ALTINCI KONU
YENİLİK DÜŞMANLIĞI
VE
DEMOKRATİK DÜZEY
MESELESİ
İlhan Arsel'e göre;
Şeriat despotizmin kaynağıdır.
"ŞERİAT ZİHNİYETİNDEKİ YENİLİK DÜŞMANLIĞI NEDENİYLE DEMOKRATİK DÜZEYE ÇIKILAMAMIŞ OLMA DURUMU.
Şeriat sisteminin ve bu sistemin yarattığı zihniyetin her türlü (sosyal, ekonomik, siyasal, v.s.) yeniliği önleyen ve engelleyen bir yönü vardır ki Şeriat toplumlarının her bakımdan bugünkü geriliklerinin, ilkelliklerinin kökenlerinden biri olmuş ve asıl acıklısı yüzyıllar boyunca onları despotik rejimler içerisinde yaşatmıştır."(s. 470)
TEK TANRI İLE ÇOK TANRIYA İNANMAK.
ŞERİATTAN AYRILMA DESPOTİZMİN KAYNAĞIDIR
Bâtıl inanışlara göre kâinat, değişik gizli kuvvetlerin eseridir. Herbir olayın başka tanrısı vardır ve bu tanrılar savaş içinde olup bu dünya da öylece varolmaktadır. İnsan da bu tanrılardan birine katılır ve onunla birlikte savaşır. İnsanlar böylece değişik tanrıların orduları olarak savaşırlar. İnsan bir defa bir tanrıya katılınca artık onu bırakamaz, bırakırsa başka tanrılar onu hemen yok ederler, kendi tanrısı da artık onu korumaz. Bu bâtıl itikadın gereği olarak galip geldiniz mi, artık karşı tarafı yok edecek ve kesinlikle merhametli olmayacaksınız. Hükümdarlar da varlıklarını ve iktidarlarını böyle sürdürdüler. Yoksa en küçük bir merhamet göstermek bile karşı tarafa yem olmak için yeterlidir.
Bugünkü savaş teorisi de budur. Savaşta merhamet olmaz. Galip gelmek için ne gerekiyorsa o yapılacaktır. Nitekim son yüzyıllardaki savaşlar bu felsefeye uygun yapılmaktadır. Sadece 20. yüzyılda yapılan savaşları düşünmek, I. ve II. Dünya Savaşları'nda olanları gözönüne getirmek, Japonya'ya atılan atom bombalarını hatırlamak, bunu anlamak için yeterlidir. Ancak savaş bittikten sonra merhamet sözkonusu olabilir.
Oysa hakka ve tek tanrıya inanan insanlara göre her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Çatışma görünen yerde bile bir denge vardır. Hepsi ve her şey O tek Tanrı'nın iradesiyle olmaktadır.
İnsanların hepsi de O'nun kuludur.
Biz savunmakla yükümlüyüz; saldırmakla değil.
Herkesin cezasını biz değil Allah verecektir.
Biz hükümdar olsak bile O'nun memuruyuz.
En küçük bir kusurumuzda elimizden hakimiyeti alır.
Görülüyor ki, tek tanrıya inanmakla çok tanrıya inanmak arasında çok büyük fark vardır. Akla inanmak demek çok tanrıya inanmak demektir; Lenin'e, Stalin'e, Mao'ya, Hitler'e, Mussolini'ye, Mustafa Kemal'e tapmak demektir. Bu da despotizmi getirir. Oysa tek tanrı inancı despotizmi kaldırır. Şeriat, değişik görüşlerin hükümferma olduğu sistemdir, nasıl despotizmin kaynağı olur? Olsa olsa, şeriattan ayrılma despotizmin kaynağıdır.
İslâmiyet'e göre;
Kâinat tek Tanrı'nın eseridir. Her şey O'nun iradesiyle olmaktadır.
Bize düşen, O'nun düzeni içinde yaşamak ve O'nun nimetlerinden yararlanmaktır. Bize saldıran olursa savunmak ve saldırıya uğrayanları korumak, onlarla yardımlaşmak ve işbirliği içinde olmak.
Herkes yaptığının hesabını kendisi verecektir. Bizi ilgilendirmez. Biz merhametli olursak Allah da bize merhametli olur, biz bağışlarsak Allah da bizi bağışlar.
* * *
Yazara göre;
Asya halkı gelenekçidir, geriliğinin sebebi budur.
"I- Şeriat halkları'nın geçmişe bağlılığı ve YENİLİĞE gidememe nedeni.
XX ci yüzyılın yetiştirdiği büyük devlet adamları ve düşünürleri içerisinde J. NEHRU'nun özel bir yeri vardır. Asya halklarının uyuşukluklarını, geriliklerini, geçmişe bilinçsizce bağlılıklarını, geçmişten kopamamalarını,... onun kadar dile getiren az olmuştur.
Bu tutumun ASYALILAR için bir ikinci tabiat niteliğinde olduğunu belirtir. Geçmişten kurtulamama ve geçmişe dalmış olarak yaşamakta devam, ve DİN, TARİH ve KÜLTÜR gibi her ne varsa her şeye geçmişten kalma şekiller altında saplanma geleneğini psikolojik bir zorunluk şeklinde görmek ve göstermek mümkündür. Bk. J. Nehru, The Discovery of İndia, (New York, The John Day Co. 1964).
Asya halkları hakkında yaptığı derin araştırmalarıyle ün yapan Gunnar Myrdal'ın Asian Drama, An İnquiry İnto the Poverty of Nations, (New York 1968, 3 Vol.) adlı yapıtına bakınız. Özellikle birinci cildin sh. 75 ve d."(s. 470)
"Geleneklere saygı, fakat onun KÖLESİ olmadan" formülünü en akıllı şekilde uygulamasını bilen Batılılar geçmişin ve geleneklerin kölesi halinde yaşayan toplumlara oranla yüzyıllar ilerisi sıçramalar ve aşamalar yapabilmişlerdir. Bunu da HÜR düşünceyi, HÜR FİKİR ortamını yaratmakla ve AKILCILIĞI rehber olarak kabul etmekle başarabilmişlerdir. Bu konularda şu kitapları salık veririz. Benedetto Croce, History of the Story of Liberty, (English translation, New York 1941, sh. 43-4). Martin Buber, On Judaism, (New York 1967, sh. 11).
İşte HÜR DÜŞÜNCE'ye ve AKILCILIĞA yer, değer ve imkan bırakmadığı içindir ki Şeriat, Şeriat halklarının geçmişten ve geleneklerden kopmalarını engellemiş ve onlara dinamizm yolunda gelişme fısatını bırakmamıştır."(s. 471)
AVRUPA MEDENİYETİ İSLÂM MEDENİYETİ'NİN UZANTISIDIR.
İSLÂMİYET'E GÖRE YERYÜZÜ BÜTÜN İNSANLARINDIR.
Medeniyet, Orta Doğu'da doğmuştur.
Bu bölge medeniyetlerin kaynaklandığı bölgedir. Çünkü Orta Doğu yeryüzünün merkezidir. Allah, ilk insanı merkezde yarattı. Gelişmeye en elverişli toprakları oraya yerleştirdi. Çağımızın en önemli enerji kaynağı olan petrolü bile yoğun olarak bu bölgeye koydu. Bütün medeniyetler burada doğar, olgunlaşır, gelişir ve sonra dalga dalga çevreye ve yeryüzüne yayılır. Bu bölge aynı zamanda Akdeniz havzası ile doğrudan doğruya irtibatlıdır. İslâm Medeniyeti'nin zirvede olduğu dönemlerde Akdeniz topyekün bir İslâm denizi hâline gelmiştir. Dolayısıyla bu denize sahili olan bütün ülkeleri etkilemiştir. Nitekim Avrupa Medeniyeti de Akdeniz ülkeleri olan İtalya'da doğdu ve Fransa'da gelişti. Amerika, Rusya, Japonya ve diğer dünya ülkelerine bu ülkelerden gitti.
Avrupa Medeniyeti, İslâm Medeniyeti'nin uzantısıdır.
Ayrıca şu önemli nokta unutulmamalıdır ki; Amerika, Rusya, Japonya ve bu ülkelerin konumunda olan ülkelerin medeniyete bir katkıları yoktur. Sadece varolan medeniyeti şu anda en iyi onlar değerlendirmekte ve yararlanmaktadırlar. Bunun ötesinde bir katkıları yoktur. Olması da beklenemez. Çünkü Batı Medeniyeti artık son dönemini yaşamaktadır.
