İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1357 Okunma
KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR

İKİNCİ KONU

 

 

ŞERİATA UYMANIN

OLUMSUZ SONUÇLARI

(DEVAM)

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te sağlık tedbirleri almak dine aykırıdır.

 

"I- Şeriat'a Uyma Zorunluğu Nedeniyle Halkının Sağlığını Korumayan ve Hatta Halkı Hastalıktan Telef Olmağa Terkeden Devlet.

Şeriat'ın Kur'an ve Hadis kaynağından çıkma hükümlerine göre hastalık Tanrı vergisi gibi bir şeydir. Hastalık kişiler için, bu nedenle KÖTÜLÜK değil İYİLİK ve HAYIR alametidir. Kim ki hastadır, ve hem de en ağır şekliyle hastadır o mutlaka cennetlere gidecektir...

Birazdan Şeriat'ın hastalık konusunda öngördüğü bazı hükümlerden örnekler vereceğiz. Ve göreceğiz ki bu hükümler karşısında Devlet için hastalıkları (velevki bu hastalıklar salgın felaketi şeklinde olsun), önlemek veya gidermekle ilgili olarak her hangi bir tedbir almak mümkün değildir..."(s. 627)

 

KUR'ÂN'IN

EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR.

İNSANLAR GENEL SAĞLIĞI KORUMAKLA YÜKÜMLÜ.

 

İslâmiyet'te geçmişte cereyan eden olaylar üzerinde müdahaleci bir anlayışla durup geçmiş olayları geri getirmek ne kadar anlamsızsa, gelecekte olacakları kadere bırakıp çalışmamak da o kadar manasızdır. Geçmişte olan olayları takdir-i ilâhi deyip kabullenmek ve gelecek için ise bu Allah'ın bana verdiği görevdir deyip var gücüyle çalışmak esastır. Kur'ân'ın hiç bir yerinde ve hiç bir iş için sebeplere tevessül edip tedbir almaksızın Allah'a tevekkül etmek yoktur. Tam tersine, tedbirler alırken karşılaşılan zorluklar için Allah'a güvenme ve sonuna kadar mücadele etme vardır.

Sağlık konusunda da bir örnek üzerinde durarak meseleye açıklık getirmeye çalışalım. Meselâ, bir kanser hastası ölmek üzeredir, bütün tıp uzmanları hastadan ümitlerini kesmişlerdir, ama buna rağmen hastaya intihar etme hakkı verilmemiştir. Hastanın görevi son ana kadar yaşama savaşı vermektir, denmiştir. Aksi halde İslâmiyet'ten çıkarsın, denmiştir. Bir doktor da, bu hasta nasıl olsa ölecektir diyerek tedaviye devam etmezse suç işlemiş olur ve hasta öldüğünde diyeti ödenir.

Bunlardan anlaşılan şudur, İslâmiyet gelecek ve tedbir için asla kaderi kabul etmez. Kendinizi tehlikeye atmayın, geleceğiniz için hazırlık yapın emirleri vardır. Kur'ân'ın bütün emir ve nehiyleri tedbirden ibarettir. Eğer bu din insan kafasından çıksaydı böyle eksiklikleri olabilirdi. Ama bu Allah'ın nizamıdır. Göklerde çatlaklar olmadığı gibi bunda da yoktur. Her yönüyle dört dörtlük ve mütekâmil bir nizamdır. Bundan daha iyisinin ve mükemmelinin bulunması mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre;

İnsanlar kendi sağlıklarını ve

topluluğun sağlığını korumakla mükelleftirler.

Salgın hastalıkların bulunduğu bir yere girmeyen bir sahabeye, 'kaderden mi kaçıyorsun?' demişler, o da 'kaderden kazaya gidiyorum' demiş. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyuruyor: "Bir yerde salgın hastalık varsa orayı terketmeyin, dışarıda iseniz oraya girmeyin, kaderinize teslim olun." Yani salgın olan bir yerden kaçarsanız, siz de hastalığı başka yerlere taşıyıp bulaştırırsınız. Bundan dolayı salgın bölgesinden çıkmayıp orada kalmanız gerekir. Hasta olmadan da mikrobun taşınacağını Hz. Peygamber bilmiyordu ama koyduğu hüküm kıyamete kadar geçerlidir.

Değerli Okuyucular!

Siz ne bizi ne de yazarı dinleyiniz.

İslâmiyet'i doğrudan doğruya kendiniz öğrenmeye çalışınız.

Araştırmalarınız sonrasında kararlarınızı da bizzat kendiniz veriniz.

Çünkü bizler İslâmiyet'in hep lehine, yazar da hep aleyhine yazıyor. Her ikimiz de yanılmış olabiliriz. Siz kendiniz için kendi cehdinizle ve kendi gayretinizle araştırmalar yaparak karar veriniz.

İslâmiyet bizden bunu yapmamızı istediği için biz Müslümanız. Siz de eğer başkalarının kölesi olmaz da kendi aklınızla hareket ederseniz, biliniz ki siz de bilerek Müslüman oldunuz ve doğru yolu buldunuz demektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Vebaya çare Ahkâf suresini okumak ve

bekâr evleri kapatmak olarak bulunmuştu.

 

"Veba salgınına karşı devletin bulduğu çare: Kur'an'ın Ahkâf Suresi'nin okunması ve bekâr odalarının yıktırılması

1227 yılının başlarında İzmir'de çıkan Veba hastalığı İzmir'den İstanbul'a gelen gemiler nedeniyle İstanbul'a yayılır. Veba hastalığından ölenlerin sayısı günde üçbine yaklaşır... Din adamının korunma öğütlerine karşı gelmeleri ve bulaşıcı hastalıklardan korunmanın Şeriat'a aykırı olduğunu söylemeleri nedeniyle- "...böyle bulaşıcı hastalıklardan korunmağa sapıklık nazariyle bakılıyordu. Bu (nedenle) halkın çoğu korunmayı şeriata aykırı (sanarak) kimisi de itirazdan çekinerek korunma usullerine riayet etmezlerdi" Çünkü Hastalık Tanrı vergisi idi... Bk. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, Cilt II, sh. 250.

Gerçekten de veba hastalığından ölenlerin sayısı her gün üçbine yaklaştığı bir sırada, halka akşam namazından sonra Kur'an'ın Ahkâf Sûresini okumaları için Padişah iradesi çıkarılmıştır...

Fakat bu sefer daha etkili bir usul olmak üzere, bekâr odalarının yıktırılması yoluna gidilmiştir...(s. 628)

Osmanlı devleti Şeriat'a aykırıdır diye veba'ya karşı sağlık tedbirleri almaktan kaçınırkan Fransa ve Avusturya gibi yabancı ülkeler İstanbul'dan çıkan hastalığın kendi ülkelerine sirayet etmesini önlemek için fennin ve tıbbın bütün gereklerini yerine getirmekle meşgul idiler..."(s. 629)

 

DİNLER İNSANLARA NASIL ÇALIŞILACAĞINI ÖĞRETİR.

