CUMHURİYETİN İLÂNI;
20 NİSAN 1924
ANAYASASI'NIN KABULÜ;
HİLAFETİN KALDIRILMASI
İlhan Arsel'e göre,
İkinci Meclis Anayasayı değiştirmiş ve
cumhuriyeti ilân etmişti.
"I- 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın değiştirilmesi ve Cumhuriyetin İlanı
Birinci Büyük Millet Meclisi 1923 yılı Nisanında seçimlerin yenilenmesi kararını alarak dağıldı ve tarihe karıştı. Fakat onun yerine gelen yeni meclis 1921 tarihli Anayasa'yı (Teşkilâtı Esasiye Kanununu) değiştirmek, Cumhuriyeti ilan etmek ve 1924 tarihli Anayasa'yı geçirmek suretiyle millî devlet hayatımızın en önemli denecek faaliyetlerinde bulunmuştur."(s. 782)
BİRİNCİ VE İKİNCİ MECLİSİN YAPTIKLARI.
HALK SİYASETTE BAŞKANLARA UYMALIDIR.
Birinci Meclis ülkeyi düşmandan kurtarmış, İkinci Meclis de devleti kurmuştur. Anlaşmaları yapmıştır. Lozan Anlaşması bu meclisin eseri olduğu gibi, hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin ilânı da İkinci Meclis zamanında yapılmıştı. İkinci Meclis halk tarafından seçilmiş ama adaylar Mustafa Kemal tarafından gösterilmişti. Bu nedenle güçlü kişiler ya yer almamış ya da sindirilmiştir.
Bundan dolayıdır ki, devlet çok güçlü bir şekilde kurtarılmış ama devlet güçlü şekilde kurulamamıştı. Bunun başlıca sebebi şu idi. Savaş kazanılmış ancak millet artık ölüm derekesine gelmişti. Yeni bir savaşa devam edebilme gücü kalmamıştı. Mustafa Kemal her ne pahasına olursa olsun barış istiyordu. Batılılar ise kendi emellerinden vazgeçmiyor, barışın Türkleri yok edecek tedbirlerle yapılmasını istiyorlardı. Türk milletinin bunu benimsemesi mümkün görünmüyordu. Mustafa Kemal mevcut olan bu meclisle devleti barışa götüremiyeceğini anlamıştı. Bundan dolayı istediği yeni meclisi oluşturdu.
En büyük zorluk neydi?
Batılılar baştan beri Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak ve millî devletler kurmak, sonra da Anadolu'da Müslüman halkı imha etmek istiyorlardı. Halbuki onların düşünüp planladıklarının tam aksi olmuş ve Hıristiyanlar -ihanetlerinin cezası olarak kendileri- imha olmuşlardı. Bu durum Batı dünyası için yenilir yutulur bir netice değildi. Mutlaka çaresine bakılmalı ve bedeli ödetilmeliydi.
Bu durumda ne yapılmalıydı?
Bu gidişe nasıl dur denmeliydi?
Bu gidişe ancak Türklerin İslâmiyet'ten uzaklaşmalarının sağlanması ile karşılık verilebilirdi. Barış sadece bu şartlarla mümkün olabilirdi. Saltanat ve hilafet kalkacak, medrese ve mabetler kapanacak, tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri son bulacak, bin yıllık yazı değişecek ve geçmişle olan bağlar koparılacak, her türlü İslâmî kıyafet ve hayat bırakılacaktı.
Oysa bütün bunların muzaffer olmuş olan bir meclis tarafından yapılması düşünülemezdi.
Mustafa Kemal bu meseleyi yeni seçim ve yeni meclis ile halletti.
İslâmiyet'e göre;
Halk siyasette başkanlara uymalıdır.
Hz. Peygamber de Hudeybiye Anlaşmasında pek çok taviz verdi, ama o tavizler sonunda hep Müslümanların lehinde işledi.
