NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
1962 Okunma
NİSA 25-30

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ مِنْكُمْ طَوْلًا أَنْ يَنكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ فَمِنْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ مِنْ فَتَيَاتِكُمْ الْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِكُمْ بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍ فَانكِحُوهُنَّ بِإِذْنِ أهْلِهِنَّ وَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ مُحْصَنَاتٍ غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلَا مُتَّخِذَاتِ أَخْدَانٍ فَإِذَا أُحْصِنَّ فَإِنْ أَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ مِنْ الْعَذَابِ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْ وَأَنْ تَصْبِرُوا خَيْرٌ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(25)

يُرِيدُ اللَّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ(26)

***

وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ مِنْكُمْ طَوْلًا (Va MaN LaM YasTaOıG MıN KuM OaVLan)  

“Sizden kim bir tavla istitaa edemezse.”

Önce İslâm nikâhı anlatıldı. Sonra muta nikahından bahsedildi.

Şimdi de köle nikâhından bahsedilmektedir. Hür kimselerin köle olan kimselerle evlenmeleri de meşru kılınmıştır. İslâm nikâhında mihir ve miras hükümleri geçerli idi. Muta nikahında ise mihir yoktu, miras yoktu. Ancak nafaka zorunluluğu vardı. Koca fakir de olsa, kadın zengin de olsa nafaka kocaya aittir. Koca kendisi bunu temin edemediği zaman nafakayı kocanın âkilesi (dayanışma ortaklığı) temin etmek zorundadır. Bu âkile dinî âkiledir. Bu sebepledir ki evlenmelere âkilelerin yani dinî dayanışma birliklerinin veya ilmî dayanışma ortaklıklarının izin vermesi gerekmektedir. Ancak evlendirmek de bunlara farz kılınmıştır.

Evlenmeye gücü yetmiyorsa”, yani muta nikâhında olan nafaka yükümlülüğünü bile yüklenecek durumda değilse, o zaman âkilesi yani dayanışma ortaklığı onun nikâhlanmasına izin vermemektedir.

O takdirde bu durumda olanların kölelerle evlenmelerine izin verilmektedir.

Bu evlilikte velinin iznine gerek yoktur. Çünkü erkeğe herhangi bir yükümlülük yüklenmemektedir.  

Tûl” boy, uzunluk anlamındadır. Mecaz olarak mâli imkânı müsait olmayanlar demektir.

 

أَنْ يَنكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ (EaN YaNKiXA eLMuXWaNATı eLMuEMıNAvTı)  

“Mü’min muhsanâtı nikâhlamaya gücü yetmeyen kimse.”

Muhsan” kale demektir. “Hisar” da bu kelimeye akrabadır.

Kur’an’da tek başına “Muhsan” kelimesi geçmemektedir, “Muhsanât” geçmektedir. Bu kelime kurallı dişi çoğuldur. Bir adamın muhsanâtları nikâhlamaya gücü yetmezse deniyor. Bir muhsan kadınla evlenmeyi bütün kadınlarla evlenme şeklinde ifade etmektedir. Bunun anlamı ne demektir?

Adeta kadınlar karar almışlar, işbirliği yapıp bir cemaat olmuşlardır. Biz rahimlerimizi koruyacağız. Rahimlerimiz topluca bir birlik oluşturmaktadır. Biz bir rahme ancak bir erkeği yaklaştıracağız. Böylece erkekleri evlenmelere zorlayacağız. Sonra biz zengin de olsak, aile bütçesine mâlî katkıda bulunmayan erkeklerin cinsi ilişki yapmalarına imkân vermeyeceğiz.

İşte buna karar almış olan ve nikâhsız cinsi ilişkileri kabul etmeyen kadınlar topluluğu tek bir varlık gibidir. Onlardan birisiyle nikâhlanmak demek, bütün muhsanatla nikâhlanmak hükmündedir. Çünkü erkeklerden istedikleri başka bir şey vardır. Bir erkek bir, iki, üç, dört kadınla evlenebilir, ama evlilik dışı ilişki kuramaz. Kurarsa, o zaman bu kadınlardan birisiyle evlenmek ona haram olur.

Muhsanların mü’min olmaları şartı da getirilmiştir. Ehli Kur’an olsun, Ehli Kitap olsun, mü’min bir erkekle evlenen kadın Hıristiyan kalabilir, ama mü’min olmak zorundadır. Mü’min erkekler ancak mü’min kadın alabilirler. Mü’min kadınlar da mü’min erkekle evlenince mü’min olmak durumundadırlar. Müslim kadınla evlenmek haram kılınmamıştır. Ama statüsü mü’min olur.

 

فَمِنْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ (Fa MıN MAv MaLaKaT EaYMANuKuM)  “Yeminlerinizin mülküyle.”

Burada da yeminlerinizin mülkü ile denmektedir. Köle kadınlar bütün erkeklerin yeminlerinin mülkü kabul edilmiş olmaktadır. Köle kadınların kendileri değil de rahimleri yeminlerinizin mülkü kabul edilmiştir.

Her kadının bir velisi (sahibi, efendisi) vardır. Onu çalıştırıp geçimini temin etmekle yükümlüdür. O kimse efendisinin aile fertlerinden biridir. Erkeği baştan onu kendisine cariye kabul etmişse, cariye olduğu için o ailenin ferdidir. Cariye kabul etmemişse, o zaman da akrabalık ortaya çıkmaktadır. O sebeple akrabadır. Aile içinde çalışacak ve geçinecektir. O artık sahibi ile cinsi ilişkide bulunamaz. Bütün erkeklerin memlükü durumundadır ki satılabilmektedir. Bunun dışında birinin kölesi olduğu halde başkasının kölesi ile evlenebilmektedir. Karı koca arasında herhangi bir nafaka mükellefiyeti doğmamaktadır. Erkek kendi efendisinden, kadın da kendi efendisinden geçimini temin etmektedir. Bunlardan doğan çocuğa bakmak kadının efendisine ait olmaktadır. Sonunda kadının efendisinin kölesi olmaktadır.

İşte yoksul olan hür erkekler de böyle kadınlarla evlenebilmektedirler. Bunların üzerinde herhangi bir maddî külfet de doğmamaktadır. Kadının doğurduğu çocuk yetim hükmünde olup kamudan nafaka almaktadır. Babası hür olduğu için kendisi de hür olarak büyümektedir. Anası da hürün annesi olduğu için hür olmaktadır. Satılsa bile cariye yapılamamaktadır ve kocasından ayrılmasına izin verilmemektedir.

 

مِنْ فَتَيَاتِكُمْ الْمُؤْمِنَاتِ (MıN FaTAyYAvTıKuMu eL MuEMıNAvTı) “Mü’min fatalarınızdan.”

Mü’min kızlarınızdan köle olanlarla evleniniz. Sadece kızlarınızdan denmiş olsaydı, mü’min olarak anlardık. Kızlarınız mecazi olarak mü’minler denmiş olurdu. Oysa burada “mü’min kızlarınızdan” denmektedir. Hem de kurallı dişi çoğul getirilmektedir. O halde bu kızlar savaş esiri olan kızlar değildir. Savaşsız elde edilen esirlerdir.

Fahişeleri ölünceye kadar evlerde hapis ediniz. Yahut Allah onlara bir yol kılasıya kadar denmektedir. Ölünceye kadar hapsetmek demek, kişiyi köleleştirmek demektir. Artık o serbest tasarrufta bulunamamaktadır.

Bizi fahşa olan kadınlarla erkeklerin köleleştirildikleri görüşündeyiz. Bir defa zina yapan, iki defa yapan kimselere zina cezası uygulanıp serbest bırakılmaktadır. Ama zinayı meslek hâline getirip değişik erkeklerle iddete bakmadan buluşan kadınlar fahişedir. Kadınları icaz edip böyle kadınlarla ilişkide bulunmayı âdet hâline getiren erkek de fuhuş yapmaktadır. Bunlar köleleştirilir. Savaş dışı köleleştirme yalnız burada vardır.

Kadınlar hapsedilir. Kısırlaştırılmazlar. Çünkü bunların kısırlaştırılmaları fuhşu önlemez.

Erkekler ise hadım yapılır. Bunu da Kur’an’ın “Ğayri Uli İrbet” diyerek hadımlığı müessese olarak kabul etmesinden çıkarıyoruz. Cezasız uzvun itlafı meşru olmadığına göre kol kesmeye kıyasen erkeklik uzvu kesilir. Nasıl kol insanı hırsızlık yapamaz hâle getirirse, hadımlık da insanı zina yapamaz hâle getirir.

Biz “mü’min kızlarınızdan” bunu anlamış olduk. Bir başkası bizim açıklamalarımızdan daha iyi bir açıklama getirirse o tercih edilir. Ama biz şimdiye kadar yapılan açıklamaların en iyisini getirdik. Bundan dolayı buna yapılacak itiraz şimdilik geçersizdir.

 

وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِكُمْ (Va elLAHU EaGLaMu Bı EIyMANıKUM)  “İmanınızı Allah en iyi bilmektedir.”

Yani zâhiren iman ettim demesi yetmiyor. Onun kalbinde imanın olup olmadığına siz ıttıla etmeye çalışmayın. Erkeklerin imanını denemek kolaydır. Askerlik hizmetlerine katılıyorsa, nöbetlere geliyorsa, cemaatle namazlara devam ediyorsa o mü’mindir. Sonra diyet taksitlerine katılacaktır.

Ama kadın için bunlar zorunlu olmadığı için sadece beyanı ile yetineceğiz. Ondan başka bir hizmet istemeyeceğiz. Hattâ sükût etmesini yeterli sayıp onu mü’min addedeceğiz.

Mü’min ile evlenen Ehli Kitap kadın Ehli Kitap olarak kalabilir, ama kendisi mü’min olur. Mü’min kadın da mü’min Ehli Kitapla evlenebilir, ama Müslim ile evlenemez.

 

بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍ (BaGWuKuM MıN BaGHWın)  “Birbirinizdensiniz.”

Yani, birbirinizden herhangi bir üstünlüğünüz yoktur. Bütün insanlar eşittirler. Birinin diğerine tahakküm etme hakkı yoktur. Köle de olsa beyanı geçerlidir. Sen kölesin, senin beyanın benim beyanımdan üstündür denemez. Dolayısıyla beyan etmesi yeterli olup, ondan başka herhangi bir ispat külfeti istenemez.

Bu husus bütün insanlar için geçerlidir. Kimsenin kimseye tahakküm etme yetkisi yoktur.

Köle hak sahibidir. Evin içinde bir mufavada ortağıdır. Diğer fertler gibi haksızlığa uğradığı zaman efendisine karşı da olsa dava etme hakkı vardır. Efendi kölesine dövme cezasını uygulayamaz. Nafakada farklılık cezasını verebilir. Tembelse elbise almayabilir. Ama buna karşılık köle de efendisine karşı hakemlere gidebilir. Haklı ise o uygulamalarını da kaldırabilir.

Bu hükümler açısından burada birbirinizdensiniz, aranızda insan olarak fark yoktur denmektedir.

