NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2149 Okunma
NİSA 92-94

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا إِلَّا خَطَأً وَمَنْ قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَأً فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ إِلَّا أَنْ يَصَّدَّقُوا فَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ

وَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَىاهْلِهِ وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ

فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ تَوْبَةً مِنْ اللَّهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(92)

وَمَا كَانَ (Va Mav KavNa)  “Olmadı.”

Allah olmadığını haber vermektedir. Bu geçekleşmez demektedir. Yani, eğer bir mü’min başka bir mümini, katlederse, katleden mü’min olmaz. İmandan çıkmış olur. Bundan dolayıdır ki mü’min mü’mini katletmesin demiyor. Böyle denseydi mü’min mü’mini katlettiğinde imandan çıkmamış olurdu. Bundan önce iltica edenler hakkında hükümler konmuştur. Demek ki katleden bir mü’min artık o iltica eden gibi olur.

لِمُؤْمِنٍ (Li MuEMıNın)  “Mümin için olmadı.”

Dayanışma ortaklığına giren ve askerlik hizmetini tekeffül eden kimse mü’mindir. Topluluğun güvenini tekeffül etmiştir. Kendisi güvenlik temin etmekle görevli iken, kendisinin hem de kendisi gibi görevli olanı katletmesi büyük suçtur. Küfür gibi bir suçtur. Mü’minlerin yapacakları şey başkanlarını hakem yapıp onların kendileri hakkında verecekleri kararları kabul etmeleridir.

Burada bir soru ortaya çıkar. -Komutanın emrinde bulunan astlarını öldürme yetkisi var mıdır?

O da mü’min olduğuna göre böyle bir yetkisi yoktur. Sadece eğer astın imandan çıktığını içtihat ederse astını öldürebilir. Bunu takdir etme yetkisi onun yani öldürenin üstüne aittir. Mü’mini öldürdüğü için katledebilir. Yahut astın kanaatine uyarak astının imandan çıkmış olduğuna karar vererek öldürmez. Bu üst komutana kadar ulaşır. Son kararı başkomutan verir. Bu başkomutan ordu komutanıdır. Devlet başkanı değildir. Ordu komutanı ya katilin katillerini katleder yahut diyetini öder.

Mü’min olmayanın mü’min olmayanı katletmesi ise kısası gerektirir. Affedilirse ağır diyet ödenir.

Burada yine bir soru akla gelmektedir. -Müttefik olan bir devletin askerini öldürürse ne olacaktır?

Ülkemizde bulunan NATO’nun herhangi bir askerini Türk askeri öldürse veya bizde olan onların askeri Türk askerini öldürse veya onların ülkesinde buluna Türk askeri orada öldürülürse, sistem aynıdır. Onlara ağır diyet ödenir.

Siyasi dokunulmazlığı olan kişiler de asker sayılır. Bunlar için ağır diyetin de ağırlaştırılması sözleşmeye konabilir, yahut hakemler takdir edebilirler.

أَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا (EaN YaQTuLa MüEMıNan)  “Başka bir mü’mini katlederse.”

Başka bir askeri öldürürse. Burada “mü’min” yani “asker” nekire ve mutlak olarak kullanılmıştır.

Her ulusal devletin askeri vardır. Ülke savunmasını bunlar yaparlar. Bunların diğer askerlerden farkı, bunlar sadece hakem kararlarının bekçiliğini yaparlar. Hakem kararı olmadan savaş yapmazlar. Fevkalade hallerde hakem kararlarını beklemeden kendi takdirleri ile savaşa girişebilirler. Ancak, sonradan hakemlerin onları haklı çıkarmaları gerekir. Bir İslâm devletinin askerleri hakem kararı olmadan savaşmaz.

Böyle olan devletlerin askerleri dünyada bir birlik oluşturmuş olur. Dolayısıyla hakem kararlarına uyan devletler İslâm devletleridir ve onların askerleri de mü’min askerlerdir. Böylece yeryüzünde mü’min olma bakımından tek iman tipi vardır. Ayrı ayrı İslâm ülkelerinin askeri olmak katl ve diyet bakımından tefrik sözkonusu değildir.

Yine burada bir soru daha gelmektedir.

-Doğrudan savaşmayan ama mü’min olan kadınlar da mü’min erkekler gibi mi muamele göreceklerdir?

Kadınlar güvenlik görevlisi değildirler, ama güvenlik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla onları da mü’min erkekler gibi sayabiliriz. Çünkü öldürülmeme bir haktır. Hak bakımından erkeklere eşittirler.

-Kendileri öldürse mü’min olmaktan çıkarlar mı? Kıyasla çıkmaları gerekir. Erkek-kadın tefriki yapmadığı, ‘racül-erkek’ olarak tasrih etmediği için de bu böyledir. Benzer hükümler çocuklar için de geçerlidir. Bunun pratikteki uygulaması diyet miktarının tağliz edilip edilmeyeceğidir. Bir de hata ile katleden keffaret ile mükellef midir?  

إِلَّا خَطَأً (EılLAv PaOaEan)  “Sadece hataen olabilir.”

Yani, bir kimse hata ile diğer bir mü’mini öldürse, mü’min olmaktan çıkmış olmaz. Kısas hükmü uygulanmaz. Aşağıdaki hükümler uygulanır. Kur’an’da iki türlü katl tasvir edilmiştir. Biri amd, diğeri hata. Hatada diyet getirilmiştir. Amdde ise kıyas tedvin edilmiştir.

Afv hâlinde diyet öngörülmüştür. Bunun dışında birçok öldürme şekilleri ile karşılaşılmaktadır. Hata değil de amd ile öldürmeye sebep olunabilir. Ayıya kurulan bir tuzağa insanın düşmesi gibi. Şibh-i amd olabilir. Kastı adamı dövmek olduğu halde, kastı aşarak adam ölebilir. Yahut araba dururken arkadan gelip birisi vursa burada sebebiyet yoktur. Hata yoktur. Bu durumlarda ne olacaktır?

Burada dört hüküm var; hata diyeti, mafuv diyeti ve kıyas, bir de keffaret. Olayda kıyasla bu hükümlerden hangilerinin uygulanabileceği ortaya konur. Ayrı ayrı değerlendirilir. Bu kıyasların bir kısmını Resul (s.a.v) yapmış ve uygulamıştır. Sonra müçtehitler yapmışlardır. Hanefiler katli beşe ayırmışlardır.

  1. Amden katl. Öldürmeyi kastederek katletmedir. Cezası kısastır. Afv edilirse ağır diyete dönüşür. Bunun tesbiti öldürmede kullandığı araçlarla takdir edilmektedir. Bize göre soruşturmacı şahitlerin edindikleri kanaatlerdir. Dört soruşturmacı şahit amden öldürdüğüne şehadet ederse, kısas yapılır. İki soruşturmacı hataen öldürdüğüne şehadet ederse, diyet ödenir.
  2. Şibh-i amd ile katl. Bu kişinin öldürme kasdı yoktur. Ama onu korkutma, ona eziyet etme kasdı vardır. Kasdı aşmıştır. Bu da öldürme şekli ile tesbit edilir. Bu hususta soruşturmacıların takdir yetkileri vardır, hakemlerin takdir yetkisi yoktur. Hakemler takdirleri takdir edebilirler. Ağır diyet ödenir.
  3. Hataen öldürme. Kişi öldürme kasdı olmaksızın iradeli hareket yapmaktadır. Arabayı sürmektedir. Hataen adam öldürmektedir. Av hayvanına silah atarken insana rastlaması gibi bir şey olabilir. Burada diyet ödenir ve keffaret verilir.
  4. Sebebiyetle öldürme.  Sebebiyetle hata arasında şu fark vardır. Hatada katl fiil ile birlikte olur. Sebebiyette ise kişi fiili işler, sonra o fiilden sonra araya giren başka bir fille kişi ölür. Ayıya kurulan tuzağa kişinin düşmesi gibi. Bunda diyet var, keffaret yoktur.
  5. Hanefilere göre bir beşinci öldürme şekli daha vardır. Bu da bir yanı ile hataya benzer, bir yanı ile sebebiyete benzer. Hatada kişi iradeli bir hareket yapmaktadır. Hataya benzer de kendi iradesi yoktur, ama kendisi buna sebebiyet vermektedir. Sebepten farkı, kişinin iradesi dışında bir hareketi esnasında ölmektedir.

Hataen öldürmeye misal olarak, trafikte kusuru vardır ve adam öldürmüştür. Hataen öldürmedir. Trafikte maktulün kusuru vardır ve adam ölmüştür. Maktulün kusuruna bakılmaksızın, eğer diyet ödetiyorsak, buna ‘hata’ diyoruz. Maktulün kusuru varsa, diyet ödetiliyorsa, bunda ‘şibh-i hata’ vardır.

Meşru olmayan bir fiilden veya ihmalden dolayı katle sebebiyet vermişse diyet ödenir. Meşru bir fiille yapmış ve ihmali yoksa, diyet de ödemez. Şibh-i amdde ise fiilin meşruiyetine ve ihmale bakılmaksızın diyet ödenir, keffaret yoktur. Hatada ise hem diyet var, hem keffaret vardır. Hafif diyet sözkonusudur.

وَمَنْ (Va MaN)  “Kim”

Burada “Va” harfi ile atıf yapılmıştır; “Fa” ile yapılmamıştır. “Mü’mini katleden kim olursa olsun” ifadesi kullanılmıştır. Mü’min erkeğe kıyasla yapılacaktır. Katillerde kıyaslar geçerlidir demektir. Genel kural demek değildir. Burada katilin mü’min olması gerekmez. Maktulün mü’min olması yeterlidir. Hataen öldürülen mü’min olmayan katiller için de keffaret gerekmez. Müslim olan katil de keffarete mahkûm olur.

قَتَلَ مُؤْمِنًا (QaTaLa MuEMıNan)  “Mü’mini katlederse”

Keffarete mahkum edilmesi için maktulün mü’min olması gerekmektedir. Bunların içine kadınlar ve çocuklar dahil olurlar. Kıyasla müslimler de girerler. Çünkü “Va” harfi getirilmiştir.

Bunun içine izinsiz bir yere giren kimseler de hataen öldürülmüş olsa diyet gerekmez. Yani, izinsiz sınır geçmeler suç değildir. Ancak hataen öldürülmeleri hâlinde diyetleri ödenmez. İzinle gelenler ve mü’min olmayıp müslim olanlar yani cizye verenler öldürülürse, bunlar için diyet vardır ama keffaret yoktur.

خَطَأً (PaOaEan)  “Hataen öldürürse.”

