بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَاعْبُدُوا اللَّهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا(36)
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا(37)
وَاعْبُدُوا اللَّهَ (VaGBuDUv elLAHa) “Allah’a ibadet ediniz.”
Buradaki “Vav” harfi ondan önce gelen emir veya nehiylere gidebilir. Hakemler gönderin, onlara vazedin, temenni etmeyin, ekletmeyin… Çünkü emirlere uymak, nehiylerden uzaklaşmak ibadettir.
“Vav” harfi ile atfetmiş olması, yukarıda sayılan emirlerden başka emirler ve nehiyler de vardır demektir. Genelleştirerek bütün emirlere ve nehiylere uyun.
Kur’an Allah’ın emir ve nehiylerine uyun diyor. Başka kimsenin emir ve nehiylerini dinlemeyin.
Kur’an insanın insana köle olmasını men eden kitaptır. Kur’an’ın amacı budur.
“Bismillahirrahmânirrahîm” ile insan Allah’ın fabrikasına kaydolur. Bunu her davranışta hatırlar.
“Yalnız San’a ibadet eder, yalnız Sen’den yardım alırız.” demesiyle, diğer bütün insanlara ve varlıklara ibadet etmeyeceğini bildirir. Fatiha’ Sûresi’ndeki taahhüt burada emre dönüştürülmüştür.
وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا (Va LAv TuŞRiKUv BiHi ŞaYEAn) “O’na bir şeyi teşrik etmeyin.”
Yukarıdaki cümlede “Allah’a ibadet edilmesi gerektiği” ifade edilmiştir. Orada O’ndan başkasına ibadet etmeyiniz denmiştir. Burada bu hüküm gelmiştir. Onun için “Va” harfi ile atfetmektedir.
İnsan hiç kimseye medyunu şükran değildir. Herkes Allah için yapar, bütün hayırlı amellerin karşılığını da Allah’tan alır. Siz birisine iyilik ederseniz Allah’a iyilik etmiş olursunuz; birisinden iyilik görürseniz Allah’tan görmüş olursunuz. Kötülük de öyledir. Hayır ve şer Allah’tandır. Allah’ın izni olmadan kimse size kötülük de yapamaz, iyilik de yapamaz. Her şey Allah’tandır.
Devlet yönetiminde durum başkadır. Kişiler verdiklerini ve aldıklarını topluluğa vermiş ve topluluktan almış olurlar. Verirken ve alırken aynı zamanda Allah’ın halifesidirler. Allah adına vermekte ve Allah adına almaktadırlar. Bunu böyle kabul etmeyip ‘ben yaptım - o yaptı’ dersek, o zaman şirk etmiş oluruz.
Suç işleyene ceza verirken kendi adımıza değil, Allah adına ceza vermiş oluruz.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluktur. O halde sosyal düzenimizi de buna göre kurmak zorundayız. Herkes topluluğa karşı sorumludur. Son karar daima hakemlerindir. Hakemlerin karşısında bütün insanlar eşittir. Kişilere ceza verilmez, yapılan bir fiili yapana ceza verilir. Allah’ın emri öyle olduğu için biz onu yaparız. Bu emir akıl ile da tesbit edilebilir, nakil ile de tesbit edilebilir.Sağlıklı akıl ile sağlıklı nakil arasında çelişki olmaz.
Şimdi bu kadar açık olarak Allah’tan başka kimseye ibadet edilemeyeceği emredilmektedir.
Peki, ya anne babayı dinlemeyecek miyiz? Amirlerimizi dinlemeyecek miyiz?
Bu suale karşı çok açık ifade ile cevap verilmiştir.
وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا (Va Bı eLVAvLıDaYNı EıXSANan) “Anne babaya ihsan edilecektir.”
Anne babaya ibadet edilmeyecek, anne babaya ihsan edilecektir, iyilik yapılacaktır. İhtiyaçları giderilecek ama saygı gösterilecektir. Taziz edilecek, tevkir edilecektir. Ama asla ibadet edilmeyecektir.
Kur’an’ın hiçbir yerinde anne babaya itaat edilecek diye bir madde yoktur. İnsan anne babaya veya amirine itaat etmeyecektir; ihsan edecektir. İtaat ederse sorumluluktan kurtulamaz.
Dünyada kişiler mevzuata, kanunlara, kurallara uymakla yükümlüdürler; amirlere değil. Eğer amirleri yetkileri dahilinde olan emirleri verirlerse o mevzuata uymadır. Ama yetkilerini aştı mı onu dinleyen de sorumlu olur. Onun için yargı huzurunda taraflar eşit şartlar içinde çıkarlar. Amirin değil, amirin yetkisi dahilinde koyduğu kurala uyulup uyulmadığı muhakeme edilir.
Türkiye’de yetkisiz işler yapılmakta ve yapana kâr kalmaktadır. Mesela, Anayasa Mahkemesi’nin dokunulmazlığı kaldırılmayan bir kimseyi muhakeme etme hakkı yoktur. Yine Anayasa Mahkemesi’nin muhakeme edilmemiş kişiyi mahkum etme yetkisi de yoktur. Bunu eski Anayasa Mahkemesi yaptı. Bu yetkisiz tasarruftur. Buna uyan Meclis Başkanı, buna uyan Hükümet, buna uyan Savcı, buna uyan herkes sorumludur.
“Adil Düzen” olsaydı, bunların hepsi sorumlu olurdu. Çünkü bâtıl bir karara uyulmuş oluyordu.
Bu usûlü uygulamazsanız, yarın Anayasa Mahkemesi “Meclis’i dağıttım!” der. Yahut yetkisiz cumhurbaşkanı veya milletvekilinin görevine son verir. Beşir Atalay’ın rektörlük görevinden alınması da böyledir. Demirel suç işlemiştir. Çünkü her atayan görevden alamaz. Hele kollektif bir kararla atanmışsa onu hiç kimse görevden alamaz. Yargı görevden alabilir. Ulusun kayıtsız şartsız hakimiyeti de budur. Yani, ulusun ötesinde bir güç yoktur. Ulusu da meclis temsil eder. “Hakimiyet Allah’ındır” demek, “hakimiyet ulusundur” demektir. Çünkü Allah kendi haklarını devletlere devretmiştir. Devletin sahibi de ulustur.
وَبِذِي الْقُرْبَى (Va Bı Üıy eLQuRBAv) “Ve kurabası olan kimseye,”
“Kurbâ” fu’lâ veznindedir. En yakın anlamında olanın müennesidir. Masdar da olabilir.
Herkesin yakınlısı vardır. Ancak burada marife gelmiştir. Belli tür yakınları olan kimse demektir.
İslâmiyet’te öksüzler yurdu yoktur, huzur evleri yoktur. Küçüklere anne babaları bakarlar. Yaşlılara da çocukları bakarlar. Kadın-erkek arasında işbölümü vardır. Bedenî hizmetleri kadınlar verirler, mâlî ihtiyaçları erkekler görürler. Eğer anne veya baba, kız veya oğul yoksa, onların yerini yakınları alırlar. Babanın yerini dede, sonra kardeş, sonra amca alır. Annenin yerini anneanne, sonra kız kardeş, sonra da teyzeler alır. Kızların yerini kızların kızları alır. Oğulların yerini oğulların oğulları alır.
İşte böylece kendi çocuklarına veya anne babalarına bakar gibi bakan erkek veya kadın “zi’l-kurbâ”dır, yakınlısıdır. Devlet kreş açmaz, huzurevi yapmaz, ama işte böyle yakınları olan kimselere katılır. Zekâttan pay ayırır. Bu anlayışla zi’l-kurbâ emekli olanlar demektir. “Ben emekli oldum” diyen emekli olur. Malları dondurulur. Emekli olan artık alamaz, satamaz, tasarruflarda bulunamaz. Kendisine bir yakınlıyı atar, o yakınlı onun mallarını idare eder. Mallarda eksiltme ve artırma yapamaz, ama onu işletir ve gelirlerinden kendi emek payını alır, kalan kısmını sahibine verir. Emekli olduğu zamanki mallar vârislerine eksiksiz olarak intikal eder. Çalışanlara çalışma kredisi verilir. Emekli olanlara emeklilik payı verilir. Emekliler için bütçede ayrılan miktar bölüştürülür. Doğduklarında sağlam olup 15 yaşından sonra sakat olanlar zi’l-kurbâ statüsünde maaş alırlar.
وَالْيَتَامَى (Va elYaTAvMAy) “Ve yetimlere,”
“Yetimler” de kadın yakınları tarafından büyütülürler. Onların malları da kayyuma verilir. Gelirleri yetimlere bakan yakınlarına verilir. Mallara onlar büyüyünceye kadar dokunulmaz, sadece işletilir.
Bu husus sûrenin ilk âyetlerinde açıkça söylemiştir. Burada ‘zi’l-kurba’ eklenmiştir. Yetimlerle beraber zikredilmiştir. Benzer ama ayrı ayrı müesseseleri olacaktır. Bütçeden eşit olarak ayrılan pay emeklilere ayrı, yetimlere ayrı olmak üzere aralarında paylaştırılacaktır.
وَالْمَسَاكِينِ (Va eLMaSAKıNı) “Ve miskinlere,”
Serveti vasat servetin altında olan fakirlerden gelirleri de vasat gelirlerinin yarısının altında iseler onlar “miskin”dir. Bunun anlamı işsiz demektir. Geliri vasatın yarısından az ve serveti olmayan işsiz kabul edilir. İşi olsa da çalışmasa dahi bu maaşı alır. Bu onun yeryüzündeki arazide olan payının karşılığıdır. Çalışan o payı çalıştığı yere kullandırmış olur. Yetim ve emeklilere devlet gelirlerinden pay verilmiştir. Miskinlere ise hem devlet hem de bucak gelirlerinden pay verilmiştir. Kur’an’da devlet gelirleri ile bucak gelirleri paylaştırılmıştır.
“Humus” devlet gelirlerinden sayılmıştır. “Kırkta birler” bucak gelirlerinden sayılmıştır. İllere de onda birleri istihsan ediyoruz. Onun taksimini de yarısı ondan yarısı ondan olmak üzere bölüştürüyoruz.
وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى (Va eLCAvRı Üıy eLQuRBAy) “Ve kurabalı câr,”
“Yakınlığı olan komşular.” Zekâtta olsun, humusta olsun, cârdan ve cenb sahiplerinden bahsedilmemektedir. Burada ihsandan bahsedilmektedir. Oralarda ise mâlî paydan bahsedilmektedir. Orada bunlara pay verilmemiştir. Ama ihsan emredilmiştir. Komşular birbirine ihsanda bulunurken bedenî ihsanlarda bulunacaklar, kap kacak kullandıracaklar, borç verecekler, gidip gelecek ve ziyaret edeceklerdir. Bunların zekâtta payları yoktur. Kur’an’da başka hak sahiplerinden bahsederken “sâil ve mahrûm”dan bahsetmektedir.
