Yazara göre;
Emir sahiplerine dini hizmet gördüklerinden itaat edilir.
"d- İKTİDAR'a itaat gereği sadece peygamber emrine uymak bakımından değil ve fakat iktidar'ın görevinin DİN'i uygulamak olmasından doğmakta.
Her ne kadar İKTİDAR'a mutlak itaat gereği, Peygamber'in bunu böyle emretmiş olmasından ve bu konuda Hadis'ler yerleştirmiş bulunmasından doğmakta ise de bir de İktidar'ın (Devlet'in) başlıca görevi'nin dini uygulamak olmasındandır. Bir başka vesile ile de görmüş olduğumuz gibi İslâm'da Devlet'in varlık nedeni DİN'i üstün kılmak ve uygulamaktır. Din demek Tanrı ve Peygamber emirleri ve sözleri demek olduğuna göre bu emirleri ve sözleri uygulamakla görevli bir kuruluşa (yani Devlete) veya kişiye (yani iktidar'a) itaat etmemek ve karşı gelmek diye bir şey elbetteki düşünülemezdi...(s. 556)
Şeriat ülkelerinin hiç birinde İktidar ile Kişi Hürriyetleri arası dengenin kurulamamış olması nedenlerini Osmanlı yöneticilerinin dar görüşlülüğünde, ve hürriyet duygusu yoksunluklarında aramak, şüphesiz ki düşünülebilecek ilk husustur..."(557)
İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
MEŞRU HAREKET ETMEYENLERE İTAAT GEREKMEZ.
İslâm düzeninde;
Dinî hizmet gören resmî bir kuruluş yoktur.
İsteyenler kendileri tarikat şeklinde bir dinî cemaat oluştururlar.
İslâm düzeninde;
Yetkililerin toplantılara katılmaları, işlerini istişare etmeleri ve
Kendi içtihatları ile uygulamaları gerekir.
Görevliler başkana karşı değil devlete yani mahkemeye karşı sorumludurlar. Hakemlere karşı sorumludurlar. Başkanlar yetkilileri alır ve atar ama onların işlerine karışamazlar. Yetkililer gerekirse hesabı mahkemeye verirler. Yani görevliler de başkanlar gibi meşru hareket etme durumundadırlar. Meşru hareket etmeyenlere itaat gerekmez. Ancak meşruiyet sınırını amir değil, imtiyazlı değil, görevli değil, taraflar çizer.
Meselâ, polis dur işareti verdiği halde kişi durmadı ve yola devam etti. Polis buna ceza yazamaz, ancak tarafların seçecekleri hakemler ceza verebilir. İspat etme külfeti iddia eden tarafa düşer. Dur dendiği halde durmamış olmasını ispatla mükelleftir. Yoksa bu polistir o halde doğru söyler kriteri yoktur. Polisten ancak şahit olarak yararlanılır.
Soruşturmacının kanaat getirmesi yeterli olabilir. Görevli başka, soruşturmacı başkadır. İleride aksi sabit olursa soruşturmacı sorumludur. Kamu hizmetlerinde toplantılara katılma dışında dinî bir vecibe söz konusu değildir. Toplantılara da katılma zorunluğu vardır.
* * *
Yazara göre;
Cuveyni mutlak itaatı yeni başkan ikamesine kadar,
İbn Sina ve Farabi de mutlak olarak itaat istemektedirler.
"C- İSLAM YAZAR VE DÜŞÜNÜRLERİNİN İKTİDAR'A MUTLAK İTAAT GELENEĞİNİ KÖKLEŞTİRMELERİ
Alâeddin Ata-Malik CUVEYNİ, "Cihan Fatihi'nin Tarihi" adlı kitabında Kur'an'daki bazı hükümlere dayanarak boyunduruk altında ya da kötü idare sistemiyle yaşamayı, ayaklanmağa tercih eder... Beddiî az-ZAMAN'ın: "Tanrı'ya karşı koyma ve O'nun toprağında O'nunla ortaklaşa yaşamağa kalkma; zira yeryüzü Tanrı'nındır ve Tanrı kendi kulları içerisinde arzu ettiği şekilde onu dağıtır" sözleriyle birleştirerek her şey'e tevekkül ile boyun eğilmesini öğütler... Bk. Ala-ad-din Ata-Malik Juvaini, The History of the World-Conquerer, (İngilizce tercemesi J. A. Boylc tarafından; Harward University Press, 1958, vol. I, sh. 12).(s. 557)
İktidarın kullanılmasından mütevellid kötülüklere halkı alıştırmak için Şeriatçının düşünmediği kurnazlık kalmamıştır. İktidarı tıpkı yağmura benzetip, yağmurun bereketli olabileceği gibi zaman zaman sel şeklinde şehirleri, evleri yıkıp götürebileceği ve fakat her halükarda gerek insanlar ve gerek topraklar için hayati olduğu inancı yerleştirilmiştir. Bu konuda bk. H.A.R. Gibb-Harold Bowen, Islamic Socety and the West$ A Study of the İmpact of Western Civilization on Muslim Culture in the Near East, London, Oxford Unuversity Press 1950-1957, sh. 30...(s. 558)
Aynı şekilde İbn TEYMİYYE'ler ve İmam GAZÂLÎ'ler, hep halifenin kötülük etmesi, iktidarı kötüye kullanması hallerinde dahi İktidar sahibine halkın tevekkül içerisinde, ses çıkarmadan ve karşı gelmeden itaat etmesi lüzumunu işlemişler ve bu suretle kişi'yi ve toplumu her türlü despotik rejim altında koyun sürüsü misali, adeta haysiyetsizce idare edilmeğe hazır ve her türlü haksızlıklara ve iktidar keyfiliklerine rıza gösteren, ölü bir vücud durumuna getirmeğe çalışmışlardır...(s. 559)
Hemen hatırlatmak gerekir ki bu geleneksel esasın oluşmasında rol oynayan yazar ve düşünürler arasında sadece İbn Teymiyye veya İmam Gazalî, v.s. gibi gerici denebilecek kimseler değil ve fakat İbn Sina gibi oldukça hür düşünceye eğilimli sayılabilecek kimseler de vardır. İktidara mutlak şekilde itaat gereğine İbn Sina da, Farabi de inanmışlardı. Bütün büyüklüğüne ve Aristo'ya bağlı olma meziyetlerine rağmen Farabi'nin, iktidar'ın mutlaklığı fikrinden kendisini kurtaramadığını..."(s. 560)
YAHUDİLER, MARKSİSTLER, ANARŞİSTLER VE YAZAR.
İSLÂMİYET'TE;
ANARŞİ ÇIKARMA VE İSYAN ETME YOKTUR.
Ondokuzuncu yüzyıla kadar bütün düşünürler, hep sağlığı ve meşruiyeti düşündüler. Bunun dışında bir şey önermediler. Bu düşünürlerin hiçbirinin aklına, devlet içten nasıl yıkılır, bunun araştırmasını ve ilmini yapalım, gibi bir düşünce gelmedi. Ama sonra durum değişti. Son iki yüzyılda fitne de ilim yapmaya başladı. Daha doğrusu fitne de ilmîleştirildi.
Tarih içinde ilk hukuk düzenini Hz. Musa getirmiştir. Hz. Musa Yahudilerin peygamberiydi. Yahudiler nüfusları az olduğu halde, bu hukuk düzeni gücüne dayanarak dünyaya daima hâkim oldular. Her şeyi peygamberlerden öğrendikleri halde, ne hikmetse her zaman onlara karşı cephede aldılar ve isyan ettiler. Meselâ, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'e karşı çıktılar. Ama İslâmiyet'in yeryüzüne yayılmasından da çok yararlandılar. Çünkü nerede İslâmiyet varsa onlar orada rahatça ticaretlerini yapıyor ve ekonomiye hâkim oluyorlardı. Ancak medeniyet gelişip dünya tek pazar hâline gelince hakimiyetleri zorlaştı.
Bu durumda çoğu Yahudi olan sermaye çevreleri dünyayı hakimiyetleri altında tutmak ve yönetmek için yeni bir usul keşfettiler. Bu usul, dünyayı sağ ve sol diye ikiye ayırmak, onları çatıştırmak ve böylece oluşan çarpık denge sayesinde yönetimi elde tutmak. İşte bunu kararlaştırdıktan sonra, artık sadece hakkı değil bâtılı da ilmî olarak savunmak gerekiyordu. Bundan dolayı sol düşünceli kimseler, sermayenin isteği doğrultusunda gayri ilmî konuları da savunmaya başladılar.
Bunların başında olmak üzere;
Marksistler her şeyden önce anarşiyi tabiî hukukun
kutsal bir maddesi yaptılar ve anarşisti takdis ettiler.
Sonra bu anarşistlerin şerrinden kurtarmak için
insanları en müstebit yönetimlere itaat ettirdiler.
Bugünkü dünya düzeninin özeti budur.
Sayın Yazar!
İslâm âlemi içinde böylesine sermaye çevrelerinin istediği anarşiyi çıkaracak, onun hukukunu oluşturacak, fitnenin ilmini yapacak düşünürler yetişmedi; yetişemezdi. Çünkü o zamanki sermaye çevreleri bu tür mantıksız iddiaları finanse etmiyorlardı. İslâmiyet müsbetlerin ilmini yapar, hayrın ilmini yapar, hakkın ilmini yapar ve onu hâkim kılmak için çalışır. Menfilerin, şerrin, fitnenin, bâtılın ilmini yapmaz ve bunlara da şiddetle karşıdır.
