بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
لَا خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِنْ نَجْوَاهُمْ إِلَّا مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا(114) وَمَنْ يُشَاقِقْ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا(115) إِنَّ اللَّهَ
لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا (116)
لَا خَيْرَ (La PaYRa) “Hayır yoktur.”
“Hıyar” tercih edilen nesne demektir. Toplulukların seçilmiş yiyecekleri olur. Onlar için en seçkin yiyecek odur. Toplayıcılıkla geçinilen bir zamanda bir tür meyve onlar için makbul meyve olmuş, o meyveye “hıyar” ismi konmuştur. Türkçede de salatalığa ‘hıyar’ denmektedir.
“Hayır” en makbul olan şey demektir. Sonra “şer” ile karşılaştırılmıştır. Şer, şerareden ateşten kopan anlamına gelmektedir. Beklenmedik zamanda ve zaptedilmez bir şekilde gelir. En kötü olanı anlamına gelmektedir. “Hayır” iyilik, “şer” de kötülük olarak alınır. “Hasen” ve “sû’” insanların kendilerinin işledikleri işlerin adıdır. “Sû’” ile “hüsn” insan eli ile işlenenlere veya insana gelen iyilik ve kötülüktür. “Hayır” ve “şer” ise topluluk içinde oluşan, topluluğa ait hayır ve şerdir.
“Lâ Hayrun” denmemiş de, “Lâ Hayre” denmiştir. Asla hayır yoktur anlamındadır.
فِي كَثِيرٍ (FIy KaÇIyRın) “Kesirinde”
“Çoğunda hayır yoktur” denmiştir. “Necvanın çoğunda” denmektedir.
“Necva” kapalı görüşmedir. Kenara çekilip halkın duyamayacağı şekilde konuşmadır.
Daha kötü olanı, kapalı görüşmeler yapmak demektir. Kur’an’da “tecessüs etmeyin” denerek başkalarının mahremiyetine karışılmamasını emretmiştir. Şöyle diyebiliriz. Esas olan aleniyettir. Açık olarak konuşulmalıdır, açık olarak söylenmelidir. İnsanlar birbirlerinden birşeyler gizlememelidir. Ama bazı şeyler bundan istisna edilmiştir. Onlar sayılıdır. Bu sebeple “Kesirinde” diyor. Meşru olan necvaların dışında saklamakta ve gizlemekte asla bir hayır yoktur. “Müslümanın işi aşikâredir” diye bir söz vardır.
مِنْ نَجْوَاهُمْ (MıN NaCVAvHuM) “Necvalarından çoğunda”
“Necva” bir bataklıkta veya ırmaklarda selamet olan kenar yerdir. Karaya çıkmak, necata ermek demektir. “Necva” da kenara çekilip gizli gizli konuşmadır. Şimdi kapalı odalarda görüşmedir.
İslâmiyet bunu reddetmiştir. Hele kamuya ait işler görüşülürken kapıyı kapatıp girişi kontrol altına almak asla meşru değildir. İslâm şeriatında her türlü faaliyetler ve görüşmeler, dernekler, şirket kurmak, toplanmak, dağılmak, hattâ suç işlemek serbesttir. Ama gizli yapılması, kapalı yapılması yasaktır.
Zina ve hırsızlık gizli yapıldığı için suç oluşturmaktadır. Evlenilecek kimselerin açıklık içinde kurdukları ilişkiler zina oluşturmaz. İslâmiyet’te kilise nikâhı yoktur, resmi nikâh yoktur. Sözleşme yeterlidir. Ayrılma meşrudur. Herkesin verdiği ve aldığı bir defteri olacaktır. Bu defter resmi defter olacaktır. Başkan tarafından mühürlenmiş ve onaylanmış olacaktır. Bugünkü tabirle söylersek, noter tasdikli olacaktır. Herkes aldığını o deftere yazacak; herkes verdiğini de o deftere yazacaktır.
Nikâh da böyledir. Taraflar defterlerine evlendiklerini yazarlarsa nikâh tamam olmuş olur. Boşanma tek taraflı olduğu için kadın veya erkek ‘ben boşadım’ diye kendi defterine yazar, sonra iki şahidin defterine de yazdırırsa boşanma tamamlanmış olur. Bu defteri gösteren hırsız olmaz. Mesela, başkasının arabasını alıp götürdü ama defterine yazdı. O hırsız olmaz, gâsıp olur. Gasbın cezası yoktur. Zarar vermişse tazminatı vardır. Acıktın ve başkasının tarlasından mısır koparıp yedin. Defterine yazar sonra karşı tarafa bildirirsin. Bedelini ödersin, böylece olup biten hırsızlık olmaz.
Biz işte bu sebepledir ki kooperatifin toplantılarını ve yönetim kurulu toplantılarını açık yapıyoruz. Hattâ ‘çık git’ dediğimiz kişiler kendilerine bunu hak kabul ediyor ve çıkıp gitmiyorlar. Parti toplantılarını da böyle yapıyorduk. İstihbaratçıların canları sıkılıyordu. Çünkü haber verecekleri bir şeyleri kalmıyordu.
Bizim Kur’an derslerimiz her yerde açıktır. İsteyen gelip dinleyebilir.
Buradaki “Hum” zamiri kimlere râci olmaktadır? Necvalarında. Kimin necvalarında? En yakın olarak “Taifetün Minhüm” kelimesinde geçen “Hum” zamirinin râci olduğu yer olabilir. O zamir de yine nefislerine ihanet edenlere râci olabilir. Ancak burada “nâsın necvasında hayır yoktur” denmektedir.
Kur’an’da öyle hükümler vardır ki sadece mü’minleri bağlamaktadır. Bazı hükümler tüm insanları içine almaktadır. Bu hayırsız olma tüm insanlara râcidir.
إِلَّا (EılLAv) “Ancak”
“İllâ” ancak, sadece, yalnız anlamlarına gelir. Türkçede ‘dışında’ olarak tercüme ederiz.
Böyle olanlar bunun dışındadır diyebiliriz. ‘Koyunlar kurban olur’ dedikten sonra ‘sakatlar olmaz’ dersek bu takyid olur. Burada sakatlara kıyas yapılarak hastalar da kurban olmaz anlamı çıkar.
Ama eğer “İllâ” ile gelirse, o zaman artık bu “İllâ” ile yapılan istisnalara kıyas yapılamaz.
“Necva”da hayır için aşağıda dört konu getirilmiştir. Bunun dışında hayır yoktur denmektedir. Ama bunun dışında olanlarda necva yapılması da yasaklanmamıştır. Nerelerde necva yapılmasının haram olduğu başka yerlerde bildirilmiştir. Aşağıda yapılan istisnalarda yani sadaka vermede, marufu emretmede veya ihtilaflıların arasını bulup barıştırmada hayır vardır denmektedir. Hükmün bütün insanlara şamil olması için necva kelimesi söylenmiştir.
