NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2052 Okunma
NİSA 163-170

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَوْحَيْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَعِيسَى وَأَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهَارُونَ وَسُلَيْمَانَ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا(163)

وَرُسُلًا قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَرُسُلًا لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا(164) رُسُلًا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ لِأَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(165) لَكِنْ اللَّهُ يَشْهَدُ بِمَا أَنزَلَ إِلَيْكَ أَنزَلَهُ بِعِلْمِهِ وَالْمَلَائِكَةُ يَشْهَدُونَ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(166)

*

إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ (EnNAv EaVXaYNAv EiLaYKa)  “Biz sana vahyettik.”

Buradaki “Biz” Allah’tır. Yani; Allah bana vahyetmiştir, sana vahyetmiştir. Bu vahyi doğrudan doğruya yapmamış, arada resulleri görevli kılmıştır. Ses ve harften ayrı söz olan Allah’ın kelamını Cebrail ve diğer melekler Arapça’ya tercüme etmişlerdir. Cebrail Allah’ın tasdikini aldıktan sonra Hazreti Muhammed’e gelmiş ve ona okumuştur. O da arkadaşlarına okudu. Onlar da ezberlediler ve yazdılar.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm öldükten sonra arkadaşları onu topladılar ve okudular. Sonra gelenler onu yorumladılar. Böylece bu Kur’an bana ve sana Allah tarafından vahyolundu.  

İşte aracılarla bize vahyettiği için “İNNΔ demiyor da “İNN” diyor. Çünkü görevlilerle bize iletmiştir.

Buradaki “SEN”in ilk muhatabı Hazreti Muhammed’dir. Ondan sonra bütün mü’minler muhataptır.

EVHAYN” ile “ENZELN” arasındaki fark; inzâl, ona inanmış olsun veya inanmış olmasın, okuyan herkesi muhatap alır. Oysa “evhayna” yani “vahiy” yalnız ona inanan kimseyi muhatap alır.

İnzâl lafızlarla olur. Vahiy ise manâsı ile olur.

كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ (KaMAv EaVXaYNAv EıLAv NUvXın)  “Nuh’a vahyettiğimiz gibi.”

Allah Hazreti Adem’i yaratmış ve Hazreti Nuh’a kadar birçok peygamberler göndermiştir. Bunlardan Hazreti İdris’in adı Kur’an’da zikredilmektedir. Onlarda resullük ve nebilik birbirinden ayrılmamıştır.

Bunlar kabilelerini yazılı kurallarla değil, doğrudan doğruya babanın aileyi yönetmesi gibi yönetiyorlardı. Her kabile reisi bağımsız yönetici idi. Henüz kabileler (bucaklar) birleşerek üst kuruluşlar, şa’b (il) ve kavimler (devletler) oluşmamıştı. İlk defa Mezopotamya’da siteler oluştu ve kademeli yönetim ortaya çıktı. Şekiller yazısı ile kurallar yazıldı ve yönetim o kurallara dayandı. Bu kurallara “şeriat” dendi.

Ne var ki bunlara yazılı metinlerden çok, sünnet benzeri vahiyler vahyedilmiştir. Lafzı değil, manâsı vahyedilmiştir. Kitabın inzâli ise Hazreti Musa ve Hazreti Davut ile başlamıştır. Hazreti İsa’ya İncil gelmiştir. Doğudakilere ise Furkan gelmiştir.

وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ (Va elNaBiyYIyNa MıN BaGdıHIy)  “Ve kendisinden sonraki nebilere.”

Mezopotamya Medeniyeti Hazreti Nuh ile başlamış, ondan sonra Hazreti Hud, Salih, Lut, Şuayb (aleyhimüsselâm) gibi İsrail oğullarından olmayan nebiler gelmiştir. Bugün yapılan kazılarda insanlığın ilk ve tek olan medeniyetinin Mezopotamya’da doğup geliştiğini biliyoruz. Evet, Kur’an ve Tevrat bunu teyid etmekte ve medeniyetin peygamberler vasıtasıyla oluştuğu bugün ilmen sabit olmaktadır.

Nebiler” marife olarak getirilmiş olduğundan, burada bahsi geçen nebiler Kur’an’da adı geçen Mezopotamya peygamberleridir. Burada “Ve Evhaynâ” kelimesi tekrar edilmemiştir. Çünkü o vahiyler bir medeniyeti birlikte oluşturmuştur.

وَأَوْحَيْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ (Va EaVXaYNAv EıLAy İBRAvHIyMa)  “Ve İbrahim’e de vahyettik.”

Hazreti Nuh’un uygarlığı bir kavim uygarlığıdır. Sümerler ve Akatlar’ın oluşturduğu uygarlıktır.

O devirlerde dünyanın her tarafına yayılmış olan insanlar hâlâ göçebe hayatını yaşıyorlardı. Yazıları yoktu ve şeriat düzenini kurmamışlardı.

Bunları kopya ederek Mısır’da, Anadolu’da, İran’da, Hindistan’da ve Çin’de uygarlıklar oluşmakta idi. Hattâ kuzeyde Moğollar, Türkler, Slavlar ve Germenler göçebe uygarlığına doğru adımlar atmakta idiler.

Hazreti İbrahim” ile yeni bir uygarlık başlatılmıştır.

Bu uygarlık görevi Hazreti İbrahim’in ailesine verilmiştir. Ama bu uygarlık insanlığın uygarlığına hazırlık şeklindedir. Yani, “kavmî uygarlık” bundan sonra “beşerî uygarlığa” dönüştürülecektir.

BEŞERÎ UYGARLIK DÖRT KADEMEDE GERÇEKLEŞECEKTİR

a) Önce İsrail oğullarında tedvin edilecektir. Hazreti İbrahim’in oğlu olan Hazreti İshak’ın oğlu Hazreti Yakup’un çocukları bir kavmi oluşturdular. Bu kavme İsrail oğulları denmektedir. Hazreti İsa ile birlikte bunlar kavim içindeki uygarlığı insanlık için hazırladılar. Hazreti İbrahim ilmi, Hazreti Musa şeriatı, Hazreti Davut ekonomiyi, Hazreti İsa da dini müesseseleştirmiştir.

b) Hazreti İsa düzeni İsrail oğullarından çıkararak beşerileştirmiştir. Tevrat’ın hükümlerini zorunlu kılmadan öğretmiştir. Böylece Hıristiyanlıkla İbrahimî din beşerileşmiştir.

c) Hazreti İbrahim’in ilk oğlu olan ve Mısırlı Hacer’den doğan Hazreti İsmail’in torunlarından Hazreti Muhammed aleyhisselâm, kendisine gelen Kur’an ile bu dört peygamberin ayrı ayrı oluşturduğu müesseseleri bir arada ve birbirini tamamlayan bir şekilde insanlığa sunmuştur.

d) Hazreti İbrahim’in Katura’dan doğan dört oğlu doğuya gitmiş ve orada Brahmanizm ve sonra Budizm dinlerinin temelini atmışlardır. Hazreti Muhammed Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog kurmuş, Medine Anlaşması’nda onlara yer vermiştir. Ancak Brahmanizm ve Budizm dinine mensup olanlarla bir diyalogu olmamıştır. İbrahimî din çağımızda tamamlanacaktır. Din ve mezhepler varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak bu dinler arasında birlik ortaya çıkıp insanlığı ateizm bataklığından kurtaracaklardır. Yeryüzünde hâlen 2.5 milyar Hıristiyan, 2 milyar Müslüman, 1.5 milyar Budist, 1 milyar da Brahmanizm vârisi Hindu dinleri vardır.

DİNLER ARASINDAKİ BİRLİK VE GELECEĞİN DÜNYASI

a) Bu dört büyük dinin değişik mezhepleri birbirlerini tanıyacaklardır. Dinler de birbirini tanıyacak ve muhatap alacaklardır Yeryüzünde yirmi kadar büyük mezhep olacaktır. Diğer mezhepler bu dinlerden birisi ile birlikte temsil edileceklerdir.

b) Bütün mezhepler kendi mezheplerini merkez alacaklar, ama diğer mezheplerin görüşlerini de öğrenecekler ve cemaatlerine bilgi vereceklerdir.

c) Bütün mezhepler mezheplerini müsbet ilme göre yorumlayacaklar, müsbet ilmin verilerine karşı bir düşünceyi geliştirmeyeceklerdir.

d) Kur’an son kitaptır. Müsbet ilimlerin doğmasına öncülük etmiştir. Kur’an’ın anlaşılması için diğer semavi kitapların iyice okunup öğrenilmesi gerekir. Diğer kitapların da kendilerinde eksik olan kısımları Kur’an’dan alacakları bilgilerle tamamlamaları gerekir. Bu âyet bize bu hususu bildirmektedir.

وَإِسْمَاعِيلَ (Va İSMAGıYLa)  “Ve İsmail’e”

Hazreti İsmail” Hazreti Muhammed aleyhisselâmın atasıdır. Beşeriyetin dinî merkezi olan Mekke’yi babası Hazreti İbrahim ile birlikte Hazreti İsmail bina etmiştir. Kur’an, onun neslinden gelen Arap kavmine gelmiştir. Son Peygamber Hicaz’a gelmiştir ve ondan sonra artık başka bir nebi gelmemiştir, gelmeyecektir.

وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ (Va İSXAQa Va YaGQUvBa)  “Ve İshak’a ve Yakup’a”

Hazreti İshak ve Hazreti Yakup” Filistin, Lübnan ve Suriye’deki peygamberlerin atalarıdır. Hazreti İshak’ın soyundan başka peygamberler yani İsrail oğullarından olmayan peygamberler de gelmiştir.  

