir. Kabile yönetiminde yazılı kurallar yoktu. Resul (başkan) cemaatini tanır ve bir babanın ailesini idare ettiği gibi başkan da aşiretini veya kabilesini yönetirdi. Bu yönetim şekli Hazreti Nuh aleyhisselâma kadar sürdü. Bugün hâlâ küçük topluluklar bu usulle yönetilmektedir. Nuh Peygamber zamanında kentleşme başladı. Resuller (başkanlar) kurallar koydular. Yöneticiler kuralları değiştirebiliyordu. Hazreti İbrahim aleyhisselâm geldi ve insanlara müsbet düşünmeyi öğretti. Hazreti Musa aleyhisselâm insanlara yöneticilerin değiştiremeyeceği şeriat/hukuk düzenini öğreti. Hazreti Davut aleyhisselâm ekonomiyi öğretti. Hazreti İsa aleyhisselâm lâikliği öğretti. Son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâma da, içtihat ve icmaları öğreterek insanların kendi kendilerini yönetmesini teşri etti.
Nasıl bir çocuk doğduktan sonra anne-babasının öğretileri ile buluğ yaşına gelirse, insanlık da Kur’an gelip içtihat ve icmaları tâlim edinceye kadar peygamberlerle yönetildi ve onlar birbirini tamamlayan görevlerle insanlığı uygarlığa taşıdılar. Bunlar insanlığı basamak basamak yükselttiler. Allah insanlığı onlarla aydınlattı. Sonunda demokratik (şeriat), lâik (İslâm), liberal (tarafsız) ve sosyal (adil) hukuk düzenini insanlığa öğrettiler. Peygamberlerin öğretileri bütündür. Şimdi insanlar öğretilerden bir kısmını alıyor, diğer kısmını atıyor. Böylece düzenin bazı parçaları boşlukta kalıyor veya yabancı oluyor. Sistem bütün olarak alınır.
İslâm dinini kabul edip İslâm düzenini kabul etmemek tefrikadır. Başarısızlıkla sonuçlanır. Nasıl komünizm ateizmle yaşarsa, nasıl kapitalizm Hıristiyanlıkla yaşarsa, demokrasi de İslâmiyet ile yaşar.
وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا (Va YUvRiDUvNa EaN YatTaPıÜUv)
“İttihaz etmeyi murad ediyorlar.”
Yukarıda tefrikayı murad etmişlerdi. Şimdi de “ittihazı murad ediyorlar”.
“İttihaz” ahzdan gelir. “Ahz” almak demektir. “İttihaz etmek” edinmek demektir. Kendisine bir yol tutmak veya rehber edinmek demektir. Yukarıda Allah ve resullerini birbirinden ayırmayı murad etmişlerdi. Yönetim ile topluluğu ayrı düşünmüşlerdi. Şimdi de arada bir yol tutmayı istemektedirler.
Bunlar kimlerdir? Allah ile resullerin arasını ayıran kimlerdir? Yani, meclis ile hükümeti birbirinden ayırmak isteyenler kimlerdir?
Halk kendi temsilcilerini seçer ve meclisi oluşturur. Meclisin istişarî kararları milletin kararı olarak kabul edilir. Adil bulmayanlar hakemlere gidebilir ve iptal ettirebilirler. Meclis hükümeti oluşturur, onlar da meclis kararlarını uygularlar. Uygulamazlarsa meclis üyeleri hakemlere gider. “Adil Düzen” budur, demokratik düzen budur. Burada meclis ile iktidar birbirini tamamlar; biri kurallar koyar, diğeri uygular. Hepsi hakemlerden oluşmuş yargının denetimindedir.
Bu birliği ve işbölümünü hazmedemeyenler meclis ile hükümet arasını tefrik etmeye kalkışırlar.
بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا(150) (BaYNa ÜAvLiKa SaBIyLan) “Bunun arasında bir yol tutarlar.”
Bunun arasında bir yol tutarlar, yani tefrikaya dayanan bir yol tutarlar. Bunlar kimlerdir?