Öldürme hata ile olmalıdır. Öldürme fiili bir mâni olmazsa gerçekleşecek bir hareket olmalıdır. Kişi o hareketi kasden yapmalıdır. Öldürme niyeti olmamalıdır. Öldürülenin hatası olmamalıdır. Fiil sebep değil illet olmalıdır. Bu şartları taşıyan fiil hatadır.

Çarpışan iki arabada şoförler ölse, vârislere her iki taraf diyeti öder. Acaba köle azat etmeleri de gerekir mi? Trafikte tarafların dikkatli olmasını sağlamak amacıyla keffaret cezaları da mirasından yapılabilir mi?

Eğer bedeli oruç değil de fitre olsaydı öyle yapardık. Ama madem ki bedeli oruçtur; oruçta niyabet olmayacağından, asılda da niyabet yoktur.

فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ (Fa TaXRIyRu RaQaBaTın)  “Rakabanın tahriri vardır.”

RaKaBa” köle demektir. “Abd” erkek köledir. “Eme” kadın köledir.

RaKaBa” ise kadın veya erkek köledir. O halde ister kadın olsun ister erkek olsun, bir köle azad edilecektir. Savaş esirleri köle değildir. Komutan esirleri fidyeli veya fidyesiz serbest bırakabildiği gibi, komutan cizye karşılığı da hür kılabilir. Cizye karşılığı hür kılınanlar isterlerse mü’min olup cizyeden kurtulurlar. Komutan isterse esirleri köleleştirebilir. Bunlara “RaKaBa” denmektedir. Rakabaların değişik statüleri vardır.

  1. Köle kadın ise sahibi onu kedisine cariye yapabilir. O zaman hür kadınlar gibi eş olmuş olur. Bütün nikâh hükümleri geçerli olur. Sıhrî mahremiyet teessüs eder. Artık bu cariyeyi oğul veya baba cariye yapamaz. Bunlardan çocuk doğuranlar artık satılamaz, kocasının ölümü ile hür hâle gelir. Ailenin akrabası olmaya devam eder. Bir de sahibi müdebber hâle getirir. Ben ölünce hür olsun der, o da artık satılamaz, ölünce hür olur. Erkekler de müdebber olurlar. Hür kadından çocuğu olanlar da artık satılamazlar.
  2. Köle kadını sahibi isterse kendisine cariye yapmaz, erkek köle gibi akraba yapar. Bunlar ve erkek köleler ise ailenin akrabaları olurlar. Mahrem olur. Onlarla evlenmeleri haram kılınmıştır. Sıhri akrabalık hükümleri cereyan eder. Bunlar evde yaşarlar. Diğer aile fertlerinin yiyeceklerini yer, giyeceklerini giyerler. Çalışırlar. Bunlar satılabilir. Bağışlanabilir.
  3. Üçüncü tür köleler mezun kölelerdir. Bunlar hür insan gibi çalışıp yaşarlar. Bunlar sahiplerine her yıl veya aylık bir aidat öderler. Bunlarla akrabalık da devam eder.
  4. Dördüncü tip köleler de mükateb kölelerdir. Bunlar da mezun gibi aidatlarını öderler ama sonunda belli miktar ödendikten sonra hür olurlar. Her kölenin mükateb olma hakkı vardır. Sahibi izin vermese de, mahkemeye başvurarak gerçekten bedelini koyabilecek gücü varsa mükateblik verilir.

Bunların hepsi “RaKaba”dır.

Burada da mutlak olarak ifade edildiğine göre mükateb dahil bunlardan hangisini azad etse azad edilir.

Azad edilen cariye, cariye olmaktan çıkar. Eski sahibinin eşi hâline gelir. Mihir istihkak eder. İsterse boşar. Mihir vermeden boşayabilir. Kadın tarafından kusurlu duruma düşmüş olur. Talakı rücu durumundadır. İddeti içinde birleşirse yeni nikaha gerek kalmaz. Mihri akall ile nikahlanmış olur.

Hür hâle getirmek fıkıhta bu demektir. Köleyi vatandaş yapma demektir. Hiçbir yerin vatandaşı olmayan birini vatandaşlık statüsüne yükseltmek demektir.

Bugün ortaya atılan insan hakları ve hürriyet sorunu İslâmiyet’te yoktur. Çünkü İslâm düzeninde hukuk dışı bir muameleyi zaten kimse yapma yetkisine sahip değildir. Başkanların ve komutanların tedibe yetkileri varsa da, bu kişinin kendi rızası ile olmaktadır. Başkanını ve komutanını değiştirerek bu muameleden kurtulmuş olur. Yani, İslâmiyet’te hür demek zaten tüm insan haklarına eşit şekilde sahip olmak demektir. Dayanışma güvencesinde olması demektir. Bütün hak ve hürriyetler dayanışma ortaklıklarınca korunurlar.

مُؤْمِنَةٍ (MuEMıNaTın)  “Mü’min bir köle.”

Buradaki müenneslik ‘RaKaBa’ kelimesinden gelmektedir. Erkek veya kadın olması değişmez.

Bu âyet bize yepyeni bir hükmü ortaya koyuyor. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda buna yer verilmemiştir. Bir yerine yerleştirilmelidir.

Köleler de mü’min olabiliyorlar demektir. Köle eğer mezun ise veya mükateb ise, askerlik yapmak durumundadır. O zaman mü’mindir. Ya da o da cizye vermek durumundadır. Cizye miktarı yarımdır. O halde mezun ve mükateb köleler için mü’min ve müslim olma çok kolay ve açık olarak anlaşılmaktadır.

Aile içinde köle olanların hükümleri de böyledir. Köle isterse asker olur, belli zamanlarda askerlik nöbetlerine gider, sahibi ona mâni olamaz. Köle isterse askere gitmez. O zaman sahibi köleler için de yarım cizyeleri ödemekle yükümlüdür. Ancak şöyle kolaylık getirilmiştir. İsterse, cizye ödemeyenlerin çalıştırılmasına benzer usul bunlara da uygulanır. Bunları askere almaz, ama kamu işlerinde çalıştırabilir. Sahibi isterse kölesinin cizyesini ödemez, çalıştırılmak üzere izin verir. Böylece kölelerin de müslimi ve mü’mini olur.

Kadın kölelerin durumu da aynıdır.

Kadın mü’min olunca eğer sahibi mü’min değilse onu mezun köle hâline getirir. Mezun köle de kendisine sahibinden başkasını veli yaparak o da müslimlikten mü’minliğe geçer. Yahut mükateb olmuş olur. İşte mü’mini katledenin mü’min köleyi azad etmesi gerekir. Kıyas yoluyla müslimi katleden müslim köleyi azad etse de olur.

Mü’min ve müslim ayırımı yaptıktan sonra sorunların çoğu çözülüyor ve ihtilaflar azalıyor.

وَدِيَةٌ (Va DıYaTun)  “Ve diyetin”

Diyet”in aslı edadır. Ödeme anlamındadır.

Eda etmek, bir görevi yerine getirmek demektir. Aynen ödemeye “eda”, mislen ödemeye “kaza” denir. Kaza edanın yerinde kullanılır. Hatalı öldürmede köle azad edilecek ve diyet ödenecektir.

Burada “Diyet” nekiredir. Yani, belli bir miktar şer’an belirlenmemiştir. Bu diyet ülkeden ülkeye değişecektir. İlden ile yahut bucaktan bucağa değişir mi? Bu hususta üç görüş de aynı değeri taşır.

  1. Ceza hukukunun temeli bucaklarda belirlenir. Bucaklar kendi kamu hukuklarını, dolayısıyla ceza hukuklarını kendileri belirlerler. O halde bu kurala göre her bucağın diyeti farklı olacaktır.
  2. Diğer taraftan iç güvenliği sağlama külfeti illere aittir. Dolayısıyla güvenle ilgili hükümleri iller koyar ve her il ayrı diyete sahip olur.
  3. Diyetin tanımını nasıl yapacağız? Bir insanın diyeti ne kadar olmalıdır? İstihsanen şöyle takdir ediyoruz. İnsan öldürülmekle ya geleceğin emeğini ya da geçmişin emeğini heder etmiş oluyor. O halde bir insanın diyeti, ömrü boyunca yapacağı ile orantılıdır. İnsanı biz 15-63 yaş arası çalışır kabul ediyoruz. 48 yıl etmektedir. Bunun üçte ikisini asgari diyet, üçte birini de tam olarak alıyoruz. Ayrıca insan ömrünü de 100 yıl kabul edersek, bunun üçte biri 33 yıl eder. Demek ki hafif diyet 32, ağır diyet 36, kameri yıllara göre 33, 66 olarak alıyoruz.

Bu mantıkla hareket ettiğimiz zaman biz işçilerin ücretlerini ülke içinde eşit kabul ettiğimiz için diyet her ülkede ayrı ama kendi içinde bir olmalıdır.

Bucaklar kendileri diyet miktarını belirleyebilirler, ama il ve ülkenin belirlediğini de kabul edebilirler. Buna göre hesap yapılabilir. Yüz deve hesabı da doğru olabilir. Ete çevirirsek, ortalama 150’şer kilo olarak düşünürsek 15 ton et eder. 15 ile 15’i çarparsak 225 bin YTL edecektir.

مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ (MuSalLaMaTun EıLay EHLıHı)  “Ehline teslim edilecek diyet.”

Diyet o kişinin ölümü ile zarar gören kimseleredir. Bunlar da vâris olan kimselerdir. Miras ailesine bölüştürülür. Ancak, mirasçı olmamakla beraber ev halkından olan kölelerin de paylarının olması gerekir. Çünkü “Ehline” deniyor. Ayrıca, eğer şirketi mufavada ise diyet şirkete verilir. Şirketin tasfiyesi hükümlerine göre vârislerine intikal eder. “Verilir” denmeyip de “teslim edilir” denmiş olmasının sebebi, mirasın taksim edildiği diğer deyn ve vasiyetlerin içine idhal edilmez, vârisler doğrudan teslim alırlar. Bu diyet ölene değil, ölenin ehline verilen bir haktır.

إِلَّا أَنْ يَصَّدَّقُوا (EılLAv EaN YaöÖadDAQUv)  “Tasadduk etmeleri hariç.”

Ehli isterse bu diyeti almayabilir. İsteyenler kendi paylarını tasadduk edebilirler. Amden katilde veya şibh-i amdde diyet aynı zamanda ceza mahiyetindedir. Kişi mal varlığından öder. Akile ödese bile, zorunlu çalıştırma ile kendisine ödetilir. Galiz diyette af caiz olmadığı halde, hata diyetinde diyeti alanlar tasadduk edebilirler. Herkes kendi payını tasadduk edebilir. Kısmen de tasadduk yapabilir.

فَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ (Fa EıN KavNa MıN QaVMın GaDuvVın LaKuM)  

“Size düşman bir kavimden ise”

Savaş hâlinde olduğunuz bir kavimden ise; o ülkeden iltica etmiş ve hicret etmiş ve ülkemize gelmiş, askerlik hizmetini yüklenmiş kimse ise; bu öldürüldüğü zaman onun ailesine, oradaki vârislerine diyet ödenmez, sadece köle azad edilir. Siyasi ilişkilerimiz olmadığı için onlara diyet ödeme imkânımız yoktur.

Birbirini tanımayan ülkeler, aduv ülkelerdir.

وَهُوَ مُؤْمِنٌ (Va HuVa MuEMıNun)  “O mü’min iken.”

Maktulün mü’min olma şartı getirilmiştir.

Burada anlatılan bir mü’minin bir mü’mini katletmesi şeklindedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, dışarıdan iltica eden veya hicret eden ülke ile biz savaşta olsak bile, gelen kişi asker olmak istiyorsa asker olabilir.

فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ (FaTaXRIyRu RaQaBaTin MuEMıNaTin)  

“Mü’mim bir rakabanın tahriri vardır.”

Ama sadece tahriri vardır. Şimdi kıyasla bunun da diyeti ödenmelidir. Ama mefhum-u muhalefetle ödenmesi gerekmez. Hanefiler mefhum-u muhalefeti kabul etmediklerine kıyas yapmaları gerekmez mi?

Hanefiler evet diyorlar ki diyet ödenmesi gerekmez. Ama bu mefhum-u muhalefetle değil, düşman ülkede olanlara diyet ödeme imkanı olmadığı için istihsanen ödenmemektedir. Yoksa mefhum-u muhalefetle değil. Yani, aslında Hanefiler de bazı yerlerde mefhum-u muhalefeti kabul ediyorlar, ama istihsan diyorlar.

وَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ (Va EıN KAvNa MıN QaVMın)  “Bir kavimden iseler.”

Demek ki, bizim ülkemizde olacak, bizde askerliği yapmayı kabul edecek ama bizim kavimden olmayacak. Bu nasıl olacaktır? Mü’min veya müslim olan kimse ne zaman bizim kavimden olacaktır? Bir kimse ülkemize hicret ederse, onu kabul etme yetkisi bucak başkanlarına aittir. Devlet veya il yönetimi karışmaz. Kişi bir kimsenin davetlisi olarak bucağa gelir. Bucağında müslim veya mü’min olur, ilinde mü’min veya müslim olur, ülkede mü’min veya müslim olur. Ama kavimle olan ilişkisi kesilmez. O kavmi ile olan yakınlığını da korumaya devam eder.

-Ne zaman artık o kavimden değil de bu kavimden olur? Bunun için şu şartları getiriyoruz:

  1. Bu ülkenin vatandaşı olacak, cizye verecek veya askerlik yapacak. Başka ülkelere cizye vermeyecek, başka ülkenin askerliğini de yapmayacak.
  2. Türkçe öğrenecek, Türk dilini konuşacak. Başka dili de bilebilir, öğrenebilir ama Türkçe bilecektir.
  3. “Ben Türküm” diyecek ve Türk dayanışma ortaklıklarına katılacak.
  4. Dördüncü bir şart koyuyoruz. Oradan hicret ettiği veya iltica ettiği zaman, kendisi mirasçı olabilecek veya kendisine mirasçı olan kimseler o ülkede kalmış olacaktır. Bu ölümle veya oradan hicretle olur.

Kur’an, bir kimse hangi kavimden ise kendisi de o kavimdendir ilkesini bize anlatmaktadır.

بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ (BaYNaKuM Va BaYNaHuM MIyÇAQun)  

“Onlarla sizin aranızda misak olan kavimden ise.”

Buradan çok açık olarak anlaşılıyor ki, kavmiyet ile din tamamen farklıdır.

Din, aniden değiştirilebilen ve hiçbir kaydı ve şartı olmayan sosyal bir müessesedir. Kavim ise sosyal olduğu kadar biyolojik bir müessesedir. Bir aşirete o aşiretin çocukları sahiptir. Bir kabileye, bir şa’ba, bir kavme de öyle. Oraya katılan kimse hemen o kavimden olamaz. Belli şartların yerine getirilmesi ve gerekli zaman geçerek şartların oluşması gerekir.

Hak din tektir. Yarım mü’min veya müslim yoktur. Ama kavimler yani devletler çoktur. Düşmanlıklar da kavimler arasındadır. Bununla beraber kavimler sözleşmelerle birbirlerine bağlanırlar ve tüm insanlık mü’min kavimlerden oluşmuş olabilir.  Sözleşme ile bağlı bulunduğumuz diğer kavimler ve devletler için ise ülke içi hukuk aynen uygulanmaktadır.

-Diyetin miktarı eğer kabilelere, şa’blere ve kavimlere göre değişiyorsa, kimin diyeti ödenecektir?

Bunun üç çözümü vardır. Katilin kabilesinin diyeti, maktulun kabilesinin diyeti, katilin olduğu yerdeki kabilesinin diyeti, yahut merkezi bucakların diyeti ödenecektir Aralarında anlaşma olan yani Birleşmiş Milletlere üye olan devletler arasında misak vardır. Dolayısıyla artık insanlık arasında savaşta olmadığımız ülke aramızda misak olan ülkeler hâlindedir.

فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ (FeDiYeTün MüSelLeMeTün EıLAv EaHLıHı)  “Ehline teslim edilmiş fidye.”

Fidye” burada nekire gelmiştir. Eğer yukarıdaki fidye ile aynı olsaydı marife gelirdi. O halde bu fidye katlin olduğu yerdeki kabilenin fidyesi değildir. Uluslararası bir fidye olmalıdır. O kavmin fidyesi de diyebiliriz, ama bu takdirde yoksul halk ezilmiş olur. Ailesine teslim edilecektir. Devletler ancak aracı olabilir. Tamamen insanlık hukuku korunmuş olmaktadır. Ehlinin mü’min olması şartı getirilmediğine göre, diyete ait hükümler insanlar için eşittir.

Buradan çıkaracağımız başka bir manâ da, uluslararasında miras geçerlidir. Diyet ehline verildiğine göre birbirine vâris de olmalıdırlar. Yalnız bu miras taşınmaz olarak talep edilemez. Hakemlerin takdir edeceği bedel talep edilebilir. Devlet o taşınmazlara mâlik olur ve bedel ödenir.

وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ (Va TaXRIyRu RaQaBaTıN MüEMıNaTın)  

“Ve bir mümin rakaba tahrir edilecektir.”

Köle misliyattan olmadığı için nekire gelmesi gerekir. Bu takdirde rakabanın tahriri de vardır. Yani, aramızda anlaşma olan devletler içinde özel hukuk tamamen eşitlik içindedir, aynı devlet içinde imiş gibi olur.

İslâm devlet düzeninde parlamentonun ekseriyet sistemi ile alınan karar sistemi yoktur. Özel hukuk sözleşmelerden oluşur. Sözleşmeleri dayanışma ortaklıkları yaparlar. Bunlar tip sözleşmelerdir. Kişi hangi dayanışma ortaklığına katılmış ise o dayanışma ortaklığına ait sözleşmeler geçerli olur. Ne var ki, yine merkezi sistem yerine yerinden sistem hakimdir. Önce kişilerin özel sözleşmeleri varsa, o sözleşme hükümleri geçerlidir. Sözleşmelerde geçmeyen hükümlerde bucaktaki dayanışma ortaklığının tip sözleşmesi geçerlidir. Orada da yoksa, il dayanışma ortaklığının tip sözleşmesi geçerlidir. Orada da yoksa, ülke dayanışma ortaklığının sözleşmesi geçerlidir. Orada da yoksa, insanlık dayanışma ortaklığının sözleşmesi geçerlidir. Ayrı kuruluşlara ait iseler, en yakın merkezi kuruluşun dayanışma ortaklığına ait hükümleri geçerli olur. Özel hukuk böyledir.

Kamu hukukuna gelinirse; bucakta bucak dayanışma ortaklıklarının icmaları veya istişarî kararları geçerlidir. İstişarî kararlarda başkan istişare yapar ve karar verir. Hakeme gidilebilir. Gidilmez veya hakemler onaylarsa, o karar kamu hukuk alanında geçerlidir. Burada da önce bucak kamu hukuku uygulanır, sonra il kamu hukuku uygulanır, sonra ülke kamu hukuku uygulanır, en sonunda insanlık kamu hukuku uygulanır.

Bu âyet bize bu sistemi öğretmiş bulunmaktadır. Kamu hukuku özel hukuka kıyasla böyle düzenleniyor.

فَمَنْ لَمْ يَجِدْ (Fa MaN LaM YaCıD)  “Kim vecd edemezse.”

Vecd edememe” iki şekilde olmaktadır. Kişinin mâli durumu müsait olmaz, bu sebeple köleyi azad edemez. Bu hususta herhangi tereddüt yoktur.

Kişinin mâli durumu yetmediği takdirde yapacağı iş onun yerine oruç tutmaktır. Bir de şimdi olduğu gibi azat edilecek köle bulunmayabilir. Para olsa da köle yoktur ki azad edilsin. O zaman ne yapılacaktır?

Vecd” kelimesini bu manâda anladığımız takdirde yine iki ay oruç tutulacaktır.

Buna mukabil kölelik karşıtı iki müessese vardır.

Köle yerine iflas etmemiş ama kendi işini kuramamış kimseler vardır. Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘esir’ yok ama ‘ecir’ vardır. Esirin yerini ecir almıştır. Evi olmayan, kendi işi olmayan fakiri bulursunuz, buna bir ev alırsınız, bir de mesela işini kurmuş olursunuz. Bu da azatlıktır. -Kölelik vakfı bugün olamayacak mı, zekâttan o vakfa pay ayrılmayacak mı?

Evet, kölelik vakfı bugün olacaktır. Kamu bütçesinden o vakfa pay ayrılacaktır. Bununla yoksullar yani gelirleri vasat gelirin altında olan işsiz ve evsiz kimseler iş ve ev sahibi kılınacaktır. Bu müessesenin yoksul ve fakirler vakfından farkı vardır. Yoksul ve fakirlerde paylar eşit olarak bölüştürülüyor. Burada ise mümkün olan en çok yoksul yoksulluktan kurtarılıyor. İşte köle bulamayanlar, kölenin bedelini -ki bu diyetin yarısı olarak alınabilir- bu vakfa verir. Bu bir çözümdür.

İkinci çözüm ise; iflas edenleri borçtan kurtaran gârimîn müessesesi vardır. Burada da kölelerde olduğu gibi iflastan en çok kişiyi kurtaracak bir destek verilmektedir. Kur’an bu iki müesseseyi bir “Fı”de toplamıştır. Bu iki müesseseyi çağımızda birleştirmek mümkündür. Kişiyi borçtan kurtarmak, hür yapmak anlamındadır.