 

فَانكِحُوهُنَّ بِإِذْنِ أهْلِهِنَّ (FaNKıXUvHunNa Bi EiÜNi EaHLiHinNa)

“Onları ehillerinin izni ile nikâhlayınız.”

Burada “Biizni Mevlahunne” demiyor, “Biizni Ehlihinne” diyor.

Ehl” aile demektir; “ailelerinin izni ile nikâhlayınız” diyor. Yani, bunlar savaş esiri köleler değildir. Kur’an’da onların sahibine “Mevlahunne” denmektedir. O halde bunlar tamamen fahişe oldukları için köleleştirilen kölelerdir. Bunların mü’min hürlerin arasında çalışması sözkonusu değildir. Bunlar hapsedilmişlerdir. Kendileri çalışıp kendileri yerler. Bunlarla hür yoksul kimselerin evlenmelerine izin verilmiştir. Bunlar cariye olacaklardır. Bunlar ancak velilerinin, ailelerinin izni ile evlenebilmektedirler.

Harb esiri olan kadın kölelerin evlenmesi de kıyas yoluyla mevlalarının iznine tâbi olacaktır.

 

وَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ (Va EAvTUvHunNa EuCUvRaHunNa)  “Ve onlara ücretlerini veriniz.”

“Ücretlerini vermek” demek, onların hür olması demektir. Memlüklere velileri nasıl ücret verecektir? Eğer onlar ücrete müstahak olsaydılar, o ücretlerin onların mevlalarına verilmesi gerekirdi. Oysa, “hürlerle evlenmeye gücünüz yetmezse” deniyor; sonra da “ücretlerini veriniz” denmektedir.

Bu ücret geçinmeleri için verilen ücrettir. Onların çalıştırılması caiz olmaktadır. Yani, koca karısına iş bulmak zorundadır; yahut topluluk onlara iş bulmak zorundadır. Onun için emir cem’ yani çoğul gelmektedir. Yani, âkile nafaka ile mükellef değilse de, âkilenin bu tür kölelere iş bulma zorunluluğu vardır.

Buradan çıkan hüküm şudur. Fahişe olan kadınlar eve hapsediliyor. Orada kendilerine iş veriliyor ve kendi yaşamalarını kendileri temin ediyor. Bunların evlenmelerine müsaade ediliyor. Mihir gerekmiyor, kocasının ücret ödemesi gerekmiyor. Ancak, kadına iş verme, onu çalıştırma ve nafakasını öyle sağlama zorunluluğu vardır.

Masrafları ortak kazançları ile sağlayacaklardır. Muta nikâhında kadın ücret almaktadır. Ancak çalışmak zorunda değildir. Burada ise kadın çalışmak ve iş yapmak zorundadır.

Kadının evlenmesinin sebebi cinsi arzuları tatmin, bir de çocuk yapmadır. Çocuk yaptığı zaman da çocuk babasınındır. Babasının üzerinde nafaka farz olmaktadır. Babası nafaka vermediği veya veremediği zaman dinî âkilesi o nafakayı sağlamaktadır.

 

بِالْمَعْرُوفِ (Bi eLMaGRUvFı)  “Maruf ile ücretlerini verin.”

Kur’an’da zekâtın miktarı beşte bir olarak tesbit edilmiştir. Yarılama suretiyle onda bir, yirmide bir ve kırkta bir olarak da kıyasla yine Kur’an’ca tesbit edilmiştir. Bazı miktarlar için “maruf ile” denmektedir.

Maruf” kelimesi meşru anlamındadır. Hukuki geçerliliği olan bir kural ve hüküm üzerine ona göre davranmak demektir. Marufun kaynağı dörttür:

  1. Marufun birinci kaynağı kişinin baştan kendi içtihadına göre ilân ettiği kurallardır. Mesela, otobüs sahibi ‘ben bu şartlarla yolcu taşırım’ diyor. Bu artık maruftur. Başka bir akde (sözleşmeye) gerek kalmaksızın onun arabasına binen o kurallara uyar. Apartman yönetimi, bucak yönetimi de böyledir. Tek taraflı ilân edilen kurallar, onlara fiilen davranıldığı takdirde tarafları bağlar.
  2. Marufun ikinci kaynağı sözleşmelerdir. Sözleşmeler kişileri bağlamaktadır. Sözleşme maruf durumdadır. Taraflar sözleşmeleri tek taraflı sona erdirebilirler ama sona erdirinceye kadar onlara uymakla yükümlüdürler.
  3. Marufun üçüncü kaynağı temsilcinin istişarî kararlarıdır. Birçok ortak birini kendilerine ortak vekil seçerler. Konuyu müvekkilleri ile istişare eder, sonunda onlara vekâleten karar alır. O karar maruf olmuş olur. Kişinin kararı değiştirme yetkisi olduğu için bu karara karşı hakemlere giderek itiraz eder. Hakemler kararı iptal etmezler, varsa o kişinin mağduriyetini giderirler.
  4. Maruf kararların dördüncüsü ve en kesini hakemlerin kararlarıdır. Hakem kararlarına uyma zorunluluğu vardır. Topluluk terk edilse de hakem kararlarına uyulması gerekir.

Demek ki ücretleri maruf şekilde verilecektir. Analaşma olmuşsa anlaşmaya göre, anlaşma olmamışsa hakemlerin takdiri ile verilecektir.

 

مُحْصَنَاتٍ  (MuXÖaNAvTın)  “Muhsan olarak.”

Muhsan” korunmuş olarak demektir. Yani, açık akit yaparak onlarla evleniniz demektir. Akitsiz veya gizli akitle cinsi ilişki kurmayınız demektir. Onlar muhsan olmalıdırlar, korunmuş olmalıdırlar. İddet içinde başka erkekle cinsi ilişki kurmamış olacaklardır. Bu hususta kadınların oluşturdukları denetimden vizeli olmalıdırlar.

Demek ki gerek köle evlerini, gerekse muta evlerini işleten kadınlar olacaktır. O evlere dahil olan kimseler, Muhsanattandırlar. Siz de oralardan alınız. Yani, o evlere gelinceye kadar böyle bir evlenme caiz değildir. Zani ile nikahlanamaz demek, muhsanat evinin denetimine alınmadan evlenilemez demektir.

Erkekler için “Muhsin” ism-i fail olarak getirilmiştir, oysa kadınlar için “Muhsanât” ism-i mef’ul olarak getirilmiştir. Böylece asıl olan kadın rahminin korunmasıdır. Erkek kendisinin menisini akıttığı rahmi korumakla mükellef olduğu gibi; başkasının menisini akıttığı rahme de kendisinin mensini akıtmayarak muhsin olacaktır. Kadın da bir erkekten başkasına rahmini açmayarak muhsan olacaktır.

Burada kadın muhsan olarak görüldüğü için kadının kendisini başka erkekten koruması gerekmektedir. O halde kadın için iki erkekle cinsi ilişki kurmak haram olduğu gibi sevişmek de haram kılınmıştır.

 

غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ (GaYRa MuSAvFıXATın)  “Musafih olmaksızın.”

“Muhsan” ifadesini rahmi başka erkeklere karşı korumak olarak kolayca tanımlayabiliyoruz.

Musafih” de uzak durmak anlamına gelir. “Musafih” kelimesi hem erkek için hem de kadın için ism-i fail olarak getirilmiştir. Burada olan olay iki taraf için de aynı olmaktadır. Bunu şöyle ifade edebiliriz.

Çocuk yapmamak üzere yapılan akit geçerli değildir. Kadın veya erkekten biri çocuk yapmak istediği zaman diğeri kaçamaz. Bu haramdır. İkisi birlikte, o da geçim dışındaki sebeplerle çocuk yapmak istemezlerse, o zaman çocuk yapmayabilirler. Gebe kaldıktan sonra aldıramazlar. Çocuk yapmayan taraf kusurlu olmuş olur.

Çocuk yapma insanın devredilmez haklarındandır.

 

وَلَا مُتَّخِذَاتِ أَخْدَانٍ (Va LAv MutTaPıÜAvTı EaPDAvNın)  “Ehdân ittihaz etmeksizin.”

İslâm nikâhı ile nikâhlanmaktan bahsederken sadece “Muhsinîne Gayra Musafihîn” olarak kayıt koymuştur. Burada köle nikâhlanırken ise “Ehdân” kaydını getirmiştir. “Ehdân”ı hem erkek ve hem de kadın için ism-i fail olarak getirmiştir. Dolayısıyla iki taraf için eşit hüküm ifade etmektedir.  

Cinsi ilişkilerde sevişme dahil konan şartlar şunlardır:

  1. Yakınlın olmayacaktır. Yakınla yapılan cinsi ilişki şekli ne olursa olsun zinadır ve tecziyeyi gerektirir. Süt kardeşle de yapılsa, baldızla da yapılsa zinadır. Evlenmeleri bile onları zina cezasından kurtaramaz. Bunun açık veya gizli olması bunu suç olmaktan çıkarmaz.
  2. Bir kadın iddet içinde iki erkekle cinsi ilişki kurarsa bu da zina sayılmaktadır. Tecziye edilmektedir.
  3. Üçüncü olarak, gizli yapılan cinsi ilişki zinadır. Zina cezası ile tecziye edilir. Evli olduklarını beyan ederlerse cezadan kurtulurlar. Biz buna belge tanzim edip karşılıklı imzalamışlarsa zina suçundan kurtulurlar diyoruz. Ama haramlık devam eder.
  4. Bunun dışında zina olmasa bile bu şartla yapılan sözleşmeler sâkıt olur. Cinsi ilişkiler, evlenmeler çocuk yapmak içindir. Bir tarafın diğer tarafı bu haktan mahrum etmeye hakkı yoktur.

Bu âyet mutlak olarak anlaşılacak olursa azl yani iki tarafın rızası ile çocuk yapmama da haram olmuş olmaktadır. Çünkü sefh gibi gelmektedir. Hattâ evlenmeme de aynı haramlık içine girer.

Âyetin mutlak delâleti budur.

Biz hadislere de bakarak ve anne veya baba çocuğu için zarara sokulmaz âyeti ile sınırlayarak, tarafların rızası olmak şartı ile azilde günah olmadığını istidlâl edip kolaylık yoluna gidiyoruz. Ama “Ahsen olan evlenmek ve ahsen olan azl yapmamaktır” ifadesini burada söylemek zorunluluğu vardır.

 

فَإِذَا أُحْصِنَّ (Fa EıÜAv EuXWınNa)  “İhsan ettiklerinde.”

Yani “evlendiklerinde” demektir. Bu şekilde evlenen fahişeler de rahimlerini korumak zorundadırlar. Bu sebeple bunlar muhsenat arasına girmemiş iseler de ihsan olmuş olurlar. Bununla beraber bunlar artık fahişe değildirler. Diğer kadınlar gibi ihsan olmuş olmaktadırlar.

İzâ” ile getirilmektedir. Bu tür kadınların evlendirilmeleri normal olaydır. Yoksa “İzâ” yerine “İn” getirilmiş olurdu.