Bir anayasacı olarak, anarşi taraftarı olmadıkları için İslâm ulemasını nasıl suçlayabiliyorsunuz? Doğrusu sizi ve düşüncelerinizi anlamak mümkün değil. Sizin mantığınızla hareket edersek, o zaman anayasa maddeleri arasına anarşinin serbest olduğunu koyduralım! Yoksa siz Türkiye'de böyle bir anarşinin hükümran olmasını mı istiyorsunuz?
Sayın Yazar!
Bunu kimin adına istiyorsunuz?
Bizim sorumuz çok açık; sizin cevabınız da açık olsun.
İslâmiyet'e göre;
Gayrimeşru emirlere itaat edilmez.
Meşru emirlere ise tam itaat edilir.
İtaat edilemeyecek gibi bir durum varsa;
Artık orada durulmaz ve orası terkedilir.
Anarşi çıkarmak ve isyan etmek yoktur.
İslâmiyet'te verilen emirler kesindir ve nettir.
Yetkililere itaat edilecekse edilir, edilmezse edilmez.
Canının istediği zaman itaat et! İstemediği zaman itaat etme!
Öyle akıl, mantık ve hukuk dışı şey olmaz.
Yazar ne demek istiyor?
Topluluğun düzenine itaat edilmeyecek mi?
Her aklına gelen anarşi çıkaracak ve isyan mı edecek?
Bunları söyleyen ve savunan da hâlâ anayasa profesörü olacak mı?!.
Yoksa yazarımız anarşi ve isyanın profesörü mü?!.
Bunun takdirini size bırakıyoruz.
* * *
Yazara göre;
Cüveyni halkı köpek veya koyuna benzetir.
"1- Mutlak ve müstebid İktidar zihniyetinin HALK'ı "Köpek" ve "Koyun sürüsü" kertesinde görme geleneği:
Şeriat devletlerinin başlıca özelliklerinden biri de halk denilen varlığı, ve onu oluşturan kişileri, başka hiç bir ortamda görülmediği kadariyle, küçük ve aşağı ve zavallı görmeleri ve hattâ "köpek" ve "koyun sürüsü" olarak nitelendirmeleridir...(s. 560)
İslâm'ın o büyük sanılan en ünlü düşünürleri ve devlet adamları,... Onlar için ASAYİŞ, kişi'yi ve halk yığınlarını beşeri olmaktan çıkarıp KOYUN sürüsü niteliğine sokar yollardan idare etme sanatı olarak değer ifade etmiştir. Cüveyni ve NİZAMÜL MÜLÜK ve daha sonra İmam GAZÂLÎ, ve tabiî başka niceleri halk için Köpek veya KOYUN SÜRÜSÜ deyimini açıkça kullanmakta mahzur görmemişlerdir... Bk. Clifford Edmund Bosworth, The Ghaznavids, Their Empire in Afghanistan and Eastern İran, 994-1040. Edinburg 1963, sh. 49...(s. 561)
Ayni temayı ve ayni örneği İmam GAZÂLÎ, daha sonra biraz farklı yönü ile işleyecek ve İKTİDAR sahibine: "Biz çobanız, halk bizim koyunlarımızdır" sözünü rahatlıkla söyletecektir...(s. 562)
Cüveyni'ye göre güçlü ve disiplinli ve yenilmez bir ordu'ya sahip olabilmek için "KÖPEĞİNİ AÇ BIRAK Kİ SENİ TAKİP ETSİN" ata sözünü hatırlatmak ve askerleri mahrumiyet içerisinde tutmak gereğini yerine getirmek icab eder...(s. 563)
Dördüncü Murad'ın baş fetvacısı Hoca Bey'in Padişaha başlıca öğütü hep şu olmuştur- "Sultanım Adem neslinin çocuklariyle başa çıkmanın yolları akıl ve mantık ile davranmak değil ve fakat ŞİDDET kullanmaktır". Bk. Victor Bérard, "Réforme Ottomane", ("La Revue de Paris", Sept, Oct 1908 Paris, Tome V, sh. 196)..."(s. 564)
DÜŞÜNÜRLERİN BENZETMELERİ YANLIŞ DEĞİLDİR.
İSLÂMİYET'TE 'GÜTME' YOKTUR 'GÖZETME' VARDIR.
Kâinatta hiç iki şey yoktur ki birbirine hiç benzemesin. Yine hiç iki şey yoktur ki birbirine tam benzesin. Tam benzerse, iki şey olmaz bir şey olur. Benzemezse varlık olmaz. Hiç olmazsa var olmakta benziyor.
Bir düşünür, halktan köpek sadakatına benzer bir sadakat bekleyebilir. Bununla halkın hükümdar veya devletin sadık askerleri olmaları gerektiğini ifade eder. Bu bir benzetmedir ve bu kesinlikle 'halk köpektir' demek değildir.
Bir diğer düşünür de, halkın muhafızı devlettir, halk bu muhafaza edilmesi hizmetine karşılık devlete koyun misâli süt ve yün verir, devlet de onları korur, şeklinde bir benzetme yapabilir. Bu benzetmeden de 'halk koyun sürüsüdür' anlamını çıkarmamak gerekir.
Bu düşünürler, doğru veya yanlış düşünüp bir benzetme yapmışlar. Bin sayfalık bir kitabın hemen her bölümünde bunu kalemine dolayıp her seferinde yazmanın, özellikle ilmî seviye açısından ne anlama geldiğini ve böyle bir sebebe dayanarak her seferinde İslâmiyet'e saldırılmasının değerlendirilmesini, okurlarımızın takdirine bırakıyoruz. Bu tekrarlar, yazarın bilgisizlik ve acziyetini belli etmenin ötesinde, ard niyetini de açıkça ortaya koymaktadır.
İslâmiyet'te Cüveyni'nin adı geçmez. Ne peygamberdir ne de müçtehit. Geçse bile, herkes gibi o da hata edebilir; ama ne var ki burada hata edilen bir taraf da yoktur. Bir benzetme yapılmıştır. Bu benzetme kimilerine göre doğru, kimilerine göre yanlış olabilir. Ayet değil, hadis değil. Alt tarafı bir benzetme. Sayfalarca üzerinde durmanın anlamı ne?!.
Gerçek olan şudur. Biyolojinin kanunları vardır. Genç hücrelerin hacimlerine göre yüzeyleri fazladır. Alınan gıda gereğinden fazladır. Hücre genişlemekte ve büyümektedir. Daha sonra ise bölünmektedir. Ama bölünme imkânı olmayınca, yüzey hacme göre küçülmüştür. Çünkü yüzey hacim kadar büyüyemez. Sonunda beslenemez ve küçülemez de. Bu durumda hücre yaşlanır ve ölür. Bu biyolojik bir kanundur.
Topluluklar genç yaşlarda daha az harcama yaparlar ve sürekli olarak gelişirler. Yaşlılık döneminde israf artar, gelir azalır ve devlet de çöküp gider. Başlangıçta israf neden azdır? Çünkü hep yoksulluktan varlığa doğru gidiliyor. Herkes daha kötü şartlardan daha iyi şartlara doğru gidiyor. Hep tasarruf ediliyor. Oysa varlık yıllarında durum tersine dönmüştür. Herkes ayağını yorganından fazla uzatıyor.
Vezir ne diyor ki? Halkı bolluğa alıştırırsan, ileride bulamayınca artık gerektiği gibi beslenemez ve yaşayamazlar. Ama onların hayatını genel olarak darlık içinde tutarsan, sıkıntılı zamanlarda daha dayanıklı olurlar ve hayatlarını sürdürebilirler. Bu görüş yanlış değildir. Anadolu halkı gerektiğinde İstiklâl Savaşı'nı yapabilmiş ve kazanabilmişse, o yoksulluk ve zor şartlara dayanıklı olmasındandır. Zaten gelişmiş ülkelerin insanlarının savaşma kabiliyetlerini kaybettiklerini hepimiz biliyoruz.
Koyun sürüsüne benzetirken de, sürüyü iyi besler ve iyi muhafaza edersen, onlardan bol süt ve yün alırsın; yoksa koyunların kendilerine bile yararı olmaz denmektedir. Burada da başka bir yönüyle sürü örneği veriliyor. Bu da doğrudur. Ülkede refah olmazsa vergi veren olmaz, vergi olmayınca zenginlik ve gelir olmaz, gelir olmayınca da iktidar veya devlet çöker ve yıkılır.
Bütün bu benzetmeler, kesinlikle insanları köpek veya koyun kabul etme değildir. Benzetmeleri öyle anlama yazarın hüsnü kuruntusudur veya bilerek ve maksatlı olarak saptırmadır.
Eh, yazar da bunları yapmayacak birisi değildir.
Önemli olan niçin ve kimin adına yaptığıdır?
Ne dersiniz; niçin ve kimin için yapıyor?
İslâmiyet'te 'gütme' yoktur 'gözetme' vardır.