Asya, çok büyük ve geniş bir kıta. Eski çağlardaki ulaşım araçlarının ilkelliği sebebiyle, Asya ülkelerinin birbirlerini etkilemeleri çok az olmuştur. Medeniyet bu büyük ve geniş kıta ülkelerine dalga dalga yayılıyor ama yansımıyordu. Oysa Akdeniz diğer dünya denizleri ile mukayese edildiğinde küçük bir havuz konumundadır. Medeniyet dalgası Cebeli Tarık'a çarpıyor ve tekrar Orta Doğu'ya dönüyordu. Dolayısıyla bu havzada karşılıklı etkileşim daha sık olmuş ve Avrupa medeniyet alanında Asya'yı geri bırakmıştır. Ancak burada Asya derken, Orta Doğu'yu hariçte tutmak gerekir. Çünkü Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hep Orta Doğu'dan çıkmıştır. 'Ulu'l-Azm' dediğimiz büyük peygamberler hep bu bölgeden çıkmış ve insanlığın büyük medeniyetlerini kurmuşlardır. Bugün dünyanın her yerinde bu dinlerin mensupları ve mabetleri vardır.
Asyalıların geri kalmışlığı meselesine gelince, artık çağımızda dünyamızdaki şartlar değişmiştir. Gelişen ulaşım ve haberleşme araçları sayesinde en uzak ülkeler ve bölgeler bile yakın oldu. Yarın Asya ülkeleri ve halkları her açıdan ileride olacaklardır. Nitekim bunun ilk belirtileri görülmeye ve yaşanmaya başlamıştır. Eski Yunan Medeniyeti'nden önce Asya ülkeleri daha ileri seviyedeydiler. Ancak o çağlardaki ileriliğin dünyaya yayılması farklı ve yavaş oluyordu, çünkü o zamanki araçlar henüz yansıma yapabilecek durumda değildi.
İslâmiyet'e göre;
Yeryüzü bütün insanlarındır.
Devamlı muhaceret sayesinde
değişik medeniyetler varolur ve yok olurlar.
Medeniyet ağırlığı ve merkezi bazan doğuya bazan batıya kayar. Bugün yaşlanmış olan Doğu Medeniyetlerinin mensuplarını kaderci gibi görebiliriz; olgunluk çağına gelmiş olan Avrupa Medeniyeti mensuplarını aksiyoner bulabiliriz. Ama gün geçip de devran dönünce Batı yaşlanacak, Doğu genç olarak gelişecek ve aynı durum bu sefer Batı dünyasında görülecektir. Nitekim Orta Çağ'da da onlarda yani Avrupalılarda öyle bir durum vardı.
İbn Haldun da buna benzer yanılgılara düşmüştür. Kendi çağındaki olay-ların genel olduğunu zannetmiş ve devletlere 120 yıllık ömür biçmiştir.
* * *
Yazara göre;
Demokrasideki dinsizlik dinamizmi getirmiştir.
"II- DEMOKRASİ demek "dinamizm" demektir, "devamlı değişiklik", ve "yenilik" sistemi demektir. Şeriat ise yeniliğe ve değişikliğe karşı OLMUŞTUR.
Demokrasi demek devamlı gelişmeler rejimi demektir, ilerleme ve her alanda yeni-lenme ve dinamizm demektir. Batı örneği bunun böyle olduğunu ortaya vurmuştur. Demokrasi'nin Batı'daki şu son ikiyüz yıllık tarihçesi gözden geçirilecek olursa izlenecek şey şudur ki demokrasi'de hiç bir şey "ebedi" ve "değişmez" değildir. Her şey daima iyi'ye ve ileriye doğru gelişme içerisindedir. Siyasal, sosyal ve ekonomik her konuda görülen budur...(s. 471)
Evet bu listeyi uzatmak mümkün. Ve bu gerçek şunu ortaya vurmaktadır ki demokrasi rejimi "katılığa", "donmuş kurallar" düzenine karşıttır, ve daha doğrusu "tutuculuğa" ve "geleneksel"ciliğe karşı devamlı şekilde saldırı halindedir. "Demokrasi, diyor bir yazar, kanun ve düzen güçlerine karşı her zaman için sosyal değişikliklerden yana, ve her zaman mevcut kuruluşlara ve sosyal düzene ve sosyal normlara karşı tenkitci karakterde olmalıdır. Zira demokrasi şunu iyi bilir ki kendi inançlarının dinamizmi olmayacak olursa toplum, daha önceki oligarşik ve adaletsiz düzene geçecektir. Demokrasi belli her hangi bir kuruluşa ebediyen bağlı olmadığı gibi belli bir felsefeye de ebediyen bağlı değildir..."
Oysa ki Şeriat sistemi tüm olarak yeniliklere ve değişikliklere karşıttır ve ebediyetler için "gerçek" diye dondurulmuş kuruluşların ve normların düzenidir... Bundan dolayıdır ki her yeniliğe "Din elden gidiyor" yaygarası ile karşı konmuştur Şeriat ülkeleri tarihinde."(s. 472)
DENİZE AÇILAN 200 KİŞİNİN HİKÂYESİ.
İSLÂMİYET YARIŞMA DEMOKRASİSİ TARAFTARIDIR.
Burada sizlere temsili bir hikâye anlatalım: Eski zamanlardan birinde bir ülkede insanlar bir araya gelmiş ve ikiyüz kişilik bir gemi inşa etmiş. Sonra seyahat etmek ve kürek çekmek üzere içine ikiyüz ortak binmiş. Denize açılmışlar ve bir karaya ulaşacaklarını ümit ederek dört ay gitmişler, ama bir kara parçası bile bulamamışlar. Bir de bakmışlar ki erzakları iyice azalmış. Şimdi geriye dönecekler ama ancak bir ay yetecek kadar azıkları var. Bu azık da dönüş yolculuğunda ancak yüz kişiye yeterli olabilecek. Şimdi iki yoldan birini seçecekler. Ya ikiyüz kişi birlikte geri dönmeye çalışacak ve yarı yolda azıkları bitince hepsi birden ölecekler. Veya eğer yarısı şimdiden ölürse geri kalan yüz kişi karaya ulaşacak ve kurtulacaklar. Bu durumda önce yarısının ölmesine ittifakla karar verirler, çünkü yarısının ölmesi hepsinin ölmesinden daha iyidir. Kimlerin ölmesi gerektiği konusunda kura çekilmesi önerilir. Ama içlerinden biri çıkar ve kura çekmenin yanlış olduğunu söyler. Bu yolculukta bizlere güçlü kuvvetli olan insanlar lazım. Onun için gelin kimler güçlü ise onlar kalsın, zayıflar da ölsün. Çünkü zayıflar nasılsa yine karaya çıkamayacaklar, der. Bu öneri zayıflar tarafından pek hoş karşılanmasa da, akıl tarafından doğru bulunur ve herkes kendisinden zayıf olan birisini bulup denize atmaya başlar. Güçlülerin sayısı yüze düşünceye kadar boğuşma devam eder. Sonra tekrar dönüş yoluna çıkılır ve karaya çıkılır. Böylece yüz kişi kurtulur. Diğer yüz kişi ise yenilmiş ve ölmüştür. Bu da böyle bir hikâye işte, ama bize birşeyler anlatıyor.
Şimdi denizde mahsur bulunmayan ve sahili selâmette olan kimse için bu işlem son derece doğru ve mantıklıdır. Çünkü zayıf ve hastalıklı olanlar, zaten karaya çıktıklarında da pek işe yaramayacaklardı. Hiç olmazsa şimdi güçlü ve sağlam bir nesil var. Sahilde olanlar böyle düşünür, çünkü denizde olanların dalgalı denizlerde neler çektiklerini bilmezler. Ama siz gemide olup zayıf olsanız, teslim olmaz, sonuna kadar mücadele eder ve kurtulanlar arasında olmak için çalışırsınız.
Yeryüzündeki savaşlar bunun içindir. Biz savaşları bunun için meşru görüyoruz. Allah, savaşın yeryüzünden kalkmasını bunun için uygun görmemiştir, diyoruz. Ancak bu mücadeleyi iç savaş ve iç boğuşma yerine, kavimler arası savaş ve mücadele şeklinde anlıyoruz. İç boğuşma yerine düşmanla boğuşma olarak anlıyoruz. Bu bakımdan Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki savaş her iki toplumu üstün kılmıştır. Bazen Hıristiyanlar, bazen Müslümanlar galip gelmiş, ama dünyada hep onlar hakim olmuştur. Aralarındaki bu mücadele ve yarış sayesinde dinamizm kazanmışlar ve böylece dünyaya hâkim olmuşlardır.
Peki, bugün olan nedir? Bugün dünyaya hâkim olanlar, nasıl olsa biz galibiz, artık savaşsız olarak bunları yönetelim diye düşünüyorlar ve öyle yapıyorlar. Yarım yüzyıldır bu yöntem şeklini kullanıyorlar. Kendileri savaşacaklarına, matbaada bastıkları karşılıksız parayı kullanıp Doğu halklarını savaştırıyorlar; kendilerine sorarsanız aptal halkı böyle yönetiyorlar. Oysa bu savaşlar bu ülkeleri uyandırıyor, geliştiriyor ve güçlendiriyor. Yarın hantallaşmış olan Batı dünyası bu duruma düşecektir. Bu böyledir ve bunu değiştirmek mümkün değildir. Devran dönecek ve bir gün Batı çökecektir.