وَالْأَسْبَاطِ (Va eLESBaOi)  “Ve Sıbtlar’a”

Burada “Sıbtlar’a” denmekte ve marife olarak gelmektedir. O halde bu sıbtlar meçhul sıbtlar değil, malum sıbtlardır. İsrail oğullarının sıbtlarına vahiy gelmemiştir. O halde marife olan bu sıbtlar kimlerdir?

Şimdiye kadar bu ifade müteşabih kalmıştır. Bunlardan, İsrail oğullarının peygamberlerinden önce bahsetmektedir. Bize göre bu sıbtlar doğuya giden Hazreti İbrahim Peygamberin dört oğlunun orada tesis ettiği sıbtlardır. Daha iyi anlamamız için onların dinlerini yakından tetkik etmemiz gerekmektedir.

وَعِيسَى (Va GIySAv)  “Ve İsa’ya”

Hazreti Musa’yı ve Hazreti Davut’u anmadan “Hazreti İsa”dan bahsedilmiştir.

Hazreti İsmail’in soyundan gelenler İsrail oğullarından değildir. Hazreti İshak’ın soyundan gelen peygamberlerin bir kısmı İsrail oğullarından değildir. “Hazreti İsa”, kendisi İsrail oğullarından gelmekle beraber, ondan sonraki resuller dağılmıştır ve ona vâris olanlar İsrail oğullarından değildir.

Dolayısıyla buraya kadar değişik peygamberlerin atalarından bahsedilmiştir. Beşerî peygamber olması nedeniyle Hazreti İsa, Hazreti Davut ve Hazreti Musa’dan daha ileride yer alır. Bundan sonra zikredilen peygamberler ise yukarıdaki peygamberlerin soyundan gelmişler ve yeni bir din getirmemişlerdir. Mezopotamya’nın nebilerinden olmuşlardır.

وَأَيُّوبَ وَيُونُسَ (Va EayYUvBa Va YUvNuSa)  “Eyyub ve Yunus’a”

Bu iki peygamber İsrail oğullarından olmayan ama Hazreti İshak’ın soyundan olan peygamberlerdendir. Mezhep kurucusu olmadıkları için burada Hazreti İsa’dan önce gelmiş olmalarına rağmen, sonra bahsedilmiştir.

وَهَارُونَ وَسُلَيْمَانَ (Va HAvRUvNa Va SuLaYMAvNa)  “Harun’a ve Süleyman’a da”

Hazreti Harun ve Hazreti Süleyman mezhep kurucusu olmayan İsrail oğullarının peygamberlerindendir.

Böylece değişik konumları olan peygamberlerden bahsedilmiştir. Onlara vahyedilenler gibi bize de vahyolunmuştur. Kur’an değişik yer ve zamanlarda vahyedilenlerin birlikte ifade edildiği bir kitaptır. Lafzı onlardan farklıdır, ama manâsı o peygamberlerin getirdiği manâların hepsini içeren bir manâyı taşımaktadır.

وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا(163) (Va EATaYNAv DAvVUDa ZaBuVRan)  “Ve Davud’a Zebur’u îtâ ettik.”

İsrail peygamberlerinden Hazreti Yusuf peygamber gibi bazı peygamberlerin bu âyette adları zikredilmemiştir. İki peygamberin adı ise özel olarak zikredilmiştir. Bunlar Hazreti Davut ve Hazreti Musa’dır.

Hazreti Musa İsrail oğullarını bir kabile devleti olarak kurmuş, Hazreti Davut ise bunu ulus devleti hâline getirmiştir. Bunlara kitap verilmiştir: Hazreti İsa’ya da kitap verilmiş olmakla beraber, bu kitap şeriat kitabı değil, bir takva kitabıdır.

Zebur”, “zemur” kelimesinden dönüşmedir. Çalgı âleti demektir. Borazanı ifade eder.

Hazreti Davut peygamber devletçiliği geliştirmiştir.

Mezopotamya’da liberal düzen vardır, her şeyi halk yapar. Mısır’da sosyalizm vardır, her şeyi devlet yapar. Hazreti Davud’un kurduğu düzende ise halkın yapamayacağı tekel işler veya sosyal hizmetler devlet tarafından yapılır, halkın yapabileceği rekabete açık işleri ise halk yapar, devlet karışmaz.

Mustafa Kemal bunu “devletçilik” ve “halkçılık” ile birleştirmiştir. Topluca yapılan işlerde emir-komuta seslerle yapılır. “Zebur” bunu öğrettiği için komuta anlamında bir kitap olmuştur.

*

وَرُسُلًا (Va RuSuLan)  “Ve resuller”

Burada daha önce kasas edilen peygamberlerden bahsetmektedir. Bunların marife olması gerekir. Oysa nekire gelmiştir. “Bir eli yağda, bir eli balda” dediğimiz zaman, eğer kastettiğimiz balda olan el sağda ise yağda olan sol el ise, o zaman bir eli balda diğeri yağda deriz. Ama eğer ellerden hangisinin balda ve hangisinin yağda olduğu bilinmiyorsa, bu takdirde ikisi de nekire gelmiş olur.

RESULLER” ikiye ayrılmış, kiminin hikâyesi anlatılmış, kimininki ise anlatılmamıştır. Anlatılıp anlatılmayanlar arasında belirli bildiğimiz kural olmadığı için, anlatılanlar da nekire, anlatılmayanlar da nekire olarak getirilmiştir. Bunun dışında anlatılanlar seçkin resullerdir. Çünkü bunlar insanlık tarihinin temel taşlarıdır. İnsanların uygarlaşmasında birer adım atmışlardır. Bununla beraber bunların hepsinden de bahsedilmemiştir. Nitekim Tevrat’ta adı geçen ama Kur’an’da olmayan peygamberler vardır.

قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ (QaD QaÖaÖNAHuM GaLaYKa)  “Sana kasas etmiş bulunuyoruz.”

KAD” kelimesi hadisenin devam etmekte olduğunu ifade etmektedir. Yani, kasas etmekteyiz. Bu devam emektedir anlamındadır. Nitekim yapılan kazılarda bulunan tabletler ve kitabeler bize bu geçmiş peygamberlerin hikâyelerini bir bir aydınlığa doğru götürmektedir.

Sodom ve Gomora’dan bahseden Tevrat’ta anlatılanlar masal sanılıyordu: Ama bu kentin yalnız var olduğu değil, Tevrat ve Kur’an’da anlatılan biçimde helâk oldukları da ortaya çıkmıştır.

Sen bunlara ait haberleri yaşadığın ve öğrendiğin ilmî faaliyetlerinden öğreniyorsun.

Onların adları bildiğin adlar olmadığı için nekiredirler. Varlıkları bilinse bile hayatları bilinmiyor. Onun için “rusulen” kelimesi nekire gelmiştir.

Bir takım kalabalık olarak gelse, içlerinden kimilerini tanısak, kimlerini tanımasak, “Câeti’r-Ricâlü” mü dersin, yoksa “Câe Ricâlün” mü dersin. Karışık olanı marife mi yaparsın, nekire mi yaparsın?

Nekire yapmak galiptir. Bu sebeple buradaki “rusulen” kelimesi nekire olmuştur.

مِنْ قَبْلُ (MiN QaBLu)  “Daha önce”

Daha önce gelmiş ve geçmiş olan peygamberler demektir. Onların kimisinin öyküsü size anlatılmaktadır. İlim onların varlıklarını ve uygarlıklarını ortaya çıkarmaktadır.

Min Kablu” “kasasnâ”ya da gidebilir. Bundan önce sana kasas ettiğimiz peygamberler vardır. Bir kısmını da bundan sonra öğreneceksin demektir. Öğreneceğini belirtmektedir.

وَرُسُلًا لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ(Va RuSuLan LeM NaQÖuÖHuM GaLaYKa)  

“Sana kasas etmediğimiz resullere de vahyettik.”

Bu resuller diğer resullerden farklı olarak bize kasas olunmamıştır.

Bundan önce kasas olunmamıştır, bundan sonra kasas olunabilir şeklinde yorumlanacağı gibi; kasas etmedik ve etmeyeceğiz şeklinde de anlaşılabilir. Her ikisi de doğrudur.

وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا(164)   (Va KalLaMa elLAHu MUvSAy TaKLİyMan)  

“Allah Musa’ya teklimen kelam etti.”

Tevrat’ın cümleten vahdeten inzâl olunduğu bildirilmektedir.

Burada ise “TEKLİM” kelimesi kullanılarak çoğu zaman Hazreti Musa’nın Allah’la tekellüm ettiği ifade edilmektedir. Bu tekellüm Hazreti Musa Medyen’den çıktığı zamanda başlar ve ölünceye kadar devam eder. Tevrat’ta “Ve Rab Musa’ya dedi ki, kavmine söyle” ifadesi sık sık geçmektedir.

Kasas edilmiş veya kasas edilmemiş resullerin sonunda Hazreti Musa ile tekellümden bahsederek resullerin kıssalarını tamamlamıştır.

Allah’ın Hazreti Musa ile tekellümü diğer peygamberlerden fazladır. Hazreti Muhammed içtihadıyla amel etmekle yükümlü olduğu için teferruatta vahiy almamış, hata olursa o zaman düzeltme olmuştur. Hazreti Musa ise şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmiş, ne var ki içtihadı ile değil de vahiy ile getirmiştir.

*

رُسُلًا (RuSuLan)  “Resuller.”

Burada “RUSULEN” kelimesi tekrar edilmiştir. Ancak başına “Va” harfi getirilmemiştir. Demek ki bu daha önceki “rusulen”in bedelidir. Kasas edilmeyen resulleri bize anlatmaktadır. Bedeli kül de olabilir, bedeli cüz de olabilir. Yani, yukarıda anlatılan resullerin bir kısmının özelliği zikredilmiş olabilir.