Başkanların bilhassa savaşta necva yapmalarında bir hayır olabilir. Başkanları hükümden istisna etmek için bu “Hum/onlar” zamiri getirilmiştir. Başkanların necvasından başka yerde bahsedilecektir.
Çağımızda her şey necva ilkesi üzerinde kurulmuştur. Alış ve satışlar, kayıtlar gizli tutulmaktadır.
İnsanlar kendi hukuklarını korumak için resmi defter tutarlar. O defterde yazılanlar aksi sabit oluncaya kadar geçerlidir. Kişilere ait siciller gizlidir ama eşyalara ait siciller açıktır. Kişiye gelen tüm evraklar dosyasına alınır. Verilen cevaplar da dosyasına konur. Bu dosya kendisine aittir. Gizlidir. Sadece istediği kimse açabilir. Görevli bile mahkeme kararı ile de olsa açamaz.
Ama borç ve alacaklar, ambar ve kasa hesapları, demirbaşların hepsi açıktır.
مَنْ أَمَرَ (MaN EaMaRa) “Kim emrederse.”
İki yerde necvada hayır olduğunu ifade etmektedir. Biri emirdir. Diğeri ıslahtır.
Emirde, kişilerin yaptıkları hataları ve işledikleri suçları ifşa etmek için kapalı yapılır. Kenarda sessiz söylenir. Birinin zina yaptığını görseniz, onu söylemeniz yasaklanmıştır. Ancak dört şahit olursa o zaman söylersiniz. Islahta da karşılıklı söylenen sözlerden bozucu olan sözleri götürmezsiniz, yahut kişileri bozacak sözler söylerseniz onları direnmeye sürüklersiniz. Firavuna bile kavl-i leyyin söyleyeceksiniz. Bu sebeple bu hususta necva meşrudur. Bu da iki çeşittir. Biri sadakayı emretmek, diğeri de marufu emretmek.
بِصَدَقَةٍ (Bı ÖaDaQaTın) “Sadaka ile emr için necva yapabilirsiniz.”
İslâm düzeninin, “Adil Düzen”in en büyük özelliği, insanların birbirine hükmetmemesi, kendi içtihatları ile amel etmeleri, herkesi kendi beyanları ile ilzam etmeleridir. Bugün dahi durum böyledir. Herkes kendi beyanı ile vergisini öder. Ne var ki Batılılar “Adil Düzen”in bu emrini kopya ederken onu tahrip ederler. Devlet görevlileri tahakkuku yaparlar, mahkemeye mükellef gider. Bu uygulama genel hukuka aykırıdır. Kişi kendi beyanı ile vergisini öder. Aksi sözkonusu ise aksini iddia eden ispat eder.
Keffaret cezaları da böyledir. Kişi haram suçları işler, keffaret cezalarını öder. Bu da “sadaka”dır.
Eğer birisi vergi kaçakçılığı yapıyorsa veya keffaret cezaları ödemiyorsa; buna muttali olan yetkili onunla özel görüşme yaparak hatırlatması gerekmektedir. Biz bunu şöyle işlem hâline getirmiş oluyoruz.
Birisine bir şey söyleyeceksen bir mektup yazıp gönderiyorsun. Kendisine bildiriliyor, dosyasına konuyor. Cevabı da dosyaya konuyor. Ancak böyle kimselere tebliğ şöyle yapılır. Herkesin bir takipçisi ve tebliğcisi vardır. Kişi kendi takip ve tebliğcisine söyler, o da tebliğ edilecek kimsenin tebliğcisine söyler. Uyarı gerçekleşmiş olur. İşte bu tebliğci gizlidir. Bu hususlar başkalarına duyurulmaz.
أَوْ مَعْرُوفٍ (EaV MaGRUvFın) “Yahut marufu emretmek için necva yapılabilir.”
İcma ile sabit olan hususlara kişi uymuyorsa, ona uyması için hatırlatılır. Bu hatırlatma tebliğciler aracılığı ile yapılır. Kişi doğrudan kendisi de söyleyebilir. İşte bu hatırlatmalar açık değil gizli yapılır. Her ikisi de emir mahiyetindedir. Bu emri herkes yapamayacağına göre, ya dayanışma ortağı başkanı veya ocak ya da bucak başkanı olur. Kişinin 25 hizmetlisi vardır, onlar da tavsiye ederler.
Ayrıca kişinin ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları sorumluları vardır. Kişiye onlar emredebilirler. Verebilecekleri ceza dayanışma ortaklıklarından çıkarmak, eğer ocak veya bucak başkanı ise ocağından veya bucağından çıkarmaktır. Önce kapalı olarak ihtar ederler, emrederler. Kişi kendisi ortaklık sorumlularını değiştirebilir, ocak veya bucaktan kendisi ayrılır. Hicret ederse veya dayanışma ortaklığını değiştirirse, sorumluluk yeni sorumlu veya başkanlarına bildirilir. Takip edilmez.
أَوْ إِصْلَاحٍ (EaV IıÖLAXın) “Nâs arasını ıslah etmek.”
Deri özel bir muameleye uğratılmazsa kuruduğu zaman kaskatı kesilir, işe yaramaz olur. Dabbağlama dedikleri işlemlerden geçirildikten sonra yumuşar ve artık istediğimiz gibi serer ve katlarız. İşte bu deri ıslah edilmiş deridir. Bir atı ıslah etmek demek, onu binilir veya yük yüklenir hâle getirmek demektir. Bir somunu cıvataya alıştırmak da ıslahtır.
“Islah etmek” demek, birlikte iş yapar hâle getirmek demektir.
“Silm” barış demektir. Yani, insanların birbirlerine düşmanlık yapmamaları demektir. İki komşu arası islâm edilir, iki komşu birbirine müslim olurlar. Oysa karı-koca arası sulh olur. Karı-kocayı barıştırmak sulhtur. Çünkü ortak yapacakları işler vardır. Türkçede sulh ile müsalemetin karşılığı aynı kelimedir; barışmadır. Oysa sulh daha işlevsel bir kelimedir, birbirini tamamlayan işler yapar hâle gelmek demektir.
بَيْنَ النَّاسِ (BaYNa elNAvSı) “Nâs arasını ıslah etmek.”
İnsanların bir araya gelerek taazzuv etmeleri ıslahtır. Aralarında hiçbir kavga olmadığı halde kişileri bir araya getirerek onları evlendirmek bir ıslahtır. Bir ortaklık kurmalarını sağlamak bir ıslahtır. Bir cami yapıp bir araya gelmelerini sağlamak ıslahtır. Hâsılı; dernek, vakıf, şirket, kooperatif, hastahane, okul, mabet kurmak ıslahtır. Dayanışma ortaklıkları tesis etmek ıslahtır.