İslâmiyet;
Demokrasi taraftarıdır. Ancak bu demokrasi boğuşma şeklinde değil yarışma şeklinde olmalıdır.
İlmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal gruplar oluşacak ve devamlı bir şekilde hakta yarışacaklar, başarılı olanlar üstün haklara sahip olacaklar; başarısız olanlar tedrici bir şekilde yok olacaklardır. Başarılı erkekler iki, üç, dört evlenecek; başarısız olanlar bekâr kalıp soyları tükenecektir.
Aşiretler, kabileler ve şa'blar yarış içinde olacak, başarılı olanlar çoğalacak ve yeni aşiretler kuracak; başarısız olanlar ise dağılıp gideceklerdir. Kavimler devletleri kuracak, gerektiğinde savaşacaklar ve savaşı kazananlar yeryüzüne hakim olacaklar; kaybedenlerin devleti dağılacaktır.
Dünyada kurulu olan düzen işte budur. Bu devran böyle döner durur.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te şeriata karşı gelmek dinsizliktir.
"Şeriat esaslarına göre Tanrı ve Peygamber emirleri dışında davranmak yeniliktir yani "BOZGUNCULUKTUR", dinsizliktir.
Yenilik düşmanlığının kökenini Şeriat'ın öz'ünde aramak gerek. Asıl olan Tanrı ve Peygamber emirlerine uymak ve bunun dışına çıkmamaktır. Örneğin ilâhî emirler dışında AKLA uygun olarak ve AKIL gereğince girişilen davranışlar yerinde davranışlar değildir. Kur'ân'da her hangi bir husus için hüküm var iken, bunun değil de AKIL verilerinin ortaya vuracağı hükme göre davranmak YENİLİK yaratmak yani dinsizlik sayılır; böyle bir davranış Kur'ân'daki deyimlere göre BOZGUNCULUKTUR.(s. 472)
Bakara Suresi'nin 11 ci âyetinde "Kendilerine- 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın' dediği zaman 'Bizler sadece ıslah ediyoruz' derler"; ve 12 ci âyette de "İyi bilin ki asıl BOZGUNCULAR kendileridir..." diye yazılmıştır.
Görülüyor ki bir hususu ve bir kuruluşu... "ıslah" etmek istediğimiz her an Şeriat dışında, ve yenilik yaratan yani Şeriat'a karşıt bir davranışta bulunmuş olacak ve böylece, bozguncu veya dinsiz sayılacağız."(s. 473)
İSLÂM ŞERİATI ADİL VE DEMOKRATİKTİR.
İSLÂMİYET'TE BİR TEK İNSAN BİLE ÇOK KIYMETLİDİR.
Her toplumun kuralları vardır. Kurallar değiştirilebilir. Ancak kurallar yürürlükte iken bu kurallara karşı gelinmez. Dünyanın hiçbir yerinde kurallara uymama meşruiyeti yoktur. Meselâ, bir anayasa olacak ve bu anayasa, 'Bu anayasaya isteyen uyar istemeyen uymaz' diyecek, sonra da bu anayasa olacak! Hiç böyle anayasa olur mu? Elbette şeriat onu uygulayan topluluğu yöneten kurallar bütünüdür ve o toplulukta yaşayanlar o kurallara uymak zorundadırlar. Uymamak sadece günah değildir, ayrıca birçoklarının devlet müeyyidesi de vardır. Dolayısıyla toplum tarafından konmuş olan kurallara uymayanlar elbette bozguncudur. Çünkü kuralların olmadığı ve uygulanmadığı yerde devlet değil anarşi olur.
İslâmiyet'in getirdiği şeriat, son derece adil ve demokratiktir. Bir defa insanlar kendi şeriatlarını ittifakla bizzat kendileri yapmıştır. Kişi istediği mezhebe girebilir. İster Hanefi, ister Katolik, ister İsviçre, ister İtalyan kanunlarını benimser. Ancak benimsemiş olduğu ile hareket etmekle yükümlüdür. Bu bir.
İstediği zaman istediği mezhebi seçebilir, hatta içtihat yapar veya yeni mezhep kurabilir, mezhebinde içtihatlarını değiştirebilir. Değiştirinceye kadar uymak zorundadır, ama değiştirebilir. Bu iki.
Özel hukuktaki bu demokratiklik kamu hukukunda da vardır. Her bucağın kamu hukuku ayrıdır ve bu baştan bilinmektedir. Kişi istediği bucağa katılabilir veya istediği kamu hukukunu benimseyen bucak kurabilir. Bu üç.
Sonra, kişi mevzuatı atanmış hakemlerin yorumlarıyla anlamayacak, kendi yorumuyla anlayacak, niza halinde ise tarafların oluşturdukları hakemler yorumlayacaklardır. Bu dört.
Bu sistem yalnız İslâmiyet'te vardır. Dolayısıyla İslâmiyet'te bir kimsenin şeriata uyması, kendisine uyması, kendi aklına uyması demektir. Bunu yapmayan, İslâmiyet'e göre suçludur, kanunlara göre suçludur ve her akla göre suçludur. Kişi istediği zaman istediğini yapacaktır.
Burada bu vesile ile bir şey daha söyleyelim. Hiç bir hukuk ve nizam tanımayan ve dinlemeyen bir insanlar topluluğu var. Tamamen hür ve serbest yaşayacaklar, akıllarına geldiği zaman akıllarına geleni yapacaklar. Böyle yaşamayı becerebilirlerse bu onların bileceği bir iştir. Meselâ, bu toplulukta anlaşmaların hiçbirisi geçerli olmayacak. Böyle bir mezhep oluşabilir ve böyle bir bucak kurulabilir. Biz onların kendi mezheplerine ve bucaklarına karışmayız. Hattâ bize vergi vermek istemez ve devletimizin himayesini de kabul etmezlerse, onlara bir yer ayırırız ve orada onları serbest bırakırız. İşte Mekke böyle bir yerdir.
İslâmiyet'e göre;
İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.
İslâmiyet'e göre, yalnız yeryüzü değil bütün kâinat insan için varedildi. Melek ve cinler bu alemde olsalar bile, onlar için bu gördüğümüz dünya değil de başka bir dünya vardır. Bu görünen alem insan içindir.
İslâmiyet, bir tek insana bile o kadar çok önem veriyor ki şöyle diyor:
"Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir;
Bir insanı yaşatan bütün insanlığı yaşatmış gibidir."
Bunun yanında topluluk da hiçbir şekilde asla ihmal edilmez.
Topluluk hakları Allah'ın hakları kabul edilmiştir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlı uleması
yeniliğin caiz olup olmadığını tartışmıştır.
"III- YENİLİĞE cevaz olup olmadığı konusunda tartışma
Bazı yazarlarımız Osmanlı devletinde İSLÂM'ın yeniliğe cevaz verip vermediği konusunun devamlı olarak tartışma konusu yapıldığını ve bu tartışmaların kültür ve sosyal yaşamlar bakımından toplumu etkilediğini belirtirler, ve özellikle Katip Çelebi ile Birgili Mehmed'in bu konudaki çekişmelerini örnek verirler... Katip Çelebi'nin, Hanefi mezhebine göre İslâm'ın yeniliklere karşı olmadığı fikrini savunduğunu belirtir; Çünkü Katip Çelebi kanunların zamana uyarak değişe-bileceğini, İslâm Peygamberi'nin belli bir dönemde belli koşulları karşılayacak nitelikte kanunlar yapmış olduğunu ve fakat bu koşulların artık değişmiş bulunduğunu ve bu nedenle o zamanki kanunların artık yürürlükte kalmadığını söylemiş ve fanatizmin ancak müspet ilimler öğrenimini geçerli kılmakla önlenebileceğini ileri sürmüştür.
Bu görüşe karşı Mehmed Birgi İslâm'ın hiç bir yeniliğe cevaz vermediği görüşüne dayalı Hanbeli görüşünü savunmuş ve Kur'ân'ın veya Hadis'lerin objektif yoruma sokulamayacağını ileri sürmüştür..."(s. 473)
ARAŞTIRMA YAPMADAN RED VEYA KABUL OLMAZ.
İSLÂMİYET'TE YENİLİK VE ESKİLİK DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
İslâmiyet'in getirmiş olduğu temel bir ilke vardır; bir şey araştırılmadan ne reddedilir ne de kabul edilir. Öyle makul şeyler vardır ki, sonunda onun yanlış olduğu anlaşılmıştır. Meselâ, dünya duruyor görüşü çok mâkul bir görüştür ama yanlışlığı kesindir. İlk bakışta çok saçma görülen şey, sonunda doğru çıkmıştır. Bu en kesin olan matematikte bile böyledir. Meselâ, size yedi kere yedi bir eder (7x7=1) desem, yanlış dersiniz. Oysa 12'li sayıda yedi kere yedi bir eder. Araları yedi saat olan yedi konak gitsek ve saat 12'de yolculuğa başlasak, son konakta saat 'bir' olur, bu da yedi kere yedinin bir etmesiyle bulunur.