Sonuç olarak maddi imkânı müsait olan oruç tutamaz, iş bulma vakfına ya da borçlular vakfına yatırabilir.

فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ (Fa ÖıYAMu ŞaHRaYNı)  “İki şehr, iki ay.”

Keffaret cezası kölenin azad edilmesidir. Buna güç yetmediği takdirde yerine oruç tutulmasıdır.

İslâmiyet’te cezalar kademe kademedir.

  1. İsyan edenlere uygulanan cezalar. Bunlar hakem kararlarını dinlemeyen ve bir yere sahip olamamış kimselerin işledikleri suçlardır. Eğer cephe oluşturmuş ve orada aleni hakimiyet tesis edebilmişlerse, onlara artık hukuki yaptırım değil de askeri yaptırım uygulanır. Kaçak olarak çalışan ve işgal edebildikleri bir yer yoksa, bunlara tenkil hükümleri uygulanır. Öldürülme, asılma, çapraz el ayak kesme ve sürgün cezaları verilir.
  2. Odan sonra hırsızın kolu kesilir, zina yapana yüz sopa vurulur, zina iftirasında bulunana seksen sopa tatbik edilir. Ayrıca, sarhoş olup sokakta sarkıntılık yapanlara sünnetle kırk sopa vuruluyor.
  3. Bundan sonra da cinayetler vardır. Cinayetler de adam öldürme veya yaralamadır. Esas olanı kısastır. Af ve şibh-i amd gibi sebeplerle kısas yapılamıyorsa, ağır diyete dönüşür. Ağır diyeti fail öder. Ödeyemez durumda olursa, mal varlığı vârislerine bölüştürülür. Kendisi zorunlu çalışma sitelerine alınır. Ödeyinceye kadar orada yaşar yahut ölür.
  4. Hataen işlenen cinayetlerde diyet dayanışma ortaklıkları tarafından karşılanır.

Bunun dışında kurallara uymama karşılığı cezalar vardır.

Kimseye bir zarar vermemiş olsa bile, kırmızıda geçen şoför suç işlemiştir. Yahut sokağa tüküren kimse suç işlemiştir. Bunlar haram yasaklarıdır. Belediyeler tarafından konur. Hataen adam öldürme de böyle yasaklar grubundandır. Verilen zarar tazmin edilir. Ayrıca keffaret cezaları konur. Bunları da şöyle sıralayabiliriz: 1) Köle azat edilir. 2) 60 gün oruç tutulur. 3) 60 yoksul giydirilir veya doyurulur. 4) 10 yoksul doyurulur veya giydirilir. 5) 10 gün oruç tutulur.

Şimdi burada köle azad edilemiyorsa iki ay oruç tutulur.

Oruç ay olarak belirtilir. Gündüzleri yememek, geceleri de yemek şartı ile oruç tutulmuş olur. Eğer hiç yemeden oruç tutulursa o bir gün sayılır. Çünkü sağlık şartı gündüz aç kalmayı, geceleyin de yemeyi öngörür. Sahur bu sebeple sünnettir. Tutulamayan günler istisnai olarak başka günlerde tutulabilir. Ramazan’da bir ay, burada iki ay oruç tutulacaktır. Oruç ay olduğu için hilalden başlayıp hilalde bitirmek gerekir. Bu çoğu zaman 59 gün olur, bazen de altmış gün olur.

Şehr” dolunay demektir. Hilalden hilale olduğu âyette belirtilmiştir. Yani, herhangi otuz gün yeterli değildir. Ramazan hükümleri uygulanır. Sefer ve hastalık günlerine karşılık başka günler tutulur.

مُتَتَابِعَيْنِ (MuTaTaBıGaYNı)  “Mütetabi iki ay.”

Burada peş peşe zarfı getirilmiştir. Bu ay için peş peşe sözkonusudur. 30 günün peş peşe olacağı zaten ‘şehr’ kelimesi ile ifade edilmiştir. Peş peşe iki ay oruç tutulacaktır.

Orucun manâsı nedir?

İnsan doğal yaşayışında normal beslenmektedir. Vücut ona alışmaktadır. Muafiyeti ortadan kalkmaktadır. Ayrı rejim uygulayınca vücutta denge bozulur. O dengeyi tesis etmek için vücut faaliyete geçer, daha dayanıklı hâle gelir. Bunun etki gösterebilmesi için bir ay gibi bir müddete ihtiyaç vardır. Hilal zamanı güneş ile ay aynı tarafa gelir ve arzı kendilerine çekerler. Gel-git şiddetli olmaya başlar. Bu etki canlılara da yapılır. Canlılarda zaman sayaçları vardır. Bunlardan biri de hilal zamanlarına ayarlıdır. Dolayısıyla bedende biyolojik etkiler de olmuş olur. Böyle bir oruç insandaki suçluluk psikolojisini atmış olur.

İnsanın beyni sıkıntılı anlarda çalışmaya başlayıp çareler arar. İki ay peş peşe oruç tutan kişide beyin faaliyete geçer ve bedeni daha çok etki altına alır. Ruhla ilişki daha parazitsiz olur.

İnsan beyni bir radyo veya televizyon alıcısı gibidir. İnsan kendi ruhu ile ilişkili olduğu gibi; Allah’ın ilhamlarına ve meleklerin etkilerine daha kolay ayarlama yapabilmektedir. Ruh haleti değişmektedir.

تَوْبَةً مِنْ اللَّهِ (TaVBaTan MıNa elLAHı)  “Allah’tan tevbe olmak üzere.”

İnsanın bir şeye ‘ben tevbe ettim’ demesi yeterli değildir. Farz edelim ki, rüşvet vererek veya vergi kaçırarak bir servet edindi. Sonra bunu değerlendirerek zengin oldu. Şimdi istiyor ki, artık tevbe edeyim.

-Bu kişi tevbe etmiş olmak için ne yapacaktır?

Kaçırdığı vergiyi ödeyecektir. Rüşvet kadar cezayı da ayrıca yine vakfa verecektir. Böylece meşru olmayan yoldaki sermaye ile yaptığı kazancıyla borcunu ödeyecektir. Ama bu yeterli değildir.

İşte bundan sonra tevbe ettiğini ispatlamak için bir köleyi azad edecek, bulamazsa iki ay oruç tutacaktır. İşte böyle yapan kimsenin tevbesi kabul edilmiş olur. Rüşvetin ve vergi kaçırmanın günahını çekmez olur. Geri kalan kazandığı helal olmuş olur.

Allah burada bize tevbenin nasıl yapılacağını öğretmektedir.

وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا (VaKAvNa elLAHU GaLiMan)  “Allah alîmdir.”

Bütün bunlar yapılırken topluluğun bilgisinde olacaktır.

Burada “Alîm” nekire gelmiştir. Kişi hataen bir fiil işlediği zaman yazılı bir belge ile iki şahide bildirecektir. Sonra köleyi azat ederse, onu da bildirecektir. Oruç tutmaya başladığı zaman, iki şahit çağırıp ‘işte keffaret orucu tutmaya başladım’ diyecektir. Tamamlanınca da bildirecektir.

Keffaret cezalarının en büyük özelliği, kişi kendisi beyan etmekte ve cezasını da kendisi vermektedir. Kamuyu sadece bilgilendirmektedir. Acil işi olur, kırmızı ışıkta geçer, ama cezası ne ise onu götürüp vakfına yatırır. Geçince ‘geçtim’ diye bildirir. Ödeyince de ‘ödedim’ diye bildirir. Polis ona ceza yazmaz, icra ile de tahsil edilemez.

O halde oruçlu olduğu çevresi tarafından bilinmiş olacaktır. Allah zaten bilmektedir. Gizleyenin hesabını âhirette soracaktır. Yoksa o ilmi ifade ederken alim ve hakim marife getirilirdi.

حَكِيمًا(92) (XaKıMan)  “Hakîmdir.”

Kişinin işlediği haram suçlar kendisi tarafından takip edilmekte, kendisi kefaretini ve bedelini tediye etmektedir. Diyet için âkilesine başvurmaktadır. Böyle yapmaz da işlediği suçları devlete bildirmezse, cezası ne ise onu yerine getirmezse, bunu itiyat hâline getirirse, böyle yaptığı dava konusu yapılır. Kamu adına karşı partilerin açacağı dava kazanılırsa zararlar ödetilir, ayrıca kendisi de o bucağın bağlı olduğu ilçeden sürülmüş olur. Böylece topluluk ayrıca hükmedendir.

Biz bir usul benimsiyoruz. Bir de Anayasa yapıyoruz. Sonra bu usule göre Kur’an’ı yorumluyoruz. Bizim yaptığımız anayasa hükümlerinin çoğunu teyit ediyor. Kısmen hatalı olanları biz tatil ediyoruz. Bazen edemeyince usulümüzü değiştiriyoruz. Böylece devamlı olarak usulü ve fıkhı yeniliyoruz. Bu şekilde Allah’ın öğretilerine yaklaşıyoruz. Teyid eden kısımlar çoğaldıkça hem usulümüzden hem de fıkhımızdan emin oluyoruz. Bu şekilde Kur’an’ı tefsir edip ekol kurma ve kollektif çalışma ile mezhep oluşur. Türkiye’de böyle on kadar mezhep oluştuğu zaman Adil Düzenin iktidarı gelmiştir demektir. Yoksa, Adil Düzen gelemez.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا

وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا(93)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمْ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللَّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا

إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(94)

وَمَنْ يَقْتُلْ (Va MaN YaQTuL)  “Kim katlederse.”

Kur’an katilleri önce bigayri hakkın (haksız) ve bihakkın (haklı) katletmek üzere ikiye ayırmaktadır.

Bi hakkın katletmeyi iki şekilde düşünebiliriz. Biri, savaş halinde katletmedir. Savaşa girişmiş iki taraf birbirlerini savaş gereği öldürecektir. Halk haklı veya haksız savaşın yapıldığını bilmez, başkanları emredince savaşa giderler ve ölürler veya öldürürler. Âhirette başkanlar, haklı veya haksız savaş yaptıklarından sorulacaklardır, ama halk sorulmayacaktır. Kesin olarak başkanın haksızlığını bilirlerse, o zaman hicret ederek o ülkeyi terk etmek durumundadır. Terk etmiyorsa savaşa tam sadakatle katılacaktır. Burada öldürme vazifedir. Bu sebeple savaşan iki ordunun ölenleri iki taraf için de Allah indinde şehid olurlar. Nitekim Ehli Sünnet itikadına göre Sıffin’de ölenlerden iki taraf da şehittirler, çünkü onlar hak için savaştılar. İçtihatlarında hata etmiş olabilirler, ama hak için savaştılar. İslâmiyet’te savaşın meşruiyeti hakem kararlarına uymadır.  