Şimdi şu soru sorulabilir. Yoksul olan kimseler böyle kadınlarla evlenebilirler mi? Oysa zina yapan kadınlarla evlenmeler haram kılınmıştır. Zayıf olma şartıyla yani yoksul olma şartıyla böyle bir evliliğe izin verilmiştir. Oradaki “zani zaniyeden başkası ile evlenemez” ifadesi ile zanileri birbirleri ile zorlama durumudur. Burada ele alınan fahişedir. Bunların köleleştirilmiş olanlarıdır. Zaruret olunca bunlarla evlenmelere müsaade edilmiştir. Zinalı kadınla evlenmek de bâtıl değildir, meşrudur ama haramdır. Günahtır, ama nikâh geçerlidir.

 

فَإِنْ أَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ (Fa EıN EaTaYNa Bi FAvHiŞaTın) “Bunlar yine fahişe ile gelirlerse.”

“Bunlar tekrar zina ile gelirlerse” demek olur. Burada neden “fahişe” kelimesini kullanmıştır? Fahişe olanların zina yapmaları onların fahişe sayılmaları için yeterlidir. Fahişe olmayan bir kimse bir defa zina yaparsa o zanidir, cezası verilir ve geçilir. Ama bir kimse başka başka erkeklerle birden fazla ilişkide bulunursa, bir iddet içinde üç ayrı erkekle ilişkide bulunursa o fahişe olur. Aynı erkekle yaptığı gizli ilişkiler zina sayılırsa da fuhuş sayılmaz. Yakın kimselerin zina yapması da fuhuştan addedilir. Ama bir defa fahişelikten dolayı mahkum olan sonra bir defa zina yapsa da o fahişe olmuş olur. Yine ev hapsine alınır. Ayrıca zina cezası verilir. Ama buna uygulanacak zina cezası daha hafiftir. Kıyas yoluyla diğer köle kadınların da zina yapmaları durumunda cezaları yarım olur.

 

فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ (Fa GaLaYHınNa NIÖFu MAv GaLAy eLMuXWaNAvTı)  “Muhsanâta verilen cezaların yarısıdır.”

Muhsanât” olan hür kadınlara verilen cezaların yarısı verilir.

Burada “fuhuş” kelimesi kullanılmış ve cezanın yarısı olacağı belirtilmiştir. O halde, demek ki recm cezası yoktur. Çünkü fahişe ile gelen bir kadın zinadan ağır ceza ile cezalanmalıdır. Bu da eğer varsa recm olmalıdır. Oysa onun yarılamasından bahsedilmektedir. O halde fuhşun cezası recm değildir. Ölünceye kadar hapistir ve köleleştirilmesidir. Burada bu sabit olduğu gibi, birkaç soru daha sorulabilmektedir.

Bir kadın zina yaptı, cezasını çekti. Aynı kadın ikinci kez zina yaptı, ona yarım ceza yani 50 sopa mı vuracağız, yoksa100 sopa mı vuracağız? Çünkü o henüz köleleştirilmemiştir.

Burada uygulayacağımız kural şudur. Eğer bu ikinci zinayı da nikâhlı kadın iken işlemişse, o zaman tam ceza vereceğiz. Ama nikâhlanmadan yaparsa o zaman 50 sopa vuracağız. İki hâle de kıyasta tercih yaparken yakın olana yapacağız. Kıyasta hangi tarafa yakınsa o tarafa yapacağız.

Böyle tercihli hükümler genel olarak kullanılmaktadır. Ayakların meshi, yahut kadının yıkanmadan önce kocası ile yatabilmesi, ağzın çalkalanması gibi birçok yerde böyle tercihli hüküm verilmektedir. Kadın on günü doldurmuşsa yıkanmasına gerek kalmamaktadır. Ayaklar giyinmişse yıkanmaya gerek kalmamaktadır. Boy abdestinde ağzı yıkamak farz olmakta, el abdestinde ise ağza su vermek farz değildir.

Eğer bir yerde tereddüt hâsıl olursa şartlara göre değişik hükümler uygularız.

 

مِنْ الْعَذَابِ (MiNa elGaÜaBı)  “Azabdan muhsanatta olanların yarısı uygulanır.”

Burada “azap” kelimesi marifedir. 100 sopa kastedilmektedir. Sopa vurma ceza olarak ifade edilmektedir. Arapçada “ceza” karşılık demektir. Hem iyilik hem de kötülük için kullanılır. Türkçedeki ceza karşılığı Kur’an’da “azap” kelimesi geçmektedir. Bu âyet bunu açıkça ifade etmektedir.

Kur’an’da “azap” kelimesi sıfatlarla ifade edilmektedir. Azabın çeşitlerini Kur’an’daki vasıflarla tasnif ederek ceza çeşitlerini ortaya koymalıyız. O cezalarla tecziye ederiz. Fıkıhta bu hususta inceleme yoktur. Mevcut cezaları da yeterli görmedikleri için keyfi ta’zir cezaları ihdas ettiler ve şeriat devletini şahsi devlete çevirdiler. Kur’an bu hususta ele alınıp incelenmelidir.

Sopa cezası yarılandığına göre kıyas yoluyla diğer sopa cezaları da yarılanabilir demektir.

100, 50, 25 ve 80, 40, 20, 10, 5 sopalı cezalar ihdas edilebilir.

Sarhoş olana 40 sopayı uygun bulmuşlardır. Tahfif olduğu gibi teşdit de geçerlidir demektir. O halde 200 ve 400 sopa vurulabilir demektir. 80, 160 ve 320 sopa da vurulabilir. Sopa cezaları diyetlere çevrilmezse de, hakaret davalarında da sopa cezaları uygulanır. Tazminat meşru değildir. Hakarette maddî zarar vermemiştir ki maddî zararla karşılansın. Aksi halde sonra para sızdırmak için hakarete zorlarlar.

 

ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْ (ÜAvLıKa LiMan PaŞiYa elGaNaTa MiNKuM)  

“Sizden anetten haşyet edenler için bu böyledir.”

Anet” kelimesi “GAnad” kelimesine akrabadır.” GUd” yayadır. “Avdet” de oradan gelir. Yani, siz bükersiniz, o tekrar eski yerine gelir. Bırakırsınız, tekrar eski yerine gelir.

İnatkâr” insanlar da böyledir. Nefsin inadına “Anet” denmektedir. Yani, siz yapmak istemezsiniz ama devamlı olarak sizi kendisine çeker. Sigara içenin sigarası böyledir. Erkeklerden bazılarında böyle cinsi arzu vardır. Bir türlü kendisini zaptedemez. Bu durumda sıkıntıdan korkan ve evlenmeden duramayacak durumda olan kimselerin böyle mü’min köle kızlarla evlenmeleri meşru kılınmıştır.

Bu kayıt şunu ifade etmektedir. Fakir olanların evlenmelerinde zorunluluk yoktur. Yoksul olanlar zengin olmaya çalışmalıdırlar. Zengin olduktan sonra evlenmelidirler. “Nikâhlayınız” emrini yerine getirmemiz için önce onları zengin edeceğiz. Bunu beklemeden de onları evlendirmeyeceğiz.

Kur’an’ın bu âyetlerini okuduğumuzda anlıyoruz ki, sonunda “herkese aş ve herkese iş” verecek kurumları kurduğumuz zaman bunları çözmüş oluruz. Aksi halde bu âyetlerin gereklerini yerine getirmek son derece zor olmaktadır.

Burada şunun üzerinde de durmak gerekir. Neden “Sizden kim anetten haşyet ederse onun için bu meşrudur.” denmektedir. “Sizden” ifadesine neden gerek görülmüştür?

Evlenmeler normal olarak Cuma Cemaati içinde olacaktır, yani kabile içinde olacaktır. O halde bu tür evliliklerde tercihler bucak içinde olmalıdır. Dıştan evlenmeler de elbette meşrudur, hattâ merguptur. Ancak, aşiret içinde evlenme içten evlenme mahiyetinde olup mahzurludur. Haram değildir. Rağbet edilen bir şey değildir. Dıştan evlenmeye hasebdir. Kabile dışına çıkma da meşrudur ama kabile içinde olmasa ahsendir.

Buradaki “Küm” “Ey iman edenler”e hitab etmektedir. Bu da Cuma Cemaatidir. Çünkü “Ey iman edenler” diye başlamıştır.

 

وَأَنْ تَصْبِرُوا خَيْرٌ (Va EaN TaÖBıRUv PaYRun LaKuM)  “Sabretmeniz sizin için hayırdır.”

Yani fakir olanların evlenmemeleri daha iyidir.

Fakir olanlar zengin olmalıdırlar, ondan sonra evlenmelidirler. Bu çok önemli bir kuraldır.

Doğum kontrolü nesli dejenere ettiği için meşru değildir. Ama mâli imkânı olmayanların evlenmemeleri ise doğaldır. Böylece nüfus kontrol edilmiş olmaktadır. Ayrıca neslin de ayıklanma yoluyla gelişmesi sağlanmaktadır. Kim zengin ise demek o daha kabiliyetlidir. Onun genleri daha faaldir. Dolayısıyla onun nesli çoğalmalıdır. Miras da bunun içindir. Zengin kimsenin genleri daha üstündür demektir. Demek ki onun çocuklarının daha çok çoğalmasını istemek doğal bir şey olacaktır. Zenginlikle uğraşacaklarına, ilim veya sanatla uğraşanlara da bu sebeple müellefei kulubdan pay verilmektedir. Onlar da o sahada kabiliyetlidirler. Ama üç dört evlenme sadece zenginlerin hakkı olmalıdır. Bir de kabile başkanlarının. Çünkü onların çocuklarına bütçeden bakılacaktır.

 

وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (VBa EalLAHu ĞaFUvRuN RaXIyMun)  “Allah ğafurdur, rahimdir.”

İnsan sabrederken nefis onu devamlı olarak zorlayacaktır. Her zaman harama gözü kaçmış olacaktır. Bu durumda günah işlemiş olacaktır. Basarları ğaddetmeye aykırı hareket etmiş olacaktır.

Bir kimsenin evlenme amacıyla birine bakması haram değildir. Ama onun dışında bakışmak haram kılınmıştır. Çünkü karşı tarafı kandırmış oluyorsun. Yoksulluktan dolayı evlenemeyecek kimselerin evlenmek maksadıyla olmayacağı için onlar başkasına bakamayacaklardır. Bakarsa haram işlemiş olacaktır.

İşte Kur’an bu tür lemelerin ğafur olduğunu bildirmektedir. Ama nefsine hâkim olduğu ve ileriye gitmediği için de ayrıca sevap işlemiş olacağı için Allah ona rahmet etmektedir.

Burada “ğafur ve rahim”in nekire gelmesinden dolayı da, topluluğun bu hususlarda ğafur ve rahim olması gerektiği anlamı çıkar.

Tarih boyunca uygarlıklar daima iki şey üzerinde yükselmiştir.

Bunlardan başta geleni kadındır. İnsanlar evlenebilmek, sevgililerine kavuşabilmek için hep savaş vermişlerdir. Büyük şairler, edipler hep kadın sevgisi üzerinde eserlerini oluşturmuşlardır. Diğeri de savaştır. İnsanlar savaşarak nesillerini yaşatmışlardır. Sosyal düzenlemeler de hep bunun üzerinde oturmuştur.