Bugünkü ilmin metodu da budur. Bir şeyi peşin reddetmemek ve kabul etmemek. O halde ulemanın yeniliği tartışması kadar tabiî bir şey yoktur. Ancak bu tartışma zeka sporu olsun diye yapılmıştır, yoksa bu konu çözüm üretmek için ele alınmamıştır. Dolayısıyla herkes her şey için fetva alabilmiş. İstanbul Mustafa Kemal'in hıyanetine fetva vermiş, Anadolu da padişah hükmünün geçersizliğine fetva vermiş. Tabii her ikisi de delile dayanıyordu, ama biri haklı idi. Sonuna kadar savaşmak gerekiyordu. Çünkü düşman kuvvetler on mislinden fazla değildi.
İslâmiyet'e göre;
Yenilik ve eskilik diye bir şey yoktur. Meşru olan her şey her zaman meşrudur, haram olan her şey de her zaman haramdır. Ancak şartlara göre hüküm değişir.
Meselâ, Mekke âyetlerinin hükümleri İslâm devletinin olmadığı yerlerde geçerlidir. Medine âyetleri ise daha çok İslâm devletinin olduğu yerde geçerlidir. Bunların eskisi ve yenisi yoktur.
İslâmiyet'e göre, bir şey yeni olduğu için ne meşru olur ne de gayri meşru olur. Aynı şekilde eski olduğu için de öyle. Yalnız devamlı gelişme vardır. Her değişen ve gelişen durumlara göre hükümler de değişir. Bu bakımdan yenilik farzdır. İçtihat ve icma bunun için farzdır, icmalar bunun için gereklidir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda padişah, din, ulema ve ordu
zaman zaman karşılıklı grup oluşturmuş ve
hep halkı ezmişlerdir.
"IV- ŞERİAT'ın yarattığı YENİLİK ve DEĞİŞİKLİK, DÜŞMANLIĞI DEVLET'in BÜTÜN UNSURLARINI (Ulema-Din Adamı-İktidar adamı-Halk) her türlü ilerleme ve demokratik gelişme DÜŞMANLIĞINDA BİRLEŞTİRİR.
ŞERİAT, kendi dışında her şeyi yasaklamış her şeye düşman kesilmiştir. Kur'ân'ın Bakara Suresi'nin 2 ci Ayetindeki: "Bu bir kitaptır ki onda, şüphe yok. Takva sahiplerine yol göstericidir..." hükmü ile başlayan ve al-An'am Suresi'nin 38 ci Ayetindeki: "... Bu kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" ve 39 cu Ayetindeki: "Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklarda kalmış sağırdırlar, körlerdir", veya yine...
Denilebilir YENİLİK fikirlerine (Reformlara) karşı direnme, genellikle, İKTİDAR ADAMI - DİN ADAMI - ORDU ve HALK koalisyonundan gelmiştir...(s. 474)
Birazdan da kısaca göreceğimiz gibi bu koalisyon her zaman için DÖRTLÜ GÜÇ (yani Padişah-İktidar) Ulema-din adamı-Ordu (Yeniçeri kuruluşu)-Halk şeklinde değil ve fakat zaman zaman ve hattâ çoğunlukla PADİŞAH-ULEMA (Din adamı) Ordu, veya Ordu (Yeniçeri kuruluşu)-Din adamı, şeklinde ve Halka karşı olmak üzere de iş görebilmiştir."(s. 475)
OSMANLILAR DÖNEMİNDE HALK KURULUŞLARI;
İSLÂM DÜZENİNDE SİYASÎ GRUP HAKİMİYETİ YOKTUR.
Osmanlılarda bir devlet başkanı var. Bu başkanlık soydan gelen bir hak olarak görülür. Bu görüş ve anlayış gayri İslâmîdir. Ancak topluluk bu sistemi kabul etmiş olduğundan gayri meşru değildir. Yönetimde ayrıca sadrıazam var. Sadrıazam, iç ve dış güvenlikten sorumludur. Hem yeniçeri ağaları hem beylikler yani Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri kendisine bağlı. Anadolu ve Rumeli'deki beyler de onlara bağlı. Bunlar vergi alır, humus toplar ve güvenlik güçlerini hazır bulundururlar. Bunun dışında diğer sosyal grup ve kuruluşlar vardır.
Tekkeler vardır, bunlar tarikatların emrindedir, halkın din ve inanç işlerini onlar yönetirler. Ne bunlar devlete karışır ne de devlet onlara karışır. Millî tehlike belirince hep birden devleti desteklerler.
Medreseler ve ulema sınıfı vardır, bunlar halkın ilmî ihtiyaçlarını görürler ve şeriatın vazııdırlar. Bunlar fetva veriyor ve fetvaları kanun oluyor. Kadılar bunlar arasından çıkıyor ve halkın mahkeme işlerini görüyorlar.
Esnaf teşekkülleri vardır, bunlar da halkın ekonomik ihtiyaçlarını görürler. Ahi kuruluşları şeklinde teşkilatlanmışlardır. Bütün esnaf ve sanatkârları bünyelerinde barındırır ve onların her türlü organizasyonlarını gerçekleştirirler.
Bu kuruluşlar ve gruplar tamamen bağımsızdırlar. Ne devlet bunlara karışır ne de onlar devlete karışırlar. Padişah daha çok ulemanın kontrolün-dedir ve ordudan ibaret olan hükümet de onun icra organıdır. Padişah ne din, ne ilim, ne de meslek kuruluşlarına baskı yapmadığı için bunlar dağınıktır. Padişaha karşı birleşebilecek bir durumları yoktur.
Batı dünyasında ise başlangıçta kiliseye baskı yapıldığı için kilise birleşmiş ve orduya karşı tek güç olmuştur. Avrupa'daki tarihî gelişim ve buna bağlı olarak oluşum farklıdır. Yazar, hemen hemen her konuda olduğu gibi burada da doğu ile batı dünyalarını birbirine karıştırıyor ve yanlış sonuçlara varıyor. Osmanlılar döneminde halk ilmî, dinî ve meslekî yani ekonomik faaliyetler açısından son derece rahat bir hayat yaşamıştır. Bu alanlardaki bağımsız organizasyonlar ve grupların faaliyetleri halka bu imkânı sağlamıştır. Ancak siyasî alanda saltanat sistemi uygulanmakta olduğu için bu konuda yöneticilerin yaptıklarına karşı çıkmak mümkün olmamıştır. Halk ezilmemiş olmakla birlikte hürriyetin tadını da çıkaramamıştır.
İslâm düzeninde;
Medrese, tekke ve esnaf teşekkülleri gibi siyasî güç yani yönetici güç de tek elde toplanmamıştır. Bu sayede siyasî grubun hakimiyeti de yok olmuştur.
Hz. Peygamber ve dört halife döneminde bu sistem uygulanmıştır. Daha sonra Osmanlıların sonuna kadar saltanat sistemi devam etmiştir. Ayrıca yerinden yönetim sistemi de zaman zaman ihlal edilmiştir.
İşte Osmanlılar zamanında yapılacak ıslahat asıl bu alanda olmalıydı.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda reform çıkarcıların lehine yapılıyordu.
"A- ŞERİAT'ın YARATTIĞI YENİLİK (reform) DÜŞMANLIĞI ÇIKARCI ZÜMRELERİN HALK ALEYHİNE BİRLEŞMELERİ KOLAYLIĞINI SAĞLAMIŞTIR.
Yenilik düşmanlığı duygularının kaynağını Şeriat'da bulmak gerektir, fakat yenilik düşmanlığı sadece Şeriat'a bağlılık nedeniyle sürdürülmüş değildir. Aksine çoğu zaman Şeriat, yenilik düşmanlığını körükleyen güç olarak çıkarcı zümrelerin HALK aleyhine birleşmeleri olanağını doğurmuştur... Reformlar HALK'ın yararına olacak hususlar için değil, fakat sadece belli SINIFLARIN çıkarlarını sağlamak amaciyle düşünülmüş ve ORDUYU GÜÇLENDİRMEK çareleri şeklinde yüzeye çıkabilmiştir...(s. 475)
Reform sadece çıkarcı güçlerin kendi mutlulukları için düşünülebilirdi ki bu sadece ordunun güçlendirilmesi konusunu kapsardı..."(s. 376)
KİŞİ VE TOPLULUK ÇIKARLARI PARALELDİR;
İSLÂMİYET'TE ÇIKAR PARALELLİĞİ VARDIR.