“Ba’de er-Rusuli” dendiğine göre, şimdiden sonra gelen resuller demektir. Kur’an nâzil olduktan sonra gelen resuller demektir. Onlar da Hazreti Peygamberden sonra gelen mü’minlerin başkanlarıdır. Resullerin halifesidir. Bunların kasas edilmediğini bildirmektedir. Bunlar vahyin dışında kalanlardır. Bunlar vahiy yerine içtihad ve icmalara muhatap olmaktadır. Artık doğrudan vahyin yerini delillere dayanan ilmî içtihatlar almıştır.

مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ (MuBaşŞiRIyNa Va MuNZiRIyNa)  “Mübeşşirler ve münzirler olarak”

Kur’an’dan sonra gelen resullerin görevi tebşir ve tenzir etmektir.

Tebşir etmek demek, şöyle yaparsanız gelecekte böyle olacaktır demektir. Eğer Adil Düzeni kabul ederseniz barış içinde huzurlu bir hayat geçireceksiniz. Yok Adil Düzeni kabul etmezseniz helâk olacaksınız. İşte bu tebşir ve inzardır. Dünyada olacaklar hakkında tebşir ve tenzirdir.

Bunun bir de âhiret yanı vardır. Orada da İslâmiyet’i kabul ederseniz cennete gideceksiniz, etmezseniz cehenneme gideceksiniz. Bu da tebşir ve inzardır.

Ağır bir şekilde hasta olsanız, bir doktor sizi muayene etse, ‘sana bir ilaç vereceğim şu eczanede satılıyor’ dese, ne kadar sevinirsiniz, değil mi? Hemen koşar ve o eczaneden o ilacı alıp denersiniz. Bu tavsiye sayesinde hastalıktan kurtulursanız ne kadar sevinirsiniz.

İşte peygamberler böylesine birer doktordurlar. Ölüp yok olma yerine, dirilip cennete gidilecek reçeteler yazarlar. Denemek için de olsa o reçeteleri mutlaka kullanmalıyız. Çünkü bu ilacın yan etkisi yoktur, zararı yoktur. Aynı zamanda reçetelerdeki ilaçlar çok da ucuzdur.

Kur’an’dan sonra başkanlara yasama yetkisi verilmemiştir. Onlar ancak icma ile sabit olan hususları hakka duyurmakla görevlidirler. Nebiler haber getirirler ve onlara ulaştırırlar.

İzmir Akevler nebilik hizmetini yapmıştır. Millî Görüş de bunun resullük görevini görmüştür.

Bu hizmet dünyaya karşı yapılacaktır. Millî Görüşçüler ve Nur şakirtleri bunu yapmaktadırlar.

لِأَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ (Li EaN LAv YaKUvNa Lı elNAvSı)  “Nâs için olmasın diye”

Yani, halkın mazereti olmasın, bilmedik ve böyle bir emir almadık diye itiraz edip haklı müdafaa hakları olmasın diye resulleri münzir ve mübeşşir olarak görevli kıldık. Onlara içtihad ve icma yoluyla bildirdik.

Burada “LİNNÂS” kelimesi kullanıldığına göre resullerin görevi tüm insanlığa ulaştırmadır.

Akevler’de üretilen “Adil Düzen” projesi Erbakan tarafından benimsenmiş ve tüm dünyaya duyurulmuştur. Oralara kadar gidilmiş, ayrıca oraların alimleri davet edilerek anlatılmıştır. Bu çalışmalar gerek Batı dünyasında, gerekse sosyalist ülkelerde çok etkin geniş yankı bulmuştur.

Fethullah Gülen okulları yeryüzünün her tarafında açılmış, karanlık ormanlarda yakılan aydınlatıcı birer ışık olmuştur. Hâlen de olmaya devam etmektedir…

AK Parti’nin iktidar olması sayesinde ve onların başörtülü hanımları ile dünyayı dolaşmaları, bu arada bazı konularda Adil Düzene göre siyaset yapmaları ile resullerin halefi olarak görevlerini görmektedirler.

Avrupa’da Papalığın gelişmesi ve Kilise’nin yeniden canlanmaya başlaması sayesinde bu mübeşşirlik ve münezzirlik hizmeti de daha yaygın hâle gelmektedir.

عَلَى اللَّهِ (GaLay ElLAHı)  “Allah’ın üzerine”

Allah’ın üzerine insanların hücceti olmasın. Âhirete vardıkları zaman mazeretleri olmasın diye.

Bir de halkın devlete karşı, yöneticilere karşı bir hüccetleri olmasın diye resuller başkanlar görevlendirmiştir. Haftalık hutbe budur. Yasaklar ve emirler Cuma günü hutbelerde okunmalı ve bucak resmi gazetesinde yayınlanmalıdır. Böylece emirler ve nehiyler halka ulaşmış olur. Eğer başkanlar bu tebliğ görevini görmezlerse halk için mazeret olur.

Bugün de kanunlar ve kararnameler Cumhurbaşkanınca imzalanıp yayınlanması hâlinde yürürlüğe girer. Kanunları bile Cumhurbaşkanı yayınlar.

Bucaklarda içtihad ve icmalar başkanlar tarafından hutbede duyurulmalı ve bucak resmi gazetesinde yayınlanmalıdır. Böylece o müçtehidin içtihatları yürürlüğe girer ve isteyenler onu benimserler.

حُجَّةٌ (XucCaTun)  “Hüccet olmasın.”

Burada mazeret yerine “HÜCCET” kelimesi kullanılıyor.

İki kişi bir anlaşma yapsa ve bunu bucak noterinde kaydettirse, bucak halkının tamamı bunu biliyor hâle gelir, ona göre o anlaşmaya karşı tavır almak zorundadır. Mesela, eski sahibinden o yeri kiralayamaz.

İşte, eğer bir şey resmen yayınlansa bu geçekli olur. Bir kimse gelini ile evlenemez. Onun kızı ile de evlenemez. Eğer evlilik tescil edilmişse zina olur. Bu hüccet olur.

Bugün de ticaret defterlerinde kaydedilenler hüccet oluyor. Az olsun çok olsun, her şeyin yazılması emredildiği için de kayda geçemeyenler de olmamış sayılırlar. Bu sebeple tebliğ ve tebşirin yapılmaması nâs için hüccet olmakta yani bilmediklerinin ispatı olmaktadır.

بَعْدَ الرُّسُلِ (BaGDa elRuSuLı)  “Resullerin arkasından hüccet olmasın diye.”

RESULLER” burada marife getirilmiştir.

Yukarıda sayılan Kur’an’dan önce gelmiş ve kasasları yapılmış veya yapılmamış resullerden sonra, “nâs üzerinde bir hüccet olmasın diye” resullere içtihat ve icma yoluyla bildirdik. Böylece bilinen resullerden başka bilinmeyen resuller de gelmiştir, gelmektedir.

Gök Türkler tek Tanrı’ya tapmakta idiler. Bu onlara da resullerin geldiğini ifade eder.

Biz tanımlar ve kabullerle Kur’an’ın müteşabih âyetlerini açıklıyoruz. Açıklamalarımızda tenakuz yoktur, icmalara aykırılık yoktur. Uygulanabilir sonuçlara varıyoruz. Yaptığımız aynı zamanda yararlıdır da.

Bizden daha iyi yorum yapan olursa elbette biz ona uyacağız.

وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا(165)   (Va KAvNa elLAHu GaZIyZan XaKIyMan)

“Allah aziz ve hakim bulunmaktadır.”

AZÎZ” demek, sözünü tatlılıkla geçiren demektir.

Bir tarikat şeyhinin müritlerine söz geçirmesi böyledir.

HAKÎM” demek, gücü ile söz geçiren demektir. Hükmeden demektir.

Allah müslim ve mü’minlere azîz olarak sözünü dinletir. Onlar isteyerek Allah’ın sözlerini dinlerler. Kâfir ve müşrikler ise istemeye istemeye Allah’ın emirlerine uymak zorundadır.

Burada “AZÎZ ve HAKÎM” kelimeleri nekire gelmiştir. Devlet de “azîz” ve “hakîm” olmalıdır. Devlet muti vatandaşlara emrederken, onlara görev yaptırırken onları rahatsız etmemelidir. Onlar şeriata kendi irade ve istekleri ile uyacaklardır. Hakemleri kendileri seçerler, verdikleri kararlara kendiliklerinden uyarlar. Bunlar suçlu da olsalar, zorlanmazlar. Gerekirse idam sehpalarına kendi iradeleri ile giderler.

Bunlara karşı devlet azîzdir. Bunları yakalamak, tutuklamak, hapsetmek veya zorla ceza uygulamak yoktur. Ancak şeriata uymayan, hakemlere gitmeyen, hakem kararlarına uymayan kimselere karşı zorunlu hukuk uygulanır. Bunlar askeri yönetimle yönetilen sitelere sürülür. Gitmezlerse öldürülürler. Bunlara karşı hakimdir.

*

لَكِنْ (LAvKiN)  “Lâkin”

LÂKİN” istidrak için gelen kelimedir. “Bel” kelimesi kendisinden önce geleni ne tasdik ne de reddeder. Sonra doğrusunu söyler. “Lâkin” kelimesi ise reddeder. Menfiden sonra müsbet, müsbetten sonra menfi gelir. Bu zıtlık manâ itibarı ile de olur.

“Kalkmadı, lâkin oturdu” dersin. “Kalkmadı, lâkin oturmadı” olmaz. “Oturdu, lâkin kalktı “olmaz.