Bu sûre hep bu konuları esas alarak işlemektedir. İnsanın en zayıf yaratıldığı konulardır bunlar.

Bizim de bugün en çok tehlikede olduğumuz sahadır. Bugün Türk ailelerinden binde biri bile kızlarının zina yapmasına izin vermemektedir. Bütün zorlamalara rağmen başarılamamıştır. Aile iffetini korumaktadır. Kızlarımız iffetli kalmaktadır. Türk ailesi çökmemiştir. Bu sayede ekonomik krizleri aile dayanışması içinde çözmektedir. Savaşları kazanmaktadır. Türkiye’nin nüfusu artmaktadır.

Oysa Avrupa kızları iffetlerini kaybetmişlerdir. Aile ile bağlarını koparmışlardır. Sonunda aile müessesesi çökmüş, nüfus azalmaya başlamıştır. İçki, uyuşturucu ve AİDS onları yıkıp yok etmektedir. Düşen düşeni sevdiği için, Türklerin de kendileri gibi düşmelerini istemektedirler. Kız ve erkek çocukların birlikte okumalarını istemek, 19 Mayısta kızlarımızı soymak, başörtüsü yasağı, çıplaklık modası, evlenmeme modası, ekonomik krizler hep bu amaçla faaliyettedir. Basın yayın, eğitim, moda ve diğerleri hep birlikte seferber olmuş Türk ailesini, İslâm ailesini çökertmektedirler. Bütün bunlara rağmen Türk ailesi direnmektedir.

Bu direnç uzun zaman devam etmez. Gerekli tedbirleri almak zorundayız. Herkese aş, herkese iş ve herkese ev, herkese eş sorunlarını çözmeliyiz. Mala-mal marketleri ve ahşap evler siteleri bunu hedeflemektedir.

Siz şimdi bunları okuyanlar ve dinleyenler; siz kendi sorunlarınızı çözmüş olabilirsiniz. Çocuklarınıza iş bulmuş olabilirsiniz. Onları evlendirmiş olabilir, hattâ ev sahibi de yapmış olabilirsiniz. Ne var ki, 70 milyon Türkiye ve bir buçuk milyarlık İslâm âlemi bu sorunları çözememiştir. Her tarafı yangın sarmıştır. Aile düşmanları işbirliği yapmış, durmadan saldırıyorlar. İktidarda olanlar onlarla işbirliği içindedirler. Böyle büyük bir yangına, sele, tufana karşı nasıl dayanacağız? Çocuklarımıza iş bulduk, onları evlendirdik; ama torunlarımız büyüyüp yetişmiyor mu? Onları selin içine nasıl terk edeceğiz? Bu tufana karşı durmak tek yolla mümkündür; Adil Düzene göre kurulacak marketler ve Adil Düzene göre kurulacak ahşap dinlenme siteleri. Bu âyetler bize bu sitelerde ve bu mahallelerde nasıl aileler oluşturacağımızı öğretmektedir. Bu sebepledir ki artık haftada bir okuma yerine, her gün okuma seviyesine yükselmelisiniz. Yoksa bu seli, bu tsunamiyi, bu tufanı durduramazsınız.

 

 يُرِيدُ اللَّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ (YuRIyDu elLAHU LıYuBayYiNa LaKuM)  

“Allah size tebyin etmeyi murat etmektedir.”

Bir insan doğduğu günden itibaren şunları düşünmektedir:

a) Yetişmekte olan insan ‘okuyayım’ diyor. Okumayı sadece meslek sahibi olmak için değil, topluluk içinde okumuş olmanın kazandırdığı statüyü elde etmeye çalışmaktadır. Adil Düzencilerin burada yapacakları iş, okumayı beşikten mezara kadar genişletmek ve okumayı günlük hâle getirmektir. Devletin verdiği diplomaların yanında özel öğrenim sertifikaları vermektir. Böylece insandaki okuma zevki hem her zaman tatmin edilmiş olur, hem de öğrenilenler yararlı şeyler olur.

b) Yetişmekte olan gencin ikinci gayesi ise iş sahibi olmaktır. Adil Düzencilerin burada yapacakları şey iş kuracak hâle gelen kimseye işyeri ve sermaye teminidir. Bunun için dayanışma içinde bunu sağlamalıyız. Bizim cemaate mensup olan kimse ben işsiz kalacağım diye korkmamalıdır. Kendisine iş bulması için imkân sağlamalıyız, işi olmadığı zaman bize gelmelidir. Daha iyi iş bulduğu zaman da oralarda çalışmalıdır.

c) Yine her gencin bir ideali de ev sahibi olmaktır. Bunu da şöyle sağlamalıyız. Evlenecek çiftlere bir ev satın almalıyız. Aramızda toplayacağımız paralarla ev almalıyız. Bize taksit taksit ödediği zaman ev onların olmalıdır. Ödeyemediği zaman da ölünce o ev bize kalmalıdır. Bu ev dayanışması içine girmeliyiz.

d) Evlenmek; bütün bunlardan sonra da asıl hedef evliliktir. Bu hususta kurallar koymalıyız. Erkekler evlenmiyor, kızlarımız kocasız kalıyor; kızlarımız evlenmiyor, erkekler karısız kalıyor!.. Bu durum da ileride patlamaya neden olacaktır. Bu tehlikeye düşmemek için 15 yaşına gelen her kız ve erkek hiç olmazsa nişanlanmalıdır. Biz bu örfü topluluğumuza getirmediğimiz müddetçe akıbetimiz Avrupa topluluğunun akıbetine dönecektir.

İşte Allah bize bunları beyan etmektedir.

 

وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ (Va YaHdıYaKUM SuNaNa elLaÜIyNa MiN QaBLıKuM)  

“Size sizden öncekilerin sünnetine hidayet etmeyi murad etmektedir.”

Burada şu sorulur: Bizden öncekiler kimdir? Onların sünnetleri nedir?

Bizden öncekiler evvela atalarımızdır. Osmanlılardır, Selçuklulardır, Abbasilerdir, Emevilerdir…

Allah bizi bunların yollarına götürmek istemektedir. Bunlar şeriatın hükümlerine uydular ve 1400 yıl aile yapısını korudular, uygarlıkları geliştirdiler. Gerçekten İslâm âleminde birçok yanlış ve eksiklikler olmuştur ama, aile müessesesi bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. Yunanistan’da veya Avrupa’da olduğu gibi genelevler açılmamıştır. Asla İslâm ailesi bozulmamıştır. Sosyal baskı zinayı önlemiştir. Hâlâ o anlayış sayesindedir ki biz yaşayabiliyoruz.

Demek ki aile yapısına işaret etmektedir. Aile yapısında Kur’an ahkâmını uyguladıkları içindir ki tüm siyasi ve ekonomik çöküntüye rağmen aile müessesesi sapasağlam durmaktadır.

Bizden önce olanlardan ikincisi ise Avrupalılardır.

Bugün Avrupa bizden önce uygarlığa geçmiş, şimdi biz onların peşinden koşuyoruz.

İşte Allah onları da size göstermeyi murat ediyor. Yani, atalarımızın sünnetine götürmeyi, Batılıların sünnetini de göstermeyi murat ediyor. Çünkü hidayet iki anlamdadır. Götürmek veya göstermek. Size biri yol sorar, siz de gösterirsiniz; bu hidayettir. Yahut önlerine düşer götürürsünüz; o da hidayettir. Demek ki Allah bizi atalarımızın aile yapısına götürmek istiyor, Avrupalıların da ailesini ibret alalım diye göstermeyi murat ediyor.

Avrupa kurtulmak için Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın öğrettiği aile tipine dönmek zorundadır. Yoksa soy kırımına uğramakta olan Avrupa başka türlü nasıl kurtulacaktır?

 

وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ (VaYaTUvBa GaLaYKuM)  “Size tevbe etmeyi murad ediyor.”

Bu Allah’ın en büyük müjdesidir. Allah yaşlanmış olan İslâm âlemini birkaç asırdır çöküşe terk etmiştir. Aile yapısından başka her şey bozulmuştur. Ama şimdi Allah bize döneceğini bildiriyor, yeniden İslâm âlemini ekonomik ve sosyal yapısı ile yine dünyanın en yüksen ümmeti hâline getirmeyi murad ediyor. Ama bizden istediği bir şey vardır. Aile yapınızı bozmayın, düzeltin diyor. Yani, Adil Düzeni kurmaya başlayın, ben sizin yanınızdayım. İşte döndüm geldim, sizi kurtarmak yüceltmek istiyorum diyor.

Burada çok önemli bir husus vardır ki, o da aile yapısı bozulmuş olan toplulukları düzeltmek hayli zordur demektir. Biz Avrupa’dan bunun için ümitli değiliz. Bizi Avrupa Birliği’ne giriyoruz demek, pisliğe giriyoruz demektir... Biz de pisliklerin içinde çürüyüp gideceğiz demektir...

Allah bize döndü ama biz de O’ndan yüzümüzü çevirdik demektir. Buna “Allah tevbenizi kabul edecektir” şeklinde manâ verenler de vardır. Öyle ise Allah bizden günahlarımızı terk etmemizi istiyor. Evlenmelerdeki modalardan vazgeçmemizi istiyor.

 

وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (Va elLAHU GaLIyMun XaKIyMun)  “Allah alîmdir, hakîmdir.”

Bir makine yapmak istersiniz. Birçok fizik ve kimya kanunlarına dayalı olarak projesini çizersiniz. Sonra onu yaparsınız, ama makine çalışmaz. Tekrar gözden geçirirsiniz, tekrara takrar bakarsınız; nihayet çalıştırırsınız.

İnsanlık bugünkü uygarlığa ulaşmak için kaç on bin yılını harcamıştır? Onlar yapamıyordu, çünkü bilmiyorlardı. Ama bugün bizim yaptıklarımızın çok daha karışığını Allah yapmıştır. Kuşlar havada uçuyor, balıklar denizlerde yüzüyor, armut ağacı meyvesini imal ediyor, kelebek daldan dala dolaşıyor... Çünkü O fizik, kimya, biyoloji kanunlarını çok iyi biliyor, çünkü kendisi koymuştur. Onlara çok iyi bir şekilde hükmediyor. Allah sosyal kanunları koyan olarak onları biliyor. Bize de ona göre emretmiş oluyor. Bizi yapıp yapmamakta serbest bırakıyor.

O halde yukarıda emredilen tabii ve sosyal kanunların gereğidir. Bize onları öğretmektedir. Mayın tarlasından geçerken dedektörle arama yapar ve geçebilirsiniz. Ama bilmeden geçerseniz mayın patlar ve sizi helâk eder. Bu dünya işte böyle bir mayın tarlasıdır. Şeriat, mayınları tasfiye eden kurallardır. Şeriata uyarsanız dünya mayın tarlasını geçersiniz, yoksa cehenneme yuvarlanırsınız.

Bizim ‘Allah bunları niçin yaptı’ diye sorma yetkimiz yoktur. O öyle istemiş ve öyle yapmıştır. Sebeplerini ister açıklar, ister açıklamaz. Ne yaptığını, nasıl yaptığını bize öğretmekte ve kurtulma yollarını da göstermektedir.