Aynı şey Mustafa Kemal için de düşünülebilirdi. Nitekim uzun vadede Mustafa Kemal haklı çıkmıştır. Bugün 65 milyonluk büyük bir Türkiye vardır. O zaman yapılan anlaşmalar henüz bir sonuç vermemiştir.
Öyleyse bu hususlarda başkanların kararlarına uymak gerekir. Hele muzaffer olmuş bir başkomutan da dinlenmiyecekse; kim dinlenecek ve ne olacaktır? Halk da bundan dolayı Mustafa Kemal'in istediği kimseleri seçmiş oldu ve bu Meclisi kabullendi.
* * *
Yazara göre;
İcra meclisin dışına çıkarılıyor ve
devletin resmî dini İslâm oluyor.
"20 OCAK 1921 ANAYASASI'NIN DEĞİŞTİRİLMESİ VE CUMHURİYETİN İLÂNI
TBMM. 29 Ekim 1923 tarihinde kabul ettiği 364 sayılı kanun ile 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın 1.2.4.10.11. ve 12. maddelerini değiştirerek memleketin Anayasa yaşamı bakımından önemli ve hayati sayılabilecek şu esasların yerleşmesine önayak olmuştur.
1- 20 Ocak 1921 tarihli Anayasanın 1. maddesine eklenen "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli Cumhuriyet'tir" deyimi ile o zamana kadar fiilen var olan Cumhuriyet rejimi resmileştirilmiştir.
2- Anayasa'nın 4. ve 12. maddelerine verilen yeni şekil ile hükümet sistemi tam bir meclis hükümeti sistemi olmaktan kısmen çıkarılmıştır...(s. 782)
3- ... 10. madde Cumhurbaşkanının meclis tarafından ve kendi üyeleri arasında bir dönem için seçileceğini, tekrar seçilebilmenin caiz bulunduğunu ve 11. madde Cumhurbaşkanı'nın Devlet Başkanı olarak gerekli gördükçe Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık edebileceğini hükme bağlamıştır.
4- 1921 Anayasası'nın 2. maddesi "Türkiye Devletinin dini, Dini İslâm'dır; resmi lisanı Türkçe'dir" şeklinde değiştirilmiştir..."(s. 783)
BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU.
İSLÂMİYET'TE DİN AYRILIĞI VE ZORLA TEHCİR YOK.
Batıda gelişmiş bir cumhuriyet tipi vardır.
Halk meclisi seçer, meclis başkanı seçer, başkan başbakanı atar ve başbakanın kurduğu kabine programı ile Meclise gider, ekseriyetle güvenoyu alır ve hükümet eder. Meclis isterse güvenoyunu geri alır ve hükümet düşer. Genel olarak benimsenen sistem budur. Bu sistemde hem hükümetin kontrolu sağlanıyor hem de birlik korunuyor.
Bu sistemin en büyük mahzuru nedir?
Hükümet bir partinin hükümeti oluyor, taraftarlarını tutuyor, devlet imkânlarını sadece bir sınıf için kullanıyor, kredileri onlara veriyor ve bu baskılar sonucunda iktidar değişmiyor; sonra halk isyan ediyor veya sistem diktatörlüğe dönüşüyor.
Tek parti için ise meclis 'keenlemyekün' yani yok gibidir. Meclis, tek taraflı alınmış olan kararları sadece tasdik makamı ve milletvekilliği de kayıt memurluğundan başka bir şey değildir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinde ise bakanları hep meclis seçiyordu. Gerçi o zaman da Mustafa Kemal'in istedikleri bakan oluyordu ama Mustafa Kemal da Meclisin istediğini bakan yapmak zorunda oluyordu. Karşılıklı denge vardı.