Burada bundan sonra müsbet cümle gelmiştir. O halde bundan önce manâ itibariyle de olsa menfi cümle gelmiş olmalıdır. Menfi cümle de yoktur. Müsbet cümleden anladığımız mefhumu muhalefeti değerlendiririz.

Oturdu değil, çöktü. “Oturdu, lâkin çöktü” diyebiliriz. Yani, “oturmadı, çöktü” demektir.

Allah resullere vahyettiği gibi sana da vahyetti. Allah doğrudan doğruya değil, vahiy ile bildirdi.

-Allah kime bildirdi? -Ey okuyucu, Allah sana bildirdi.

Allah isteseydi bütün insanlara doğrudan vahyeder, herkese ne yapacağını ve ne yapmayacağını doğrudan bildirebilirdi. Böyle yapmamış ve bir resuller zincirini kullanmıştır. Son resul hariç, diğer resuller hep Allah’ın emirlerini insanlara aktarmakla kalmamış, onlara onlarla uygulatmıştır da. Onlara içtihat yapma yetkisini ve görevini vermemiştir.

Oysa Hazreti Muhammed’e lafzı nakletme ve inzâl etme işini yüklemiş, ama onu yorumlama yetkisi kendisine verilmemiştir. Gerçi kendisi uygulayarak sünneti oluşturmuştur. Ancak sünnet örnek gösterme bakımından uygulama emrini içermez. Biz Hazreti Peygamberin sünnetine Kur’an’ı anlamamız için uyarız, doğru anlamak için uyarız. Onun söylediklerini yapmakla yükümlü değilizdir. Bu sebeple bu peygamberler zinciri içinde Hazreti Muhammed’den bahsetmemiştir. Çünkü Hazreti Muhammed de bizim gibi Kur’an’a uymakla yükümlüdür. O kendi içtihadıyla, biz de kendi içtihadımızla amel ederiz.

Biz, bizden önce geldiği için onun içtihatlarını öğrenip değerlendirmek zorundayız. Ama o bizimle istişare etmekle yükümlü değildir. Çünkü o bizden öncedir. Aynı zamanda o doğrudan vahiy almaktadır.

Burada mefhumu muhalefet olarak şu çıkar.

Allah Kur’an’dan ve Kur’an sonra mübeşşir ev münzir resuller irsal etmekte ve kendi emirlerini ve nehiylerini onlarla tebliğ etmektedir. Ondan sonra kendisi hiç karışmıyor. Peygamberlerle halk baş başa mı bırakılıyor? Hayır. Doğrudan doğruya kendisi yani Kâinatı var eden Allah resulleri ve nâsı gözetlemekte, yanlarında bulunmakta, kendi iradesi dışında bir şeyin olmasına imkan vermemektedir.

Yeryüzünde devlet de başkanları atar, başkan görevlileri görevlendirir, icraat yapılır. Ancak bu yeterli değildir, denetlemeye ihtiyaç vardır. Görevlilerin görevlerini gereği gibi yapıp yapmadığını doğrudan halk denetleyecektir. Hatalı uygulama ortaya çıkınca, kendi temsilcisi olan dayanışma ortaklığı sorumlusuna bildirecektir. O da gerekli görürse hakemlere gidecektir. Hakemler doğrudan doğruya devleti temsil ederler.

اللَّهُ يَشْهَدُ (elLAvHu YaŞHaDu)  “Allah şahittir.”

Şehadet etmek” demek, hazır bulunmak demektir. Gerektiğinde müdahale eder demektir.

Basar” gözle görmek demek, “Sem’” kulakla işitmek demektir.

Şuhud” ise bütün organlarla gözetlemek demektir. Her ne kadar işleri görevlilere yaptırmakta, resuller ile işler yapmakta ise de, kendisi de hazır bulunmaktadır. Bunu da Kur’an’la, kitapla yapmaktadır.

بِمَا أَنزَلَ إِلَيْكَ (Bi MAv EaNZaLa EıLaYKa)  “Sana inzâl ettiği ile şahittir.”

Kur’an’ı sana inzâl etmiştir.

” kelimesi ile geçtiğinde, lafzı ile beraber manâsı, içtihatlar ve icmalar da girmektedir.

Bi” “Fi” manâsında da gelir. Yani, senin Kur’an’dan anladıklarına Allah şahid olmaktadır, kontrolden geçirmektedir.

Burada “vahiy” değil de “inzâl” kelimesi kullanılmaktadır. Bize nâzil olan vahiy tarikiyle değil de, ilim tarikiyledir: Kur’an, usul, fıkıh, tefsir ve diğer ilimler aracılığıyla inzâl olunmaktadır. Vahiy yoluyla inzâl değildir. Bununla beraber inzâlde de şahid bulunmaktadır. Hata yaparsan o müsaade etmektedir.

أَنزَلَهُ بِعِلْمِهِ (EaNZaLaHUv Bi GiLMiHi)  “İlmiyle inzâl etmiştir.”

Sana bildirdikleri ilimledir, vahiyle değildir.

Kur’an eskilere olduğu gibi vahiy ile gelmiştir. Ama ondan bizim anladıklarımız ve uyguladıklarımız vahiy değil de, ilim ile bize bildirilmiştir. Beynimizde oluşan bilgiler de Allah’ın bildirmesiyle olmaktadır.

وَالْمَلَائِكَةُ يَشْهَدُونَ (Va eLMaLAEıKaTu YaŞHaDUvNa)  

“Melekler de şehadet etmektedirler.”

Allah insanı yarattı. Melekleri insana kıyam etmekte vazifelendirdi.

Uygarlık sadece insanların oluşturduğu bir uygarlık değildir. İnsanlar hareket ederken görevli melekler de şahittirler. Hayatta hiç beklenmedik kazalarla karşılaştığımız gibi, birçok beklenmedik yardımlarla karşılaşırsınız. İşte Allah’la beraber melekler de şehadet etmektedirler. Devlet yönetiminde halk gördüklerini temsilcilerine bildirir, temsilciler de soruşturtmacılarla sorunu aydınlatırlar.

وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا(166) (Va KaFAy Bi elLAHi ŞaHIyDan)  

“Şehid olarak Allah kifayet eder.”

Allah ilmiyle şehadet ediyor. Melekler de şehadet ediyor. Ama Allah zatı ile şehadet etmede kifayet eder. Yani Allah’ın zatı ile şehadeti kâfidir. Melekler şehadet etmese de Allah’ın şehadeti kifayet eder.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ قَدْ ضَلُّوا ضَلَالًا بَعِيدًا(167) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقًا(168) إِلَّا طَرِيقَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(169) يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ فَآمِنُوا خَيْرًا لَكُمْ وَإِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(170)

 

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EınNa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olan kimseler.”

Küfretmek” bile bile aksini iddia ve ısrar etmektir. Kendisinin doğru, başkasının ise yanlış olduğunu söylemektir. Yani, kendi inanışlarını başkalarına dayatmak; dinde zorlama yapmak, lâik olarak davranmamaktır.

Bir şey icma ile sabitse ona iman edilir ve savunulur. Dünyanın yuvarlak olduğu savunulur. Ama insan maymunlardan gelmiştir hususundaki bir bilgi üzerinde icma yoktur. O halde ne maymundan gelmedir diyenleri tekfir edebilirler, ne de değildir diyenler tekfir edilir. İcma olmayan bilgilere inanılmaz, ona göre amel edilir. Ve herkesin içtihadı kendisine aittir.

Burada “Men Kefera” denmemiş de, “Ellezîne Keferû” denmiş, yani bilinen kimselerin bilinen küfürlerinden bahsedilmektedir. Sonra bunlar bir örgüttür, teşkilattır. Açık veya kapalı bir teşkilat olarak gerçekleri yalanlamaktadırlar. Münzir ve mübeşşirleri bile bile örgüt hâlinde tekzib etmektedirler.

“Adil Düzen”e karşı Türkiye’de nasıl örgütlü olarak karşı çıkılmıştır; yakın geçmişte hep birlikte görmüş bulunuyoruz. Bu düşmanlık bitmemiştir, hâl devam etmektedir...  

وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ (Va ÖadDu GaN SaBIyLı elLAHi)  

“Ve Allah’ın yolundan saddettiler.”

Ve” harfi birlikte olmayı sorunlu kılar. “Bana kâğıt ve kalem getir” dersen, karşı taraf kâğıdı ayrı, kalemi ayrı getirebilir. Ancak ikisini getirmedikçe emri yerine getirmiş olmaz, ücreti istihkak etmez.

Yalnız küfretmek insanı baid dalalete götürmez. Bir taraftan küfretmek, diğer taraftan bu küfür topluluğa kötülük yapmakla beraber olursa, işte bu derin dalalet olmuş olur.

Topluluk” deyince aşiret, kabile, şa’b, kavim ve nâstır. Yani, küfür üzerinde kurulan örgüt aynı zamanda bu topluluklardan birine de zarar vermektedir.

Saddetmek” de sed çekmek demektir. Yani, toplulukta akan suyun önünü keserek sağa sola sapmasını sağlamak demektir. “Allah’ın sebilinden sapmak” demek, topluluğun kurallarını bozmak demektir. Şeriat dışına çıkmak, kanunları çiğnemek demektir.

Küfür etmiş olan kimseler eğer kötülük yapmazlarsa küfürlerine devam edemezler ve sonunda imana gelirler. Küfürde devam edebilmek için şeriatın dışına fiilen çıkmak gerekir. Sosyalistler sadece küfretmemişler, aynı zamanda kendi sosyalizm kurallarını da çiğnemeye başlamışlardır. Bugün Türkiye’de “lâiklik” adı altında küfür yapılmaktadır. Bu küfür, küfür olmakla kalmamakta, aynı zamanda hortumculuğun da aracı yapılmaktadır.