- Birinci grup meclisi mutlak hakim yapıp hükümeti yok etmek isterler. Bu yönetim cahiliye dönemi yönetimidir. Marx’ın istediği yönetim de budur. Oysa meclis şeriatı tedvin eder, hükümet ise bunu uygular. Eğer kural koyanlar o kurallara göre uygulama yaparlarsa kuralları kendi keyiflerine göre yaparlar. Bu sebepledir ki hükümdarların şeriatı tedvin etme yetkileri yoktur. Şeriat içtihat ve icmalarla oluşur. Halkın kabul etmesi ile oluşur. Uygulamayı ise herkes kendi görevi içinde kendisi yapar. Kural koymaz. Amelî içtihad yapar. ‘Kuvvetler ayrılığı’ diye adlandırdıkları bu hususa riayet etmezler, uygulamayı da meclise bırakmak isterler.
- İkinci grup ise meclisi ya oluşturmazlar veya oluştursalar bile meclis iktidarın oyuncağı şeklindedir. Mesela, kanunu anayasaya göre meclis yapar. Oysa meclis kanun yapmıyor, hükümet yapıyor ve meclise gönderiyor. Meclis sadece onaylayan bir merkez oluyor. O meclisi de baskı ile oluşturuyorlar. Göstermelik meclisler oluyor.
- Üçüncü olarak da meclis ile hükümeti birbiriyle çatışan, itişip didişen bir kurum hâline koymaktır.
Bunlar bâtıl sistemlerdir.
- Hak olan sistemde meclis vardır. Meclis ekseriyetle karar almaz. İçtihat ve icma ile kararları alır. Hükümeti meclis değil de ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma sorumlularının oluşturdukları şûralar atarlar. Hükümetler ekseriyet kararları ile değil de, hakemlerle denetlenirler. Son söz hakemlerden oluşmuş yargıda olur. Kuvvetler ayrılığı tefrikadır. Kuvvetlerin etkinliği de zulümdür. Kuvvetler dengesi ve beraberliği olmalıdır.
أُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ حَقًّا (EuLAEiKa HuMU eLKAvFiRIyNa XaqQan)
“Onlar hakkıyla kâfirlerdir.”
“Gerçek kâfirler bunlardır” denmektedir. Bazısını kabul edip bazısını inkâr etmek “gerçek kâfirlik” olarak ifade edilmektedir. Burada çok ince bir özellik vardır. Kur’an’ın âyetlerinden müteşabih olanlar vardır, muhkem olanlar vardır. Mü’minler muhkemlere göre amel ederler. Müteşabihleri ise biz anlamadık diye bırakırlar. Böylece, demek bazısına göre amel ederler, bazısına göre amel etmezler. Ama inanma bakımından hepsine iman ederler. Kitabı okurken ilme uymayan ifadeleri görürlerse onu ya ilme göre tevil ederler, ya da biz bunu anlamadık derler. Diğer kitap sahipleri de şunu söyleyebilirler. Ya ifadeleri ilme göre tevil ederler, ya da mütercimler bunu yanlış anladı derler. Ellerinde asılları bulunmadığı için de değişiklik veya düzeltme cihetine gitmezler. Kitaplarını müsbet ilme göre tevil ederler. Resuller arasında tefrik yapmayıp teviller yaparken Kur’an’dan yararlanırlar. Diğer kitap sahiplerinden yararlanırlar.
Bugün yeryüzünde dört büyük hak din vardır. Bu dinlerin de mezhepleri vardır. Şiiler ve Sünniler gibi. Bunların ortadan kalkmasını isteyemeyiz. Nasıl olgunlaşmış canlıların değişik dokuları varsa, bu dokuları değiştirip birleştirmemiz mümkün değilse, bu mümkün değilse; bu din ve mezhepler de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Ancak mezhepler kendi içinde sürekli olarak müsbet ilmin ve diğer dinlerin yardımı ile gelişecek ve asıllarına daha çok yaklaşacaklardır.
Peki, burada gerçek kâfir olanlar kimlerdir? Allah ile peygamberleri birbirinden ayırıp peygamberleri tanımayan kimselerdir. 19 ve 20. asırlarda insanlık tüm olarak dinlere cephe almıştı. Bunu başaramadılar. 21. asırda dine karşı cephe almayacaklar ama peygamberleri tanımamazlığa devam edeceklerdir. İşte onların gerçekten kâfir oldukları söylenmektedir.