Kabul edilen anayasanın önemli bir özelliği de, resmî dinin İslâm dini olduğunun yazılması idi. Oysa Meşrutiyet Anayasasında bu madde yoktu. Çünkü o zaman ülkede Hıristiyanlar da vardı. Onların dini de devlet içinde İslâm gibi geçerli idi. Oysa bu anayasada bu madde yer aldı. Böylece bir taraftan gayrimüslimlerin ülkeyi terketmeleri isteniyor, diğer taraftan da saltanatın ve hilafetin kaldırılmasında halkın isyanı önleniyordu.
İstiklâl Savaşı sonrasında devlet Misakı Millî ile bir Türk Devleti olarak kurulmuştu. Bir İslâm birliği sözkonusu değildi veya Turancılık fikirleri yoktu. Bunun böyle olduğu baştan beri kesindi. Yalnız savaş Türklerle Türk olmayanlar arasında cereyan etmiyordu. Savaş Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında cereyan ediyordu. Şiiler dahil bütün Müslümanlar kurtuluş tarafında yer almıştır.
Yahudiler bile karşı tarafta idiler.
İşte savaş sonunda bu maddenin yazılması bundan dolayı zorunludur.
İstiklâl Marşımız da açıkça gösterir ki İstiklâl Savaşı, İslâm ile Hıristiyanlık savaşı idi. Daha sonra lâiklik ilkesi geldikten sonra bile bu din ayırımı devam etmiş, uzun zaman Hıristiyanlar yedek subay yapılmamıştır. İnkılâplarda da resmen İslâmiyet'e karşı cephe alınmamıştır. Aksine Kur'ân Türkçeleştirilmiş, hutbeler Türkçeleştirilmiş, böylece halka İslâmiyet'i öğretme faaliyetleri devam etmiştir. Gerçi tekkeler ve medreseler kapatılmıştır, ama camiler kapatılmamıştır. Bu sebeple İkinci Mecliste de Türkiye hâlâ İslâm devletidir. Mustafa Kemal'in gücü hilafet ve saltanatı kaldırmağa yettiği gibi, bu maddeyi koymayı daha kolay başarırdı.
Bu devletin temel kuruluşunu belirlemek ve Anadolu'yu Hıristiyan-lardan temizlemek demekti.
İslâmiyet'te din ayrılığı yoktur, zorla tehcir yoktur.
Ancak savaşta ihanet ederlerse onlar tehcir edilir veya kadın ve çocukları esir edilerek savaşçıları öldürülür. O halde Mustafa Kemal'in bu siyaseti gayet meşru bir siyaset idi. Lozan'da da bunun üzerinde direnilmedi. Sadece savaş yapılmaksızın düşmandan geri alınan İstanbul'daki Hıristiyan ve Yahudiler sözkonusu oldular.
İstiklâl Savaşı'nda yapılanlarla Hz. Peygamber'in yaptıkları birbirine çok benzer. Mustafa Kemal Müslüman bir ülkenin paşası idi ve Müslümanca kararlar alıyordu. Şahsen ne derece Müslüman olduğu tartışılsa bile, düzen itibariyle İslâmiyet'i benimsemişti.
Maddeye gelince, bu maddede eğer İslâmiyet'ten kasıt Muhammedîlik ise -ki öyledir- bu madde İslâmî değildir. İslâm devleti bir dinin bekçisi olmadığı gibi, devleti bir din veya mezhebin ilkelerine göre yönetmez. Aksine o bütün dinlerin uzlaşmaları sonucu yapılan Anayasaya göre yönetir.
Elbette Anayasa yazılırkan Müslümanlar teklif ve kabullerini Kur'ân'a göre yapacak ama uzlaştıktan sonra hareketlerini o uzlaşma sağlanan Anayasaya göre olaacaktır. Çünkü anlaşması öyledir. Bu itibarla Anayasadaki, 'devletin resmî dini İslâm'dır' cümlesi yanlıştır.
* * *
Yazara göre;
1924'de hilafet de kaldırılıyor.