Bugün bütün insanlık nereye gidiyor? Ölüme gidiyor. Bunu bilmeyen yoktur. Çevre kirlenmekte, nesil dejenere olmakta, dünya patlamak üzere olan silah deposu hâline gelmekte, mafya terörü dünyanın bir numaralı sorunu hâline gelmektedir. İşte bu çöküşten kurtuluş ancak “Adil Düzen” ile mümkündür.

İşte bu yolların başında geleni de aile müessesesini korumadır.

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَاللَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَنْ تَمِيلُوا مَيْلًا عَظِيمًا(27) يُرِيدُ اللَّهُ

أَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْ وَخُلِقَ الْإِنسَانُ ضَعِيفًا(28) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ

إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا(29)

وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30)

وَاللَّهُ يُرِيدُ (Va elLAHu YuRIyDu)  “Allah murad ediyor.”

Allah Kâinatı yaratmış ve zıtlar dengesi üzerinde kurmuştur. Bir tarafta küfrü ve şeytanı, diğer tarafta imanı ve meleklerini koymuştur. Beklenen, Allah’ın tarafsız olup onların çatışması üzerine dengeyi kurması, hakem durumunda olmasıdır. Ama bu böyle değildir. Allah iki takım kurmuş ve bunları Kâinat sahnesine getirmiştir. Bunlar yarışmaktadırlar. Ancak burada iki hedef istihdaf edilmiştir.

1) Bunlardan biri, kimler hangi tarafa katılacaklardır? İyiler takımına mı, kötüler takımına mı? Bu hususta taraf ve takım seçme tamamen kişilere bırakılmıştır. Böylece insanlardan isteyenler hidayeti, isteyenler dalâleti seçebilmektedirler. Allah’ın iradesi burada ayıklamaktır; iyileri kötülerden ayıklamaktır. Pirinci taşlardan ayırma gibi bir şey.

Allah’ın buradaki iradesi iyileri seçip çıkarmadır. Kötüleri atma değildir. Kötülere de, cehennemde de olsa, iyiler tarafına geçme imkânını ortaya koymadır. Bundan dolayı Allah iyiler tarafını irade ediyor denmektedir.

2) Diğeri de, ister iyiler tarafına geçsinler, ister kötüler tarafına geçsinler, onları eğitmek, onları yetiştirmektir. Allah iyileri derecelerini yükselterek yetiştirir; kötüleri ise cezalandırarak yetiştirir.

“Allah murad etti” denmiyor da, “Allah murad ediyor” deniyor. O’nun muradı ezelîdir. Ancak O’nun iradesinin bize ulaşması zaman içindedir. Kur’an da O’nun ezelî kelâmıdır, ama bize şimdi ulaşmaktadır. Bu sebeple “murad etti” demiyor da “murad ediyor” diyor.

“Murad etti” demek de aslında gerçeği ifade etmiyor. Çünkü O’nun için geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman yoktur. İradesinin tecellisi şimdi olmaktadır. İnsanın genetiğinde yaşlılık vardır ama insan sonra yaşlanıyor. Allah’ın iradesi böyledir. Allah irade edince “Kün/Ol” der ve o da olur. İrade etmesi ezelîdir. Mazi sığası ile gelmişse de “İza”dan sonra gelmiştir. “Kün” emri ise istikballe ilgilidir. Yekün de istikbaldir.

 

أَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ (EaN YaTUBa GaLaYKuM)  “Üzerinize tevbe etmeyi murad etmektedir.”

Tevbe” kelimesini kavramak için Türkçede yuva ve evy kelimelerinden başlayalım. Arapçada da “EVY” köy ve yuva anlamındadır. “İva etmek” barındırmak demektir. Yuva ne demektir? Canlılar işleri olunca ayrılıp dolaşırlar, ama işleri bitince rahat etmek için yuvalarına dönerler. Yuva asıl yaşama yeridir, bulunma yeridir. Diğer yerler ise iş icabı gidilen yerlerdir. İnsanı bir yerde bulursan sorarsın; “Burada ne arıyorsun?” dersin, ama evinde bulduğun zaman “Burada ne yapıyorsun?” diyemezsin. Çünkü orada bulunması asıldır.

“Tevbe” kelimesinde “E” “V”ye dönüşür. “V” de ticarette olduğu gibi “T”ye dönüşür.

Tevbe” demek, gerisin geriye dönmek, esas ne ise ona dönmek, yuvaya döner gibi dönüş yapmaktır. “Sevb” kelimesi ile akrabalığı vardır. Sevb, elbise demektir. Elbise insanı sarar ve korur.

Üzerine dönmek demek, onu koruyup himaye etmek demektir. Günah işlemelerini önlemektir.

Tâbe ileyhi” demek; ona döndü, onun himayesine, onun korumasına girdi demektir.

Tâbe aleyhi” demek; onun himaye talebini kabul etti demektir

Allahu men tâbe ileyhi fayatubu aleyhi” yani, Allah öyle kimsedir ki kendisine kim dönerse O da ona döner. Onun dönüşünü kabul eder. Allah üzerinize dönmeyi murad ediyor. Yani, Allah sizi bu dünya imtihanına sokmuştur, sıkıntılar çekmektesiniz, ancak O’nun muradı sizin sınıfınızı geçmenizdir. Şeriatın yasaklarından uzak durmanız, emrettiklerini yapmanızdır. Allah’ın muradı sizi korumaktır.

Eğer siz ittika ederseniz, sağ takımda yer alırsanız, O size yollarını gösterecek, sonunda mutlaka galip geleceksiniz. Siz bugün küfrün yaygınlaşmış olmasına, muzaffer olmasına bakmayın; biz onu sizi yetiştirmemiz için yapıyoruz, yoksa onlar yok olup gideceklerdir. Âhirette de onlar azaplarını çekeceklerdir.

 

وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ (Va YuRIyDu elLaÜIyNa YatTabiGUvNa elŞaHaVavTı)  

“Şehvetlerine tâbi olan kimseler ise.”

Burada Allah’ın karşısında olanları da kurallı erkek çoğul olarak getirmiştir. Böylece onların da örgütlü olduklarını bildirmektedir. Bugün bunlar büyük bir şekilde örgütlü bulunmaktadırlar. Karşı taraf insan ve cinlerden olan şeytanların işbirliği ile oluşmuş bir takımdır. Ancak bunların hepsi insanın şehevî yapısından gelmektedir. İnsan hayvandır. Şehvetleri vardır. Bu şehvetler bir bütündür. Birbirini tamamlamaktadır. Onun için dişi kurallı çoğul gelmiştir. Bunlar ihtiyaçları gideren arzulardır. Genel olarak giyinmek, barınmak, yiyecek yemek ve çoğalmaktır. Cinsi arzudur. Bu ihtiyaçlar hayvanlarda da vardır, insanlarda da vardır. Hayvanlardan farklı olarak insanlar için bu şehveti tatmin etmek için iki yol gösterilmiştir.

1) Biri gelişigüzel ve kontrolsüz tatmindir. Helal-haram demeksizin bulduğunu yemek, giymek, saldırmak, ilişki kurup bırakmak.

2) Oysa Allah bunların meşru tatmin yollarını öğretmiştir. Cemiyette çalışıp kazanacaksınız, evlenip aile kuracaksınız. Diğer insanlarla anlaşıp yaşayacaksınız. Kendinizi yasaklardan koruyacaksınız. Başkalarının mallarını alıp kullanmayacaksınız. Evlilik dışı ilişkilerde bulunmayacaksınız.

 

أَنْ تَمِيلُوا مَيْلًا عَظِيمًا (EaN TaMİıYLUv MaYLan GaJIyMan)  

“Azim meyle meyletmenizi isterler.”

Meyil” dik değil de eğik duran şeyin adıdır. Ona doğru sarkmak, ona doğru eğilmek meyldir. Nil gibi akarsular kıyılarındaki eğik yerlerden çekilince orada bir tabaka bırakırlar. Bu tabakadan oluşan araziye milli arazi, milli toprak denmektedir.

Meyl etmek” o tarafa dönmek demektir. O takımı tutmak demektir. Hakkı bırakıp bâtıla girmek demektir. Arapçada eğer bir fiildeki mastar tavsif edilecekse mastar tekrar edilir. “Temily Azimen” denseydi, azim mef’ul olurdu. Burada ise azim fiilin zarfıdır. Fiilin başıdır.

Azîm meyl” büyük meyl demektir. “Büyük söyleme!” deriz. Bunun anlamı, büyük söz söyleme demektir. Yapamayacağın işleri yaparım deme. “Büyük iş yaptın!” derler; yani başarılı iş yaptın demektir.

Kebir” yaşça veya değerce büyük demektir. “Azim” ise cesametçe ve hacimce büyük demektir.

Azim meyl ile meyletmenizi isterler” yani dengesiz hareket etmenizi isterler.

Arabanın frenine basmanız hâlinde fren arabanın hızını alıp gider ve sonunda araba parçalanmaz, sadece savrulur. İnsanların şehvetini frenlemezseniz onları uçurma götürür.

Şehvetlerine tâbi olanlar doymak bilmezler. İçerler; daha çok içmek isterler!.. Gasp ederler; daha çok gasbetmek isterler!.. Zina yaparlar; daha çok zina yapmak isterler!.. Saldırırlar; daha çok saldırmak isterler!..

Allah’ın hizbi, Allah’ın takımı karşı taraftakileri kurtarmak isterler. Onların hakkı bize geçmesin derler. Cinsi ilişki kurdukları zaman, ya bunun çocuğu olursa ne yapar diye düşünürler. Kadın da ya çocuğum olursa ne yaparım der. Dolayısıyla iffetlerini korurlar.

Öbürleri zevklerini tatmin ettikten sonra çocuğu aldırırlar! Mümkün olmazsa, kadını bile öldürürler! Kumar oynayanlar sürekli olarak oynamalarına rağmen kumardan doymazlar!

İşte Allah’ın hizbi ile şehvetin hizbi arasında böyle büyük fark vardır. Onlar karşı takımı imha etmek isterler; bunlar ise karşıdakileri kendi takımlarına geçirip kendileri gibi yapmak isterler.

 

 

***

 

يُرِيدُ اللَّهُ (YuRIyDu elLAHu)  “Allah murad ediyor.”

“Vav” harfi getirmeden “Yürîdu/Murad ediyor” kelimesini tekrar etti. Yukarıdaki iradenin bir açıklamasıdır. Ondan başkası değildir. Allah’ın tevbe etmesi demek, tahfif etmesi demektir. Böylece Allah’ın şeriatı teşri etmesinin muradı budur. Yani, Allah insanlara bir şeyleri emrediyorsa, sadece kendileri için emretmektedir. Yoksa Allah’ın bir şeye ihtiyacı yoktur.