Emretmenin yanında ıslahta bulunmak için de necva meşrudur. Çünkü kötülükleri faş etmemek için, insanların bir araya gelmelerini sağlamak amacıyla, birlikte olmalarını temin için aralarında mevcut olan engelleri kaldıracaksınız, birlik hâle getireceksiniz. Bunları yaparken de necva yapmak caizdir.
Marketler zincirinde pazarlamacılarımız olacaktır. Her hafta belli evlere uğrayacak, onların siparişlerini alacak, mağazaya verecektir. Siparişleri eve başka ekip teslim edecektir. İşte bu sipariş alanlar daha çok kadınlardan olacaktır. Çünkü ev ihtiyaçlarını kadınlar bilirler. Bunlar aynı zamanda ailelerle necva yapacaklar, onların sorunlarını öğrenecek, onların sırdaşları olacak, sorunların çözülmesi için faaliyet göstereceklerdir. Bu sorunların bir kısmı başkalarını ilgilendirmez olur. Bu necva meşru kabul edilmiştir.
“Nâsın beynini yani arasını ıslah etme”nin anlamı budur.
Her ilçede 10 kadar market olacaktır. Marketler birbirine rakip satış merkezleridir. İnsanlar görmek, eşya ile tanışmak, onlar hakkında bilgi almak için mağazalara gelip gideceklerdir. Satışta olan mallar oralarda görülecektir. Ancak halk taşıma işlerini kendileri yapmayacaktır. Aklına geldiğinde ‘bana getir’ deyip de malları getirtmeyeceklerdir. Sipariş alanlar evlerine gidecekler ve siparişlerini alacaklar yahut onlar mağazaya gelip sipariş vereceklerdir. Her mağazada bir din adamı oturacak ve insanlarla sohbet edecektir. Sipariş verenler sosyal sorunlarını ona bildirecektir. Bunlar necva içinde olur. Satışta yardımlaşma fonu ayrılacaktır. Sıkıntılı olanlara bu fondan yardım yapılacaktır, hem de kendi takibi olmadan. Bu müessese ‘ıslahin beyne’n-nâs’ müessesesidir.
وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ (Va MaN YaFGaL ÜAvLıKa) “Kim bunu yaparsa.”
Yukarıda “necvanın kesirinde hayır yoktur” diyerek necvanın faydasız olduğunu belirtti. Sonra istisna etti. İstisna, bunlarda hayır olabilmesidir. Burada bu işte bir şartla hayır vardır; Allah rızası.
Allah rızası için yapılmalıdır. Eğer bu iş komisyonculuk gibi menfaat karşılığı yapılırsa orada sevap yoktur. Hayır da olmayabilir. Burada işaret edilen necvadır. “Necvayı kim Allah rızası için yaparsa” denmiş olur. Böylece bize böyle bir müessesenin tesisi gerekmektedir.
ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ (ıBTıĞAEa MeRWAvTı elLAHı) “Allah’ın merdatını ibtiğa için yaparsa.”
“Bağyetmek” o işi yapmak için çaba sarf etmek, müteşebbis olmak demektir. Allah rızası için yapılan her şeyden Allah razı olur. Bazen başarıya ulaşılmaz ama, Allah’ın rızası yine kazanılmış olur.
Bir iş yaparken bütün sorun Allah’ın rızasını aramak, iyi niyetli olmak demektir. Ne var ki, Allah’ın rızasını aramayı kendisine göre değerlendirenler bunu kötü olan insanlarla savaşmak, onlardan nefret etmek, onlarla kötü olmak şeklinde anlamaktadır. “Ğılz” sadece savaşta mübareze ederken meşrudur. Onun dışında savaş savunma savaşıdır, onları da ıslah etmektir; yoksa onlara düşmanlık değildir. Düşmanlık olsaydı onların yok olmalarını isterdik. Oysa biz onların da ıslah olarak bizim gibi müslim ve mü’min olmalarını istiyoruz; hem de kendi inanç ve fıkıhlarında, kendi yaşamaları içinde, barış içinde olmalarını istiyoruz.
Müslümanlar önce her söze kulak verecekler; herkese değil, her söze. O sözlerin içinde en iyisini seçecek ve ona uyacaklar. Sonra diğer insanlarla iyilikte ve nâsın beynini (yani insanların arasını) ıslahta yardımlaşacaklar; kötülükte, nâsın arasını ifsatta yardımlaşmayacaklardır. Herkese hakkı anlatacaklar, marufa çağıracaklar ama onlara zor kullanmayacaklar. Cebir yapmayacak, ikrah yapmayacaklardır. Hakemler kararı olmadan kimse kimseye baskı yapamaz. Bütün bunları yaparken topuluk için yararlı olanı yapacaklardır. Topluluğu dağıtacak, onun aleyhinde olan hiçbir şey yapmayacaklardır.
“Merdatillah” dendiğinde, topluluğun rızası anlamını da taşır. Eğer topluluk zalimse tebliğ yapıp insanları hidayete çağıracaklar. Önce öğrenecekler, sonra yapıp gösterecekler, sonra anlatacaklar. Gelirlerse işbirliği yapacaklar. Topluluğun barış ve saadet içinde yaşaması için “Adil Düzen”i tesis edecekler.
Barış ve saadet içinde yaşamak topluluğun merdatıdır. Kâinatın hâlikı Allah’ın merdatı budur. Bunun böyle olduğu ıslahi beyne’n-nâs için ibtiğae merdatı bununla tavsif etmesinden anlaşılmaktadır.
فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ (Fa SaVFa NuETIyHı) “İleride ona ita edeceğiz.”
Burada necvayı yapan kişi olarak ele aldı. Oysa topluca işlenen bir fiildir. Bu da kişinin sır saklamasıdır. Kişi insanlar arasında sadaka ve emri bilmarufla dolaşırken veya ıslahi beynen’n-âs yaparken birçok sırlar öğrenecektir, dedikodular duyacaktır. Onları ketmedip saklıyorsa tek taraflı necva yapmaktadır demektir. Ona ileride verilecek demektir.
Kur’an’da “SE” dendiği zaman dünyada verileceğini, “SEVFE” dendiği zaman âhirette verileceği şeklinde anlıyoruz. Bununla beraber bazen âhiretin yakın olduğunu bildirmek için “SE” dünyada değil de, ertelenmiş olarak geleceğini bildirmek için dünyada olacaklar için de getirilir. Böyle çalışan insanların ücretleri âhirette verilecektir. Çünkü yaptıkları hep sır olarak kalacaktır. Kamu onu öğrenemeyecek demektir.
أَجْرًا عَظِيمًا(114) (EaCRan GaÇIyMan) “Azim ücret”
Haseneler vardır ki dünyada da hasenedir, âhirette de hasenedir. Abdest aldığınızda ferahlarsınız, namaz kıldığınızda içinizde bir hafiflik ortaya çıkar. Oruç tuttuğunuz zaman iftar yapınca doymanın zevkini tadarsınız.