Devlet görevlisi olabilmek veya devletle iş yapabilmek için önce dinsiz olmak zorundasınız. Bunun testi de; erkekseniz sakal keseceksiniz, bıyığınız bile olmayacak! Kadın iseniz başınızı açacaksınız, sonra içki içip sarhoş olacaksınız, balo ve danslarla aile iffetinizi yok edeceksiniz, en önemlisi ise rüşvet verecek veya alacaksınız! İşte Türkiye’de sürdürülmek istenen “dinsizlik anlamındaki lâiklik” budur. Türkiye bugün borçlar içinde boğulmuş ve Avrupa’nın dediklerini yapma dışında bir çıkar yolu kalmamış bir zavallı durumunda, işte bu “dinsizlik anlamındaki lâiklik” ile gelmiştir.

Sebilullah” Allah’ın yolu demektir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur, “topluluğun yolları” demektir. Bu yollar kurallardır, kanunlardır, şeriattır.

Kanunlar yapıyorlar, sonra kendileri uyumuyorlar; ama başkalarını uydurmaya çalışıyorlar!

قَدْ ضَلُّوا ضَلَالًا بَعِيدًا(167)   (QaD WalLUv WaLAvLaLan BaGIyDan)  

“Baid bir dalalet ile dalalet etmişlerdir.”

Türkçede yoldan sapma vardır, yolu şaşırma vardır. “Saddetmek” demek, bilinçli bir şekilde yoldan ayrılmadır. Küfür nasıl bile bile ise, sad de bile biledir. “Dalalet” ise farkında olmadan yolu kaybetme ve onu bulamamadır. Onun için saddetmeyi yoldan sapma olarak tercüme ediyoruz. “Dalalet” ise yolu şaşırma olarak kaybolmak, ormanın içine girip çıkamamaktır. Küfrediyorlar, bile bile yanlışın doğruluğunu iddia ediyorlar, bir de bile bile yoldan ayrılıyorlar. Bunlar sonunda içinden çıkmaz hâle girer, artık derin hastalıklar içinde batarlar.

Adam Smith faizi meşru yaptı. Böylece bile bile Allah’ı inkâr etti ve Tevrat’ın şeriatından ayrıldı. Kapitalistler küfrettiler ve faizi meşrulaştırdılar. Ne oldu? Sosyalizm belası ortaya çıktı.

Bundan sonra artık faizsiz düzene dönemediler, daha çok Allah’ı inkâr ettiler ve bu sefer faizle birlikte ticareti de yasakladılar. Çırpındıkça battılar... Sosyalizm bataklığında da boğuldular... İşin içinden çıkamadılar…

Şimdi şaşkın bir şekilde ve perişan bir durumda ne yapıyorlar?

Kudurmuş köpekler gibi Afganistan’a ve Irak’a saldırıyorlar…

Türkiye’de dinsiz lâik düzen kurdular ve kamu yönetiminden inanmışları uzaklaştırdılar. Başörtüsü, sakal ve bıyık yasağı, zorla içki, dans, balo derken, inanmış olanları kamu görevinden uzaklaştırdılar. Sonra bunun sonucunda rüşvet batağına battılar, borç batağına battılar… İstiklâl Savaşı’nı yapan millet şimdi istiklâlini satmak için Avrupa kapılarında sürtmektedir. Bundan daha baid delalet olur mu? Savaşlarda zafer kazanmış bir ulus kayıtsız şartsız kendisini bin yıllık düşmanının kucağına atar mı? Bin yıllık kin bir günde, bir yılda sona erer mi? Bir kıtanın bin yıllık kini bugün de aynen devam ediyor.

Bunun anlamı nedir?

Biz mağlubuz, gelin bizi ne zaman kurban edecekseniz edin demektir. İşte Türkiye’yi bugünkü hâle getiren önce dinsizlik anlamındaki lâikliktir. Böylece imanını kaybeden, kendisine güvenini kaybeden Türk yöneticileri 1946’dan beri Avrupa’ya teslim bayrağını açmış, gelin bir an evvel canımızı alın diye yalvarmaktadır! Sanki Sakarya’da, Dumlupınar’da galip gelen biz değil de onlarmış gibi titriyoruz!

Mustafa Kemal’in kendi ifadesini, o günkü ifadesini tekrar hatırlayalım. Düşman ülkeyi işgal etmiş, tersanelere el koymuş, iktidarda olanlar gaflet ve dalalet içinde müstevlilerle işbirliği içinde, on iki milyon on senedir savaşıyor. Harap ve bitap halde. Ama Allah’a inanmış, Hakka inanmış, şeriata ve kanunlara uyan bir ulus, azimle Kuvva-yı Milliye’yi oluşturuyor... Savaşı kazanıyor... Devletini kuruyor...

Sonra ne yaptılar? Muzaffer komutanlar dinsizlik anlamındaki lâikliği icat ettiler. Sonunda Allah’a inanmayan, korkak ve zavallı bir yönetici kadro yetiştirdiler. Öğündükleri cumhuriyet kadrosu işte odur.

Şimdi yetmiş milyon uygarlaşmış güçlü ordusu olan Türk Milleti, baygın bir halde kendisini düşmanlarının kucağına atıyor. Osmanlıların yetiştirdikleri Cumhuriyet’i kurdular, Cumhuriyet’in çocukları ülkeyi teslim etmekle meşguller! İşte bu durum, haksız olduğunu bile bile İslâm düşmanlığı yapmanın ve kamudan inanmışları uzaklaştırmanın sonucudur. Bugünkü başörtüsü davası da budur.

“Ellezîne Keferû”da kastedilenleri iki şekilde belirleyebiliriz.

Biri; dünyada tek sermaye devleti kurmak isteyen ve merkezi Amerika’da bulunun İsrail oğullarından olan 200 kadar Yahudi ailesi. Bunlar ne yapmak istiyorlar? Diğeri ise; Türkiye’de bunların uzantısı olan din düşmanı lâikler. Dinsiz lâikler demiyorum. Bizim dinsiz lâiklere de saygımız var, bunlar kâfirdir. Din düşmanı lâikler ise müşriklerdir. Bunlar mağlup olacaklar ve cehennemde haşrolacaklardır.

 

TEKEL SERMEYENİN PLANI NEDİR?

  1. Karl Marx’ın hedefleri doğrultusunda önce aileyi ortadan kaldırmak, böylece insanların sosyal yapısını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Aile ortadan kalkınca ulus ortadan kalkar, devlet ortadan kalkar. İller ve bucaklar yok olur. Güvenlik kuvvetleri kalmaz. Türkiye’de bu amaçla bucakları tasfiye ettiler. Ancak aileyi kaldırmak için önce dinin ortadan kalkması gerekir. Çünkü dinler aile müessesesini korumaktadır. İşte, sermayenin ilk hedefi dinsizliği getirmektir. Bunun için başörtüsü ve sakal yasağı, balo, dans, içki, kumar, rüşvet ve yolsuzluk yani hortum ve talan onun en etkin silahıdır.
  2. Şeriatı, kanunu, nizamı ortadan kaldırmak. Şeriat müeyyidedir, yani ceza hukuku ile kaimdir. Cezanın merkezinde de idam cezası vardır, hapishane vardır. Ama şimdi idam yok, işkence yok; F tipi hapishaneler ise hapishane değil, lüks oteller gibi. Yani fiilen suç ve ceza ortadan kalkmıştır. Böylece devlet yoktur. Hukuk da yoktur. Peki, ne vardır? Tam bir anarşi ve terör vardır.
  3. Halk sektörünü ortadan kaldırmak. Herkes sermayenin fabrikalarında işçidir. Evi bile yoktur. Tüm taşınmazlar sermayenindir. Halk çalışır, haftalığını veya aylığını alır, kirasını verir, karnını doyurur, elbisesini giyer, seyahat eder, tedavisini yaptırır. Artık halkın elinde bir taşınmaz yoktur. Buna iki yolla varılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bu sonuca “sermayenin tekelleşmesi” ile varılır. Sektör kralları oluşturulur, sektör tekeli doğar. O tekeller dolarla finanse edilir, böylece tüm insanlar tekelin işçisi olur. Gelişmemiş ülkelerde ise bu “devletleştirme” ile olur. Devlet önce halkın elinden zorla servetini alınır, halk yoksul hâle getirilir, sonra da devletler yıkılır veya “özelleştirme” yapılarak tüm taşınmazlar bu yolla halktan alınmış olur. Bütün halk mülkiyetten yoksun bir şekilde yoksul olarak köleleştirilir. İslâmiyet’teki ‘köle’ işte bu durumda olan işçilerdir. Bunlara “mezun köleler” denmektedir.
  4. Güvenlik de artık ordularla, polislerle mahkemelerle değil de mafya ile sağlanacaktır! Her tarafta çalışmadan maaş alan mafya mensupları bulunacaktır. Gerekli gördükleri kimseleri -bunlar başbakan olsalar da- dövdürebilecek, ağzını burnunu kıracak, sonra bunu yapanlar ya lüks oteller seviyesindeki hapishanelerde hapsedilecek veya takipsizlik kararı alınacak! Uslanmadı; dayak yaralamaya dönüşecek... Uslanmadı; yaralama işkenceye dönüşecek... Uslanmadı; öldürülecek... Bunları yapanlara nasılsa idam cezası yok; sonuçta ya takipsizlik veya faili meçhul cinayet olacak, yahut F tipi otelde müreffeh yaşayacak. Böylece sermaye eline geçirdiği ‘karşılıksız para’ ile dünyayı tek devlet olarak yönetecektir. İşte bu tekel sermayenin din düşmanlığı küfürdür. Tek devlet operasyonu da sapmadır. Saddetmektir. Akıbetleri ise dalalı baiddir.