HASTALIKLARA KARŞI TABİÎ TEDAVİ EMROLMUŞTUR.

 

Dinler insanlara nasıl çalışacaklarını öğretmiştir, yoksa çalışmadan yaşama sırrını vermemiştir. İnsanlar dinlerin gösterdiği yollardan yürüyerek gelişecekler ve yeni buluşlar ortaya çıkaracaklardır. Veba hastalığına karşı korunma ve tedavi çarelerini insanlar çok geç keşfetmişlerdir. Osmanlılar da İzmir'de çıkan salgın sırasında vebaya karşı kullanılacak ilaçları bilmiyorlardı. Esasen o tarihte Batı dünyasında da böyle bir ilaç ya yeni bulunmuştu ya da henüz bulunmamıştı veya araştırma aşamasındaydı.

Bu durumda bu hastalığa karşı yapılması gereken nedir?

Topluluğu sükunete kavuşturmak için maddî ve manevî tedbirler almak dışında yapılacak veya yapılabilecek bir şey yoktur. Bekâr odaları fuhuş yuvaları demektir, dolayısıyla bir çok hastalıkların merkez yerleri demektir. Hastalığa bunun neden olduğu düşünülmüş, tedbir olarak da bekâr odaları kapatılmıştır.

Demek ki her şeye rağmen alınan tedbirler vardır. Bununla beraber halkın aynı zamanda kadere teslim olması isteniyor. Ayrıca Müslüman halka Ahkaf suresinin okunması tavsiye ediliyor. Gelin hep beraber bu sureyi birlikte okuyalım ve yazara göre bunu okumanın günahı neymiş, hep birlikte görelim bakalım:

 

AHKAF SURESİ

1 - Hâ mîm.

2 - Kitab'ın indirilişi, azîz, hakîm olan Allah tarafındandır.

3 - Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak gerçek ile ve belli bir süreye göre yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler.

4 - De ki: "Allah'tan başka yalvardıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin bakalım, onlar yerden neyi yarattılar? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer doğru iseniz bundan başka bir kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin."

5 - Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların yalvardıklarından habersizdirler.

6 - İnsanlar toplandıkları gün, onlara düşman olurlar ve onların, kendilerine tapmalarını tanımazlar.

7 - Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman kendilerine gelen hakkı inkâr edenler: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler.

8 - Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz. O, sizin ne taşkınlık yaptığınızı daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda O'nun şahit olması yeter. O, bağışlayandır, esirgeyendir.

9 - De ki: "Ben peygamberlerden bir türedi değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim."

Burada görülüyor ki, Allah insanlardan hastalıklara karşı bâtıl inançlarla tedavi yerine tabiî yani ilâhî kanunlarla tedavisini istemekte ve bunun için de iki yol göstermektedir:

Ya daha önceki peygamberlerin bir kitap getirmelerini istemekte ya da ilmen bunun ispat edilmesi önerilmektedir. Bunun dışında da söylentilerle ve hurafelerle sağlığa kavuşulamayacağı hatırlatılmaktadır.

Ne var ki, Osmanlılar döneminde o gün başka çare bulunamadığı için topluluk bu sureyi okumakla yetinir olmuştur. Kur'ân okumanın insanlara ne gibi bir zararı olabilir ki?!.

Yazar Kur'ân okuyanlara çok kızıyor; ama İncil veya Tevrat okuyanlara kızdığını bir türlü göremedik. Bizimki de merak işte: Acaba neden?

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda yıldızname, rüya ve ilhamlarla

iş görülüyordu.

 

"II- Devlet işlerinin rüya tabirlerine ve yıldızlara (Müneccimlerin işaretine) göre görülmesi geleneği.

Tanınmış bir tarihcimizin görüşüne göre Osmanlı devletinde Padişahların yetkilerini sınırlayan hususlardan biri de müneccimlerin etkisi idi. Devlet işlerinin görülmesinde her Padişah, kendisine Müneccim diye tayin ettiği kişinin öğütlerine değer verirdi. Müneccimler yıldızlardan geleceği öğrenerek Tanrı'nın yardımını padişahlara iletmiş olurlardı...(s. 630)

XIX cu yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar Osmanlı devleti'nin hemen bütün işlerinin görülmesinde "rüya" ve "müneccimbaşılar" önemli rol oynarlardı... Devlet'in bütün yönetiminde rüyanın özel bir yeri vardı...(s. 631)

Bunun gibi devletin diğer işleri de müneccimlerin sözüne göre yürütülürdü..."(s. 632)

 

BÂTIL İNANÇLAR HER TOPLUMDA VARDIR.

ALLAH'TAN BAŞKASI KESİNLİKLE GAYBI BİLEMEZ.

 

Tarihin ilk çağlarından itibaren insanlar dara düştüklerinde hep bir şeylere ümit bağlamak istemişler ve bâtıl inanışlara saplanmışlardır. Allah'a inanmayanlar mutlaka başka bir şeye inanırlar. Çağımızın diktatörleri insanların bu zaaflarını çok iyi bildikleri içindir ki önce Tanrı'yı inkâr ettirmekte, daha sonra da halkı kendilerine taptırmaktadırlar. Yazar gibilerin Mustafa Kemal'in her yaptığını doğru görme hastalığı bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Eğer Tanrı'ya inansaydınız doğruya doğru, yanlışa yanlış derdiniz. Oysa şimdi bazı insanlar doğruya doğru demenin budalalık olduğunu zannediyorlar. Çünkü bu tip insanlar ruhen hastadırlar. Maalesef hastalığı müzminleşmiş kimileri için şifa bulma umudu da yoktur. Bazılarının durumu umutsuz vaka gibi görünüyor.

Bâtıl inanışlar arasında yıldıznameler vardır. Yıldızlar belli kanunlarla ve matematikle hareket ederler. Sosyal olaylar da belli kanunlar içinde cereyan eder. Hesap bilinmediği zaman hesaplar yıldızların hareketlerini müşahede ederek bilme imkânı vardı. Bu birtakım sosyal ve psikal kanunlarla birleşti ve başından beri bir 'astroloji' doğdu. Bugün gülünç denecek kadar manasız olan bu inanışlar aslında binlerce yılın deneyimlerini bünyesinde barındırmaktadır. Bu konuların ilmen araştırılması gerekir.