Zekât sekiz sınıfa dağıtılmaktadır. Humus ise altı kimseye dağıtılmaktadır. Miskin her iki kısımda da vardır. İbnüssebil de her ikisinde vardır, farklı manâdadır; birinde vakıfta çalışanlar, diğerinde ise turistlerdir. Yakın komşu, uzak komşu, yatalaklar burada zikrediliyor. Mahrum ve sâil de başka yerde zikrediliyor. Böylece 16 hak sahibi oluyor. Resul ve Allah’la beraber 18 olmaktadır. Mirastan doğan yardımlaşmalar bunların dışındadır. Onları da iki olarak sayarsak 20 kadar olmaktadır.
وَالْجَارِ الْجُنُبِ (Va elCAvRı eLCaNBı) “Ve cenb cari de,”
“Yakın komşular ve uzak komşular da.” Yakın komşudan maksat bitişik komşudur. Aranızda kimsenin bulunmadığı komşudur. Yunanistan bizim yakın komşumuzdur. Komşunun komşuları da uzak komşulardır. Ürdün bizim uzak komşumuzdur. Evler için de bunları saymamız gerekir. Apartmanda üst kat, alt kat ve karşıki daire yakın komşulardır. Diğer apartman sakinleri ise uzak komşularımızdır.
Burada ihsan edeceklerden bahsetmediğine göre; kişilere komşu olanlar sayıldığı gibi, kuruluşların da yakın ve uzak komşuları vardır. Aşiretler için karyede olanlar yakın, kabilede olanlar uzak komşulardır. Bucaklar için ilçedekiler yakın komşular, ildekiler uzak komşulardır. İller için bölgedekiler yakın komşular, ülkedekiler uzak komşulardır. Ülkeler için kıtadakiler yakın komşular, insanlıkta olanlar uzak komşulardır.
Böylece tanımladıktan sonra bu komşuluk hukuku ortaya konacaktır. Bu da ihsandır.
İhsan nekire olduğuna göre iekli biçime değidlecedkir demektir.
وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ (Va eÖöAXıBı BiLCaNBı) “Ve cenbin sahibine ihsan vardır.”
“Cenbin sahibi”nden maksat yatalak demektir. Yani, hasta olup kendi işlerini kendisi yapamaz durumda olan kimselere yardımcı olunacaktır. Bedenen yardım olunacaktır. “Adil Düzen”de küçük yerde hastahaneler de yoktur. Her “ocakta bir revir vardır”, yatalak hastalar o revirde yatarlar. O revir mescide açıktır. Hastalar hücrelerinden isterlerse toplantı yerini takip ederler. Sohbetlere katılırlar, namaz kılarlar... İsterlerse hücrelerinin kapılarını kapatırlar. Bunlarla ilgili sadece yakınları değil; ocak sakinleri, emekliler ve kadınlar da bunlar üzerinde nöbet tutarlar. Ocaktaki nöbetin manâsı budur. Gündüzleri erkekler, geceleri kadınlar nöbetleşirler. Hasta burada tedavi edilir. Doktor yanına gider. Benzer şekilde “ilçede klinikler vardır”, burada da refakatçiler, jandarma birlikleri nöbet tutarlar. “Bölgelerde hastahaneler vardır”, burada da askerler nöbet tutarlar, hizmet yaparlar, temizlik yaparlar. Sağlık hizmetleri bedavadır. Ama giderleri de asgariye indirilmiştir.
Zelzeleye veya sele uğramış kent de ülke de “sahibi bi’l-cenb”dir. Zelzeleye uğrayan bir ocaksa bucaktakiler; bir bucaksa, ildekiler; bir il ise ülkedekiler; bir ülke ise insanlık yardımına koşmalı ve ihsanda bulunmalıdır. Burada muaahat sistemi çalıştırılmalıdır. Herkesin evi ikiye bölünebilmelidir. Böyle anlarda mağdur olan aile komşu ailelerden birine konuk yapılır. O kimse onu ağırlar ve ona hizmet verir.
Biz Akevler’de böyle üç blok yaptık. Sonra imardaki oyunlar sebebiyle fazlasını yapamadık.
Toplanan yardım ise bu aileleri yanında barındıran ailelere bölüştürülür. Kimden ne alındı ise internette yayınlanır. Kime ne verildi ise yine internette yayınlanır. Veren orada kendi verdiğini kontrol eder. Alan da kontrol eder. O zaman herkes seve seve yardım eder. Şimdi yardım edemiyoruz. Çünkü yardım yerine ulaşmıyor.
Demek ki bu “sahibi bi’l-cenbi” aynı zamanda tabiî ve sosyal âfetlerde ne yapılacağını bize öğretmektedir. Marife gelmiştir. O halde bunlar tanımlanacaktır.
Kur’an’da bir kelime marife geldiği zaman müçtehit onu tanımlayacaktır demektir. İcma hâsıl olunca da artık tek ve kesin tanım olur. Yoksa mezheplere göre değişik olabilir.
وَابْنِ السَّبِيلِ (Va EıBNı elSaBIyLı) “Sebil ibnlerine. Yol uşaklarına.”
Bunun iki manâsı vardır. Biri turistlerdir. Dışarıdan gelen turistler barındırılır. Dışarıya giden turistler de desteklenir. Diğer manâsı da vakıflarda çalışan personelin ücretidir. Kamu görevleri vardır. Genel hizmetler vardır. Kamu görevleri “âmilîn” tarafından yapılır. Genel hizmetler de “ibnüssebîl” tarafından yapılır.
“İbnüssebîl” kavramı hem bucak hem de devlet bütçesinde geçer.
وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ (Va MAv MaLaKaT EaYMANuKuM) “Ve eymanınızın mülk ettikleri.”
Zekât âyetinde bunlar rikab olarak geçmektedir. Oradaki köleler mükâteb olanlardır. Yani çalışıp kazanarak, değerlerini ödeyip hür hâle gelmeleri için anlaşma yapılan kölelerdir. Onlara maddî destek verilmektedir. Burada ise tüm köleleri içermektedir. Köleler de diğer insanlar gibi müreffeh olarak yaşama haklarına sahiptirler. Kabul edilen kural şudur. Aynı evde yaşayan kimselerin eşit olarak beslenmeleri, eşit olarak giyinmeleri, eşit olarak barınmaları gerekmektedir. Hattâ eşit olarak seyahat etme hakları vardır.
Üretimde mülkiyet vardır, girdilere göre pay alınır. Tüketimde birlik vardır, herkes ihtiyaca göre pay alır. Üretimde imkâna göre pay alır, tüketimde ihtiyaca göre pay alır. Böylece ailede eşitlik vardır, imaret kuruluşlarında da tüm kademelerde ortak ve eşit tüketim vardır. Bu sebepledir ki genel hizmetler ve sigorta tamamen bedelsizdir... Yollar bedelsizdir... Haberleşme bedelsizdir... Yargı bedelsizdir...
Demek oluyor ki “ihsan” demek, kişilere karşılıksız iyilikte bulunmaktır. Bundan köleler de anne ve baba gibi yararlanacaklardır. Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası, Kur’an’ın emrettiği ihsanı gerçekleştirecek çözümleri içermektedir. Tefsirde kabul edilen bir usul vardır. Bir şey yapmamız emrediliyor, ama nasıl yapacağımız anlatılmıyorsa, onun için kurulacak mekanizma içtihada bırakılmış demektir. Kıyas yoluyla onun mekanizmasını biz oluştururuz. Başkaları başka türlü oluşturabilir. Ancak oluşturma zorunluluğu vardır.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ (EınNa EalLAHa LAv YuXıbBu) “Allah muhabbet etmez.”
“Habbe” kubbe misali yuvarlak tanedir. Suda yükselen köpük de habbe olarak adlandırılır.
“Muhabbet” kalbî bir fiildir, sevgidir. Allah’ın sevmediği kimse ile asgari olarak Allah ilgilenmez, o da böylece yaşayamaz olur. Biz Allah’ın muhabbeti ile bizimle her an ilgilenmesi dolayısıyla yaşıyoruz.
Allah zalimlere belki vazgeçerler diye mühlet vermektedir. Yani onlardan muhabbeti kesmediği için varlar. Ama hiçbir zaman onlar muvaffak olamayacaklardır. Bugün onlar üstün görünüyorlar, çünkü onların karşısındakiler de onlar gibidir de ondan. Son iki-üç asırdır biz hep yeniliyoruz. Neden? Çünkü Kur’an’dan çok çok uzaklaştık. Hâlen de Kur’an’a ve Allah’a yaklaşacaklarına, AB’ye tapıyorlar! Adil Düzenciler bu gerçeği bilmelidirler. Kendilerini düzeltmelidirler. Görülecektir ki Allah’ın nusreti karibdir; Allah’ın yardımı yakındır.
مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا(36) (MaN KAvNa MuPTaLan FaPUvRan)
“Fahur muhtal olanı hubbetmez.”
“Fahr” içi boş küptür. Vurduğunuz zaman çin çin titrer. Böyle olan insan, hiçbir şey yapmadığı halde yapmış zannederek öğünen kimsedir. Aile hukukunda temel olarak herkes Allah’ın verdiği nimetine karşı görevini yapmaktadır; Allah’ın izni ile yapmaktadır. Kimsenin öğünmeye hakkı yoktur.
“Muhtâl” hayalden türemiş bir kelimedir. “İhtiyal” kendi kendine hayal kuran demektir. Burada ism-i fâil de olabilir, ism-i mef’ul de olabilir. Hayal kuran kimse demektir. Hayal kurdurulan kimse demektir. Çevresi onu büyütür, o da kendisini bir şey zannetmeye başlar.
İnsan Allah’ın halifesidir. İnsan için bundan daha büyük bir rütbe var mıdır?
***
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ (elLaÜIyNa YaBPaLUvNa) “Onlar buhl edenlerdir.”
“Fahur” kelimesinden sonra “Bahul” kelimesini kullanmıştır. Bunlar mahreçte birbirine yakın olan kelimelerdir. İnsanlar servet sahibi olmaya çalışırlar. Bir kısmı servet edinip başkalarından üstün olduğunu düşünüp korunmak isterler. Tekasür içindedirler. Bunlar edindikleri serveti kendileri için bile harcayamazlar. Servet sahibi olup onun gücü ile başka insanları sömürmek isterler. Fahr için buhl ederler.
Oysa servet kullanıldığı zaman bir işe yarar. Kasada saklanan paranın bir kıymeti olmadığı gibi; ekilmeyen tarlanın, oturulmayan binanın bir yararı yoktur. Sadece başkalarına üstün olduğunu göstermeye yarar. Kimi insanlar da bunların peşinde koşarlar. İnsandaki buhlu yenmek için Allah emirler ortaya koymuştur.
