بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(81) أَ َفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا(82) وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ أَوْ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمْ الشَّيْطَانَ إِلَّا قَلِيلًا(83)
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ (Va YaQUvLUvNa OAvGaTun) “Taat kavl ederler. Evet derler. Baş üstüne derler.”
Mü’minler hayatlarını topluluğa vakfetmiş olan kimselerdir. Allah onlardan mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır. Onlar hareket ederken kendileri ile aile ve çocuklarını düşünmezler. Çünkü Allah yani topluluk onların geçimlerini tekeffül etmiştir. Başkan da kendisini ve başkanlığını düşünmemelidir. Başkan da nefsini bütün mameleki ile cemaatine vakfetmiştir. Başkanın hayatını kendisi değil cemaati korur. Başkanın kazandıkları cemaatin kazandıklarıdır. Bundan dolayıdır ki başkana kendi mirasçıları değil, başkanın yerine gelen kişi vâris olur. Başkan herhangi bir konuda cemaatiyle istişare eder ve onların lehine karar verir. İstişare esnasında onun kararına ses çıkarmazlar. “Ve itaat ettik derler.”
Çoğu zaman başkanın kararını ciddiye almamakta ve başkanın söylediklerine evet demekte iseler de yapma niyetinde olmazlar. Burada şu önemli nokta belirtilmelidir ki, başkan istişare ederken iki türlü beyanda bulunulmalıdır. Başkan kara alks ağabeyle bu konuda ona fiilen katılmayacağını baştan beyan etmeleri gerekir. Karar almasını istemeyebilir, ama alırsa katılacağını da beyan edebilir. Katılacağını beyan etmesi hâlinde bütün samimiyeti ile katılması gerekir. Artık o ona farzdır. Çünkü başkan ona göre karar alacaktır. Yetecek katılım varsa karar alacak, yoksa almayacaktır.
Burada bizim için çok önemli bir husus vardır. Biz cemaat olarak değişik teşebbüslerde bulunuruz. Bütünümün bu teşebbüslere katılma zorunluluğu yoktur. İçimizden bir grup yeter sayıyı ve gücü oluşturmuşlarsa onlar onu yaparlar. Ama katılan kimseler sözlerinde durmalılar. Bu katılmadan haber vererek çekilme hakları da vardır. O zaman o teşebbüs tasfiye olunur. Ortaklıklarda rıza şarttır. Kişiler bu ortaklıklara katılmak zorunda değillerdir. Ne var ki, bugün artık insanlar tek başlarına yaşayamamakta, yani kendi üretimini kendisi sağlayamamaktadır. Dolayısıyla birilerinin işçisi veya ortağı olmak zorundadır. Bu da cemaatleşmeyi önlemektedir. Aileden ve topluluktan kopmuş bir insan yığını hâline gelinmektedir.
Bir de güvensizlik ve huzursuzluk içindedir. Çünkü her an işsiz kalabilir veya çalıştığı yerde mağdur olabilir. Bu sebepledir ki mü’minler kendi aralarında cemaatleşip yalnız evlerini değil, aynı zamanda işlerini de birleştirmek zorundadırlar. İzmir Akevler, evleri birleştirdi ama işlerli birleştiremedi.
فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ (Fa EıÜAv BaRaZUv MıN GıNDıKa) “İndinden buruz ettiklerinde.”
“Bahr” deniz, “Berr” kara, “Berd” de suyu donduran soğuk demektir.
Baraza” demek, ortaya çıktı, göründü demektir. “Mübareze etmek” birine görünmek yani savaşmak demektir. Çölde giderken bir de bakarsınız ki, uzakta bildiğiniz dağ görünür olur. Yahut gemiden kara görünür olur. İşte bu durum “buruz etme”dir.
Senin yanından ayrılıp dışarı çıkınca, toplantı dağılınca, birbirleriyle işaretleşip toplanmalarını isterler. Yani birbirlerine bu konuda itaat edilmemesini telkin ederler. Başkana karşı muhalif bir grup oluştururlar.
İslâmiyet’te muhalefet yoktur. Çoklu sistem vardır. Akileler (dayanışma birlikleri) oluşturulur. Akile sorumluları başkanın danışmanlarıdır. Başkan bunlardan eşit mesafede bulunur. Bunlar 5’ten az, 20’den fazla olmamalıdır. Bunlar başkanın dışında bir araya gelip görüşmemeli, başkanın dışında ortak bir görüşme yapmamalıdır. Varsa söyleyeceklerini başkanın yanında söylemelidirler.
بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ (BayYaTa OAvEıFaTun MıNHuM) “Onlardan bir taife tebyit eder.”
“Tavaf etmek” dolanmak demektir. “Taife” demek, çevreleyen demektir. Halka olup görüşen gruplara taife denir. İstişare ettiğin kimselerden bir taife, ayrı grup oluşturan, alt grup oluşturan bir taife denmektedir.
Başkanın yanında söz verince akilesini toplayanlar, başkanın aldığı ve kendilerinin de iştirak ettiği kararlara uymak gerekirken, onlar kendi aralarında yanı kendi mensuplarına başka bir şeyi aktarırlar. Yahut diğer cemaatlerle birleşip başka şey kararlaştırırlar.
Başkan -yanlış veya doğru- bir karar aldı mı, o mutlaka uygulanmalıdır. Cemaat onu uygulamalıdır. O karar artık başkanın kararı değil, Allah’ın kararıdır. Başkana itaat etmek, Allah’a itaat etmektir. Karar yanlış olabilir. Ama kararın uygulanmaması daha kötü sonuçlar doğurur. Çünkü artık başkanın kararları geçersiz hâle gelir ve kimse onu dinlemez olur. Başkan da artık karar alamaz hâle gelir. Başkan da bu bakımdan dikkatli olmalıdır. Cemaatin uymayacağı kararlar almamalıdır. Bu sebepledir ki peygamberler uzun zaman cemaat yetiştirmekle meşgul olurlar.
Mekke’de 13 sene cemaat oluşturuldu ve 100-150 kişi yetişti…
Sonra, 10 senede bütün Arabistan’a hâkim oldular...
Sonra, bir asırda dünyaya hâkim oldular...
Biz Akevler’de cemaat olmadan işe başladık. Partiler de böyle oluştu. Sonuçlar bellidir.
Allah okumayı ve eğitimi geceye bırakmıştır. Sessiz ve sakin kendi aranızda çekilir ilim yaparsınız, ibadet yaparsınız. Ama topluluğa ait kararlar gündüz alınmalıdır, öğleden sonra alınmalıdır. Toplantılar herkese açık olmalıdır. İstişareden sonra kararı başkan veya yetkili almalıdır. Karar alındıktan sonra artık onun üzerine tartışma kesilmeli ve hep birlikte uygulamaya geçilmelidir. Başkanın kararı mutlaka yerine gelmelidir.
“Tebyit etmek” demek, gece kararlar almak demektir, gizli kararlar almak demektir. Bunun çoğunda hayır olmadığını Kur’an bildiriyor.
غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ (ĞaYRa elLaÜIy TaQUvLu) “Kavlettiğinizin gayrisini tebyit ederler.
Nitekim biz de karar alındıktan sonra tereddüt göstermemeliydik. Mesela, Pendik/Kaynarca’yı aldık; almaya başladık. Ondan sonra başta ben olmak üzere azmimizi kaybettik. Adam bütün tapusunu vermekte idi. Eğer o tapuyu alsaydık, şimdi orası bizim ideal marketimiz olurdu. Ama biz gevşedik. Gayret göstermedik. Tapuyu bile almadık. Şimdi alacağımızı bile isteme mecalimiz yoktur. Burada da hata yaptık. Daha inanmadan işler yapmaya başladık. Aslında Yenibosna’daki bakkal da böyledir. Ben bu hataları hep yaptım. Artık siz yapmayın. Gücünüzün yetmeyeceği işlere kalkışmayın. Kalkıştıktan sonra da gevşemeyin.
Başladığımız her işin yarım kalmasının sebebi budur. Bunun bize yararı olmadığını söylemiyorum. Bu ilimleri ve birliği bu sayede elde ettik. İlmî bakımdan çok başarılı olduk. Ama amelî bakımdan başarılı olamadık. Bunları hep hazırlık devresi kabul edin. Ne zaman bir şeyi yapabileceğinize kanaat getirirseniz, işte o zaman başlayınız; ama başladığınız hiçbir işi yarım bırakmayınız. Ben de başladığım hiçbir işi yarım bırakmak istemiyorum, ama gücüm yetmiyor. Ölünceye kadar yine de uğraşmak zorundayım...
İşte başarısızlığın sebebi, kararlaştırılan şeye karşı hep karşı tebyitlerdir.
Bununla beraber ben kimseyi tenkit etmiyorum, çünkü ben yapamayacağımız işleri yapmaya kalkıştım.
وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ (Va elLAHu YaKTuBu MAv YuBayYıTUvNa)
“Allah tebyit ettiklerini ketbetmektedir.”
Hesaplarına borç olarak işlenmektedir. Karşı tebyitte bulunanlar da kötülüğü tebyit etmemektedirler. Onlar da daha iyisini yapacaklarını sanarak hareket ederler. Bu olmaz, şöyle olsun derler. Burada iki önemli hata yaparlar. Hatalardan biri, alınmış bir karar varsa o yerine getirilmelidir. O bitmeden başkasına girilmemelidir. Biz böyle hatalar yaptık. Ahşap ev bitmeden Kaynarca’ya giriştik! Kaynarca bitmeden Çatalca’ya gittik! Sonuç alamdık. Yenibosna’ya gittik, sonuç yok! Poşet imalâtına başladık! Hâsılı, daldan dala konduk!
Onların hepsi şimdi bize farz olmuştur. Allah onları yazıyor, yani farz kılıyor demiş oluyor. Madem başladık, artık onların hepsi farzdır. Kırgızistan’daki vakıf dahil, neyi yapmaya kalkışıp başaramamışsak, hepsi üzerimizde yüktür. Yapacağımız iş; bunlardan birini başarıya ulaştırmamız gerekir.
Bana göre ilk yapılacak ve en kolay iş Yenibosna’daki bakkaldır.
Bunu yapmadıkça, yapacağımız tek iş var; o da hâlen yaptığımız bu ilmî çalışmaları yapmaktır.
فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ (Fa EaGRıW GaNHuM)
“Onlardan iraz et. Onlarla uğraşma.”
Onlara ‘niçin böyle yaptınız?’ deme. Yapılan hatadır. Başarısızlığın sebebidir. Ama bu hata yalnız onlardan gelmemiştir. Senin de uygun zamanda uygun karar almayışından doğmuştur. O kadar olması gerektiği için o kadar olmuştur. Onları kendi hallerinde bırak. Onlar aldıkları kararları uygulasınlar, başarılı olsunlar.