'Rüya' ise çok daha fazla şaşılacak hikmetleri ihtiva etmektedir. Az veya çok herkes rüya görmekte ve bu rüyaların hayatla bir ilişkisi olduğunu sezmektedir. Ne var ki, henüz rüyalar da ilmî şekilde ele alınmış değildir. Diğer taraftan 'ilham' veya 'sezi' de bir gerçektir. Ancak bunların üzerinde de araştırmalar yapılmamıştır. Psikoloji ilmi henüz çok iptidai bir durumdadır. İlmin görevi bir şeyi peşinen ne kabul etmektir, ne de reddetmektir. Araştırmaların sonunu beklemek gerekir. Oysa yazar bunları baştan silip süpürmekte, ondan sonra da hep yaptığı üzere İslâmiyet'e saldırmaktadır.

İslâmiyet'e göre;

Ay ve güneşin hareketleri hesap iledir.

Gaybı yalnız Allah bilir.

Müneccimlik, sihir ve fal okları

Kesin olarak haram edilmiştir.

Rüya konusuna gelinirse;

Rüyalar ancak tevil ilmi ile bir değer ifade eder.

Tevilde ise daima hata olduğu için asla rüyaya göre hükümler verilemez.

 

Seziler de ancak;

İlmin bulunmadığı yerde kendisinden yararlanılan şeylerdir.

Sonuç olarak 'ilim' var 'zan' vardır.

İlmin olmadığı yerde zanlar belki bir şey ifade eder.

Ancak ilmin yanında zan hiçbir şey ifade etmez ve

zan asla ilim yerine geçmez.

Bu husus Kur'ân'da açık bir şekilde ve değişik yerlerde ifade edilmiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda rüya ve kura çekme,

yönetimde esas alınmıştır.

 

"SADRAZAM'ların (ve devlet'in yüksek yöneticilerinin) atanmasında uygulanan usuller - "Rüya", "Kur'a çekmek"

Sadrazamların ve genel olarak devlet'in yüksek yöneticilerinin göreve getirilmesi usulleri XIX cu yüzyılın başlarında genellikle iki usule göre olurdu. Bu usullerden birisi rüya'ya itibar usulu idi. Şeyhülislâm efendi rüyasında birisini Sadrazamlığa getirilmiş görecek ve o kişiyi Padişah'a öğüt verecek ve Padişah da böylece atama işini yapmış olacaktı....(s. 632)

Devlet'in en yüksek görevi sayılan sadrazamlığa getirilecek olan kişi'nin atanması bir de kur'a usulu ile olurdu. Şüphesiz ki rüya pek önemli bir usul olmakla beraber her zaman yüzde yüz işleyen bir usul değildi...(s. 633)

Öte yandan Muhammed "Salih" bir kişi tarafından görünen güzel bir rüyanın "Nübüvvetin cüz'ünden olduğunu", esas itibariyle rüya'nın "mübeşşirat" olduğunu (Rüya ile haber alma gereğini), Tanrı'nın melekler aracılığı ile kullarında idrakler ve vicdanî bilinçler yarattığını çeşitli Hadis'lerle ortaya vurmuştur..."(s. 634)

 

KUR'ÂN FAL İLE İŞ YAPMAYI HARAM KILMIŞTIR.

HER ŞEY ARAŞTIRILACAK VE KURALI BULUNACAKTIR.

 

Bir önceki konuda 'rüya' ile ilgili olan görüşlerimizi arzettik. Rüya konusu, gerçekten de ilmî olarak incelenmesi gereken bir konudur. İnsanlar her gün rüya görmektedirler. Bunların günlük hayat ile ilgileri ve hikmetleri araştırılmalıdır. Bu konuda henüz ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Biz rüyaları dikkate alırız, ama delil kabul edip hüküm vermeyiz.

Günümüzde, birçok konuda adaletin sağlanması için çoğu zaman kuralara başvurulmaktadır. Bugün de atamalarda kura usûlü kullanılmaktadır. Kooperatiflerde inşa edilen daireler ortaklar arasında kura ile taksim edilmektedir. Bu yöntem, insanlığın bütün dünyada kullandığı bir yöntemdir. Ancak Kur'ân kura ile iş yapmayı şiddetle reddedip Allah'ın zarlarla bölüşmeyi yasakladığını bildirmiştir:

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş hayvanlar -henüz canları çıkmadan kesmeniz hariç-, dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir). Bugün artık inkâr edenler, sizin dininizi yok etmekten umudu kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, bana sığının! Bugün size, dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim. Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir."(Mâide[5]; 3)

Ne rüya ne de sezi üzerinde bir araştırma yapılmıştır. Hattâ falcılık üzerinde de yapılmış ilmî bir araştırma yoktur. Rüyalar yazılır ve yorumlayanlara yorumlatılır. Sonra da olaylar yazılır, aralarında bir ilişki olup olmadığı ilmen tesbit edilebilir. Birbirinden habersiz olup tanımayanların rüyaları tanınmayanlara yorumlatılır ve bunlar arasında bir paralellik varsa rüyanın gerçekle bir ilgisi olduğu ortaya konabilir.

Rüya biyolojik bir olaydır.

Biyolojide boş bir şey yoktur.

Öyle ise rüya nedir?

Biz pek çok rüyalarımızın gerçekleştiğini gördük. Maalesef onları yazmadık, yazmıyoruz da. Seziler için de aynı şeyler söylenebilir. Bu kadar buluşlar ve tahminler hep sezilere dayanmaktadır. İnsanoğlu sezi, rüya, hayal ve bâtıl da olsa inançlarla yüklü bir varlıktır.

İslâmiyet;

İnsanları niyetleriyle ve kendi içtihatlarıyla hareket edip etmedikleri ile sorumlu kılmıştır. Zar ile hareket etmek, insanın kendisini tesadüflere bırakması şeklinde anlaşıldığı için haram kılınmıştır.

Her şeyin bir sebebi vardır. O halde insan bu sebebi bulmaya çalışacak ve yanlış da olsa ona göre hareket edecektir. Bu kuralcılığın bir gereğidir. Yani her şeyi bir kaideye dayatma gereğidir. Zamanla bu kurallar bütününden öyle bir sistem ortaya çıkmaktadır ki, sonuç kurallar mecmuası olmakta ve adeta boş bir yer kalmamaktadır.

Müslümanın her işte yapması gereken ve takip edeceği usul budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda,

Hıristiyanlarla anlaşma gayrimeşru sayılmıştır.

 

"III- Şeriat Nedeniyle Dış Siyasetini Millet Çıkarlarına Uyduramyan Devlet.

Şeriat devleti demek İslâm dünyası dışındaki her şeye kapalı, her şeye yabancı ve her şeye düşman devlet demektir. Çünkü Şeriat yeryüzünü Dar-ül İslam ve Dar-ül Harb diye ikiye ayırmıştır ve Dar-ül Harb'a dahil bulunan milletler veya devletlerle İslâm devletinin savaş'tan gayrı hiç bir alış verişi olamaz. Onlarla şu veya bu nedenlerle dostluklar, veya ittifaklar kuramaz, kendi öz çıkarları bunu gerektirse bile... Hıristiyan bir ülke ile ittifak Tanrı emirlerine karşı gelmek olur.