Yöneticiler halka kesinlikle müdahale etmezler, edemezler.
Halk kendi işlerini kendi içtihatlarına göre kendileri görürler.
Başkanlar da sadece yapılanlara nezaret ederler yani gözetirler.
Şeriatın dışına çıkanlar olursa önce onlara hatırlatmada bulunurlar.
Sonra şayet davacı olursa geçici olarak bir karar ile meseleyi hallederler.
Daha sonra da;
Mahkeme kararlarının uygulanmasında yine nezaret ederler.
Bu konuda Bakara suresinin 104. âyeti son derece açıktır:
Ey İnananlar,
"Râinâ / bizi gözet" demeyin;
"Unzurnâ / bize bak" deyin ve dinleyin?
İslâmiyet'e göre;
İnsan kesinlikle hayvan değildir.
Bundan dolayı kişiliği ve şahsiyeti vardır.
Bunlara bağlı olarak da iradesi ve sorumluluğu vardır.
Batı dünyası bütün bu değerleri İslâmiyet'ten almıştır.
* * *
Yazara göre;
İlk halifeler istenerek değil
anarşi olmasın diye seçilmiştir.
"2- Anarşi'yi önleme ve anarşiyi sağlama bahanesiyle SEÇİM sistemi dahi işletilmemiştir.
Sırf anarşi olmasın ve asayiş sağlansın bahanesiyledir ki daha ilk anlardan itibaren Halife seçimlerinde gerçek anlamda SEÇİM unsuruna gidilmemiştir. İlk dört halife'nin ne şekilde devletin başına gelmiş olduğunu yukarıdaki sahifelerde gördük. Bir yandan Tanrı ve Peygamber emridir diye her Halife, kendisinden sonra gelecek olanı tayin edercesine topluma kabul ettirmiş diğer yandan Halife olacak kimselerin Kureyş kabilesinden çıkma koşulu öngörülmüştür. Bütün bunlara eklenebilecek diğer hususlardan anlaşılmaktadır ki halkın serbest seçim yolu ile kendi yöneticilerini ve devlet başkanlarını seçme olanağı olmamıştır."(s. 564)
DEVLET DEMEK ANARŞİ YOKTUR DEMEKTİR;
İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKANLAR BİR HEDEF GİBİDİR.
Devlet demek, anarşi yoktur demektir.
Eğer bir devlet anarşiyi önlüyorsa, zulüm olsa bile devlet vardır demektir. Bundan dolayıdır ki, ordular sadece anarşi olduğu zaman müdahale ettiler. Hattâ bir ülkede bir devlet anarşiyi yok ediyorsa o devletin iç işlerine müdahale edemeyiz; ama anarşi varsa artık o devlet yok olacağı için başka devletlerin kuvvetleri gelerek anarşiyi yok ederler. Osmanlılar esasen bu sistem içinde Anadolu'yu aldılar ve yine bu sistem içinde yenildiler.
Hz. Peygamber (s) ölünce, arkadaşları bir başkan üzerinde anlaştılar. Niçin anlaştılar? Devlet varolsun ve başkanlık sistemi devam etsin diye anlaştılar. Yoksa Arap Yarımadası'nda insanlar devlet aşamasına geleli zaten sadece on yıl olmuştu. Bu sistem iyi bir şey olmasaydı derhal eski duruma dönerlerdi. Bu devlet düzenini devam ettirmekte ne kadar isabet ettikleri, ondan sonraki asırlarda oluşan medeniyetlerden bellidir.
Burada çok önemli bir gerçek ortaya çıkıyor. Müslümanlar, Hz. Ebu Bekir üzerinde Tanrı'yı temsil etsin diye, Tanrı emri böyledir diye ittifak etmediler. Anarşi olmasın diye ittifak edip seçtiler. Halbuki yazar, kitabının başından beri hep hükümdarları Tanrı atar ve hükümdar Tanrı'nın vekilidir gibi iddialarda bulunmaktadır. Hz. Ebu Bekir, anarşi olmasın diye seçildi ve burada bunun dışında başka hiç bir sebep yoktur. Ebu Bekir'i halkın temsilcileri seçti ve Tanrı olarak da seçmedi, Tanrı vekili olarak da seçmedi; anarşi olmasın diye seçti. Hz. Ebu Bekir ilk halifedir ve halifelerin en faziletlisi olduğuna inanılır. Ancak burada anlattıklarımız gösteriyor ki, devlet başkanlarının bir kutsiyetleri yoktur. Diğer insanlardan farklı olarak Tanrı ile bir ilişkileri de yoktur.
Yazarın kitabının tamamı bu paragrafla iptal edilmektedir.
İslâm düzeninde başkanlar, bir hedef gibidirler.
Askerlikte komutan talim yaptırırken bir hedef gösterir ve 'bölük, ağaca doğru marş marş' diyerek komut verir. Buradaki gaye, bölüğü bir hedefe doğru koşturmaktır. Yoksa ağacın herhangi bir üstünlüğü yoktur.
Herkes Kâbe'ye yönelir.
Bu yönelme Kâbe'nin üstünlüğünden değil, insanları bir tarafa yöneltmek ve bir yerde toplamak içindir. Kutsiyet Mekke'de ve Kâbe'de değil; toplanmadadır ve aynı yöne yönelmedededir.
Başkan da topluluğun toplanmasını sağlayan bir işaret merkezidir.
Birlik sağlansın diye onun komutasına girilir. Herkes namaz kılacaktır, ama birlikte kılması için başkan önde duracaktır. Başkan ne yaparsa cemaat da onu yapar. Böylece ortak olarak, cemaat olarak, topluluk olarak namaz kılınır. Ama başkan yeni bir şey, başka bir şey yapamaz.
Onun için başkan denmiyor da 'imam' deniyor.
İmam demek, ilk yapan ve önde yapan demektir. O cemaate komuta etmez, cemaat o doğru yolda ise arkasından gider ve böylece birlik sağlanmış olur.
Bunlar Kur'ân'da sık sık hatırlatılan hususlardır.
İnsaftan mahrum olan şeriat düşmanları, yeryüzünde emsali görülmeyen bu sistemi, başkanı halkla bir yapan sistemi yermekte ve buna despotizm demektedirler. Dilin kemiği yok, söylerler. Ama kulağın kemiği var, ona göre doğru duymak gerekir.
* * *
Yazara göre;
Batıda St. Thomas ve diğerleri iktidara direnmişlerdir.
"IV- Oysa ki BATI, Orta Çağ karanlıkları içerisinde dahi ASAYİŞ Uğruna HÜRRİYETİ feda etmeyen zihniyete gebe idi.(s. 564)
Şeriat ülkelerinin düşünür ve yazarları ASAYİŞ uğruna kişi'nin ve halkın karşısında İKTİDAR ile birlikte vaziyet alırlarken ve despotik, tiranik hükümet sistemlerinin savunmasını yaparlarken BATI, Orta Çağ karanlıkları boyunca İSTİBDAT ve kötü İdare rejimlerini yeren ve bu çeşit İktidarlara boyun eğilmemesini topluma tavsiye eden düşünürlar çıkarmıştır. Bütün Orta Çağ boyunca, yani III cü yüzyıldan XVI cı yüzyıla gelinceye kadar bu böyle olmuştur... St. Thomas D. Aquinas'lar, William Ockham'lar, Wyclif'ler, Fortescu'lar ve daha niceleri... Bk. Frederick B. Artz, The Mnd of the Middle Ages, A. D. 200-1500, (3 cü Baskı, New York, Alfred & Knoph, sh. 288, 289)...(s. 565)
XIII ve XIV cü yüzyıl düşünürlerinden Marsiglio di Padua, ki İbn Rüşt'ten yararlanarak Aristo felsefesine nüfuz etmiştir, halk egemenliği prensibini, seçimli monarşi şeklini savunmuş ve hükümdar'ın, halk temsilcilerinden alacağı direktife göre ülkeyi idare etmesi gereğini belirtmiştir... Bk. a.g.e., sh. 299; Bu konularda ayrıca bk. A.J. Carlyle, A. History of Medieval Political Theory in the West, 1903, Vol. I, III.; Carl J. Friedrich, Constitutional Government and Democracy, (4 cü baskı, N. Blaisdell Publishing Co. 1968, sh. 128-9)."(s. 566)
İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKANLAR NASIL DÜZELİR?
BAŞKANI DÜŞÜRME YOK, TOPLULUĞU DAĞITMA VAR.
Roma ve Yunan'da devlet anlayışı kuvvete dayanmıştır. Kim kuvvetli ise o haklıdır. Onlara göre de kendileri kuvvetliydiler. O anda kim yönetici ise o kuvvetlidir. Kendileri yönetici olduklarından kuvvetliydiler ve dolayısıyla haklıydılar. Karşı tarafın itiraz hakkı yoktu. Seçim, ekseriyetle zayıf olan haklının yani halkın hakkını ortaya çıkarmak için değil; tam tersine ekseriyetin nerde olduğunu belirleyip kuvvetliyi tesbit etmek için yapılırdı. Seçim aleni olur ve güçlü olan belirlenirdi. Bu seçim Eski Yunan'da kendi siteleri içinde yapılırdı ve sadece seçkin sınıf yapardı. Roma'da da Roma kentinin asilzadeleri bu seçimi bütün imparatorluk için yaparlardı. Ama bu asilzadelerin kendileri seçilmiş değillerdi.