Usullerde uzun uzadıya tartışma yapılmaktadır. Allah maslahatı içermeyen, sadece ibadet olan bir şeyi emreder mi? Yoksa Allah mutlaka bir yararı olduğu için mi emretmektedir? Bir zararı olmakta, onun için mi nehy etmektedir? Muhtar olan, maslahatsız bir şeyi Allah emretmez şeklindedir. Bu âyet de maslahatsız bir şeyin emr veya nehy edilmeyeceğini ifade etmektedir.

 

أَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْ (EaN YuPafFiFa GaNKuM)  “Sizden tahfif etmeyi murad etmektedir.”

Yani, konmuş olan hükümleri evlenmeyle, mirasla, cezalarla tahfiftir. Yükünüzü hafifletmektir.

Şeriatın bu hükümlerine uymazsanız çok ağır yük içine girer, kaldıramazsınız.

Balıklar yumurtalarını bırakır, ayrılıp giderler. Yavrular kendileri yumurtadan çıkar, suda yüzerek yaşamaya devam ederler. İnsan yavrusu ise yürümeye 1-2 sene sonra başlayabilmektedir. 15 yaşına gelinceye kadar kendi başına yaşama şansı yoktur. Bugün artık insan kendi başına asla yaşayamaz durumdadır.

Hayvanlardan farklı olarak zayıflığı şöyle sıralayabiliriz:

  1. İnsanın bacakları diğer hayvanlardan kaçabilecek veya onları kovalayacak biçimde değildir. İnsanlar maymunlar gibi ağaçtan ağaca atlayamamaktadır.
  2. İnsanlar hayvanlar gibi pençeleri ile avını yakalayamamakta, onu parçalayıp yiyememektedir.
  3. İnsan çenesi ve dişleri ile yiyeceğini doğrudan çiğneyememekte, bazı hayvanlar gibi avını öldürmek için dişlerinde bir zehir bulunmamaktadır.
  4. İnsanın dallara asılmak veya sinekleri kaçırmak için kuyruğu yoktur.
  5. Kendisini soğuktan, sıcaktan, güneşten, ısıdan, darbelerden koruyacak tüyleri, yünü, kılları yoktur. Vücudun ısısını dengeleyememektedir.
  6. Diğer canlılar gerekli her türlü bilgiye sahip olduğu halde, insan bilgisizdir. Gerekli birçok şeyi bilmemektedir. Bazen zehir ona tatlı geliyor, bazen da kendisine yarayan şeyler acı görünüyor.
  7. İnsan beceriksizdir. Arılar, karıncalar, örümcekler gibi bütün hayvanlar her işi en yüksek kalitede yapabildikleri halde, insan kalitesiz mal üretmektedir. Ateş böceğinde ışığın verimi %98 iken, insanın yaptığı lambalarda %20 civarındadır.
  8. Bunlar yetmiyormuş gibi; çocukken ve yaşlılıkta başkasına muhtaç olduğu gibi olgunluk yıllarında da hasta olmakta ve kendi kendine yaşayamamaktadır.

İşte Allah bu eksiklikleri karşılamak üzere insana “ilim” vermiştir. Şeriatı yani hukuku tedvin etmiştir. Eksiklikleri gidermiş, hattâ insan bu eksikliklerini giderdikten sonra diğer bütün canlılardan güçlü hâle gelmiştir.

Tarih şahittir ki, bugün insanlık neyi elde etmişse bunların hepsini peygamberlerin ve kitapların öğretisiyle öğrenmiştir. Mezopotamya peygamberlerin ülkesidir. İlk uygarlık orada doğmuş ve gelişmiştir. Bunun böyle olmadığını kim inkâr edebilir? Ortadoğu İbrani peygamberlerinin ülkesidir. İyonya Yahudilerin en aktif olduğu yerdir. Yunan uygarlığı o sayede doğmuştur. Avrupa uygarlığı İslâm medeniyeti sayesinde doğmuştur. Kitaplar ve peygamberler olmasa, insanlar hâlâ çardaklarda göçebe olarak yaşıyor olacaklardı.

İnsan kişi olarak bugün en zayıf durumdadır. Onu koruyup yaşatacak olan şeriattır, hukuktur. Avrupalılar “insan hakları” diyorlar; diyorlar ama bu hakları nasıl koruyacaklarını bilmiyorlar. “Fıkıh” insanın haklarını ve görevlerini sayan ilimdir. Batı’da Fıkıh var mı, böyle bir ilim var mı?! “Hukuk var!” deniyor ama bugünkü hâliyle Batı hukuku yamalı bohça bile değildir. Batı dünyası bilmek bir yana, henüz Fıkhı ve Usûl-ü Fıkhı anlamış bile değildir.

 

وَخُلِقَ الْإِنسَانُ ضَعِيفً (Va PuLıQa eLEıNSAvNu WaGIyFan) “İnsan zayıf halk edilmiştir.”

Evet, insan birçok eksikleri ile zalum (zalim) ve cehul (cahil) yaratılmıştır.

Zayıftır, ancak ona öyle özellikler verilmiştir ki, o sayede onu daha mükemmel hâle getirmiştir.

  1. İnsan ayakta durmakta, ama diğer hayvanlar kadar koşamamaktadır. Ağaçlara tırmanamamakta, ama ayakta durarak birbirinin yüzüne bakarak görüşme ve konuşmayı başarmaktadır. Bu da onu topluluğun ferdi hâline getirmekte, tek başına başaramadığı şeyi birlikte daha kolay bir şekilde başarabilmektedir.
  2. Evet, insanın pençeleri yoktur, ama sanata yatkın eli vardır. Onunla yazı yazmakta, ince işleri yapabilmektedir. Böylece ürettiği makineler onun ihtiyaçlarını yüz defa daha fazla gidermektedir. Her yerde yaşama imkânını bulmakta, uzaya bile açılabilmektedir. Başka hiçbir canlının böyle bir şey yapmasına imkân olmamaktadır.
  3. Evet, insanın çenesi parçalamaya müsait değil, ama konuşmaya müsaittir. Bu sayede insan sosyal varlık olmaktadır. İnsanlar birbirleriyle haberleşmektedir. Artık dünyadaki bütün insanlar ikili olarak her zaman görüşebilmektedir. Dil yarası kılıç yarasından keskin olmaktadır.
  4. İnsan çıplaktır, tüyleri yoktur, ama tekstil yoluyla elbise üretmekte ve bu sayede her çeşit iklime uygun hayatı sağlayabilmektedir. Bu sayede bugün uzaya gidebilmektedir. Belki bir gün güneş sıcaklığına dayanabilecek elbise de üretebilecektir.
  5. Diğer canlılar kendilerine ait bilgileri bilmektedirler. İnsan ise bilmiyor, ama öğrenme kabiliyeti vardır. Diğer canlıların ise öğrenme kabiliyetleri yoktur. Bu öğrenme kabiliyetini hafızası ile başarmaktadır. İcat ettiği yazı sayesinde uzaklara ve geleceğe ait bilgilerini aktarmaktadır. Hele şimdi bilgisayar sayesinde kendisine özgü bir beyne sahip olmaktadır. Doğuştan bilmiyor, ama sonra istediği sahada bilgi sahibi olmaktadır.
  6. İnsan beceriksizdir, ama icat ettiği makineler sayesinde her şeyi istediği mükemmellikte yapabilmektedir. Göklere yükselmekte, milyarlarca yıl uzağından haber alabilmektedir.
  7. İnsan aile müessesesi sayesinde tüm sıkıntıları yenebilmekte, uzun bir ömür yaşayabilmektedir. İnsan tüm eksiklikleri fazlasıyla yenmiştir.
  8. İnsan hiyerarşik bir şekilde iç içe teşkilat kurabilmekte, tüm dünyaya birden hakim olmaktadır. Yeryüzünü imar ederek kendisinin kullanacağı hâle getirmektedir. Diğer canlılar tabiata uyarlar, insan tabiatı kendisine uydurur.

Aile ile ilgili hükümleri böylece sıraladıktan sonra, evlilikle ilgili hükümleri koyduktan sonra, bunların insanların kendileri için olduğunu bildirmektedir. İnsandaki eksiklik aile hayatı ile giderilmektedir.

Aile hayatında işbölümü yapılmakta; kadın çocuk doğurup büyütmekte, erkek ise ailenin nafakasını temin edip korumaktadır. Bunu başarabilmek için de aşiret, bucak, il, ülke ve insanlık olarak teşkilâtlanmaktadır. Böylece zayıf yaratılan insan güçlü, en güçlü olmaktadır.

Yeryüzünü yönetmek için yaratılmış olduklarını iddia eden İsrail oğulları, kendileri dışındaki insanları hayvan gibi görürler. Onlara göre diğer insanlar nasılsa cennete gidemeyeceklerdir. O halde onlar insan olmamalıdırlar ki biz onları yönetelim. Onların aileleri olmamalıdır ki, ona dayanan her şey, devlet de, mülkiyet de yok olsun. Marx dört şeyi önermiştir: 1) Tanrı yoktur. 2) Aile yoktur. 3) Mülkiyet yoktur. d) Devlet yoktur.

Kur’an bu sûrede önce aile müessesesini anlattı, ona dair hükümleri koydu. Bunun hikmetini izah etti. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” dendi. Bundan sonra insanı güçlü kılan ikinci müesseseyi anlatmaya başladı.

 

***

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜIyNa EavMaNUv)  

“Ey îman etmiş olan kimseler!”

Bu süre “Ey Nâs!” diye başladı. Fuhuşla ilgili hükümleri beyan ettikten sonra, “Ey îman edenler!” diyerek haram evlilikleri saymaya başladı.

Şimdi de “Ey îman edenler!” diyerek, insanı diğer canlılardan ayıran mülkiyetle ilgili hükümlere geçti.

Aile yapısı diğer canlılarda da mevcuttur. Ancak bu eşler arasında olur, büyüdükten sonra sona erer. Yaşlı anne ve babalara bakma yalnız insanlarda vardır. İnsandaki cinsi ilişki arzusu süreklidir. Oysa hayvanlarda sadece çoğalma zamanında sözkonusudur. Mülkiyet kavramı ise tamamen insana hastır.

Marx hayvanlarda da çok erkekle eşleşme yasağının olduğunu bilmediği için aile müessesesinin doğal olmadığı, aile müessesesini zenginlerin insanları sömürmek için icat ettikleri kanısında idi. Bu varsayımın tamamen yanlış olduğu bugün çok iyi bilinmektedir. Biyolojik zaruretler bunları doğurmuştur. Avrupa’daki soykırımı bunu açıkça göstermiştir. AIDS bunun inkâr edilmez kanıtı olmuştur.

Mülkiyet hayvanlarda olmadığı için insanlarda da olmamalıdır. Hayvanlarda ferdi mülkiyet yoktur. Karınca ve arılarda kolektif mülkiyet vardır. Bütün hayvanların yuvaları kendilerine aittir. Bununla beraber insanlara has olan mübadeledir. Bedelli mübadele yalnız insanlarda vardır. Şimdi onu açıklamaya başlamaktadır.

 

لَا تَأْكُلُوا (LAv TaEKuLUv)  “Ekletmeyiniz.”

Ekletmek” yemektir. Ancak taam etmekten farklıdır. Taam etmek yalnız besinler için kullanılır.