Şeriat devleti ve özellikle Osmanlı devleti Hıristiyan dünyasına dahil bütün devletleri aynı pota'da saymış ve bunların birbirleriyle savaş yaptıklarını, birbirlerine düşmanlıklar beslediklerini ve şu hale göre bunlardan birisiyle anlaşıp diğerlerine karşı savaş taktiğine başvurmanın mümkün olabileceğini XVIII yüzyılın sonlarına gelinceye kadar düşünmemiştir bile..."(s. 634)

 

TOPLULUĞUN TEMELİNİ SÖZLEŞMELER OLUŞTURUR.

SÖZLEŞMELER YAPILIR VE KAYITSIZ ŞARTSIZ UYULUR.

 

İnsanlar, insan olarak hürdürler. Kendileri istedikleri gibi yaşarlar. Ancak kendileri içtihat edip içtihatlarına göre davranırlarsa kendileri için iyi olur. Bu husustaki mesuliyet kendileri ile Allah arasında olup asla başkalarının müdahale etme hakkı yoktur. Ne var ki, müdahale eden çıkıyor. İşte bu müdahaleyi defetmek için devlet vardır. Devlet sözleşmelere dayanarak kurulur ve devletin görevi de sözleşmeleri korumaktır.

Bu nedenledir ki;

Topluluğun temeli sözleşmeler ve sözleşmelere riayettir.

Ne var ki, sözleşmelerin tarafsız olarak anlaşılabilmesi için hakemlik müessesesine ihtiyaç vardır. O da yine söze dayanır. Ben bunun kararına razıyım demek söz vermek demektir.

Osmanlılar, tüm devlet yönetimlerinde sözlere uymaya çalışmışlardır. Hıristiyanlar gibi gelişigüzel sözleşmeler yapıp sonra, Hıristiyan olmayanlarla yapılan sözleşmeler geçersizdir, dememişlerdir. Ama kimlerle ne zaman nasıl bir sözleşme yapılacağına elbette kişi veya yönetim kendisi karar verir. Bunun günah ve sevapla bir ilgisi yoktur. Devlet şartlara göre karşı tarafla anlaşma yapar veya yapmaz. Ancak bununla itham edilemez. Hıristiyanlar 'ehl-i salip' olmuşlar ve her anlaşmayı bozmuşlardır. Bu saldırgan haçlı zihniyetleri sebebiyle güvenilir dost devlet olamamışlar ve diyelim ki bu nedenle kendileriyle anlaşmalar yapılmamıştır. Yazar bundan dolayı mı Osmanlıları tenkid etmektedir?

Müslümanlar, daha Hz. Peygamber (s) zamanında yabancı devletlere ve devrin süper güçlerine mektuplar göndererek anlaşmalara çağırmışlardır. Değil yabancı devletlerle, Hıristiyan, Yahudi ve mecusi cemaatleri ile hep sözleşmeler yapılmıştır. Medine Devleti bile Müslüman, Müşrik, Hıristiyan ve Yahudilerden müteşekkildi ve meşhur 'Medine Sözleşmesi' ile kurulmuştu. Ama Avrupa'nın Haçlı orduları ile her zaman dostça geçinilememiştir. Bunun sorumluluğu tek taraflı değildir.

İslâm düzeninde;

Her şeyden önce,

Sözleşmelere kayıtsız şartsız olarak uyulması talebinde bulunulur.

Ayrıca,

Kötülüğün en iyi şekilde defedilmesi veya bertaraf edilmesi istenir.

Allah hiç bir zaman anlaşmalara mani olmaz deniyor, ama Müslümanların aleyhinde Müslüman düşmanlarıyla anlaşmak veya barış aleyhine saldırganlarla anlaşmak haram kılınmıştır. Yani İslâmiyet meşru savaşlar için pakt kurmayı meşru görmüş; hattâ emretmiştir.

Gayrimeşru amaçlar için savaşı da barışı da haram kılmıştır.

Neyin meşru neyin gayrimeşru olacağına karar vermeyi de

Hakemlere bırakmıştır.

Sizin veya başkalarının, bundan başka bir çözümünüz varsa buyurun getirin de dinleyelim. Bizim çözümlerimizi anlamadan veya anlamaya çalışmadan peşin hükümlerle doğrudan doğruya yeriyorsunuz ve ondan sonra da sadece 'akıllı hareket etmek gerekir' diyorsunuz, ama kendiniz o aklı veya akıllılığı bir türlü gösteremiyorsunuz.

Biz ise aklımızı da kitabımızı da ortaya koyuyor ve bütün çözüm-leri getiriyoruz. Aramızdaki en önemli fark da işte budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriat başka ülkelere elçilerin gönderilmesine

mani olmuştur.

 

"A- Şeriat öncesi devlet yaşamlarında farklı dinden olanlarla ittifaklar kurabilen, elçi teatisinde bulunabilen Türk. (VIcı yüzyıl Türk devletlerinin tutumu)

Bilindiği üzere Osmanlı devleti, tıpkı diğer bütün Şeriat devletleri gibi yabancı ülkelerle (Hıristiyan dünya ile) ilişki kurmaktan ve hele ittifaklar kurmaktan daima kaçınan ve bunu aklından bile geçirmeyen bir Devlet olmuştu. Uzun yüzyıllar boyunca yabancı ülkelere ELÇİ (Temsilci) dahi göndermeyi düşünmemişti. Çünkü bütün bu davranışların ŞERİAT tarafından yasaklandığını ve bu nedenle İslâm'a uygun düşmeyeceğini gözönünde tutmuştu.

Oysa ki Şeriat öncesi TÜRK'ün böylesine ilkel önyargıları ve böylesine dar görüşlülüğü olmamıştır. Doğu Asyadaki Türk devletleri daha VI cı yüzyılda (568 yılında) Bizans ile elçi teatisinde bulunmuşlardır...

Bu konuda bk. P. Goubert, "Les Turcs au VI e Sie'cle", ("Proceedings of the XXII Congress of Orientalist, Held in İstanbul in 1951." Edited by Z. V. Togan, II, Leiden 1957, sh 366-7. Ayrıca bk. J. B. Bury, The Turks in the VIth Century, (E. H. R., 1897, 12 sh. 417-426)..."(s. 635)

 

İSLÂMİYET'TE VİZE VE GÜMRÜK OLMAMIŞTIR.

ÇAĞDAŞ DOSTLUKLAR İÇİN ÇAĞDAŞ BİR TEKLİF.