- Paradan, ticaret mallarından, merada yayılan hayvanlardan ve depo edilen mallardan senede kırkta bir zekât verilir. Böylece depolanan sermaye çalıştırılmazsa erimiş olur.
- İnsanlar eğer kendileri sermayeyi çalıştıramıyorlarsa bankaya faizsiz yatırıyorlar. Başkaları faizsiz alıp onları çalıştırıyor. Böyle yapmayanların malları çalınsa devlet onu korumuyor. Yani para evde saklanıp çalınsa devlet onu tazmin etmiyor.
- Eğer bir işletme çalıştırılmıyor, boş tutuluyorsa, kirasız verilip çalıştırtması gerekir. Yoksa değerini vererek devlet onu satın alabiliyor. İstimlak hakkı budur.
- Kullanılmayan boş evlerde sahiplerinin izni olmadan girilip oturuluyor, boş bina korunuyor.
Demek ki “Buhl” deyince sadece fakire verilen sadakadan ibaret değildir. Zekât, karz-ı hasen, istimlâk ve işgal gibi müesseselerle buhl önleniyor. Boş küp dolduruluyor.
وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ (Va YaEMUvRUvNa elNAvSa Bil BuPLı)
“Ve nâsa buhlu emrederler.”
Serveti başkalarına tahakküm için yığanlar, aynı zamanda başkalarının da fahur olmasını isterler. Zenginler sınıfı oluşturup halkın fakir kalmasını isterler. Bütün kanunları ve kuralları bu ilkeye dayandırırlar. Orta sınıfı ortadan kaldırıp herkesi işçi yapmak ve kendilerine köle etmek isterler.
Faiz ve vergilerle orta sınıf çökertildi ve Batı’da tekel oluştu. Gelişmemiş ekonomilerde halkın elinden varlıklarını almak mümkün olmadı. Bunun için ABD’de kölelik yasaklandı, bütün halk işçi hâline getirildi... Avrupa’da feodalizm kaldırıldı, krallıklar oluşturuldu... Halkın ve kilisenin elindeki mallar zorla alındı. Bu da yetmedi. İtalya’da, Almanya’da, Rusya’da sosyalizm uygulandı, halkın serveti yağmalandı, halk işçi hâline getirildi. Türkiye’de Mustafa Kemal buna karşı devletçiliği getirdi, KİT’leri kurdu. Böylece halkın elindeki malların alınmasını önledi. Şimdi ‘özelleştirme’ yapılarak devlet yani halk yoksul hâle getirilecektir.
İşte buhlu emretmek demek bu demektir. Halk fakirleştirilecek ki sömürülebilsin. Onun için halka bir şey verilmeyecek, halka bir şey de yapılmayacaktır. Türkiye’deki ‘özelleştirme’ furyası işte bu buhlü emretmenin bir uygulamasıdır.
وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ (Va YaKTuMUvNa MAv EaTAyHuMulLAHu MıN FaWLiHi)
“Allah’ın fadlından kendilerine verdiklerini gizlerler.”
Allah bugün devletlere fadlından büyük imkânlar vermiştir; bu da ‘kâğıt para’dır. Bundan yüz yıl önce para olarak altın, gümüş veya bunların senetleri kullanılmakta idi. Bugün ise artık ‘kâğıt para’ kullanılmaktadır. Devletler hiçbir şey harcamadan, bir emek harcamadan paraya sahiptirler.
Eğer para üretilen mala karşı çıkarılırsa enflasyon da yapmaz.
Parayı piyasaya nasıl süreceksiniz?
- Eğer bir kimsenin satılık malı varsa, ona bedelini faizsiz kredi olarak verirsiniz. O da onu harcar. Halkın eline para geçer ve o malı satın alır. Böyle mala karşı çıkarılan para ne kadar çok olursa olsun, asla enflasyon yapmaz. Sadece zenginlik getirir.
- Taşınmazları satmak üzere devlet satın alır ve kârsız satar. Böylece para piyasaya girer veya para piyasadan çıkar. Bu da enflasyona sebep olmaz. Çünkü piyasaya çıkan paranın karşılığı devlette taşınmaz olarak vardır.
- Halka sipariş yapabilmesi için faizsiz kredi verilir... Halk mağazalara sipariş verir... Mağazalar tüccarlara sipariş verir… Tüccarlar işyerlerine sipariş verirler… Halk bu işyerlerinde çalışır ve borcunu öder... Siparişlerini teslim alır... Böylece devre başında ekonomi planlanmış olur. Pahalılık olmaz, ucuzluk olur. Devre başında fiyatlar serbest pazarlıkla belirlenip ödenmiştir.
- İşçi bulan müteahhitlere inşaat kredisi verilir. Halk yapılar yapar. İşçinin ücreti ödenmiştir. Malzeme parası ödenmiştir. Karşılığında taşınmaz oluşmuştur. Hisse senetlerini halk alarak kirasından yararlanmaktadır. Yahut da evi satın almaktadır.
Böylece piyasaya sürülen para asla enflasyon yapmaz. Tam tersine, bolluk içinde ucuzluk olur. Bütün girdiler aktif hâle gelir. İşte devletler bunları yapacağına, bunları gizlemekte ve bu imkânları yokmuş gibi faizli sistemle halk yabancılara köle yapılmaktadır. Şaşkın yöneticiler kendi bastıkları paraya kendileri faiz verip satın almaktadır. Böylece Allah’ın fazlından onlara verdiklerini ketm etmektedirler.
Dikkat edilecek nokta şudur. Burada çoğul sığasını kullanmaktadır. İşte Kur’an bunları öğrettiği için okunmasının yasaklanması istenmektedir. ‘Kur’an sadece ahlâk kitabıdır!’ denerek geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Kur’an bin sene önceki içtihatlarla anlaşılmaya çalışılmaktadır.
Böylece gerçekleri saklayacaklarını sanmaktadırlar.
وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ (Va EaGTaDNAv LıLKAvFıRIyNa) “Kâfirlere hazırladık.”
“Kâfirler” burada marife yani belirli gelmiştir. O halde kâfirlerden kasıt yukarıda tarif edilenlerdir.
Muhtâl olanlar kimlerdir? Avrupa Birliği gibi hayaller peşinde koşanlardır. Dünyayı sömürmek için servet sahibi olmak isteyen AB zihniyetidir. IMF dayatması ile işsizliği ve yoksulluğu zorunlu hâle getirenlerdir.
“Biz üç ay içinde işsizliği yok edeceğiz.” diyoruz; dilsiz, sağır ve kör olarak davranıyorlar.
Allah’ın fazlından verdiği TL’yi kullanmayıp faizle aldıkları dolarlarla ülkeyi sömürtüyorlar!.. Parayı üretime kredi olarak vereceklerine, faizcilere faiz karşılığı çıkarıyorlar!.. Üretim yapılmadan piyasaya sürülen parayı enflasyondan korumak için üretimi durduruyorlar!.. Haksız vergilerle halkı yoksullaştırıyorlar!.. Halk vergisini nasıl ödeyecek?!. Sen piyasaya para sürmezsen halk o parayı nereden bulacak?!.
عَذَابًا مُهِينًا(37) (GAÜABan MuHIyNan)
“Muhin azabı kâfirlere hazırlamış bulunuyoruz.”
Türkiye 1950’den beri bu ekonomik siyaseti izlemektedir. Bundan dolayı her on yılda bir müdahale zorunluluğu doğmuştur. Bu güne kadar ne krizler yaşamışızdır. Ama bütün bunlara rağmen hâlâ uslanma yoktur. Hâlâ kurtuluş IMF ve AB’de aranmaktadır…
Halkımız da gaflet içinde her şeyi devletten beklemektedir. Oysa halk kendi aralarında dayanışma içinde kooperatifleşebilir ve bu durumdan kurtulabilir.
Böyle iktidarda olanları suçlayarak oturmak da yanlıştır.
Halkımız hizmet kooperatifleri kurmalıdır. Kooperatiflerin kefaletinde insanlar siparişlerde bulunmalıdır. Kooperatifler devlet gibi para çıkaramazlar ama kredileşme yoluyla yukarıda sayılanların hepsini yapabilirler. Çünkü kooperatifler de topluluktur. Allah her topluluğa bu imkânları vermiştir.
HALK NELER YAPABİLİR?
- Kooperatife ortak hesap açarlar. Ortaklar paralarını oraya yatırıp karşılığında makbuz alırlar, çekmek istedikleri zaman da çek alıp çekerler. Bu hesaptan ortaklar kendi aralarında kredileşme yapabilirler. Kullandırdıkları para kadar para kullanırlar. Büyük ihalelere girebilirler. Ancak buhlu emredenler bunu yaptırmak istemezler. Onlara karşı dayanmak gerekir.
- Ortak bir muhasebe bürosunu kurarlar. Herkes alacağını ve satacağını oraya bildirir. Dolayısıyla aracı ve sömürücüleri devreden çıkarabilirler. Böylece bütün mallar satılıp alınabilir.
- Kooperatifin kefaletinde siparişler verirler. Böylece devre başında her şey planlanmış olabilir. Dış ticaret dengelenir.
- Mala mal (yani takas yani bartır) marketleri kurarak bu marketlerde emek de mal da değişmiş yani takas edilmiş olabilir.
Gelecekte “halk ekonomisi” oluşacaktır. Dolayısıyla artık devletten bir şey beklenmemelidir.
Halk kendisi kendi ekonomisini kurmalıdır; kuracaktır... Başka çare ve çözüm yoktur.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ
وَمَنْ يَكُنْ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا فَسَاءَ قَرِينًا(38)
وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ آمَنُوا بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمْ اللَّهُ وَكَانَ اللَّهُ بِهِمْ عَلِيمًا(39)
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِنْ تَكُنْ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا(40)
وَالَّذِينَ (Va elLaÜIyNa) “Ve şöyle olanlar”
Kur’an’ın yorumunda ilk dikkat edeceğimiz husus, orada geçen zamirler kimlere veya nelere gitmektedir; kastedilenler kimlerdir ve nelerdir? Buna dikkat etmeliyiz. Sonra ikinci dikkat edeceğimiz husus, atıf harfleri nereye atfetmektedir? Buna da dikkat etmeliyiz. Bu iki konu açıklandığında cümle çözülmüş olur.
Buradaki “Va/Ve” harfi, bundan sonraki “Ellezîne”yi bundan önceki “Ellezîne”ye bağlamaktadır. Hayalci ve boş yere öğünen kimseleri ikiye ayırmaktadır. Birinci grup bahil yani cimri olanlardır. Şimdi de cimri olmamakla beraber gösteriş yapma amacıyla harcayanlardan bahsedilecektir. Eğer bir vasıf iki “Ellezîne” ile atıf edilerek anlatılırsa, onlar gruplanıyor demektir. “Hüden li’l-müttekîn” olanlar de böyle iki “Ellezîne” ile tavsif edilmektedir. Birinciler aklen iman edenlerdir, ikinciler naklen iman edenlerdir.