İkinci hak ile katl ise mahkemenin kararı ile öldürmedir ve bu da hak ile katletmedir.

Manâ olarak da öldüren kim olursa olsun; ister müslim, ister mü’min, isterse başkası olsun, ‘mü’min katleden’ kim olursa olsun, cezası ebedi cehennemdir.

مُؤْمِنًا (MüMıNan)  “Mü’mini katlederse.”

Müslimlerin nefsi müdafa için birbirlerini öldürmesi meşru görülmektedir. Diyet vererek kısastan kurtulabilirler. Ama bir müslim nefsi müdafa için de olsa mü’mini öldüremez. Bugünkü deyimi ile polise karşı gelemez. Çünkü polis güvenliği tesis etmekle görevlidir. Gerekirse silah kullanır, haksız da olsa öldürebilir. Halkın görevi, polise karşı kendilerini savunmamalarıdır, nefsi müdafaada bulunmamalarıdır. Ancak sıkıştıklarında o bucaktan kaçmalarıdır. İl ve devlet başkanları da ancak kendi bucaklarında yetkilidirler.

İslâmiyet’te ayrıca devlet polisi çalıştırılmaz. Sadece jandarma teşkilatı vardır. İç güvenliği sağlayanlar onlar yani jandarmalardır. Mü’minler, ilde bedelli olmayıp nöbetli olan jandarmalardır.

Kamu yetkisine itaat farzdır. Kişi nefsi müdafa anlamında olsa da bunu karşı bir şey yapamaz. Askerlikte de amirlere karşı olan durum böyledir. Birbirlerine karşı da silah kullanamazlar.

مُتَعَمِّدًا (MüTaGamMıDan)  “Müteammid olarak.”

Ceza kanunlarında taammüden adam öldürmenin cezası idamdır. Şimdi müebbet hapistir.

Amden” denmiyor da “Müteammiden” deniyor. “Taammüd” demek, bir fiili daha önceden tasarlayarak bilinçli yapmadır. Kavga ettiniz ve o esnada biri öldü. Buna ‘şibh-i amd’ denir.

Fıkıhçılar bunu kullandığı araçla tesbit ediyorlarsa, bu gibi durumlarda takdir yetkisi şahitlere aittir. Sonunda hazırlık yaparak kasden öldürmüş müdür, yoksa o esnadaki kavgada mı öldürmüştür? Buna şahitler karar verecektir. Soruşturmada taammüden olduğu şahitler için ortaya çıkmışsa, ona göre şehadet edeceklerdir. Yoksa şibh-i amd ile katletmiş olacaktır. Müteammid olmayacaktır. Soruşturmacılar yanlış beyan etmişlerse onlar yine hakemlere hesap verirler. Taammüdün tesbiti için birçok emareler alınır. Kişi ruhsatlı silahla öldürürse onu taammüd saymayız.

Taammüdün cezası nedir? Kısas değildir. Yani, kamu görevlisini görev sebebiyle katleden kimse muharip muamelesi görür. Delilleri gizleyen kimse taammüden katledilmiş kabul edilir. Firar eden taammüden katil sayılmaz. Çünkü can korkusundan Hz. Musa gibi kaçmış olabilir. Burada artık diyet ile kurtulma yoktur.

فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ (Fa CaZAEuHu CeHanNaM)  “Cezası cehennemdir.”

Âhiret hayatında cehennem vardır. Cehennem bir fırındır, bir ıslah evidir.

Acaba dünyada cehenneme karşılık bir yer var mıdır?

Hapis cezaları olabilir. Sürgün cezası olabilir. Allah ve resulü ile muharebe eden kimselere nefy edilme cezası verilebilir ve bu dünya cennetidir. Kısas vardır, ama kısasın hafifleticisi vardır o da afvdır. Burada afv olmadığına göre eğer hafifletici sebep varsa o zaman onun cezası müebbet hapis olmalıdır.

Burada ‘müebbet’ sonsuz demek değildir, çünkü insan ömrü sonsuz değildir. Âhiretin ebedisi de en uzun ömürdür. Cehennemin ömrü doluncaya kadar orada kalırlar demek olabilir. Yahut orada da insan için ölüm vardır, ondan sonra cennete gitme vardır. Onun için müebbeden cehennemlik olunur demektir.

Şirkin en uzun cezasını 500 yıl kabul ediniz. Demek ki oradakilerin ömrü 500 yıldır. enedlikdirler demek, 500 yıllıktırlar demek olur. Yahut cehennem ömrü 1000 senedir. Ondan sonra cehennemin kıyameti gelir, oradakilerin hepsi çıkarılmış olur demek olur. Şimdi “cehennem” kelimesini dünya cehennemi olarak düşünebiliriz. Bu sebepledir ki “Nâr-ı Cehennem” deyince âhiret cehennemi kastedilmektedir.

Hakiki manâ ile mecazi manâyı Kur’an böyle tavsiflerle ayırır.

خَالِدًا فِيهَا (PaLiDan FıyHAv)  “Orada hâliddirler.”

Oradan çıkmazlar, ölünceye kadar hapis veya sürgün olarak kalırlar.

Buna dünya cehennemi manâsını vermemizin sebebi vardır. Bundan sonra âhiret azabından ayrıca bahsetmektedir. Demek ki bu azap dünya azabıdır. Matuf matufun aleyhten farklıdır.

Peki, bu dünya hayatında sürgün hapsine gönderilirse, oranın hukuki statüsü nedir? Tevrat’ta bunun tasvirleri vardır. Biz bunu cehennem hayatına benzetebiliriz. Bir defa oradan çıkamayacaklar. Çıkmak isterlerse iade edilirler. Ama cennettekiler özel ateşe dayanıklı elbiselerle oraya gidip dolaşabilecekler ve onlarla görüşebileceklerdir. Çünkü “Meştehet enfusuhum/ Canları ne isterse” onu yapabilmektedirler. O halde sürgün sitelerine dışarıdakiler girebilir, orada yaşayabilir, hatta çalışabilir ama oradakiler çıkamazlar, orada hâliddirler.

وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ (VA ĞaWıBa elLAHu GaLaYHi)  “Allah ona gadab etti.”

Demek ki hapis sitelerinde topluluğun koyduğu kurallarla eziyet yapılır, yani işkence de yapılabilir. Yalnız işkencenin şekli şeriatta belirlenmiş olacaktır. Haftada bir gün 24 saat aç bırakmak, hücreye kapatmak, sopa vurmak, soğukta veya sıcakta titretmek gibi. Bu bugünkü hapishanelerde hücre hapsi olarak geçmektedir.

Kur’an’ın buradaki kasdı dünya cehennemi olmasa bile; biz eğer hapishaneyi meşru göreceksek, kıyas yoluyla cehennemin hükümlerini uygulamamız gerekir.

وَلَعَنَهُ (Va LaGaNaHu)  “Ve lânet etmiştir.”

Dışlamıştır. Lânet, dışlamaktır.

Kur’an’ın cezalarından biri de dışlamadır. ‘Hapishaneye girip görüşülebilir’ dedimse de, bu yalnız eşi ve çocukları için böyledir; anne ve babası için böyledir. Yani, en yakın vârisleri için böyledir. Yoksa herkes oraya gider, orada kalır, istediği zaman görüşür anlamında değildir. Nitekim Hazreti Peygamber savaşa katılmayan üç kişiye dışlama cezasını vermiştir. Ailelerinden başkası onlarla görüşmemiştir.

Burada sayılan üç ceza da dünyevi ceza olabilir. Bu ceza ancak Allah ve resulü ile muharebe edenlere verilen cezadır. Kişilere karşı işlenen suçlarda kısas ve diyet hükümleri vardır. Hırsızlıkta kol kesme, zinada 100 sopa vardır. Bunların dışında asla en küçük ceza artırımı yapılamaz ve bundan dolayı dışlanamaz, topluluk içinde yerlerini korurlar Çünkü onlara verilen ceza hukuk kurallarınca verilen cezadır. Oysa devletin silahlı gücüne karşı gelmek, devletiyle savaşa girmek demektir. Onun en hafifi nefydir. Cehenneme nefydir diyebiliriz.

Kur’an’da her şeye çözüm aramamız gerekir. Bu da ancak kıyas yoluyla ve kelimelerin anlamlarını uygun bir şekilde tanımla olabilir. Uygarlık gelişince böyle yeni çözümler üretme zorunluluğu ile karşı karşıya kalınacaktır. Bin sene sonra bizim hiç aklımıza gelmeyen manâlar onlara çok açık olarak görünecektir. Her bin yıllık uygarlık Kur’an için kâmil mucizeler olacaktır.

وَأَعَدَّ لَهُ (Va EaGadDa LaHUv)  “Ve ona i’dad etmiştir.”

“Ona hazırlamıştır” deniyor. Demek ki öbürleri şimdi uygulanmakta, şimdilik tatbik edilmektedir. Bu ise ilerisi için hazırlanmış bulunmaktadır. Hazırlanmış azap bu dünya azabı olamaz, çünkü dünyada hâlid kalmayacaklar. O halde hazırlanmış azap âhirette uygulanacaktır.

“Lehu Azaben Azimen” olsaydı, bunu da dünya azabından sayabilirdik. “Haliden Fîyha” olmasaydı, son olarak uygulanacak ceza diyebilirdi. Eğer “Azab” marife olsaydı, toplulukça belirlenmiş ve hazırlanmış bir ceza olarak düşünebilirdik. Demek ki buradaki azap âhiret azabıdır, âhiret için hazırlanmıştır.

عَذَابًا عَظِيمًا(93) (GaÜABan GaJIyMan)  “Azim azab”

Kur’an azabın vasıflarını saymaktadır. Aşağıda azabın çeşitlerini anlatacağım.

اليم : Elim, sıkan ayakkabının verdiği sıkıntıdır. Elleri kelepçelemek veya zincire bağlamak bu tür bir cezadır.

Kalıcı değil, geçicidir.

الهون : Doğum sancılarının verdiği sıkıntıdır. Saçını yolmak, belki de dişini çekmek bu tür bir cezadır.

Kalıcı değil, geçicidir.

بئيس : Kötülük demektir. Sopa vurmak bu tür cezalardandır. Geçicidir.

السموم : Zehirlemek demektir. Acı veren iğne yapmak demektir. Kısırlaştırmak da buraya girer.

Kötü yemekler vermek de bunlardandır.

صعد : Yokuş demektir. Ağır işte çalıştırma cezası buraya girer.