 

Elçi demek, bir konuda bir başkanın haberini karşı tarafa ulaştırmak demektir. Bu uygulama ilk kavimlerden beri vardır. Avrupa'da son senelerde devamlı elçi bulundurma usûlü geliştirilmiştir. Bu da bir ihtiyaçtan doğmuştur. Çünkü devletlerarası giriş ve çıkışlar yasaklanmış, uluslararası ticaret ve seyahat artık izne tâbi olmuştur. Bu nedenle bir devletin diğer devletin yanında işleri çoğalmıştır. Problemleri çözmek için bir tür kuruluşa ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Oysa İslâmiyet'te gümrük ve vize sözkonusu olmamıştır. Herkes İslâm ülkelerine serbestçe girmiş ve çıkmıştır. Dolayısıyla devamlı olarak bir elçinin yapacağı bir şey yoktur. Tüccar veya iş adamlarının belki böyle hizmet yapan kuruluşlara ihtiyacı vardır. O zaman onu devlet değil meslekî teşekküller organize eder. İşte bu nedenle İslâm ülkelerinde sürekli elçilik bulundurma geleneği olmamıştır. Ancak Avrupa ülkeleri ile ilişkiler gelişip biz yenilmeye başlayınca, ayrıca onların vize ve gümrük usullerini de ülkemize getirince, elbette karşılıklı elçiliklerin bulunması ihtiyacı doğmuştur. Bu konuda herhangi bir dinî mukavemet de görülmemiştir.

İki medeniyeti iyice anlamak ve kavramak gerekmektedir. Bu anlayış ve kavrayış eksikliğinden dolayı, Batı ve Batı düşüncesinde olanlar İslâmiyet'i bir türlü anlayamıyorlar. Gerekli olup olmadığını düşünüp araştırmadan; nerde bu müesseseler deniyor? Oysa bir insanın ayakları kırık değilse elbette koltuk değneğine ihtiyacı olmayacak ve onları kullanmayacaktır. Sistemi sakat ve eksik olan, bir payanda ve destek ihtiyacındadır. İslâm düzeninin ise böyle bir payandaya ihtiyacı yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Karşılıklı dostluk anlaşmalarını, kültür ve iş alışverişlerini geliştirmek için başka ülkelerde takas usûlü esasına göre siteler kurulabilir. Yani başka devlete belli büyüklükte toprak verir, onlardan da yine belli büyüklükte toprak alırız. O toprak üzerinde kurulan siteler kendi bucaklarını kurar ve kendi sistemlerini uygularlar. Ayrıca değişik ülkeler birleşerek ortak bucak kurabilirler. Böylece bu bucaklardan bir kent oluşur. Hattâ devletin merkez bucağı da bu bucaklar arasında olup hava saldırılarına karşı böylece korunmuş olur. O ilçede değişik devletlerin bucak veya aşiretleri yer alacağı için orayı hiç kimse bombalamaz, ayrıca oranın savunması için de olağanüstü tedbirler alınır.

İslâmiyet, eşitlik ilkesine ve barışa götürecek her şeyi kabul etmeyi emreder.Yeter ki sonuç iyi olsun. Yani bir devletin içinde yabancı devletin bucağı veya aşireti olabilir. Bizim bucağımız orada, onun bucağı bizde olursa, dostluk ve barış pekişmiş olur. Ekonomik ve kültür ilişkilerimiz kolaylaşır.

Bakınız, biz yine şeriata dayalı olarak çağın ilerisinde bir çözüm getirmiş olduk. Bu çözüm, bucakların hukukî bağımsızlık ilkesine dayanmaktadır. Eğer şeriat hükümleri geçerli olsaydı, Lozan'da azınlıklar problem olmaz, sadece İslâmiyet'e göre azınlıklar muhtar bucaklar kurabilecekler, hattâ bu bucaklar başka devletlerin tebaası bile olacaklardır, denebilirdi. O zaman onlar askere alınmaz, hattâ onlardan cizye de istenmezdi. Kur'ân'ın mütekabiliyeti ilkesiyle cizye de kalkardı.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda,

Hıristiyan devletlerle anlaşıp bloklaşma

kâfirlik sayılmıştır.

 

"B- Devlet'in dış siyaseti millet'in (Türk'ün) çıkarlarına dayatılmış değil Sadece Şeriat gereklerine dayalı.

Denilebilir ki XIXcu yüzyıla gelinceye kadar Osmanlı devleti... İslâm dünyası dışındaki bütün ülkelere yabancı ve özellikle Avrupa'nın bütün milletlerine düşmandı...(s. 635)

Çünkü mademki bu devletler Hıristiyan devletlerdi, ve madem ki Hıristiyanlarla andlaşma yapılmazdı, millî çıkarlar gerektirse de bu devletlerle andlaşma yapmak olmazdı...

Ancak ne var ki din kaygusu millî çıkarlar kaygusundan önde gelmekteydi. Hıristiyan ülke ile andlaşma yapmak millî çıkarlar için dahi olsa doğru değildi...(s. 636)

Aklı başında sanılan ve ilminden ve irfanından geçilmeyen ve büyük ün salmış kişiler dahi yabancı devletlerle andlaşma (ittifak) yapmanın din'e aykırı düşeceği görüşünde olmuşlardır. XIXcu yüzyılda en ünlü Osmanlı ilim adamı diye geçinen Şanizade bile bu dar ve fanatik görüşlülerden biri olarak devlet için pek yararlı olabilecek Prusya ittifakına karşı çıkmıştır..."(s. 637)

 

MÜSBET AKİTLER VE MENFİ AKİTLER.

İSLÂM DEVLETİ HAKKI TESİS İÇİN VARDIR.

 

Akitler iki çeşittir: Müsbet akitler vardır, menfi akitler vardır.

Menfi akitler kişinin kişiliğini ortadan kaldıracaktır. Meselâ, biri diğeri ile anlaşma yapıyor ve evlenmeyeceksin diyor, o da kabul ediyor. Bu akit bâtıldır. Yahut sen bu tarlayı satmayacaksın diyor ve o da kabul ediyor. Böyle bir akit de bâtıldır.

Müsbet akitler kişinin şahsiyetini ve kişiliğini ortaya koyar, aynı zamanda geçerlidir. Meselâ, sen benimle evleneceksin, diyor; yahut ben bu tarlayı kiralayacağım, diyor. Karşı taraf kabul ederse, bunlar müsbet akitlerdir ve geçerlidirler.

İslâmiyet'e göre;

Devletlerarası her türlü müsbet anlaşma ve

bloklaşmalar da geçerli ve meşrudur.

Meselâ, benimle uluslararası müşterek yol yapacaksın, anlaşması geçerlidir; ama başkasıyla ortak yol yapmayacaksın, anlaşması geçersizdir.