Aslında Türkiye’de hep böyle olmuştur. Hattâ dünyada böyle olmuştur. Hazreti İsa ile Hıristiyanlık arasında ne kadar büyük fark vardır. Ne var ki Hıristiyanlık bu şekliyle büyüdü ama tarihe karanlık çağ olarak geçti, Kilise mezalimi ile geçti. Daha sahabeler zamanında saltanat devrine geçilmedi mi? 1400 sene İslâmiyet’in dışında yönetim sürüp gitmedi mi? Bunlar İlâhî takdirdir. 2000 yılına kadar olan olaylar hep hazırlık safhasıdır. Şeriat düzeni ancak bu asrın başlarında gelmeye başlayabilecektir. Günü beklenmektedir.
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ (VaTaVakKaL GaLAy elLAHı) “Allah’a tevekkül et.”
“Vekl” dayanaktır. Kişinin sırtını dayadığı direk veya ağaç vekldir. Allah’a tevekkül edilecektir.
Burada topluluğun oluşmadığı yerde Allah’a tevekkül edilerek beklemek gerekmektedir. Başkan, ayrıca topluluk oluşmuşsa, o zaman da doğrudan halka tevekkül edecektir. İstişareleri açık yapacaktır. Kararları açık olarak verecektir. Halk ona inanmalı ve güvenmelidir. Merkezi yönetim bunun için yoktur. Halk kabileler yani bucaklar hâlinde örgütlenmeli, başkanlarını kendileri seçmeli, beğenmedikleri başkanları varsa bucaklarını değiştirmelidirler. Yoksa başkana itaat etmelidirler. İslâm’da demokrasi böyle oluşmuştur. Yer değiştirmek istediğinde yönetime ulaşırsın. Buna ‘hicret demokrasisi’ diyoruz. Eğer merkezî yönetim olursa, bu hicret hürriyeti ortadan kalkar. Halk başkana karşı çıkan âkile sorumlularını dinlememelidir. Başkana sadakat gösteren âkile içinde kalmalı, başkana karşı olan dayanışma ortaklığını terk etmelidir.
وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا(81) (Va KaFAv BilLAHı VaKiYLan) “Vekil olarak Allah kifayet eder.”
Kimse zannetmesin ki tarihî olayları insanlar kendileri yapıyor. Tarihî olayları Allah insanlara yaptırıyor. O ne isterse o olmaktadır. Kimse akışı değiştiremez. Geçmişte cereyan eden bütün olaylar hep Allah’ın iradesi ve izni ile olmuştur. Onun kaderidir. Dolayısıyla hayır ve şer de ondandır. Biz bu oyunda aldığımız rolü oynayıp oynamadığımızdan sorumluyuz. Niyetlerimizden sorumluyuz. Yoksa biz bir şey yapmayacağız. “Adil Düzen”i biz getirmeyeceğiz, İlâhi takdir getirecektir. O takdir bize burada bir rol vermiştir. Onu samimiyetle ve layıkıyla oynayıp oynamadığımız önemlidir. Biz ondan sorumluyuz. Biz yapacağımızı yaptıktan sonra artık sonrasını ona bırakırız. O ne isterse o olur.
***
أََفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ (EaFaLAv YaTaDabBaRUvNa elQuRANa) “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?”
“Tedebbür etmek” demek, gerisin geriye neler olduğunu görmek ve ona göre tedbir almak demektir.
“Kur’an’ın tedebbürü” ne demektir? Kur’an üzerinde düşünme demektir. Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke’de okuyup yazma bilen sadece 17 kişi vardı. Bütün Arapça yazılmış kitap, Mekke’deki 600 beyit şiirlerden ibaret idi. Yani 40 sahifelik bir külliye vardı. Kur’an 600 sahife olarak nâzil oldu. Geçmişe ait şeyler anlattı. Geleceğe dair haberler verdi. Kâinatın ve toplulukların tâbi olduğu kanunları anlattı. Ve en önemlisi, şeriat düzenini getirdi. Geçmişe ait Kur’an’ın verdiği haberler 1400 senedir teker teker ispatlanmaktadır. Doğru söyledikleri ortaya .çıkmaktadır. Yine Kur’an’ın geleceğe ait verdiği haberler de doğru çıkmaktadır. Gerek tabiî, gerek sosyal kanunlardan yanlış olanı göstermemiştir.
En önemlisi; Kur’an’a dayanılarak oluşturulmuş olan ‘fıkıh’ bugün bütün gücü ile etkisini sürdürmektedir. Onun istediğine aykırı hükümler zaman zaman uygulanmış ama ömürleri birkaç asır bile sürmemiştir. Sosyalizm 70 yılda yıkılmıştır. Ama Kur’an’ın getirdiklerinde en küçük bir yaşlanma sözkonusu olmamıştır. İşte Kur’an’ın geçmişine bakılarak onun İlâhi kitap olduğunda tereddüdümüz kalmaz. Mekke devrinde olsaydık, inanmamız zor olurdu. Öyle olmasına rağmen Muhacirler ve Ensar Kur’an’a inandı ve Kur’an’ın söyledikleri on sene içinde gerçekleşmeye başladı.
İşte 1400 yıldır Kur’an açık olarak elimizde delil olmakta, mucize olmaktadır. Gün geçtikçe mucizesi daha belirgin hâle gelmektedir. Kıyamete kadar onun mucizesi bitmeyecektir.
وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّه “Eğer o Allah’ın indinin gayrisinden olsaydı.”
Tarihte yazılmış nice kitaplar vardır. En yakın tarihimizde Max’ın Kapital’i vardır, Mustafa Kemal’in Nutuk’u vardır. Gün geçtikçe bu kitapların sözleri eskimekte ve artık günümüzde modası geçmiş fikirlere dönüşmektedir. Bırakın kitabı, ilkeleri bile terk ediliyor. Sosyalizm Marksizm olmaktan çıkmıştır. Cumhuriyet düzeni de Kemalizm olmaktan çıkmıştır. Ama Kur’an bütün haşmetiyle karşımızda durmakta ve ben varım demektedir. 1400 yılın bozduğu İslâm şeriatı bugün çağımızın mantığı içinde taptaze olarak yerini almıştır.
Bunlar nelerdir?
- Demokrasi: Yani, devleti hanedanların değil, seçilmiş kişilerin idare etmesi sistemdir. Bugün demokrasiyi reddeden topluluk yok gibidir. Kilise bile papayı seçimle getirmektedir. Ama ekseriyet sistemi ile demokrasinin olmayacağı açıktır. Kur’an müşavere sistemini getirmiş, içtihat ve icma sistemlerini koymuştur. Batı demokrasisi İslâm demokrasisinin yanında çocuk bile sayılmaz.
- Lâiklik: Dinde zorlamanın olmaması. İnsanların kendi istedikleri gibi yaşamaları. Batı bunu önce dinsizlik şeklinde anlamış, sonra tekrar tek din anlayışına dönmüştür. Oysa İslâmiyet âkile sistemi (yani dayanışma ortaklıkları) ile çoğulcu demokrasi getirerek sorunları kökünden çözmüştür.
- Liberalizm: Batı İslâmiyet’ten devşirdiği liberalizmi önce sermaye tekeline, sonra da devlet tekeline dönüştürmüş; böyle olamayacağı için de sonunda iflas etmiştir. Liberalizm faiz yüzünden kendi kendisini yemiştir. Oysa Kur’an karz-ı hasen ve zekât sistemi ile liberalizmi yaşatmıştır.
- Sosyalizm: Batı sosyalizmi sermayenin insanları sömürmesi için aidatlı sigorta şeklinde tedvin etmekle işe başlamıştır. Oysa Kur’an zekât ile genel ve aidatsız sigorta sistemini getirmiştir. Özel sigortaları dayanışma ortaklıkları (yani âkile sistemi) içinde çözmüştür.
- Hukuk: Batı dünyası ‘hukuk devleti’nden bahsetmektedir. Hukuk devleti demek, yargı üstünlüğü demektir. Batı bunun sahtekârlığını yapmaktadır. Hakimleri atamakta, sonra da kararlarını merkezî yönetimin keyfine bırakmaktadır. Kur’an ise hakemlik sistemini getirmiştir. Uygulama ise dayanışma ortaklıklarına kalmıştır. Dava ikame yetkisi de bunlara verilmiştir.
1400 sene sonra sadece Kur’an’ın çözümleri çözüm olmaktadır. Batı düşünürlerinin kitaplarını okuyun. Sonunda ne diyorlar biliyor musunuz? “Evet, ‘kapitalizm kötüdür’, ama daha iyisi yoktur! Evet, ‘sosyalizm kötüdür’, ama daha iyisi yoktur!” Kendi yalanlarına kendilerinin inanması için Arapça okumayı, Kur’an okumayı yasaklatarak, okulları ve kursları kapatarak, başörtülülere okuma yasağı getirerek sanki akılları sıra çözüm buluyorlar. Zavallılar! Allah’la savaşan akılsızlar! Sosyalizm nasıl çekip gitti ise; aynen kapitalizm de çok yakında çekip gidecektir. Sermaye sömürüsünün tek tekerli arabası da böylece tarihe karışacaktır.
ِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا(82) (LaVaCaDUv FIYHı EıPTıLAvFan KaÇIyRan)
“Orada birçok ihtilaf bulurlardı.”
Basit örneklerle açıklamaya çalışalım. Kur’an bütün insanlara indirildiğini ilan etmiştir. Eskiden peygamberler geliyor ve kitaplar iniyordu. Uygarlıklar öyle doğuyordu. Kur’an bunu böyle anlatıyordu.
Peki, bundan sonra ne olacak? Peygamberler gelmeyeceğine, kitaplar inmeyeceğine göre, ne olacak?
Eğer bunun cevabı verilmeseydi, Kur’an ütopik olurdu. Ama Kur’an öyle yapmamış, içtihat müessesesini getirmiş, icma müessesini getirmiştir. Bazı aklı evvellerin hoşlarına gitmemiş ki, içtihat kapısını kapatmışlar; ama şimdi yeniden ona sarılıyorlar. Kur’an hiçbir zaman tek İslâm devletini kabul etmemiş, devleti kavimlere yüklemiştir. Eğer Kur’an böyle yapmadan savaşı meşru saysaydı çelişkiye düşerdi. Savaşı meşru gördükten sonra köleliği kaldırsaydı, Batılıların düştüğü gibi çelişkiye düşerdi. Çok evliliği getirmeden zinayı yasaklasaydı, Avrupa’nın düştüğü akıbete düşerdi. Kur’an’ın içinde bulunan hükümler ve varsayımlar, matematikte olduğu gibi çelişkisizdir. 1400 senelik fıkıh bunun açık şahididir. Cezada kesinlik derler, ondan sonra hakime bir seneden beş seneye kadar takdir hakkını verirler! Ceza kanununda baştan ‘kanunsuz ceza olmaz, suç olmaz’ deniyor, ondan sonra sonuna kadar kanunsuz maddeler koyuyor.