Ancak öyle haseneler vardır ki bu dünyada karşılığı bir yüktür. Bir şeyi bilip de söyleyememek bir yüktür. Savaşta ölmek bir yüktür. Dünyada hasenesi yoktur. Onların ücreti de azimdir, yani âhirette azim ücrete ulaşılacaktır. Bununla beraber, faaliyet gösterildiği zaman sonuç ortaya çıkmaz. Islahi beyne’n-nâs emri, sadaka veya maruf o gün meyvesini vermez. Çok sonra ücreti ortaya çıkar, ecri azim ortaya çıkar.
Said-i Nursi Bediüzzaman, Mehmet Akif ve diğer birçok insan küfre karşı çıkmışlar, onları söyledikleri zaman başarısız olmuşlardır ama sonra İstiklâl Savaşı kazanılmıştır. 1960’larda, hattâ 1950’lerde başladığımız faaliyetler; Akevler, bağımsız adaylıklarımız, vakıflarımız ve diğer her türlü çalışmalarımız o günlerde çok zayıf birer ıslahi beyne’n-nâs idi. Ama şimdi anayasa ekseriyeti gibi ecri azimle mükâfatlandırıldı.
Kimileri bu çabayı, İslâmiyet’in muzaffer olması çabasını parçalı görerek başarının bizim başarımız olmadığını söylemektedir. Onlara göre Allah’ın rızası için faaliyet gösterilmemiş, kendileri için faaliyet göstermişlerdir. Onlar için anayasa ekseriyeti ecri azim değildir. Ama biz Allah rızası için çalıştık, Allah rızası için faaliyet gösterdik, Allah da Türkiye Müslümanlarına ecri azim vermiştir. 1950’de bağımsız Müslüman devlet olarak sadece Türkiye vardır, Afganistan vardır. Onun dışındakilerin hepsi esir durumda idi, Türkiye de ateist idi. Bugün elliye yakın İslâm ülkesi bağımsızlığını kazanmış, Türkiye de bir İslâm devleti olarak Avrupa Birliği’ne girmektedir. Dünyadaki ateizm çökmüştür. Bunlar Allah’ın bize verdiği ecri azimdir.
Şimdi bize düşen vazife “Adil Düzen”i ortaya koymaktır. Bunun için -içtenlikle söylüyorum- yapılması gereken Adil Düzene göre market tesis etmek, taviz vermeden market kurmaktır. Şeytan gelir ve yüsrü usr gösterir, hemen taviz vermeye başlarız. Baştan muvaffak oluyormuş gibi olur. Sonra hezimet olur.
Merdatillâhı unutmadan hareket edildiği zaman ilkin sıkıntılar olur. Ama ileride ecri azim ile mükâfatlanmış oluruz. Topluluk için ilerisi dünyada ileridir. Kişiler için ilerisi âhirette olur. Ne var ki, bir insanın istediği bir şeye kavuşması saadet için yeterli değil midir? Bize ‘şeriat düzenini istiyorsunuz’ diye zulmedenler, şimdi bizim arkadaşlarımızı desteklemek zorundadırlar.
“Adil Düzen”e karşı olanlar zulüm içinde helâk olduktan sonra “Adil Düzen” gelecektir.
وَمَنْ يُشَاقِقْ الرَّسُولَ (Va MaN YuŞAvQıQı elRaSUvLa) “Resule kim şikak ederse.”
Kur’an’ı anlamada iki büyük perde vardır. Bunlardan biri Kur’an’ı sadece Mekke ve Medine’de Hz. Muhammed aleyhisselâma indirilen ve sadece sahabeleri ilgilendiren bir kitap olarak anlamaktır. Bu anlayış bizi oraya yani sadece o döneme götürüp gömmekte ve kendi hayatımızı o hayat içinde Kur’an’a uydurmakla uğraştırmaktadır. Nasıl Türk Ceza Kanunu İtalya’dan tercüme edilmiş olmakla beraber, İtalyan Ceza Kanunu bizim kanunumuz değilse; söz aynıdır ama taşıdığı manâlar farklıdır. Bunun gibi; Kur’an bize şimdi nâzil olmaktadır ve bugünkü hayatımızı düzenlemektedir. Kur’an aynı Kur’an’dır, şüphesiz manâları da aynıdır. Ama onlardaki uygulaması başka, bizim uygulamamız başkadır. Bunun önemi nerede?
“Resul” deyince sadece Hz. Muhammed aleyhisselâmı anlarsak hep orada kalırız. Kur’an’da “RESUL” geçince başkanı anlamamız gerekir. Burada “kim başkana şikak ederse” denmektedir.
“Nebi” dediğimiz zaman bugünkü müçtehit anlaşılmalıdır. Yoksa Hz. Musa veya Hz. İsa peygamberin devrine gider ve orada yaşamaya başlarız. Toplulukların başkanları vardır, imamları vardır. İmam resuldür. Beş vakit namazın imamı vardır, bu aşiret imamıdır. Cumanın imamı vardır, bu kabile imamıdır. “Resul” olarak daha çok kabile imamına denmektedir. Çünkü yargılama yetkisi Cuma imamına aittir. Bucak başkanı demektir.
İslâmiyet’te il başkanı yoktur. İl halkının kendisine doğrudan tâbi olduğu başkan yoktur. İl başkanı il merkez bucağının başkanıdır, o ancak orada kadıdır. Taşra bucaklarının iç işlerine karışmadığı gibi oranın kaza işlerine de müdahale edemez. Buradaki halk için Cuma imamı olan kabilenin başı bucağın başkanıdır. Jandarma veya asker olarak il merkez bucağına katılanlar orada oldukları müddetçe oranın imamına tâbidirler. Yani, askerlik yapanlar kendi komutanlarına tâbidirler ve onların o esnadaki resulü komutanlardır.
Genel kural şudur. Kişi bucağını değiştirmedikçe bucak başkanına karşı herhangi bir faaliyette bulunamaz. Diğer taraftan komutanını değiştirmedikçe komutanına da karşı çıkamaz. İslâmiyet’teki demokrasi başkana veya emire karşı çıkmak, ona muhalefet değil, ondan hicret etmekle olur. Yerinden yönetim olduğu için kişinin bütün sorunları kendi bucağında çözülecektir. Resulün etrafında kenetlenip şeriat içinde yaşayabilmek için -tabii ki burada kastedilen resul Cuma imamıdır- onun şeriata uygun olarak seçilmiş olması gerekir.