Başlangıçta Hıristiyanlık güçsüz ve etkisizdi. Hz. İsa; 'Biri bir yanağına vurursa, öbür yanağını da sen çevir de vursun' diyordu. Zamanla Hıristiyanlık güçlendi. Kilise direnmeye karar verdi. Sonra Hıristiyanlık resmî din oldu ve bu sefer Kilise zulüm yapmaya başladı. Kimseye Hıristiyanlığa karşı gelin demedi. Tam tersine kralları afaroz ederek onları isyana sürükledi. Bu bir mantık değildir ki. Bu Mustafa Kemal'in uygulamasına benziyor. Osmanlı padişahları olunca millî hakimiyet var, kendisi olunca tek şef hakimiyeti var. Yönetime uymayan kentleri topa tutma var. Bunlar tarihî gelişme içinde olur. Haklı da olur. Ama bunlar felsefe olmaz, olsa olsa ruhsat olur. Biz ise normal bir devlet içinde organize olmamış bir halkın iktidara karşı direnmesi meşru olsa bile, iktidara karşı gelmesi olmaz diyoruz ve gayet doğru söylüyoruz.
İslâm düzeninde;
Hükümdarları yola getirmek için gerekli olan her tedbir mevcuttur.
Ancak hükümdarları düşürme yoktur.
Onun yerine topluluğu dağıtma vardır.
Bilindiği gibi aşiretler var. Bir aşiret baş olur ve bucak kurulur. Yapılacak en büyük isyan hareketi, merkez aşireti dağıtmadır. Bu da temsilcilerin merkezden ayrılmaları ile olur. Bu durumda ne olur? Aşiretsiz kalan başkan artık başkan değildir. Halk kendi temsilcileriyle başka bir aşireti başka bir yerde merkez yapar. Eskilere tâbi olanlar varsa bucak bölünür ve iki bucak olur. Bu bölünme hakemler kararı ile adalet içinde olur. Sakinler bir bucakta seçtikleri yeni bucağa taşınırlar.
İlleri de yüz aile yönetir. Bunlar temsilcidir. Bunlar merkez bucağını dağıtırlar ve il başkanının başkanlığı biter. Bucaklar başka bir bucak oluşturarak yeniden illerini kurarlar. Eğer eskisini beğenenler varsa bölünme olur, oraya taşınırlar.
Devlet için de durum aynıdır. Ne var ki ayrılacaklar veya kalacak olanlar asgari nüfusu doldurmalıdırlar. Nüfusu otuz milyondan aşağı düşen devlet de hukuken yok olur.
Bakınız biz çözümleri hep barış planında getiriyoruz. Çünkü pozitif hukuk barış içinde geçerlidir. Savaş durumunda ise hep kuvvet konuşur. Orada 'kim haklı' denmez, 'kim kuvvetli' diye sorulur. Oralarda da dinî tavsiyeler olabilir, ama hukukî kurallar konamaz. Çünkü kuralı savaşı kazanan koyar.
* * *
Yazara göre;
Huzursuzluk hürriyetlerin doğmasına neden olur.
"A- "Siyasal istikrar ve asayiş HÜRRİYET'i yok etme pahasına kurulmamak gerekir" görüşü: SPİNOZA
Orta Çağ'da Batı'da hürriyet aşığı yazar ve düşünürler vardı ve bunlar hürriyet yok edecek şekilde yerleşmiş bir asayiş ve huzur düzenini hiç te makbul görmezlerdi. Onlara göre siyasal istikrar ve asayiş devletin tek amacı olmamak gerekirdi. Hürriyeti kökünden yok edecek şekilde sağlanan istikrar ve asayiş iyilik değil felaket getirirdi. Asayişin ve İstikrarın var olduğu devlet demek mutlaka en iyi, en makbul devlet demek değildi. Nitekim Osmanlı Devleti, ki korkunç bir despotizm yolu ile halkı sindirmiş ve insanları kul köle halinde iktidara riayet eder hale getirmişti, hiçte özenilecek bir devlet sayılmazdı. XVII ci yüzyılın en büyük düşünürü Benedict de Spinoza, en sakıncalı devlet şekli olarak Osmanlı devletini örnek verirdi...(s. 566)
Aileyi meydana getiren kişiler arasındaki geçimsizlikler, çekişmeler ve kavgalar, köle ile efendisi arasındaki ilişkilerde görülmez. Köle ile efendisi arasında oldukça devamlı bir barış hali, istikrar durumu vardır. Ancak ne var ki huzur ve asayiş hali vardır diye köle ile efendisi arasındaki yaşamları, çekişmeler ve kavgalar içinde geçen bir aile yaşamına tercih etmek düşünülemez...
Bk. Benedict de Spinoza, The Political Works, (Oxford University Press, 1958, Edet, and Transl, by A. G. Werham, sh. 317)..."(s. 567)
İSLÂMİYET'TE RUBUBİYET YANİ TEKÂMÜL VARDIR.
KÂİNAT DA KENDİNDEN MÜTEKÂMİLİ İÇİN ÖLÜYOR.
Gerek tabiî ve gerek sosyal gelişmeler, problemlerin çözümüne dayanırlar. İnsanlar eşyalarını taşımak için diyelim ki tekerleği icad ettiler. Tekerlek sayesinde nakliye kolaylaştı ve buna bağlı olarak nüfus arttı. Bu sefer nüfusun artması sebebiyle tekerlekli at arabaları yetersiz olmaya ve ihtiyacı karşılamamaya başladı. İnsanlar tren ve demiryolunu keşfettiler. Nüfus daha çok arttı ve yine yetmezlik problemi ortaya çıktı. İnsanlar bu sefer otomobili keşfettiler. Bu böyle devam eder gider...
Bir problemi çözerseniz tekâmül olur. O tekâmül yeni problem getirir. Onu çözer tekrar tekâmül edersiniz. Evrim budur. Elbette huzursuzluklar hürriyetleri getirir ve insanlık tekâmül eder. Tekâmül edince yeni huzursuzluklar gelir, bu durum yine biraz daha hürriyet getirir ve bu böyle devam eder gider...
İslâmiyet şeriat sistemini getirmiş ve tekâmül etmiş, problemi olmuş ama yeni içtihat yapamamış. Batı bunu geliştirmiş ve 'ekseriyet demokrasisi'ni getirmiş, böylece tekâmül etmiş, ama sonra 'sosyalizm problemi' çıkmış. Biz de bugün bunu tekâmül ettiriyor 'nisbî temsil' ve 'yerinden yönetim' sistemlerini getiriyoruz. Sonra bunların da problemleri olacak ve bu durum böyle devam edip gidecek...
İslâmiyet'te rububiyet yani tekâmül vardır.
Bunun gerçekleşmesi için periyodik bir hayat vardır:
Doğum, büyüme, gelişme, yaşlılık ve ölüm.
Bu arada yeni nesil gelir ve yeni nesil eski nesilden daha gelişmiş olur. Böylece sürekli olarak tekâmül vardır. Ölüm adeta daha üst nesle meydan vermek için teşri edilmiştir. Değişme kişinin ölümü ile gerçekleşir. Eğer kâinatta tekâmül varsa, bu demektir ki yeniler eskilerden daha ileridedirler. Bu durum fizik aleminde, hayat aleminde, sosyal alemde görülüyor ve din kitapları da hep bu teoriyi işlemişlerdir. Halbuki Yunan filozofları ve deterministler tekâmülü kabul etmemişlerdir.
Ne var ki, kâinatta tekâmül oluyor ama aynı zamanda yaşlanma da oluyor. Bir gün genel olarak bu âlem ölecek, onun yerine daha mütekâmil yeni bir kâinat varolacaktır. Peygamberler bizlere işte bu haberi getirmişlerdir. Bu da bugün ilimlerin ulaştığı merhalede gayet makul görülüyor.
Madem ki her ölen kendisinden daha mütekâmili için ölüyor;
o halde bu âlem de ölmektedir.
Kendisinden daha mütekâmil olacak olan bir alem için ölmektedir.
Evet, sayın yazar!
Bu söylediklerimiz hangi akla ve hangi ilme aykırıdır?
Söyleyebilir misiniz?
* * *
Yazara göre;
İspanya'da daha 16. asırda
mahallî meclisler söz sahibi oldu.
"B- BATI ülkelerinde İKTİDARI sınırlama ve İKTİDAR-HÜRRİYET arası denge ve "temsil" fikri daha Orta Çağlarda kendini göstermiştir (XII-XVI cı yüzyıllar)...(s. 567)
İSPANYA'da "CORTES"ler Kral'a karşı direnirler. (XVI ci yüzyıl)
İspanya'da daha XVI cı yüzyılda Kral'ın zaman zaman danıştığı temsil kuruluşları vardır; bunlara "CORTES"ler adı verilmişti. İşte 1506 yılında bu Cortes'lere iştirak etme hakkına sahip on sekiz Kent ve il temsilcileri, Kral'dan talepte bulunarak Kral'ın kendi bölgeleriyle ilgili olarak çıkaracağı kanun ve tüzüklerin bölge Anayasasına uygun olmasını istediler. Bu durumda Kral bütün İspanya'ya şamil olacak şekilde tek ve yeknesak bir kanun koyamayacaktı. Kanun koyarken Kraliyetin çeşitli eyaletleriyle (örneğin Castile Navare, Aragon, Valencia, Catalonia, gibi) danışarak hareket edecekti...
