NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2041 Okunma
NİSA 57-62

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا

لَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَلِيلًا(57)

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ

إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا(58)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا(59)

وَ (Va)  “Ve”

Kur’an’da ‘tefsir’ yapılırken karşılaşılan zorluklar vardır.

  1. Bunlardan biri; ‘zamirler’in kimi gösterdiğini tesbittir. İlk önce bunları çözmek gerekir.
  2. İkincisi ise; ‘harf-i tarifler’in nereye atfettiğidir. Bunu ikinci olarak çözmek gerekir.
  3. Üçüncü olarak; ‘marife olan kelimeler’in neyi tarif ettiklerini ortaya koyacaksınız.
  4. Dördüncü olarak; ‘mübteda ve haber’ ile ‘mef’ul ve sıfatlar’ın nere ile ilgili olduğunu tesbit edeceksiniz. Ondan sonra cümle anlaşılmış olur. Artık onun üzerine düşünmeye başlayacaksınız…

Buradaki “Va” harfi, bundan önceki âyette “İnnellezîne Keferû” ile başlamıştı, işte onlara atfetmektedir. Onlardan kimi iman etti, kimi de etmedi. “Saddetti/ Yüz çevirdi” ifadesini daha önceki âyette söyledikten sonra, harf-i atıf yapmadan onları izah etmeye başladı. Birincileri ateşte pişireceğini bildirdi. Şimdi de mü’minlerin akıbetlerini anlatmaktadır.

الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (EelLaÜIyNa EAvMaNUv Va GaMıLUv elWAvLıXAVTı)  

“Îman etmiş ve sâlih ameller işlemiş olanlar.”

Yukarıda “âyetlerimize küfreden kimseler” denmişti, burada “âyetlerimize îman” denmemiş, sadece “îman etmiş olan kimseler” denmiştir. Îman yeterli sayılmamış, “amel-i sâlih”in de işlenmesi gerektiğini bildirmiştir. İman eden kimseler, dayanışma ortaklıklarını kuran kimselerdir. Yani, âkileyi kuran kimseler demektir.

1) Mü’minler ilk âkileyi Medine’ye göç edince kurdular, bu siyasi âkile idi. 2) Sonra medreseler ile ilmî âkileyi kurdular… 3) Sonra tekkeler ile dinî yani takva âkilesini kurdular. 4) Sonra âhi teşkilâtı ile de meslekî akileleri kurdular... Bugün bunların yerine; 1) Siyasi partiler vardır… 2) Okul ve üniversiteler vardır… 3) Cami ve dini mezhepler vardır… 4) Odalar ve sendikalar vardır...

Bunları kurmak yeterli değildir. Bir araya gelip ‘dayanışma ortaklıkları’nı kuranlar, sadece bununla yetinmeyip aynı zamanda amel-i sâlih işlemelidirler. Amel-i sâlih demek, birbirine uygun iş yapmaları demektir. Harf-i tarifle gelen kurallı dişi çoğuldur. Bu sistemi gösterir. Birbirine uygun işler yapmak demek, birinin yaptığını diğerinin bozmaması, tam tersine birinin yaptığını diğerinin tamamlaması demektir. Bu nasıl olacaktır? Bunun için amellerimiz şu özellikleri taşıyacaktır.

  1. Amellerimiz kurallı olacaktır. O kurallar öyle düzenlenmelidir ki, herkesin yaptığı birbirini tamamlasın, birinin yaptığını diğeri bozmasın. Birinin yapmasına diğeri mâni olmasın. Buna ‘şeriat’ denmektedir. Şeriat, içtihat ve icmalarla oluşur. Başkanın istişare sonunda aldığı kararlarla ve hakemlerin soruşturmalardan sonra aldıkları kararlarla oluşur.
  2. Üretim standartlara uygun olmalıdır. Standartlar alternatifli olacak ama standart olacaktır. Mesela, birinin yaptığı somun, diğerinin yaptığı cıvataya uyacak. Mesela, birinin yaptığı tekerlek, bir diğer üreticinin yaptığı arabaya uyacak.
  3. Projeler yapılacak ve bu projelere uygun işler yapılacak. Herkes ayrı projeye uygun parçaları yapınca, sonra toplama makineyi veya binayı meydana getirmiş olacaklardır. Herkes evini öyle yapacaktır ki yollar tıkanmasın.
  4. En son olarak da, çevre tahrip edilmeyecek, çevre kirliliği yaratmayacak, yani yapılan işler yalnız şimdi değil, ileride de zararlı olmayacak, yalnız bize değil, başkalarına da zarar vermeyecektir. Eğer bir yerin ormanını yok edersek, yeryüzünün oksijen üreten sahalarını ortadan kaldırmış ve dünyayı yaşanmaz hâle getirmiş oluruz.

İşte bu esaslara uyan amel ‘amel-i sâlih’tir. Sadece dayanışma ortaklığı kurmak yeterli değildir, aynı zamanda o dayanışma ortaklığı sâlih ameller yapacaktır.

سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ (Sa NuDPıLuHuM CanNAvTın)  “Onları cennetlere idhal edeceğiz.”

Burada “cennet” nekiredir, çoğuldur, kurallı dişi çoğuldur. Burada vâdedilen cennetlerin âhiret cennetleri olması gerekir. Yukarıda kâfirlere vâdedilen azap âhiret azabı ise; yani derilerin kavrulmasından bahsedildiğine göre, bu nâr (ateş) âhiret nârıdır. Dünyevi azapta derilerin kavrulmasının ve tebdilinin sözkonusu olması uzak bir tevildir. Orada da ateş yani nâr nekire idi.

Bununla beraber, dayanışma ortaklıkları kurup da uygun işler yapanlar bu dünyada da cennetlere idhal edileceklerdir. Baştaki geleceği ifade eden “Se” harfi buna delâlet eder. En doğru yorum ise her iki hâli de içermesidir. Hem bu dünyada yakında cennete idhal edecektir, hem de âhirette. Yukarıda “Sevfe” gelmişti, yani ileride âhirette cehennemde idhal ederiz. Burada ise “Se” gelmiştir, yani bu dünyada cennetler veririz demektir.

تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (TaCRIy MıN TaHTıHAv eLEaNHARu)  “Tahtında nehirler cereyan eder.”

Arapçada ve Kur’an’ın üslubunda bir kural vardır. Bir cümlenin hakiki manâsını korumak istersek, yani bu mecazi mânâsında kullanılmıyor demek istersek, onu özel vasıf ile adlandırırız. Dört ayaklı aslan dediğimiz zaman, bu iki ayaklı insandan oluşan aslan değildir. İki kanatlı kuş dediğimiz zaman, gerçek kuş kastedilir.

Yukarıda ateşi ‘derileri kavurması’ şeklinde anlattı ve onun gerçek ateş olduğunu bildirdi. Burada da “altından ırmaklar akan” demekle, anlatılanın içinde ırmaklar akan gerçek bahçeler olduğunu bildirmiş olmaktadır. İster bu dünya cennetinden bahsedelim, ister âhiret cennetinden bahsedelim, hepsi gerçek bahçelerdir, yemişliklerdir. Mecazi mânâda değildir.

Bu arada dikkat edeceğimiz başka bir husus vardır. “Fîhâ el-Enhâr” denmemekte, “Tahtehâ el-Enhâr” denmektedir. Bugünkü sulama sistemi yanlıştır. Bugünkü sulama sisteminde yukarıdan su akıtılmaktadır. Bu şekilde hem israf olmakta, hem de sulama zorlukla yapılmaktadır. Âhirette veya bizim bu dünyada yapacağımız sulamalarda sular toprağın altındaki kanallardan akacak, üstteki bitkiler kökleri ile oradan sularını içecekler, diğer maddeleri emeceklerdir. Ancak bunlar yeraltı suları şeklinde olacak, devamlı akacak, suladıktan sonra çıkacak sular arındırılacak ve tekrar akacaktır. Yani, bugünkü denizlerin yaptığı işi suni arındırma sistemleri yapacaktır. Biz bu dünyada sulama tarımını böyle yapmalıyız. Bahçelerde toprağın altından geçen sular bir havuzda toplanmalıdır. Tuzları çökertilmelidir. Havalandırılmalı ve köklere öyle salınmalıdır.

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (PAvLIDIyNa FIyHAv EaBaDan)  “Orada ebediyen hâliddirler.”

Yukarıda cehennemliklerden bahsederken “Hâlidîne Fîhâ Ebeden” kaydı getirilmemiştir. Bu sadece mü’minler için getirilmiştir. Bu ifade edilen ve kastedilen cennetlerin âhiret cennetleri olduğu anlaşılmaktadır. Mü’minlerin cennette ebediyen kalacakları ifade edilmektedir. Kâfirler için ise böyle bir kayıt getirilmemektedir.

Bununla beraber bu kayıt dünya cennetleri için de olabilir. Eğer mü’minler mü’min olarak kalır da amel-i sâlih işlerlerse, ebediyen yani kıyamete kadar bu bahçelerini kaybetmeyeceklerdir. Ama kâfirler geçici olarak cennetlere sahip olsalar bile, biraz sonra kaybederler. Bir de, kâfirler ölünce dünya cennetlerini kaybetmiş olurlar, oysa mü’minler ölünce dünya cennetlerinin devamı olan cennetlere kavuşurlar, dolayısıyla cennetlerde ebediyen hâliddirler. Burada ebedî kalmanın zaman ve mekânı kapsadığını göz önüne getirirsek, zamanın bitip yeni zamanın başlayacağı kıyamete kadar sahip olmak, ölümüne kadar sahip olmak ve ebedî kalmak demek olur. Âhirette de eğer zamanın sonu gelecekse, o zamana kadar ebediyen hâlid kalmak demek olur.

لَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ (LaHuM FıYHAv EaZVAyCun MuTahHaRaTun)  

“Onlar için orada mutahhar ezvâc vardır.”