"II- Hilafetin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Bununla ilgili olarak Atatürk Nutkunda: "Ben diyordu kişisel saltanatın kaldırılmasından sonra başka bir ünvan ile aynı anlamda bir makamdan ibaret olması gereken hilafetin de kalktığını kabul ediyordum. Bunun münasip zaman ve fırsatta açıklanmasını doğal görüyordum"...(s. 784)
Bu meclisin nitelik ve yetkileri yalnız ve ancak Türkiye halkının ve Türk vatanının yaşamına ve kaderine yaygın ve etkili olabilir. Meclisimiz kendi kendine bütün İslâm alemine yaygın bir kudret iktisap edemez efendiler. Türk milleti ve onun temsilcilerinden oluşan meclisimiz, kendi varlığını halife ünvanını taşıyan ve taşıyacak olan kişinin eline veremez ve vermeyecektir... Unvanı halife olsun , ne olursa olsun hiç kimse bu milletin kaderinde hak sahibi olamaz. Millet buna kat'iyyen müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiç bir milletvekili bulunamaz" diyordu. Bk. Nutuk, C. II, sh. 698-700.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı ile birlikte artık saltanat ve hilafet makamının ihdası diye bir şey bahis konusu edilemiyeceğinden, bütün bu hususlar böylece çözümlenmiş oluyordu. Nitekim 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 431 sayılı kanun ile halife "Hal'edilmiş" ve hilafet makamı da hilafet esasen hükümet ve cumhuriyet kavramında ve anlamında bulunduğu görüşü ile, ortadan kalkmış sayılmıştır."(s. 785)
HER KAVMİN KENDİ DEVLETİ VARDIR.
MEKKE ÜNİVERSİTESİ VE YENİ DÜNYA HİLAFETİ.
Hz. Peygamber (s.a.v.) önce kendisine bir aşiret oluşturdu. Bu oluşturma 7yıl sürdü. Bu süre zarfında toplam cemaati 40kişi kadar olmuştu. Kendisi bu aşiretin başkanlığını yapıyordu. Onlara Kur'ân'ı öğrete-rek eğitiyordu.
Sonra kendisine bir kabile oluşturdu. Bu dönem de 6 yıl sürdü. En sonunda ve hicret olayından sonra da Medine Site Devleti'ni kurdu. Bu devletin nüfusu da müslim ve gayrimüslimlerle birlikte 10 000 cıvarındadır.
Sonraki 10 yıl içinde de kavmini bir devlet hâline getirdi.
Hz. Muhammed (s), site devleti başkanlığını yaparken tüm hukuki ilkeleri koydu. Ayrıca daha sonra devleti oluşturduğunda eyaletlere valiler gönderdi, kabile reislerini ise yerinde bıraktı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) böylece bir taraftan İslâm dinini yayarken diğer taraftan İslâm düzenini de tesis ediyordu. Tüm hayatı boyunca bunları birbirinden farklı yürütüyor, bir devlet başkanı olarak dinde asla zorlama yapmıyordu.
Bu uygulama ve burada takip edilen usûl yani metod son derece önemlidir. Bu usûl çok iyi anlaşılmalı ve kavranmalıdır. Aksi halde başarı sağlanamaz.
Hz. Peygamber ölünce Hz. Ebu Bekir2 yıl ona hilafet etti ve onun zamanında Arabistan yani Arap Yarımadası dışındaki yerler fethedilmedi. Oysa Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında Arabistan dışındaki ülkeler de fethedildi. Böylece devletin sınırları giderek genişlemeye başladı.
Bu arada her yönden çok önemli olan bir gelişme oldu ve bunun sonu-cunda devlet nizamı da 'saltanat'a dönüştü.
Kur'ân, her kavmin kendi devleti olduğuilkesini getirmiş olmakla beraber, Emevîler tüm fethedilen ülkeleri kendi saltanatlarında toplamaya çalıştılar. Bu davranış ve tutumlarının sonucu olarak daha sonra saltanatı Abbasîlere kaptırdılar ama Endülüs'te Emevîlerin yönetimi devam etti. İslâm âleminde ondan sonra artık tek halife olmadı.