İslâm devleti;

Herkesle ancak tek bir pakt yapar, birimize herhangi haksız bir tecavüz olursa bu hepimize yapılmış kabul edilecek ve savunma birlikte yapılacaktır. Bu haksızlık da hakemlerce tesbit edilecektir. Bunun dışında savunma veya savaşma paktları yapılamaz. Yani haksız da olsan ben seni savunacağım, paktı gayrimeşrudur.

Ama gücün yetmesi hâlinde haklı olanısavunmak,

İslâm devletinin vazifesidir.

Ancak haklı ve haksızı ayırma hakemlerce yapılır.

İşte bu da çağdaş ve yeni bir çözümdür.

Biz tenkit etmekten çok teklifler getiriyoruz.

Sizlerin herhangi bir teklif ve çözümünüz var mı?

İslâm devleti;

Hakkı tesis etmek için vardır.

Haklıyı kuvvetli kılmak için vardır.

İçerde ve dışarda, hak hakemlerce belirlenebilir.

Hakemlerin yanlış karar verdiğine kanaat getirilirse, alınan karar uygulanmaz veya savaşa girilmez. Ama hakem kararı olmadan hiç kimseye bir ceza verilemez ve kimseyle savaşılmaz. Hakem kararları ceza ve savaş için şarttır, ancak icra zorunluğu yoktur. Özel hukukta ise hakem kararlarının icra zorunluğu vardır. Meselâ, biri bir insanı öldürmüş ve hakemlerce kısasa hükmedilmiştir. Bucak başkanı eğer kararı adil bulmazsa icra etmez, ancak diyetin ödenmesine mani olamaz. Diyeti tediyeye zorlar.

İşte bu da sizin aklınıza gelmeyen yeni bir çözümdür.

Savaşta da, böyle haksızlığına hakemlerce karar verilen devlete karşı savaşmamak caizdir. Ama hakem kararı olmadan kimse ile savaşılamaz, ambargo konamaz, buna benzer diğer yaptırımlara girişilemez. Aynı şey iller ve bucaklar için de geçerlidir. Devlet bir ile hakem kararı ile ekonomik ambargo koyabilir. Saldırarak içeri giremez. İl de bucağa, bucak da aşirete, aşiret de kişiye bu ambargoyu uygulayabilir. Ancak bunların hepsi de hakem kararı ile olmak zorundadır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kur'ân Hıristiyan ve Yahudilerle anlaşmayı yasaklar.

 

"DİN Devlet'ten ayrı olmadığı için başkaca yapılacak bir şey düşünülemezdi.

Ayni şekilde Hiristiyanlarla ve Yahudilerle dostluklar, yakınlıklar kurmak, işbirliğinde bulunmak Tanrı emirleriyle ve Peygamber sözleriyle açıkça yasaklanmıştır. Buna dair Kur'an hükümleri vardır.

Şu durumda Devlet'in, yani Şeriat'ı temel yapmış ve din hükümleri dışına çıkmamayı kutsal görev saymış Osmanlı devletinin yabancı devletlerle ve hiristiyan ülkelerle andlaşma (ittifak) yapması elbette ki dine aykırı olacaktır...

AKLI rehber edinmemiş ve AKIL verilerine göre devleti yönetmek nedir öğrenmemiş Osmanlı yöneticilerinden farklı bir davranış elbetteki beklenemezdi."(s. 638)

 

İSLÂMİYET BARIŞ VE GÜVENLİK DİNİDİR.

KUR'ÂN İYİLİKTE ANLAŞMAYI FARZ KILAR.

 

İslâmiyet barış dinidir, güvenlik dinidir.

Barış ve güvenliğe katılan, hakem kararlarını kabul eden herkesle her zaman her yerde barış yapar ve buna uyar.

Ancak bu cepheye karşı olanlarla ve gayrimeşru ilkelere dayalı olarak bir anlaşmayı her yerde her zaman ve herkesle yasaklar.

Bu bakımdan iki cephe vardır:

1 - Hakemliği kabul eden topluluklar İslâm milletidir. Nerde yaşarlarsa yaşasınlar barış içindedirler Savaşa katılırlarsa siyasî haklara sahip olurlar. Hakemliği kabul edip bedenen savaşa katılmazlarsa, kendilerinden askerlik bedeli alınır ve siyasî haklar dışında bütün haklara sahip olarak yine barış içinde yaşarlar.

2 - Buna karşılık hakem kararlarına rıza göstermeyenler nerede olurlarsa olsunlar kâfirdirler ve onlarla her yerde her zaman savaşılabilir. Ancak kendi ülkelerine çekilir, hiçbir şeye karışmaz ve ülkeleri halklarının da istediklerinde ülkelerini terketme imkanlarını verirlerse, oraya girilip onlarla savaş yapılmaz.

İslâmiyet;

İlk devleti kurduğu zaman Yahudi kabilelerle anlaşmış ve onlara eşit haklar tanımıştır. Kur'ân'ın men ettiği sadece kötülükte anlaşmadır.

Kur'ân, iyilikte anlaşmayı ise farz kılar.

Bu kadar basit bir şeyin anlaşılmaması için bir sebep yoktur. Hıristiyanlarla aynı sofrada yemek yenilmesine ve onlarla evlenip ortak nesil yetiştirilmesine izin veren Kur'ân değil midir?

Sadece savaşçı olan kadının savaşçı olmayan erkekle evlenip evlenemeyeceği hususu Kur'ân'da meskuttur. Dikkat edin, meskuttur diyoruz, yani bu konuda bir şey söylenmemiştir. Bu mesele çağın gereğine bırakılıyor demektir. Eğer kadın - erkek hukuku eşitlik ilkesine gelmişse, onunla kadın evlenebilir, gelmemişse baskı yapacağı için evlenemez demektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriat diğer bütün ülkeleri dar-ı harb kabul eder.

 

"C- Şeriat Nedeniyle Dış Dünyaya kapalı Devlet Olmanın Olumsuz Sonuçları (Devam)

Biraz yukarda belirttiğimiz gibi Osmanlı devleti'nin dış dünyaya ve özellikle BATI'ya kapalı, ve onunla ilişki kurmaz, ona karşı gözü kapalı ve düşmanlık besler oluşunun nedeni Şeriat devleti olmasındandı. Çünkü Şeriat yeryüzünü "Dar-ül Harb" (Savaş diyarı) ve "Dar-ül İslâm" (İslâm diyarı) olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Dar-ül Harb, Müslüman olmayanların yani kendilerine karşı devamlı şekilde savaş açılmak gereken milletlerin yaşadıkları yerlerdi. Deyim olarak da "Dar-ül Harb" bunu anlatmaktaydı. Şeriat hükümlerine ve özellikle Kur'an emirlerine göre yeryüzünün bu Dar-ül Harb bölümü yok oluncaya ve daha doğrusu bu yerler İslâm'a geçinceye ve oradaki insanlar ya İslâm'ı kabul edip ya da (etmedikleri takdirde) cizye verinceye veyahutta bu şıklar dışında telef oluncaya kadar SAVAŞ (yani CİHAD) müslümanlar için en kutsal görevdi...