Toplulukların oluşmasında kişilerin çıkarları ile topluluğun çıkarları paralelleşir ve böylece sonuçlar ortaya çıkar. Herkes kendi geçimi için çalışır ve sonunda ortak ürün meydana gelir. Başlangıçta çıkar çatışması var gibi görünürse de, gerçekte çıkar paralelliği vardır. Meselâ, biz sığırları keser ve etlerini yeriz. Bu onlara yapılan bir haksızlık gibi düşünülebilir. Ama bu konu öyle değildir. Aslında onların etlerini yemeseydik onlar varolmazdı. Biz onların üreyip çoğalmalarına imkân vermezdik. Onlar sonunda bize et versinler diye onların varolmalarına imkân verdik. O halde çıkar paralelliğimiz var, biz onları besliyoruz ve onlar da bize et veriyorlar. Ölmeleri ve yok olmaları konusuna gelince, biz etlerini yemesek de ölecek ve yok olacaklar. Ama geç ama erken, sonunda ölecekler.
Topluluklarda da her hareket, o hareketi yapanların çıkarlarına göre yapılır. Başkalarının zararına yapılıyorsa, o zaman yerilir ve hoş görülmez. Yoksa çıkarsız hareket olmaz. Cennet bile bu açıdan bakıldığında çıkardır. Osmanlıların yaptıkları reformlar iyi olmuş ve iyi netice vermişse problem yoktur. Elbette onlardan yararlanan olacak ve bu durum da halkımızın durumunu düzeltecektir. Zaten bütün bu reformlar yararlanılsın diye yapılmıyor mu? Birilerinin zararına yapıldığı iddia ediliyorsa, kimin zararına yapıldığı belirtilmelidir.
İslâmiyet'te; çıkar paralelliği vardır.
Hiç kimseye kendi aleyhine bir görev yüklenmez. Hiç kimse de başkasının yararına çalışmaz. Herkes şeriata uygun olarak kendi çıkarına çalışır, ama sonunda topluluğun yararları da ortaya çıkar.
Herkes kendi içtihadına dayanarak kendi sitesinde huzur içinde yaşarken, bir bakmışsınız güçlü bir devlet, hakkı üstün tutan bir devlet ve hakka dayalı dünya görüşünü esas alan bir düzen ortaya çıkacaktır.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
Din adamı, halkla bir olup ordunun ıslahına karşı çıktı.
"D- Reformlara karşı müştereken direnen HALK-DİN ADAMI-ORDU koalisyonu(s. 477)
Yetersiz ve ilkel nitelikleri nedeniyle yenilgiden yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusunu modern hale getirmek ve onu Batı'nın tekniği ve silahlariyle donatmak amaciyle girişilen veya girişilmek istenilen reform hareketlerinin nasıl din adamı tarafından dine aykırıdır diye önlendiğini ve bu yeniliklere başvurmak isteyenlerin veya destek olanların ne feci felaket ve akibetlere uğratıldıklarını, en canlı şekliyle, bütün bu olayları yakından takip etmiş bulunan kişilerden okumak gerek. Örneğin A. de Juchereau de Saint Denys'nin "Revolutions de Constantinople en 1807 et 1808" adlı kitabı...
Böylece din adamının her an taze tuttuğu gericilik havasiyle yetişen halk, halk'tan çok daha gerici din adamları sınıfı, ve yine bu sınıfın gayretleri ve eğitimi ile kafa yapısı gericilik içerisinde şekillenmiş Yeniçeri teşkilatı ve bütün bu güçlerin koalisyonu ile hiç bir yeniliğe girişmek mümkün olmamış ve milleti ve ülkeyi uçurumlara sürükleyen gidişat karşısında, başını toprağa gömmüş kuş örneği kaderin çizdiği yol takip olunmak istenmiştir. Bk. A.g.e., (Paris 1819, sh. 26-7, 130-149, 238-9, vo. II)."(s. 478)
MEDRESE İLE TEKKE, İLİM İLE DİN ADAMI KARIŞTIRILIYOR.
İSLÂMİYET'E GÖRE;
İNANILMAYAN FİKİRLER SAVUNULMAZ.
Yazar, din adamı deyip hep ilim adamını kasdetmektedir. Osmanlılarda tekke mensupları din adamıydılar. Medreseliler din adamı değil ilim adamıydılar. Bu ilim adamları, nakli de delil olarak almalarına rağmen aklı da aynı derecede önemli tutuyor ve tartışma metodunu kullanıyorlardı. Sebep sonuç ilişkileri ile hareket ediyor, doğruyu yanlıştan ayırıyorlardı. Hislere değil fikirlere hitap ediyorlardı. İlim olarak belki sadece dil ve fıkıh alıyordular ama kendileri ilim adamı idiler. Bu noktanın iyi bilinmesi gerekir. Zaten karışıklık da burdan geliyor, medrese kiliseye benzetiliyor ve ona göre ahkâm kesiliyor. Oysa kilise verdiği hükümleri akla ve ilme göre vermiyordu. İncil'i akla göre yorumlayıp hüküm vermiyordu. Tam tersine, papalar Tanrı'dan vahiy alarak hükümler koyduklarını iddia ediyorlardı. Yani Hz. Muhammed (s) hayattayken nasıl Kur'ân'ın aklî yorumu yasaklanmış ise, Hıristiyanlıkta da İncil'in aklî yorumu yasaktı, ancak din adamları resmî olarak yorum yapabilirlerdi.
İslâmiyet'te, Kur'ân'ın rivayet tefsirleri yanında dirayet yani aklî tefsirleri vardı ve Kur'ân'ın resmî yorumu yoktu. Medrese Kur'ân'ın ilmî yorumlarını yapıyordu, dinî yorumlarını değil. Tekkeler ise Kur'ân'ın dinî yorumlarını yapıyordu. Bunların birine ilmî yorum, diğerine de bâtınî yorum diyoruz. İlmî yorumu kabul etmeyen mezhepler de vardı. Bunların yaptıklarına da zahirî yorum deniyordu.
Bir topluluk bazı üstün değerler benimser. İnansalar da inanmasalar da o toplulukta herkes o üstün değere dayanmak zorundadır. Meselâ, Türkiye'de şimdi Atatürkçülük üstün değer kabul ediliyor. Herkes sonunda ona dayandığını ifade ve iddia ediyor. İddia sahiplerinin iç düşüncelerinin ne olduğunu bilmek mümkün değil, ama Atatürk'ün hatırasını koruma kanunu bazı gerçekleri açıkça söylüyor. Osmanlılarda da böyle üstün bir değer olarak İslâmiyet kabul ediliyor ve herkes istese de istemese de İslâmiyet'e dayanmak zorunda kalıyordu. İstiklâl Savaşı yıllarında Mustafa Kemal'in tutumu bunun bariz bir örneğidir. O halde ıslahatları yapanlar da İslâmiyet'e karşı çıkanlar da İslâmiyet'e dayanıyordu; ama herkes kendi bildiğini ve istediğini yapıyordu.
İslâmiyet;
Topluluğun inanmadığı fikirleri savunma zorunda kalmasını doğru bulmaz. Herkesin kendi görüşünü açıkça söyleme imkânı bulunmalıdır. Bu imkân sosyal baskı nedeniyle tek başına olamayacağı için hakların korunması gayesiyle ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları yani 'sosyal grupları' oluşturuyor, kişi bunlardan istediğine katılmak suretiyle benimsemediği görüşleri savunmak durumunda olmuyor.
Meselâ, Atatürkçüler eğer İslâm düzenini -dinini demiyoruz, düzenini-benimseseler şöyle derler: Mustafa Kemal tek başına Herkül gibi savaşarak bu ülkeyi kurtardı ve bir devlet kurdu. Dolayısıyla Türkiye onun ülkesi. Siz ya ona tapacaksınız ve onun mülkünü koruyacaksınız, ya da bize cizye vererek siyasî haklardan mahrum olarak bu ülkede yaşayacaksınız. Biz de o zaman ya cizye vererek siyasi haklardan mahrum olarak bu ülkede zımmi olarak yaşarız veya bu ülkeyi terkeder gideriz. Ama siz öyle demiyor ve öyle yapmıyorsunuz; tanrınızı bırakacak ve Atatürk'e tapacaksınız diyorsunuz. Biz de hayır diyoruz; biz bizi yaratan Allah'a tapacağız diyoruz. Bu anlayış üzerine savaş devam ediyor. Bu mücadele böyle devam ederse sonunda kimin yenileceği ve zarar göreceği çok açık olarak belli. Elbette kimin yararlanacağı daha da belli; bu ülke ve bu milletin düşmanları.