يُنفِقُونَ (YuNFıQUvNa) “İnfak ederler.”
“Nafak” köstebek yuvasından gelen köktür. İki ağzı vardır. Düşman birinden gelse köstebek diğerinden kaçar. Bedevilerin kurdukları çadırlarla oluşturdukları pazar yerinin girişi ve çıkışı olduğu için ona da “Nafak” adını vermişlerdir. İnsanlar orada varlıklarını harcayarak kendi ihtiyaçlarını alırlar. Buna “İnfak” demektedirler.
Karınlarını doyurmak veya giyim ihtiyaçlarını karşılamaya “İrzak”; başka bir şeyi elde etmek amacı ile yapılan harcamaya “İnfak” denmektedir. Daha özel manâsıyla başkalarına verilen mallara “Nafaka” denir. Bu anlamda hayır yapmak olur. Genel anlamda harcamadır. Âyetteki manâsı her ikisine gidebilir.
Yani, kişiler kazandıklarını harcarken kendi ihtiyaçlarından ziyade, gösteriş için harcama yaparlar. Isınmak için giyinmezler, iffet için giyinmezler, görünmek için giyinirler. Yaşamaya uygun evler yapacaklarına, görünüşlü kullanışsız evler yaparlar. Uzun topuklu ayakkabılar böyle bir harcamadır. Diğer bir harcama şekli olarak da hayır yaparken, okul yaparken, cami yaparken, gelin ve damatlara para takarken gösteriş yaparlar.
أَمْوَالَهُمْ (EaMVAvLaHuM) “Mallarını.”
“Mal” mâlî değeri olan eşyadır. Pek çok çeşitleri vardır. Mal değişik manâlara gelir. Toplayıcılık döneminde ‘mal’ ağaçlardan devşirilen yiyeceklerdi. Meyveler, bazı özel yapraklar, usareler, kökler mal teşkil ediyordu. Bunun yanında giyecekler de yer alırdı. Büyük yapraklar, kabuklardan veya köklerden örülmüş elbiseler, kabak gibi meyve kabuklarından yapılan şapkalar, ayağa takılacak örülmüş çarıklar gibi şeyler de mal sayılmaktadır. Sopa, ip, kızak, ok gibi araçlar da mal teşkil ediyordu. Kendilerini yağmurdan ve bazı hayvanlardan korumak için çardaktan kulübeler yapmışlardır. Bunlar da belki o zamanlar mal teşkil ediyordu.
Avcılık döneminde hayvan derisi, yünü, eti, boynuzu ve kemiği mal olmaya başlamış; bunun yanında hayvanları öldürmek, kesmek, derisini yüzmek ve parçalamak amacıyla taş âletler geliştirilmiştir.
Bunlar zamanla yok olmadıkları için kalıntıların arasında bunların fazlasını buluyoruz. O devrin uygarlıklarını bunlarla tesbit edebiliyoruz. Bu dönemde çardaklar barınmaya yetmediği için insanlar ev olarak mağaraları seçmeye başlamışlar ve mağaralarda çizdikleri resimleri bırakmışlardır. Çobanlık dönemine geçilince ilk önce üretim aracı olarak hayvan beslenmeye başlanmıştır. Arapça çobanlık döneminde oluşmuş bir dil olduğu için mal deyince deve, koyun, keçi ve inek anlaşılır olmuştur. Tarım döneminde ise yerleşik düzen ortaya çıktı. Toprak mamulleri de mal olmaya başladı. Yakacaklar mal olmaya başladı. Yerleşik köyler oluştu. Pazar yerleri gelişmeye başladı. Büyük barajların inşası ile site uygarlıkları doğdu. El sanatları gelişti. Mallar çoğaldı.
Bu arada baştan itibaren para vardı. Mal para olarak kullanılıyordu. Ceviz gibi kuru meyveler, sonra deri, sonra yün ve koyun, sonra tahıl para olarak kullanıldı. Bunlar zaten mal idi. Zamanla bakır, kalay, gümüş, hattâ altın insanlar için fazla yararlı olmamakla beraber kıymet kazanarak para oldu. Onlar da ağırlıkları olduğu için mal sayılıyordu. Araziler parsellendi. Binalar yapıldı. Bunlar da zamanla mal gibi görülmeye başlandı. Çağımızda da aslında bunlar mal olmakla beraber, ayrıca ‘emek’ mal sayılıyor, ‘kâğıt para’ ve ‘senet’ mal sayılıyor, elektrik enerjisi mal sayılıyor; hattâ bilgi bile mal sayılıyor.
Konuşma dillerinin bir özelliği vardır. Kelimeler değişik kelimelere karşı kullanılabilmektedir.
Genel olarak şöyle başlayabiliriz.
- Mal paraya karşı kullanılır.
- Mal taşınmazlara karşı kullanılır.
- Mal emeğe karşı kullanılır.
- Mal eşyaya karşı kullanılır.
Buna göre malın kapsamı değişir. Mesela, “Mallarından sadaka al” dendiği zaman, taşınmazlara karşı kullanıldığı için paradan da, hayvanlardan da zekât alınır. Burada mal eşyaya karşı yani değeri olmayanlara karşı kullanılmaktadır. Denizde su mal değildir. Gökte hava mal değildir.
“Mallarını harcarlar” demek, işte bütün bu değerlerini, her şeylerini gösteriş için harcarlar. İlmi halka gerçekleri bildirmek için değil de, bu ne kadar çok şey biliyor diye anlatırlar. Doğru bildiklerini söylemez, halkın hoşuna gidecekleri söylerler. Cimri değiller ama bunu nâsa yani insanlara göstermelik olarak yaparlar.
رِئَاءَ (RıEAyEan) “Riya olarak.”
Her topluluğun yaşama ve çalışma kuralları vardır. Bu kurallar topluluk küçüldükçe çoğalır, büyüdükçe azalır. Bununla beraber küçük topluluğun kuralları daha gevşektir. Topluluk büyüdükçe kurallar da o kadar keskinleşir. İnsanın kendi yakınları yanında yaptığı birçok şey vardır ki başkalarının yanında yapmaz. Topluluk kuralları dışına çıkmadığınız zaman dikkat çekmezsiniz. Topluluk hâlinde kimse sizinle ilgilenmez. Ama kurallara çok uyan kimse olduğunuz için kişilerin ilgisini çekersiniz, onlar sizinle özel ilişki kurmak isterler. Mesela, gelin ve damat adaylarından istenen kurallara son derece uygun davranmalarıdır. Sizden istenen kurallara aksatmadan uyabilmenizdir. Kuralların dışına çıktığınızda istenmeyen kişi olursunuz, hattâ bu durum kural dışı çıkma takdir edilen bir çıkış olsa da böyledir.
Genel olarak insanlar hayatlarını sükunet içinde geçirmek isterler, çalkantılardan hoşlanmazlar. Birçok üstün kabiliyetli kızların evde kaldıklarını görürsünüz. İnsanlar eve ukalâ gelin almak istemezler. Dili olmayan gelin tercih edilir. “Ağzı var, dili yok!” deyimindeki gibi olması istenir. Anadolu’da, hattâ Orta Asya’da birçok köyler gördüm, gelinleri yıllarca sesli konuşamazlar. Hattâ düğünlerde dil kesme merasimleri yapılır. Birçok kabiliyetli ve üstün zekalı erkekler vardır ki evlenememektedirler. Çünkü topluluk hep vasat insan ister.
Şimdi gelelim kurallara uymayan ve vasat da olmayan kişiyi ele alma meselesine.
Böyle anormal hareket eden kimse ile topluluk ilgisini keser. Halk hep uzaktan onunla ilgilenir; onunla konuşur… Onu sever... Ondan korkar… Ama onunla ikili ilişki kurmak istemez. Şöhret bir bakımdan onu yükseltir ve varlık içine koyar, başka bir bakımdan onu kimsesiz bırakır ve intihara kadar götürür.
Bu kuralın üstüne veya dışına çıkma Allah rızası için olabilir. Biri iman uğruna olabilir. Bu Kur’an’ın istediği kural dışına çıkmadır. Ancak, bir diğer şekli ve çoğu zaman bu kural dışına çıkma, insanların dikkatini kendisine çekme, bu yolla onları korkutma veya onlara kendini sevdirme şeklinde olur. Ne kendi çıkarı ne de topluluğun çıkarı sözkonusu olmaksızın kendi gücünü sağlamlaştırma amacı ile yapılır. Buna “riya” denir.
النَّاسِ (eLNASı) “Nâs/İnsanlar”
Kur’an’da eğer iki ayrı kelime varsa, bunların iki ayrı manâsı vardır. “İnsan” var, cins isimdir. Çoğulu yoktur. “İns”in çoğulu ise “Ünas”dır. Buna karşılık “Nâs” kelimesinin manâsı çoğuldur. Tekili yoktur. Çünkü nâs kişilerin ortak karakterini ifade etmez, topluluğun görüntüsünü ortaya koyar. Durkheim bunu su misali ile açıklar. Su hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesinden oluşur ama suyun özellikleri ne oksijende ne de hidrojende vardır. İnsanın iki kişiliği vardır. Biri, ikili ilişkiler kurarken ortaya koyduğu özelliktir. O doğrudan onun özelliğidir. Diğeri ise toplulukta iken topluluğun tesiri ile oluşmuş özelliğidir. Çelikler mıknatıslı ise nerede olursa olsun kendi mıknatıslıklarını kurarlar. Mıknatıs alanına ters iseler onu zayıflatırlar. Oysa yumuşak demir mıknatıs alana girmeden mıknatıs değildir. Mıknatıs alana girerse çok büyük bir şekilde mıknatıs olur. Ne var ki alan doğrultusunda mıknatıs olur. Hangi alanda ise o alanda mıknatıslanır.
İşte buna benzer şekilde insanlarda da iki çeşit varlık vardır. Biri kendine yönelik özelliğidir. Bu değişmezdir. Ancak ikili ilişkilerde ortaya çıkar. Diğeri ise topluluk içinde onlar gibi olma şeklinde ortaya çıkar.
“Nâs” zaten görüntü demektir. Tekili yoktur. Çünkü cüzlerden oluşmaz. Portakalın rengi sarıdır. Sarı portakallar olur ama sarılar portakal olmaz. Nitekim bir şeyin rengi sadece dıştan görünüştedir. İç karanlık olduğu için içinde renk yoktur. İşte “Nâs” kelimesi topluluğun görüntüsünü içerir. Bu sebepledir ki iktidar bir günde değişir. Dün Demirel başbakan iken, bir sabah kalktığınızda Evren başkan ve başbakan olmuştur. Kilise’de resim küfür gibi günah sayılırken; Roma’da gizli yapılan kilise resimleri sayesinde bir günde kutsiyet kazanmış ve İsa’nın resimlerine ibadet edilmeye başlanmıştır! Bir gün gelecek ve bu karşılıksız olan kâğıt para bir günde çöpe atılacaktır.