Kral 1566 yılında yayınladığı bir beyanname ile gelecekte Cortes'lere danışmak suretiyle karar alacağını açıkladı... Tarihi vesikalardan anlaşılıyor ki bölge temsilcileri durumunda bulunan bu "Cortes"ler XVII ci yüzyıl boyunca sık sık toplantı halinde iş görmüşlerdir.
Bk. G. Griffiths, Representative Government in Western Europe in the Sixteenth Century,(Clarendon Press, Oxford 1968, sh.1, 76 ve d.)..."(s. 568)
MÜSLÜMANLARIN İSPANYA'YA GETİRDİĞİ DÜZEN.
'HALK MECLİSLERİ' İSLÂM DÜZENDEN ÇIKMIŞTIR.
Müslümanlar İspanya'ya girdiler ve çok kolay bir şekilde bu ülkeyi fethettiler. Fransa sınırlarına gelince, daha ilk yıllarda yenildiler. Ancak Müslümanlar İspanya'da o kadar adil bir düzen kurdular ki, Avrupalıların Müslümanları bu bölgeden çıkarmaları için bin yıl gerekmiştir. Bu devlet düzenini ve Endülüs Medeniyeti'ni sadece bir avuç Arap mücahidi yapmadı, daha çok Müslümanların yerli işbirlikçileri olan Hıristiyan destekçileri yaptılar.
Neden yaptılar?
Avrupa o çağda derebeylikle yönetiliyordu ve yönetim şu üçlüden oluşuyordu: Papa, kral ve derebeyler. O çağdaki Batı dünyası işte bu üçlü denge üzerinde kurulmuştu. Ne var ki, kuzey toplulukları gelmiş ve imparatorlukları dağıtmış, derebeylikleri ise istiklâllerini kazanma durumuna gelmişlerdi. Çünkü krallar da henüz hakimiyetlerini kazanamamışlardı. Ama Fransa toparlanmış ve millî devlet kurulmuştu. Bundan dolayı artık orası fethedilemiyordu.
İslâmiyet'in İspanya'da getirdiği düzen sayesinde derebeyleri serbest yaşama imkanını yakalamıştı. Çünkü Müslümanların getirdikleri düzen buna çok müsaitti. Müslümanlar onların iç işlerine karışmıyorlardı. Küçük bir vergi vererek kendileri kendi yönetimlerini sürdürüyorlardı. Diğer taraftan ticari hayat da gelişmiş ve halk da refaha kavuşmuştu. Medreseler ilimleri getirmiş ve çağdaş üniversiteler kurulmuş. Yeni düzenden yöneticiler memnun, yönetilenler memnun.
Anadolu'da da benzer durum oluyor. Ancak Anadolu'ya devamlı Müslüman göçü var. İspanya'da böyle bir Arap göçü de yok. Daha çok yerli halk Müslüman oluyor. Bu durum 16. yüzyıla kadar devam ediyor. İspanya birliği kuvvetle sağlanamıyor. Krallık derebeylerle anlaşıyor ve İslâmî devlet geleneği devam ettiriliyor.
İşte şehirlerin 'halk meclisleri' buradan kaynaklanıyor.
Ne zaman? Osmanlılar Viyana kapılarında göründüğü zaman.
Ne zaman? Müslümanlar İspanya'dan çıkarıldıkları zaman.
Neden Almanya veya başka yerde değil de İspanya'da görülüyor?
Çünkü bunların hepsi İslâmî düşüncenin mahsulüdür de ondan.
Bunlar bizim görüşlerimiz değil, ilmin verdiği sonuçlardır.
Bu gerçekleri herkes kabul ediyor; yazar bile kabul ediyor!
Yazara göre;
Sicilya parlamentosu vergi ve bütçe işleri için toplanırdı.
"SİCİLYA'da Parlamento: (XVI cı yüzyıl):
XIII cü yüzyıldan itibaren ve Aragon hanedanlığı sırasında Sicilya'da, tıpkı İspanya'da olduğu gibi, temsil niteliğinde bazı kuruluşlar bulunmuştur. "Bracci" adı verilen kuruluş temsilcilerinden meydana gelen bu tür parlamento'dan bahsedilir. Başlıca üç "Bracci" vardı: Bunlardan birisi Ruhban sınıfının temsilcilerinden, ikincisi "Askerî" ve nihayet üçüncüsü de "Domanial" adı verilen ve mahallî bölgeler halkını temsil eden kuruluşlardı. Bu sonuncuyu her bölgede o bölgede yaşayan kişiler basit çoğunluk sistemine göre seçerlerdi.
Sicilya parlamentosunun toplantıları "olağan" ve "olağan üstü" olmak üzere ikiye ayrılmıştı...(s. 568) Olağan üstü toplantılar ise "munzam" vergi toplamağa karar almak amaciyle yapılırdı. Bk. A.g.e., sh. 81..."(s. 569)
İSLÂMİYET'TE VERGİ YOKTUR, ZEKÂT VARDIR;
DEVLET, SOSYAL DEVLET VE HALK SEKTÖRCÜSÜDÜR.
Müslümanlar daha 8. asırda iki kanaldan Batı dünyasına girdiler:
Biri İspanya diğeri Sicilya.
Bundan dolayı ilk uyanma bu iki ülkede ve bunlar arasında kalan Fransa'da olmuştur. Ama Fransa uyurken İspanya ve Sicilya medeniyette parlıyordu. Fransa'daki gelişme biraz gecikmeli olmuştur.
İslâmiyet'te vergi yoktur; şeriat tarafından belirlenmiş beşte, onda, ve kırkta bir 'zekât' vardır. Bunlar dışında devlet istediği zaman vergi alamaz. Halbuki Batı dünyası birçok hastalık yanında özellikle vergi hastalığı ile malul bulunuyordu. Batı ülkelerindeki halklar, ilk direnmelerini vergide yapmışlardır. Avrupa'daki bütün ihtilâller hep ağır vergiler sebebiyle olmuştur. Kanunsuz vergi olmaz ilkesi, işte Sicilya'da İslâmiyet'in etkisi ile uygulanmaya başlamıştır.
Yazarın kendisi, farkına varmadan gerçekleri itiraf ediyor.
İslâm düzeninde hükümet;
Vergi karşılığı genel ve sosyal güvenliği sağlayan bir şirket gibidir.
Bu vergi nisbeti Kur'ân'da belirlenmiştir ve 'beşte bir' nisbetindedir.
Alt yapı hizmetlerinden dolayı alınacak fazlalık olabilir.
Ancak bunlar bazı yerlerde tahfif edilerek
onda, yirmide ve kırkta birlere kadar indirilir.
İslâm devleti;
Beşte bir nisbetinde sosyal bir devlettir.
Beşte dört nisbetinde de halk sektörcüsüdür.
İslâm devleti sermaye sektörcüsü değildir.
Batı'daki tüm kavga bu nisbeti ve şekli belirleme ile ilgilidir.
Geleceğin dünyası İslâmiyet'in bu adil düzeni üzerinde kurulacaktır.
* * *
Yazara göre;
Fransa'da da daha 16. asırda
vergi ve savaşı denetleyen meclis vardır.
"FRANSA: XVI ı yüzyıl:
Fransa'da temsil niteliği gösteren bir parlamento, "Etats-Généraux" şeklinde Kralın iktidarına sınır çizen davranışlarını özellikle XVI yüzyılda geliştirmiştir. "Thiers Etats" adını alan kuruluşlar Kral'ın "savaş açma" ve "vergi toplama" yetkilerini keyfilikten çıkarmanın azmi içerisindeydiler. 1561 tarihinde Pontoise'da toplanan "Thiers Etat" genel bir karar alarak Kral'ın kendilerine danışmadan "saldırı savaşına" girişemeyeceğini ve yeni vergiler koyamayacağını açıkladı. O zamana kadar olağan üstü hallerde toplantılarını yaparlarken yine aldıkları bir kararla her iki yılda bir muntazaman toplanmağa başladılar...
1588 yılında yayınladığı bir diğer bildiride "Etats-Généraux" Kral'ın yapacağı yasama tekliflerini kabul edip etmemekte kendilerinin serbest olduklarını belirttiler...
Bir yazar XVI cı yüzyıldaki bu temsili kuruluşlar için şöyle der: "Fransız Estates'leri, XX ci yüzyılın Parlamento veya Kongrelerinden daha az TEMSİL niteliğine sahip ve fakat daha çok demokratik idiler"... Bu konularda bak. A.g.e., sh. 123; ayrıca bk. Henri Prentout, Les Etats Provinciaux de Normandie, II, 1925..."(s. 569)
'KÂFFETEN LİNNÂS RAHMETEN LİLÂLEMÎN'
MEDENİYETİN TEMELLERİ KUR'ÂN'A DAYANIR.