Kur’an’ın 1400 senelik tarihini inceleyenler onun İlâhi sözlerden ibaret olduğunda şüphe etmezler.
Çağımızın beğenmediği hükümler vardır. 1400 senedir Müslümanlar onu uygulamakatadurlar. Recim cezası bunun başında gelir; Kur’an’da yoktur. Erkeğe boş ol ile boşama hakkı tanıyıp kadına tanımamak; Kur’an’da yoktur. Aksi vardır. Kocaların karılarını dövmesi Kur’an’da yoktur. Zamanla yanlışlığı sabit olanlar Kur’an’da yoktur. Yalnız Müslümanlar cennete gidecek; Kur’an’da yoktur. Sadece bu âyetler bile Kur’an’ın İlâhi sözlerden ibaret olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Kitap Araplık kokmuyor. Çöl hayatına göre düzenlenmemiş. Her türlü hükümleri içerdiği halde, sadece bir çağın sorunları içinde gömülmüş değildir.
Bu sadece kâfirlere veya diğer dinde olanlara hitap değildir. Kurtuluşu Kur’an’da arayacaklarına, Avrupa Birliği’nde arayan Müslümanlara hitap etmektedir; hem de “Adil Düzen”i duyurduktan sonra. Şeriat dışında kurtuluş arayan herkese hitap etmektedir.
***
وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ (Va EıÜAv CAEaHuM EMRuN) “Onlara bir emr ciet ettiğinde.”
Hayatta doğal kurallar sürüp gider. Bunun farkına bile varmayız. Her an saniyede nefes almaktayız, ama bunun farkında bile değiliz. Tüm canlıların böyle rutin hayatları vardır. Ama bir düzen içinde akıp giden bu hayatta beklenmedik olaylar olur. Sürü tatlı tatlı otlarken, bir de bakarsın ki bir kurt saldırır ve hayatı mahveder.
İnsanlar için de daima böyle beklenmedik olaylarla karşı karşıya kalınır. Bu olaylar bazen iyi bazen de kötü olur. “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?”dan sonra bu gelmiştir.
28 Şubat böyle beklenmedik bir geliştir… 3 Kasım 2002 seçimleri de böyledir…
Olaylar beklenmedik bir şekilde gelmektedir. Bunun dışında çoğu zaman işten ayrı olarak haber gelir. Tehlike belirir, bazen de tehlikeler geçer.
مِنَ الْأَمْنِ (MıNa eLEaMNı) “Emnden”
Hayatta en büyük tehlike, kendini emniyette hissedip tedbirleri bırakmaktır. Nasılsa kazanıyorum deyip işyerine gitmemek… Ben sağlam kimseyim deyip korunmamak… Benim bildiklerim doğrudur, daha araştırıp öğrenmem gerekmiyor… İşte böyle veya benzer şekilde insan kendisini güven içinde hisseder ve tembelleşir. Topluluklar bu şekilde uyutulur.
Balkan Savaşında Avrupalılar Osmanlıları öyle uyuttular. Önce borç verdiler, güven tesis ettiler. Sonra Cezayir’e çıkarma yaptırdılar. Nasılsa bunlar bizim dostumuzdur, borç verdiler deyip Osmanlı askerlerini oralara sevk ettirdiler. Sonra Balkanlar’dan saldırıp İstanbul/Çatalca sınırlarına kadar geldiler!..
Düşmanın en büyük silahı, karşı tarafın hedefini saptırmaktır. Düşman başka yerdedir der, topluluk onunla meşgul edilir. İşte sözde ‘irtica tehlikesi’ budur. Kıbrıs tehlikesi budur.
Böyle davranırsanız, asıl düşmanı bırakıp da dostları düşman yaparsınız. Dolaysıyla bir güven geldiği zaman hemen arkasında bir tuzak arayıp ona göre tedbirli olmak gerekir.
أَوْ الْخَوْفِ (EaVı eLPaVFı) “Yahut havfden”
Güvenin yanında topluluk zaman zaman boş şeylerden korkar, her gün panik ve heyecan içinde hayatlarını yok ederler. Ordumuzu ne için besliyoruz? Düşmanlarımız bize saldıracaklar diye. Hayır, düşman saldırmaz dersek, o zaman ordumuzu dağıtmamız gerekir. Müstevli devletler her zaman bu çareye başvururlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusunu böyle yaptılar. Dolayısıyla emn içindeyiz diye tedbirleri elden bırakmamamız gerekir. Ordumuz güçlü bir şekilde her zaman hazır bulunmalıdır.
Böyle rehavetin yanında hem bize saldırıyormuş gibi saldırıya geçmemiz veya saldırı durumu almamız da yanlıştır. İran atom bombasını yapacak, öyleyse biz şimdi ona saldıralım demek de yanlıştır. Ne zamana kadar? İnsanlar diğer devletlerin atom bombasını yapmasına mâni olacaklardır. Benzer şekilde Irak’ta biyolojik silah var, yok kimyasal silah var, kitle imha silahı var diye ona saldırmayı meşru yapmaz.
Düşman böyle muhtemel korkuları gerçekleşmiş korku hâline çevirir ve topluluğu etkin yapar. Komşularımız bize saldırır diye bizim silahlı gücümüzün olması normaldir. Ama komşu bize saldıracaktır diye biz ona saldıramayız. Ne zaman ki düşman bize saldırır, biz de o zaman ona saldırırız. Bu her olay için böyledir.
Hasta olacağız diye ilaç kullanamayız. Ama hasta olabiliriz, ilacı çantamıza koyarız. Hasta olunca kullanırız. Potansiyel tehlikeleri gerçekleşmekte olan tehlike gibi gösterip halkı heyecana düşürmek de çok tehlikelidir. Korkumuzdan biz ona saldırırsak, o da bize saldırır.
أَذَاعُوا بِهِ (EaÜAvGUv BiHi) “Onunla zeyğ ettiler.”
Zeyğ ile Zey yakın kelimelerdir. “Zeyğ” suya düşen boya maddesinin yayılması olarak düşünebiliriz. Basar zeyği bir yere teksif etmeyip adeta görmez hâle gelmektedir. “Haberlerin izaası” ise onu bir merkezde değerlendirme yerine dedikodu olarak yayılmasıdır. Korku veya güvene ait herhangi bir siyasi haber duyulduğu zaman, onun mutlaka değerlendirilmesi gerekmektedir. Duyulan bir haberi siz sadece duyu olarak aktarırsınız, ama size inanmış güvenen kimse o haberi sizden duyduğu içi ciddi kabul eder. Yanlış ve kötü etkisi olan haber topluluk içinde yayılır, gereksiz güven getirip sonra mağlubiyete sebep olur. Tarihte böyle kaybedilmiş savaşlar vardır. Veya olmamış saldırı haberi birliğe yayılır, cephe alınır ve düşmana saldırılır, böylece savaş başlatılmış olur. Tarihte bu şekilde başlayan pek çok savaş vardır
“Onu zeyğ ederler” demiyor da; “Onunla zeyğ ederler” deniyor. Onunla topluluğu kötü istikamete götürürler. Toplulukta panik başlar, topluluk kendisi zeyğ etmeğe başlar. Haberle beraber topluluk da aktif hâle gelir. Toplulukları çökerten, birbirine savaştıran, anarşiyi oluşturan genellikle bu olmaktadır. Bu âyet insanların günümüzde en çok duçar oldukları kötü durumu anlatmakta ve ona karşı çare öğretmektedir. Hiç şüphesiz ki böyle haber alındığında asla heyecanlanmadan, paniğe kapılmadan haberin tahkik edilmesi gerekir. Herkes tahkiki yapamayacağına göre, ilgili kurumlara götürülmesi gerekir.
وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ (VaLaV RadDUvHu EıLAvy elRaSUvLı) “Onu Resule reddetmeliydiler.”
Topluluğun sağlıklı karar alması için doğru bilgilere sahip olması gerekir. Bugün bu amaçla gizli istihbarat örgütleri kurulmuştur. Ne var ki bu örgütler yeraltında mafya ile temasa geçmekte ve kendileri fitne kaynağı olmaktadır. Acaba ne yapılmalıdır? Açık haber alma örgütü vardır.
Bizim 25 Genel Hizmetin biri de haber almadır. Hattâ dışişleri bu haber alma örgütünden ibarettir. Yani dışarıdaki olayları haber alma dışişlerini oluşturur. Elçilik ise devamlı değil de, haberin ulaştırılacağı zaman gönderilir. Herkesin bir habercisi vardır. Duyduğu haberleri ona iletir. O bu haberleri ya o ocağın başkanına iletir ve bununla yetinir. Yani, sadece o bucağı ilgilendiren haberse, onu bucağın ilgili bakanına iletir. Haber önemli ise bu ilçedeki haberci görevlisine ulaştırır. O da ildeki bakana iletir. Eğer olay ülke çapında ise ilçedeki haberci bölgedeki danışmanına ulaştırır. Bölgedeki danışman ülkenin haber alma bakanına götürür. Eğer insanlığı ilgilendiriyorsa, o zaman da kıta merkezindeki danışmana ulaştırır. O da insanlık bakanına iletmiş olur. Böylece haber önemine göre alınmış olur. Her vatandaş ne kadar haberdar ise o kadar bilgi iletilmiş olacak. Bütün halktan bilgiler toplanmış olacaktır.
Bundan sonra ikinci bir kuruluş daha vardır: Soruşturma kuruluşu. Gerekli görülenler soruşturma yapılarak tahkik edilir. Sonra bu değerler araştırma merkezine gider ve orada sonuçlar elde edilir. Burası istinbat merkezdir. Başkan şurayı topar, onlarla da istişare eder ve sonunda haber değerlendirilmiş olur. Haber aynı kanallardan halka doğru gider ve halk doğrusunu öğrenmiş olur. İşte buna istinbat mekanizması diyoruz.
Hiçbir zaman genel yayın organları ile haber halka iletilmez. Halk bunları ancak haber alma teşkilatından öğrendikten sonra basındaki yayında yorumunu duyar.