Bu nâsın hoşuna giden şeyleri yapmak demek, oradakilerin hoşuna gittiği şeyleri yapmak demek değildir. Hepsinin nefret ettiği kurallar olur, ama nâs onun öyle olmasını ister görünür. Bu sebepledir ki nâsın istediği yararlı da olabilir, zararlı da olabilir, etkili de olabilir, etkisiz de olabilir.
Kur’an nâsa uymayı reddeder ve buna benzer bâtıl inançlara karşı savaş açar; şirk, sihir, büyü, kuruntu gibi şeylere karşı çıkar. Nâsa değil, şeriata uyulması gerekir. İşte burada devreye içtihat ve icma girmektedir.
Nâsın istediğinin çoğu iyi olabilir. Ama nâsın istediği değil; ilmin istediği, şeriatın istediği yapılmalıdır. ‘El ne der’ diye davranma reddedilmektedir. Böyle yapılan cömertlik, cimrilikle beraber muhtal ve fahur vasfı içinde sayılmaktadır. Kur’an okumadan gerçekten Müslüman olunamaz. İnsanın bu gücü elde edebilmesinin ve halkın dedikodusundan kendisini kurtarabilmesinin tek yolu vardır, o yol da Kur’an’ın himayesine girmektir.
وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ (Va LAy YuEMıNUvNa BilLAHı) “Allah’a iman etmezler.”
Onlar nâsa riya için infak ederler ve Allah’a iman etmezler. Yani, insan bir iş yaparken her zaman ‘el ne der’ diye, başkaları beni ayıplayacak diye iş yapmaz. Başkaları beni alkışlayacak diye iş yapmaz. Tam aksine, bunu yaparsam Allah ne der diye düşünür. Bu Allah’ın rızasına sebep olur der ve onu yapar. Bu Allah’ın gazabını celbeder der ve onu yapmaz. İşte mü’min ile kâfir arasındaki fark budur. Mü’min Allah ne der diye hareket eder, kâfir ise halk ne der diye hareket eder. İşte bundan dolayıdır ki İslâmiyet’te takiyye yoktur. Takiyye demek, halktan korkmak demektir; nâstan korkmak demektir.
Şimdi bir soru sorulabilir. Acaba nâs ile Allah’ın halifesi olan topluluk arasında ne fark vardır?
Bir taraftan topluluğun koyduğu kurallara Allah’ın şeriatına uymak deniyor, diğer taraftan da nâsın görünüşte tamamının istediğine uymak riya kabul ediliyor, iyilik olsa bile zemmediliyor. O halde bunlar arasındaki fark nedir? Evet, şeriat topluluğun icma ve içtihatlarına uymak demektir. Sözleşmelere uymak demektir. Burada kişinin ikili ilişkileri sözkonusudur. Bu sebepledir ki ‘oylama sistemi’ İslâmiyet’te kabul edilmemiştir. Çünkü insanlar oy kullanırken nâsın heveslerinin etkisinde kalırlar. Bunu Batılılar da bilmektedirler. Bundan dolayı oylamayı gizli yapıyorlar. Daha dün Irak’ta Saddam yüzde yüz oy almıştı, bugün ne oldu? İslâmiyet tarafından onun yerine ikili ilişkilere dayanan ‘temsil sistemi’ getirilmiştir. Ekseriyet sistemi yerine ‘ortak vekâlet sistemi’ getirilmiştir. Oylamanın yerine ‘istişare sistemi’ getirilmiştir.
Nâs ile mülk arasında fark vardır. “Hakimiyet milletindir” derken başka şey kastedilir, “hakimiyet halkındır” derken başka şey kastedilir. Nâsın kararlarında teşrie aykırı şu ayrılıklar vardır:
- Şeriatta akıl hakimdir. İçtihat akılla yapılmıştır. İcma sentez yoluyla oluşmuştur. Oysa nâsın görüntüsündeki durum his ile baskıdır. Mantık yoktur. Çelişki ile örf bir arada yürür.
- Şeriatta iç ve dış birdir. Yani ortaya çıkmış ittifak cüzlerin birleşmesinden oluşmuştur. Âdetlerde halkın inandıkları ile yaptıkları farklıdır. İçleri başka şey düşünmekte, ağızları başka şey söylemektedir.
- Âdetler sadece o ânın tezahürüdür. İran’dan dönüyorduk. Türk sınırına gelinceye kadar herkes çarşaf giyiyordu. Uçak Türk semalarına girince herkes soyundu. İşte, demek oluyor ki, halkın görüntüsü birden değişebilmektedir. İktidar bir gecede bu sebeple değişebilmektedir. Oysa içtihat ve icmalar akla ve ilme dayandığı için çok ender, ya şartların değişmesi ya da yanlışların ortaya çıkması ile değişir.
- Âdetler yavaş yavaş değiştiğinden yazılı kurallara dayandırılamaz. Siz yazsanız bile, halk onu değil halkın günlük davranışlarını takip eder. Oysa şeriatlar yazılı kurallara dayanır. Ve değişmeleri kendiliğinden tedrici değil, müçtehit ve mümessillerin ifadeleri ile birden değişirler.
İşte Allah’a iman yani Allah’ın halifesi olan devlete uymak ile halkın âdetlerine uymak arasında bu fark vardır. Allah mü’minleri bu tür uymalara karşı uyarmaktadır.
Ne yazık ki, bugün bilhassa evlenmelerde, düğünlerde, dershanelere giderken, diploma alırken “riaen linnâs” yaşandığı için kimse ilim öğrenmek için çalışmıyor, not almak için çalışıyor! Diploma alıp iş yapmakla meşgul olunuyor! İşte bütün bunlar riyadır. Şimdi ben sadece Adil Düzenci arkadaşlarıma söylüyorum. Ben diplomaya önem vermediğim için profesör olmadım. Ama Allah bana daha fazla ilim verdi. Şimdi ben Allah beni niçin profesör yapmadı diye sitem mi etmeliyim, yoksa Allah bana ilim verdi diye şükretmeli miyim?
Makam için de zenginlik için de bunları söyleyebiliriz. Ben bunun için binlerce defa hamd etsem azdır.
Adil Düzencilere iki tavsiyem olacaktır:
1) Evlenirken riyadan kaçının. Kız ve erkek riyadan kaçınsın, anne ve babası da kaçınsın.
2) Bir de okurken riyadan kaçının. Diploma peşinde koşmayın, ilim peşinde koşun. O zaman gerçekten huzur içinde olursunuz. Mesut aileniz olur. Sizi seven ve saygı duyan arkadaşlarınız olur.
Riyadan kaçmak, Allah’ın emanına girmek demektir. Nâs sizden hoşlanmayabilir, sizi tanımayanlar hep sizin aleyhinizde olabilir. Yakınlarınız ise hep sizi sever ve sayar. Aile içinde de sevilirsiniz.
وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va LAy BiLYaVMı eLEaPıRı) “Ve son günü.”
Kur’an yaşadığımız Kâinatın doğuşunu doğru olarak anlatmaktadır. Batacağını haber vermekte, onun nasıl olacağını anlatmaktadır. Bu hususu bugünkü müsbet ilim de çok açık bir şekilde anlatmaktadır.
Peki, bu yaşadığımız âlemin sonu geldiğinde ne olacaktır? Kur’an bunu anlatmaktadır. Bu yaşadığımız hayata ‘dünya’ demektedir. Ondan sonraki âleme de ‘ahir yevm’ veya ‘âhiret’ demektedir.
“Âhiret” son demektir. Kur’an’da son hayat denmiyor, sadece son deniyor. Bir de burada olduğu güne “son gün” diyor. Son gündür, çünkü orada artık kış olmayacaktır, gece olmayacaktır. Bunlar ölümlü hayatın gerekleridir. Orada hep gündüz olacaktır. Uyku olacak mıdır? Uykuya da ihtiyaç olmayacaktır. Çünkü uyku yorgunluğu giderici bir şeydir. Yorgunluk olmayacağına göre, dinlenmeye ve uykuya da ihtiyaç olmayacaktır.
Bugünkü müsbet ilime göre de âhiret var mıdır? Kur’an, “Onun halk edilmesini önce nasıl ibda ettikse onu iade edeceğiz.” demektedir. Bugün Kâinatın sonu hakkında iki görüş vardır.
1) Birinci görüşe göre, Kâinat bugün büyümektedir. Bunda artık ihtilaf yoktur. Kur’an tarafından da teyit edilmiştir. Bunun hakkında kesin bilgi var. Entropi büyüyor. Kâinatın sonu olacaktır. Ancak bunun için iki ihtimal üzerinde duruluyor. Biri, Kâinat büyüyecek, durgun hâle gelecek ve ölü deniz gibi kalacaktır. Bu görüşe göre dünya hayatından sonra başka bir hayat yoktur.
2) İkinci görüşe göre ise büyümekte olan Kâinat küçülmeye başlayacak ve ilk duruma gelecektir. Bu görüşe göre yeniden patlama olabilir. Böylece başka bir hayat başlayabilir. Kur’an bu görüşü teyit etmektedir.
Gösteriş olmak üzere hareket eden kimseler âhirete inanmamaktadır. Çünkü âhirete inanan kimse ben bugün Allah için sevabı yaptım diye sevinir ve mesut olur. Âhirete inanmayan kimse ise bugün insanlar beni takdir etti diye sevinir. Oysa asıl takdir Allah’tan gelmelidir.
Bunun örneği açıktır. Şimdi siz bir araya geldiniz, Kur’an’ın tefsirini yapıyorsunuz. Yapıyorsunuz diyorum, çünkü bu okuduklarımız doğrudur demiyorsunuz, kendi kavlinizi savunuyorsunuz, söylenene iştirak ediyorsunuz veya etmiyorsunuz, görüşünüzü söylüyorsunuz, bu arada karşı görüşlere de kulak veriyorsunuz.
İşte burada asla nâsa riya yoktur. Allah’a inanıyorsunuz, âhirete inanıyorsunuz. Buraya gelmekle maddî bir şey kazanmadığınızı biliyorsunuz, ama devam ediyorsunuz. İşte bu âhiret inancı demektir.
Ne var ki, yarın Adil Düzen iktidar olunca bugün buraya gelmeyi zül kabul edenler o gün sizin önünüze gelip dikilecek ve sizi gölgede bırakacaklardır. İşte o zaman da hamd etmelisiniz. Ola ki o başarı size âhiretinizi unutturabilir. Halkın sizi fazla pohpohlaması tehlikelidir. Kendinizi bunlardan uzak tutun. Sizin aleyhinizde konuşuyorlarsa, bilin ki doğru yoldasınız demektir, bundan dolayı Allah’a hamd edin.