Eğer bu anlatılan dünya hayatında ise; îman edip amel-i sâlih işleyenlerden bahsediyorsa, o cennette evlilik vardır, herkesin eşi vardır ve bu eşler de temiz eşlerdir. Bunlar cinsel hastalıkları olan, mesela AİDS’li eşler değildir. Çünkü zinanın en büyük kötülüğü, zina yapanlarda ortaya çıkan hastalıklardır. Frengi, zührevi hastalıklar ve şimdi ortaya çıkan AİDS, eşlerin kadın olsun erkek olsun bedenlerini pisletmektedir.

Îmân edip amel-i sâlih işleyenler, yani evlenip yaşayanlar demektir, onlar mutahhar eşlere sahip olurlar. Âhirette cennete gidenlerin eşleri de böyledir.

Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Bunlar üzerinde durup cevaplamaya çalışalım.

1) Önce; orada yani âhirette çocuk yetiştirme olmadığına göre, evlenmelere ne gerek vardır. Bir gayeye yönelmeyen, bir iş yapmayan bir hayat, hayat değildir. Onun için âhirette de amel-i sâlih vardır. İnsanların oradaki mertebeleri yükselecektir. Orada amel-i seyyie (kötü amel) yoktur ve insanlar cezalanmayacaklardır. Amel-i sâlihte yine dayanışma ve yardımlaşmaya ihtiyaç vardır. Sonra, yaşlılar da eş olarak kaldıklarına göre, çocukları olmayanlar da karı-koca olarak kaldıklarına göre; demek ki ‘eşlik’ sadece çocuk yapmak için değildir.

2) İkinci husus ise; dünyada birden fazla eşi olanların durumu ne olacaktır? Dünyada bir dişinin iki eşi olmaması bütün canlılar içindir, çocuğun sağlıklı olması içindir. Bir erkek iki kadına eş olabilmektedir. Dünyada böyle bir engel yoktur. Âhirette bu engel kalkacağı için, bir kadın da dünyadaki kocası ile arkadaş olabilir.

3) Başka bir soru da şudur. Cinsel ilişki insanlara büyük zevk sağlamaktadır. Âhiretteki insanlar bunlardan mahrum mu olacaklardır? Âhiretin zevkleri, cennette olanlar için dünyadakinden daha ileridedir. Ancak bu zevkin ille de cinsi ilişkilerden alınması sözkonusu olmayabilir.

Hâsılı; âhiretteki eşlerle olan hukuk dünyadakinden farklı olacaktır. Çünkü orada çocuk yapma gibi bir sorun yoktur. Ama eş düzeni orada da devam edecektir. Oradaki hayat dünyadakinden çok daha zevkli olacaktır.

وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَلِيلًا (Va NuDPıLuHuM JılLan JaLIyLan)  

“Gölgeleyen gölgeye idhal ederiz. Serinleten gölgelere idhal ederiz.”

Bitkilerin yaşayabilmesi için güneş ışığına ihtiyaç vardır. Bugün bu güneş ışığı güneşte yanan hidrojenle sağlanmakta ve helyum oluşmaktadır. Bunların yeryüzüne gelmesi gerekir. Ama aynı zamanda bu ışınların insanları kavurmaması için gölge de gerekmektedir.

Burada “İdhal” kelimesini tekrar etmektedir. Birinci idhal dünyadaki cennetler, ikinci idhal âhiret olabilir. Yahut, cennet dünyadaki bağlık ve bahçeliktir.

Zalil” ise klimalı apartmanlar veya şehirlerdir. Bugün yeryüzünde büyük çöller vardır, insanlar buralarda yaşayamamaktadır. Buralarda açık şekilde sulama yapmak mümkün değildir. Çünkü çok su kaybı olur. Ama buralarda yeraltı sulaması yapılarak meyvelikler, mesela hurmalıklar oluşturulabilir. Buralarda açıkta evler yapılıp yaşanmaz, ama kapalı binalar yapılır ve bu binalara klima döşenip serinletme yapılabilir.

“Serinleten serinliklere idhal ederiz.” yahut “Serinlenen serinliklere idhal ederiz.” denmektedir.

Zalil” kelimesi, suni serinliği ifade eder. Apartmanlar hep birlikte klimalandırılır. Yahut kent birden şeffaf kubbe içine alınır ve insanlar orada klima içinde yaşarlar. Hattâ bitkiler de böyle seralar içinde yetişmiş oluyor. Güneşten yararlanma imkânı doğuyor. Böyle bir teknoloji ile Ay’da da, uzay boşluğunda da yaşama imkânı sağlanabilir. Bu âyetin mânâsı 1000 sene sonra çok daha iyi anlaşılacaktır. Âhirette de durum böyle olacaktır. İnsanların yaşadığı köşkler klimalı olacaktır. Orada ne üşüme, ne de terleme olacaktır.

Zalil” kelimesini biraz daha açıklayalım, “Zalla” gölge etti demektir. Bizde ‘gölge kararttı’ anlamında kullanılır. Oysa Arapçada ‘gölge serinletti, gölge rahatlattı’ demektir. Karartma “zalama” ile ifade edilir.

Zalil” kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Hem ism-i fâil hem de ism-i mef’ul olarak gelir. Serinleten ve serinlenen anlamına gelir. Klima serinletendir. Yer ise serinlenen yerdir.

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ (EınNa elLAHe YaEMuRuKuM)  “Allah size emrediyor.”

Emr” kelimesi “Merre”den oluşmuş kelimedir. Murur ettiren demektir. Sonradan sülasi olmuştur. Yani geçirten, iş yaptıran, söz dinleten demektir. “Emretmek” cebir yapmak demektir. Siz ‘yetkinize dayanarak böyle yapın’ dersiniz. Karşı taraf yapar veya yapmaz. Emreden zorlamaz. Sonra yapmayana ceza verilir.

Allah emrediyor” ama zorlamıyor. Yapmazsa, belirlenen cezalar veriliyor. Allah’ın emrine uyarsak mükâfat göreceğiz; uymazsak, cezalandırılacağız. Dünyevi yönetimde de durum böyledir. Kanunlar çıkarılır. Yetkiler beyan edilir ve kişilere emredilmiş olur. Ama uymayanların cezasını emredenler vermeyecektir. Cezayı yargı verir, hakemlerden oluşmuş mahkemeler verir. İşte ‘hukuk devleti’ dediğimiz şey budur.

أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا (EaN TuEadDuv eLEaMAvNATı EıLAy EaHLıHAv)  

“Emaneti ehline eda ediniz. Emaneti ehline veriniz.”

Eda etmek” demek, bir borcu yerine getirmek demektir. ‘Namazı eda etmek’ namazı kılmak demektir.

Bizde mevcut emanetler vardır, onları ehline eda etmemiz gerekir. Bakara Sûresi’nde ‘emanet edilen kimse emaneti eda etsin’ deniyor. Oradaki emanet, kişilerin kişilere verdiği emanettir. Halbuki burada “emanetlerdir” ve bu emanetler kurallı dişi çoğulla getirilmiştir. Yani, gelişigüzel emanetler değil, bir ‘emanetler sistemi’dir. Bu emanetler nelerdir? Bu emanetler göklerin ve yerin emanetidir. Hilafet emanetidir. Dünya’yı, hattâ Kâinat’ı yönetmek üzere Allah’ın bize verdiği emanettir. Bunlar kamu hizmetleridir, genel hizmetlerdir. Birincisi olan ‘kamu hizmeti’ dediğimiz zaman, son söz görevliye ait olan hizmettir. Diğeri ise ‘kıyam hizmeti’dir. Burada sön söz hizmet alana aittir. Önce halka emanet edilen hilafeti ifa etmek üzere dayanışma ortaklıkları sorumlularına eda edilecek. Yani, insan partisini, sendikasını, mabedini ve mektebini seçerken emanetini eda etmiş olur. Kim daha ehilse, size göre kim onu yapabilirse, ona biat edersiniz.

Sonra onlar ‘şûra’yı oluşturur. En çok ehil olan sıralama usûlü ile ‘başkan’ seçilir. Bu sıralamada da emanetin ehline tevdi edilmesi emrolunmaktadır. Kim en iyi başkanlık yapabilecekse, o başkan seçilmelidir.

Sonra ‘hükümet’ oluşturulurken, ‘genel müdürlükler’ oluşturulurken, başkanlar seçim yaparlar ve emaneti ehline verirler. Atanan görevliler, doktorlar, mühendisler de ehil kimseler olmalıdır. Halk kendi hizmetlisini seçerken, doktorunu ve hakemini seçerken, ehil kimseyi seçmelidir.

Hâsılı; burada emredilen yönetim oluşurken ehliyetli kimseler göreve getirilmelidir. Bunu da halk getirecektir. Çünkü bu emir halka emredilmiştir. Burada ‘ey îman etmiş olan kimseler’ de denmemiştir. Yani, demek ki müslimlerin de seçme hakları vardır, seçilme hakları yoktur. “Adil Düzen Anayasası”nda bu husus geçmemiştir, düzeltilip eklenmesi gerekir. Buradan şu sonuca varmış oluyoruz: Devamlı olarak Kur’an okuyup eksikliklerimizi tamamlamalıyız, yanlışlarımızı düzeltmeliyiz. Emir kime ise yetki de onadır. Emrolunanlar tüm müslim ve mü’minler olduğuna göre, yetkili olanlar da onlardır. İçtihatları emrolunanlar yaparlar. Bu da demokrasinin kendisidir. ‘İslâmiyet’te demokrasi yoktur!’ diyenlere bu âyet ibretle cevap vermektedir.

وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ (Va EÜAv XaKaMTuM BaYNa elnNAvSı)  

“Nâs arasında hükmettiğinizde.”

Burada ‘emaneti ehline verdikten sonra’ ondan sonra da “İzâ” ile “Hakemliği” getirmektedir.

Burada “İn” değil de “İzâ” gelmesi, hakemlik yapmakla yükümlü olduğumuzu ortaya koyar.

Demek ki, ‘hakemlik’ ibadettir, hakemlik yapmamız gerekmektedir.