Bu âyetin başka bir yorumu da; biz halifeleri tanımayız ama Kur’an’ı kabul ederiz deyip sahte peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan Müsellemevari kimselerdir. Öyle zannediyorum ki, bundan sonra böyle bir moda çıkacaktır. Biat yoluyla oluşmuş yöneticileri tanımayacak ama Tevrat ve Kur’an benzeri ilahi kitapları tanır hâle geleceklerdir. Demokrasiye cephe alacaklardır.
Sömürü sermayesi şimdiye kadar dinleri ortadan kaldırmak yerine ekseriyet demokrasisini koymak istemiştir. Dinleri yıkamadı. Ekseriyet demokrasisinde kendi hakimiyetini sağlayamadı. Sermaye ile halkın oyunu sağlayamadı. Bunun en açık uygulaması Genç Parti uygulamasıdır. Üç milyar dolar gibi bir meblağı bir tezgahla transfer edip Türkiye’de bir partiyi barajın üstüne çıkaracaklardı. Ondan sonra da otuz milyar dolar koyarak Türkiye’yi tam teslim alacaklardı. Bu başarılı olmadı. Ama yine de etkili olduğu anlaşıldı. Bundan sonra denemek istedikleri anti demokratik yönetimdir. Para yoluyla satın alınan iktidarlar kukla olacak. Resmen seçim bile yapılmayacak. Buna karşılık dinlere dokunmayacak, sermaye Allah düşmanlığından vazgeçecektir.
İslâmiyet’in teşri ettiği yönetim şekli nisbî sisteme dayalı temsilî sistemdir. Seçimli ekseriyet değildir.
Aralarında ne fark vardır?
Halk biat yoluyla temsilcilerini meclise gönderecektir. İstediği zaman da münferiden temsilcisini azledecektir. Açık oy kullanılacaktır. Oysa sermayenin kurduğu tezgahta gizli oy ve ekseriyet seçimi vardır. Beş sene sen vekilini azledemiyorsun. Ucube bir şey. Sömürü sermayesi bu ucube demokrasiyi bile hazmedemiyor, çünkü onda bile hakimiyetini sağlayamıyor. Yönetim sermayede olacak ama şeriat dinlere ait olacak. Bundan sonra geliştireceği sistem bu olacaktır, sanırım. İşte böyle düşünenler gerçek kafirdirler.
Meclis gerçek halkın temsilcilerinden oluşacak. Onlar şûraları oluşturacak. Şûralar sıralama usûlü ile başkanlarını seçecektir. Başkanlar da hakemlerden oluşan yargı denetiminde olacaklardır.
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ (Va EaGTaDNAv LiLKAvFiRIyNa) “Kafirlere i’tad ettik.”
“A’ted” kelimesi hazırlamak demektir. “Aded” kelimesi ile akrabalığı vardır. Bir iş için hazırlık yapmak, ölçüp biçip yani sayıp hazırlığını tamamlamak demektir. Türkçede kullandığımız hazırlama kelimesi Arapçada bir şeyi hazıra getirme demektir. Kur’an’da kullanılan karşılığı i’tidaddır.
Kâfirlere küfür etmeleri için imkan verilir. Çünkü insanlığın onların küfrüne ihtiyacı vardır. Sonra mihnetli azab ile çarpılmaları için azab hazırlanmıştır. Yani, kendi yaptıkları kendilerine çarpacaktır. Ekseriyet sistemini icad ettiler ama şimdi o ekseriyet sistemi kendilerine tepti, AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
عَذَابًا مُهِينًا(151) (GaÜABan MUvHıyNan) “Mühin azaba.”
“Havn” kolay, basit demektir. “Mühin azab” alçaltıcı azab demektir. İktidarda olan partilerin düşmesi, aldıkları oyların yüzde birden aşağıya inmesi azabı mühindir. Alçaltıcı, basitleştirici, izzetini kaybettirici azab demektir. Bazısına inanıp bazısına inanmayanların akıbeti bu olur.