Demek ki, mü’minin iki önemli özelliği vardır: Birincisi, mü’min halkın ne dediğine bakmaz, Allah’ın ne dediğine bakar. İkincisi ise bu dünya için ne kazandığına bakmaz, âhiret için ne kazandığına bakar. İnfakı bunun için yapar. Evindeki harcamayı da bunun için yapar. Dışarıdaki harcamayı da bunun için yapar.
وَمَنْ يَكُنْ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا (Va MaN YaKuNu elŞayOANu LaHu KaRIyNan)
“Şeytan kime karîn olursa.”
Buradan anlaşılıyor ki, gösteriş için harcayanlar, israf olsun diye harcayanlar, ister kendi evlerinde, ister başkaları için harcamayı gösteriş için yapanlar şeytana karîn olan kimselerdir. Bunlar aynı Allah’a inanmazlar ve âhirete de inanmazlar. Geçici başarıların peşindedirler. Notu alsınlar yeter; ilme ihtiyaçları yoktur! Düğünde eğlensinler yeter; sonraki saadetlere ihtiyaçları yoktur! Bunlar yani şeytana yakın olanlar aynı zamanda ebedî hayat için değil, her hareketi bu dünyada şimdiki kazançları için yaparlar! İşte şeytan bunların karînidir.
“Karin” kelimesi çağdaşı anlamındadır. “Akran” dediğimiz zaman, yaşdaş demektir.
İnsanların büyüklerine saygıları vardır. Ama büyüklere karşı iki çeşit his beslerler.
1) Biri; onlar bizden fazla biliyor, biz onlara yetişemeyiz, onlardan fazla bilemeyiz, onların yaptıklarını da yapamayız. Bu sebepledir ki kendilerinden bir yaş büyük olsalar bile, kolay kolay arkadaş olamazlar.
2) Yaşta küçüklerin besledikleri ikinci his de; dünya değişiyor, gelişiyor, yaşlılar hayata ayak uyduramazlar. Onlar artık emekli olup kendileri onların yerlerine geçerlerse çok başarılı olacaklarını sanırlar. İçlerinde daima bu hisleri beslerler. Bir yaş bile etkili olur. Ama akranı iseler, aynı yaşta iseler, hayat mücadelesini, görüşlerini yaşayışlarını kolayca eşleştirirler. Böylece tam bir birlik içinde ve birbirine güvenerek mücadele verirler. İşte bunlara “Karîn” denir. Genellikle arkadaşlıkta aynı cinste olanlar karin olurlar. Bir toplantıda hemen zoraki karışık görüşmeler ayrı görüşmelere dönüşür. Hem de akran olanlar bile hemen ikili sohbete dalarlar. İkili görüşmelerde de herkesin genellikle bir akranı olur.
“Şeytan” kelimesi olarak biz genellikle cinlerden olanı anlarız. Oysa Hazreti Adem’e musallat olan cinin adı “iblis”tir. Şeytan onun adı değil, mesleğidir. Allah resulleri yaratmış, bunlar insandan ve cinden olmaktadır. Şeytanları yaratmış, bunlar cinden ve insten olmaktadır.
O halda “şeytanın karîni kim olursa” dendiğinde, burada kastedilen her zaman cinden olan şeytan değildir. İnsanlar da kendisine karîn yaparken insanların şeytanlarını yaparlar.
Cemaat çok önemlidir. Şimdi siz buraya gelip gidiyorsunuz. Buradaki arkadaşlarınız Kur’an ehli. Melekleri karîn edindiler. Siz de melekleri karîn ediniyorsunuz. Böyle pek çok yerde Kur’an sohbetleri yapılıyor. Onlara katılmak elbette hizbullahtan olmak demektir. Bunun dışında da topluluklar vardır. Onlar ins şeytanlarının katıldığı topluluklardır. Cin şeytanları da onların içlerinde yer alır.
Eğer onlardan arkadaşınız varsa, işte size şeytan karîn olmuştur. Karîn edineceğiniz kimselerin böyle toplantılara katılanlardan olmamasına dikkat etmelisiniz. Çünkü onlarda hep riya hâkimdir.
فَسَاءَ قَرِينًا (Fa SavEa QaRIyNAn) “Karin olarak sev’et etmiştir.”
Yani, kötü arkadaş olmuştur. Bunlar muhtal fahur olurlar, bunlar buhl ederler, bunlar gösteriş olmak üzere harcama yaparlar, bunlar Allah’a inanmazlar, bunlar âhirete inanmazlar. Bunlardan kurtulmanın yolu bu tür Kur’an cemaatlerinin içinde olmaktır. Türkiye’de beğenmediğimiz tarikatlar vardır... Nur cemaatleri vardır... İmam Hatip okulları vardır... İlâhiyat fakülteleri vardır… Kur’an kursları vardır... Bunların hepsi kendilerine şeytanı karîn yapmamış kimselerdir. Buraya katılan kimseler, yukarıda sayılan vasıflardan uzaktırlar. Ama buralara katılmayan insanları ise hep bu âyette sayılan kimseler arasında bulursunuz.
Âlemde boşluk yoktur. Eğer siz kendinize hasen karîn bulmazsanız, şeytanlar size karîn olur. Hasen karîn bulmanın tek yolu vardır; Kur’an’la meşgul olan cemaatlere katılın. Adil Düzeni terk edip Kur’an’la meşgul olmayan cemaatlere biraz sonra şeytan karîn olur. Kendinizi sele kaptırmayın.
Kur’an okumak demek, lafızları okumak demek değildir. Bin sene öncekilerin anladıkları veya anlamadıkları değildir. Yaşayanları dinleyeceksiniz, kendiniz içtihat yapıp manâ vereceksiniz. Neden yaşayanları diyorum? Çünkü Kur’an’da kavli istima’ etmekten yani işitmekten bahseder. Kelamı istima’ etme veya kitabı istima’ etmeden bahsedilmiyor. Sizi şeytana karîn yapmaktan koruyacak olan sadece ve sadece Kur’an’ın kendisi vardır. Hem de size hitap ettiğini kabul ederek bunları anlayacaksınız.
وَمَاذَا عَلَيْهِمْ (Va MAvÜav GaLaYHıM) “Bunda aleyhlerinde ne vardır?”
Yani, anlatılanları yapmalarında, doğrusunu yapmalarında aleyhlerinde ne var?
“Adil Düzen”, Türkiye Cumhuriyeti devletine öneriler götürmüştür. Herkes biliyor ki bu öneriler devlet için, halk için, bütün insanlık için, bütün dünya için yararlı bir şeydir. Aleyhlerinde ne vardı da, dost-düşman, yerli-yabancı herkes düşman kesildi ve saldırıya geçti? Kime zararı vardı? Zararları ne idi?
Önce yakından başlayalım. Refah Partisi kadrosunun ileri gelenleri elbirliği içinde düşmanlarla bir olup “Adil Düzen”i suç olarak göstermeye çalıştılar. Mahkeme böyle karar aldı dediler, Erbakan’ı korkuttular, hâlâ o ve diğerleri ağızlarına “Adil Düzen”i almıyorlar. Aleyhlerinde ne vardı?
Tansu Çiller bayrak açtı ve ‘Ben Adil Düzeni söndürdüm!’ diye caka sattı! Aleyhlerinde ne vardı?
Ordu karşı çıktı!.. Yargı karşı çıktı!.. Basın karşı çıktı!.. Odalar karşı çıktı!.. Aleyhlerinde ne vardı?
Dünya karşı çıktı! Aleyhlerinde ne vardı? Yahudi sermayesi karşı çıktı! Aleyhlerinde ne vardı?
İlk bakışta tekel sermayenin aleyhinde bir şeydi. Oysa Adil Düzene göre üretim yapılır ve refah gelirse, bundan yine en çok yararlanacak olan Yahudi sermayesidir. Çünkü Adil Düzende hem serbest ticaret vardır, hem de ticarette devlet kredisi yoktur. Yani öz sermaye ile ticaret yapılacaktır, bu öz sermayeye de Yahudi sermayesi hakimdir. O halde yine kazanacak olan onlar olacaktır. Adil Düzende aleyhlerinde ne vardı? Tam tersine bugün karşılıksız olarak sahip oldukları dolarlar mukabilinde o zaman karşılığı olan dolarlara sahip olacaklardı. Bugün bir gecede çökecek olan karşılıksız para ekonomisine mukabil, böyle bir çöküşten de emin olacaklardı.
Ne yazık ki “Adil Düzen”i o gün için söndürenler aslında onu söndüremeyeceklerdir. Ama kendileri buna karşı geldikleri için söneceklerdir. Nitekim “Adil Düzen”i terk eden partinin oyları %20’lerden %3’lere düştü. Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve onlarla beraber olanlar siyasetten çekilip gittiler... Türkiye çok ağır krizler yaşadı, hâlâ da yaşıyor... Dünya ekonomisi çok ağır krizler geçirmiştir... Amerika uçuruma doğru gidiyor...
“Adil Düzen”i kabul edip şimdi kendileri de insanlığı saadete götürselerdi ne olurdu?
Şimdi bu âyetin öğrettikleri ile soruyoruz. “Adil Düzen”den zarar görecek her kim varsa çıksın ve desin ki; ‘Sizin düzen gelirse ben zarar ederim’. ‘Şu husus benim aleyhimedir’. Hayır, bunu hiç kimse diyemez. Bugünkü terör mafyaları bile diyemez. Çünkü Adil Düzen onların lehine olan düzendir. Mafya zalim düzen gereği otaya çıkar. Eğer Cudi dağlarında insanlar PKK emellerine hizmet etmişlerse aşsız, işsiz ve eşsiz kaldıkları için hizmet ettiler. Adil Düzen gelip de herkese aş, herkese iş ve herkese eş bulununca kim dağa çıkar da kendini ölüme atar. Ordu bugün endişe içinde; ABD saldıracak mı, AB beni dağıtacak mı?!. Oysa Adil Düzende ordu sadece savunma ordusudur. ABD saldırırsa kendisi parçalanır. AB’nin de işine gelir, seni dağıtmaz. Nitekim Adil Düzenden kendilerinde iz taşıyan parti iktidar olunca AB müzakere tarihini verdi. Artık ordumuza olan düşmanlığı bırakıp kendi güveni için de ihtiyacı olduğunu anladı.
Yargı bir ara zulmü alkışladı! Tarihte yalnız Türkiye için değil, insanlık için adil anlayışa yapılan en çirkin ve korkunç ayıptır, yapılan. Orada her el çırpan hakim o meslekten ayrılmalı ve tövbe istiğfar etmelidir.
لَوْ آمَنُوا (LaV EavMaNUv) “İman etselerdi aleyhlerinde ne vardı?”