Halk kendilerine ilmî danışman seçer. Bunlar 5 ile 20 kişi arasındadır. Buna ‘ilmî şûra’ diyoruz. İlmî şûra sıralama usûlü ile başkan atar. Başkan her karyeye birer emir tayin eder. O karye içinde bulunmayanlardan isteyenler o karye emirini kendilerine komutan yaparlar. Komutan yeter sayıyı doldurunca emirliği kesinleşir; dolduramazsa başkan yenisini atar. Atadığı emirlerin emirlikleri kesinleşince yani halk komutanlarını seçince imama yani bucak başkanına dolayısıyla biat olur ve başkanın başkanlığı kesinleşir. Başkan 63 yaşına kadar başkanlık yapar. 70 yaşını aşmak üzere kendisinden sonra başkanlık yapacak kimseyi ilmî şûra atar ve böylece eski başkan fahri başkan olur. İşte bu resule o bucakta kaldığınız müddetçe biat edeceksiniz.
İl merkez bucaklarında il meclisi vardır. İl merkez bucağını bunlar oluşturur. Bunlar kendi imamlarını seçerler ve onların Cuma imamı olur. İlçe merkezlerinde emirler atanır, orada jandarmalık yapanların bucağıdır o. Onların Cuma imamı da o emirdir. Devlet merkezinde de meclis vardır. Bunlar seçilmiş ilim adamlarıdır. Onlar kendi imamlarını kendileri seçer ve onların Cuma imamı olur. Bölgelerde atanmış emirler vardır. Ama bu emirleri komutan kabul edenler bölge bucağını oluştururlar Onların resulü de odur. İnsanlığın da merkez bucağı vardır. Bu Mekke’dir. Kıta merkezlerindekiler de emir benzeri yöneticilerdir. Kıta merkez bucaklarının imamı onlardır. Hâsılı, herkesin resulü kendi Cuma imamıdır. Ve Cuma dışında herkes ümmettir.
Burada şuna işaret etmemiz gerekir ki, Cuma imamları sadece kendi meclislerine karşı sorumlu olup, merkezi imamlara karşı sorumlu değildirler. Yani, bucak başkanının resulü il başkanı değildir, il başkanının resulü devlet başkanı değildir, devlet başkanının resulü insanlık başkanı değildir. Bağımsız yönetim vardır. Merkezler hâkim değil, hâdimdir.
“Şakavet” ise karşı cephe kurma demektir, şık olma demektir, topluluğu parçalama demektir. Bu sebepledir ki bir aşirette iki mescit olmaz. Bir kabilede de iki Cuma mescidi olmaz. Olursa, mescid-i dırar olur. Cuma günü Cuma mescidi dışında imam da olsa cemaatle namaz kılınmaz. Öğleyi herkes kendi başına kılar. Yine bu sebepledir ki bir yerde bir vakit cemaatle ikinci defa kılınamaz.
Peki, muhalefet olmayacak mı? Önce başkan kendisi hiçbir uygulama yapmaz. Uygulamaları vezirler yapar, görevliler yapar. Başkan görev verir ama artık ona talimat vermez. Görevli kendi içtihadı ile görevini yapar. Dolayısıyla başkan değil, görevlendiren değil, görevli sorumludur. Görevliye karşı dayanışma ortaklıkları başkanları kamu davasını ikame eder, eğer görevde bir aksilik ve yanlışlık varsa görevli sorumlu olur. Yani, iktidara muhalefet yoktur. İktidar atama bakımından başkandır ama görevliler sorumludur. Sorumluluk da hakemlere karşıdır. Başkan tarafsızdır. Dolayısıyla başkana muhalefet yoktur. O bucağı veya ocağı terk edip ayrılma hakkı vardır. Ayrıldığı zaman da ayrılanın taşınmazlarını devlet satın almak durumundadır.
مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى (MiN BaGDı MAv TaBayYaNa LaHu eLHUDAv)
“Kendisine hidayet tebeyyün ettikten sonra.”
Başkana itaat edilecektir, ancak başkanın yetkileri içinde olan hususlara itaat edilecektir. Yoksa başkan her istediğini emredecek ve ona itaat edilecektir şeklinde değildir. Tarikatçılar ve siyasiler böyle anlıyor ve dalâlete düşüyorlar. Önce herkes kendi içtihadına göre hareket edecektir. Başkan emretti diye hemen onu yapacak anlamında değildir. Başkanın emrettiği şey hidayet olacaktır. Başkan da hidayet olacaktır.
Başkan yetkileri dahilinde olan şeyleri emredecektir. Başkan yasama ile ilgili kuralları koyamaz, başkan yasaları tatbik eder. Başkan verilen emirlerin takipçisi olmaz. Takipçiler dayanışma ortakları olur. Kişi kendi içtihatları ile emirleri yerine getirir. Şeriata uygunsa ve başkanın yetkisi dahilinde ise o işi yapar. Yoksa şeriata aykırı veya yetkisini aşmış emirleri dinlemez. Dinlerse sorumlu olur. Ancak bunu dinlemezken başkana cephe almaz. Sadece içtihadına uygun olarak yapar. Başkanın uygulamaya karışma yetkisinin olmadığını bilir.
Burada iki kelime geçmektedir. Biri “HÜDA” kelimesidir, ikincisi “TEBEYYÜN” kelimesidir.
Önce “HÜDA” nedir? Herkes hüdayı kendi istediği gibi anlar. Mesela, tarikat ehli hüda şeyhtir der. “TEBEYYÜN” de kerametlerdir. Şeyhlerinden birtakım rivayetler naklederler, böylece onun şeyhliğine inandırdıktan sonra ona şikakı irtidat kabul ederler.
Şeriatçılar hüdayı böyle anlamazlar. Şeriatçılara göre “HÜDA” icma ve içtihatla sabit olanlardır. “TEBEYYÜN” de icma ve içtihat beyanıdır. İcma kesin delildir. İçtihat da o anda kişinin amelî delilidir. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir çok açık delildir.
Şimdiye kadar, icma ile sabit olan bir hükmü sizlere söyledik. Herkes kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir dedik. Birçok âyet buna delâlet ediyordu. Mesela, kesbettiğ kendi lehine, kesbettirilen kendi aleyhinedir diyorduk. Ama bu âyet bunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Başkanın emri içtihatla sabit olan kendi şiresine uygunsa o zaman ona şikak edecektir. Başkanın yetkisi dahilinde ve şeriata uygun emirlerine itaat edecektir. Bu husus fıkıhçılar tarafından açıkça ifade edilmiştir. Şeriata muhalif emirlerde başkana itaat yoktur.
Burada “LEHU” denmektedir. Kendisine tebeyyün ettikten sonra denmekte, herkesin kendi içtihadıyla amel etmekle mükellef olduğunu çok açık şekilde ifade etmiş oluyor.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nın temel kuralı olan; “kişi üstlere değil, kişi şeriata karşı sorumludur, hesabı üstlere değil hakemlere verir, üstlerin altları cezalandırma yetkileri yoktur” kuralı ile buradaki “LEHU” kelimesinden ortaya çıkmış olmaktadır Hukuk düzeni budur. Polis rejiminde kişi üstlere karşı sorumludur. Hukuk düzeninde ise kişi yargıya karşı sorumludur.
وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ (Va YatTabıGu ĞaYRa SeBIyLı eLMuEMıNIyNa)
“Mü’minlerin gayrisi bir sebile ittiba ederse.”
Kurallarımızın birincisi, herkesin kendi içtihadı ile hareket edeceğidir. Bu “Lehu’l-Hüda” ile ifade edilmiştir. İkinci kural da şudur, içtihatlarımız icmalara uymalıdır. Biz icmaa muhalif bir amelde bulunmamalıyız.
Burada “SEBİLİ’L-MÜ’MİNÎN” denmiştir; mü’minlerin icmaıdır.
İcmaa aykırı içtihadımız olsa bile icmalara uymak zorundayız.
Burada şu da izah edilmiş oluyor. Hidayet nedir? Hidayet icma ile sabit olan hususlardır. Mü’minlerin gayrisi olan hidayetin gayrisi olmadır. Hidayet yol göstermedir. Demek ki gösterdiği yol mü’minlerin yoludur.
Bu âyet bir taraftan icmanın da delili olmaktadır.
Malikiler mahalli icmaları kabul etmişlerdir, Hanefiler kabul etmemişlerdir.
Burada resule şikak ile birlikte zikredilen mü’minler Cuma cemaati olan mü’minlerdir. O halde asıl emredilen Cuma cemaatinin icmalarıdır. Çünkü bütün yönetim kabile içinde olmaktadır. Doğrudan yönetim esastır. Bunun manâsı şudur. Kabile içinde ehl-i zikrin ve âmillerin icmaı sebili’l-mü’minîndir. İl merkezinde o ilim fakihlerinin icmaı o il için sebili’l-mü’minîndir. Ülke içinde o ülkenin rasihlerinin ittifakı sebili’l-mü’minîndir. İnsanlık içinde tüm rasihlerin ittifakı bütün nâs için mü’minlerin sebilidir ve hidayettir.
Bu âyetin bize öğrettiği başka bir husus da; icma ehli nöbetlilerdir, bedelliler değildir. Bedelliler kendi cemaatleri için içtihat yapabilirler. Zimmilere icmada yer verilmemiştir.
نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى (NuValLIyHı MAv TaValLAy) “Neye tevelli etmişse biz de onu ona tevelli ederiz.”
Bu âyete birçok manâ verebiliriz. İnsan kimi kendisine veli yaparsa biz de onu ona veli yaparız.
Bu başkanlık sistemini ortaya koymaktadır. Herkes kendi başkanını kendisi seçer, kendi dayanışma ortağını kendisi seçer. Seçme hakkı ona tanınmıştır. Ama seçtikten sonra artık Allah onu ona veli yapmıştır. Dolayısıyla kimse bunu ben seçtim, ben onun kararlarına uymam diyemez. Seçmekte serbesttir ama seçildikten sonra artık ona itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir. Beğenmeyenler dayanışma ortaklıklarını değiştirebilirler, ocaklarını ve bucaklarını değiştirebilirler, komutanlarını değiştirebilirler; ama onlara itaat etmeme veya onlara karşı ayrılık çıkarma yetkileri yoktur.
Bu âyetin başka bir anlamı da; o nasıl isyan edip de iktidarı silah veya hile ile ele geçirmişse, sonra ona karşı da aynı şey yapılır. O nasıl tevelli etmişse, biz de ona öyle birisini tevelli ederiz denmektedir.
Bu sebeple iktidara gelenler eski iktidarın kerhen de olsa muvafakatini almaya çalışır, meşruiyeti eski meşruiyet içinde ararlar. Mesela, 1961 Anayasası anayasa kuralları içinde devralınmadı. 1971 müdahalesi anayasa kuralları içinde yapıldı. 1980 de anayasa kuralları içinde yapılmadı. 1997’de anayasa kuralları içinde sorunların çözülmesi istendi.
Adil Düzenciler mevcut düzeni devirerek iktidarı ele geçirmeyi, hattâ müdahale ederek ele geçirmeyi meşru saymazlar. Önce kendi aşiretlerini kurarlar. Bir apartmanda toplanırlar. Barındırmazlarsa hicret ederler. Sonra kendi bin hanelik sitelerini kurarlar. Barındırmazlarsa hicret ederler. Sonra hücrelerin çoğalması gibi çoğalarak Adil Düzen sitelerini oluştururlar. Ondan sonra anayasa kuralları içinde partilerini iktidar ederler. İktidara karşı gelerek reform yapmazlar. Hazreti Muhammed aleyhisselâm Mekke iktidarı ile savaşmadı, Medine’de sitesini kurdu. Mustafa Kemal de saltanatla savaşmadı, ülkeyi işgal eden düşmanlarla savaştı.
وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ (Va NuÖLıHı CaHaNNaMa) “Cehennemde onu ıslah ederiz.”
Fırında onu pişiririz. Bu dünya hayatı geçicidir. Âhireti kazanmak içindir.
Bugünkü Kur’an ehlinin yanıldığı ikinci husus da Kur’an’ın hep âhiret hayatı zannetmeleri şeklindedir. Allah’ı ötelerin üzerine gönderirler, emirleri öbür dünyaya havale ederler, dolayısıyla kendileri lâik hâle gelirler.
Kur’an bugün bize nâzil olmuştur, bize emretmektedir. Şimdi burada yapacaklarımızı anlatmaktadır. Âhirette ne yapacağımızı değil, bu dünya hayatında âhiret için ne yapacağımızı anlatmaktadır. Âhiretimizi kazanmak için ocağımızda ve bucağımızda ikilik çıkarmamamız emrolunmaktadır.
Bir topluluk içinde yaşarken fikren onlara muhalefet eder, onları uyarırsınız, ama onlara muhalefet edemezsiniz. Böyle bir durumda oradan hicret edeceksiniz. Zalim bir yönetici vardır. Mazlumları korumak için başkana karşı geldiniz, bu başkan zalim. Ama karşı geldiğiniz için zulmetmeye hak kazanır. Size ve koruduğunuz kimseye daha ağır zulmeder. Bu zulümde haklı da olabilir. İşte bu zulmün cezasını siz çeker, cehennemde pişersiniz. Yapılacak iki şey var, ya itaat ya da hicret. İnsanlığa bunu öğrettiğimiz zaman dünyadaki anarşi sona erer. Öğretmek için örnek göstermeliyiz. Cehennemden kurtulma burada yaptıklarımızla ilgilidir.
Bir topluluk eğer hidayet üzerinde kurulmamışsa o topluluk felaha ermez. Yapılacak iş yeni site kurup o sitelere hicret etmelerini sağlamaktır. ‘Ben Kur’an’a inanıyorum, mü’minim’ diyenin tutacağı başka yol yoktur.