XX. yüzyıla geldiğimiz zaman tüm din düşmanı laikler mağlup durumdalar. Avrupa’da Kilise, son söz olacak şekilde sesini yükseltmiştir. F. Gülenciler dünyada organize olmuşlardır. Millî Görüş’ün kaçkınları bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardalar. Komünist ülkeler bile artık din düşmanlığını yapmamaktadır. Sovyetler ise tarih oldu. Aile müessesesi sarsıntı geçirmiştir ama zedelenmemiştir, ayaktadır ve ayakta olmaya devam edecektir. Ulusal devletlerin aleyhinde bile bulunamıyor. Sosyalizmin ve kapitalizmin yanında “halk ekonomisi”, organize olmuş liberal ekonomi her gün canlanarak gelişmektedir. Böylece sermaye sapıkları kendilerine artık çıkar yol bulamayacaklar ve derin şaşkınlık içinde akıbetlerini bekleyeceklerdir.

*

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EınNa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş kimseler”

Bu küfretmiş olan kimseler yukarıdaki kimselerden farklıdırlar. Bunun için “İnnehum” denmemiş de “İnnelleziyne Keferû” denmiş. Zamir yerine izhar tercih edilmiştir. Yukarıdaki “kâfirler” saddeden kâfirler, buradaki “kâfirler” ise zulmeden kâfirlerdir.

Saddeden kâfirlerin akıbeti bu dünyada belirlenmiştir, zulmeden kâfirlerin cezaları âhirete bırakılmıştır. Bunlar âhirette de gidecekleri yeri bulamayacaklar, dünyadaki şaşkınlıkları orada da sürecektir.

وَظَلَمُوا (Va JaLaMUv)  “Ve zulmettiler.”

Her şey çift yaratılmıştır. Kur’an cümlelerde kullandığı kelimeleri aynı zamanda bu çiftler ifade eder. Saddetmek ve adalet etmek çiftinin yanında, saddetmek ve zulmetmek.

Saddetmek, şeriatın dışına çıkmak ve topluluğa zulmetmektir. Oysa “zulmetmek” başkalarına haksızlık yapmaktır. Kuralların dışına çıkmanın cezası bu dünyada görülecektir. Başkalarına zulmetmenin cezası ise âhirette görülecektir. Çünkü zulüm başka kimselerin hakkına tecavüzdür. Allah adildir, onu karşılıksız bırakmaz.

لَمْ يَكُنْ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ (Lam YaKuNı elLAHu Lİ YaĞFiRa LaHuM)  

“Allah onları mağfiret edecek değildir.”

Bu şekilde kâfir olmuş, dünyayı ateizme zorlamış, tarih boyunca üniversiteleri idlâl ederek hilâfı hakikat ilmi tedris ettirmiş, ilk okullara kadar asırlarca yalan şeyleri öğretmekle insanlığı saptırmış ve gerçekleri anlatmak isteyenleri idam sehpalarında, hapishanelerde harcayan bu sermaye zalimlerini Allah mağfiret etmeyecektir. Bunlar yalnız üniversiteleri değil, ana okulları dahil ilkokulları değil, basını ve yayını, tüm radyo ve televizyonları, gazete ve dergileri, kütüphaneleri ve kitapları, sinemaları ve tiyatroları hep dinsizliği ve ahlâksızlığı yaymak için âlet ettiler. Zengin olabilmek için ahlâksız ve dinsiz olma modasını çıkardılar. Avrupa’nın beş yüz senesi onların bu sapıklıkları ve zulümleri içinde geçmiştir.

Allah bunları mağfiret etmeyecektir. Bunların temsilcilerini mağfiret etmeyecektir.

Bunlar Allah’a inandık deseler de, gece gündüz havraları, camileri, kiliseleri doldursalar da, Allah bunları mağfiret etmeyecektir. Bu dünyada derin dalalet içine sürükleyebileceği gibi, âhirette de affetmeyecektir. Yaptıkları onlara kalmayacaktır. Topluluk da onları affetmeyecektir, insanlık da affetmeyecektir.

İsrail oğulları tarihte iki defa sürülmüş ve binlerce yıl aşağı bir kavim olarak yersiz yurtsuz kalmışlardır. Şimdi bütün Yahudileri değil, İsrail Devleti’nde olanları değil; -çünkü onlar zalim olmaktan ziyade bizim gibi mazlum kimselerdir- ama tekel sermeye sahibi olup kâfir ve zalim olanları Allah mağfiret etmeyecektir.

وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقًا(168)   (Va LAv LiYaHDiYaHuM OaRIyQan)  

“Onlara bir tarikte hidayet etmeyecektir.”

Onları mağfiret etmeyecek ve onlara âhirette de kurtuluş yolu göstermeyecektir. Daha doğrusu, onlar bu dünyada hidayet yolu bulamayacakları gibi; bu dalâlet yolu âhirette de karşılarına çıkacaktır.

Bu onlar adına çok üzücü bir haberdir. Oysa biz bu tekel sermayeden şunu beklemekte ve Adil Düzenin oluşmasında katkılarda bulunmalarını istemekteyiz.

a) Karşılıksız para basarak dünyayı kandırmaktan vazgeçecekler; bunun yerine karşılığı olan buğday, demir, altın ve toprak paraların basılması düzenine katkıda bulunacaklardır. Bunun nasıl olacağı İngilizce olarak istekleri üzerine kendilerine bildirilmiştir.

b) Faizli işlemlerden vazgeçecekler, faizsiz ticaretle insanlığa hizmet edeceklerdir. Bu onlar için çok kolaydır, çünkü hâlen sermaye onların elinde, dünya ticareti de onların elinde bulunmaktadır. Faizsiz sisteme geçerlerse malları ellerinde kalır, böylece helâk olmazlar.

c) Dünyada fitne çıkarmak, savaşlara sebebiyet vermek, silah üretimi ile kazanç temin etmek usulünden vazgeçeceklerdir. Güvenliği Adil Düzende tesis etmek bucakların olacaktır. İç güvenlik iller tarafından, dış güvenlik de ulusal devletler tarafından sağlanacaktır.

d) İsrail’de Tevrat’ta kendilerine vaadedilen topraklara sahip olacaklardır. Orada oluşturdukları ilim ve ticaret merkezleri ile dünyaya hizmet edeceklerdir. Hazreti İbrahim’e vaadedilen Nil ile Dicle arasındaki topraklar Müslümanların olacaktır. Hıristiyanlar hem İsrail’de hem de diğer topraklarda bulunacak, İsrail ordusu olan bir devlet olmayacak, ama toprakları İslâm devletleri tarafından korunacaktır. Yahudiler bir araya gelecek, artık dağınık olmaktan kurtulacaklardır. Bizim duamız, sermaye zalimlerinin tevbe ederek bunlara katılmalarıdır.

Ne var ki, bu âyet onların tevbe etmeyeceklerine işaret etmektedir.

*

إِلَّا طَرِيقَ جَهَنَّمَ (EılLAv OaRIyQa CaHanNaMa)  

“Sadece cehennem tarikini gösterecektir.”

İllâ” ile gelen “Bel” ile gelenin tersidir. “Bel”den önce söylenen cümle müphemdir. Evet veya hayır şeklinde değildir. “İllâ”dan sonra gelen de böyledir. Cehennem tarikini Allah gösterir veya göstermez. Ama başka yol onlara gösterilmeyecektir. O zaman arafta yani cennet ile cehennem arasında kalacaklardır. Yani, onlar ya cehenneme gidecekler, ya da arafta kalacaklardır.

Böylece başka âyetlerin delaleti ile şunu öğrenmiş oluyoruz. Kıyam eden kimseler üç grup olacaklardır. Kimi cennete gidecektir. Kimi cehenneme gidecektir. Kimi de cennet ile cehennem arasında bu dünya hayatına benzeyen bir hayat yaşayacaklardır. Sermaye zalimleri ya cehenneme götürülecektir, ya da arafta bırakılacaktır. “İllâ” ile istisna bunu ifade eder.  

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (PAvLiDIyNa FIyHAv EaBaDan)  “Orada ebediyen hâliddirler.”

“Ebediyen orada hâliddirler.” Buradaki “orada” zamiri cehenneme gider veya arafa gider.

Demek ki, arafta kalsalar bile orada hâlid kalacaklar ve cennete gidemeyeceklerdir.

Allah zulmetmeyecektir. Kimseye işlediği günahtan fazla ceza çektirmeyecektir. Sonlu bir günahın cezası sonsuz olamaz. O halde burada “hâliddir” demek ne demektir? Cehennemde veya arafta hâliddirler, ama oraya alışarak o hayat kendileri için artık azab olmayabilir. Kara hayvanları nasıl karaya, deniz hayvanları nasıl denize alışmışlarsa; cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme uyarlanmış olacaklardır demektir.

وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا(169)   (Va KAvNa ÜAvLıKa GaLay elLAHı YaSIYRan)  

“Bu Allah’a çok yesir bulunmaktadır.”

Bizim yukarıda sorduğumuz suale cevap vermektedir.

Bir taraftan zulüm etmeyecek, diğer taraftan ilelebet cehennemde bırakacak. Bunu çözmek Allah için çok kolaydır diyor. Yani, Allah bu sorunu bizim bilmediğimiz bir yoldan, daha kısa bir yoldan çözebilir.