Bu vesileyle burada şu gerçeği açıkça ifade edelim ki, bu davranışınızla asla Mustafa Kemal'in hatırasına saygı göstermiyorsunuz. Aksine bu yolla onu Türk milletine nefret ettiriyorsunuz. Zaten bilerek veya bilmeyerek bunu yapanların gayesi de budur. Bu sayede, ilerde Türkiye yeni bir komutanın emrinde savaşmak durumunda kalırsa, halk hemen tanrılaştırılan Mustafa Kemal'i hatırlayacak, onun adına hapishanelerde çürüyen insanları hatırlayacak, ona izafe edilen laiklik işkencelerini hatırlayacak, dindarlara işkence edelim bahanesiyle komünistlere yapılan işkenceleri hatırlayacak; bütün bunlardan sonra belki de o komutanın başkanlığında toplanmayacak. İşte Türkiye üzerine oynanan oyun budur. Düşmanlarımızın istediği de zaten budur. Ne yazık ki Türk Ordusu da bu oyuna geliyor.
Mustafa Kemal asla tanrı değildir. Türkiye devletinin kurucusu ve İstiklâl Savaşı'nın Başkomutanı'dır. Doğru yaptıklarının yanında elbette hataları da vardır. Biz hatırasına saygılıyız, ama ona asla tapmayız. Her yaptığı doğrudur da demeyiz. Her insan gibi onun da hataları, hattâ suçları vardır. Yazar da, zaman zaman şeriata çatmak için sözü Mustafa Kemal'e getiriyor ve onun hakkında gerçek olmayan ifadeler kullanıyor. Aslında ona ve onun hatırasına zulmediyor.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda halk ulemayı tuttu.
"E- Halk dahi ezilmeğe ve hükümet sistemini "müstebid" görmeğe alışık. Kendi yararına olabilecek Reform çabalarına bile karşı çıkan Osmanlı halkı.
Osmanlı halkları, yüzyıllar boyunca sürüp gelen ve değişmez gibi görünen ve üstelik Tanrı düzeni gibi gösterilen hükümet sistemini, yani kendisini mutlak monarşi içinde tutan ve sömüren sistemi doğal gibi görmeğe alışmıştır.(s. 478) Bu düzene karşı en ufak bir tepki ve karşı gelme duygusuna sahip değildi. XIX cu yüzyılın sonlarında bir yazar, Türkiyeyi yakından ve iyi bilen kalemiyle oligarşik bir sistemin memleketi nasıl kemirdiğini anlatır. Bk. Halil Ganem, Les Sultans Ottomans, vol. II, sh. 211.
Rusya'da bile din adamı halkın bilgisizliğini sömürme sonucu olarak halkın husumetini kazanmış iken, bizde aksine, halk kendi bilgisizliğini sömüren din adamına bağlı olarak reformlar yapmak isteyen Padişaha karşı cephe almıştı... Bk. A. de Juchereau de Saint-Denys, Revolutions de Constantinople en 1807 et 1808, Vol. I, sh. XXIII- XXIV."(s. 479)
OSMANLILARDA ULEMA HALKIN SORUNLARINI ÇÖZERDİ.
İÇTİHAT KAPISI KAPANMASAYDI DURUM FARKLI OLURDU.
Osmanlı toplumunda tarikatlar yaygın değildi, yani dini teşkilât tamamlanmamıştı. Zaten İslâmiyet de bu teşkilâtlanmayı zorunlu kılmıyordu.
İlmî teşkilât ise yaygın ve etkiliydi. Her mahallede veya köyde mutlaka medrese tahsili görmüş birisi vardı ve halk her türlü toplumsal problemlerini o medreseliye çözdürüyordu. Bundan dolayı meselelerinin çözümü için mahkemelere gidenler çok azdı. İnsanların çoğunluğu halk nezdinde itibarı olan medrese hocalarına gider, probleminin halledilmesi konusunda ondan alacağı fetva ile yetinirdi. Böylece yaklaşık olarak halkın bütün toplumsal problemlerini ulema çözüyordu. Dolayısıyla Osmanlı toplumunda ulema son derece etkin bir sınıftı. Bundan dolayıdır ki Osmanlı yönetiminde yöneticiler zalim olamamıştır.
Burada bir kere daha medrese mensuplarının yani ulemanın din adamı değil ilim adamı olduklarını hatırlatmamızda yarar vardır. Çünkü yazar bu yanlışı hep yapıyor, ulemayı din adamı zannedip yanlış düşüncelere saplanıyor. Nitekim burada da aynı şeyi yapmış.
Ulemanın toplumdaki bu genel ve yaygın olumlu etkisinden dolayı, yöneticilerin zalim olamadığını belirttik. Ancak saray hayatı bu olumlu etkiden müstesnadır. Saltanat sisteminden dolayı dış dünyaya kapalı ve kendi içinde özel bir hayat süren bir özelliğe sahiptir. Son asırlarda sarayda sürekli olarak yaşanan problemler olmuş ancak bu problemler halka yansımamıştır. Osmanlı genel düzeninde saray ayrı bir dünyadır ve kendine özgü özellikleri vardır. Sarayın ülke halkını doğrudan ilgilendiren bir konumu da yoktur.
Medrese mensupları ve ulema ise sürekli olarak halk ile iç içe yaşamakta olduğu için Osmanlı tarihi içinde hep halkın yanında yer almışlardır. Köylerde ve kasabalarda askeri bakımdan halk beylere ve ağalara bağlıdır, onların sözleri geçerlidir. Ama bunların karşısında medrese mensupları ulema sınıfı vardır ve dengeleri sağlama açısından halk nezdinde son derece etkindir. Yöneticiler onlara saygı göstermek ve görüşlerine itibar etmek durumundadır. Ne var ki, içtihat kapısının kapanmasıyla ulema ile yöneticiler arasında pek önemli bir mesele çıkmamış, yöneticiler ulemaya son derece saygılı davranmış, ama ulema da yöneticilerin işlerine asla karışmamıştır. Böyle genel olarak sürüp giden bir denge vardı. Saltanat sistemi de bu denge sayesinde 1400 yıl hükümferma oldu.
İslâmiyet'e göre;
Ulema içtihat kapısını kapatmayıp içtihat yapmayı sürdürseydi, vakti geldiğinde yapılması gereken ve nitekim yapılan ıslahatlar 'ilmî' olur, Osmanlının durumu ve sonu farklı bitebilir; ama hepsinin ötesinde bugünkü devletimiz de son derece farklı olurdu.
Bugün ülkemizde görülen ve yaşanan siyasî, sosyal ve ekonomik sorunlar başta olmak üzere, bütün meselelerin büyük çoğunluğu çözüme kavuşturulmuş olurdu.
Ama yine de çok geç kalınmış sayılmaz.
Elbette zararın neresinden dönülürse kârdır.
Yeni içtihatlarla çağdaş sorunlar çözülecektir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda devlet şûrasına da karşı çıkıldı.
"F- Yeniliktir diye DEVLET ŞURASI kuruluşuna düşman DİN ADAMI ve ona destek Paşa'lar.
Devlet Şurası kuruluşunu "yenilik" ve "uygarlık" diye kabul edip buna karşı çıkanların başında yine din adamı gelmiştir.
1872 yıllarında Devlet Şurası Başkanlığına getirilen Namık Paşa, o zamanların son derece müteassıp bir din adamı ve vaizi olan Kuşadalı Hoca ile pek yakın arkadaş idi. Her ne kadar kendisi, ilk zamanlar, ilerlemeyi ve yenilikleri seven ve uygarlaşmak taraftarı olan bir kimse idiyse de, Kuşadalı Hoca ile devam ettirdiği arkadaşlığı sonucu olarak onun etkisi altına girmiş ve günün birinde her türlü "çağdaş ilerlemeyi protesto edercesine,... medenî yenilikler ve serbest idare usulü aleyhine dikilmişti. Onun inancına göre Devlet Şurası gibi yeni icat edilmiş bir idareyi bulunduğu haliyle muhafaza etmek, memleketin istikbalini siyasî afetlerle bitirmeye razı olmaktı".
Yukardaki hususlar ve tırnak içindeki pasaj için bk. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, İstanbul 1973, Cilt II, sh. 124."(s. 479)
DEVLET ŞÛRASI UYGULAMASI İSLÂMİYET'E AYKIRIDIR.
İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET ŞÛRASI YOKTUR.
Devlet şûrası nedir?