Bunun dışında herkesin gizli dosyası vardır. Evrak genel hizmetinde tutulur. Bu dosyaya kendisi ile ilgili her türlü bilgi ve belge girer. Biri onun hakkında bir ihbarda bulunmuşsa, derhal dosyasına gider ve haberdar edilir. Kişi savunmasını yapar ve her ikisi dosyaya konur. İhbar edenin de dosyasına konur. Kişi kendi hakkında söylenen her sözü bilmiş olur. Bunun dışında kendisine dair gizli herhangi bir kayıt tutulamaz. Tutulursa, ‘tecessüs etmeyin’ âyetine aykırı olur.
Bunun dışında gizli istihbarat örgütü yoktur. Sadece askerlik amaçlı ve vatandaş olmayanlara karşı dosya tutulur. Kişinin dosyasına konmak şartıyla askerler siviller hakkında dosya tutabilirler. Ancak bunu yalnız ve yalnız savaşta ve sıkıyönetimde kullanabilirler.
وَإِلَى أُوْلِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ (Va EuLı EıLAvy eLEaMRı MıNHuM) “Kendilerinden olan ulilemre”
Kur’an’da başka yerde “Uluilemri Minkum” denmektedir. Biz orada sizden olan yani sizin seçtiğiniz ulilemr diye anlamıştık. Ancak buna itiraz edebilir, sizin seçtiğiniz değil de, mü’minlerden olan ulilemr şeklinde yorumlanabilir. Eskiden öyle anlamışlardı. Ama bu âyette çok açık olarak kendilerinden olan ulilemr denmiştir. Demek ki herkes kendi emirini kendisi seçecektir. Komutan da seçilecektir. Güvenlikle yükümlü olan silahlı birlikler de biat yoluyla, dayanışma yoluyla oluşacaktır. İlçe yöneticisi veya karye yöneticisi olayları değerlendirip gerekli tedbirleri alacaktır. Bölge yöneticisi, kıta yöneticisi emni sağlayacaktır. Bu havf (korku) veya emn (güven) sadece düşmandan gelmez. Zelzele, sel, bulaşıcı hastalık, virüs gibi doğal âfetler olabilir. Silahlı birliklerin merkezlerinde oluşturulmuş bir heyet olur, haberleri onlar değerlendirirler. Askerlikte buna karargah denir. Derin devlet yalnız budur. Bunun dışında gizli toplantılar yapmak meşru değildir.
لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ (LaGaLiMaHu elLAÜIyNa YaSTaNBıOUvNa MıNHBuM)
“Onlardan istinbat edenler elbette ilmederler.”
“Alellezine Ya’lemune” denmiyor. “LeAlime” diyor. Yani; Allah öyle bir hassa vermiştir ki, bu mekanizmalar çalışınca kararlar açık ve kesin çıkar, yanılma çok az olur. “Onlardan istinbat edenler bilirler” denmektedir. İstinbat bir ilimdir; içtihat ilmidir. Öğrenilebilir ama onu kullanmak kısmen yaradılışla ilgilidir. Allah her hassayı herkese vermemiştir. O hassaya kimler mâlik ise onlar o göreve getirilmelidir. Bunun testleri geliştirilmelidir. İstinbat kabiliyeti olanlar görevlendirilmelidir.
“Nebat” bitki demektir. “Te” “Ta”ya dönüşmüş, istinbat olmuş. Yani; toprakta dağınık halde bulunan maddeleri nasıl bitki birleştirir, onu dizer, bitki olursa; dağınık halde bulunan bilgileri yan yana getirip monte ederseniz sonunda o haber olur. “İstinbat etmek” demek bu demektir. Allah topluluğu öyle var etmiş ki, hareketler gizli kalmıyor, istihbar ediliyor. Bunun için gizli istihbaratçılar değil. Her duyan haber verir. Sonra kıymetli haberleri verenler mükâfatlandırılır. Herkes bir ajandır. Kendi habercisine bildirir. Bunlar kimin aleyhine haber ise ona duyurulur ve savunması istenir. Haberler toplanır, tasnif edilir ve istinbat edenler gider. İstinbat edenler bu haberleri yan yana getirerek hadiseyi ortaya çıkarırlar. Ayrıca soruşturma ekipleri vardır. Bunlar gizli haberci değil, açık habercidirler. Dört çeşit resmi soruşturma vardır:
- Yerinde soruşturma yapılır. Soruşturmacı kayıt cihazı ile ve açık olarak kişileri ziyaret eder ve onlarla konuşur. Konuşmayı kabul etmeyen olabilir.
- Bunlar kaydedilir ve ilgili kişilere yazılı olarak sorulur, onlardan yazılı cevap istenir.
- Cevaplarda eksiklik varsa başkana başvurulur, karakol soruşturması yapılır. Karakol soruşturması açıktır ve eziyetsizdir.
- Çok önemli olduğu zaman hakemlere gidilir. Karakol soruşturması yapılır. Karakolda hapsedilebilir, eziyet verilebilir. Ancak kişi ister itiraf etsin ister etmesin, karakolda kaldığı günlerin iki misli ücreti ödenir. Ayrıca eziyet edilmişse diyeti ödenir.
Sonunda soruşturmacılar kanaatlerini beyan ederler. Kanaatleri hakemlerce onaylanırsa yürürlüğe girmiş olur
İşte böyle olan topluluklar varlıklarını korurlar. Diğerleri ise böyle olanlara yem olurlar.
Adil Düzenciler bu sistemi aralarında şimdiden kurmalıdırlar. Kooperatife bunun için ihtiyacımız vardır. Marketler zincirini oluşturduğumuz zaman karakol ve duruşmalı soruşturma dışında her türlü hizmetleri yapabiliriz. Televizyon ve radyoda duyduklarını değil, haberleşme hizmetinin değerlendirdiği haberler geçerli olur. Dergide bu yayınlanır. Herkes dergiyi alıp okuduğu zaman gerçekleri öğrenir ve inanır. Dergi elden teslim edilir. Yazılı belge elden verilirse geçerlidir. Onun dışındaki hukuken geçerli değildir.
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ (VaLaV LAv FaWLu elLAHı GaLaYKuM)
“Allah’ın sizin üzerinizde fadlı olmasaydı.”
“Fadl” artık demektir. Suyu kullandığınız zaman kapta su artarsa o fadldır. Yahut tabakta meyve yediniz, arttı, o fadldır. Birine borcunuz var. Borcunuzu ödediniz. Fazlasını verirseniz o da fadl olur.
“Allah’ın fadlı” demek, Allah’ın insanlara hak ettiklerinden fazlasını vermesidir; yahut topluluğun fadlının sizin üzerinizde olması demek olur. Birlikte yaşamanın, örgütlenmenin faziletini anlatmaktadır. Birlikte yaşadığımız içindir ki bilgiler bir merkezde toplanmakta, onların montesinden doğru haber oluşmakta ve doğru iş yapılabilmektedir. Parça bilgiye sahip olan bütün bilgilere sahip olur. Bu fadl bir araya gelmeden doğmuştur. Kişilerin parça bilgisi kişi adedince çarpılmaktadır. %50 bilgi varsa, 50 kişi de hepsinden yararlanıyorsa, 2500 yararlılık ortaya çıkmaktadır. Yol da böyle değil midir? Ortak yol yaparız ve tek başına yaptığımız gibi ondan yararlanırız.
وَرَحْمَتُهُ (Va RaXMaTuHUv) “Ve rahmeti olmasaydı.”
“Fadl” bir araya gelmekten oluşan kazançtır. Bir de dayanışmadan oluşan bir kazanç vardır, işbölümünden doğan kazanç vardır. Ben hasta olduğum zaman siz bakarsınız, siz hasta olduğunuz zaman ben bakarım. Ben işsiz olduğumda siz bana ortak edersiniz, siz işsiz olursanız ben ortak ederim. Bu rahmettir. İnsanlar bir araya gelince aralarında dayanışma ve işbölümüne girer, bu sayede rahmetin içine girerler.
“Fadl” maddi saadettir. “Rahmet” ise insanlar arasındaki manevi saadettir.
Başka yerde rahmet nimet karşılığı getirilmiştir. İstanbul halkının Adil Düzene göre kendi kendine örgütlendiğini düşünün ve ne olduğunu, nasıl fadl ve rahmet içinde olacağını tasavvur ediniz…
لَاتَّبَعْتُمْ الشَّيْطَانَ (La itTaBaGTuM elŞaYOaNa) “Şeytana tâbi olurdunuz.”
Emnin rehavetine dalardınız veya havfın dehşetinde kalırdınız. Allah size fadl etmiştir, rahmet etmiştir de bunların içine düşmüyorsunuz. İşte Allah’ın fadlı ve rahmeti bunları bize öğretmesidir; bu teşkilatı kurmamızı öğretmesidir. Haberleşme çok önemlidir. İstanbul zelzeleyi yaşadı. Günlerce en yakın kimseden haber alamıyorsunuz. Oysa böyle bir teşkilat olduğu zaman haberler hemen merkeze ulaşacak ve emin haberler alınacaktır. Adres verilip kişi sorulacak ve o adrese hemen varılacaktır. Önce telefon veya elektronik araçlarla ulaşılacaktır. Sesler telefonlarda tanınabilecektir. Karşılıklı konuşmada teyitler alınabilecektir. Böylece şeytanın kandırmacası düşülmeyecektir. İstanbul ve diğer büyük şehirler hep böyle havf ve emn haberleri tehklikesi ile karşı karşıyadır. Kendimizi barışta terörden, savaşta saldırılardan korumamız ancak böyle mümkün olacaktır. Zelzele ve sellerden ancak böyle korunabileceğiz.
إِلَّا قَلِيلًا(83) (EilLAv QaLıyLan) “Kalilinz dışında.”
Yani, çok az kimse böyle durumlarda bu tür haberleri değerlendirip inanmaz. Çoğumuz bu durumlarda hiç olmazsa şüpheye düşeriz. O halde Allah’ın emrimi yerine getirelim ve artık kooperatiflerimizi faaliyete geçirelim. İstanbul’u teşkilatlandıralım. Dünyanın merkezi olan kenti bu halde bırakmayalım.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا تُكَلَّفُ إِلَّا نَفْسَكَ وَحَرِّضْ الْمُؤْمِنِينَ
عَسَى اللَّهُ أَنْ يَكُفَّ بَأْسَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَاللَّهُ أَشَدُّ بَأْسًا وَأَشَدُّ تَنكِيلًا(84)
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا
وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا(85)
وَإِذَا حُيِّيتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا(86)
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ حَدِيثًا(87)
فَقَاتِلْ (Fa QAvTıL) “Kıtal et.”