Burada bir hususa daha işaret etmekte yarar vardır. İnsanlar atomlardan oluşmuştur. Atomlar birbirinden uzak elektronlardan oluşmaktadır. Diğer atomlarla birleşerek molekül oluştururlar. Bu birleşme ya elektronlardan sonra olur. Düşük sıcaklıklarda böyledir. Yüksek sıcaklıklarda ise elektronlar artık düzgün olarak çekirdeğin etrafında dönmemektedir. Atomlar arası birleşme de çekirdekler arasında doğrudan olmaktadır. Her ikisi de yapıyı oluştururlar. Dünyada insanlar moleküler yapıdadırlar, yeryüzünde yaşayabilmektedirler. Cinler ise atomlar arası ilişkilerle yaşamaktadırlar. Güneşte yaşamaktadırlar, yıldızlarda yaşamaktadırlar.

Âhirette de insanlardan cehenneme gidenler cinlerin yapılarına dönüşecek ve cehennemlik insanlar orada cinlerle beraber yaşayacaklardır. Cennette ise insanlar meleklerle beraber yaşayacaklardır.

*

يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYuHav elNAvSu)  “Ey nâs/ Ey insanlar”

Hazreti Adem yaratıldı ve peygamber yapıldı. İnsanlar toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve çiftçilik yaparak geçindiler. Bunlar hep kabile hâlinde yaşadılar. Resul olarak gönderilenler kabile reisleri olmuştur.

Onlar şeriatla değil de, bir babanın aileyi idare etmesi şeklinde adilane kabilelerini yönettiler.

İlk kentleşme Mezopotamya’da başladı. İlk olarak Nuh Peygamber geldi ve şeriatı o getirdi. Yazılı kurallar tedvin edildi. Mezopotamya peygamberleri kendi kavimlerine geldiler. Tüm insanlığa hitap etmek üzere kitap getiren Hazreti İbrahim oldu. Ama İsrail oğullarından insanlığa şeriatı öğretecek olan bir nesil yetiştirdi. Onun soyundan gelen peygamberleri bir şeriat düzeni ve kendi kavimleri içinde yetiştirdi.

Son olarak İsrail oğullarından olmayan ama İbrahim soyundan bir ümmi nebi geldi. Bu son nebi idi. Bütün insanlara hitap ediyordu. Kur’an insanlığın kitabı oldu. İçtihat ve icmalarla tüm insanlık birleştirildi.

Bunları dört hususta toplayabiliriz.

  1. Hazreti PEYGAMBER bütün insanlara tebliğ yapmakla görevlendirilmiş peygamberdir. Bu tebliği mektuplarla yapmıştır. Her mü’min ona halife olmak üzere kıyamete kadar bu tebliğe devam edecektir.
  2. KUR’AN bütün insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Ulema onu tüm dünya dillerine aktarmakla görevli kılınmıştır. Her dile tercüme ediliyor ve yorumlanıyor.
  3. MEKKE şehri tüm insanlık için emin yer yapılmıştır. Bu husus henüz gerçekleşmemiştir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus ele alınmıştır. Dünyadaki yüze yakın devlete Mekke çevresinde birer ilçe kuracak ve ortalama 50 000 nüfusu barındıracak yer verilmelidir. Her bölgeden bir bucak bulunacak, her ilden bir semt (köy) bulunacak, her ilçeden bir aşiret bulunacak, her bucaktan bir aile bulunacaktır. Hacıları bunlar konuklayacaklar, Arapça ile tercümeleri bunlar yapacaklardır.
  4. KUR’AN ARAPÇASI insanlığın ortak ilim dilidir. Kur’an Arapçası artık Arapların değil, insanlığın ve tüm çağların dilidir. Kur’an Arapçası bilgisayar dili hâline getirilecektir. Her dilden tercüme o dile yapılacak, sonra diğer dillere o dilden tercüme yapılacaktır. Kur’an Arapçası merkez dil olacaktır. Tarihte Arapça yani bu hususta büyük hamle yapılmışsa da, bundan sonra daha çok çalışıp program yapılacaktır. Herhangi bir dilde bulunup Arapçada olmayan bir kural varsa, o kural Arapçanın yazı diline geçmiş olacaktır. Mesela, Türkçede mişli geçmiş kipi olduğu halde, Arapçada bu yoktur. Arapçada mazi sığası son harfin üstünlü olması ile belirlenir. Bu üstün mişlilerde biraz farklı konabilir. Böylece okuyanlar mişli anlamıyla okurlar. Bir başka dilde de mişli hâl varsa Arapçadan ona göre tercüme edilir. Aksi de varittir. Arapçada ikili sığa var, değişik anlamları olan çoğullar vardır. Türkçede ler kelimesine okunmaz bir harf eklenerek bu tercüme başarılmış olur.

قَدْ جَاءَكُمْ الرَّسُولُ (QaD CAvyEaKuMu elRaSUvLu)  “Resul size geldi.”

Gelen “RESUL” marifedir. Bütün nâsa gelen resuldür, bu da Hazreti Muhammed’dir. Böylece Hazreti Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara resul olduğu ifade edilmiştir.

İnsanlar dayanışma ortaklıkları olarak teşkilatlanacaktır. Bunların âlimlerden (ahbar), din adamlarından (ruhban), meslek adamlarından (rebban) ve yöneticilerden (kıssis) oluşan şûraları vardır.

Ocaklarda ilk ehliyetlilerden (amil), bucaklarda orta ehliyetlilerden (ehli zikr), illerde yüksek ehliyetlilerden (fakih), ülkelerde üstün ehliyetlilerden (rasih) resul gelecektir. Bunlar Hazreti Muhammed’in halefleri olacak, namazları kıldıracak ve onlara hakkı anlatacaktır. Bütün insanlara örnek olan bir resul gelmiştir.

Gerçi Hazreti Muhammed aleyhisselâm sadece Araplara başkan olmuş, Medine devletini kurmuştur. Hayatında yalnız Araplara başkanlık etmiştir. Ama usve yani örnek başkandır. Diğer bütün başkanlar onun gibi başkan olmalıdırlar. O nasıl oldu ise siz de öyle başkan olacaksınız. Önce bir cemaat oluşuyor ve onlar onunla hicret etmeyi kabul ediyorlar. Sonra bir kente gidiyor ve orada onun başkanlığını silahsız kabul ediyorlar. Böylece site devleti oluşuyor. İşte başkanlık böyle oluşuyor. İl merkez bucağı, ülke merkez bucağı ve insanlık merkez bucağı da böyle oluşacaktır. Hep göçülecek ve orada merkez bucaklar oluşacaktır.

بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ (Bi eLXaqQı MıN RabBiKuM)  “Rabbinizden hak ile.”

Bir bucak kurmak isteyen sözleşme yapar. Bu sözleşme Kur’an’a dayanmalıdır. Kurucunun içtihadı ile oluşacak ve önce merkez aşireti kuracaktır. Merkez aşiret sözleşmesi icma ile sabit olmalıdır. İşte bu istişarî karardır ve ittifakladır. Dolayısıyla haktır. Burada topluluğun rabvei için bu kararlar alınacaktır.

İşte Medine’de olduğu gibi bir bucak tesis edilir. Kişi o bucağın sınırları içinde kalır da biat etmek istemezse, hiçbir hakkını kaybetmeyip o bucağın toprağından çıkıp gider. Diğer kalanlar o bucağın içine girerler. Bucak ilçe içinde kurulacaktır. Bu bucak şöyle kurulur.

Önce bir aşiret oluşturulur. Bunun için kendilerine arsa tahsis edilir. İnşaat yaparak bir araya gelirler. Burası merkez olmak üzere bucağın kurulması istenir. O ilin halkına sorulur: Bu kimsenin kuracağı bucağa göç etmek ister misin? Dışarıda kalırsan oraya göç eder misin? O ilçe halkına da şöyle sorulur; içinde kalırsan oradan hicret eder misin? Bu sorulara verilecek cevaplarla kurucu bucağın sınırını çizer.

Oraya göç edenlerden oradan göç edenler çıkarıldıktan sonra, o sahada sakin olanların sayısı 3000 (üçbin) nüfusa ulaşırsa bucak kurulmuş olur. On binden çok olursa, hududunu geri çekmek durumundadır.

İşte bu kişi o topluluğun resulü olmuştur.

Kurucuların ehil olmadıklarına karşı hakemlere gidilerek kuruculuk iptal edilir. Site sözleşmesi hak yani hukuk içinde değilse, yine hakemlere gidilerek kuruculuk durdurulur.

Hazreti Muhammed aleyhisselâmdan sonra resulleri artık onlara biat edenler belirleyecektir.

Bi’l-Hakki” deyince, hukuk içinde demektir. Cemaatin seçtiği başkan Allah’ın seçtiğidir.

فَآمِنُوا (Fa EAvMiNUv)  “İman ediniz.”

Burada “iman ediniz” denmiş de, “resule iman ediniz” denmemiştir. Yani, hakka iman ediniz demektir. Yani, artık sözleşmeye inanınız, sözleşmenin koyduğu kurallara uyunuz anlamı çıkar.

Başkanın etrafında toplanarak kendi güveninizi sağlayınız, dayanışma içine giriniz demektir. Yani, bucakları oluşturarak hukuk düzenini kurunuz ve haklarınızı güven altına alınız demektir. İç güvenliği sağlamak için il merkez bucakları kurunuz, savunmayı sağlamak için ülke merkez bucakları kurunuz. Nihayet cehaletle savaşarak uygarlaşmayı sağlayan risaleti tesis ediniz demektir. Böylece insanlık güven içine girmiş olur.

Mekke bucağının başkanı her seçildikçe bu âyet okunacak ve tüm insanlık kendisini onunla güven altına alacaktır. Her bucak başkanı seçildiğinde bucak halkı buna biat edip kendilerini güven altına alacaklardır. “El-Nâs” bütün insanlığa hitap ettiği gibi bucak halkına da hitap eder. İl ve ülke halkına ayrı ayrı hitap eder.

خَيْرًا لَكُمْ (PaYRan LaKuM)  “Sizin için hayır olana.”