İslâmiyet, İspanya yoluyla Avrupa'ya 8. asırda girdi. Etkisini ancak 16. asırda göstermeye başladı. İlk etkilerini İslâmiyet'in girdiği İspanya ile Sicilya'da ve bunların arasında bulunan Fransa'da, ve nihayet batıdan komşu olan İngiltere'de de daha sonra başka yönden gösterdi. Bu ülkelerden Endülüs / İspanya medreselerinde tahsil görenler İslâmiyet'i Batı dünyasına aktardılar ve böylece bugünkü Batı Medeniyeti doğdu. Bunlar Yunanca ve Latince dillerini kullanırlar, ama ilmî kelimelerin çoğu Arapçadır. Meselâ, gömlek anlamına gelen 'cheumise' kelimesi Arapçadaki 'qamis' kelime-sinden gelmedir. Demek ki gömlek kelimesi bile Arapçadan alınmıştır.
İslâmiyet, yalnız Arapların, yalnız Müslümanların dini değildir.
Kur'ân, 'kâffeten linnâs rahmeten lilâlemîn' diyor.
'Bütün insanlara ve âlemlere rahmet olarak' diyor.
Bunu Mekke'nin veya Medine'nin bir köşesinde bir kaç arkadaşa güvenerek söylemek kolay görünür, ama bu söylenen 1400 yıl sonra tahakkuk etmez. Hz. Muhammed, Kur'ân ve İslâmiyet'in bütün söyledikleri ise bugüne kadar hep tahakkuk etmiş ve bundan sonra da tahakkuk etmeye devam edecektir. Biz bunun için Kur'ân ilâhî kitaptır diyoruz.
Bugünkü medeniyetin bütün temelleri Kur'ân'a dayanır. İnsan hakları ve determinizm, hep Kur'ân'ın insanlara öğrettiği gerçeklerdir. 'Onlu' ve 'ikili' sayı sistemlerini getiren Kur'ân'dır. Müslümanlar hayatlarını hep bunara oturttular. Batılılar ikili sistemi ancak 20. yüzyılda kullanma imkânını buldular. Oysa Kur'ân diyor ki;
"Biz anlayasınız diye her şeyi çift yarattık"(Zâriyât[51]; 49)
Buradaki 'anlayasınız diye'kelimesi çok önemlidir.
İnsan beyni ancak ikili sistemi kullanabilir. Bilgisayarlar da hep ikili sistemi kullanır, sonra onluya çevirirler. Çünkü ikilinin dışında muhakeme mümkün değildir. Ancak iki şeyin karşılaştırılması mümkündür. Bu da ikili sistemi zorunlu kılar.
Kâinat üçlü olarak da varedilebilirdi ama o zaman lineer sayı sistemi ile onu anlamamız mümkün olmazdı, yani biz onu anlayamazdık.
* * *
Yazara göre;
İngiltere'de parlamento var ve
konuşma hürriyeti tanınıyor.
"İNGİLTERE'ye gelince:
İngiltere'nin siyasî gelişmesinin 1215 tarihli Magna Carta'ya inen, hattâ ondan önceki devirlerde filizlenmeye başlayan kökleri herkesçe bilinen bir konudur... Henry VI ve Elizabeth devirlerinde devlet bakanlığı yapmış olan Sir Thomas Smith'in "De Republica Anglorum" adlı kitabında İKTİDAR'ın parlamento'da olduğunu açıklar "Parlamento" eliyle alınmış olan kararlarladır ki "Kraliyetin dışa karşı (Papalığa) mutlak bir bağımsızlığı, hürlüğü sağlanır" görüşü hakimdi...
Sadece toplumu temsil eden bir organ olarak değil fakat SÖZ ve KONUŞMA hürriyetine sahip bir kuruluş olarak da İngiliz parlamentosu XVI cı yüzyılda temayüz etmiştir... Daha sonra Elizabeth zamanında (1558) toplanan Parlamento'da "söz ve konuşma hürriyeti" artık yerleşmiş ve hükümdar tarafından mutlak şekilde kabul edilmiş bir gelenk niteliğine girmişti. Bk. A.g.e., sh. 533; Antonio Marongiu, Medieval Parliaments, A Comparative Study, (İngilizce tercemesi S. J. Woolf tarafından, Eyre & Spottiswood London 1968, sh. 45-54)."(s. 570)
AVRUPA ÜLKELERİNİ İSLÂMİYET ETKİLEMİŞTİR;
ALLAH'IN DİNİ BÜTÜN DİNLERE GALİP GELECEKTİR.
Bakınız, yazar önce İspanya'dan bahsetti. Sonra Sicilya'dan sözetti. Ardından Fransa, sonra İngiltere ve böylece anlatabilecekleri bitti. İşte bu ülkeler İslâmiyet'in girmeye başladığı ve sırayla etkilediği yerlerdir.
Bugün Batı Medeniyeti birçok şeyle öğünüyor. Tanrı'yı inkâr etmekle öğünüyor. Biz Greko-Romen Medeniyeti'nin varisiyiz diyor. Yunanlılar güya Mısırlılardan kanunları öğrenmişlerdi. Oysa Mısır Medeniyeti tetkik edildiğinde, Mezopotamya Medeniyeti'nin uzantısı olduğu görülür. Bugün herkes bunun böyle olduğunu kabul ediyor. Yunan Medeniyeti tetkik edildiğinde, Sokrat, Aristo ve Eflatun'un tüm düşüncelerini İbranilerden aldıkları görülür. Dinsizleşti diye Sokrat idam edilerek öldürülmüştür. Devlet felsefesi hep Tevrat'tan aşırmadır; kâinat felsefesi de öyle. Tek Tanrı'ya götüren yol dolambaçlı şekilde ifade edilmiştir. Ondan sonraki Roma zaten Hıristiyanlıktan başka bir şey değildir. Kalanı da İslâmiyet'ten alınmıştır.
Peki, siz ateistler, aklımızla biz de bunu bulduk, desenize. Sizin medeni-yetinizin tümü peygamberlerin medeniyetlerinden başka bir şey değildir. Siz bunu kuvvet medeniyetine çevirdiniz, zulüm medeniyetine çevirdiniz, çıkar çatışması medeniyetine çevirdiniz. Bir de mehazları saklayarak hırsızlık yapıyorsunuz. Ama çok şükür ki artık Avrupa da peygamberlere kulak verme merhalesine gelmiştir.
İyi olan ne varsa hepsi peygamberlerin;
kötü olan ne varsa hepsi ateistlerin veya fetişistlerindir.
İslâmiyet'te kesin haber vardır.
Allah kendi dinini bütün dinlere galip getirecektir.
Tabii Hıristiyanlık da kendi dinidir.
Din düşmanları, sizler perişan olacaksınız. Tarih size gülecek. Kendisini Tanrı'nın oğlu kabul eden hükümdarlardan daha gülünçsünüz. O hiç olmazsa Tanrı yok dedikten sonra yerine bir şey koyuyor; siz ise yok diyorsunuz ve yerine bir şey koymuyorsunuz. Peki, bunları yapan kim dediğimiz zaman, dilsiz kesiliyorsunuz. Eski Yunanlıların ve Arapların dehri vardı; Einştayn o dehrinizi de paramparça etti.
* * *
Yazara göre;
Halk - aristokrat çatışması hürriyetleri doğurur.
"C- Sosyal Çatışma Şeklindeki Anarşik durumlara Göz Yuman Batı Örneği
Biraz önce gördük ki Şeriat devleti anlayışında İKTİDAR ile HÜRRİYET arası denge düşüncesi akıllardan geçmediği gibi "60 yıllık despotizm -istibdat- bir saatlik anarşi'den daha iyidir" formülü gereğince hiç bir şekilde kıpırdanmalara ve haksızlığa karşı direnmelere fırsat verilmemiştir...(s. 570)
Her ne kadar anarşi denilen musibetin devlet yaşamları bakımından sakıncalı ve çok olumsuz sonuçlar yarattığını takdir etmekle beraber...
Makyavelli, eski Roma'de Patrisyenlerle Plebler arası çatışmaları, Roma'da hürriyetler rejiminin oluşmasına neden teşkil ettiği görüşünde idi... Her devlette iki güç vardır: Aristokrasi ve HALK YIĞINLARI. Bu iki güç arasındaki çatışmalardan hürriyet kanunları ve kuralları doğar...
Batılı siyaset adamının ve yazarlarının genel olarak görüşleri o olmuştur ki koyun misali birisinin peşinden gitmektense anarşik durumlarla hürriyet cennetine çıkmak daha iyidir. Bu konuda bk. Count Carlo Sforza, Makers of Modern Europe Portraits and Personal İmpressions and Recollections, (Books for Libraries Press, New York 1930, sh. 33)."(s. 571)
İNSANLIK VE İSLÂM TARİHİNDE TABAKALAŞMALAR.
İSLÂM DÜZENİNDE; İLME GÖRE TABAKALAŞMA VAR.
İnsan toplulukları tabakalaşmak zorundadır. Bu tabakalaşma topluluklar büyüdükçe artmaktadır. Başkan vardır. Ondan sonra sıra ile kişiler yer alır. Herkes kendisinden önce gelene yani kendisinden büyük olana saygı gösterir.