Sonra hilafet Abbasîlere geçti.
Ondan sonra doğuda hakimiyet Selçukluların eline geçti.
Daha sonra Osmanlılara intikal etti ve uzun ömürlü bir devlet oldu..
Bir ara Abbasîlerden Fatımîlere geçen iktidarsız hilafet, Osmanlıların eline geçince yeniden güçlendirildi.
Osmanlı Hanedanı'nın iktidarı kaybetmiş olmasından sonra, İslâm âleminde de hiç bir canlılık kalmadığından hilâfet aslında kendiliğinden sona erdi.
İstiklâl Savaşı bir din savaşı idi. Bu savaşta İslâmiyet ile Hıristiyanlık savaşmıştı. 1400 yıllık bir savaşın son damlası ve son merhalesi idi...
Osmanlılar yenilmişler ama Türkler galip gelmişlerdi.
Ancak Türklerin artık savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. 1911 yılında başlayan savaşlar 12 yıl sürmüştü, bundan dolayı da nüfus 14 milyona inmişti. Ülke harap ve bitaptı. Lozan masasına gidilirken bu durum taraflarca biliniyordu. Batı bir taraftan muzaffer devlete verilecek şeyleri verirken, diğer taraftan da ilerisi için hazırlık yapıyordu. İslâm âlemini tamamen çökertmek ve İslâmiyet'i önce Avrupa ve Anadolu'dan atmak, sonra da İslâm ülkelerini diğer ülkeler gibi sömürmek. İslâm birliğinin sembolü olan hilafeti kaldırmayı anlaşmanın baş şartı olarak koymuşlardı.
Mustafa Kemal bunu iki bakımdan kabul etmekte mahzur görmedi.
Bir defa zaten iktidarı kalmamış olan bir müesseseyi yaşatmak sadece yük olur, ülkeye ağırlık teşkil eder. Dolayısıyla kaldırılmasında hiç bir mahzur yoktu.
Sonra insanlık zaten ateizme doğru gidiyor, bir müddet sonra hem papalık hem hilâfet kendiliğinden kalkacaktır. Biz bir an önce hilâfeti kaldırmakla yarar sağlarız. Ayrıca ülke içinde de iki başlılık biter düşüncesi vardı.
Böylece hilafet de saltanat gibi kaldırıldı.
Hilafetin kaldırılması siyaseten de yerinde olmuştur.
İslâm düzeninde;
Her kavmin kendi devleti vardır.
Kendi ülkesinin üstün ehliyetlilerine bağlanmak suretiyle oluşturdukları 'ilmî şûra' ittifakla devlet başkanını seçer.
Bütün Müslümanların bir başı yoktur. Dünya tek devlet olamaz. Bu düşünce son derece yanlıştır. Bunun yerine bütün insanlığın ortak bağımsız kenti olan Mekke vardır.
Mekke, silâhsız bir site devletidir.
Bütün İslâm dünyası onu korumakla mükelleftir. Gerçi Hıristiyanların kıblesi ayrıdır, ama Mekke herkese açıktır. Mekke'ye herkes gelir ve hiç kimse Mekke'den zorla dışarı çıkarılmaz. Suçlular bile buraya geldiklerinde cezaları infaz olunmaz. Mağdurlar isterlerse suçlunun akilesinden diyet alırlar, isterlerse Mekke'den çıkmalarını beklerler. İşlenen cinayetler savaş hâline dönüşmemişse ceza dışarıda infaz edilir, ama yine beklenir. Diyet de suçlu hangi ülkedense o ülke akilesince ödenir.
Mekke'de ticaret dışında bir kazanç yoktur.
Gayrimenkuller ancak oturmak için inşa edilir. Kiraya verilemez, boş tutulamaz, ama satılabilir.
Buranın tamamen farklı bir yönetimi vardır. Burada iki çeşit halk yaşar; ailesi ile gelenler ve ailesi orada olmayanlar.