Türkiye’de Demokrat Parti’nin başına gelen bu olmuştur. Oysa Halk Partisi’nin başına öyle sıkıntılar gelmemiştir. En kötü sistem, sistemsizlikten iyidir. Bu sebepledir ki karma ekonomi hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Oysa çok kötü bir rejim olmasına rağmen sosyalizm ekonomide başarılı olmuş, Sovyet halkını uygarlık seviyesine getirmiş; şimdi de Çin’i getirmektedir.
Kapitalizm Amerika Birleşik Devletleri’ni süper güç yapmıştır. Oysa karma ekonomi uygulayan ülkeler, mesela İngiltere gerilemiştir. Bugün Japonya ve Almanya karma ekonomi uygulamakta iseler de, onların başarılı görünmesi askerî harcamalarının olmaması sebebiyledir, nisbîdir.
Kapitalizm, ticareti ve faizi serbest bırakandır. Sosyalizmde ticaret ve faiz yasaktır. İslâmiyet’te ise faiz yasak, ticaret serbesttir. Bunlar sisteme dayanmaktadır. Azı ve çoğu birdir. Bir şeyin çoğu haramsa azı da haramdır. Oysa karma ekonomide gelişigüzel kurallar vardır. Bir sistemin kimi kısmını alıp kimini almamak, mihnetli azabı hazırlamak demektir.
وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ (Va elLaÜIyNa EAvMaNUv Bi elLABHi Va RuSuLiHi)
“Allah ve resullerine iman etmiş olan kimseler.”
Allah yeryüzünü yaratmış, yeryüzünde Adem oğlunu halife kılmıştır. Biz buna “insanlık” diyoruz. Yeryüzü bütün insanların değil, insanlığındır. Nasıl bir insan doğar, büyür, gelişir, ölür ve insan ömrü ile insan ise; âhirete geldiği zaman bütünü ile zaman içinde entegre olmasından oluşan insandır. “İnsanlık” dediğimiz zaman, geçmişi ve geleceği ile tüm varlığını kastediyoruz. “Allah ve resulleri” dediğimiz zaman, insanlık kastedilmektedir. “Allah ve resulü” deyince, hakemlerden oluşan yargı kastediliyor. “Resulleri” dediğimizde insanlık kastediliyor. Ayrı ayrı devletler olacak, iller olacak, bucaklar olacak, ocaklar olacak, kişiler olacak, ancak insanlar bütün bu teşkilatta bir bütün kabul edilecek, tüm insanlıkta bunlar birlikte varlıklarını koruyacaklardır. Yani, saydığımız kurumların başkanları birlikte insanlığı yöneteceklerdir.
Önemli husus şudur. İslâmiyet’te merkezî yönetim yoktur. Yani, Mekke’de ikamet edecek olan insanlığın başkanı devlet başkanlarının başı değildir, onlarla eşittir. Devlet başkanları il başkanlarının başı değildir, onlarla eşit başkandır. İl balkanları bucak başkanlarının başı değildir, onlarla eşit başkandır. Bucak başkanları ocak başkanlarının başkanı değildir, onlarla eşit başkandır. Başkan kişilerin başkanı değil, imamıdır. Arkadaşıdır. Onlarla eşittir. Herkes kendi sorumluluğu içinde yetkilidir. Kişi de kendi evinde, kendi işinde sorumlu ve yetkilidir. Aralarında çıkan ihtilaflar hakemlerce çözülür. Hakemleri taraflar seçer ve eşit şartlarla muhakeme edilirler. Her insan Allah’ın halifesi olduğuna göre dolayısıyla herkes resuldür, görevlidir.
Bir doktor teknik işlerde mühendise uyar, mühendis de tababet işlerinde doktora uyar.
İşte bu şekilde oluşmuş olan topluluk Allah’ı temsil eder ve Allah ile birlikte anılır. Allah ve resullerine iman, bu bütün insanlık organizasyonu içinde kendini emniyete almak demektir.
وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ (VaLam YuFarRiQUv BaYNa EaXaDin MİnHuM)
“Onların arasında asla tefrik yapmazlar.”