Aşiretlerde oluşan bu sıralamada genel olarak kadın-erkek ayırımı olmaz. Sonra kabileler oluşur. Kabilelerde temsilciler veya yöneticiler ortaya çıkar. Kabile başkanı var. Başkanın çevresinde eşraf var, ileri gelenler var. Sonra şa'b oluşur. Bunlar ayrı bir kent oluştururlar ve üst tabaka teşkil ederler. Sonra da kavmin ileri gelen tabakaları vardır ve bunlar da devlet merkezini oluştururlar. Yukarıdan aşağıya teşkilâtlanarak devleti meydana getirirler.
İslâm tarihini oluşturan geçmişte bunlar soya dayanmıştır. Tabakalar arasında otorite çatışmaları olmuştur. Herhangi iki tabaka arasında çatışma olunca halk rahat eder. Üst tabakalar anlaşınca halk ezilir. İslâmiyet'te bu tabakalar arası çatışma az olmuştur. Çünkü tabakalar belirgin bir şekilde oluşamamıştır. Çatışma hanedan arasında cereyan etmiştir. Bir de devletler büyüyüp parçalanmıştır.
Batı'da ise bu belirgin sınıfların olması ve tabakalaşmanın bulunması nedeniyle çatışmalar olmuş, bu durum sonunda daha değişik bir medeniyetin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Huzursuz bir medeniyet, ama atılgan ve becerikli bir medeniyet. Buna İslâmiyet'in getirdiği medeniyete varis olmanın avantajlarını da eklersek, bu sayede dünyayı fethetme imkânını buldular. Önce ilerlediler ve geliştiler. Şimdi ise çekiliyorlar. Artık geri dönüş ve savunma başlamıştır.
Yeni dünya, savaşlarla değil medeniyetlerle fethedilecek ve kurulacaktır. Hangi ulus daha medenî yönetimi getirirse, o topluluk dünyayı hemen fethetmiş olacaktır.
Biz diyoruz ki; Bu medenî yönetim düzeni İslâmiyet'te vardır. Ancak bunu mutlaka Müslümanlar yapacaktır da demiyoruz. Kim isterse ve kim çalışırsa o yapabilir.
İslâm düzeninde ilme göre tabakalaşma vardır:
Başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün ehliyetliler
ilmî tabakaları oluştururlar.
Bu ilmî ehliyetler ortak imtihanlarla iktisab edilir.
Kadın erkek ayırımı olmaksızın herkes bu imtihanlara girer ve başarısı nisbetinde ehliyeti ihraz eder. Doğuştan alim yoktur. İmtihana girme imtiyazı da yoktur. Tabakalar arası çatışma yerine, ilimde yarışma vardır. Düzensiz olmakla birlikte, insanlık buna doğru gitmektedir.
Öğrenim ilmî dayanışma ortaklıklarınca serbest olarak yapılacaktır.
Öğrenimde de tam bir fırsat eşitliği vardır.
Orta ehliyetliler bucakları,
Yüksek ehliyetliler illeri,
Üstün ehliyetliler devleti yöneteceklerdir.
Böylece çatışma yerine yarışma ikame edilmiş olacaktır.
Bu yarışma, çatışmanın avantajlarını korur ama mahzurlarını kaldırır.
İnsanlar birbirleriyle mücadele edeceklerine, artık tabiatla mücadele edip kâinatı fethetsinler. Daha denizlerin altına inip oralardaki nimetlerden yararlanmış değiliz. Karalardan çok daha geniş ve bol olan imkânlar denizlerin altında bizleri bekliyor. Deniz kentlerini ne zaman kuracağız? Daha göklere çıkıp güneş enerjisinden direk olarak yararlanma imkânı ile gökyüzü sitelerini kuramadık. Daha uzayın derinliklerine açılıp güneş ışığı olmayan yerlerde bol miktarda bulunan hidrojeni kullanarak uçsuz bucaksız uzay içinde yayılamadık. Dünyadaki karalarda hapis hayatı yaşıyoruz.
Birbirimizi öldüreceğimize, birbirimizle yarışıp kâinatı fethedelim.
Kur'ân bunları bize vadediyor.
İlim de bunları bize vadediyor.
O halde bunları elde etmek için çalışmamız gerekiyor.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet kötü yönetimin cezasını ahirete bırakmıştır.
"V- Şeriat tanımlamasındaki "Zulüm" deyimi, Şeriat devletinde despotizm uygulamasını sağlamıştır.
Daha önceki sayfalarda değinmiş olduğumuz gibi Şeriat devleti uygulamasında iktidar sahiplerinin halka zulüm yapmamaları hususu din emirlerine bağlanmıştır. Ka'kıl İbn-i Yesâr'ın naklettiği bir Hadis'i burada hemen örnek vermek mümkün: "Hiç bir vali yoktur ki, o müslüman ahali üzerinde icrayı velayet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır...(s. 571)
Daha önce de değindiğimiz gibi bu ve buna benzer diğer bütün hükümlerde halka zulüm eden, kötülük yapan, iktidarı bu şekilde kötüye kullanan kişiler (İktidar sahipleri) bakımından cezalandırıcı bir sistem öngörülmüş değildir. Sadece bunların "Cennet kokusunu koklayamayacakları" veya Tanrı'nın onları kıyamet gününde "azâb ile cezalandıracağı" belirtilmiştir. Söylemeye gerek yoktur ki Tanrı'ya kalmış böyle bir ceza sistemiyle iktidarın kötüye kullanılmasını önlemek, ve iktidarı kullananları sorumluluk duygusuna itmek olanağı yoktur. Olmayınca da İktidar sahiplerinin halka ve kişilere zulüm etmelerini önlemek düşünülemez, nitekim Şeriat devleti uygulamalarında düşünülmemiştir de..."(s. 572)
İSLÂM ULEMASI SON DÖNEMLERDE HATALAR YAPTI.
YAŞANAN DEVLET KAYITSIZ ŞARTSIZ DESTEKLENİR.
İnsansınız. Bundan dolayı tek başınıza yaşama gücünüz yoktur. Çünkü ekonomik bakımdan diğer insanlarla işbirliği içinde olmalısınız. Ayrıca kendinizi ve ailenizi savunmak zorundasınız. Size devamlı saldırıyorlar ve zayıf bulunca da eziyorlar. Ortak savunmanız, birlik ve beraberlik içinde olmakla sağlanır. Böylece zayıf olan insanlar olarak birlik ve beraberlik içinde bir araya gelince kuvveti sağlıyorsunuz. Hakkı ve haklıyı üstün tutuyorsunuz. Ne var ki, aranızda sizin haklarınızı korumak için seçtiğiniz kimseler bu sefer sizin haklarınızı gaspediyor.
Bu durumda ne yapacaksınız?
Onu zayıflatırsanız düşman gelip sizi eziyor;
Onu kuvvetli yaparsanız o zaman o sizi eziyor!
Bu durumda çözüm nedir?
İstiklâl Savaşımızı ele alalım. Ülkemizi düşmanlardan kurtarmak için birini kuvvetlendirip ona itaat etmemiz gerekirdi. Mustafa Kemal'i bunun için güçlendirip ona itaat ettik. Bu sayede düşman denize döküldü ve ülkemiz kurtuldu. Ancak ondan sonra yönetici olanlar, her an uğruna canımızı vermeğe hazır olduğumuz inançlarımızı zorla değiştirmeye başladılar...
Bu durumda ne yapmamız gerekir?
Yahut şimdi -Allah göstermesin ama- aynı duruma düşsek de bir Müslüman generali siz destekleseniz, sonra o iktidar olsa, sizin nefret ettiğiniz şeriata göre bazı hükümleri zorla uygulamaya başlasa...
Bu durumda ne yaparsınız?
O halde hükümdarları, ona karşı gelme yerine, onu inanmış kimselerden seçme dışında çıkar bir yol yoktur. Allah'a ve ahiret gününe inanırsa, hükümdar verdiği sözde durur. Kendisine verilen görevin sadece savunma olduğunu bilir. İnkılâp adı altında kişilerin dinlerine, inançlarına, yaşayışlarına tasallut etmez. İnkılâplar zorla değil inandırarak yapılır. Din zorla değil ikna edilerek değiştirilir. Bundan dolayıdır ki Allah'a inanmayanların demokrasiyi tesis etmeleri mümkün değildir. Bununla beraber zalim hükümdarları yola getirmek için de cihat yapılır. Ancak ona yani hükümdara karşı cephe alarak değil, tam tersine onu güçlendirmek ama kendisine doğru yolu göstermek ve ikaz etmekle olur.
Bu durumda yapılan hata nedir?
İstiklâl Savaşı'ndan sonra İslâm ulemasının işlediği hata işte böyle bir hata olmuştur. Savaş kazanmadan önce Mustafa Kemal'in çevresinde toplananlar, savaş bittikten sonra ona karşı cephe alıp onu düşürmeye uğraştılar. Bu ise İslâmiyet'e aykırı bir davranış şekliydi. İslâm uleması bu durumda hiç sesini çıkarmayacak, yapanlar tüm yapacaklarını yapacaktı. İnkılâplar sona erdikten ve başkan da kendisine mukavemet edilmediğini gördükten sonra, topluluk sâlim kafa ile düşünmeye başlar, eğer iyi savunulursa geriye gelmesi gereken bir çok şey geri gelirdi. Meselâ, hilafeti kaldırmak mı istiyor, varsın kaldırsın. Gerekirse hilafet tekrar geri gelebilirdi; gerekmiyor idiyse gelmezdi.