Bunlar farklı hukuka tabidirler.
Bu fark şöyle belirlenecektir:
İnsanlar dünyanın her yerinden buraya gelip aileleriyle yerleşirler, bunlara Kureyş denir. Çünkü bunlar yalnız ticaretle geçinirler.
Kureyş olmayı soy birliği olarak anlamamak gerekir.
Bunlardan kendi memleketlerinde üstün ehliyetli olanlar vardır. Yerlilerden olanların da o ülkelerin imtihanlarına katılma hakları vardır ve üstün ehliyetli olabilirler. Bunlar o ülkelerin Mekke temsilcileridir. Kendi ülkelerinde yaşıyormuş gibi haklara sahiptirler. Yani üstün ehliyet payına iştirak ederler.
Bunlar burada ilim yaparlar.
Mekke üniversitesi bunlardan oluşur.
Mekke halkı bunlardan 10 kişilik ilim şûrası seçerler.
Bunlar da kendilerine ittifakla bir Mekke Emiri seçerler.
Böylece Mekke Yönetimi oluşmuş olur.
Yani seçilenler Mekke'de oturan üstün ehliyetliler olacak;
seçenler ise Mekke'de aileleriyle oturanlar olacaktır.
Mekke Üniversitesi'nin görevi,dünyada mevcut olan bütün dillerde ortaya çıkan eserleri Arapçaya tercüme etmek ve bunları çoğaltıp satmak olacaktır.
Her ülke bütün bu eserleri kendisi kendi diline çevirir.
Arapça merkez dil görevini görür.
Bütün dünya dilleri tek yazı ile yazılacaktır.
Ama yine de kendi şekillerini koruyacaktır. Öyle yazılacak ki, şekil kendisini koruyacak ama ses de ifade edilecek. Ayrıca bütün dillerin özellikleri Arapça ilim diline intikal ettirilecektir.
Farzedelim ki, Türkçede dili ve mişli geçmiş iki siga vardır. Halbuki Arapçada bu yoktur. Bu iki geçmişi ayırmak için okunmayan bir harf kullanılır. KelLeMe, konuştu veya konuşmuş demektir. Bu iki geçmişi ayırdetmek istersek, başına okunmayan (d) veya (ş) koyabiliriz. Arapçada hareke koymadığımız harf okunmaz. Türkçede bu harfleri küçük yazıyoruz. dKelLeMe, konuştu anlamına gelir. şKelLeMe de konuşmuş anlamında olur. Böylece yazı dilinde her dilin özelliklerini Arapçaya aktarabiliriz.
Arapçanın önemli bir özelliği vardır,
çağlar arası bir dildir.
Böylece millî dildeki eserleri çağlar arasına sokarız. İşte Mekke Üniversitesi'nin en önemli işi, bütün eserleri dünya dillerinden Arapçaya tercüme ettirip satın almak; ondan sonra da onları basıp dünyaya satmak olacaktır. Yani dünya ilmî kitap ticaretini yapmak olacaktır. Böylece kendi kendisini finanse etmesi de mümkündür.
İşte bu üniversite yönetimi Uluslararası Hakemlik Listelerini de tutar ve uluslar arasında çıkan ihtilâfların hakemler arasında halledilmesinde aracı olur. Hakem kararlarını dünyaya duyurur.
Başka uluslararası kurallar konacaksa, bu kuralların tamamı katılanların ittifakı ile alınır ve burası bu kuralları ilân eder. Tüm anlaşma metinleri burada bulunur.
Yeni Dünyanın Hilafeti işte böyle olacaktır.
Osmanlı Hilafeti'nin İslâmiyet'te yeri yoktu.
Bundan dolayı devamı da anlamsızdı.
* * *
Yazara göre;
1924 Anayasası eski hükümleri
tek metin hâline getirip tamamlamıştı.