Taam” yiyecek demektir. “Ekle” ise güvedir. Ağacı güvenin yemesi şeklindeki yemeye “ekletmek” denmektedir. Yani, karşı tarafın malını almak ekletmek demektir.

İnsanların bir maldan yararlanması için o malın başkalarına ait olmaması gerekir. Yeryüzü bütün insanlığındır. İnsanlar işgal ile yeryüzünü paylaşmaktadırlar. İşgal ettikleri müddetçe, o yerden, oradaki ürünlerden yararlanma hakkı onlarındır. Siz de işgal ettiğiniz yerden yararlanma hakkına sahip olursunuz.

O halde birisi bir yer işgal etmekte iken, onun elinden orasını alıp biz yararlanamayız. Men edilenin birisi budur. İşgalden ayrıldığında orada hiçbir hakkı kalmaz. İşgal edilen yerin başkasına devri de sözkonusu değildir. Miras yoluyla intikal etmez. Buna karşılık eğer bir yerde bir emek sözkonusu ise o emek sarf edilen yer artık mülk hâline gelmiştir. Ayrılsan da orada hakkın devam eder. Ondan yararlanmak isteyen senin emek hakkını ödemek durumundadır. Böyle olan yer ve malların başkalarına devri mümkün olabildiği gibi miras yoluyla vârislere de intikal eder.

Ekletmek” demek, başkalarının emekleri ile elde ettikleri şeyleri alıp tüketmek demektir. Bunu haram kılmıştır. Demek ki burada yasaklanan şey başkalarının işgal ettikleri yerlerdeki intifa haklarına saygı gösterecektir. Başkalarının emekleri ile iktisap veya imar ettikleri yerler emek sahiplerine ait olduğu için saygı gösterip rıza dışı yanaşmayacaksınız.

أَمْوَالَكُمْ (EaMVAvLaKuM)  “Mallarınızı ekletmeyiniz.”

Mal” kullanıldığı zaman tükenen şeydir. Yiyecek böyledir. Yakacak böyledir. “Meta” ise kullanırsınız, yine kullanırsınız. Bunlara meta denmektedir. Metaın da mülkiyeti vardır.

Yani, eğer siz oraya emek vermiş iseniz, orada hakkınız vardır. Ne var ki onları âtıl (boş) tutamazsınız. Boş ise başkaları kullanır, siz talep ettiğiniz zaman geri almak durumundasınız.

Burada yasaklanan mallardır, yani tüketim aracı olan mallardır. Arapçada çoğul çoğula izafe edilince herkesin kendisine izafe edilmiş olur. “Nisaüküm” dendiğinde, herkese kendi karısı demek olur. “Ebkarun Leküm” derseniz, sizin ortak inekleriniz anlaşılır.

Burada herkesin kendi malı vardır. Onu aranızda yemeyiniz denmiş olur.

 

بَيْنَكُمْ (BaYNaKuM)  “Aranızda mallarınızı yemeyiniz.”

Aranızda” deyince “Emvâl/Mallar”ın zarfı olur. Aranızdaki malları butlan ile yemeyiniz ortaya çıkar. Bu takdirde özel mülkiyet ortak mülkiyetin içinde olur. İnsanlık ülkelere ayrılır. Yeryüzü insanlığındır ama ülkeler artık kendi topraklarına mâliktirler. İller de ülke içinde kendi topraklarına mâliktirler. Bucaklar iller içinde, ocaklar bucaklar içinde kendi topraklarına mâliktirler. Bunların altyapıları ortak olduğu için iç içe mülkiyet vardır. Bu şufa hakkını doğurur.

Bir yere eğer o ocakta olan biri tâlip ise başkası orada yer alamaz. Bir bucakta eğer biri oraya talip ise başka bucaktan biri gelip alamaz. Bir ilde o yere talip olan varsa, başka ilden birisi gelip alamaz. Bir ülkenin vatandaşı talip iken, başkası gelip alamaz.

Taşınmazlar komisyoncular tarafından alınır. Göç eden kimsenin arazilerini veya yapılarını alan kimseye ek kredi verilir. Belli müddet içinde o bucaktaki almazsa başka bucaktaki alır. Bu böyle gider.

Demek ki bu iç içe mülkiyetlik taşınmazlarda ve taşınırlarda geçerlidir. Şufa hakkı budur. Akrabalık veya komşuluk şufa hakkı doğurmaz. Ama burada “Beyneküm/Aranızda” denmesi, topluluk içinde olmak şufa hakkını doğurur demektir.

Bu “Adil Düzen Anayasası”nda yoktur. Şimdi öğrenmiş oluyoruz. Sizin bunu oraya eklemeniz gerekir. Kur’an böyle tefsir edildikçe anayasanın hükümleri de genişleyecektir.

 

 بِالْبَاطِلِ (Bı eLBAvOıLı) “Bâtıl ile”

Bâtın” iç demektir. “Zâhir” sırttır. “Bâtın” karındır. Bâtıllı çürük demektir, batmış ve bitmiş anlamındadır. Fıkıhta “fâsid” karşılığı “bâtıl” kullanılmaktadır.

Fâsid, bozulmasına karar verilmeden önce geçerli olan hükümlerdir. Bâtıl ise akitten itibaren geçersiz olan hükümlerdir. Mesela, bir suyun içine bir pislik düşse ve su ile üç gün abdest alınıp namaz kılınsa, üç gün sonra suyun içine pislik düştüğünü öğrensek, üç günlük olduğunu tesbit etsek, üç gün önce kıldığımız namazlar geçersiz midir? Yoksa bundan sonra alacağımız abdestte onu kullanamayız. Abdestsiz namaz kılmak fâsid ise o zaman üç günlük namazlar geçerlidir. Bâtıl ise o zaman ondan sonra o su ile abdest alınmaz olur. Abdest şarttır, şartın yerine getirilmemesi iptal etmez, ifsad eder.

Burada “Bi’l-Fâsidi” denmemiş de “Bi’l-Bâtili” denmiştir. Öyleyse rızaya dayanmayan akitler, fâsit değil bâtıldır. Şimdi buna  dayanarak bir sorunu çözelim. Aldatma rızayı nefy eder. Dolayısıyla birisi “Ben bunu 10 YTL’ye aldım” dese ve 15 liraya satsa, karşı taraf kabul etse; sonra müşteri aldığı malı satıcının 10 liraya değil de 8 liraya aldığını öğrense, bu akdin muallel olduğunda ittifak vardır.

  1. 3 lirasını satın alan geri alır. Eğer bu fâsid akitse durum böyledir.
  2. Bâtıl akitse, akit yapılmamış olur, malı iade eder, parasını geri alır.

İşte bu âyet böyle bir akdi fâsid değil bâtıl kabul eder. Ne var ki müşterinin mal üzerinde herhangi bir tasarrufu olmamalıdır. O malın piyasa fiyatları değişmemiş olmalıdır. Yoksa rızası var kabul edilir.

Bu âyet bize önemli bir hususu bildirmektedir. O da insanlar için tek kazanç kaynağı olan emektir. Marx’ın bu teorisi Kur’an’a uymaktadır. Kur’an’da “İnsanlar için sa’yden başkası yoktur” (Necm[53];39) denmektedir. O halde genel kural şudur. Emek dışında bir şeye malik olmak bâtıldır. Buna dayanarak sırf işgali mülkiyet için yeter sebep saymamaktayız.

Bir yeri Fransızlar keşfetti, o halde orası onlarındır demek kadar saçma bir şey yoktur.Yahut biri âlet icat etti, o halde onun patent hakkı vardır! Evet, o icat ettiği makine onun, ama başkaları onu bulamaz diye bir garanti nereden çıkmıştır? Halbuki nikâhta ve biatta böyle rıza şartı yoktur.

 

إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً(EılLAv EaN TaKUvNu TiCARaTan)  

“Sadece alış veriş istisna edilmiştir.”

Bey’” var, “Ticaret” vardır. Bey’de siz kendi malınızı komşunuzun bir malı ile değişirsiniz. Onun altınını alırsınız, malınızı verirsiniz. Yahut altını temsil eden kâğıt parayı alırsınız ve malınızı verirsiniz. Burada ticaret yoktur. Karşılıklı mübadele vardır. Ticarette ise malı alırsınız, satarsınız, kâr edersiniz.

Malları değiştirmede bâtıl ile yemek yoktur. Onun için o hususta bir istisna getirilmemiştir. Çünkü nehyin kapsamına girmemektedir. Ama onda da rıza şartı aranacaktır.

Ticaret ise aslında bâtıl bir iştir. Çünkü emeksiz kazançtır. Alıyorsunuz, üstüne değer koyup satıyorsunuz. Faizden farkı yok! Bu şekliyle emeksiz kazanma değil midir? Bâtıl olması gerekir. Ama istisna edilmiştir. Çünkü ticarette zarar da vardır. Kâr tanımazsak zarar nereden karşılanacaktır? Onun için ticarette kâra izin verilmiştir ve bu izin istisnaidir. Bununla beraber servete haram karışmış veya zarar edilmezse, işte bunun için kırkta bir zekât vermekteyiz.

Aslında ticaret bâtıl kazançtır, ama zekâtla helal hâle getirilmektedir.

Demek ki Kur’an Marx’ın iddialarından bin yıldan daha fazla zaman önce bunu ortaya koymuş ve çözümler üretmiştir. Faiz bunun için haramdır. Kumar bunun içim haramdır. Çünkü bunlarda emeksiz kazanç elde edilmektedir.

Şimdi bir şey sorulabilir. Kiranın durumu nedir?

Kirada da benzer illetler vardır. O sebeple diyoruz ki, mesken gibi kazanç aracı olmayan yerlerin kiraları bey’ gibidir. Yıpranma karşılığı kira nakit olarak alınabilmektedir. Ama işyeri kirası ancak yapılan bir işten pay olarak alınabilir, nakit olarak alınamaz; alınırsa faizdir diyoruz.

Dört şey faizdir: 1) Ticaret yerlerinden alınan sabit kira, 2) Ticaret yerlerinden alınan sabit ücret, 3) Ticaret yerlerinden alınan sabit kâr ve 4) Ticaret yerlerinden alınan sabit vergi, faizdir ve haramdır.

Para ticaret aracı olduğu için parada yapılan kazanç da faizdir.

 

عَنْ تَرَاضٍ (GaN TaRAyWın)  “Rızası ile”

Karşılıklı pazarlık yaparsınız, gönül hoşluğu ile anlaşırsınız, alırsınız, satarsınız. Alıp satan da kâr edebilir. Bu helaldir. Bâtıl olduğu halde yiyin denmektedir. Ticarete şiddetle ihtiyaç olduğu için; rızkın onda dokuzu ticarette olduğu için; aslında bâtıl olan bir şey meşru kılınmıştır. Ancak bunun için bâzı tedbirler alınmıştır. Tekel önlenmelidir. Yani rıza şartı zedelenmemelidir.