Nâs arasında” denmekle, sadece kendi aramızda değil, diğer insanlar arasında da hakemlik yapılacaktır. Bu âyete dayanarak şunu istidlâl ederiz. Bir bucakta hakemlik yapacakların o bucaktan olmaları gerekmez. İlçede bulunan hakemlerden seçmeleri yeterlidir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” öyle düzenlenmiştir. Mahkeme bucakta kurulur ama hakemler ilçeden seçilmişlerdir. Hakemlik emirden farklıdır.

YARGIDAKİ KURALLAR NELERDİR?

  1. Dâvada ‘dâvacı’ var, ‘dâvalı’ var, ‘dâva konusu’ var; bir de ‘hakemler’ vardır. Bunlar olmadan ‘mahkeme’ oluşamaz.
  2. Dâva, geçmişte cereyan eden bir olaydaki haksızlığı gidermek içindir. Gelecekte yapılacaklar için dâva açılamaz.
  3. Dâva yalnız o olaya mahsus olup, dâvacı ve dâvalı dışında ve o olay dışında konular hakkında karar verilemez. Kanun hükmünde kararlar alınamadığı gibi, aynı kişiler benzer olayla karşılaşsalar bile o karar o olayı içermez.
  4. Karar kesindir. Temyiz edilemez. İnfaz edilir. Karardan mağdur olan olursa, eski dâvalı veya dâvacıya değil, hakemlere veya soruşturmacılara karşı dâva açılabilir. Haksızlığa sebebiyet verenin âkilesi tazmin eder. İstirdat edilmez.

Buradaki ifade çoğul gelmiştir. Demek ki, hükmeden iki hakem değil de, çok hakem vardır. Biz bunu en az olan üç hakem olarak tesbit ediyoruz. Hakemleri taraflar seçiyor, baş hakemi de hakemler seçiyor.

Sonra, hakemler ehil olmalıdır. Bu ehliyeti topluluk veriyor. O halde hata yapmaları hâlinde, bunlara ehliyeti veren dayanışma ortakları tazmin etmelidir. Böylece ‘yargı’ ile ‘yönetim’ birbirinden ayrılmıştır. Bugün Türkiye’de eğer bu âyete göre hareket edilecekse, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden partiler oyları nisbetinde, her %5 oy için birer hakemlik ehliyetli kimseler tesbit edecektir. Yüce Divan bunlardan seçilen üç hakemden oluşacaktır. Meclis bu hakemlere ehliyeti vermiş olur. Görevlendirme taraflarca yapılır.

أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ (EaN TaXKuMUv Bı eLGaDLı)  “Adaletle hükmedin.”

Adaletle hükmedilmelidir. Zulüm yapılmamalıdır. “Adil olması” demek, kurala göre hükmetme demektir. Ceza kişiye değil, kişinin fiiline verilir. Fail kim olursa olsun, fiilde kasıt varsa, kişi ceza ehliyetine sahipse, başka herhangi cihete bakılmaksızın hükmolunur. HÜKMÜN DÖRT TANE ÖZELLİĞİ VARDIR:

  1. Yargı ‘bağımsız’ olmalıdır. Hakemler kendi vicdanları ile hükmetmelidirler. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te Yargıtay müessesesi yoktur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yoktur. Dâva bucaklarda görülür, orada hükme bağlanır ve verilen hüküm kesindir. Mağdur olan varsa, mağduriyetle ilgili olarak başka dâva açılır, kim mağduriyetine sebebiyet vermişse, onun âkilesi (dayanışma ortaklığı) öder.
  2. Hakemlerden oluşan yargı ‘tarafsız’ olmalıdır. Bunun için hakemin birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek ve baş hakemi de seçilen iki hakem seçecektir. Böylece ‘tarafsız bir mahkeme’ oluşmuş olur. Hakem atandıktan sonra değiştirilemez.
  3. Hakemler ‘saygın’ olmalıdır. Halk onların adaletinden emin olmalıdır. Bundan dolayı hakemlik yapmak için bilgi yetmez, hakemlerin aynı zamanda ‘tezkiye edilmeleri’ gerekir. Tezkiyeyi dinî âkile başkanları yaparlar. Hakemler veya soruşturmacılar tezkiye edilmiş olmalıdırlar.
  4. Nihayet, hakemler ‘etkin’ olmalıdırlar. Hakemlerin verdikleri kararlar mutlaka infaz edilmeli ve yanlış da olsa ertelenmemelidir. Haksızlık sonra başka dâvada giderilmelidir. Meselâ, biri dâva açtı. Mahkeme haksız yere mahkum etti. Kişi haksız olarak dâvayı kazandı. Dâvalı onu öder. Bunun aleyhine bir dâva daha açılamaz. Mağdur olan hakemler aleyhinde dâva açar ve haklı çıkarsa, hakemlerin veya soruşturmacıların âkilesi öder. Haksız olduğu halde dâva kazanan kazanmış olur. Bu da yargının etkinliğini sağlar.

إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ (EınNA elLAHa NIGImMAv YaGıJuKuM BıHı)  

“Allah size ne yararlı şeyler vazediyor.”

Burada “Vaiz” kelimesini kullanıyor. Bununla şuna işaret ediyor. Hakemler adil olarak hükmetmeseler de cezalandırılamazlar. Onun için yukarıdan beri hep âkilesi tazmin eder, kendisi tazmin etmez. Bu uygulama da hakemlerin bağımsızlık garantisidir. Hakemler verdikleri kararda mutlak hâkim olmalıdırlar. Ne onların kararını bozacak bir yer olmalıdır, ne de onları karardan dolayı cezalandıracak bir yer olmalıdır. Haksızlık dayanışma içinde giderilmelidir. Dayanışma aynı zamanda sigortadır. Çağımızda artık sigortasız iş olmaz.

Batı dünyası saçmalıklar içindedir. Paralı olarak yargılama yapmaktadır. Mahkeme masrafları ödenmektedir. Mahkemeler avukatlarla yürütülmektedir. Hakemlerin tam tarafsız ve bağımsız olabilmeleri için de ücretlerinin taraflar tarafından değil, kamu tarafından ödenmesi gerekir.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا (EınNA elLAHa KAvNa SaMIGan BaÖIyRan)  

“Allah semi’ ve basîr bulunmaktadır.”

Yani, Allah yaptıklarınızı görmekte, söylediklerinizi de işitmektedir.

Buradaki iki kelime nekire gelmiştir. Demek ki, devlet yargılamayı tescil edecektir. Gerek soruşturma dosyaları, gerekse hakem kararları devletçe saklanacaktır. Soruşturmacılar soruşturma yapınca dosyaları hakemlere verirler. Onlar bunları tetkik ettikten sonra soruşturmalarını kabul veya reddederler. Hakemler kendileri soruşturma yapamazlar. Dosyaları soruşturmacıya iade ederler. Duruşmada soruşturma yapılmaz. Sadece beyanlar alınır. Soruşturma dosyaları gizlidir ve soruşturmacılarda kalır. Hakemler de saklamazlar.

Hakemlik dosyası açıktır. Soruşturmacıların şehadeti de açıktır.

İleride hakemler veya soruşturmacılar aleyhine dâva açılacaksa, soruşturmacılar dosyalarını o soruşturmacıya gösterirler. Böylece toplulukta gerek soruşturma, gerekse kararlar kayda alınmış olur.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Ey îman etmiş olanlar.”

Bundan önceki âyette emanetin ehline verilmesini ve hakemlik yaptığınızda hakemliği adaletle yapmamız emredilmiş ve oradaki emir sadece mü’minlere tahsis edilmemiştir. Çünkü bu emirler bize insan olduğumuzdan dolayı verilmiştir. Nerede olursak olalım, o kurallara uymamız gerekir. Emaneti ehline vereceğiz. Seçerken ve atarken ehlini seçecek ve atayacağız.

Bir de hakem olduğumuz zaman adaletle karar vereceğiz. Biz karar verdikten sonra onu tarafların kabul edip etmemesi bizi ilgilendirmez. Yani, hakemler sadece karar verirler. Kararlarını zorla uygulatma diye bir şey yoktur. Taraflar kendi rızaları ile uyarlar. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te kazai icra diye bir kurum yoktur.

Bundan sonra yargı kararlarına uyulmadığı zaman ne yapılacaktır?

İşte bunun için dayanışma ortaklıkları kurulacak ve silahlı güç oluşturulacaktır. Bu güç nöbetlerle oluşturulacaktır. Hakem kararlarına uymayanlara karşı savaşılacaktır. İşte bu sebepten dolayıdır ki burada “Ey Îman Edenler” diye başlıyor. Hakem kararlarını uygulatma görevi ve yetkisi îman edenlere yani mü’minlere verilmiştir. Müslimler ise sadece cizye verirler ve onlar silah da kullanamazlar.

أَطِيعُوا اللَّهَ (EaOIYGUv elLAHa)  “Allah’a itaat ediniz.”

‘İttiba etmek’ demek, şeriatın hükümlerine riayet etmek demektir. ‘İttika etmek’ de şeriatın sınırları içinde kalmak demektir. İttibada ve ittikada mükellef kendi verdiği zaman ve kendi istediği gibi hareket eder.

İtaat etmek” ise başkası tarafından verilen bir görevi yerine getirmek anlamındadır. Burada Allah’a itaat emredilmektedir. Kur’an’da, resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur deniyor. Ancak burada Allah’a itaat ile resule itaati ayırıyor. İttikadan da farklıdır. Yani, şeriata uymak anlamında değildir. O halde bu ‘itaat’ nedir?

Bu ‘itaat’ şûra kararlarına itaattir. Topluluğu temsil eden ‘meclis’ vardır. Meclis’in de temsilcisi olan ‘şûra’ vardır. Şûra, ‘dayanışma ortaklıkları başkanları’ndan oluşur. Başkan istişare ettikten sonra, eğer şûra ittifakla karar alırsa, bu şûra kararıdır. Bu karar hakkında halkın hakemlere gitme hakkı vardır. Ama aynı zamanda bu kararlara uyma zorunluluğu da vardır. Hakemler mağduriyeti giderirler. Kararı değiştiremezler. Başkanın azline hakemler karar alabilir. Başkan karar verirse ve şûra üyeleri hakemlere gitmezse, bu karar da şûra kararıdır.

وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ (Va EOIyGuv elRaSUvLa Va EUvLı elEMRı MıNKuM)  

“Allah’ın resulüne ve sizden olan emir yetkililerine itaat ediniz.”

Burada “İtaat” kelimesi tekrar edilmiştir. Dolayısıyla ‘başkana itaat’ ile ‘emir sahiplerine itaat’ aynı itaattir. Oysa ‘şûraya itaat’ faklı itaattir. “Minküm/Sizden” kelimesi kullanılmıştır. ‘Minküm’ kelimesinden anlaşılıyor ki, emir sahipleri bizden olacak, yani mü’minlerden olacak, yani nöbetlilerden olacaktır. Müslimlerin seçme hakları vardır ama seçilme hakları yoktur. Çünkü onlar bedellidirler.

Buradaki emir yetkisine sahip olanlar, alt kuruluşlardaki görevlilerdir; ‘bucak’ta köylere atanan yöneticiler, ‘iller’de kazalara atanmış kaymakamlar, ‘ülke’de bölgelere atanmış bölge valileri ve ordu komutanları, ‘insanlık’ta kıtalara atanmış kıta yöneticileri emir sahibidirler. Bunlar başkan tarafından atanırlar ve azledilebilirler. Ne var ki, bunlar sadece atanmakla yetinilmez; Hazreti Ömer’in yaptığı gibi bunlara defter verilir ve mesela o bölge halkından olmayan atanmış general için bütün ülke halkından biat ister. Atandığı bölge dışındaki halk arasında %5 kadar asker bulursa, bölge yöneticiliği kesinleşmiştir. Dolayısıyla orduda olanlar tamamen askerlerin biat ettiği kimselerdir. İşte bu sebeple “Minküm/Sizden” denmektedir.

Burada çok önemli bir husus ortaya çıkıyor. Bölge valilerinin, yani ordu komutanlarının ilin iç işlerine müdahale etme yetkileri yoktur. İzinsiz giremezler. Çünkü onlardan değildir.

Adil Düzen Anayasası”nda kabul edilmiş olan müesseseler Kur’an’ın bütün âyetlerine uygun olacak şekilde tanzim edilmeye çalışıldı. Temel kural şudur: Kimse kendisinin seçmediği veya atamadığı kimsenin kararına uymak zorunda değildir. Görevlilerle uyuşamazsa değiştirebilmelidir. Onun için ‘çoklu sistem’ esas alınmıştır. Bir ilçede on kadar doktor olmalı ki, kendisi istediği doktora gitsin. Parasını kamu verecek ama kendisine hizmet verecek olanı kendisi seçecektir. ‘Yerinden yönetim sistemi’ gelmeli ki kişi başkana veya köy yöneticisine itaat etmek istemiyorsa orasını terk edip başka yere gitsin. Demokrasi demek, bucak değiştirmeyi kolaylaştırmak demektir. Bucağı terk eden vatandaş taşınmazlarının değerini devletten hemen alabilmelidir.

فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ (FaEıN TaNAZAGTuM FıY ŞaYEın)  “Bir şeyde nizaya düşerseniz.”

Herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. Görevliler de, başkanlar da kendi içtihatları ile hareket edecektir. Kimseye kimse emir vermeyecektir. Kişi emri kendi kendisinden alacaktır. Bu karardan mağdur olan olursa önce başkana başvuracaktır. Başkan haklı veya haksızı ayırmaktan çok, o anda işlerin aksamaması için karar verecektir. Acil değil ise doğrudan doğruya, acil ise başkana baş vurduktan sonra hakemlere gidecektir.

Niza” geçmişte yapılan bir haksızlıkla ilgilidir. Sözleşmeler ise gelecekte olmasını istediklerimizdir.

فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ (Fa RudDUvHu EıLay elLAHI Va eLRaSUvLı)

“Onu Allah ve resulüne reddediniz.” Tartıştığınız şeyleri Allah ve resulüne reddediniz.

Allah ve resulü” deyimi, ‘yargı’ anlamındadır. Yargı şöyle oluşmaktadır: Önce başkana baş vuruluyor. Başkan zilyedi tayin ediyor. Bu, bugünkü hukukta da böyledir. Başkan zilyedi tayin etmekle kimin mahkemeye gideceğini belirliyor demektir. Sonra mağdur olan kişi, soruşturmacılara başvurup soruşturma yaptırıyor. Ücret kamu tarafından ödeniyor. Hakemini atıyor. Hakem karşı taraftan hakemin atanmasını istiyor. İki hakem gerekirse baş hakemi atıyorlar. Hakemler soruşturmacıların tesbitlerine göre kararlarını veriyor. Bucak başkanı bu kararı uyguluyor. Halk kendi istekleri ile hakkı teslim ediyorlar. Başkanın icrasına karşı geleni başkan bucağından kovuyor. Hangi bucağa gitmişse hakkı ondan alıyor. Bu cinayetse diyete dönüşüyor.

İşte bütün bu olaylar yani ‘yargı’Allah ve resulü” içinde adlandırılmıştır.

إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِر (EıN KuNTuM TuEMıNUNa BilLAHı Va eLYaVMı elEaPıRı)  

“Eğer Allah’a ve âhiret yevmine îman ediyorsanız, böyle yapınız.”

Kur’an çıkan nizaların hakemler yoluyla çözülmesini çok şiddetli bir şekilde emretmektedir. Sorunları hakemlere çözdürmeyen, hakemlerin kararlarına uymayan kimseler, Allah’a ve âhirete inanmamış olurlar.

Ne kadar acıdır ki; Kur’an bu kadar açık bir şekilde ‘hakemlik sistemi’ni îmana bağladığı halde, hakem kararlarına uymamak için namaz kılan bu insanlar, dosyalardan hakemlik dosyasını çalabilmektedirler. Kesin olarak biliniz ki, Kur’an’ı okumadan ‘mü’minim’ diyenler ve olduklarını zannedenler sadece kendilerini kandırıyorlar.

Allah’a îman, âhirete îman; nizaları hakemlere reddetmeyi zorunlu kılar.

Hamd etmemiz gerekir ki, ülkemizde hakemlik müessesesi kanunidir. Baştan zorunlu değildir, ama sonra zorunludur. Taraflardan biri itiraz edemez. Mü’minler cemaatleşmelidirler, aralarında çıkan ihtilafları hakemlere havale etmelidirler. Hakemlik müessesesini çalıştırmalıdırlar. Allah o zaman onlara “Adil Düzen”i nasib eder.

ِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (59)(ÜAvLıKA PaYRun Va EaXSaNu TaEViLan)  

“Bu hayırdır ve tevil olarak da ahsendir.”

İnsanlar arasında çıkan nizaların tarafların seçecekleri ‘birer hakem’ ile, hakemlerin seçeceği ‘baş hakem’den oluşan ‘yargı’ tarafından çözülmesi “hayır”dır. ÇÜNKÜ BUGÜN YARGI TÜKENMİŞTİR:

  1. Mahkemeler dâvaları bitirememektedirler. Çünkü dâvalar o kadar çoğalmış ve çeşitlenmiş durumdadır ki, hâkim bunlara vâkıf olup karar verememektedir. Günde otuz dâvaya bakan bir hâkim nasıl karar verebilecektir. Halbuki hakemler taraflarca seçilmektedir. Meşgaleleri azdır. Konuyu bilen kimselerdir. Adil kararı onlar verebilir.
  2. Mahkemelerde dâvalar yıllarca sürmektedir. Oysa hakemler çok daha kolay ve kısa zamanda çözerler.
  3. Mahkemeler uzun sürdüğü ve avukatlar geçimlerini dâvalardan kazandıkları için çok pahalıya mâl olmakta ve bu sebeple de birçok nizalar yargıya gitmeden çözülmeden kalmaktadır. Oysa, hakemlere gidildiği dâvalar zaman çok ucuz bir şekilde sona erer.
  4. Mahkemeler insanlar arasında nefret ve düşmanlık sokmakta ve vatandaşlar da savaşa girişmektedirler. Verilen kararların âdil olmaması birtakım aracıları ve mafyaları ürettirmektedir. Oysa hakemler taraflarca seçildiği için onlar arasında sulhu tesise çalışırlar. Böylece hakemlik hayırdır.

Tevil” ilk duruma getirme demektir. Yani, niza olmadan önceki duruma ulaşmak için hakemlik daha güzel bir yoldur. Böylece mahkemelerin yükleri azalacak, onlar da âdil yargılama imkânını bulacaklardır.

Bu derslere, Kur’an ve ilim seminerlerine, “Adil Düzen” derslerine devam eden herkes nizaları, hele aramızdaki nizaları, mutlaka hakemler yoluyla çözmelidirler. Sözleşmelerde ‘hakemlik maddesi’ni mutlaka koymalıdırlar. Hakemlik maddesini kabul etmeyenlerle kesin olarak ‘sözleşme’ yapmamalıdırlar. ‘Mü’min’ iseler böyle yapacaklardır.

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا(60) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًا(61) فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ ثُمَّ جَاءُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ إِنْ أَرَدْنَا إِلَّا إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا(62)

 

أَلَمْ تَرَ (Ea LaM TaRa)  “Re’yetmedin mi, görmedin mi?” Yani gördün.

Olmuş ve görülmüş olan olay anlatılmaktadır. Buna en çok muhatap olan bugünkü dünyadır.

20. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, dünyadaki asırlık moda ateizm idi. Onlar Tevrat’a, İncil’e, Kur’an’a ve Furkan’a inanmıyorlardı. 21. yüzyılda dünya dine dönüş yaptı, kendi kitaplarına inandıklarını iddia ettiler. Ama hukuklarını kapitalizmin ve sosyalizmin sömürücü hukuku olarak benimsiyorlar.

Kur’an şimdi bize, her birimize hitap ederek diyor ki; “Görmedin mi?”

AK Parti iktidarında olanlar inandıklarını iddia ediyorlar ve güya bunun savaşını da veriyorlar, ama diğer taraftan Avrupa’nın ateist kanunlarını Meclis’ten geçiriyorlar! Kur’an işte bunlara ‘bak ve dikkat et’ diyor.

إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ (EıLay elLAÜIyNa YaZGuMUVNa)  

“Zum etmekte olan kimselere bakmadın mı, onları görmedin mi?”

Gördün, ona göre değerlendir.

Zi’b” kurt demektir. Kurtlar birleşerek birden saldırırlar. Dayanışma içinde olurlar.

Grup oluşturup savunmada birbirlerine dayanışan kimselere “Zeim” denmektedir. Sonraları bu kelime ‘vekil’ veya ‘kefil’ anlamlarına gelmiştir. “Zum etmek” demek, kesin iddialarla savunmak demektir. Bugün Avrupa Hıristiyanlığı savunmakta, Türkiye’yi Müslüman olduğu için AB’ye almak istememektedir. Ama o Hıristiyan ülkeler zinanın yasaklanmasını ilkellik kabul etmektedir! Oysa İncil’de deniyor ki; ‘Sana zina etmeyeceksin dediler, ben de sana derim ki, gözlerin eğer harama kaçacaksa onu oy da bütün bedenini kurtar.’ Ben bir bakana; ‘Siz faizi meşru görüyorsunuz, Allah ile savaş içindesiniz’ dedim, benimle selam sabahı kesti!

Dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar, ama diğer taraftan ne yaptıklarını aşağıda Kur’an anlatacaktır.

أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ(EanNaHuM EAvMaNUv BıMAv EuNZıLa EıLaYKa)  

“Sana inzâl olunana îman ettik diyorlar.”

Burada “Ellezî” değil de “” kullanılmıştır. Yani, bu inzâl olunan yalnız kitap değil, dört delildir: Kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Hattâ üzerinde icma edilmeyen diğer dört delildir: İstihsan , istishab, örf ve mesalihtir. İslâmiyet’in kendisidir. Bunlara inandık derler. Hattâ, sizi klasik anlayışlara muhalefet ediyorsun diye tekfir ederler, size Vahhabi derler, size zındık derler!..

وَمَا أُنزِلَ مِنْ قَبْلِكَ (Va MAv EuNZıLa MıN QaBLıKa)  

“Senden öne inzâl olunmuş olanlara da inandık derler.”

Araştırmalar ilerledikçe Tevrat, İncil ve Kur’an’ın ilâhi kitaplar oldukları ilmen ortaya çıkmaktadır. Henüz dinler ilmî bir şekilde incelenmiş değildir. İncelendikçe, doğunun büyük dinleri dahil bütün dinlerin ilâhi kaynaklı olduğu tasdik edilmektedir. Artık Batı da Tevrat’a inanmaktadır, İncil’e inanmaktadır. Kur’an’ı da onlardan ayrı saymamaktadır. Yani, zamanla, yakın gelecekte müsbet ilim sayesinde, bu kitapların ilâhi kaynaklı olduğu ilmen sabit olacaktır. Olmasa bile, bunlar sayılmadan insanlığın yaşayamayacağına insanlar inanacaktır. Yahudi sermayesi de artık dinsizliği finanse etmekten ya vazgeçecek, ya da iflas edecektir.

Ne var ki, insanlık inandıklarını iddia ettikleri bu kitapların hükümlerine rıza göstermeyeceklerdir. Burada özellikle bugünkü Müslümanlara hitap edilmektedir. Çünkü bugün Kur’an’a ve diğer kitaplara iman eden topluluk yalnız Müslümanlardır, ama hemen hepsi şeriatı bırakmışlardır. Şeriatı samimiyetle uygulamak isteyen tek yönetim vardır, o da İran’dır. Ama İran’da devlet yönetiminde asla şeriat yoktur. Biz İran’da iken kendilerine ‘İslâmiyet’i devlet yönetimine neden uygulamıyorsunuz’ dediğimizde; ‘Bunlar ihtisas işidir!’ dediler. Bize orada çalışanların bunu yapacaklarını ileri sürdüler. Hukuk Fakültesi Dekanı ile görüştük. Azeri idi. ‘Kanunların hemen hepsi Fransız Medeni Kanunu’ndan tercümedir, noktası ve virgülüne kadar bir şey değişmemiştir!’ dedi.

يُرِيدُونَ (YuRIDUvNa)  “İrade ediyorlar.”

İrade etmek” demek, yapmak istemek demektir. Bir taraftan Allah’tan indirilenlere inanıyor ama, diğer taraftan uygulamada şeriata göre değil, Kur’an’a göre değil, Tevrat’a göre değil, şeytanın öğrettiklerine göre hareket ediyorlar. Avrupa’nın kilise kanunlarını değil, Avrupa’nın Marksist ve ateist kanunlarını Türkiye’ye aktarıp zinayı takdis ediyor, faizi mabut yapıyorlar. Şaşılacak bir şey vardır. Adil bir hüküm söylersiniz, bu böyledir dersiniz, sizi dinlerler, tasdik ederler, hattâ anlaşmalara imzalarını koyarlar. Biraz sonra ikisinin de aleyhine olan bir hükmü aralarında uygulamaya geçerler! Baştan razı olurlar. Sonra da birbirlerine girerler.

Dünyanın kötü yere gittiğini kimse inkâr etmiyor. Çevre kirleniyor, fitne kol geziyor, kitle imha silahları fıçısına dönüşüyor dünya, nesil dejenere olup kuruyor... Bütün bunlara rağmen, insanlar hâlâ zinanın yaygınlaştırılması çabası içindedirler! Hâlâ faizli sistem içinde açlıktan gebermenin arkasında koşuyorlar!

أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ (EaN YaTaXaKaMUv EıLay elOAVĞUTı)  

“Taguta muhakeme olmayı irade ediyorlar.”

Burada dikkat edilecek bir husus vardır. Taguta muhakeme olmak istiyorlar denmiyor, taguta muhakeme edilmek istiyorlar deniyor. Tağut olan müessesedir. Mesela, rüşvet müessesesi tagut müessesesidir. İşlerini rüşvetle halletmeye çalışmak, taguta baş vurmak demektir. Ülkemizde rüşvet mafyaları oluşmuştur. Önce yalancı paralı şahitler şebekesi vardır. Bana şahit lazım dendiği zaman, o şebeke size yalandan şahitlik yapacak kimseleri bulmaktadır. Sonra rüşvet şebekeleri vardır. Siz bir yere rüşvet vermek isterseniz, o şebekeye baş vurursunuz, o size gerekli yerlere rüşvet verdiğini söyler. Verip vermediğini bilemezsiniz; ama rüşvet verirseniz işiniz olur, vermezseniz işiniz olmaz. Avukatlar vardır. Kendileriyle pazarlık yaptığınızda ‘benim kullanmam gerek’ der, rüşvet vereceğini ima eder. Siz o parayı ona verirsiniz, ama o parayı nereye kullanır, bilemezsiniz. Ama verdiğiniz zaman işiniz olur, vermezseniz işiniz olmaz, davanız bitmez, sonunda kaybedersiniz! Mahkemede savcı ve hakimler pişmiş senaryolarla karşı karşıya kalırlar. Rüşvet alarak mı, yoksa rüşvet almadan mafyanın istediği gibi mi hükme varmışlardır; bilemezsiniz. Bir hakim, bir savcı, bir polis mafyanın istemediği bir karar alsın; mafyanın basını hazırdır. Gerçekle ilgisi olsun olmasın, yaygarayı basar ve hükümet de üzerine gitmek zorunda kalır. Bilemez ki, gerçek mi yanlış mı? Onun üzerine hele bir gitmesin, o hükümet gider!..

İşte görülüyor ki, tagut kişi değildir. Orada hakim zavallıdır, orada savcı zavallıdır, orada polis zavallıdır, hattâ avukat da zavallıdır. Çünkü avukat eğer şebekenin istediği gibi savunma yapmaz da gerçekleri dile getirirse, artık bir daha dava kazanamaz. İşte insanların başvurdukları gayrimeşru müessesenin adı tagut olmaktadır. İnanmış insanlar da ne yapalım deyip bu çarkın içine girişmektedirler. Hattâ adalet bakanı olur, mesela Oltan Sungurlu, mesela Şevket Kazan, mesela Cemil Çiçek, bunların hepsi samimidir. Allah’a ve âhirete inanmaktadır. Kur’an’a inanmakta, Tevrat ve İncil’e inanmaktadır. Hepsi de bilirler ki, ülkedeki yargı böyle çalışıyor. Ama bunu düzeltmekle uğraşmaz, bu düzen içinde kendi işlerini yürütmeye çalışırlar.

Bülent Arınç Meclis Başkanı olmuş bir eski avukat olarak bütün bunları hep görmüş ve yaşamıştır. Orada oturmakta, ama eşinin başörtüsünü o şebeke sebebiyle savunamamaktadır. Eğer bunları yapmayacaksan, orada ne işin var? Hepsi bilmektedirler ki, her gün Meclis’ten geçen kanunlar Batı’nın ateist düzeni kanunlarıdır. Onun için düzeltme yerine bozulma aracı olmaktadır. Batı Türkiye’yi yıkmak için bunları çıkartmaktadır. İyi ki Türkiye hukuk devleti değil de çıkan kanunlar uygulanmıyor, böylece Türkiye yıkılmıyor. Ancak, bu durum ne zamana kadar devam edecektir? İnsanları yolsuzluğa ve rüşvete zorlayan nedir? Tağut. İnsan normal yollardan hakkını alamayınca tağuta başvurmaktadır. Karnını doyuramayınca yolsuzluk yapmak zorunda kalmaktadır.

Bu sistemden kurtulmak için Allah’ın öğrettikleri vardır, “Adil Düzen” vardır.

Bu “Adil Düzen”dir diye reddediyorlar. Sorsanız, “Adil Düzen” demek şeriat düzeni midir; ‘evet’ diyecekler. Şeriat düzeni Allah’ın düzeni midir; ‘evet’ diyecekler. Siz Allah’a inanıyor musunuz; ‘evet’ derler. Ama sonra da tagutun peşinden koşarlar!.. İşte Allah Kur’an’da, bunların böyle yapacaklarını haber veriyor.

وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ (VaQaD EUvMıRUv EaN YAKFuRUv BıHı)  

“Oysa onlara ona küfretmeleri emrolunmuştur.”

Bugün yeryüzünde yaşayan dört büyük din vardır; Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâmiyet ve Budizm dinleri vardır. Bunların hiçbirinde ‘zina’ meşru değildir. Bunların hiçbirinde ‘faiz’ meşru değildir. Bunların hiçbirinde ‘rüşvet’ meşru değildir. Bunların hiçbirinde ‘zalim düzen’ teşri edilmemiştir. Siz bu ilâhi kaynaklı kitapları bir tarafa bırakın, filozofların içinde de bunları meşru görenler enderdir. Bu fikirlerin tek kaynağı Marx’tır. Marx da inandığı için bunları yazmadı, sermaye onu bu yönde finanse ettiği için bunları söyledi.

Hem kitaplara inandıklarını söylüyor, hem de hepsi birden tagutun peşinde koşuyorlar! Oysa bugün Türkiye Cumhuriyeti kanunları ile taguta mahkum olmadan da yaşamak mümkündür. Ne yapılacaktır? Önce iman etmiş olan kimseler örgütlenecekler, kooperatifler kuracaklar ve ortaklığın şu kurallarını koyacaklardır:

  1. Kooperatif içinde hakemlik, soruşturmacılık, bilirkişilik ve avukatlık müesseseleri kurulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı içinde bunlarla faaliyette bulunacaklardır.
  2. Ortaklar yaptıkları her anlaşmanın altında mutlaka hakemlik maddesini koyacaklardır. Ortak olsun olmasın, ortaklarla niza hâline geldikleri zaman hakemlere başvurulacaktır. Hakemler de kooperatiflerin hakemleri olacaktır. Kabul etmeyenlerle alışveriş yapmayacaklar, evlenmeyecekler, sözleşmeler yapmayacaklar.
  3. Aralarında çıkacak ihtilafları, kendilerinin kooperatifin hakemleri arasından seçecekleri kimselere götürecekler ve herkes hakemlerin kararına uyacaktır.
  4. Hakem kararlarına uymayanlara karşı kooperatifin avukatları mahkemelere gidecektir. Bu avukatlar başka dava almayacaklardır. Bunların ücretleri kooperatifçe karşılanacaktır.

İşte böyle bir dayanışma içine girildiğinde görülecektir ki, taguta muhakeme edilmek ve mahkum olmak zorunluluğu ortadan kalkar.

وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ (Va YUvRIyDu elŞaYOAvNu)  “Şeytan murad ediyor.”

Yukarıda taguttan bahsedildi. Tagutun da bir insan veya insanlar değil de, bir müessese olduğu izah edildi. Orada yer alan insanlar da zorunlu olarak görev görmüş olabilirler. Gemide kürek mahkumlarının kürek çekmeleri gibi çekerler bunlar. “Va” harfi ile atfederek şeytanın da şaşırtmakta olduğunu belirlemiş bulunuyor. Arada “Va” harfi olmasaydı, şeydandan maksadın tagut olduğunu söyleyebilirdik. Ama aralarında “Va” harfi olduğundan şeytan taguttan başkasıdır. İns ve cinden olan şeytanların organize ettiği bir şebekedir ama onlardan farklıdır. Bu müesseseyi şeytan yönetmektedir. Bu tagut onun iradesi ile çalışmaktadır.

Sanki AB cennetmiş gibi gösterilmekte, onun hatırı için her türlü olmaz işler yapılmaktadır.

Oysa, AB kendi sorunlarını çözmüş değildir:

  1. Avrupa, I. ve II. Dünya Savaşları’nda birbirine girdi. ABD imdadına koştu da Avrupa’yı kurtardı.
  2. Avrupa’nın hâlâ kendisini savunacak bir savunma teşkilatı yoktur. NATO ile yine ABD savunmaktadır.
  3. Avrupa Birliği’nin ortak dili yoktur. İngilizce yavaş yavaş Avrupa ülkelerine hâkim olmaktadır. Bunun anlamı, sonunda Avrupa da ABD ile tek devlet olacak, İngiltere imparatorluğu büyüyecek demektir. Diğer uluslar yok olacak demektir. Ulusu ulus yapan dildir.
  4. AB daha kendi anayasasını oluşturamamıştır. Lâikliği tanımlayamamıştır.

Ama şeytan boş şeylerin arkasından koşturmakta ve bâtıl hükümleri zorla koydurmaktadır.

أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدً (EN YuWılLAhUM WaLaLen BaĞıyDen)  

“Onları ıdlal etmeyi murad ediyor.”

Dalâlet” sık ormanlıktır. “Dalâlet etmek” demek, hayvanın ormanda kaybolması demektir. Şaşırmak, kaybolmak demektir. “Baid dalâlet” demek, çok uzaklara düşmek, artık yolu bulamamak demektir.

Şeytanın Batı modeli hükümlerini kopyalatarak anlamayarak getirmekle ne hâle geldiğimizi görüyoruz. Tevrat ve Kur’an’a inanmamış kimselerin böyle şeyler yapması mâkul görülebilir ama, bunlara inanan kimselerin faiz ve zina kanunlarını Türkiye’ye aktarmadaki şaşkınlığını akılla izah etmek mümkün değildir.

‘Avrupa müktesebatı’ diyorlar! Ne imiş Avrupa müktesebatı?!.

Marx’ın, Mussolini’nin, Hitler’in, Lenin’in, Stalin’in müktesebatı değil mi?!. Sonuçlar meydanda.

Dinler dünyayı binlerce sene yönetmişler. Bunlar ise bir asır bile varlıklarını sürdüremediler.

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ (Va EıÜAv QIyLa LaHuM)  “Onlara kavl olunca.”

Kur’an Mekke’de nâzil olmuştur. Orada insanlara tebliğ yapılmıştır. Henüz devlet oluşmamıştır. Ancak ‘hakemlik sistemi’ her zaman -devlet aşamasından önce de- vardır. Yukarıdaki âyette ‘hakemlik sistemi’ne işaret edilmiştir. Medine’ye gelindiğinde devlet kurulmuştur. Artık hakemliğin resmi teminatı vardır. Hakemlerin kararlarına uymayanlar zorlanırlar.

Burada ‘onlara’ dediğinde onlar kimlerdir, onlara kim diyecektir?

Önce diyenler mü’minlerdir; her mü’minin vazifesidir. İnsanlar şeriata ve yönetime itaat etmelidirler. Ancak başkanın kendisinin ‘bana itaat edin’ demesi yerine, çevredekiler ‘başkana itaat edelim’ diyecekler. Başkan kendi başkanlığını savunmamalı, çevresi onun başkanlığını halka kabul ettirmelidir. Hazreti Muhammed, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer böyle başkan olmuşlardır. Onlara karşı halk hareketi olmamıştır.

Oysa Hazreti Osman ve Hazreti Ali’den sonra halk hareketi ile fitne ortaya çıkmıştır. Bunların sebepleri arasında, Hazreti Osman için yaşlanmış olması ve devlet işlerine kendi yakınlarını yerleştirmesini söyleyebiliriz.

Başkan mutlak surette tarafsız olacak ve bütün grupların başkanlarını kendisine muhalif yapmayacaktır.

Hazreti Ali’nin dinlenmemesinin sebebi, devletin büyümesi, yerinden yönetimin olmamasıdır. Oysa, şeriata göre her kavim kendi başkanını kendisi seçmelidir. Fitnenin olmaması için başkanın yanındakilerin başkanı isteyerek dinlemeleri gerekir. Söylenenler bütün mü’minlerdir.

تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللَّهُ (TaGAvLaV EıLAy MAv EaNZaLa EalLAHu)  

“Allah’ın inzâl ettiğine teal edin.”

Teal” kelimesi, yukarı çık demektir, gel demektir, saygınlık ifade eden bir çağrıdır. Türkçedeki ‘buyur’un karşılığıdır. Yani, insanların şeriata ve yönetime gelmelerine dâvet ederken, saygılı bir şekilde dâvet etmeliyiz. Şeriata ve yönetime gelmeleri için çağırdığımızda, şeriat ve yönetime karşı onları nefret ettirmemeli; şeriat ve yönetimi onlara sevdirmeliyiz. Şeriatın ve yönetimin onların yanında olduğunu daima anlatmalıyız.

Bu saygınlığı kazandırabilmemiz için yönetimin suçluları cezalandırma yetkileri yoktur. Yöneticiler yardımcıdırlar. Suçlulara karşı dâvâ ikame etme yetkisi siyasi partilere verilmiştir. Siyasi partiler arasında yarışma olur. Yöneticiler kamu davası açma hakkına ve yetkisine sahip değildirler. Yargı da yönetimden bağımsız hakemlerden oluşur. Hakemlerin kararı başkanları ilzam etmez. Hattâ infaz dayanışma ortaklıklarına ait olup, yönetim sadece insanların hizmetinde olur. Hele başkan tamamen hakem durumunda olup, adalet içinde dengeyi sağlar. Bunu böyle yaptığınız takdirde o ülkede halk ayaklanması olmaz. Bir başkan bunları yapamadığını görünce, yerine başkan seçtirip çekilmesi gerekir. Fitne ancak böyle önlenebilir.

وَإِلَى الرَّسُولِ (Va EıLay elRaSUvLı)  “Ve Resule”

Resul” demek, yönetim demektir. Başkan var ve başkanın emrinde emir sahipleri var.

Yönetime itaat edilecektir. Kanunlara yani şeriata itaat etme mükellefiyeti yanında, başkana ve görevlilere de itaat etmek gerekir. Ne var ki, bu itaatte eğer biri haksızlığa uğramış ise; o haksızlığa uğrayan kişi hakemlere giderek haksızlığın giderilmesi hakkına sahiptir. Emir aldığı zaman başkana itaat eder ama, sonra bu kararın yanlış olduğunu ve haksızlık yapıldığını hakemlerin yanında ispat ederse, mağduriyeti giderilir.