Yukarıda önce buhlden bahsetti, sonra Allah ve âhirete imandan bahsetti. Burada ise önce Allah ve âhiretten bahsetti, ondan sonra irzaktan bahsetti. Bunun sebebi şudur. Riya küfrün sebebidir.
İnsanlar riya yaptıkları için kâfir olur, kâfir oldukları için riya yapmazlar. Gösteriş küfre götürür, gösteriş yapmamak küfre götürmez. Ama infak da götürmez, nötr bırakır. İman ise Allah’ın rızıklandırdığından infaka götürür. Dolayısıyla sebep-sonuç ilişkisine uyularak bu takdim ve tehir sıralaması yapıldı.
“Âmene Bi” demek, kendini onunla emniyete almak, güvene almak demektir.
Ne olurdu ki kendilerini güvene alsalardı. Adil Düzen onları güvene alacaktı. Aleyhlerinde bir şey yoktu. Ama onlar Adil Düzene inanmadılar ve kendilerini güvene almadılar.
Cehalet karanlıktır. Önünü ve arkanı bilemezsin. Sağını ve solunu bilemezsin.
İmansızlık da karanlıktır. İman insanın geçmişini, geleceğini ve hâlini aydınlatır. Kur’an nûr gibidir. Karanlıktasın, kibritin var, çakıp yaksan çevren aydınlanacak. Yahut Kur’an ampuldür. Müsbet ilim mumdur. Usulü fıkıh anahtardır. Düğmeyi çevirsen, ışığı yaksan, ortalık aydınlanacak ve her taraf görünecek. Aydınlığa kavuşacaksın. Ama bunu yapmıyorsun! Neden? Pantolonum ütüsüz görünecek ve ayıp olacak diyorsun.
Ehli adalet olmayıp ehli zülüm olanlar böyledir.
بِاللَّهِ (Bi elLAHı) “Kendilerini Allah ile emniyete ve güvene alsalardı.”
“Allah” ile kendinizi nasıl güvene alırsınız? Allah Kâinatı yaratmış, insanları da yaratmış. Bu Kâinatta bütün ihtiyaçları karşılayacak her şeyleri yaratmış. Yeter ki sen tabiî ve sosyal kanunları bil ve ona göre davran. O zaman bütün ihtiyaçların giderilmiş ve kendini emniyete almış olursun. İşte “Adil Düzen” bunun adıdır. Tabiî ve sosyal kanunlara dayanılarak üretilen en iyi çözüm “Adil Düzen”dir. Onun dışındakiler zulümdür.
Şimdi biz yine soruyoruz; siz hangisini kendinize yararlı veya zararlı görüyorsunuz? Tabiî kanunları mı zararlı görüyor ve aleyhimizdedir diyorsunuz, yoksa sosyal kanunlar mı hoşunuza gitmiyor? Bizim söylediklerimiz tabiî ve sosyal kanunlara aykırı ise gelin doğrusunu gösterin, kanıtlayın, biz derhal uyalım. Sizden de sadece kanıtladıklarımıza uymanızı istiyoruz. Kanıtlayamadıklarımızda çözümü birlikte arayalım.
Söyleyin bakalım, burada sizin aleyhinizde ne vardır?
Burada Allah’ın yeryüzündeki halifesi devletin olduğu unutulmamalıdır. Bizim getirdiğimiz “Adil Düzen” devletimizi yaşatacak olan düzendir. Bu devletin adalet içinde yaşaması size ne zarar veriyor? Dünyaya ne zarar veriyor? Türkiye Irak’a dönse; bu durum insanlık için, bizzat ABD için, İsrail için daha iyi mi olacak?
Soruyoruz, Adil Düzenin nesi işinize gelmiyor?
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYavMı eL APıRı)
“Âhir yevm ile kendinizi emniyete almanızda aleyhinizde ne vardır?”
Öldükten sonra hayat vardır veya yoktur. Farz edelim ki Kur’an’ın söyledikleri yalandır, öldükten sonra hayat yok, yok olup gideceğiz. Ama öldükten sonra hayatın olması muhtemeldir. Bugün dört ve beş boyutlu uzayın keşfi ile âhiret hayatının olma ihtimali %50 kadar olmuştur. Büyük patlama ve entropinin büyümesi ile %75’e yükselmiştir. İhtimal %5 olsa bile tedbirini alırız. Bugün Türkiye’ye düşmanın saldırması ihtimali %5’in altındadır ama yine de ordumuzu ayakta tutuyor, besliyor ve bize ağır yük teşkil eden silahlar alıyoruz.
Âhirete inanıp hazırlık yaparsak hiçbir zararımız olmayacak, aksine yararımız olacaktır. Çünkü âhiret inancı dünyayı düzen içinde yaşatır. İnsanlar ‘yaptıklarımdan sorulacağım’ derler ve böylece kötülük yapmazlar. Saadet gelmiş olur. İşte sadece inanma bile insanlığı güven içine sokar.
Ne zararları vardır ki, Kur’an düşmanlığı, Tevrat düşmanlığı, İncil düşmanlığı yapıyorlar.
Allah’a ve âhirete inanmayan insanları yönetmek mi kolaydır, yoksa inanmayanları mı?
Demek ki, din düşmanlığının temeli salâhı değil, fesadı istemektir. Dünyayı ateşe verip kan gölünde yaşatmaktır. İsrail oğulları beşyüz senedir bunu yapıyorlar. Oysa bundan en çok kendileri zarar ediyorlar. Hazreti Ömer’in fethinden Filistin’in işgaline kadar İsrail oğulları dünyaya hakim olacak kadar huzur içinde yaşıyorlardı. İmparatorluğu yıktılar ve Filistin’de İsrail devletini kurdular. Ama şimdi hep onların kanları akmaktadır. Dünyada da en çok kendilerinin zulüm gördüklerini kendileri söylüyorlar. Peki, zorunuz neydi ki, 20. yüzyılı hem kendiniz için hem de insanlık için cehennem yaptınız? Hep bunları soruyoruz. Para sizde idi, ilim sizde idi, dünyayı zaten siz yönetiyordunuz. Şimdi alevli bombalar üzerinde dolaşıyorsunuz ama altınızda patlıyor.
Burada kelam bakımından bir şeye işaret etmek isterim. Bakınız, Kur’an burada Kur’an’a imandan, Tevrat’a imandan, peygamberlere imandan bahsetmiyor; sadece ve sadece Allah ve âhirete imandan bahsediyor.
Dolayısıyla biz “Adil Düzen” derken sadece kendi Adil Düzenimizden bahsetmiyoruz. Düzen adil olsun da varsa başka düzen olsun. Kim daha iyi çözüm üretirse hepimiz orada olalım. Çözülemeyen problemleri Adil Düzen içinde çözme yarışına girelim.
‘Bu zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar. Kapitalistler; ‘evet kapitalizm zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar. Sosyalistler de; ‘evet bu zulümdür ama daha iyisi yoktur!’ diyorlar.
Kendilerini savunacaklarına, karşı tarafa yaptıkları düşmanlıkla yaşamak istiyorlar.
Bu ise Allah’a iftiradır. Allah’ın dünyayı zulüm üzerinde yarattığını iddiadır.
وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمْ اللَّهُ (Va EaNFaQUv MınMAv RaZaQa HuM elLAHu)
“Allah’ın onları rızk ettiklerinden harcasalardı.”
Yani “Adil Düzen” kursalardı. Adil Düzende herkese aş, herkese iş ve her anne olacağa eş bulunsaydı; böylece hortumlayarak, hile yaparak, rüşvet vererek, rüşvet alarak, eşkıyalık yaparak hayatlarını geçindirmek zorunda olmasalardı, ne olurdu? Bunda aleyhlerinde ne vardı?
Bugün insanlar güvensizlik içindedirler. Her an krizle karşılaşacakları korkusu içindedirler.
Mesela, benim on torunum var, hepsi okuyorlar. Üniversiteyi bitiremeyeceklerinden korkuları yoktur, ama üniversiteyi bitirdikten sonra ne iş bulacağım diye düşünmeye başlamışlardır; lise birinci sınıfta olanlar dahi düşünmeye başlamışlardır! İşte, eğer ben Allah’a inanmasam, ben de torunlarım için hortumlamaya başlarım. Hile ve rüşveti meşru görürüm.
Demek ki, bugün herkes paranın peşinde koşuyorsa, bunun sebebi düzenin zulmünden dolayıdır.
Oysa “Adil Düzen” geldiğinde herkes iş bulmuş olacak, çalışmayanlar da yeryüzünün kira payından geçinmiş olacaklardır. Kızlarımız okuyacaklar ama iş aramayacaklar. Çünkü kocaları onlara güvenli hayat sağlayacak. Çünkü kocaları sağlayamazsa topluluk sağlayacak. Bu sayede kendilerini ilme, sanata ve çocuklarını yetiştirmeye vereceklerdir.
Şimdi açıklayın bakalım; meşru hayatı size bahşeden Adil Düzen varken, İslâm düzeni varken, sizi hortumlamaya zorlayan zalim düzene, küfür düzenine rağbet neden?!.
Eğer siz diyorsanız ki; yaşadığım dünya adil dünyadır, işsizlik yoktur, insanları borçlar içinde köle olarak çalıştırmıyoruz, adalet ve güvenlik yerindedir… O zaman bizim bir diyeceğimiz olmaz.
Demek zulüm gören yalnız biziz. 1000 ortaklı, 150 senelik tapulu yerimizi orman olmadığı halde devlet elimizden aldı. Zulme uğradık. O zulmü görmeseydik şimdi 1000 haneli ‘Adil Düzen Sitesi’ne sahip olacaktık. Ne olurdu saldırmasaydınız da şimdi İzmir’in civarında belki 4000 villalı mamur üretim yapan peyk kentimiz olsaydı. Size ne zarar verdik? Herhangi birinize, devlete, insanlığa ne zarar verdik?
AK Parti’nin bize sağladığı imkan var, şimdi kimse bize saldırmıyor. AK Parti’nin gitmesini bekliyorlar. Adil Düzenciler bu boşluktan yararlanmayı bilmelidirler. Gerekli faaliyeti vakit geçirmeden yapmalıdırlar. Sonra bu serbestliği bulamayız.
وَكَانَ اللَّهُ بِهِمْ عَلِيمًا (Va KAvNa elLAHu BiHim GaLIyMan) “Allah onları ilmetmektedir.”
Yani, bu yaptıkları onlara kalmayacaktır. Allah onların bu yaptıklarından haberdardır, bilmektedir; yaptıklarının hesabını bu dünyada soracaktır, âhirette de soracaktır. Adil Düzenciler sormayacaktır, Allah soracaktır. Adil Düzencilerin görevi zalimleri cezalandırmak değildir. O husus Allah’a aittir. Adil Düzencilerin görevi “Adil Düzen”i getirmektir, adil devlet kurmaktır. Cezalandırmayı Adil Düzenciler değil, o adil devlet yapacaktır; Allah’ın halifesi olarak o adil devlet yapacaktır. Yargı onların cezalarını verecektir. Allah onların yaptıklarından haberdar olduğu gibi O’nun halifesi olan devlet de haberdardır. Gereğini yapacaktır.