“(G)An” sebebiyet anlamını taşır. “Kutile An Katlih” dendiği zaman, öldürdüğü için öldürüldü anlamı gelir. “An Teradin” teradi sebebiyle anlaşılmış olur. Buradan şu anlaşılmaktadır ki, miras başkasının malı değil, vârisin malıdır. Vâris murisin vasiyetine uymak zorunda değildir. Bu sebepledir ki ölenin malları hemen vârislere intikal etmez. Önce yönetim tarafından borçlar ödenir ve vasiyetler yerine getirildikten sonra bölüştürülür. Bundan sonra o mal vârisindir. Ovaz karşılığı alınmıştır. Emeğinin karşılığıdır. Emek dışında insanın başkasının mallarına sahip olması ancak teradin akitle yani rıza sözleşmesi ile mümkündür.

 

مِنْكُمْ (MiNKuM)  “Sizden gelen bir rıza demektir.”

Yani, başka yerden, dışarıdan gelen bir rıza değil. Dolayısıyla alışverişte kimsenin kimseye müdahale etme hakkı yoktur. Ne devlet ne de belediye asla müdahale edemez.

Hazreti Peygamber aleyhisselâmın narh koymasını istemişler, o da şiddetle reddetmiştir.

Piyasanın dengesini bozduğunuz zaman kıtlığa doğru gidilir. Piyasa serbest olarak devam ediyorsa, en güç şartlarda dahi krizi aşar.

Düzce’de deprem esnasında oradaydık. Zelzeleden hemen sonra sokakta pazar kurulmuş ve alışveriş başlamıştır. Sovyetler yıkılmış, hemen güçlü pazarlar doğmuştur. Halk krizleri serbest pazarlarla atlatmıştır. Türkiye’deki bütün krizler, kayıt dışı ekonomi ve zoraki oluşan serbest pazar sayesinde atlatılabilmiştir.

Ancak burada başka bir şeye işaret emektedir. Kendi içinizde rıza olması şarttır. Pazar içinde de serbest rekabet devam etmelidir. İçinizde de pazar oluşmalıdır. Belediye pazarda fiyatlar koyamaz, ama tanzim satışları ile dengeyi koruyabilir. Bir de esnaf o çarşının kararlarına da uymak zorundadır. Çünkü bu “Minküm/Sizden”de onlar da vardır. Uymak istemeyenler çarşıdan ayrılıp başka yere gitmelidirler. Böylece hem kişinin hem de çarşı topluluğunun hürriyeti korunmuş ve rızası sağlanmış olur.

İslâmiyet’te demokrasi hicretle sağlanmaktadır. Küçük yerde yerleşim yerleri, iş yerleri oluşturulur. Hoşlanmayanlar yerlerini değiştirerek istedikleri topluluğa katılabilirler.

Krediyi de çalışana veriyoruz. İstedikleri zaman eski işyerlerinden ayrılıp kredileri ile istedikleri iş yerlerine gidebilirler. Nasıl cinsi ilişkilerde açık akitler ailenin temelini oluşturuyorsa, ekonomide de rıza şartı ekonominin esasını oluşturur.

Batı dünyası henüz bu konuları tartışır seviyeye bile yükselmemiştir.

 

وَلَا تَقْتُلُوا أَنفُسَكُمْ (Va LAv TaQTuLUv EaNFuSaKuM)  “Nefislerinizi katletmeyiniz.”

Canlılar arasında iki türlü ilişki vardır.

1) Bunlardan biri çatışma ilişkisidir. Canlılar birbirleriyle kavga ederler, yenilen yenene yem olur ve yenen çoğalır. Böylece çatışma üzerinde denge kurulmuştur.

İnsanlar da böyle yaşayabilirler. Kur’an Arabistan’da nâzil olurken durum bu idi. Kabileler birbirini yağmalar ve yaşarlardı. Bu yaşama düzeni örflerinde meşru kabul edilmişti. Sadece Mekke’de ve Harem’de çatışma yasaklanmıştı. Haram aylarında ise bütün Arabistan’da çatışma yasaktı. İnsanların kendi kendilerini öldürüp onların üzerinde hayat sürmeleri meşru görülüyordu.

Şimdiki Batı mantığında da bu cahiliye dönemi mantığına göre hareket edilir. Afganistan Ruslar tarafından bu mantıkla işgal edildi. Yine Afganistan ve Irak ABD tarafından bu mantıkla işgal edildi. Ama biz Kıbrıs’ı bu mantıkla işgal etmedik. Bunu da herkes bilir.

2) Diğeri ise çıkar beraberliğidir. Kâinat geniştir. Yeter ki beraberce cehaletle mücadele edelim, ilmimizi genişletelim, o zaman tüm uzay emrimize girer ve Kâinat bizim olur.

İşte Allah diyor ki; böyle birbirinizi öldürmekle hayat sürmeyiniz. Evliliği düzenleyiniz, mülkiyeti düzenleyiniz, sonra da güvenliği getiriniz. Böylece kamuya ait görevlerin üçüncüsü de ortaya çıkmaktadır. Bunun için konmuş olan kural kısastır, aftır, diyettir.

 

إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا (EınNa elLAHe KavNe BiKuM RaXIyMan)  

“Allah sizin için rahim bulunmaktadır.”

Kur’an’da Allah için iki temel sıfat getirilir; Rahmân ve Rahîm. Her ikisi de anneden gelen kelimedir. Anne çocuğuna karşı merhamet duyguları ile doludur. Ondan bir karşılık beklemez, tamamen ona yardım etmek ister. Allah da böyledir. Kimseden bir şey bekleyerek değil, rahmeti ile tüm insanlara hattâ bütün canlılara rahmet etmektedir. Bunu iki şekilde yapmaktadır.

1) Rahmân sıfatı ile yapmaktadır. Kişinin burada herhangi bir etkisi yoktur. Benim gözümü Allah bana verdi ama benim o hususta herhangi bir çabam olmamıştır.

2) Bir de rahîm sıfatı ile vermektedir. Rahmet, çalışana bol bol ücretini verme anlamındadır. Yani, fabrikalar kurmuş, halkı orada çalıştırmakta ve ücretini, vermektedir. Ama bu fabrikayı kendi ticareti için değil, halkın iyiliği için kurmuştur. Onun alıp götürdüğü hiçbir katkı yoktur. İşte burada buna işaret etmektedir. Yani, Allah şeriat hükümlerini koymuştur. Onlara uyanları mükâfatlandırmaktadır. Ama Allah’ın kendisinin bundan bir çıkarı yoktur, çükü O’nun çıkara ihtiyacı yoktur.

 

***

وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ (Va Man YaFGaL ÜAvLıKa)  “Kim bunu yaparsa.”

Yani, insan olarak kim olursa olsun, bunu kim yaparsa o cehennemliktir.

Tevrat İsrail oğullarına yol göstermekte, onlara hitap etmektedir. Kur’an ise tüm insanlara hitap etmektedir. İnsanların birbirlerini öldürmemelerini istemektedir. Sadece meşru öldürmelere izin vermektedir. Öldürülen kimse kim olursa olsun fark etmemektedir. Çünkü “Enfüseküm/Nefislerinizi”deki “Küm/Siz” tüm insanlardır. Tevrat’ta da nefse nefstir. Büyük küçük, kadın erkek, hasta sağlam, kâfir müslüman değişmeden herkes için aynı hüküm vardır; kısas. Burada “Vav” harfi geldiği için kıyasla istisnalar caizdir. Nelerdir bunlar?

  1. İnsan malını, canını, işini ve ırzını savunabilir. Ne var ki bu şartlar içinde de diyetin ödenmesi gerekir. Başka def etme imkânı varken def etmemiş de katle teşebbüs etmişse galiz, başka def imkanı yoksa o zaman hafif diyet öder. Bunu hakemler takdir edeceklerdir. (Bu hususta “Adil Düzen Anayasası”nda bir kayıt yoktur. Düzeltilmesi gerekir.)
  2. Kısas olarak adam öldürülür. Kast olması gerekir. Afv edilmemiş olması gerekir.
  3. Mahkeme dâvet etmiş, buna rağmen dinlemeyip firar eden kimse öldürülebilir. Bizim topraklarda görülürse öldürülebilir.
  4. Savaşta cepheye atılan silahlar masum insanları da öldürebilir.

 

عُدْوَانًا وَظُلْمًا (GuWVANan Va JuLMan)  “Udvanen ve zulmen kim adam katlederse.”

Bir kimsenin katledilebilmesi için zulmün ve udvanın birlikte olması gerekir. Yalnız udvan varsa, yalnız zulüm varsa orada kısas uygulanmaz.

Udvan” düşmanca demektir. “Zulüm” de haksızlık demektir. Potansiyel düşman katledilemez.

Zulüm, haksızlığa uğramak demektir. Haksızlık yapıldığını mahkeme tesbit edecektir. Mahkeme kararlarına uymayan kimse öldürülemez. Ama mahkeme kararlarını uygulatmayan kimse ölüme mahkum edilebilir. Demek ki katlin zulüm ile ve udvanen olmuş olması gerekir.

Udvan, karşı tarafı yok etmeyi istemektir.

 

فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا (Fa SavFa NuÖLıHı NaRan)  

“İleride onu ateşe sılıy edeceğiz.”

İleride onu ateşte pişirteceğiz.

Cehennem insanları terbiye eden ve pişiren yerdir. Orası uslandırma yeridir. Kur’an sadece adam öldürme günahı için ateşe atılacaklarından bahsetmektedir. Onun dışında küfür ve şirkten bahsedilir.  

 

وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(30) (Va KAvNa ÜAvLıKa GaLAy elLAHı YaSIyRan)  

“Bu Allah için kolay bulunmaktadır.”  

Yani, ateşte insanı pişirmek yani akıllandırmak kolay bulunmaktadır.

Ateşe atıp yakmak bizim için de kolaydır. Ama ateşte yemek pişirmek ustalık ister. Allah insanı ateşe koyacak, yakmadan, bozmadan, artık uslanmış ve akıllı olarak onu ateşten çıkaracaktır.

Bu Allah için kolaydır.

İnsan moleküler yapıdan atomsal yapıya dönüşmektedir. Ancak genlerde ve vücudun organik yapısında bir şey olmamaktadır. Ruh o bedenle irtibat kurmaktadır. Geçiş devresinden sonra tekrar moleküler yapıya dönüşüp eski yapıya dönüşmektedir. Cennete gitmektedir.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3162 Okunma
2-NİSA 6-10
2179 Okunma
3-NİSA 11-12
5609 Okunma
4-NİSA 13-17
1937 Okunma
5-NİSA 18-22
1886 Okunma
6-NİSA 18-22
1573 Okunma
7-NİSA 23-24
4555 Okunma
8-NİSA 25-30
1962 Okunma
9-NİSA 31-35
3358 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2307 Okunma
12-NİSA 47-56
2184 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2358 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2186 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2083 Okunma
20-NİSA 95-101
1947 Okunma
21-NİSA 102-106
2147 Okunma
22-NİSA 107-113
2099 Okunma
23-NİSA 114-116
2498 Okunma
24-NİSA 117-125
2102 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2058 Okunma
28-NİSA 144-152
1933 Okunma
29-NİSA 153-158
1984 Okunma
30-NİSA 158-162
2378 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2155 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma

© 2024 - Akevler