Bu ifade hâl olabilir. O zaman “sizin için hayır olmak üzere iman ediniz” olur.

Yahut “sizin için hayır olanı güven altına alınız” demek olur. Mef’ul olur.

Sözleşme yapılacak, başkan ortaya çıkacak, gerek başkan gerekse sözleşme yargı denetiminde olacaktır. Ondan sonra ona uymak hayır olacaktır. Hayır olana inanacağız yahut hayır olanı koruyacağız.

Her iki anlamıyla da bucağın hayırlı bir kuruluş olduğunu ifade eder. Bucak, hukuk düzenidir. Hukuk düzeni, mülkiyeti koruyan düzendir. Bu bakımdan hayırlıdır. Bizzat bucağın kendisi zenginliktir. O bucakta oturanlara mülktür. Dolayısıyla bucaklara merkezî yönetim karışmadığı gibi, oraya geleceklerin o bucağın maliklerince izinli olmaları gerekir. Bucaklıların birbirlerine şufa hakları vardır. Taşınmazlar resmî değerle alınıp satılır. Dolayısıyla satıcı malını bucağında oturanlara satmakla yükümlüdür. Kimse almasa, bucak başkanı da izin verse, o zaman dışarıya satabilir. Bucak başkanı izin vermiyorsa kendisi almak durumundadır.

وَإِنْ تَكْفُرُوا (Va EiN TaKFuRUv)  “Küfreder olursanız.”

Bir kimse ortaya çıkmış, aşiret oluşturmuş, apartman kurmuş. Onlar Kur’an’ı tetkik ederek bucak sözleşmesini hazırlamışlar. Gelenler gelmiş, gidenler gitmiş…

Siz ise onlarla dayanışma içine girmeyecekseniz, o bucağı birlikte savunmayacaksanız, o zaman terk edip oradan gidersiniz, başka yerlerde kendinize yer ararsınız…

Yahut yeter sayı olan 3000 kişiyi bulamamışsa, o zaman da kurucular o ili terk edip başka bir ile gitmeli ve bucaklarını orada kurmalıdırlar. Çağımızın demokratik düzenlemesi ancak siteleşmekle mümkün olacaktır.

Bugün insanların seviyesi yükselmiştir. Herkesin kendi dünya anlayışı farklıdır. İnsanlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma içinde gruplanarak yaşayacaklar. Özel hukuk bu gruplanmalarda oluşacaktır. Ocak, bucak, il ve ülkeler hâlinde organize olacaklardır. Kamu hukuku ise yerinden yönetim ile buralarda oluşacaktır.

فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (Fa EinNa LielLAHi MA FIY elSaMAvVAvTı Va eL ErWı)  

“Semâvât ve arzda olanlar Allah’ındır.”

Bugün göç etmeyi yeryüzünün yalnız karalarında görüyoruz. İleride insanlar göklere çıkacak ve oralarda da uygarlıklar kuracaklardır. Kişi hangi gezegende yaşıyorsa o gezegenin uygarlığına uymak zorunda olacaktır. Gezegenler arası hicret de meşru olacaktır.

Batı dünyası bugün ekseriyet demokrasisini ileri sürmektedir. Bu ise aldatmacadır. Aslında ekseriyet sağlanamadığı gibi; ekseriyet sağlansa bile bu düzen dengeli düzen olmaz. Esasen bu adil bir uygulama değildir.

Kişiye seçme hakkı yerine “yer değiştirme hakkı” tanınmıştır. Çoklu sistem vardır. Kişi ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklığını değiştirerek istediği “özel hukuk” içinde yaşama imkanına sahiptir. Yeter sayıda ortak bulmak şartı ile kendisi de kurabilir.

Diğer taraftan “yerinden yönetim” olduğu için farklı kamu hukuku oluşmaktadır. İstediği bucağa hicret ederek istediği düzende yaşar. Bu hicretin kolaylaşması için hicret edenlerin taşınmazlarını resmî değerle devlet satın alır, gittiği yerde de resmî değerle oradan ona istediği taşınmazı satar.

Her insanın yeryüzündeki topraklarda payı vardır. Eğer dünya eşit iklim şartlarına sahip olsaydı, yeryüzünün karalarını insan sayısına bölerdik, böylece kişiye düşen toprak payı belli olmuş olurdu. Bucak kurmak isteyenlere ona göre arazi parçasını verirdik. Ne var ki, yeryüzü bilhassa aldığı Güneş ışığı nedeniyle farklı değerlere sahiptir. Onun için kişi kendi toprak hakkını isterken, seçtiği yere göre değerlendirmemiz gerekir. Bunun için de şunu yapıyoruz. Bir yerin değeri yoğunlukla orantılıdır. Ayrıca siteler içinde de topraklar farklı değerler taşırlar. Bunun için toprak değerlendirme sistemi gelişmiştir.

Yeryüzü kıtalara ayrılmıştır. Kıtaların nüfus yoğunluğu, o kıtaların diğer kıtalara oranla değerini ortaya koyar. Kıtalar ayrıca bölgelere ayrılmıştır. Bölgelerin nüfus yoğunluğu o kıta üzerindeki değer farklarını ortaya koyar. Bölgeler ilçelere ayrılır ve yine ilçelerin nüfus yoğunluğu o ilçe arazilerinin kıymetini ortaya koyar. İlçe içinde siteler kurulur. Site arazilerinin değeri orada yerleşecek nüfusa göre değerlendirilir. Böylece her sitenin bir arazi değeri ortaya çıkar. Orada yapılan binalar ise maliyet ve yaşları ile orantılı olarak hesaplanır.

Site içinde mevcut arsalar eşit değere göre belirlenir. Arsa seçme hakkı ilk yapana aittir. O yatırım yapınca diğer arsalar değer kazanacaktır. Dolayısıyla en son yapan belki site içindeki en kötü arsaya sahip olmuş olur ama değer itibariyle kazanmış olur, kaybetmiş olmaz.

Bizi bu farklı değerlendirmeye götüren şey, bu âyette “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır.” denmesinden dolayıdır. Demek ki gökten gelen güneşin ve yağmurun da arsanın değerinde etkisi vardır. Bunu Allah’ın tesbiti demek, halkın tesbiti anlamına gelir.

وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا(170) (VaKAvNa elLAHu GaLIyMan XaKIyMan)

“Allah alîm ve hakîm bulunmaktadır.”

Allah” yeryüzüne ait hükümleri koyarken bilerek koymaktadır. Teşri yetkisi de O’nundur.

Burada “alîm” ve “hakîm” kelimeleri nekire gelmiştir. Demek ki devlet de bilmek ve hükmetmek durumundadır. Yirmibeş “Genel Hizmet” içinde planlama bulunmaktadır, araştırma bulunmaktadır. Yeryüzünün altının ve üstünün tüm değerlerini içeren harita ve araştırmalar olacaktır. Böylece bunlara dayanılarak yeryüzü değerlendirilecektir. Kararı yine halk verecek, serbest piyasa mekanizması ile verilecektir.

Bugün toprak hukuku oluşmamıştır. Toprak sahibi olmak için savaşma şartı koşulmuştur.

Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda ise savaş devletlere güvenlik hakkı imtiyazını verir, o topraklara mâlik olma hakkını vermez. Halk devlete beşte bir vergisini verdikten sonra, elde ettiği malı istediği yerde satar. Halk toprağın vergisini ödedikten sonra onun elinden malını kimse alamaz. Bir kimsenin elinden toprağını alabilmek için o kimsenin o toprağı âtıl bırakması gerekir. Her toprağın eskiden ödenen vergiye göre resmî işletme değeri vardır. Onun iki mislini veren o toprağı alma hakkına sahip olur.

Toprağın bir başka hesaplama değeri ise, o çevrede özel mülkiyete intikal eden toprakların genel toprağa bölümü ile değerlendirilir. Kamu toprakları azaldıkça kamu toprağının değeri yükselmiş olur. Kişilerin resmî ücreti ise ülkeden ülkeye değişir. Bu özel sektör oranı ile belirlenir. Ülkelerin toprak değeri potansiyel emekle bilinir. “Alternatif Faizsiz Banka Modeli” kitabımızda bunlar açıklanmıştır.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3156 Okunma
2-NİSA 6-10
2174 Okunma
3-NİSA 11-12
5604 Okunma
4-NİSA 13-17
1933 Okunma
5-NİSA 18-22
1879 Okunma
6-NİSA 18-22
1569 Okunma
7-NİSA 23-24
4543 Okunma
8-NİSA 25-30
1956 Okunma
9-NİSA 31-35
3336 Okunma
10-NİSA 36-40
2077 Okunma
11-NİSA 41-46
2302 Okunma
12-NİSA 47-56
2178 Okunma
13-NİSA 57-62
2039 Okunma
14-NİSA 63-70
1892 Okunma
15-NİSA 71-76
2343 Okunma
16-NİSA 77-80
1980 Okunma
17-NİSA 81-87
2181 Okunma
18-NİSA 88-91
2114 Okunma
19-NİSA 92-94
2079 Okunma
20-NİSA 95-101
1940 Okunma
21-NİSA 102-106
2139 Okunma
22-NİSA 107-113
2093 Okunma
23-NİSA 114-116
2493 Okunma
24-NİSA 117-125
2098 Okunma
25-NİSA 126-130
1952 Okunma
26-NİSA 131-137
1912 Okunma
27-NİSA 138-143
2052 Okunma
28-NİSA 144-152
1929 Okunma
29-NİSA 153-158
1979 Okunma
30-NİSA 158-162
2373 Okunma
31-NİSA 163-170
2052 Okunma
32-NİSA 171-175
2149 Okunma
33-NİSA 176
3142 Okunma