Nisâ Sûresi, 70’inci âyetten itibaren “Ey îman edenler” diyerek başlamakta ve buraya kadar mü’minlere emirler vermektedir. Tekrar hatırlatalım ki; “Müslim” barış düzenini kabul etmiş kimsedir. “Mü’min” ise barış düzenini tesis edip koruyan kimsedir. Cennete gitmeleri ve dünyada saadete ulaşmaları için insanların müslim olmak yeterlidir. Bunlar cizye verirler ve savaşa katılmazlar. Mü’min olan bir kısmı ise İslâm düzenini yani barış düzenini tesis etmeye gönüllü olarak katılmışlardır. Âyetler daha çok bunlara hitap eder.
“Ey nâs” dediği zaman da müslimlere hitap eder. Kur’an kâfirleri doğrudan muhatap almaz.
Buraya kadar “kıtal ediniz” dendiği halde, burada müfret olarak “kıtal et” emri verilmiştir.
Harb hâli vardır, kıtal hâli vardır. Barış içinde olmadığımız kimselerin her an bize saldırmaları ihtimali olan hal, harb hâlidir. Bu durumda artık harb ahkâmı uygulanır. Bu durumda olan yerlerde harb vardır.
Bir devletle harb hâline gelmek için hakemlerin kararı gerekir. Meşru sebeple harb hâline gelinmelidir. Harb hâline gelindikten sonra beklenir, kıtal zamanları olur. Kıtale girişmek için de şartlar vardır. Düşman on mislinden fazla olmamalıdır. İki mislinden azsa kıtalden kaçınılmamalıdır. İki misli ile on misli arasında ise başkanın takdirine kalmıştır. Yenebileceksek savaşa gireriz, yeneceğimize aklımız kesmezse çekiliriz. Savaşa girmekten kaçınırız. Ama kıtal durumuna girmiş isek artık ya ölürüz, ya da muzaffer oluruz.
İşte burada savaşa tek başına olsa da devam edilecektir; ölmek var, dönmek yok!
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBIyLı elLAHı) “Allah’ın sebilinde.”
“Allah’ın sebili” Allah’ın yoludur, kamu yollarıdır. Her türlü ulaşımdır; malların ulaşımı, insanların ulaşımı, su ulaşımı, gaz ulaşımı, elektrik ulaşımı, haberleşme, para hareketi, borç-alacak hareketi, bilgi hareketi hep sebilullahtır. Yani, insanların birbirleri ile ilişki kurma özgürlüğünü sağlayan saha ve imkân ‘sebilullah’tır.
“Sebil” ağ şebekesi şeklinde olan yollardır. Yani, merkezî ilişki değil, halkın kendi kendilerine ilişkilerinin güvenliği demektir. Hukuk düzenini tesis etmek için savaş deniyor.
Dikkat edilirse burada “Fillah” veya “Lillah” demiyor, Allah uğruna savaş veya Allah için savaş demiyor; Allah’ın şeriatı için, Allah’ın düzeni için savaş deniyor. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluk olduğuna, devlet olduğuna göre; devletin düzeni için savaş deniyor. Bugün bütün devletlerin orduları vardır, kendi düzenlerini korumaktadırlar. İslâm düzeni devletlerine savaşı yakıştıramayanlar vardır. Zulüm için, çıkar için savaş meşrudur da; adalet için değildir, öyle mi?!. Ne zalimane bir muhakeme!..
لَا تُكَلَّفُ إِلَّا نَفْسَكَ (Lav TuKalLaF EılLAv NaFSaKa)
“Kendi nefsinden başkasından mükellef değildir.”
Kıtal başladıktan, savaşa girişildikten sonra artık herkes doğrudan kendisi sorumludur ve sonuna kadar savaşılacak; ya ölünecek ya da zafer kazanılacaktır. Türk ordusunun bu özelliği vardır, dolayısıyla sonunda hep galip gelmiştir. Onlar da galip gelmişler ama bütün Türkleri öldürmeden kendileri çökmüş ve Anadolu’nun galibi Türkler olmuştur. ‘Metal Fırtına’ kitabını yazanlar da Türk ordusunu bu özelliği ile muzaffer kılmışlardır.
Bu emrin özelliği şudur. Sıcak karşılaşma başladığı zaman irtibat kesilse, ordu karargahı dağılsa bile, her birlik kendi bulunduğu yerde savaşı sürdürecek, teslim olmayacak ve ölecektir. Bu emrin mâsâsı budur. Sıcak çatışmada ordu başarılı olmuş veya olmamış, ona bakılmayacak; her fert kendisi olabildiğince düşmana zayiat vermeye gayret gösterecektir.
وَحَرِّضْ الْمُؤْمِنِينَ (Va XarRıDı eLMuEMıNıyNa) “Mü’minleri tahrid et.”
“HaRaDe” hurda demektir. İyiler ayıklandıktan sonra geride kalan ıskartalar demektir.
“Tahrid” tef’il bâbıdır. Kıtal için hurda olmalarını istemek demektir. Harbedin, savaşın, ölmemeye gayret edin ama savaştan kaçmayın, çekilmeyin, ölümden korkmayın demektir.
“Mü’minleri tahrid et” demek, onlarla beraber kalın, mü’minlerle beraber sonuna kadar savaşın ama birbirinizi zorlamayın. Yani, savaş başladıktan sonra artık kişiler birbirine ceza veya baskı uygulamaz, birlikte ölesiye vuruşurlar. Zafer kazanıldıktan sonra, savaşta ihanet eden veya savaşmayan olmuşsa, onların cezası o zaman verilir. Yahudiler Medine’de böyle yapmış ve Hz. Peygamber onları idam etmişti.
“Mü’minleri tahrid et” demek, aynı zamanda tehdit et demektir. Yani; savaşta ihanetiniz olursa, savaşı kazandığımız zaman sizi hurda hâline getiririz demektir.
Burada savaşın büyük kuralı ortaya konmuştur. İnsanlar mü’min olup savaşmak zorunda değildirler. Cizye verip müslim olarak kalabilirler. Mü’minler savaşa katılmak zorundadır. Bununla beraber savaşa herhangi bir şekilde katılmamışsa o kimsenin davası hukuk mahkemelerinde görülür. Ama savaşa katılıp da savaşta savaşmayan yahut ihanet edenin cezası ise onu hurdahaş etmektir.
عَسَى اللَّهُ (GaSAy EalLAHu) “Allah’tan beklenir.”
“Asâ” ef’ali mukarebedendir. Yalnız mâzi sığası vardır. Aslında “Alâ” kelimesinden dönüşmüştür. Yükseldi, ayağa kalktı, harekete geçti demek olur. “Alâ” kelimesinde de bu mânâ mündemiçtir.
Olması beklenen ama vakti bilinmeyen için söylenirse, kesinliği ifade eder. Ama gelip gelmeyeceği, olup olmayacağı bilinmiyorsa, onun için söylenirse, o zaman muhtemeli ifade eder. Harekete geçti, belki de gelir anlamı çıkar. “Allah harekete geçti” dersek, eğer onu yapacağı kesinse, o zaman vakti geldi anlamına gelir. Allah mü’minlere galip geleceklerini vaat ettiği için artık vakti gelmiştir demek olur. Ama Allah’ın onu kaza edip etmeyeceği bilinmiyorsa, o zaman belki de Allah onu kaza eder demek olur. Tabi Allah için tereddüdü ifade etmez, bizim için tereddüdü ifade eder, çünkü biz gaybı bilmiyoruz.
أَنْ يَكُفَّ (EaN YaKufFa) “Küff edecektir.”
“Keffetmek” yeterince vermek demektir. Bir hadise devam ederken onu durdurmak keffetmektir. Allah’ın durdurması yakın olmuş demektir. Durmanın vakti gelmiştir.
‘Sabrederseniz galip gelirsiniz’in bir başka ifadesidir.
Bir devlet savaşa dayanabilirse, yani ne kadar geç ölebilirse o devlet o derece muzaffer olur. Bunun için devletin, halkının hazır olması gerekir. Savaşın getirdiği karışıklık ve krizlere dayanıklı halde olmadır. Bu da ancak halkın örgütlenmesi ile olur. Ordunun örgütlenmesi yeterli değildir. Ordu cephe savaşında örgütlüdür. Ama sivil halk sivil savunma olarak örgütlenmelidir ki, kıtalde dayanma mümkün olsun. Sivil halk, kadınlar, yaşlılar, çocuklar, bedelliler savaşta ne yapacaklarını bilmelidirler. Zelzele anında ne yapmaları gerektiğini bilmelidirler. O zaman Allah bu sabreden ve dayanabilen topluluktan düşmanın kötülüğünü keffeder, kaldırır.
بَأْسَ الَّذِينَ كَفَرُوا (BaESa elLaÜINa KaFaRUv) “Küfretmiş olanların be’sini kaldırır.”
“Zarar” daha çok maddî ve ekonomik kötülüklerdir. “Be’s” ise doğrudan saldırıdır. İnsanların öldürülmesi, yapıların tahribi be’stir. Küfretmiş olan kimselerin be’sini bu takdirde kaldırır. Çünkü Allah ‘sabrederseniz galip gelirsiniz’ diyor. Tek başına olsa da savaşa katılır ve herkes adım adım savunursa, Allah da saldıranların saldırılarını durdurur diyor.
Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı’nda ‘ya istiklâl ya ölüm’ demiştir. ‘Hattı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır, vatanın her karış toprağı şehitlerin kanıyla sulanmadıkça terk edilemez’ demiştir. Allah da Türk milletine yardım etmiş ve be’si kaldırmıştır. Fransızlar ve İtalyanlar geri çekilmiştir. Sovyetler maddeten desteklemiştir. Yahudiler de gerek para gerek siyaseten Türklerin yanında olmuşlardır. Anadolu’nun Müslüman halkı yek vücut olmuştur. Bu Kuvva-yı Milliye sayesinde olmuştur. Çünkü imparatorluk yıkılmış ama halk teslim olmamış, her yerde savunmaya geçmiştir. Yarın ABD bize doğrudan veya komşularımız aracılığı ile saldırabilir. Hattâ içimizdeki münafıkları ve asileri harekete geçirebilir. Hendek Savaşı’nda Yahudiler böyle ihanet ettiler. İstiklâl Savaşı’nda Rumlar ve Ermeniler böyle ihanet ettiler. Ama şimdi Arabistan’da Yahudiler yoklar, Türkiye’de de Rum ve Ermeniler yoklar.