İslâmî siteler oluşturmalıyız. Siyaset bunun için olmalıdır. Tarikat da bunun için olmalıdır. Şirketler ve kooperatifler bunun için kurulmalıdır. Kur’an sitelerini oluşturmak bizim tek görevimiz ve tek hedefimizdir. Kur’an siteleri demek, beş vakit namazı cemaatle kılıp Kur’an’ı meal ve tefsirleri ile okuyan cemaatler demektir. Cehennemden kurtulmanın tek yolu budur. Bunu ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor. Ondan başka tutunacak bir şey bulamazsın diyor. Başka kurtuluş yolları hep denenmekte ama sonuca ulaşılamamaktadır.
وَسَاءَتْ مَصِيرًا(115) (Va SAEaT MaÖIyRan) “Masiren sev’et etmiştir.”
“MASİR” başkalaşma yeridir. Bize göre cehenneme giden insanlar önce başkalaşım geçirecek ve molekül yapılarından cinlerde olduğu gibi atom yapılarına dönüşeceklerdir. Cezaları bittikten sonra da yine bir uyma dönemini geçireceklerdir. İpek böceği bir kurttur. Belli bir devreye ulaşınca kendisine bir yuva yapar ve içinde başkalaşım geçirmeye başlar. Kelebek çıkar. Buna krizalit devresi denmektedir.
Tekrar molekül yapısına dönüşeceklerdir. “SARE” dönüşme demektir. Bu dönüşmeler rahat olmayacaktır. İşte burada cehennemin kötü dönüşme yeri olduğu söylenmektedir.
إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ (EinNa elLAHe LaYaĞFıRu EaN YüŞRaKa BiHi)
“Allah kendisine şirk edilmesini mağfiret etmez.”
Şimdi sorunun cevabını bu âyette arayabiliriz.
- İnsan kendi içtihadı ile veya müçtehidinin içtihadı ile değil de, kendi keyfine göre hareket ederse o kendisini Allah’a şerik yapmış olur. Allah bunu affetmeyecektir. Kendi içtihadı ile değil de, başkasının arzularına ve keyiflerine göre hareket ederse o da şirk etmiş olur. Yani Hüda’ya değil de, başkalarının heveslerine uyan şirk etmiş olur.
- İcmalara karşı, icma ile sabit olan hükümler dışında içtihadını bir yere bağlarsa da şirk etmiş olur. İcma topluluğun kararıdır. Başkan da olsa, kişilerin kararlarını icma seviyesine çıkarmak demek şirktir. Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasasında şöyle deniyordu: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Bunun Kur’an’daki ifadesi; hüküm Allah’ındır. “Millet hakimiyeti Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılır.” deniyordu. “Millî iktidar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.” deniyordu. İşte hakimiyeti milletin dışına vermek şirk olduğu gibi, iktidarı Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında bölüştürdünüz mü şirk olur. Bu sebepledir ki Osmanlılarda mevcut olan Senato 1924 Anayasasında yoktur. Anayasa Mahkemesi de yoktur. Bunların hepsi şirktir. İktidarı tecezzi etmek şirktir. TBMM’den başka iktidar düşünülemez. Yüce Divan TBMM içinden oluşturulur. Hakemlerden birini bir taraf, hakemlerden diğerini diğer taraf seçer; Meclis içinden seçer. Onlar da baş hakemi seçer. Meclis kendi kendisini denetlemiş olur.
- Her türlü tasarruflarda hakemler dışında son merci tanımak da şirktir. Tarafların seçtiği hakemlerle o hakemlerin seçtiği baş hakem dışında tâbi olacağımız bir yer yoktur.
- Nihayet, bir topluluğun başında ikinci başkanlık iddiası şirktir. Her topluluğun bir başkanı vardır, kurumlararası dengeyi geçici hakemlikle o korur. Şirk koşma sadece düşüncedeki şirk değildir, fiiliyattaki şirktir. Hıristiyanlar papaların fetvalarını, şeriatlarını ve tarikatlarını değiştirdiler, bundan dolayı müşriktirler. Allah’a ibadet yerine İsa’ya ibadeti tedvin ettiklerinden şirk içindedirler. Bütün dünya dinleri inançlarını ve amellerini yeniden gözden geçirip dinlerine karışmış olan şirki atmalıdırlar. Şirkten kurtulmanın yolu içtihat ve icma müessesesidir. Bir yerde aşiret başkanına karşı çıkmak, onun yanında ona muhalif güç oluşturmak şirktir. Allah’a şirk koşmak demek, millî hakimiyete şirk koşmak demektir. Allah bunu mağfiret etmeyeceğini bildirmiştir. Bunlar âhirette cehenneme gideceklerdir.
وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ (VeYaĞFıRUv MA DuNa ÜAvLıKa)
“Bunun dışında her ne varsa hepsini mağfiret edebilir.”
Şirkin sonucu ise çok ağır olduğundan, onun cezası çektirilecektir. Onun dışındakiler mağfiret edilebilir.
Kur’an baştan itibaren şirke karşı cephe açmıştır. “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım isteriz.” Suç ile şirki reddediyor. “Sen bize hidayet et” demekle de içtihat ve icmayı tedvir ediyor. Yani içtihattaki hatalardan doğan yanlışlıklar hep mağfiret edilecektir.
لِمَنْ يَشَاءُ (LiMaN YeŞavEu) “Kim için dilerse.”
Şirkin dışındaki suçları Allah isterse affeder. Şirki ise affetmeyecek, cezasını mutlaka çektirecektir. Şirkin cezasının ebedi olduğu ve müşriklerin ebediyen cehennemde kalacakları hususu burada belirtilmemiştir. Ancak şirk bir inanç değildir, şirk bir fiildir. Küfrün karşılığı olarak iman getirilmiş, şirkin karşılığı olarak iman getirilmemiştir. Çünkü şirk kalbî bir fiil değil, amelî bir fiildir. Şirk şikaktır. İktidarın vahdetini fiilen bozmadır. Bu bozma da derece derecedir. Dolayısıyla şirkin affedilmemesi demek, onun ebediliği anlamına gelmez.
Kur’an’da; kitap verilenler işrak edenler, Yahudiler ve işrak edenler, Sabiiler, Mecusiler ve işrak edenler, müşrik mü’min, ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenler, münafıklar ve müşrikler olmak üzere karşılıklı geçmektedir. Bunlardan küfrün şiddetlisi olarak şirk kullanılmamaktadır. Aksine kitap ehli ve müşriklerin kâfirlerinden bahsetmektedir. Yani müşriklerden de kâfir olmayanlar vardır. Bu gösteriyor ki, eğer küfür iman karşılığı ise, kalbî bir fiil ise, şirk kalbî fiil değildir. Fiilen asi olanlar demektir.