"III- 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa'nın Kabulü:
Birinci B.M.Meclisi'nin göreve başladığı 23 Nisan 1920 tarihinden sonra belirli tarihlerde ve belirli vesilelerle çıkarılan ve memleketin Anayasal yaşamlariyle ilgili bulunan kanunları derli toplu bir hale getirmek gereği ve bunları bir kül halinde düzenlemek zorunluğu karşısında esas itibariyle ayni temel esaslara dayanan yeni bir Anayasa hazırlığına 1924 yılı içinde başlandı ve bu yeni kanun 20 Nisan 1924 tarihinde B.M.Meclisi tarafından kabul edildi. Gerçekten ilk kurulduğu 23 Nisan 1920 tarihinden Cumhuriyetin ilanı tarihine kadar (yani 29 Ekim 1923) B.M.Meclisi millî devletin Anayasa yaşamları ile ilgili ve temel kanun niteliğinde olan bir çok kanunlar ve kararlar kabul etmişti."(s. 785)
1924 ANAYASASI VE SONRASI.
DEVLET KURULURKEN BİR SÖZLEŞME YAPILIR.
Kanun yapmanın iki şekli vardır:
Biri, önce teşkilâtı kurarsınız, çalıştırırsınız,
sonra son şeklini verirsiniz.
Diğeri de, önce kanunu yaparsınız, sonra teşkilâtı kurarsınız.
1924 Anayasası ile önce devlet kurulmuş, sonra Anayasa yapılmıştır. Diğer anayasalar ise darbe ile değiştirilmiştir. Gülünç olan odur ki, 1924 Anayasası'na göre yapılmış olan tüm kanunlar ve bu kanunların bütün içtihatları hep yürürlüktedir; beride ise hayali Anayasalar yapılmaktadır.
Bu sistem, çelişkilerle dopdolu olan mevzuat oluşturmaktan başka bir şey değildir. Ne yazık ki, 1924 Anayasası da erken birleştirilmiş ve ondan sonra gelişmesi durmuş, ta ki 1960'da darbe ile bertaraf edilinceye kadar kalmıştır.
Demokrat Partililer bu Anayasayı çiğnediler diye asıldılar;
kendileri de darbe ile bu Anayasayı değiştirdiler!
"Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!"
1924 Anayasası, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde müzakere edilerek ve tartışılarak kabul edilmemiştir. Yaşanarak ve tecrübe edilerek kabul edilmemiştir. Hazırlanmış, yazılmış, eller kalkmış, kabul edilmiş ve sonunda güya Anayasa olmuştur.
İslâmiyet'e göre;
Devlet kurulurken bir sözleşme yapılır. O sözleşme çok özeldir. Bir anlaşmadır. Ondan sonra içtihat ve icmalarla zamanla kendiliğinden Anayasa oluşur. Yasa ve sözleşmeler kadar, hattâ onlardan da önemli olan, mevzuatı yorumlamadır.
Bakınız, biz şimdi Kur'ân'ı asla değiştiremiyoruz, ama yepyeni yorumlar getirebiliyoruz, yani içtihatlar yapabiliyoruz. Bunun yararı, topluluğun mevzuat içinde boğulmamasıdır. Ayrıca yorum farklılıkları da hakemler yoluyla giderilecektir.
Topluluk zamanla kendi hukukunu oluşturacak ve geliştirecektir. Öyle gün gelecek ki, yeni içtihatlara ve icmalara gerek kalmayacaktır. Sistem içinde en ideal ve en mükemmel çözümler bulunmuş olacaktır.
İşte o zaman topluluk yaşlanacak ve çökecek, yeni sistem getirilecek yani yeni Anayasa getirilecek ve yeniden icma ve içtihatlara başlanacaktır. Bunun süresi 1000 yıldır.
Şimdi bu süreç 10 yıllar içinde sıkışmıştır.
Şeriat sistemi ile kanun sistemi arasındaki fark budur.
Kanunun ömrü 10 yıl, şeriatın ömrü ise 1000 yıldır.