Allah onların be’sini keffetmiştir. Yarın da keffedecektir. Yeter ki Türk halkı teker teker ölmeye hazır olsun. Vaizlerin kürsülerde bunları anlatıp halkı cesur kılması gerekir. Halk bu cesareti gösterdiği takdirde düşman da cesaret edip saldıramaz. Ama; ‘Biz nasılsa yenemeyiz, onun için ölüm mukadderdir!’ der, Allah’ın bu vâdini duymazsa, o zaman Türkiye ve Türkler gerçekten tarih olur. Askerlerin Kur’an düşmanlığı yapmaları akla sığacak ve anlaşılacak bir şey değildir. Türkiye mağlup olursa, önce askerler yok edilirler. Bunu bilmiyorlar mı?
وَاللَّهُ أَشَدُّ بَأْسًا (ValLAHu EaŞadDa BaESan) “Allah be’ste daha şiddetlidir.”
Kâfirler size bir zarar verirlerse, Allah onlara daha çok zarar verir, onları daha çok sıkıntılara sokar. İlk bakışta silah üstünlüğü sebebiyle onlar hakim görünürler. Tarihte böyle süper güçler oluşmuştur. Silah zoru ile dünyayı işgal etmişler ve köhnemiş dünyayı sarsmışlardır. Ama hemen görevleri bitmiş ve silinmiş gitmişlerdir. Yakın tarihimizde Hitler ve SSCB/Sovyetler böyle yapmamışlar mıdır? Şimdi bir yerde varlar mı? Şimdi de ABD böyle yapıyor. Onun akıbeti de diğerleri gibi olacaktır. Kim bilir, belki de daha kötü durumlara düşecektir.
وَأَشَدُّ تَنكِيلًا(84) (VaEaŞadDu TaNKiLan) “Tenkilde eşeddir. Allah daha şiddetli tenkil yapar.”
“Tenkil” demek, bir daha o işi yapamayacak hâle getirmek demektir. Elini kolunu kırmak, ayağını kesmek demektir. Mü’minlere onlar be’s yapacaklar ama tenkil edemeyeceklerdir. Sonunda tenkile uğrayacaklar onlar olacaktır.
Müslümanlar tarihte Endülüs’te tenkil olundular. Başka hiçbir yerde tenkil edilmemişlerdir. Oysa birçok uygarlıklar tenkile uğramıştır. Endülüs halkı direnemedi. Batılılar önce Ahmeriler devletini kurdular. Küçük bir bölgeyi çok ileri ve rahat bir yer hâline getirdiler. Bütün İspanya halkı vatanlarını terk ederek oraya geçti. Eski vatanlarına Hıristiyanlar yerleşti. Sonra Ahmeriler devletini Hıristiyan yaptılar. O da zulüm yaptı, direnmediler. Bu sefer eski vatanlarına dağıldılar. Oysa oralarda artık toprakları kalmamıştı. Böylece imha edildiler.
Burada Müslümanların alacağı ders vardır. Birinci olarak, Türk devletinin yönetimini Türk olmayanlara teslim etmemelidirler. İkincisi de, savaşa girdikten sonra ölmeden savunmadan geri kalmamalıdırlar. Yoksa tenkil olunurlar. Soyları kırılır, kökleri kalkar.
Avrupa Birliği bize iki şey dayatıyor. Birincisi, Türk ordusunu küçültün, dağıtın. İkincisi, yönetime azınlıkları getirin. İşte bu Türkiye’nin Endülüs olması demektir.
***
مَنْ يَشْفَعْ (MaN YaŞFaG) “Kim şefaat ederse.”
“Vitr” tek demektir. “Şaf’” ise çift demektir. Bir kimse bir eve ortak ise ortak payını satarken önce ortağına satmak zorundadır. Onun şefiidir. Birinin indinde şefaat etmek demek, onun yanında o benim yakınımdır, bana yapacağın farklı muameleyi ona da yap demek olur. Dayanışma ortaklığı bir tür şufa ortaklığıdır. Ben hasta olursam sen bana bakacaksın, sen hasta olursan ben sana bakacağım sözleşmesidir dayanışma, velâyet.
شَفَاعَةً حَسَنَةً (ŞaFAGaTan XaSaNaTan) “Hasen şefaati kim şefaat ederse.”
Birbirine uygun kız ile erkeği buluşturup evlenmelerini sağlamak, hasen bir şefaattir. Onlar birbirini tanımıyorlar, birbirlerine güvenemiyorlar; ama sizin aracılığınızla tanışmış ve birbirine güvenmiş olurlar.
Yahut zor durumda olan bir komşunuza yardım için bir zengine veya başkana başvurup, onun zor durumunu gidermeye vesile olmak hasen şefaattir. Bir işçiyi bir işe yerleştirmek hasen şefaattir. Bir adama yol göstermek de hasen şefaattir. Karşılık beklemeden başkalarının yardımına koşmak hasen bir şefaattir. Ortaklığa ait, topluluğa ait işleri kendi işin gibi karşılık beklemeden yapmak hasen şefaattir. Kim böyle şefaat ederse onun ondan nasibi olur.
يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا (YaKuN LaHUv NaÖIyBun MıNHAv) “Onun onda nasibi vardır, payı vardır.”
“Herkesin yaptığı şefaatten bir payı vardır” denmektedir. Böyle iyi işler yapan kimselere ondan pay verilmektedir. Komisyonculuk bir şefaattir. O halde komisyonculuk payını almak helaldir. İş bulmak da bir şefaattir, aracının bir karşılık alması helaldir. Bir kimse vakıf kursa, para toplasa, vakfı tamamlasa, pay alması helaldir. Evlendirmesi hâlinde bir pay alması helaldir. Kimden alacaktır? Tabii ki ona şefaat edecek kimseden alacaktır. İşverenden alacaktır. Yardım edenden alacaktır.
“Şufa” kelimesi tanımlanır ve kıyas yoluyla tesbit edilen yerlerde kimin nasıl pay alacağı tesbit edilir.
“Adil Düzen Anayasası”nda şöyle bir hüküm vardır. Her ustanın bir veya daha fazla çırağı vardır. Onun yanında çalışır(lar). Çırak aldığı ücretin beşte birini ona verir. Bu şufa hakkıdır. İşçilerin başında da bir usta vardır. Her işçi aldığı ücretin beşte birini ustasına verir. Bu şufa hakkıdır. Her usta ona izin veren bir hizmetliye bağlıdır; ona gelirinin beşte birini verir. O da bir mütehassısa bağlıdır, o da beşte birini verir. O da otoriteye bağlıdır; o da ona verir. Bu suretle hizmetlerdeki gelirler arasında bir bölüşme olmuş olur.
Burada şu sorulur. Avukatın para alması helal mıdır? Çünkü mahkeme huzurunda ona şefaat etmiştir. Eğer hakkını savunmuş ve hakkı temin etmişse, o zaman bir ücret alması helal olur.
Demek ki, avukatla müvekkil arasında şöyle bir sözleşme yapılmalıdır. Ben ancak senin haklı olan alacağını savunurum. Bu takdirde kazandığın meblağdan bir pay alırım. Kazanırsam alırım, kaybedersem hiçbir şey almam diyecektir. Bu şart altında avukatın aldığı ücret helaldir. Ben davayı kazansam da, kaybetsem de senden ücretimin hiç olmazsa yarısını alırım derse, bu haramdır. Bir de, ben seni haksız da olsa savunurum derse, bu da haramdır.
Burada ikinci bir konu kalmıştır. O da ceza davalarında ne olacaktır? Bir kimse haksız yere mahkum olacakken onu kurtarmak da şefaattir. Ücreti istihkak etmez mi? Burada davacı hasen midir? Kazandığı zaman devlet haksız yere saldırmıştır. Kazanması halinde avukat devletten ücretini alır. Kaybettiği zaman alamaz. Çünkü haseneye şefaat etmemiştir.
Bir noter muamele yaptığı zaman muamele masraflarını alabilir mi? Eğer hasene ise ve bu anlaşmadan taraflar kazanmışsa alabilir. Dolayısıyla bu akitler dayanışma içinde çözülmek zorundadır.
وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً (Va MaN YaŞFaG ŞaFaGatan SayYıETan) “Kim seyyieye şefaat ederse.”
Yani; kim kötülük yapmakta ortak olursa, onun durumu ne olacaktır?
Rüşvetle aracılık yapıp haksızlığa neden olursa, yalandan şahitlik yaparsa, haksızı avukat müdafaa ederse, intihar edecek kimseye barut satarsa, yani kötülüğün işlenmesine sebep olursa, ne olacaktır?
Fıkıhçılar şu kuralı kabul etmişlerdir. Mübaşir varken müsebbibe hüküm izafe edilemez. Rüşvet veren suçludur, rüşvet alan suçludur. Rüşvette aracılık yapan günah işler ama cezalandırılmaz. Bugünkü ceza kanunlarında bunlarda cezalar tertip edilmiştir. Kur’an işte bunların durumunu ele almaktadır.
يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا (YaKuN LaHUv KıFLun MıNHAv)
“Onun için onda kifl vardır, kefalet vardır.”
Kefaletin özelliği, eğer asıl borçlu ödemez veya ödeyemezse, kefile gidilir. Burada da bir hüküm eğer mübaşire izafe edilemezse, o zaman müsebbibe gidilir. Müsebbibin durumu kefilin durumudur.
Bir avukat haksız yere müdafa yaptı ve şahit dinlendi. Şahidin parasını, mahkeme masrafını kim ödeyecektir?
Eğer davacı haksızlığını bile bile dava açmışsa, davacı bunu öder. Yani avukat; ‘bak, bu davayı kaybedersin, haksızsın’ demiş ama müvekkil ‘olsun, ben dava edeceğim’ diyebilir. Bu takdirde mahkeme masraflarını müvekkil öder.
Ama avukat ‘sen bu davayı kazanırsın’ demişse, avukat bunun mütehassısı olduğu için davacı kendisini haklı zannederek dava ikame etmiştir. Bu takdirde davacıdan mahkeme masrafları alınamaz. Avukat şefi’ olduğu için yani kefil olduğu için bu masrafları öder. Şahsen de ödeyemeyeceği için, avukatlık yapmak için bir dayanışma ortaklığı içinde olma şartı getirilir. Yani, aynı dayanışma içinde olan avukatlar bölüşerek bu masrafları karşılarlar.
Demek ki; bu âyette fıkıhçıların temel kuralını ortaya koymakta ve ifade etmektedir. Müsebbip kefil gibidir. Mübaşir yoksa sorumlu olur. Fıkıhçılar bu hükmü tedvin ederken âyetin bu mânâyı taşıdığından habersiz idiler. Hazreti Peygamber’in öğretilerine dayanıyordu. Ama şimdi görüyoruz ki, Hazreti Peygamber doğruyu öğretmiştir. Bu hem Kur’an için hem de Resul için bir mucizedir.