 نكر: Bilinmeyen bir cezadır. Hakim yapılan fiile göre uygun herhangi takdir ettiği bir cezayı verebilir.

Mesela, derse çalışmayan öğrenciyi hafta tatilinden mahrum etmek gibi.

 رجز: Pislik demektir. Kişiyi kötü şartlar içinde, pislikler içinde çalıştırmak veya yatırmak.

الخزي : Utandırıcı bir teşhir yapmak. Eşeğe ters bindirip dolaştırmak, yerde süründürmek bu tür cezalardır.

جهنم : Fırın demektir. Sıkıntı veren bir sıcaklıkta kişiyi koyup orada bekletmek.

النار : Ateş demektir. Ateşin karşısına koyup kızartmaktır. Dönerek kendisini yanmaktan korur.

 الحريق: Dağlamak ve yakarak yara açmak demektir.

الحميم : Sıcak hamama koyup hapsetmek demektir.

السعير : Müshil ilacı verip ishal yaptırmak demektir.

مقيم : Mukim, hapsedilen bir yerde durmaya zorlayan cezalardır.

الخلد : Kol kesme gibi kalıcı cezalardır.

مستقر : Müstakar, sürekli olan cezalardır. Sürgün hapis, zincire vurma bu tür cezalardır.

Bunlar ceza çeşitleridir. Bucaklar ceza kanunlarını yaparken bu tür cezalar koyabilirler.

قريب : Karib, suçun işlendiği yerde hemen ibret olsun diye verilen cezalardır.

 واقع: Vaki’, sonuçları ileride ortaya çıkacak cezalardır. Kişinin mirastan mahrumiyeti böyle cezalardandır.

Şahitliğin kabul edilmemesi böyle cezalardandır. Sürgün de böyledir.

واصب : Vâsıb, isabet eden demektir. Hemen icraya konan cezalarıdır. Kol kesme, dayak, sopa böyledir.

قبلا : Kubulen, önceden çektirilmiş cezadır. Fiil işlenmeden bir kimseye haksız yere yüz sopa vursak, sonra da bu kişi zina yapsa, acaba bu ceza ona karşılık mahzuf edilebilir mi? Yahut bir kimse suç işledikten sonra söyletmek için atılan sopalar cezaya mahzuf edilebilir mi? İşte bu kubulen cezalardır.

مدا : Medden, uzatılmış cezalardır. Soruşturma yapılırken gösterdiği direnmeler veya icra ederken çıkardığı zorluklar. Bugünkü şartlar içinde ceza uzatılabilir mi? Daha geç terhis edilebilir mi? Bunlar da med cezalardır.

الادنى : Ednâ. Her cezanın bir asgarisi vardır. Bir kimse bir kuruşa mahkum edilemez çünkü icrası mümkün değildir. Sopa cezaları da ancak sekseni yarılama suretiyle eda edilen en az b b kamçıdır. Böylece her cezanın asgari miktarı vardır. Ceza kanununu hazırlarken bundan daha aşağı ceza verilemez. Bu hakimin takdirine bırakılmış eden adğilir.

 الاكبر: Ekber. Her cezanın bir de üst limiti vardır. Mesela, insana ikiyüz sopadan fazlası vurulamaz. Yine bu da bucaklarda ceza kanunları yapılırken nazara alınması gerekenlerdir. Hakimin takdirine bırakılan şey değildir.

ضعفا : Cezayı ikiye katlamadır. Yüz yerine ikiyüz sopa vurmak, yüz deve yerine ikiyüz deveyi diyet yapmadır. Miktar olarak artırmaktır.

شديد : Şedid, cezayı artırmadır. Kamçı ile vuracağımıza sopa ile vurmak teşdiddir. Dört yaşında yüz deve yerine, beş yaşında yüz deve teşdiddir. Sayı artmıyor, etkisi büyüyor. Hücre hapsi gibi.

غليظ Kaba demektir. Da’f ve şiddet bir ceza türündedir. Galiz ve azim ise ceza türündedir. Galiz cezalar işmekdiği zaman çok büyük eziyet olur, ama sonra etkisi kalmaz. Sopa galiz cezadır.

عظيم : “Azîm ceza” demek, şiddeti ve kötülüğü ömür boyu süren ve artık sırtından atamadığı cazadır. Kol kesme böyledir.

Biz size “azîm azabı” anlatabilmek için Kur’an’daki “azab” kelimesini taradık ve tasnif ettik. Böylece azim azaba bir manâ verebildik. Aynı zamanda ceza kanununun nasıl yapılacağını da göstermeye çalıştık.

Bir de “İkab” gibi azap ile eş kelime vardır.

İkab, kovalama, tutuklamadır. Polisiye cezalardır. Askeri düzenle ilgilidir.

Adil Düzende Çalışanların Kur’an’ı anlamak için daha ne kadar çalışmaları gerektiğini sadece bu “AZAB” kelimesi bile bize açıkça göstermektedir.

 

غير مردود : Gayri merdud, affedilemeyen cezalardır. Bugün anayasamız bu cezalarla doldurulmuştur.

مشتركون :Müşterek suçlara verilen müşterek cezalardır. Tehcir böyle bir cezadır. Diyetler böyledir.

دون ذلك : İstihsan yoluyla başka cezalar da konabilir.

 سوء : Sû’, bedene yapılan kalıcı cezalardır.

 كلمة : Sözle yapılan kınama cezalarıdır.

سوط : Bedene yapılan kalıcı olmayan cezalardır.

فوق : Fevk, rütbe tenzilidir. Üstlerin astlara verdiği cezadır. Astları üst yapma da cezadır.

يوم اكبر : Yevmi ekber, Kurban Bayramı gibi en çok kalabalığın toplandığı gündür. Ceza o gün uygulanır.

: يوم محيط Bütün çevre halkının katıldığı gündür. Cuma günüdür. O gün ceza uygulanır.

يوم عظيم : Tazdilken gündür, kadir gecesidir. Rütbe tenzil cezaları o gün uygulanır.

: يوم الظلة Zulle günü cenaze günüdür. O gün cenazesi kılınmaz.

يوم عقيم : Savaşın bittiği, savaşın tasfiye edildiği gündür. Soykırım böyle yapılabilir. Erkekler öldürüleceğine hadım yapılır. Bu da topluluğa verilen cezadır. Onların erkek çocukları Müslümanların kızları ile evlendirilir, hadım yapılmaz.

 يوم القيمة: Kıyamet yevmi âhirette ilk kalkış günüdür. O günkü cezalar cehennem cezalarından da farklıdır.

الاخرة : Âhiret. Kur’an bir taraftan dünyayı anlatırken, diğer taraftan âhiret hayatını da anlatmış olur. Benzerdir ve daha üstündür. ‘Orada ölüm yoktur’ dediğimiz zaman, dünyadaki ölümle bu cümleyi anlamış oluruz. Diğer taraftan âhireti anlatırken de dünyada bizim ne yapacağımızı öğretir. Allah böyle cezalar vermektedir; o halde dünyada da bizim buna benzer cezalar uygulamamız gerekir diye anlarız. İbret almak budur.

 

Kimler ceza verebilir ve yasak koyabilir?

الله Allah : Cezayı koyan Allah’tır. O’nun halifesi olan topluluktur. İcma ile bir ceza konur.

  Topluluğun sözleşmesinde yer alan cezalar bucakta uygulanır.

 ربكMürebbi : Terbiye edenin verdiği cezalardır. Bunlara disiplin cezaları diyoruz. Öğretmenin öğrenciye, komutanın askere, bucak başkanının halkına, diğer başkanların üyelere uyguladıkları cezalar vardır. Kişi cezayı kabul edip kalma veya cezayı reddedip gitme hakkına sahiptir. Ama ‘hayır, ben hem senin öğrencin kalacağım, hem bana tek ayak üzerine durma cezasını veremezsin’ diyemez. Bucak başkanının ta’zir cezaları da böyledir. Ya başkanın verdiği cezayı kabul edecek yahut orasını bırakıp gidecektir.

رحمن Rahmân : Anne babanın çocuğu üzerinde uyguladığı cezalardır. Çocuk bu cezayı reddedemez. Zalim baba veya anneye karşı, varsa çocuğun diğer akrabaları hakemlere gider ve velayet hakkını hakemlere düşürtebilirler. Ama velinin çocuğunu dövmesine başkaları mâni olamaz.

عنده İndinde : Yani, Allah’ın indinde verilen cezalar vardır. Bucak meclisi istişare sonunda kişiye muhakemesiz doğrudan ceza verebilir. Bunun en büyüğü sürgündür. Bugün idam cezaları meclisin onayına bırakılmıştır. Bu Allah’ın indinde bir cezadır.

***

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Ey îman etmiş olan kimseler.”

Kur’an’da emirler iki çeşittir. Nâsa verilen emirler vardır; “Ey nâs” diye hitap ederek verilir. Yahut “Ey iman eden kimseler” diye hitap eden emirler vardır. “Ey iman eden kimseler” cihat eden müslimlerdir. Nâs ise ehl-i harb değilse cihat etmeyen müslimlerdir. Cizye ehlidir.

‘Amden katl’ savaş hükümlerine tâbi olduğu için hemen arkasından savaşa ait hükümler getirmiştir. Burada savaşın nasıl yapılacağına ait değil de, savaşın kimlerle yapılacağı ile ilgili hükümlerdir.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda ‘savaşa girebilmek için hakem kararları gerekir’ diye yazılıdır. Askeri düzen hukuk düzenine tâbi değildir, ama savaşa başlamak için hukuk düzenine göre karar alınması gerekir. Yoksa herkes kendisini haklı görür ve saldırır. Buna eşkıya diyoruz. Devletin eşkıyadan farkı, devletin kurallara ve hakem kararlarına uymasıdır. İlk anda zaman bulamaz veya uymaz.

Mesela, askeri müdahale zorunlu olur. Ama 1960 ihtilâlinden sonra ne yapılacaktı? Anlatayım:

Başbakan Menderes bir hakemi, Cemal Gürsel bir hakemi, o hakemler de baş hakemi seçmeliydiler. Bu hakemler müdahalenin yerinde olduğuna karar verirse ve suçlu bulursa o zaman asılabilir, o zaman Gürsel iktidarda kalabilirdi. Yoksa, iktidardan giderdi. İçtihadındaki hatadan dolayı cana etki etmediğinden asılmazdı. Ben baş hakem olsaydım müdahaleyi haklı bulurdum. Ama cezalandırılmalarını haklı bulmazdım.

 

إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (EiÜAv WaRaBTuM Fıy SaBiLi elLAHı)  “Allah’ın yolunu açmak için kazmayı vurduğunuzda. Topluluğa ait yolları yapmak istediğinizde.”