Demek ki, fitnenin olmaması için adil bir yargı sisteminin işlemesi gerekir. Eğer bir kimse tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının varlığına inanmazsa ve kendisi ihkak-ı hakka kalkarsa; böyle yapanlar çoğalınca kitle oluşur. Şeytan tagut müessesesini faaliyete geçirir ve işte orada fitne alıp yürür.

Gelişen ve sorunları artan dünyanın tek çıkar yolu vardır; Kur’an ve Kur’an’dan önce nâzil olan Tevrat, İncil ve Furkan’a inanmak ve onların çözümlerini hayata geçirmek. “Adil Düzen İnsanlık Anayasası” bu şekilde hazırlanmıştır. Elbette eksiklikleri var, yanlışları var. Kur’an okudukça eksikler ortaya çıkıyor, yanlışlar bulunuyor. O halde yapılacak iş; “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı sadece okuyup öğrenmek değil, eksiklerini tamamlamak, yanlışlıklarını gidermek her mü’minin, hangi ilâhi dinden olursa olsun her mü’minin aslî görevidir. Mü’minler kendi aralarında başkan seçmeliler ve o başkanın kararlarına uymalıdırlar.

Yine mü’minler aralarında çıkan nizaları, başkanın yaptığı yanlışlıkları hakemler yoluyla halletmelidirler. Demokratik ülkede İslâmiyet’i yaşamak için iktidar olmak gerekmiyor; mü’min olup bir araya gelmek gerekiyor. Sonrasını o topluluk Kur’an’dan öğrendiklerini uygulayarak geliştirecektir.

Hemen ilâve edeyim ki; Türkiye belki dünyanın en gelişmiş demokrasisine sahiptir.

Daha lise sıralarından (yani 1940’lardan) beri şeriat düzeninin Türkiye’ye gelmesi için aleni faaliyet gösteriyorum. Sadece bir elektrik kazası nedeniyle dört gün gözaltında bulunduruldum. Hayatımda ne hapse girdim, ne de işkence gördüm. Asla takiyye de yapmadım. Eğer başarısızlığımız varsa; bu başarısızlık Türkiye’nin antidemokratik bir ülke olmasından değil, tam tersine bizim İslâmiyet’i hatalı uygulamamızdan ileri gelmektedir. İçtihattaki hatamız âhiret için mağfurdur. Mü’minler hatalı içtihatlarından dolayı ölseler, şehid olup cennete giderler, ama içtihattaki hata dünyada affedilmez.

رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ (RaEaYTa eLMuNAFıKıNe)  “Münafıkları görürsün.”

Münafık” kimdir? Çıkar için Müslüman olup neresi güçlü ise o tarafa meyleden kimse münafıktır.

Uzlaşma şartlarına göre hareket etme ayrı şeydir, inanmadığın halde inanmış görünmek ayrı şeydir.

Bir kimse İslâmî olmayan bir ülkede yaşıyor ve yöneticilere diyor ki; “Bu yaptıklarınız yanlıştır, ben iştirak etmiyorum, ama madem ki sizin ülkenizde yaşıyorum, sizin şeriatınıza ve sizin yöneticilerinize itaatkârım.” dese ve günah olan bir şeyi işlese; mesela başını açsa, o asla günah işlememiş olur.

Ama; “Ben size itaat ediyorum.” diyerek peruk takıp girse, işte bu münafıktır.

Müslüman kızlar ve kadınlar, eğer bu ülkede kanunlar öyle emrediyorsa; ya bu ülkeden gidecekler, ya da başlarını açacaklar; ama, bu arada başlarını açma yasağını kaldırmak için meşru mücadelelerini verecekler. Eğer şimdi olduğu gibi kanunen suç olmadığı halde birileri suç sayıp anayasayı ve hukuku çiğniyorlarsa, hukuk mücadelesini verecekler. Bunun için bir avukatlık bürosunu kuracaklar, Müslümanlar bu büroyu finanse edecekler, bu avukatlar hayatlarında başka avukatlık yapmayacaklar, sadece bu meseleyi savunacaklar. Bunlara kredi verilip ev ve dükkan sahibi yapılacak, kredi karşılığı borçlandırılacaklar. Bu verilen kredi o kadar olmalıdır ki, emekli oluncaya kadar olan maaşın tamamını şimdiden almış olacaklar ve hizmetleri ile ödeyecekler.

Bir televizyon cesaret göstersin, bankalarda bir hesap açalım. Başörtüsü cihadını verenlere orada paralar toplansın. Böyle bir büroyu ben kurmaya hazırım. Göreceksiniz, birkaç sene içinde sorun çözülmüş, bugün okula öğrenci almayan dekan, rektör veya müdür yarın hapis cezası ile mahkum olmuş olur. Çünkü suç işliyorlar. Yasalara aykırı olarak insanları giyinme ve okuma haklarından mahrum ediyorlar. Yargısız infaz yapıyorlar. Giyinen suçlu ise; savcısı, yargıcı var. Başörtülü kızları okula girmekten men edenler alenen suç işliyorlar.

İşte mü’minler meşru yoldan organize olacaklardır. Bin aileye yakın kimselerin kendilerinin seçtiği bir başkanları olmalı, ona itaat etmelidirler. Bunu böyle yapan kimse var mı? Hayır! Herkes mevcut yönetimi veya devleti suçluyor. Partiler oluşmuş, hepsi dinleri istismar ediyor.

Saadet Partisi rahatlıkla bu örgütlenmeyi yapacak güçtedir; ama yaptığı iş AK Parti’ye saldırmak! Dâvet etmek yerine, saldır! Hakkı anlatacağına, bâtılı kamçılıyor! Bâtıl kamçı ile gitmez, Hak gelince gider.

يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًا (YaÖudDUvNa GaNKA ÖuDUvDan)  

“Münafıkların senden iyice uzaklaştığını görürsün.”

İzmir’de Akevler’i kurduğumuzda bizim düşüncemiz şu idi. Hani şu insanlar mü’min değil mi? Bunlar Kur’an’a inanmıyorlar mı? Sorun yok. Bunları yan yana getirip sorunları Kur’an’a göre çözdüğümüzde, İslâm şeriatını aramızda getirmiş oluruz dedim. Kooperatifi kurduk... Müslümanları bir araya getirdik...

Önce Kur’an’ı okuyup öğrenmeye yanaşmadılar! Her biri kendi tarikat veya ustaları peşinde gitti. Kur’an’ı zorla anlatsanız bile, aklı erse bile; insanları Kur’an’a değil, âdetlerine uyar gördüm! Hata yaptım demiyorum ama, eğer ben genç olsam, yeniden bir kooperatif kursam, bunu namaz kılanlardan ve Müslüman olanlardan değil de, Müslüman olmak isteyen namaz kılmayanlardan oluştururdum. Hattâ Yahudi, Rum ve Ermenileri, solcuları ve ateistleri tercih ederdim. Neden? Çünkü onlar hiç olmazsa benimle görüşüp tartışırlardı. Birleşip beni dışlamazlardı. Kâfirlerle mücadele kolaydır, Müslümanlarla mücadele ise çok zordur.

Şimdi CHP iktidar olsa, bütün olumsuzlukları onlara yükler, ‘bunların yapacakları budur’ derdik. Saldırırdık, düşürmek için uğraşırdık. Şimdi AK Parti iktidarda, Halk Partisi’ni mumla aratacak şekilde çirkinlikler yapıyor. Ama yine onların bu hâliyle iktidarda kalmasını istiyoruz. Bir şey olduğu zaman üzülüyoruz. Neden? Çünkü onların içinde samimi olanlar var. Onlar da gidiyor; kurunun yanında yaş da gidiyor. Oyumu veremiyorum ama, CHP iktidarda olsa ben kendimi daha güvende hissedeceğim. Çünkü o yapacağını açıkça yapar. Beridekinin ne yapacağını kendisi bile bilmiyor. Çünkü takiyye yapıyor.

Ben yanlış söylüyorsam, çıkın karşıma, delillerinizi getirin. Yok, ben haklı isem, bir ucundan benim dediklerimi değil, Allah’ın dediklerini uygulamaya başlayın. Hiçbirisini yapmayanlar münafıktır.

Demek ki, yapılan münafıklıktır. Tartışmaya gelmeyen, uygulamaya yanaşmayan, ama ben ilâhi kitaplara inandım diyenler münafıktırlar. Kur’an’ı sadece namaz, oruç ve hacdan ibaret sayanlar münafıktırlar.

فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ (Fa KaYFa EıÜAv EaÖABaTHUM MuÖıBaTun)  

“Başlarına bir musibet isabet ettiğinde.”

1969’da Millî Görüşçüler adaylıklarını koydukları zaman, bize en yakın olanlar bize en büyük hasım kesildiler. Başta Süleyman Demirel dolaşıp MNP, daha sonra MSP kapatılmalı diye beyanlarda bulundu. CHP’liler ise bizi destekledi. Sonra CHP ile koalisyon yapınca, başta bir numaralı muhalifken, baktım, Nurcular, Süleymancılar, Nakşiler ‘Selâmetçi’ kesildiler ve hep birden iktidarı istismar etmeye başladılar!.. Millî Selâmet Partisi kapatılınca fır diye dağıldılar!.. Sonra tekrar iktidar olunca, onlar yine baş köşede oturdular!..

Bir gün gelecek, Adil Düzenciler millî mutabakat içinde yönetimi ele alacaklar. Ancak onlar münafıklıklarına devam edecekler. Allah o zaman onları çarpacaktır. Bir gün onlar musibete uğrayacaklar ve sizlere gelip yardım isteyeceklerdir. En büyük muhalefet yapan Aydın Doğan, zora girince AK Parti’den kredi istemiş, AK Parti de Uzanlar’ı mahvederken, onu desteklemiştir. Bunlar onun sahtesidir. “Adil Düzen” geldiği zaman, Adil Düzenin adil yargı sistemi onları yakalayacaktır; hem de geçmişleri ile değil, adil düzen içinde de çirkinliklerini yapmaya devam edecekleri için yakalayacaktır. Çünkü onlar meşru iş yapmayı bilmezler.