Uzun süreli Barış andlaşmalarını Osmanlı Devleti, ancak güçten düşüpte yenilgi-lerden kurtulamayacağını anladığı zaman imzalar olmuştur,..."(s. 639)

 

KİME 'MÜ'MİN' VE 'MÜSLİM' DENİR?

'DÂR-I İSLÂM', 'DÂR-I HARB' VE 'DÂR-I TERK'

 

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber (s) Medine'ye vardığında halkı 'mü'min' ve 'müslim' diye ikiye ayırdı. Mü'min demek, Hz. Peygamber'in peygamberliğini ve başkanlığını kabul edenler demekti. Müslim ise, Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyen ama başkanlığını kabul edenler demekti. İşte böylece lâik bir devlet yönetimi başlamıştı. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyenler de devletin vatandaşı olmuşlardı.

Bundan başka 'savaş hukuku' ile 'barış hukuku' farklıdır. Savaşta kuvvetli kimse haklı odur. Sözleşmeleri değil başkanı dinler, ayrıca hakem yoktur. Sorumluluk toplucadır. Başarı sonuca göre değerlendirilir. Takip edilen yolun meşruluğu sözkonusu değildir. Halbuki barışta yani barış (İslâm) hukukunda ise haklı kimse kuvvetli odur. Emirler değil anlaşmalar geçerlidir ve hakem kararları hakimdir. Mesuliyet şahsidir ve başarı sonuçla değil davranışlarla değerlendirilir. Gayeye ulaşıp ulaşmama değil, meşru hareket edip etmeme sözkonusudur.

Savaş hukukunun uygulandığı yerlere 'dâr-ı harb' denir.

Barış hukukunun uygulandığı yere de 'dâr-ı İslâm' denir.

Zaten bunların Arapçası da aynen bunu ifade eder.

Peki, neresi dâr-ı harb, neresi dâr-ı İslâm'dır?

Bir yere hem girme hem çıkma serbest ise;

Orası 'Dâr-ı İslâm'dır.

Bir yere hem girme hem çıkma izne tabi ise;

Orası 'Dâr-ı Harb'dır.

Savaşta olan yerler dâr-ı harbdır.

Barışta olan yerler dâr-ı İslâm'dır.

Yani savaş cephesinin her iki tarafı dâr-ı harbdır. Umumi seferberlikte tüm devlet ülkesi dâr-ı harbdır. Yani dâr-ı harb ve dâr-ı İslâm dinî bir ayırım değil siyasî bir ayırımdır.

Bir üçüncü ülke vardır ki ona da 'dâr-ı terk' diyoruz. Onlarla barış izinde değiliz ama savaşmıyoruz da, mütareke halindeyiz. Bu ülkeler, girişleri yasaklıyor, çıkışları serbest bırakıyorlarsa, biz ona dâr-ı terk hükümlerini uygularız.

Kur'ân, bu üç grubun hükümlerini ayrı ayrı anlatır. Dâr-ı terk sahipleri için de, onlar ne sizinle ne de başkaları ile savaşmak istemiyorlarsa siz onları kendi ülkelerinde takip etmeyin, diyor. Yani dâr-ı terk kelimesini kullanmıyor ama hükümlerini koyuyor. Kur'ân insanların ihtiyacı olan hiç bir hükmü ihmal etmemiştir ve en iyilerini getirmiştir.

İşte meydan burada.

Kur'ân ve şeriat nizamı da ortada.

Siz daha iyisini getirin de biz de ona uyalım.

 

Ne var ki, insanlar bu güzelim Kur'ân hükümlerini bozdular;

Şeriattan uzaklaştılar ve  çeşitli 'izm'lere takılıp helâk oldular.

Bir de bütün bunların üstüne üstlük, kabahat da şeriatın oldu!

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Japonya'nın aksine Osmanlılarda dil öğrenme bile

günah sayılmıştır.

 

"1- Dış'a Kapalılık

Şeriat zihniyetinin yoğurduğu Osmanlı toplumu dış âleme karşı öylesine kapalı ve müslüman olmayan her şeye karşı öylesine yabancı ve düşman, başkalarının güzel örneklerine yönelmesinin dinsizlik olacağına öylesine inanmıştı ki yabancı dil öğrenmeyi bile dinsizlik sayıp devletin tercümanlarını müslüman olmayan tebadan seçmek zorunluluğunda kalmıştı yüzyıllar boyunca...(s. 639)

Bu yabancılığın ülkemizi ne derece geri bıraktığını anlamak için dış etkilere en geniş anlamiyle kendini terkeden Japon örneğini gözönünde bulundurmak yeterlidir.

Japon toplumunu geliştirmeğe ve ilerletmeğe kararlı Japon aydını, topluma halkın eski bir gelenek uyarınca, yabancı fikirleri ve sistemleri benimsetmek ve uygulamak konusunda hiç bir zaman çekingen davranmamıştır..."(s. 640)

 

KUR'ÂN VE ARAPÇANIN FARKLI YERİ VARDIR.

İNSANLIĞIN ORTAK İLİM DİLİ ARAPÇA OLACAKTIR.

 

İnsanlar, ayrı ayrı kavimler şeklinde yaratılmışlardır. Bu ayrı olma kültür farkından doğmaktadır. Kültür; dil, sanat, teknik ve hukuktur. İnsanların fikir, his, irade ve ünsiyetinin ifade araçlarıdır. Bu farklılık olmasa insanlık tek ulus olurdu. Sosyoloji, aile gibi ulusların da vazgeçilmez tabiî varlıklar olduğunu ortaya koymuştur. Marx bundan dolayı yanılmıştır ve bu yanılgıları son yıllarda iyice belirginleşmiştir.

İslâmiyet'te Kur'ân'ın farklı bir yeri vardır, ama Arapların farklı bir yeri yoktur. Kur'ân'ın Arapça olması, Arapçayı üstün bir dil yapmıştır. Ne var ki, Arapları da siyaset bakımından daima alt seviyede tutmuştur. Yani bu üstünlük Araplara bir yarar sağlamamıştır. Esasen bugün Arapların konuştuğu Arapça da Kur'ân Arapçası değildir. Bütün Arap devletleri kendi mahalli lehçelerini konuşmaktadırlar.

İslâmiyet'e göre, kavimler ve uluslar vardır. Dolayısıyla bütün bu kavimlerin kendi dilleri de vardır.