وَكَانَ اللَّهُ (VaKAvNa elLAHu) “Allah bulunmaktadır.”
“Kâne”nin iki mânâsı vardır. Biri durumu ifade eder. Yani her zaman her halde böyledir. Biri de yeniden oluşmayı ifade eder. O zaman “Sâre” mânâsındadır. “Sâre”de değişen fail olur, “Kâne”de sonuç fail olur.
Buradaki “Kâne” hep var anlamındadır. “İnnellahe” gibi mânâsı vardır, yahut “Vallahu Alâ Külli Şey’in Mukît” anlamında olur. Bunlar arasındaki ifade farkları “İnne”de oluşu te’kid eder, zamanı te’kid etmez; “Kâne” ise zamanı te’kid eder. Yani; “her zaman Allah her şeyi mukittir” denmektedir.
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا(85) (GaLAv KulLı ŞaYEın MuKIyTan) “Her şeyi mukittir.”
“Kut” besleyici demektir. Bunu iyi anlamamız için fizikten bir misal verelim.
Elinize bir mıknatısı alınız ve iğnelere tutunuz; çeker. Elinizle çekmeden düşmezler. Şimdi bir inşaat demirini alınız ve iğnelere tutunuz; çekmez. Demirin etrafına bakır tel bağlayıp etrafını sarın. Sonra da bu telleri bir pile bağlayın. Pilin iki ucuna dokunursanız iğneleri yine çeker. Bir ucunu çekerseniz iğneler dökülür. Demek ki inşaat demirini pil beslerse mıknatıstır, beslemezse mıknatıs değildir. Mıknatısın da baştan beslenmesi gerekmektedir.
Allah her şeyi ikata etmektedir. Yani; bütün varlıklara, zamana, mekâna, parçacıklara, ışığa ve bütün canlılara; insanlara, meleklere, cinlere, ruhlara varlık kazandıran ve onlara güç veren Allah bulunmaktadır. Şefaat kanunlarını da vazeden ve ona hayat veren de O’dur. Dolayısıyla burada ücret alanlar Allah’tan almaktadır.
Burada gerek be’s ve tenkilde eşedd, gerekse “Mukıyt” nekire gelmiştir. O halde toplulukların da Allah’ın halifesi olarak bunları yapmaları gerektiğini ifade etmektedir. Şeriat bu şefaate ait düzeni tesis etmelidir. Hükümler koymalıdır. Adil bir şekilde düzenlemelidir. Savaşlarda da adaleti gözetmelidir.
Savaş sırasında adalet yoktur ama savaş adalet için yapılır, savaştan sonra adalet tesis edilir. Bundan dolayıdır ki savaşa katılanlar ganimetten eşit pay alırlar. Savaşı finanse edenler de katkıları nisbetinde ganimetin yarısını bölüşürler. Diyelim ki, Irak savaşı meşru sebeplerden doğmuş, hakemlerin kararı ile yapılmış ve müttefikler buraya asker göndermiştir. Ayrıca savaş harcamaları yapılmıştır. Sonunda Irak petrolleri ve diğer doğal kaynaklar ganimet olarak alınmıştır. Aralarında şöyle paylaşılır. Yarısını buraya mâli destek verenler alırlar. Ganimetin yarısı harcanandan çok ise kârdadırlar, değilse zarardadırlar. Kişiler de ganimetin yarısını alırlar. Onlar da eşit olarak aralarında bölüşürler. Savaş başlamadan önce farklı kural da konabilir. Ama her halükârda ganimet bir kural içinde bölüşülür. Bu kural topluluğun onayı ile oluşur.
Dolayısıyla yurt dışında savaşacaklar için şu kurallar getirilmiştir.
- Savaş meşru olmalıdır, hakem kararlarına dayanmalıdır.
- Savaşa gönüllü olanlar gitmelidir. Yurt dışında savaşmak mü’minlere farz değildir. Ama katıldıktan sonra farz olur.
- Savaştan evvel, savaş sonunda ganimetin nasıl paylaşılacağını belirleyen bir sözleşme yapılmalıdır. Yapılmamışsa, genel sözleşme hükümleri geçerli olur.
- Savaşa başlayabilmek için hakem kararları yeterli değildir. İlgili devlet başkanının izin vermesi gerekir. Bu izin yani manevi destek sebebiyle ganimetin beşte biri devlete ait olur.
Görülüyor ki; İslâmiyet çok adil hükümleri içerir ama hiçbir zaman ütopik değildir.
Ordular savaşacak, ganimet merkezde oturan yöneticilerin olacak! Bu zulümdür. Bu insanları zorla savaşa götürmedir. Oysa İslâm savaşında yani barış savaşında gönüllü gidilmektedir. Bu gönüllülük ganimet hesapları ile de olabilir. Ganimet için savaş meşru değildir, ama meşru sebeplerle yapılan savaşlarda ganimet meşrudur, savaşanların hakkıdır. Yoksa eşkıyalar çıkarları için savaşır, askerler ise devletlerinden korktukları için savaşır ve sonuç eşkıyaların zaferi ile sona erer. Sonra bu böyle devam eder. İhtilalle gelen iktidarlar ihtilalle giderler.
Kamu her şeye mukıttır demenin mânâsı şudur. Herkes, insan olan herkes, ister vatandaş olsun ister olmasın, ister suçlu olsun ister olmasın, herkes her konuda kendisini mağdur gördüğü her konuda her zaman dâva açabilir, dâvalı olabilir. Çünkü o çevre içinde kamu her şeyden sorumludur, bu beni ilgilendirmez diyemez.
Batı anlayışında, Roma hukukunda ancak seçkin vatandaşlar dâva açma yetkisine sahipti, halk dâva açamazdı. Hattâ aileden de ancak ‘pater’ dâva açabilirdi. Köleler için ise dâva bile açılamazdı. Sonra yalnız kanunlarda sayılmış olan haklardan dolayı dâva açılırdı. Aklına gelen aklına geldiği işten dolayı dâva açamazdı. Kanunda yazılı olmayan hak sayılmazdı. Batı’da bu durum hâlâ böyledir! Bat dünyasında ‘insan hakları’ deyince, sadece sayılı haklar akla gelmektedir!
Oysa insan, yazılı olsun olmasın, mağdur olduğunu iddia eden herkes mahkemeye başvurabilmeli ve başvurusu savunması alınarak değerlendirilmelidir.
İşte “Allah her şeye mukıttır” demek bu demektir. Kendisini haklı zannetmiş de dâva açmışsa, mahkeme masraflarını da ödemez. Avukatı da para alamaz. Avukatın onun haklı olup olmadığını bilmesi gerekir.
Şimdi şu sual sorulabilir. Savaş hükümlerinin arkasında şufa yani avukatlık hükümlerinin getirilmesinin mânâsı ve nedeni nedir? Bir defa savunma siyasi dayanışma ortaklıklarının yetkisidir. İslâmiyet’te savcılık yoktur, hakemlik vardır. Dâva açma yetkisi siyasi dayanışma ortaklıklarına aittir. Dâvayı kazandığı zaman onu icra etmek de o dayanışma ortaklıklarına aittir. Diyelim ki, bir evi birisi işgale etmiş, hakemler tahliyesine karar vermiş. Mal sahibi gelir, kapıyı kırar ve girer. Kendi evi olduğu için işgal eden karşı çıkamaz. Çıkarsa, davayı kazanan nefsi müdafa durumuna düşer. Ona müessir fiilde bulunursa kısas yapılmaz. Ama diyeti öder.
Savaş da bu dayanışma ortaklığının doğurduğu bir müessesedir. Neticede ordular şufa esası üzerine otururlar. Onun için burada sözkonusu oldu. Kamu adına veya dayanışma ortakları adına dâva açma yetkisi, dâvayı takip yetkisi siyasi dayanışma ortaklarına aittir. İcra da dayanışma ortaklarına aittir.
Böylece bu âyetin burada zikri “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda zikredilenlere temel kaynak olmuştur.
***
وَإِذَا حُيِّيتُمْ (Va EıÜAv XuyYıYTum) “Tahıyye olunduğunuzda”
“Hay” yılan demektir; “Meyt” de yılan demektir. Kış uykusunda olana ‘meyt’, hareket hâlindekine ‘hay’ denmektedir. Yılan kış uykusuna yattığında nasıl yok olmuyorsa, insan da öldüğü zaman yok olmuyor. Ruhtan ayrılıyor, dolaysıyla hareketsiz kalıyor ve bizim dünyamızdan ayrılıyor.
“Selâmünaleyküm” demek, “tehıyye etmek” demektir. İslâm barışı içine girmek, teslim olmak, düzene boyun eğmek demektir. Yani, kurallara uymak demektir. Yetkili olanları dinlemek demektir.
Kişi ile karşılaşıp da ona selâm vermek ise tahıyye yani sağlık dileme ile ifade edilir. Yani, size selâm verdikleri zaman, siz de onlara selâm verin denmiş olur. Sizin için sağlık dilerlerse, siz de onlar için dileyin.
Bir Müslüman eman dileyen kimse ile asla savaşamaz. Teslim olmuşsa artık savaş durur. Ondan sonra barış yolları aranır. Harb tazminatı istenebilir. Yoksa soykırımına gidilemez. Soykırım, savaşamayacak durumda olanları, kadınları ve çocukları öldürmedir. Yoksa tehcir soykırım değildir. Köleleştirmek de soykırım değildir. Çünkü onların çocukları yeni dünyada yaşamaya ve çoğalmaya devam edeceklerdir.
بِتَحِيَّةٍ (Bı TaXıyYaTin) “Bir tahıyye ile”
Bu selâm olabilir, günaydın olabilir, bonjur olabilir, drastviti olabilir, dobırdan olabilir, hayırlı sabahlar olabilir.
Ne şekilde selâm verirlerse versinler, siz onlara mukabele edeceksiniz. Kimseye benim usulümle selâm vereceksin demeyeceksiniz. Sen kendi usulünle selâm verebilirsin. Ama o önce selâm vermişse, o sana kendi selâmı ile selâm verecektir. Yani, selâmın şer’an sınırlandırılmış bir hâli yoktur. Nasıl diller farklı iseler, aynı şekilde selâmlamak da farklıdır.
Burada başka bir hukuk ortay çıkıyor. Kişi kendi dilindeki ifadelerden sorumludur. Başkalarına bizim dili öğreniniz diye dayatamayız. Türkçe bilmek mü’minlik için şarttır, müslimlik için şart değildir.
فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا (FaXayYUv BıEaXSaNa MıNHAv) “Siz daha ahseni ile selâm verin.”