İslâmiyet'e göre;
İktidarın gücünü zayıflatmak suretiyle zulmünü önlemek yoktur.
Topluluk varlığını ancak iktidarın en güçlü olması halinde koruyabilir.
Tabiî ve sosyal denge öyle kurulmuştur.
İktidarlar, onları desteklemekle yola getirilir.
İktidarlar inanmış olan iyi insanlara dayanırlarsa onların dediklerini yaparlar. Ama iyi insanlar iktidarlara karşı cephe alırlarsa, iktidarlar bu sefer kötü insanlara dayanmak zorunda kalır ve zulmederler. İslâm uleması Emevî ve Abbasîlere karşı işte böyle yaptılar. Onları desteklediler ve böylece onların zulümlerinden emin oldular. Oysa İstiklâl Savaşı'nı mtkeakiben İslâm uleması Mustafa Kemal'e cephe aldı, o da kötülere dayanma dışında bir yol bulamadı. O zaman da işte bugünkü rüşvet ve zulüm yönetimi ortaya çıktı. Aynı hata Mısır'da Nasır'a karşı işlendi.
İktidarı zayıflatma;
Ancak hicret edip ayrı bir devlet içinde yer alırsan mümkün olabilir.
Ondan sonra artık savaş kuralları işler, ya da komşuluk kuralları işler.
İçinde yaşadığın devleti kayıtsız ve şartsız desteklemek durumundasın.
Başka çözüm ve çıkar yol yoktur.
Yoksa çevrede bir sürü hazır kurt var.
Ağılı hemen paramparça ederek dağıtırlar.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
İslâmiyet'te Spinoza'nın düşüncelerine benzer,
fikir serbestisi, kadın erkek eşitliği, köleliğin
kaldırılması, acem-arap, arap-kureyş, müslüman-kâfir
ayırımlarının kaldırılması savunulmamıştır.
"A- "ZULÜM" ve "ZALİM" gibi deyimlerin ve kavramların Şeriat sistemindeki tanımlaması ve bu deyime verilen anlam ile bunların Batı'da AKIL yolu ile kavuştuğu tanımlama arasındaki ayrılıklar.(s. 572)
Batı için müstebid hükümdar, ve despotik idare tarzı ve kötü hükümet demek İktidarı bu anlamda uygulayan hükümdar Ülkeyi bu şekilde yöneten hükümet demek olmuştur. Örneğin, daha önce de temas ettiğimiz üzere, SPİNOZA'ya göre kişi'nin hür şekilde düşünmesine engel olan, ve onu, kafasının içerisine girercesine, kontrol etmeğe kalkan iktidarlar "müstebid" iktidarlardı;...(s. 573)
Daha başka bir deyimle İslâm devlet doktrininde ve uygulamasında "ZULÜM" demek, İKTİDARI Şeriat'ın anladığı şekiller dışında, ve Şeriat'a uygun düşmeyecek şekilde kullanmaktır. 1400 yıl boyunca bu anlayışta hiç bir değişiklik olmamıştır. Bugün dahi ZULM'den anlaşılmak gereken şey Seriatçıya göre budur...(s. 574)
Ve yine KÖLELİĞİN kötü ve insanlığa aykırı bir müessese olduğunu iddia eden, bunu Anayasaya geçirmek isteyen ve köleliği kökünden yok etmeğe çalışan bir İktidar keza KAFİR ve ZALİM bir iktidar olacaktır...(575)
Fakat söylemek istediğimiz şudur ki şu durum karşısında köleliği ilgaya yeltenen İktidarlar Tanrı emirleri dışına çıkmakla kalmayıp bu emirlere karşı da gelmiş olacaklarından Kur'an'daki tarifiyle Zulm'eden iktidar niteliğine girmiş olacaklardır...(s. 576)
Bundan başka Kur'an ve hadis hükümlerine göre Tanrı Arab Ümmetini diğer toplumlara ve İslam camiası içerisinde yaşayan diğer ırklara üstün yaratmakla kalmamış fakat Arab'ları da kendi aralarında derecelendirmiştir. Meselâ Kureyş kabilesi Arap topluluğu ve Arab milleti için en üstün olan kabiledir...
ve örneğin İslâm'ın Arab'dan gayrı toplumları arasında ACEM'ler diğerlerine (Türklere) nazaran üstün kılınmışlardır...(s. 577)
Hür sayılan Müslümanlar arasında ayrıca ve cinsiyet bakımından bir eşitsizlik daha vardır ki o da KADIN ve ERKEK arasındaki eşitsizliktir...(s. 578)
Görülüyor ki insanlar arası eşitlik prensibini savunmak ve eşitsizliği giderici davranışlarda bulunmak Osmanlı Devlet adamının havsalasının kavrayabileceği bir şey gibi görünmemektedir ve böyle bir davranışa yönelmek kafirlik ve zalimlik olmaktadır...(s. 579)
Bütün bunlar gösteriyor ki Şeriat ülkelerinde İSTİBDAT Şeriat düzeninin yarattığı bir sonuç olmuştur."(s. 580)
SİSTEM O KADAR MÜKEMMEL Kİ;
SİSTEME HİÇ BİR ŞEY DİYEMEZSİNİZ!
İslâmiyet, Kur'an'ı okutmakla işe başlamıştır.
Halk sadece kendi dilleri ile inen Kur'ân'ı ezberliyor ve okuyordu.
Herkes ne anlıyorsa o kadarla mükellef oluyordu.
Yorum yoktu.
Medine'ye gittiğinde Kur'ân'da anlatılanlar
Peygamber tarafından uygulandı.
Arkadaşları da ona uydular.
Yine yorum yoktu.
Peygamber'in vefatından sonra
halifeler istişare ediyor ve peygamberin yaptığını yapıyordu.
Ama yine yorum ve tartışma yoktu.
Sadece istişare vardı.
Kur'ân'ı yine herkes kendi anladığı şekilde anlıyordu.
Sonra müçtehitler geldiler ve İslâmiyet'i ilmîleştirdiler,
metinleri ve haberleri yorumlama ilmini getirdiler.
Kıyas ilmini geliştirerek hukuk sistemini kurdular.
Ancak yine hikmetler yoktu.
Ondan sonra bu şekilde oluşan fıkhın hikmetleri tartışılmaya başlandı.
İlletlerin yanında hikmetler de belirlendi.
Hükümler akıl yoluyla da kontrol edildi.
Bütün bunlar yapılırken;
Hükümdarların aklına hiçbir zaman,
bu yapılanlara karşı müdahale etmek gelmemiştir.
Hükümdarlar zaten idareye baktıklarından bu işlerle meşgul değildiler.
İslâmiyet'te her fikir böylece sonuna kadar savunulmuştur.
Ancak sistem;
Gerçekten de o kadar mükemmel oturmuş bir şekildedir ki,
Karşı fikirlerle çıkma imkanı yoktur.
Bugün bile o kitaplardaki hükümleri savunmak dışında,
Fazla bir şey yapmanıza imkân yoktur.
Meselâ, bundan bin yıl önce yetişmiş olan bir müçtehit size diyor ki; çok evlilik erkeklerin zevkini tatmin için değil, kadınları kocasız bırakmamak için konmuştur ve burada kadın değil erkek haksızlığa uğramaktadır. Çünkü kadın bu suretle kıymetlenmekte, evlilik zorlaşmakta, hem bütün erkekler daha çok sıkıntılara girmekte, hem de bir çok erkek eşsiz kalmakta. Böyle diyen müçtehide vereceğiniz cevap nedir? Bin sene değil yüz bin sene geçse, onların söylediklerini savunma dışında yapabileceğiniz bir şey yoktur.
Bununla beraber icma olmayan hususlarda,
Elbette çalışıp daha iyisini ve yenisini bulacağız.
Biri çıkar da bin sene önce;
'Eşitlik yoktur, adalet vardır' derse;
Hiç bir şey diyemezsiniz!
Savaş varsa kölelik de vardır, kölelik savaşın pisliğidir.
'Ameliyatta kan akacaktır, akmasın derseniz, iç kanama olur' derse;
Hiç bir şey diyemezsiniz!
Topluluklar ayrı ayrıdır.
Vatandaşların veya kentlerin ayrı ayrı hukukları vardır.
Dolayısıyla bir müçtehit çıkıp da;
'Arapların içinde Arapların, Türklerin içinde Türklerin hukuku
yabancıların hukukundan farklıdır' derse;
Hiç bir şey diyemezsiniz!
Bunlar içinden yanlış anlaşılanlar olabilir.
Ama Kur'ân'a başvurduğunuzda bunların böyle olduğunu görürseniz;
İslâmiyet'e hiç bir şey diyemezsiniz!
Derseniz; kendiniz zarar edersiniz.
Çünkü hakikat size muhtaç değildir;
Ama siz her zaman hakikata muhtaçsınız.
Siz kabul etseniz de etmeseniz de o öyledir.
Kabul etmezseniz, siz kendiniz zarar edersiniz.