Yukarıda kâfirlerden bahsederken, Allah ve resuller arasını tefrik ederler denmektedir. Mü’minlerden bahsederken, resuller arasını tefrik etmezler denmektedir. Mü’minler zaman zaman bu hatalara düşerler. Sadece kendi topluluklarını farklı ve üstün görürler, kendi dindarlarını veya ulusunu diğerlerinden ayrı görürler. İsrail oğulları gibi kendilerini insanları sömüren bir ulus olarak görmezler. Hz. Musa bizim peygamberimizdir, Hz. İsa değildir demezler. Tarihin bütün resulleri Allah’ın görevlendirdiği insanlardır. Bugünkü insanlığı bu seviyeye onlar getirdiler. Bugünkü Avrupa uygarlığı da onların eseridir.
Yunan uygarlığı, Mezopotamya ve İbrani uygarlığı İyonya’da yani Batı Anadolu’da sentez edilmeye başlandı ve bu sayede bir uygarlık doğdu. Roma hukuku Kıbrıslı Zenon’un kurduğu Stoa ekolünün bir ürünüdür.
Bugünkü Batı nasıl oluştu? a) Yunan uygarlığı, b) Roma uygarlığı, c) Hıristiyanlık ve d) Endülüs ve Osmanlı kanalları ile aktarılan Kur’an Medeniyeti ile oluşmuştur. Bunların hepsi peygamberlere dayanmaktadır.
Bugün biz de uygarlığı kurarken Batı uygarlığı ile I. Kur’an Medeniyeti’ni sentez ederek II. Kur’an Medeniyeti’ni oluşturacağız. Biz, insanlığın bugün ulaştığı iyilik olarak ne varsa hepsini peygamberlerin getirdikleri olarak görüyoruz ve onun yanındayız. Kötülük olarak da her ne varsa, hepsi şeytan tarafından yapılan iğvadır.
أُوْلَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ (EuLAEiKa SaVFa YuETIyHiM EuCUvRaHuM)
“İşte Allah ileride onlara ücretlerini ita edecektir.”
Bunlara ileride yani âhirette ücretlerini verecektir. “Sevfe” kelimesi ile ifade edileni âhiret ile manâlandırıyoruz. Kişiler cihad yapacaklar ve insanlığı “Adil Düzen”e kavuşturacaklardır. Ne var ki, çoğunlukla bu cihad yapanlar başarının çok az kısmını hayatlarında görürler. Çoğu öldükten çok sonra ortaya çıkar.
Bediüzzaman’ın çalışmaları onun hayatında başarıya ulaşmamıştı. Öyle ki, CHP zamanında çektiği zulüm yetmiyormuş gibi DP de aynı zulmü sürdürdü. Hattâ Millî Birlik Komitesi cesedini aldı ve nereye attığı belli değildir. Hazreti İsa aleyhisselâm gibi onun da mezarı yoktur.
1970’lere kadar Bediüzzaman’ın arkadaşları da aynı zulmü gördüler. Erbakan ortaya çıkınca, ehveni şer kabul edip onlara yapıkları zulmü durdurdular. Kenan Evren zamanında ise meşrulaştırılıp serbest bırakıldılar. Erbakan güçlendikçe bu sefer onu desteklemek zorunda kalmışlardır. Böylece Nur talebeleri insanlık içinde başarılı olmuşlardır. Fethullah Gülen de hâlâ Türkiye’de değildir. Bunlar bu baskılara devam eder, “Adil Düzen” gelmezse, yakın zamanda Nur mezhebi Hanefi mezhebinin yerine geçip resmî din olabilir.
İşte “Sevfe” kelimesi bunun için kullanılmıştır, hasıla şimdi olmaz. Adil Düzen Çalışanları da buna hazır olmalıdırlar. Şimdi çalışırlar, hayatlarında bir başarıyı görmeyebilirler. Ancak ilerde ücretleri verilecektir. Kuşkusuz söyleyebilirim ki Bediüzzaman’ın ve Süleyman Tunahan’ın mertebeleri sahabelerin mertebesidir. Çağımızda peygamber yoktur ama sahabeleri vardır. Çünkü Kur’an’ın çağımızdaki III. bin yılın sahabeleri şimdi cihad yapanlardır. Silahla savaşanlar değil, Adil Düzen Çalışanlarıdır, Kur’an’ı öğrenip uygulayanlardır. Bizler o mertebeye ulaşmak için bu çalışmalara devam etmeliyiz. Bizden sonra gelenler de bu çalışmaları sürdürmelidirler. Ebter olmamalıyız. Bunun için sabırla Kur’an’ı çağların üstüne götürecek yorumları üzerinde çalışmaya devam etmeliyiz. Yakın başarımız olmuyor diye ümitsizliğe düşüp çekilmemeliyiz. Millî Görüşçüleri de aynı tehlike bekliyor. Özal gitti, ANAP bitti! Erbakan gidince eğer Millî Görüş de yok olacaksa, o çalışma sahabelerin çalışması değildir. “Sevfe” kelimesi bu bakımdan çok önemli hususlara işaret etmektedir.
وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(152) (Va KAvNa elLAHu ĞaFUvRan RaXIyMan)
“Allah gafur ve rahîm bulunmaktadır.”
“Adil Düzen” geldiği zaman, insanların geçmişte yaptıklarından dolayı hesap sormayacaktır. Hesaplarını Allah’a bırakacaktır. Kâfir olanlar mühin azaba duçar olacaklar ama mü’minler eziyet görmeyeceklerdir. “Adil Düzen” gelmeden önce işlenen fiiller zulüm düzeninde işlenmiştir. Orada kişilerden çok düzenin suçu vardır. Düzen değişince de artık suçlu kalmayacaktır. Yeni düzende insanların ekonomileri bozulup zulme uğramayacaklardır.
Mesela, bugün dünyanın en büyük zulmünü yapan ABD’li 200 ailelik Yahudi sermayesi de Adil Düzene intibak ettiği takdirde varlıklarını koruyacak, sermayelerine dokunulmayacaktır. Onlardan istenen faizli sistemi bırakmalarıdır. Tevrat’ın haram kıldığını yapmamalı, tekel oluşturmamalıdırlar. Onun dışında sermayeleri vardır ve her türlü ekonomik faaliyeti yapacaklardır. Sermayeleri ile dünya ticaretini ellerinde tutacaklardır. Bunun için onlara koşulan bir şart vardır; faizli ekonomiden vazgeçeceklerdir. Faizsiz ekonominin nasıl oluşacağını “Adil Düzen”den öğrenirler. Kur’an da onlara şöyle diyor: “Avdet ederseniz, Biz de avdet ederiz.” (İsra[17], 8)
Faizli işlem yapanlar Allah ve resulüne yani yargıya karşı savaş açmış olurlar. 500 senelik Avrupa tarihinde Yahudilere yapılan zulümler bunun ifadesidir. Hâlen de Filistin’de ateş içindedirler. Allah ve resulü ile savaş budur.
Türkiye’de eğer iç savaş ileri seviyede değilse, bu Türk halkının faizi haram sayıp uzak durması sebebiyledir.
“Adil Düzen” geldiği zaman Allah’ın (insanlığın) genel affı gelecektir. Tevbe etme şartıyla eski suçlar affedilecek, ayrıca daha bereketli ve verimli kazanç hayatı oluşacaktır. Devletler var ve devletler demokratik olarak ülkelerini yönetmekte. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğü kabul edilmiş, böylece güvenlik sağlanmış. Uluslararası vizeler ve gümrükler kaldırılmış. Emek, mal, sermaye ve teknoloji serbestçe dolaşıyor; hem de masrafsız dolaşıyor. Çünkü demiryolları, rıhtımlar, limanlar, garajlar masrafsız. Yakıt bedava. Haberleşme bedava. Böyle bir dünyada yaşıyorsunuz. Cennete yaklaşıyorsunuz. İşte öyle bir dünyaya ulaştığımız zaman af ve merhamet her tarafa yayılmış olacaktır. Öğrenim serbest, ibadetler serbest. Herkes imtihana girebiliyor, aldığı derecelere göre kazancı ve sosyal durumu yükseliyor. Faili meçhul cinayet varsa dayanışma ortaklıkları onu tazmin ediyor. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti budur. Bu da “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda yazılıdır.
Ey insanlar! Gelin, artık bu zulüm düzenine son verip el birliği ile kaldıralım. Yoksa “sosyal tufan” sizi bekliyor. Bu tufanı biz Adil Düzenciler getirmeyeceğiz, Allah’ın sosyal ve doğal kanunları getirmektedir.