Selâmın daha iyisi ile selâmlayın. Sizinle barış isteyenlere siz daha kapsamlı, daha ileri barış isteyin. Daima bir adım ileri olun. Siyaseten çok yanlış gibi görünen bu durum Kıbrıs’ta ortaya çıktı. Barış için hep ileri adımlar atıldı. Kıbrıs’ı kaybedeceğiz derken, daha iyi bir konumda olduk.
Barışta daima bir adım ileri olun demektir. İkili ilişkilerde de böyledir. Size yaklaşana siz daha fazla yaklaşınız. Onlardan korkmayınız. Size bir şey yapmazlar.
أَوْ رُدُّوهَا (EaV RudDUvHAv) “Ya da onu reddediniz.”
Hiç olmazsa onun tahıyyesi yani selâmı kadar yapınız. Geriden gitmeyiniz. Toleransınız barıştan yana olsun. Bunun bazen karşı taraf için de böyle olması istenir. Karşı taraf daha ileri gidemeyecekse zorlamayın demektir. Barış önerirken de kabul edebileceği düzeyde tutunuz. Şimdi Avrupa Birliği için masadayız. Selâmlaşıyoruz. Onlar bize bizim kaldıramayacağımız yükü yüklemektedirler. Biz onlara onların kaldıramayacağı yükü yüklememeliyiz.
Türkiye için yapılamayacak neler vardır? a) Türkiye İslâmiyet’ten vazgeçemez. b) Müslümanlara cephe alamaz, onlar savaşmadıkça Türkiye savaşamaz. c) Türk ülkeleri ile ekonomik ve sosyal ilişkileri kesemez. d) Türkiye Türk ordusunu küçültemez, etkisiz hâle getiremez. İşte onlar bize teklif getirirken bunlara dokunmamalıdırlar.
Avrupalıların da yapamayacakları işler vardır. a) Avrupa Hıristiyanlığı terk edemez. b) Avrupa faizli sistemden vazgeçemez. c) Avrupa Türkiye’yi saldırıda koruyamaz. d) Avrupa serbest iş dolaşımına izin veremez. Çünkü yaşlı nüfusu kimse çalıştırmaz. Batı işsizler yurdu olur. İşte Avrupa Birliği müzakereleri başlarken taraflar karşı tarafa yapamayacakları önerilerde bulunmamalıdır. Bununla beraber karşılıklı yapma imkanı varsa, en üst seviyede bir anlaşma olmalıdır.
إِنَّ اللَّهَ كَانَ (EınNa elLAHa KAvNa) “Allah bulunmaktadır.”
“İnne” oluşu te’kid içindir, “Kâne” zamanın tesbit ve teyidi içindir. Yukarıda sadece “Kâne” gelmişti. Burada “İnne” ile gelmektedir. “İnne” yanlış bilene karşı getirilir. Allah’ın mukıt olduğu husus insanları fazla ilgilendirmediği için orada münmjir yoktur. Oradaki tereddüt devamlılık hususundadır. Burada hesap verme hususudur.
Birçok insan, insanın yaptığı kendisine kalacak, hesabı görülmeyecek sanır ve ona göre davranır. İyilik yaptığı zaman yani hasenede şefaat ettiği zaman boşuna olacağını sanır; seyyiede şefaat ettiği zaman da hesap sorulmayacağını sanır. Ağzı ile ‘inanıyorum’ dese de, fiilleriyle inanmadığını gösterir.
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا(86) (GaLAy KulLı ŞeYEıN XaSIyBan)
“Oysa Allah her şeye hasib bulunmaktadır.”
“Kâne” ile gelmesi, dünyada da hesabı görülmektedir demektir. Ayrıca “Hasiben” kelimesinin nekire olmasından anlıyoruz ki, kamunun her şeyin hesabını tutması gerekmektedir.
Bizim ‘Genel Hizmet Kooperatifi’ni kurmamız ve muhasebemizi tutturmamız gerekir. ‘Az olsun çok olsun yazın’ emrinin devamı muhasebededir. Yani, yazılan okunmalıdır; sorulduğu zaman cevabı verilebilmelidir. Şefaat hallerinde alınacak paylar da muhasebe ile belirlenecektir. Kur’an’ın emirleri ancak bugün bilgisayarın bulunması ile yerine getirilebilir.
***
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ (EalLAHu LA EıLAHa HuVa) “Allah, O’ndan başka ilâh olmayandır.”
“Lâ ilâhe illallah” derseniz, bunda Allah’tan başka ilâh olup olmadığı ifade edilmiş olur, Allah’ın varlığı ifade edilmiş olmaz. Ama “Allahu lâ ilâhe illâ Huve” derseniz, “Allah” derken Allah’ın varlığını ispat etmiş, O’ndan başkasının olmadığını söylemiş olursunuz. “Lâ ilâhe illallah” sözü üzerinde tartışma vardır. Varlığa delalet etmez deniyor. Doğrudur. Dolayısıyla kelimeyi şehadet “Lâ ilâhe illallah” şeklinde değil de, “Allahu lâ ilâhe illallah” şeklinde olmalıdır.
Kur’an asla hata yapmıyor. Hata icmada var. Çünkü ikrar için “Lâ ilâhe illallah” yeterli sayılmıştır. Oysa “Allahu lâ ilâhe illallah” denmesi gerekir. Kur’an’da “Lâ ilâhe illallah” dendiği yerler vardır. Ancak hemen yanındaki âyetlerde ayrıca Allah’ın varlığı ifade edilmiştir. Kimi yerde olması söylediğimizi nakzetmez. Çünkü o yanlış değil, iman için eksik olmuş olur.
لَيَجْمَعَنَّكُمْ (La YaCMaGanNaKuM) “Sizi cem edecektir.”
İnsanlar bu dünyaya zaman içinde gelmektedirler. Bir çocuk doğup ölünceye kadar her yıl nesli yenilemektedir. Bu dünya böyle tevarüs yoluyla devam ediyor. Ancak öldükten sonra Hz. Adem’den kıyamete kadar gelen insanları bir araya getirmek zorunluluğu var, yoksa muhasebe yapılamaz, herkesin borç ve alacağı tesbit edilemez. Çünkü zincirlerle ileri yürümüşlerdir. Allah’ın hasib olduğunun söylenmesinin arkasından bu “cem edecektir” ifadesini getirmiş olması sorunu vuzuha kavuşturmaktadır.
İnsanlar öldükleri zaman onlar için zaman kısalır. Dolayısıyla kabirde bekleme dönemi herkes için eşit uzunlukta olur. Yahut sevap ve günaha göre uzun ve kısa olur. Ölüm tarihine göre kısa olmaz. Bugün zamanın kısalıp uzayacağı fizikte tesbit edilmiş ve bunun formülü de bulunmuştur. Deney göstermiştir ki, uzaklaşan ve yaklaşan cisimlerin birbirine olan hızları eşittir. Bu da ancak zamanın kısalıp uzaması ile açıklanabilir.
(Işık Hızı + Yaklaşanların Hızı) * Sükunet Zamanı = Işık Hızı * Hareketlilik Zamanı
(Işık Hızı - Uzaklaşma Hızı) * Sükunet Zamanı = Işık Hızı * Hareketlilik Zamanı
Sükunet Hızı = Hareketlilik Zamanı / (1 - Hız * Hız / Işık Hızı * Işık Hızı)^.5
Görülüyor ki, sükunet zamanı hareketlilik zamanından uzundur. Bunlar denenerek ispatlanmıştır.
Hazreti İsa göğe götürülebilir, orada binlerce sene dolaşır, ama o sadece birkaç sene yaşamış olur, o kadar duyar ve o kadar yaşlanır. Demek ki, Allah âhirette insanları bir araya toplayacaktır. Onların hesabı orada görülecektir.
إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ (EıLAy YaMı eLQıYAvMaTı) “Kıyamet yevmine”
Sizi kıyamet yevmine doğru cem edecektir, yahut kıyamet yevmine kadar ceme devam edecektir.
İnsan öldüğü zaman, zaman kısalıyor ve belli bir müddette kıyamet yevmine ulaştırılıyor.
Diyelim ki, bundan 10 bin sene önce ölen insanla bugün ölen insan aynı zaman sonra kıyamet yevmine götürülmüş olacaktır. Kıyamet yevmine kadar gelen insanlar hep cem edilmeye devam edilecektir. Ama cem oldukları gün aynı gün olacaktır. Toplama kıyamete kadar sürecek ama aynı zamanda toplanmış olacaklardır. Herkes için geçen zaman da aynı olacaktır. Bu sebepledir ki “Fî Yevmi’l-Kıyamet” denmemiş de “İlâ Yevmi’l-Kıyamet” denmiştir.
Kur’an’daki birçok âyetler bu varsayımı desteklemektedir. Mesela, şehitler şimdi ırzak olunmaktadır. Bu nasıl mümkün olmaktadır? Ancak zamandaki izafiyet nazariyesi ile mümkün olmaktadır.
. لَا رَيْبَ فِيهِ(Lav RaYBa FIyHı) “Orada rayb yoktur. Onun içinde karışıklık yoktur.”
“Lâ Raybe Bihî” veya “Lehû” denseydi, kıyametin olmasında rayb yoktur olurdu.
Burada “onun içinde rayb yoktur” deyince, artık orada yalan, bilgisizlik, içtihat gibi müesseseler yoktur.
Her şey açık ve nettir. Herkesin hesabı görülürken tereddüt olmayacak. İşledin mi, işlemedin mi? Cezası bu mudur, değil midir? Böyle bir tereddüt olmayacaktır. Çünkü hepsi çok açık ve seçik olacaktır.
وَمَنْ أَصْدَقُ مِنْ اللَّهِ حَدِيثًا(87) (VaMaN EaÖDaQa MıNa elLAHı PaDIyÇaN)
“Hadis olarak Allah’tan daha sadık kim vardır?”
Söylenen söz kavlen sadık olur bir hadis olarak sadık olur.
“Kavlen sadık olmak” demek, adamın doğru söylemesi ve dediğini yapmasıdır. Ama olaylar beklendiği gibi cereyan etmez. Kişi kavlen sadık olur ama hadisen sadık olmaz. Ben bu sene buğday ekeceğim der ve eker. Kavlen sadıktır. Söylediğini yapmıştır. Ama yağmur yağmamış ve buğday elde edilememiştir. Hadis olarak sadık olmamıştır.
Allah burada ben söylüyorum, o olacaktır; yalnız kavlen değil, hadisen de olacaktır. Çünkü onda sapma olmaz.
Sonunda Kur’an bütün anlatımlarını âhirete bağlamaktadır. Çünkü âhiret olmadığı zaman dünya dipsiz kazan gibi olur. Söylediği her söz uçup gider. Dayanağı bulunmaz.