Suç işliyor ama suçunu da suç saymayarak işliyor. Suç işliyor ama suçu suç sayıyor. O günahkârdır. Ama suçu suç saymadan işliyorsa, işte o müşriktir. Kâfir, gerçekleri gizleyen kimsedir. Suçu kabul etmiyor ama suç işlemiyor. İşlese de cezasına razı oluyor. Buna kâfir diyoruz. Onların yaşama hakları vardır. Müşrik ise suç işliyor, ama suçu suç olarak da kabul etmiyor. Hakemlerin kararlarına karşı çıkmaktadır. Onların dünyada aramızda olma hakları olmadığı gibi âhirette de affedilmeyeceklerdir.
Teslis inancına sahip olan müşriktir demek bunun için hatalıdır. Teslis inancına sahip olanlar iktidarı bölmüyor, parçalamıyorlar. Onlar bir tanrıyı yani Âlemlerin Rabbini kabul ediyorlar. Peder kabul ediyorlar. Dünyada Allah insan suretinde tecelli etti, İsa olarak göründü diyorlar. Aslında biz de bu tecelliyi kabul ediyoruz ama bütün insanları Allah’ın halifesi olarak görüyoruz. Hazreti İsa’nın iki tarafı vardı. Ruhani tarafı; bunu papalık temsil ediyor. Bir de bedeni tarafı; bunu da imparatorluk temsil ediyor. İşte baba, oğul ve ruhu’l-kudüs dedikleri şey budur ve onlara göre birdir. Çünkü hepsi tek tanrının ayrı görüntüleridir. Romalılarda ruhani taraf üstündür. Krallar papaya tâbidir. Bizans’ta ise bedeni taraf üstündür, kilise imparatora tâbidir. Bunlar tek tanrının izahları olup şirk değildir. Bu arada cahil Hıristiyanlar bunu baba-oğul şeklinde anlamışlardır. Kur’an’ın reddettiği budur. Hattâ onların içinde öyleleri vardır ki, Rabbu’l-Âlemîn olan Allah’ın kendisinin zâtını üçüncü kabul etmiş, ya imparatoru ya da papayı tanrıdan daha yüce yapmışlardır. Onlara itaat etmek şirktir. Hz. İsa’ya tapmak şirktir. Hz. İsa’nın ilâhi tezahür olduğuna inanmak değil, ona ibadet etmek şirktir.
وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ (VaMaN YuŞRıK Bi elLAHı) “Allah’a kim işrak ederse.”
Yani; iktidara bir iktidar daha çıkarırsa, topluluğun hakimiyeti yerine başka bir şeylerin veya kişilerin hakimiyetini ortaya koyarsa. Demek ki merkezî yönetim de şirktir. Her ocak ve her bucak kendi kendisini yönetecek, kendi Cuma imamlarına tâbi olacaktır. Merkez bucaklar hâkim değil, hâdim olacaklardır. Onun için ‘bi’l-kura’ denmemiş de ‘umme’l-kura’ denmiştir. İl başkanı yoktur, merkez bucağı vardır. Kişi kendi içtihadı ile amel etmez, başkalarının dediklerini yaparsa şirk etmiş olur.
Şirk âyetleri içtihadı ve yerinden yönetimi teyidi hedef almaktadır.
İnsanlar ne yapmışlar? Önce Allah’ı yeryüzünden göklere göndermişler, sonra da eski Yunanlılar gibi Allah ile putları savaştırmışlar. Atatürkçülük bir şirktir. Çünkü millî hakimiyetin üstünde bir güç olarak görülmektedir. Atatürk ulusun hâkimi değil, hâdimidir. O hayatta iken onun iktidarına karşı çıkmak şirk olduğu gibi; bugün de bugünkü iktidara onu karıştırmak şirktir. O günkü Meclis milletin iktidarını temsil ediyordu; bugünkü Meclis de bugünkü iktidarı temsil ediyor. O zamanın halkını bugünün halkının üstünde görmek de şirktir. Hakimiyet milletindir. Millet canlıdır. Kendi hakimiyetini her zaman kendisi istimal eder. Onun için dört veya beş senede yeniden seçim yapılmakta ve milletin iradesi yeniden tecelli etmektedir.
فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا (116) (Fa QaD WalLA WaLALan BaGIyDan) “Baid bir dalâlet içindedir.”
İktidarı parçalayanlar, yahut iktidar sahibini zaman zaman aciz kabul edenler derin şaşkınlık içindedirler. Yollarını sapıtmış ve şaşırmışlardır.
Evet; demek ki iktidarı parçalamak, derin devleti kabul etmek, Atatürkçülük gibi müsbet ilme aykırı ve bizzat onun kendi ilkelerine muhalif şeyleri iddia etmek derin şirktir ve dalâlettir.
Devlet bir bütündür. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortakları vardır. Bugünkü deyimle yasama, yürütme ve yargı güçleri vardır. Ordu yürütme içinde yer almaktadır. Başkan vardır. Kurumlararası dengeyi başkan sağlamaktadır. Türkiye devleti hukuk devleti olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne dayanmaktadır. Son merci odur. Ordu hükümetin elindedir. Hükümet orduya dayanarak her türlü tasarrufta bulunur. Yargıçların maaşlarını ödemeyebilir. Yahut Demirel’in Erbakan’a yaptığı gibi askerini gönderip ofisten uzaklaştırabilir.
Peki, iktidarı bundan vazgeçirecek hangi güç vardır? O güç Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Güvenoyu almaya devam ederse iktidarda kalır. İstediği kadar haksız işler yapsın, iktidar tecezzi etmediği için yapılacak bir şey yoktur.
Türkiye’de ne oluyor? Türkiye’de zaman zaman ordu devreye girmekte ve hukuk dışı olarak anayasayı çiğneyerek müdahale etmekte, yeni anayasa yaparak çekilmektedir! İşte bunların hepsi dalâlettir.
O halde ne yapılmalıdır?
- Türkiye yüze yakın vilayete ayrılmalı, her vilayet kendi meclisini ve hükümetini kendisi kurmalıdır.
- Her il yüze yakın bucağa ayrılmalı, her bucak kendi hukuk düzenini kendisi kurmalıdır. Merkezi yönetim iki kademede kalkmalıdır.
- İl meclisleri ve ülke meclisleri oluşmalıdır. Bucaklarda halk meclisi olmalıdır. Bucak hukukunu bucak meclisleri, il hukukunu il meclisleri, ülke hukukunu ülke meclisleri çıkarmalıdır. Ülke kanunları illerde geçerli olmamalıdır. İl kararları da bucaklarda geçerli olmamalıdır.
- Meclislerin içinde hakemlerin oluşturduğu yargı en üst merci olmalıdır. Hakemlerin aldığı kararlar devlet başkanını da, orduyu da, kişileri de, kurumlarını da bağlamalıdır. Her bucakta iktidar tecezzi etmelidir. Meclisin denetiminde hükümet tam yetkilere sahip olmalıdır. Son söz hakemlerin olmalıdır. Böyle bir düzende şirk olmaz.