Bu yola maddi yol denir; kara, deniz ve hava yolu olabilir; su, elektrik, gaz ve kanalizasyon yolu olabilir. Kamu yararınadır diye oturduğun yerden karar verilemez. Bu SİT alanıdır, burası ormandır, burası tehlikelidir diyemezsiniz. Bunun için mahkeme kararını almanız gerekir. Beraatı zimmet esastır. Ben yaparım, o mahkemeye versin olmaz. Mahkeme karar aldıktan sonra bunların mülklerinde tasarruf edersiniz.

Bu “sebilullah” maddi yollar olabileceği gibi hukuk düzeni de olabilir. Şeriata, kanunlara uymayan kimseleri tecziye olabilir. “Li cihadin” demek olur. Bu anlamda Kur’an’da geçmektedir. O kadar ki, hakiki manâsı unutulmuştur bile. O zaman savaşmak için yola çıktığınızda demek olur.

فَتَبَيَّنُوا (Fa TaBayYaNUv) “Tebeyyün edin.”

Tebeyyün etmek” demek, ispat etmek demektir. Şahitler bulursun, karşı tarafın neler yaptığını tesbit edersin. Bu tebeyyündür. Hakemler ise cezasını takdir ederler. O da tebeyyündür. Arapçada, Kur’an’da ve fıkıhta beyyine demek şahitli ispat demektir. Açık ifade ile hakem kararlarını almaktır.

İleride ispat etmek ve haklı çıkmak şartıyla, vakit kaybetmemek için hakem kararları almadan da hareket edebilirsin. Bunun için “tebeyyün edin” emri verilmiştir. Kendiniz kanıtlayın. Yoksa savaşı düşman başlatırsa, beklerseniz, mahvolup gidersiniz. Savaşı onların başlattığını ispat etmek zorundasın demektir Yani, sonradan da olsa hakem kararları gerekir.

ABD’nin hâlâ hakemlere gidip Saddam hakkında haklı olduğunu ispat etme durumu vardır. Bu takdirde Saddam azledilmiş olur, o da savaş tazminatını almış olur. Ya da Saddam gider oturur, bu sefer ABD savaş tazminatını alır. İşte bu ‘son söz yargının’ demektir.  

وَلَا تَقُولُوا (Va Lav TaQUvLUv)  “Kavletmeyin.”

İslâmiyet’e göre herkesin kişiliği vardır. Davacı ve davalı olur. Herkes birbirini tanımak zorundadır. Ben seni muhatap kabul etmem diyemez. Herkese karşı herkes dava açabilir. Şahsan veya vekili aracılığı ile muhatap olmak zorundadır. Ben sana cevap vermiyorum olamaz. Mahkemelerde bu durum sıkı bir şekilde takip ediliyor. Gününde cevap vermedi mi, cevap vermemiş, kendisini savunmamış olur ve mahkum edilir.

Devlet daireleri için de aynı şey sözkonusu olmalıdır. Hattâ bugün noterlerin ihtarları cevaplandırılmak zorundadır. Bu ağır külfetten insanları kurtarmak için evrak hizmetlerini yapan bakanlık ihdas edilmektedir. Onun adına onun beyanlarını yazılı hâle getirip karşı tarafa cevap verilmektedir. İcaz için yazılar yazıyorsa, hakemlere gidilir. Hakemlerin bunun hitaplarına cevap verme mükellefiyeti yoktur. Mahkemeye karşı taraf gelmez ve gelmeyenin lehine ne ise karar ona göre verilir.

لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمْ السَّلَامَ (LiMaN EaLQAv EıLaYHuMu elSaLAMa)  

“Size selâmı ilka edene”

“Size selâmı ilka edene demeyiniz” deniyor. “Selâm” demek, ben savaş değil barış istiyorum demektir. İlk karşılaşıldığı zaman selâm verebilir. Yahut savaşırken ‘selâm’ diyebilir. Her ne zaman olursa olsun, ‘selâm’ dediği anda savaş durur, mübareze durur. Hakemlere gidilir. Hakemler gerekli kararı alırlar. Selâm, ben hakemlerin kararlarına razıyım demektir. Hakem kararlarına razı olana karşı savaş caiz değildir.

لَسْتَ مُؤْمِنًا (LaSTa MuEMıNan)  “Sen mü’min değilsin demeyin.”

Müslimler silah taşıyamazlar, sadece mü’minler silah taşıyabilirler. Çünkü müslimler cizye vererek savunmalarını mü’minlere bırakmışlardır. O halde silahlı olarak karşılaştığımız kimse ya mü’mindir, ya da müslimdir. Müslim ise onunla savaşmak hakkımızdır. Ancak Kur’an bunu da reddediyor.

Silah taşımış olmak savaşma sebebi değildir. Bizim kimseye “müslim değilsin” deme hakkımız olmadığı gibi, kimseye “mü’min değilsin” deme hakkımız da yoktur. O anda müslim olmuş olabilir, o anda mü’min de olabilir. Çünkü her müslim her zaman mü’min olabilmektedir.

Burada bunlara işareten “sen müslim değilsin” demedi de, “sen mü’min değilsin” demiş oldu.

Ülke içinde “müslim” iken cizye verirken, silah taşımaya başlarsa artık “mü’min” statüsüne girer ve mü’minlere ait külfeti yüklenmiş olur.

تَبْتَغُونَ (TaBTaĞUvNa)  “İbtiğa ederek.”

İbtiğa emek” aramak, araştırmak demektir. Elde etmek için faaliyete geçmek demektir. Müteşebbis olmak demektir. Savaş sadece savunma için meşrudur. Fitnenin ortadan kalkması için meşrudur.

Savaş bir kazanma aracı değildir. Canlılar birbirlerini yiyerek yaşarlar. İnsanlar da çapulculuk yaparak yaşar durumda değildir. O sebepledir ki insan eti insana yaramamaktadır.

Savaş ekonomik çıkarlar için yapılmaz. Savaş güvenliğin sağlanması içindir. Savaş eşitler arasında yapılmaz. Savaş hakemlerin kararlarına uymayanlarla, hakemlerin kararlarını uygulayanlar arasında yapılır. Mikroplarla akyuvarlar arasındaki savaş benzeridir. Akyuvarlar mikropları yiyerek yaşamazlar. Mikroplar hücreleri yiyerek yaşarlar.

Savaşın sonunda elde edilen ganimet helaldir. Çünkü kazananlar düşmanın elinden mallarını almak zorundadır. O malları kime verelim? Yoksa ganimet için savaş meşru değildir. Petrol için savaşmak kimsenin hakkı değildir. İnsanlar ekonomik dayanışma içinde evrenden yararlanarak yaşayacaklar. İnsanlar çıkar paralelliği içinde ekonomik düzenlerini kurarlar.

Bundan dolayıdır ki çıkar paralelliği olan kâr helaldir. Çıkar çatışması olan faiz ve kumar haramdır.

عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا (GaRaWa eLXaYAvTa elDuNYA)  

“Dünya hayatının arazlarını ibtiğa ederek.”

Dünya hayatının arazları vardır. Mesela açlık böyledir, elbise böyledir. Dünya hayatının matlubu ise âhirettir. Dolayısıyla arazlarınızı savaşla gidermeyin. Matlup olan âhirete hazırlıklı gitmek için ekonomik kazançları ve ekonomik çıkarlarınızı bütün insanlarla çıkar paralelliği içinde paylaşınız.

Yeryüzü insanlığındır. Bütün insanlar birlikte değerlendirip yaşayacaklardır. Âyet bize savaşın meşru sınırını çizmiş, onun dışındaki bütün çıkarları savaş dışında bırakmıştır.

فَعِنْدَ اللَّهِ (Fa GıNda elLAHı)  “Allah’ın indindedir.”

Yukarıda Allah’ın sebilinden bahsetmiş, burada “Allah’ın indinden” bahsetmektedir. Sebil topluluğa giden yoldur. “İndellah” ise kendisidir. Savaş topluluğun korunması için araçtır. Ekonomik kazançlar ise yolunda değil kendisindedir. Yani, bizzat topluluk ve bütün insanlar birlikte çalışarak kazanarak yaşayacaklardır. Gümrükler bunun için yoktur. Malların hapsi yoktur. İhracat ve ithalata sınır koyma yoktur.

Bu âyetleri okuduğunuz zaman anlayarak okuyun, iktidar olduğunuz zaman unutmayın. Gümrüklerden daha fazla nasıl gelir temin ederiz diye düşünmeyin. Gümrüksüz nasıl ithalat ve ihracat yaparız diye onu düşünmelisiniz. Uluslararası siyasi ilişkileri para çıkarlarına dayatmamalısınız. IMF çok yararlı olsa da onun dediklerini yapmak zulmün tâ kendisidir. Çünkü siyaseti ekonomiye karıştırıyorsunuz. Din siyasete karışabilir, siyaset de dine. Ama ekonomi siyasete, siyaset de ekonomiye karışamaz. Geniş anlamda lâiklik budur.

مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ (MaĞANıMa KaÇIyRaTun)  “Kesir ganimetler.”

Ğanam” koyun demektir. Aynı zamanda zenginlik demektir. “M” “Ne”ye dönüşmüştür. Emekten fazlasının kazanıldığı mallar ganimet denir. Savaşta kaybettiğinizde yok oluyorsunuz, ama kazandığınızda da büyük servet ediniyorsunuz.

Kur’an ganimet için savaşı yasaklamıştır. Hattâ barıştan kaçınmayı da yasaklamıştır. Hakem kararlarına her zaman teslim olunmalıdır. Tarihte hep açlık korkusuyla savaş yapılmıştır. Toprak savaşı yapılmıştır.

Mustafa Kemal toprak savaşından vazgeçmiş, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesini koymuştur.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada artık toprak savaşı yoktur. Sadece silah fitnesi vardır Çünkü sanayileşme toprağı o kadar değerlendirmiştir ki artık toprak için savaş bitmiştir. Marx’ın meşhur nazariyesi iflas etmiştir. Bugün henüz toprakların ancak beşte biri ekilmiştir. Ekilen yerlerden de ancak beşte bir verim alınmaktadır. Sulama, sera, ilaç, gübre gibi teknolojilerin uygulanması ile verim beş misline çıkarılabilir.

Bu kara tarımı için böyledir. Denizler ise daha bâkirdir. Deniz tarımını yapmıyoruz. Bir de denizde ziraat alan içinde değil, hacim içinde yapılacaktır. İmkânlar bitmiyor…

Bugün uzayda tarım yapılabileceğini bilmekteyiz. Güneş Ay’dan 400 defa uzaktır. Ay da Yer’den 60 defa uzaktır, 2400 kadar uzaktadır. Alanlar arasındaki oran kareleri ile orantılıdır. Biz Güneş ışığından 5 milyarda bir kadar yararlanırız. Yani, her birimize birer dünya düşebilir.