Devlet şûrası, yöneticilerin imtiyazlı olmaları nedeniyle onlar için teşkil edilmiş bir mahkemedir. Meselâ, siz çalışıyor, üretiyor ve kazanıyorsunuz. Ortada bir kazanç var ve devlet bu kazancı yarı yarıya bölüşüyor. Günümüz Türkiye'sinde vergiler yüzde ellidir. Ne var ki, burada devlet imtiyazlıdır. Devletin bir görevlisi gelir, takdirde bulunur ve devlet adına benim payım şudur der. Sen üretirsin, o takdir eder ve alır. Üretici ve sanayici olanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Biz irili ufaklı bir çok işletme kurduğumuz için bu konuları bizzat yaşayarak çok iyi öğrendik.Eğer memur sana haksızlık yapıyorsa sen mahkemeye gidersin, memur gitmez. Ayrıca herkesin gittiği mahkemelere de gidemezsin, sadece devletin yaptıklarını muhakeme eden mahkeme vardır, ancak oraya gidebilirsin. Yani ispat külfeti sana aittir. İşte devleti muhakeme eden bu mahkemeye devlet şûrası deniyor. Devlet bu kararlara uymak zorunda da değildir. Onun için şûra denmiştir.
Bu uygulama İslâmiyet'e aykırıdır. Bir defa asıl üretici vatandaştır. Ne beyan ederse devlet onu almak zorundadır. Aksini ispat külfeti de devlete aittir. Devlet dava açar ve deliller ibraz ederse davasını kazanır. Çünkü beyyine müddeiye aittir. Ama devlet şûrası sisteminde beyyine müdafiye aittir. Ayrıca herkesin aynı mahkemeye gitmesi gerekir. Farklı mahkemeler olmamalıdır. Alınan karar da kesinlikle uygulanmalıdır. İşte bütün bu aykırılık ve olumsuzluklardan dolayı devlet şûrası İslâmî bir kuruluş değildir. Ayrıca demokratik bir kuruluş da değildir. Ancak ulemanın karşı çıkmış olması bu kadar inceliklere dayanmamıştır. Politik bir karşı çıkma olabilir.
İslâm düzeninde;
Hükümdar yani başkan da dahil olmak üzere herkes aynı mahkemede muhakeme edilir ve hukukun genel kuralları ayırım yapılmaksızın herkese eşit olarak uygulanır. Hiç kimseye imtiyaz tanınmaz.
İslâm düzeninin uygulandığı bir ülkede bir köle devlet başkanı aleyhine dava açabilir. Meselâ, dayak yemişse karşılık olarak kısas uygulanmasını isteyebilir. Aynı mahkemede ve eşit şartlar altında muhakeme edilir ve asla farklı muamele yapılması düşünülemez. İslâm tarihinde bunun böyle olduğunu kanıtlayan pek çok olay vardır.
İslâm düzeninde devlet şûrası yoktur. Bütün mahkemeler hakemlerden oluşur. Sadece üstün ehliyetliler ancak üstün hakemler nezdinde muhakeme edilirler. Hakemini bulamayan haklı değil demektir. Dolayısıyla hiç kimse de gelişigüzel olarak diğer insanları rahatsız edemez. Hakemini bulamayan o bucağı terkedecek demektir. Terketmezse, haksızlığını kabul edecektir.
* * *
Yazara göre;
Batı halkı XVI. yüzyılda direnmeye başladı.
"G- Batı'da HALK'ın "kurulu düzene" karşı ayaklanması ve kendini sömüren sınıflara karşı baş kaldırması alışkanlığı daha XVI cı yüzyıllara iner.
Şeriat ülkelerinde halk'ın İktidar'a ve iktidarın haksızlıklarına, keyfiliklerine, despotizmine karşı ayaklanması diye bir şey bahis konusu olamadığı halde Batı'da, daha orta çağlarda, kötü iktidara, sömürüye ve despotizme karşı halk'ın ve köylünün başkaldırdığı görülmüştür. XIV cü yüzyılda İngiltere'de köylü sınıfları KANUN'ların haksızlıklarına ve haksız kanunları uygulayan ya da savunanlara karşı ayaklanmıştır. John Ball ayaklanması diye bilinen olay bu nedenle ortaya çıkmıştı...
Aşağı yukarı aynı şeyi, XVI cı yüzyılda Almanya'da görmekteyiz... Batı'nın bir çok ülkelerinde KANUN sistemi ve HUKUKÇULAR, mal ve mülk sahiplerinin ve sömürücü sınıfların savunucusu olarak halka isyan konusu teşkil etmişlerdir...
Bu konuda bk. Mulford Q. Sibley, The Obligation to Disobey; Consience & the Law, New York 1970, sh. 28."(s. 480)
BATI DÜNYASINI UYANDIRAN DÖRT ÖNEMLİ OLAY.
MEDENİYETLERİN ÖMRÜ VE II. İSLÂM MEDENİYETİ.
Batı, daha IV. asırda Hıristiyan olmaya başladı. Daha önceleri şiddetli bir şekilde Hıristiyanlığa karşı çıkan ve zulmeden Batı, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra da şiddetli bir şekilde bu sefer Hıristiyanlık adına zulüm yapması sonucunda, bütün Avrupa, Kuzey Afrika ve Anadolu Hıristiyan oldu. Ne var ki, Doğu ve Batı diye ikiye ayrıldı. Doğu, Bizans İmparatorluğu olarak bin yıl yaşadı. Batı ise, kuzey ırklarının saldırıları sonucunda parçalandı ve imparatorluk dağıldı. İmparatorluk yerine derebeylikler, krallıklar ve bazen küçük imparatorluklar ortaya çıktı. Bunların ortak bir özellikleri vardı, hepsine de kilise hâkim bulunuyordu. Çünkü kilise Avrupa birliğini sağlamıştı. Orta Avrupa'nın özelliği, kilisenin Avrupa birliğini sürdürmesidir.
Bu arada VII. yüzyılda İslâmiyet ortaya çıktı. Çok kısa zamanda Arabistan fethedildi. Ardından Suriye ve Irak alındı. Pers İmparatorluğu yıkıldı. Kuzey Afrika fethedildi. Roma İmparatorluğu, Doğu Avrupa ve Anadolu'da uzun zaman yaşadı. Müslümanlarla aralarında pek ciddi savaşlar da olmadı. Müslümanlar, Kuzey Afrika'nın batısından İspanya'ya girdiler. Avrupa bu ilerlemeyi Fransa'da durdurdu. Ancak İspanya ve Sicilya sekiz asır Müslümanların elinde kaldı, Müslümanlarla Hıristiyanlar bir arada yaşadı. Avrupa İslâm Medeniyeti'ni işte burada kurulan Endülüs Devleti'nden öğrendi. Endülüs'teki medreselerde okumaya gelen Batılılar, ülkelerine döndükten sonra Arapça eserleri Latinceye çevirdiler. Bunların bir kısmı da din adamı olmuştu. Batı daha sonra İspanya'yı geri aldı ve bundan sonra büsbütün İslâmiyet'in varisi oldu. Artık İslâm Medeniyeti'nin fikirleri bütün Avrupa'ya yayılmıştı.
Avrupa bu esnada çok önemli iki olay daha yaşadı. Birincisi, Amerika keşfedilmiş ve uluslararası ticaretle Batı dünyası zengin olmaya başlamıştı. İkincisi, Osmanlı Devleti Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırmış, İstanbul'u fethetmiş ve artık Avrupa'yı iyice tehdit etmeye başlamıştı. İşte bu dört olay Batı dünyasını topyekün uyandırmaya başlamıştır.
Batı dünyasını uyandıran dört önemli olayı tekrar edip hatırlayalım:
1- İslâmiyetin halk tarafından görerek ve tercümeler yoluyla
öğrenilmesi.
2- Haçlı savaşlarındaki sürekli mağlubiyetler.
3- Türklerin Avrupayı tehdit etmesi.
4- Amerika'nın keşfi.
İslâm Dünyası ise, bu çağlarda maddî güç açısından zirveye çıkmıştır. Devamlı olarak zaferden zafere koşan Osmanlılar, her şeyi ile kendisine yeterli olan ideal bir dünya düzeni kurmuştu. Artık zirveye tırmanan bu başarılar İslâm dünyasını uyutmaya başlamış ve duraklama ile gerilemelerden sonra çökme dönemlerine gelinmiştir.
İnsanlığın Medeniyet Serüveni
Geşmişteki dünya medeniyetlerini bir daha hatırlayalım. Milattan 2000 yıl önce Mezopotamya Medeniyeti doğmuş ve 1000 yıl yaşamış. Ne var ki, Mezopotamya Medeniyeti tam zirvedeyken M. Ö. 1500'lerde Mısır Medeniyeti doğmuş, 1000 yıl kadar yaşamış ve 500'lerde ölmüş. Onun yerine M. Ö. 500'lerde Greko-Romen Medeniyeti doğmuş ve 1000 yıl kadar yaşadıktan sonra ölmüş. Yerine M. S. 500'lerde Bizans-Roma Medeniyeti doğmuş ve o da 1000 yıl kadar yaşadıktan sonra 1500'lerde ölmüş. Böylece ölen her medeniyetin yerine ortalama 1000 yılda bir yeni bir medeniyet doğmuş.