Burada çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Zulüm düzeni nedeniyle bugün herkes başkasına zulüm yapmaktadır. Zalimleri alkışlayan hakim zulümden korktuğu için zalimleri alkışlamıştır. Diyarbakır’da dağa çıkan eşkıya aç kaldığı için çıktı, onu destekleyen kent halkı zulümden korktuğu için destekledi. Dolayısıyla Adil Düzen gelince geniş çapta af olacak ve zulmetmek kastı ile değil, düzene uymak zorunda oldukları için zulüm yapanlar mazur oldukları için cezalandırılmayacaklardır. Ama zulmü isteyerek yapanlar ise cezasız bırakılmayacaktır. Bunu ayırt edecek ise hakemlerden oluşan adil yargı sistemidir.
İşte burada Allah bu sebeple Allah’ın onları bildiğini söylemiş, ne yapacağını söylememiştir.
Adil Düzende asla zulüm olmayacaktır. Âhirette de Allah kimseye zulmetmeyecektir.
Demek ki, tekrar ediyoruz ki, biz intikam saikiyle asla kimseyi cezalandırmaya, intikam almaya kalkışmayacağız. Adil Düzende adil yargıçlar adil kararlar alacaklardır. Zalim düzeni getirenlerle zalim düzenin çarkında zulüm yapanlar bir kefeye konmayacaktır. O bize ait değildir, Allah’a aittir ve O’nun halifesi olacak olan devlete aittir.
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ (EinNa EalLAHa Lav YaJLıMu) “Allah zulmetmez.”
Araya harfi atıf getirmedi. Çünkü ‘Allah onları bilmekte’ ifadesinin yorumudur. Aralarında kemali ittisal vardır. Yani, cahiliye dönemi dediğimiz zulüm düzeni döneminde insanlar istemeyerek günah işlemişlerdir. Düzenin baskısı altında bilmeden tek başına kaldıkları, başka çare bulamadıkları veya içtihatları öyle olduğu için o hareketleri yapmış olabilirler. Onlar cezalandırılacak mı? Hayır. Allah zulmetmez. Devlet zulmetmez. Etse etse, oradaki görevliler zulmeder. Allah’ın halifesi olan devlette zulüm yoktur.
Adil Düzenciler iktidara geldiklerinde asla kimseye zulmetmeyecektir. Tarafların seçtikleri iki hakem ile iki hakemin seçtiği baş hakem ne karar verirse devlet onu uygular, yönetim onu uygular. Kimse kendi takdiri ile kimseye ceza veremez. Adil Düzenciler af çıkarmayacaklardır. Çünkü onların affetme yetkisi yoktur. Ancak hakemler cahiliye döneminde işlenmiş suçlardan dolayı belki de ceza vermeyeceklerdir.
Cezada esas olan ‘şüpheler ukubatı giderir’ ilkesi çalışacaktır. Adil Düzende birisi suç işlerse, mazereti olduğunu ispat ile mükelleftir. Ama cahiliye dönemimde birisi bir suç işlerse, onu cezalandırabilmemiz için davacının mazereti olmadığını ispat yükümlülüğü olacaktır. Böylece görülüyor ki, Adil Düzenden kimsenin korkacak tarafı yoktur. Bilakis herkes emin olacağından herkese yararlıdır.
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ (MiSKavLa ÜarRaTın) “Zerre mıskalınca zulmetmez.”
“Zerre” kapalı bir odada ince delikten giren güneş ışınlarına baktığınızda, birçok küçük toz parçacıklarının oralarda dolaştıklarını görürsünüz. İçte onlar zerredir.
“Miskal” ağırlık demektir. Yani, en küçük parçacığın ağırlığı kadar bile zulmetmeyecektir.
“Zerv” çekirdektir. “Zerre” de moleküldür. Atom ve moleküllerin özelliği çekme özelliklerinin olmasıdır. Âyet buna da delâlet etmektedir. Allah asla zulmetmez. Adil devlet de zerre miskalınca zulmetmeyecektir. Bu sebepledir ki herkesin davacı olma hakkı vardır ve herkesin aynı zamanda savunma hakkı da vardır. Herkes dava açabilir. Kendisinden asla ücret istenemez. Bütün yargılama giderleri kamuya aittir. Kişinin aynı zamanda avukatı demek olan hakemin ücreti de devletçe verilir. Devletin vergi alma yetkisi buradan doğar. Vergi alan yönetimin yegane görevi adaletin tesisidir.
Bir kimseden bir pul parası almak demek, ona zulmetmek demektir. Mazluma hakkı eksiksiz verilecektir. Zalimden de hak artırılmadan alınacaktır. Bir kimsenin alacağı beş lirayı bir kuruş eksik verirseniz, zerre kadar da olsa zulümdür. Bir kimsenin borcu beş lira iken bir kuruş fazla alırsanız yine zulümdür.
İşte adil devlet budur.
Bunun neresi sizin aleyhinizedir? Soruyoruz, söyleyin bakalım!
Bu adalet ancak ve ancak ‘hakemler sistemi’ ile yapılan yargılamada, yargı masraflarının devletçe karşılandığı bir yargılamada, yargı kararlarına kayıtsız şartsız uygulanmasında bulunur. Yargılamanın bucak seviyesinde yapılması ve merkezi müdahale olmaması, temyizin olmaması ile sağlanır.
Başka daha iyi bir adil düzen varsa, getirin onu görelim, onu uygulayalım. Ama düzen adil olsun.
Zerre kadar zulmedilmeyecek demek, haksızlık yapılmayacak demektir.
وَإِنْ تَكُنْ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا (VaEıN TeKuN XaSANaTan YuWAGıFHAv)
“Eğer bir hasene olursa onu ta’dif edecektir.”
Şimdi şu soru sorulacak. Evet, zulüm düzeninde zulmedenler mazerete sığınarak kendilerini kurtaracaklardır. Biz Adil Düzencilere yaptıkları zulüm ne olacaktır? Şimdi çekiyoruz, o zaman da çekmeye devam edeceğiz. Bizim malımız ve canımız gidiyor, her gün zulüm görüyoruz. Zalimlerin mazeretleri var, affedilecekler. Ama bize yapılan zulüm, zulüm olarak kalacak mıdır? Hayır.
Önce Allah sizlere âhirette kat kat verecektir. O her şeyi bildiği için sizin sevabınız kat kat olacaktır.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan iyiliğin mükafatı 1 ise, şimdi yapılan hasenatın mükafatı 700’dür. Biz şanslı bir dönemde dünyaya geldik. 1 hasene yapacağız, 700 misli mükafat alacağız.
Adil Düzen devleti de geçmişte gadre uğramış olanların gadirlerini en az iki kat giderecektir.
Demek ki, adil yargı sistemi kurulduktan sonra haksız kazançlar tesbit edilecek ve kazanç sahiplerinden alınacaktır. Ama asla zulmedilmeyecektir. Hortumlamış ama onunla iş yapmış, üretim yapmış, işçi çalıştırmış, vergi ödemiş; bunun elinden bu varlığı alınmayacaktır. Devlet hortumladığı miktarı ile ortak olacak ve işletmeyi ona bırakacak. O buna devam edecektir. Uzanlar’a yapılacak muamele budur. Çünkü onlar hortumladılar ama onu yurt dışına kaçırmadılar, israf ederek harcamadılar. İşletmeler kurdular. İşlere devam edilecek, sadece devlete aldıkları kadar borçlanacaklardır.
Ama hortumlayıp iş yapmayanlar ve dışarıya transfer edenlerin neleri varsa ellerinden alınacak, iflas ettirileceklerdir. Bunları gizli yapmışlarsa, kolları kesilecek ama hakemler kesmeyecekler. Çünkü cahiliye döneminde işlenen suçlar infaz edilmez.
Akevler’in elinden mallar alınmış, zulüm görmüştür. Yargı hesaplayacak ve tesbit edecek. Gerçekten uğratılan zararlar en az iki misli tazmin edilecektir. Sabit olacak zulüm iki misli değerle giderilecektir. Zulüm ile öldürülmüş kimsenin diyeti iki misli olarak ödenecektir. Kim ödeyecek? Adil Düzenin zenginliği ödeyecektir.
Demokratlara, Adalet Partililere, Millî Görüşçülere yapılan zulmün hepsi tazmin edilecektir.
Milletvekili seçildiği halde, sürelerini tamamlamadan uzaklaştırılıp indirilenler eksikliklerini Meclis’te tamamlayacaklardır. Ölmüşlerse, alamadıkları maaşları mirasçılarına ödenecektir. Meclis’e gelenler iki misli maaş alacaklardır. Mallarına el konan vakıfların, partilerin, derneklerin, kursların malları iki misli olarak iade edilecektir. Bugün hak yolunda zulme uğrayanlar iki misli mağduriyetlerini gidereceklerdir.
Bunlardan tesbit edilemeyenler olacaktır. Onların ecirlerini de âhirette Allah kat kat verecektir.
Kâfir, benim hakkım başkalarına geçmesin diye uğraşır. Mü’min, başkalarının hakkı bana geçmesin diye uğraşır. Çünkü bilir ki, haksızlığa uğrayanlara Allah kat kat karşılığını verecektir.
وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا(40) (YuETı MiN LaDuNHu ECRan AJIyMan)
“Kendi ledunundan ecri azim de verilecektir.”
Ledunundan azîm bir ücret daha ita edecektir. Yani, haseneyi katlayacaktır. Bu genel ödül olacaktır.
Ayrıca, Adil Düzenin gelmesi için, zulüm düzeninin sona ermesi için çalışanlar, çalışmaları nisbetinde özel olarak ödüllendirileceklerdir. Allah bunu âhirette yapacaktır.
Adil Düzenin gelmesi için özel çalışma yapanlar, günü gelince Allah’ın özel takdiri ile mükâfatlanacaklardır. Biz talepte bulunmadan dahi Adil Düzen çalışmalarımızda yardımcı olan belki yüzlerce tanıdıklarım vardır. Allah onları özel madalyonlarla taltif edecektir. Adil Düzen iktidar olunca da, Adil Düzen oluşmasında gayretleri olan kişiler onurlandırılacaklardır.
Bu müjdeleri alan Adil Düzen Çalışanları şimdi elbette bir ücret talebinde bulunmayacaklardır. Şimdi ekiyorlar, mevsimi gelince biçeceklerdir. Bu hasat mevsimi dünyada olmayabilir ama, ona ihtiyacımız olduğunda yani âhiret hayatında bu mutlaka gerçekleşecektir.
Adil Düzencileri şimdiden müjdeliyorum!