Allah’ın bize sunduğu nimet burada da bitmez. Uzay hidrojen molekülleri ile doludur. Hidrojeni helyuma çevirsek, bizim için sonsuz imkân var demektir. O halde insanlar beslenmek için birbirleriyle savaşmak yerine, dayanışarak uzayın sırlarını öğrenip yararlanmalıdırlar. Bu âyet bize bunu öğretmektedir.

كَذَلِكَ كُنتُمْ مِنْ قَبْلُ (KaÜAvLıKa KuNTuM MıN QaBLu)  

“Siz daha önce böyle idiniz.”

İnsanlar toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarım, kentleşme, ticaret, işçilik gibi aşamalar geçirerek bugünkü seviyeye ulaşmışlardır. Ne var ki, uygarlık baştan Adil Düzene göre başlar. İnsanlar yeni uygarlığı savaş içinde değil, barış içinde kurarlar. Sonra hak medeniyetini kuvvet medeniyetine dönüştürürler. Çıkar çatışmasına girerler. İşte o zaman tebliğciler gelir ve insanlığı hak yola dâvet ederler. Hak düzeni tesis etmek üzere mü’minler cemaat olurlar. İşte onlar dünyaya adaleti getirirler. Görevleri yağmalamak değil, yağmacılığı ortadan kaldırmaktır. Kendileri yağmacı olmazlar.

Bugünkü uygarlık yağmacılık uygarlığıdır. Buharlı geminin keşfiyle başlayan Avrupa fetihleri dünyayı Avrupa’nın müstemlekesi hâline getirmiştir. ABD’de soykırımı yapılmış, eski dünyada da hanedana dayanan imparatorluklar yok edilmiştir. İki cihan savaşı, bu yağmalama savaşlarının ayyuka çıktığı bir durumdur. Ne var ki, her iki savaşta da kimse umduğunu bulamamıştır.

Sosyalizmin ve kapitalizmin felsefesi yağmacılıktır. Avrupa Birliği’nin dayandığı ilke de budur. Avrupa insan hakları, dünya insan hakları sözkonusu değildir.

İşte Adil Düzencilere hatırlatılan en önemli kural, ekonomiyi savaşa dayandırmayınız. Dış borca dayanan bir ekonominin sonu istila ve devletin yıkılması ile sona erer.

فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ (FeMenNe elLAHu GLeYKüM)  “Allah size minnet etti.”

Allah size minnet etti, sizi memnun etti de size Adil Düzeni öğretti. Artık savaşı ve siyaseti geçinme aracı yapmayın. Kamu mallarına dayanarak ekonomilerini düzeltenler sömürenlerdir ve onlar siyaseti ekonomik çıkarları için yapıyorlar.

Akevler 1967 yılında kuruldu, kamudan bir kuruşluk kredi veya yardım almadı. Hep ortaklar kendi imkanları ile başardılar. Siz buna riayet etmelisiniz. Bir yerden yardım veya kredi beklemeyiniz. Kendiniz çalıştığınız takdirde Allah birçok ganimetleri size verecektir.

Boğazlarından haram geçirenler sonra patır patır dökülüyorlar. III. bin yıl uygarlığı, II. Ku’ran uygarlığı halk uygarlığı olacaktır. Bu uygarlığı sermaye babaları değil, halk kendi imkânları ile oluşturacaktır.

Bakınız, bugün devlete dayanmayan hiçbir işetme yaşayamıyor. Ama sonra da helâk olup gidiyorlar. Devlet para dağıtan bir yer değildir. Devlet hizmet yapıp vergi alan bir kurumdur.

فَتَبَيَّنُوا (FaTaBayYaNUv)  “Tebeyyün ediniz.”

Allah’ın sebilinde arza darbettiğinizde tebeyyün ediniz dedi. Hakem kararına gerek olduğu ortaya çıkmıştır Bu savaşın başlaması için hakem kararına ihtiyaç vardır. Barış talebi hâlinde de tebeyyün istenmektedir. “Ve”den sonra “Fa” gelmiştir. Çıktığınızda tebeyyün gerekir, savaşı başlatma hakem kararlarına dayanacaktır. Savaşın bitmesi hâlinde de tebeyyün için yargı denetimi vardır. Olay şöyledir.

Komutan gerekli kararları alarak savaşı bitirir. Savaşan ordu dağılır. Komutan haksız ve yetkisiz kararlar almışsa, mağdur olanlar hakemlere giderek haklarını isteyebilirler. Mesela, öldürmeye ancak tekrar savaşa devam edeceklerse karar verilir. Fitneyi önlemek için savaşan esirlerin öldürülmelerine karar verilebilir. Böyle olmadığı sabit olursa, savaş bittikten sonra mahkemeye verilir, akilesi tazmin eder. İkinci tebeyyün budur.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ (EınNA elLAHa KavNa)  “Allah şöyledir.”

Burada “Allah” Kâinatı var eden kimsedir. O her şeyi bilir demektedir. Yani, içiniz ayrı dışınız ayrı ise Allah bilmektedir. Ama sonda nekire geldiğini kamu dvelyt bir dnemekdtir.  

Savaşta alınan kararlar ve yapılan işler kayda geçirilir. Savaş bittikten sonra arşive teslim edilir. Böylece savaş tarihi yazılır. Bunun içindir ki “İnsanlık Anayasası”nda 25 genel hizmetin hepsi kayda dayanmaktadır. Bu kayıtlar da arşivlere gider. Evrak, envanter, zimmet muhasebeleri ve tapu kayıtları bu hizmetleri yapmaktadır.

بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا(94) (BıMav TaGMaLUvNa PaBIyRan)  

“Amel ettiklerinizden haberdar bulunmaktadır.”

Amel” bedenle yapılan işlerdir. E’fâli kulûb olur, âmali kulûb olmaz. Demek ki amelin birinci vasfı bedenen yapılmalıdır, hem de eşya üzerinde yapılmalıdır. Başkasının bedeni üzerindeki tedavi bile amel değildir.

Amelin başka bir özelliği de kasden yapılmasıdır. Yani, bir şeyi önce tasarlayacaksın, sonra yapacaksın. Yani, kasıtlı ve eşya üzerinde veya insan üzerinde yapılan fiillerdir. Savaşın kendisini amel olarak görmesek bile, -çünkü insan üzerinde yapılmaktadır- ondan elde edilen ganimetler üzerindeki işlem ameldir.

İki türlü düzen vardır. İzinli sistemdir. Merkezi planlama vardır. Her türlü işler orada planlanır. Merkezi görevlendirme sistemi vardır. Kişiye sen bunu şöyle yap denir, o da yapar. Buna ‘sosyalizm’ denmektedir. Bir diğeri de merkezin hiçbir ilişkisi olmadan herkes kendi istediği ve düşündüğü işleri kendisi yapar. Çıkarına göre onu değerlendirir. Böylece serbest düzen ortaya çıkar. Batılılar buna ‘liberalizm’ diyorlar.

İslâmiyet bu iki sistemi de kabul etmez. Kişi bütün işleri tam liberal sisteme göre yapacaktır. Kimse kimseye emretmeyecektir. Yanlış yaparsa sonra hakemlerin önünde hesap verecektir. Ama kişi yaptığı her şeyden devleti haberdar edecektir. Bunun için dört adet kayıt merkezi oluşturulmuştur.

Bunlardan biri nüfus genel müdürlüğüdür. Bugün varolandan çok farklıdır. Kişiye gelen her türlü belgeler orada onun dosyasında saklanır. Kişinin gönderdiği bütün belgeler orada saklanır.

Benzer şekilde tapu hizmetleri vardır. Taşınmazların, hattâ araba ve ineklerin sicilleri tutulur.

Bir de kişilerin birbirine borçlanmaları kaydedilir. Bildiğimiz genel muhasebe kayıtlarıdır.

Envanter muhasebesinde eşyanın hareketi takip edilir. Böylece her şeyden haberdardır.

Gümrük yoktur. Ama bir kamyon hangi malı nerede yüklenmişse formunu doldurur, envanter muhasibine verir. Böylece ücretsiz olarak o mal sigortalanmış olur. İndirdiğinde aynı belge doldurulur. Böylece bedel ve hiçbir matrah konu olmaksızın bütün hareketler kaydedilmiş olur.

Devlet vergiyi üreticiden alır. Bir defa alır, sonra mal nereye giderse gitsin artık vergi alamaz.

İnsanın hareketleri de böyledir. Kişi istediği yere gider ve dolaşır. Ne pasaport ne de vize vardır. Parmak iziyle çalışan Akbil benzeri kartlar vardır. Her açtığı kapının numarası orada kaydedilir. Haftada bir doldurulurken o bilgiler bilgisayarlara alınmış olur. Açılan kapılarda da kayıtları vardır.

İşte “Habiren” kelimesi bunun için nekiredir.

“Adil Düzen”e şeffaf liberalizm diyebiliriz. Devlet her şeyden haberli ama asla müdahale etmez, hakemlerden oluşan bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı denetiminde düzen çalışır.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3288 Okunma
2-NİSA 6-10
2274 Okunma
3-NİSA 11-12
5726 Okunma
4-NİSA 13-17
2007 Okunma
5-NİSA 18-22
1955 Okunma
6-NİSA 18-22
1641 Okunma
7-NİSA 23-24
4698 Okunma
8-NİSA 25-30
2063 Okunma
9-NİSA 31-35
3478 Okunma
10-NİSA 36-40
2150 Okunma
11-NİSA 41-46
2393 Okunma
12-NİSA 47-56
2251 Okunma
13-NİSA 57-62
2113 Okunma
14-NİSA 63-70
1960 Okunma
15-NİSA 71-76
2461 Okunma
16-NİSA 77-80
2052 Okunma
17-NİSA 81-87
2264 Okunma
18-NİSA 88-91
2182 Okunma
19-NİSA 92-94
2149 Okunma
20-NİSA 95-101
2030 Okunma
21-NİSA 102-106
2245 Okunma
22-NİSA 107-113
2201 Okunma
23-NİSA 114-116
2575 Okunma
24-NİSA 117-125
2172 Okunma
25-NİSA 126-130
2025 Okunma
26-NİSA 131-137
1986 Okunma
27-NİSA 138-143
2140 Okunma
28-NİSA 144-152
1999 Okunma
29-NİSA 153-158
2060 Okunma
30-NİSA 158-162
2445 Okunma
31-NİSA 163-170
2123 Okunma
32-NİSA 171-175
2259 Okunma
33-NİSA 176
3245 Okunma

© 2024 - Akevler