Demek ki 15. yüzyıl, Batı Medeniyeti'nin doğuş asrıdır. Gerçekten de öyle olmuştur. 21. yüzyıl Batı Medeniyeti'nin çökmeye başladığı asır olacak ve 2500 yıllarına doğru tamamen yıkılmış olacaktır. İnsanlığın medeniyet serüveni böyle gelmiş, böyle gidecektir.
Diğer taraftan I. İslâm Medeniyeti (veya IV. Hak Medeniyeti) 500'lerde doğmuş ve 2000'li yıllara yaklaşıldığında tamamen çöküp yıkılmış, 1500 yıla yakın bir zaman biriminde yaklaşık olarak 400 yıl fazla yaşamış. Şimdi II. İslâm Medeniyeti (veya V. Hak Medeniyeti) 2000'li yılların başında doğacak ve en az 1000 yıl yaşayacaktır. Elbette genç yaşta ölmek ihtimali de var, ileri yaşlara kadar yaşama ihtimali de var. Bunlar ortalama ömürler olup, önceden kesin sonuçları hiç kimse bilemez. İnsanın ortalama ömrü 100 yıldır; ama genç yaşta veya 50 yaşında ölenler olduğu gibi, 150-160 yaşına kadar yaşayanlar da vardır.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
Osmanlılarda idarede reform yapılmadı.
"V- Sosyal ve İdari reformlar yapılmayıp ve sadece askeri reformlara gidilebilmesi nedenleri.
Bu nedenlerin cevabı oldukça basittir. İdare'de reform, ya da sosyal reform halkı uyanık yapabilirdi. Veya İdare'de reform demek, halkı idare eden ve sömüren güçlerin bir bakıma kanun baskısı altına girmesi, kanunla denetilmesi olurdu. İktidara sahip olarak iş görenler başta Padişah olmak üzere, böyle bir denetim altına girmek ve keyfî idareden yoksun kalmak istemezlerdi. Bu nedenledir ki idarî nitelikteki reformları genellikle bertaraf etmişlerdir. Fakat buna mukabil ordu'da reform yapmak suretiyle dışa karşı güçlenmiş olmakla kalmayıp içerde de halkı sömüren güçlerin en kolay ve rahat bir şekilde iş sağlayacağını düşünmüşlerdir."(s. 481)
OSMANLILARDA REFORM HAREKETLERİ.
İSLÂMİYET'İN REFORMLAR İÇİN DÖRT ŞARTI.
Osmanlılar yenilmeye başlayınca her sahada reform hareketlerine girişildi. Nitekim Avrupa da yenildiğinde reform hareketlerine girişmiş bulunuyordu. Ancak Osmanlılarla Avrupalılar arasında büyük bir fark vardı. Avrupalılar reform hareketlerine giriştikleri zaman zihniyet reformu zaten yapılmıştı. Halk neyin getirilmesi gerektiğini biliyordu. Ayrıca reformları krallar yapmadı, halk yaptı. Krallar direndi. Kilise direndi. Bu direnmeler üzerine kilise ve krallara karşı savaş açıldı. Gerçekten de halkın zihniyetinde büyük bir değişme ve gelişme oldu.
Oysa Osmanlı Devleti'ndeki reform hareketleri halk arasında değil yukarıda yani yöneticiler arasında başladı. Başta padişahlar olmak üzere bütün devlet adamları, körü körüne Avrupa'yı taklit ettiler. Halk ise yine bildiğini okumaya ve istediğini yapmaya devam etti. Ulema ise hiç bir şeye karışmadı; ne reformların yanında yer aldı ne de reformların karşısında. Çünkü ilk reformlar orduda ve yönetimde yapılmaya başlanmıştı. Ulema zaten dört halife devrinden beri yani bin yılı aşkın bir süredir yönetime karışmıyordu. Karışmıyor ve İslâmiyet'in genel olarak uygulanan demokratik ve lâik anlayışının devam edeceğini zannediyordu; bir gün medreselerin ve tekkelerin kapatılabileceğini hayalinden bile geçiremiyordu.
Bir gün bütün medreseler kapanacak, bin yıldır kullanılan alfabe bile değiştirilecek ve yerine 'tevhidi tedrisat kanunu' gelerek herkes tek telden çalacak!..
Bir gün bütün tekkeler kapanacak ve yerine tek 'Diyanet İşleri Başkanlığı' kurulacak, herkes ya bir mezhepte iktidara adeta ibadet edecek veya dinsiz ateist olacak!..
Osmanlı uleması ve tekke şeyhleri bunları hiçbir zaman düşünmedikleri gibi hayal bile etmediler. Sen orduda ve yönetimde reform yapacaksan, bana ne? Biz zaten bin yıldır ne ordunuza ne yönetiminize karışıyoruz! Bu konuda siz hep kendi bildiğinizi yapıyor ve tek başınıza saltanatınızı sürdürüyorsunuz. Reformlara halka dokunan veya halkı doğrudan ilgilendiren bir cihetten de başlanmamıştı. Bu reformları Avrupa planlıyordu. Hâlâ halktan vergi alınmıyordu. Bunun yerine dış borçlanmalar başlamıştı. Halkın uyutulması veya uyandırılmaması için cahil devlet adamları ellerinden geleni yapıyorlardı.
Bu durumun bilincine ve dönmekte olan dolapların nereye varacağına ancak cumhuriyet döneminde varılabilmiştir. Artık devrimlerin Batı dünyasının çıkarları için değil de ülke çıkarları için yapılması dönemine girilmiştir. Ne var ki, aynı tuzağa cumhuriyet döneminde de düşülmüştür. Bu konunun geniş değerlendirmelerini cumhuriyet dönemini incelerken yapmış olacağız. İdarede reformlar yapılmadı değil. Yapılmıştır ve halkı uyandırmadan adım adım gerçekleştirilmiştir. Belli bir merhaleden sonra halk az da olsa uyanmış, vaziyeti kavramaya başlamış ve ancak İstiklâl Savaşı'nı kazanabilecek kadar başarıya ulaşabilmiştir.
İslâmiyet'in reformlar için getirdiği dört şart vardır:
1- Reformlar dış dünyanın etkisiyle doğabilir, ama kesinlikle dış dünyanın yönetiminde yapılmamalıdır. Osmanlılarda reform, körü körüne taklit ile ve Avrupa'nın yönetiminde olmuştur. Bu metot İslâmiyet'e aykırıdır
2- Reformlar mutlaka içtihada dayanmalı ve ilmî yollardan yapılmalıdır. Kesinlikle araştırma yapılmadan, körü körüne taklit yoluyla yapılmamalıdır. Osmanlılarda bütün reformlar taklit yoluyla yapılmıştır. Ulemaya hiç danışılmamıştır. Bu İslâmiyet'e aykırıdır.
3- Reformlar idareden değil; halktan ve halk kuruluşlarından yani ilmî, dinî ve meslekî kuruluşlardan gelmelidir. İslâm düzeninde reform böyle olur. Osmanlılarda reforma ordudan başlanmış, sonra idareye geçilmiş ve lâik demokratik yönetime son verilmiştir. Bu uygulama da İslâmiyet'e aykırıdır.
4- Reformlar nihayet zorla değil, ikna yoluyla ve sevdirerek yapılmalıdır. Dinde zorlama yoktur. Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde asla zor kullanmamış, herkesi kendi gelenekleriyle serbest bırakmıştır. Ama örnek kabilelerin düzen uygulamaları daha sonra herkesi yeni düzene getirmiş ve sevdirerek benimsetmiştir. Osmanlılarda zor kullanılmamış olsa bile cumhuriyet döneminde devrimler dayatma ve baskı yöntemi ile yapılmıştır. Bu tarz İslâmiyet'e aykırıdır.
Biz cumhuriyet döneminde devrimlerin gerçekleştirilmesi için kullanılan dayatma yöntemlerinin, İstiklâl Mahkemeleri'ndeki sözde yargılamaların doğru ve yanlışlığını tartışmıyoruz. Belki gerektiğinde nasıl savaş meşru ise ve savaşta uygulanan despotizm doğru ise, kesin olarak merkezî otoriteye ihtiyaç varsa; belki de devrimler için de bunlara gerek vardı ve nitekim kullanıldı.
Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz konu, insanın gözlerinin içine baka baka yalan söylemenin doğru olmadığıdır. Osmanlı yönetimine ve şeriat yönetimine izafe edilen tüm anti demokratik baskılar, totaliter cumhuriyet uygulamasının ilk dönemlerinde olmuştur. Şimdi geçmişi ve olayları tersyüz edip savunmasız zavallıları bu sıfatlarla tavsif ederek deşarj olmak, tarihi ve milleti inkârdır, ilmi ve ahlâkı inkârdır, hakkı ve adaleti inkârdır; ve hepsinin ötesinde yalanlara gerçek gibiymiş gibi sarılma yöntemidir. Oysa hak haktır ve her zaman galiptir. Bundan sonra da yine galip gelecektir.