Tabii musibet isabet edince size başvuracaklardır. Siz de AK Partililer gibi yapmazsınız; Millî Görüşçülere cephe alıp renksizlerin yanında yer almazsınız.

بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ (BıMAv QadDAMaT EaYDıYHıM)  “Elleriyle yaptıklarının karşılığında.”

Adil Düzen” geldiği zaman insanların çoğu inanmayacak, eski yaptıklarını yapmaya devam edeceklerdir. Ağzı var rüşvet yer alışkanlığı ile sizleri de AK Parti iktidarına benzetmek isteyeceklerdir. Bir taraftan güya hortumcuklara savaş açarken, diğer taraftan diğer hortumcuları devam ettirmektedirler. Bir firma bir tane televizyonu zor edinebildiği, bir tane gazeteyi zor çıkarabildiği halde; medya patronları bu imkânları nereden buldular? Devleti hortumladılar, böylece o servete sahip oldular. Aynı hortumlamaya devam ediyorlar…

Türkiye’de hortumlama yapmayan hiçbir işletme yaşayamaz.

Sistemi değiştireceklerine, güya hortumculara karşı çıkanlar onlara karşı göstermelik savaş açtılar. Oysa kendi tuzaklarını kendileri kazıyorlar. Uzanlar yolsuzluk yaptılar ama, size uzaktan teminat veririm ki, en namusluca yolsuzluk yapanlar onlardır. Onun için üzerlerine yürüdüler. Yolsuzluk yaptılar ama yatırım da yaptılar. Ya yolsuzluğu sadece İsviçre bankalarına para transfer etmek için yapanlar ne oluyor?

İşte o zaman “Adil Düzen” yönetimine gelecekler ve diyecekler ki; “Biz ettik, siz etmeyin!..”

ثُمَّ جَاءُوكَ  “Sonra sana gelecekler.”

İktidarda olduğu zaman Adil Düzencilerin başkanına gelecek ve başvuracaklar… Sineklerin leşlere üşüştüğü gibi; iktidarı da bir leş olarak gördükleri için üşüşecekler…

Biz bunu Demokrat Parti iktidar olunca, Millî Selâmet Partisi iktidara ortak olunca, Refah-Yol iktidar olunca hep gördük… Gelecekler... Adil Düzenci başkanlar, o zaman siz bunların yalanlarına sakın inanmayınız.

يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ (YaXLıFUvNa BilLAHı)  “Allah’a yemin edecekler.”

Çünkü münafıkların özellikleri, sık sık yalandan yemin etmektir. Nasılsa inanmıyorlar. Mü’minlerin imanlarını istismar ediyorlar. Siz hiçbir zaman karşı tarafı inandırmak için yemin etmeye kalkışmayın. Karşı taraf teklif ederse; iyice düşünerek, abdest alarak, diz çökerek, kıbleye dönerek, Allah’tan istiğfar ederek, Allah’ın iznini alarak yemin edin: “Ey Allah’ım! Ben karşı tarafı ikna için yemin etmiyorum, o talep ettiği için yemin ediyorum.” deyin. Oysa münafıklar konuşurken ‘vallahi billahi’ deyip, lafın gelişine yemin ederler.

İşte bunlar münafıklardır. Böyle alışkanlığınız varsa, derhal terk ediniz.

إِنْ أَرَدْنَا إِلَّا إِحْسَانًا (EıN EaRaDNAVv EılLAv EıXSANan)  

“Biz ihsandan başkasını murad etmedik. İyilik olsun diye yaptık derler.”

Bu sahtekârların başka bir deyişleri de budur.

Kendi çıkarları için her türlü günahı işlemekten kaçınmıyorlar. Kendi çıkarları için değil de, memlekete hizmet için işler yaptıklarını söylüyorlar. Yani, kötülüklerini iyiliklerle kapatıyorlar. Bir-iki okul, bir-iki yardım ile vurgunlarını örtmek istiyorlar. Doğrudan rüşvet veremeyince, insanları böylece kandırmaya çalışıyorlar…

Devlet kimseye muhtaç değildir. Herkes devlete muhtaçtır. Devlet borç almaz, devlet iane toplamaz. Parayı devlet basıyor. Paraya ihtiyacı varsa, baskı makinelerini çalıştırsın. Devlet borç verir, devlet ihsan eder.

Böyle kamuya ihsan ettiklerini söyleyenler münafıktırlar.

Vergi ihsan değildir. Devletin imkânlarının kullanılması nedeniyle ödenen ücrettir, paydır.

Toprak devletindir. Altyapısını o yapmıştır, güvenliği o sağlamaktadır, adaleti o tesis etmektedir. Karşılığını bu şekilde almaktadır. Devlete yardım edecek hâle gelenler, devleti soyanlardır. “Adil Düzen” iktidar olunca bunların bu tür sözlerine asla kulak vermeyecek ve onlara bu yalanlarından dolayı acıyacaksınız.

وَتَوْفِيقًا(62) (Va TAVFIKan)  “Ve uyumu murad ettik.”

Ne yapsaydık, herkes vergi kaçırıyordu, biz de uyum sağladık. Herkes rüşvet veriyordu, uyum sağladık. Herkesin yaptığının dışına çıkamazdık. Söyledikleri son derece doğrudur.

Kooperatif olarak biz tapuya gidip ‘Arazinin değerini tam gösterelim.’ dediğimizde, tapu memuru; “Yapamam, çünkü biz herkesinkini beşte bir olarak gösteriyoruz! Sizinkini böyle göstersek ne denir? Ya sizi arada para yedi diye mahkemeye verirler, ya da bizi değerleri eksik gösterdik diye mahkum ederler.” dedi.

Biz de bu uyumu yapmak zorunda kaldık. Ama bu rüşvet örgütünü çökertmek için kooperatif kurduk, parti kurduk, vakıf kurduk, dernek kurduk... Başarabildik mi? Hayır! Bu sistemi daha çökertemedik.

Sonra öğrendik ki yanlış yapıyormuşuz. Düzeni değiştirmemiz gerekir.

Adil Düzen” gelmedikçe, tapu memurunun belki de rüşvet alarak yaptığı doğru idi. Çünkü %8 gerçek değeri ile alınıp satılsa, sadece vergisi o arsanın değerini birkaç sene içinde yer ve bitirir. O kadar pahalı olur ki, kimse alıp satamaz. Oysa “Adil Düzen”de taşınmazların alış-verişi vergiye tâbi değildir. Alış ve satışlardan vergi alınmaz. Sadece ticaret mallarından yılda kırkta bir zekât alınır. O halde mevcut bozuk düzende iyiliği getirmeniz mümkün değildir. Yapacağım derken bozarsınız.

Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, askerlerin baskısı ile yolsuzlukların üzerine yürüdü. Kendisine mektup yazdım; bu yolla çözüm bulunmaz, gelin hukuki çözüm bulalım, yoksa sen gidersin dedim. Biraz sonra gitti. Çocukça, parti kurmaya kalkıştı. Kendisine o parayı kim verdi? Kendisi hortumlayınca günah olmuyordu!

Şimdi AK Parti aynı çocukça işi yapıyor. Onu götürmek için olmaz yollarda herkesle kötü ediyorlar.

Eğer gerçekten hortumculuğun kalkması isteniyorsa, yapılacak iş çok basittir:

  1. Devlet tüm borç ve alacaklarını altın değerine kota edecek, faizi sıfırlayacaktır.
  2. Devlet cebri icraların üzerine yürümeyecektir. Borçlanma ehliyetini alacak, ödeyince iade edecektir.
  3. Devlet, karşılığını göstermek şartıyla herkese istediği kadar faizsiz borç verecektir. Karşılığı var demek, enflasyon yok demektir. Ondan sonrası devlet için kâğıt parçasıdır. Faizler kendiliğinden sıfırlanır. Bankalar kredileşme sistemi ile çalışırlar. Batarlarsa da batarlar. Alışveriş yapan batarsa devlet katılmıyor; faizci batarsa devlet ödüyor! Bu nasıl mantıktır.
  4. Kayıtları gizleyen hırsız demektir. Kolunu kesersiniz. Ama kayıtları açık tutmak şartı ile yaptıklarının hepsi gasptır. Cezası, sadece borçlanma ehliyetini ortadan kaldırırsınız.

Demek ki, tevfikan iş yapmak mazeret olsa da, o düzeni değiştirmek için çalışmak gerekir. Hele değiştirdikten sonra, “Adil Düzen” geldikten sonra, artık bu tür mazeretler mesmu olmaz, kimse dinlemez.

Bunlara karşı nasıl davranılacağı bundan sonraki âyetlerde beyân olunacaktır.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3156 Okunma
2-NİSA 6-10
2174 Okunma
3-NİSA 11-12
5604 Okunma
4-NİSA 13-17
1933 Okunma
5-NİSA 18-22
1879 Okunma
6-NİSA 18-22
1569 Okunma
7-NİSA 23-24
4543 Okunma
8-NİSA 25-30
1956 Okunma
9-NİSA 31-35
3336 Okunma
10-NİSA 36-40
2077 Okunma
11-NİSA 41-46
2302 Okunma
12-NİSA 47-56
2178 Okunma
13-NİSA 57-62
2041 Okunma
14-NİSA 63-70
1892 Okunma
15-NİSA 71-76
2343 Okunma
16-NİSA 77-80
1980 Okunma
17-NİSA 81-87
2181 Okunma
18-NİSA 88-91
2114 Okunma
19-NİSA 92-94
2079 Okunma
20-NİSA 95-101
1940 Okunma
21-NİSA 102-106
2139 Okunma
22-NİSA 107-113
2093 Okunma
23-NİSA 114-116
2493 Okunma
24-NİSA 117-125
2098 Okunma
25-NİSA 126-130
1952 Okunma
26-NİSA 131-137
1913 Okunma
27-NİSA 138-143
2052 Okunma
28-NİSA 144-152
1929 Okunma
29-NİSA 153-158
1979 Okunma
30-NİSA 158-162
2373 Okunma
31-NİSA 163-170
2052 Okunma
32-NİSA 171-175
2149 Okunma
33-NİSA 176
3142 Okunma