İslâmiyet'i her kavme kendi dili ile tebliğ etmek farzdır ve farz-ı kifayedir. Yani İslâmiyet yabancı dil öğrenmeyi haram etmek şöyle dursun, yabancı dilleri öğrenmeyi teşvik etmiş ve hattâ farz kılmıştır.

Ne var ki, galip devletler mağlup devletlerin dillerini öğrenmezler. Mağluplar galip devletlerin dillerini öğrenirler. Bu da devletin ortak bir dili olması zaruretinin bir sonucudur.

Bu durumla ilgili istisnalar da vardır. Kültürleri çok yüksek olan topluluklar mağlup olsalar da dillerini yine öğrettirirler. Nitekim Müslümanlar Yunanca, Farsça ve İbranice öğrenme ihtiyacını duymuşlar, hattâ Hintçeden tercümeler yapmışlardır. Ama Latinceyi öğrenme ihtiyacını duymamışlardır. Avrupa dilleri ise onlar için dil bile sayılmazdı. Çünkü Avrupalılar Latince eserler veriyorlardı.

İslâmiyet'e göre;

Ayrı ayrı kavimler vardır ve her kavim kendi dilini konuşur.

Hiçbir kavmin diğer kavimden irsî bir üstünlüğü yoktur.

Medeniyet yarışında ise üstünlükler dolaşır durur.

Bu da gençlik ve yaşlılıktan doğacağı gibi;

Farklı medeniyetlerin kaynaşmasının etkileri içinde de olur.

Her dil öğrenilmeli ve halka kendi öz dilleri ile tebliğ yapılmalıdır.

Onlara yabancı dil öğretme yerine;

Onların dillerini öğrenme ilkesi hâkimdir.

Kişiler de gidip başka ülkelerde onların dillerini öğrenip kültürlerini kendi dillerine çevirecektir. Sadece her dilden her dile tercüme yerine; her dilden Arapçaya ve Arapçadan da her dile çevrilmesinin ekonomik ve birlik için yararlı olduğu aşikârdır.

Bu sayede bütün insanlık için 'ortak ilim dili' oluşacaktır.

Bu zorlama ile değil de hizmetle gerçekleşecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda dış siyaset Rum tercümanlarla yürütülürdü.

 

"D- Şeriat Devleti Olarak ve Şeriat nedeniyle diplomasi alanında ve dış işlerinin yürütülmesinde gerilik.

Her alanda olduğu gibi diplomasi ve dış işleri alanında da Osmanlı devleti, Şeriat'a saplanmışlık ve din önyargıları nedeniyle hiç bir gelişmeye, hiç bir değişikliğe giremez durumda kalmıştır uzun yüzyıllar. XIXcu yüzyıla gelinceye kadar bu alanda da orta çağ niteliğinde bir devlet ve toplum olarak kalmıştır. Ne doğru dürüst bir dış işleri Bakanlığı ve kuruluşu, ne dil bilir diplomat ve memur ya da tercüman,...

... Bunlar bütün dış dünya bilgilerini, ve yabancı devletlerle Osmanlı devletinin ilişkilerini, Fenerli Rum tercümanlar aracılığı ile elde ederler veya yaparlardı."(s. 640)

 

İÇ GÜVENLİK VE DIŞ GÜVENLİK SORUNU.

HIRİSTİYANLARIN TERCÜMANLIKLARI CAİZDİR.

 

Devletlerin iki büyük sıkıntısı vardır: İç güvenlik ve dış güvenlik.

Demokratik yönetimlerde iç güvenlik daha kolay sağlanmaktadır. Çünkü halk yönetimden razıdır ve memnundur. Oysa merkezî sistemle yönetilen ülkelerde iç isyanlar çok zor bastırılabilmektedir. Buna karşılık savaşlar yani dış güvenlik ise demokratik yönetimlerde o kadar başarılı olamamaktadır.

Osmanlılar dış tehlikeleri kolayca bertaraf etmekte ve düşmanlarını hep yenmekteydiler. Çünkü merkezî sistem ile yönetiliyorlardı. Ancak iç isyanlar Osmanlıları hep ürkütmüştür. Bundan dolayı yönetimdeki yüksek kademede hep devşirme vezirlere rağbet edilmiş, yeniçeri ordusu bulundurulmuş ve tercüman olarak da Hıristiyan ve Yahudilerden yararlanılmıştır. Bunların herhangi bir ihanetleri de görülmemiştir.

İslâm düzeninde;

Askerliğe fiilen katılmamış kimselerin siyasî hakları yoktur. Bu nedenle polis hizmeti olan soruşturmacılık ve resmî tanıklık hizmetini ifa edemezler. Ama beyanları muteberdir. Doğru söylediğine kanaat getirdiğimiz bir Hıristiyan bize kıble gösterirse; biz bunu kabul eder ve ona göre hareket ederiz.

O halde İslâmiyet'te Hıristiyanların da tercümanlık yapmaları caizdir.

Osmanlıların gayrimüslimleri istihdam etmeleri takdire değerdir.

Gerçi burada Osmanlıların kendileri neden yabancı diller öğrenmediler, deniyor. Osmanlılar da yabancı dil öğreniyorlardı ama bir önceki konuda saydığımız Arapça, Farsça, İbranice ve Yunanca dillerini öğreniyorlardı. Son zamanlarda da sırasıyla Fransızca, Almanca ve İngilizce öğrenmeye başladılar. Bu yabancı diller yanında. gerektiğinde öğrenilmesi gereken diğer şeyleri de öğrenen bu nesiller, bu sayede yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kolaylıkla kurdular. Hiç bilmeyenler ve bilgisiz olanlar bu devleti kuramazlardı. Bilgi ve birikimleri ile orantılı olarak yeni bir devlet kurdular.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılar önce Musevileri sonra Rumları

tercüman yaptılar.

 

"1- Yabancı dil öğrenmek dinsizlik sayıldığından devletin dış ilişkileri ve devlet sırları gayri müslim tercümanların elinde

XIXcu yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Osmanlı devletinin yabancı dil bilir Türk (Müslüman) elemanları yoktur. "O taassup devrinde Avrupa dillerinden birini öğrenene dinsiz gözü ile bakılır, toplumda rahat yaşamak imkânı da verilmezdi... devletin en mahrem (gizli) işlerini ve ilişkilerini idare eden zaten Fenerlilerdi (Rumlardı)". Cevdet Paşa, A.g.e., sh. 317, 322-3...

Bu gelenek 1821 yıllarına kadar böylece süregelmiştir...(s. 641)

XVIIci yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Devletin dış işlerinde tercüman olarak genellikle Museviler veya Müslüman olmuş Avrupalılar kullanılırken, daha sonra bu işlere Rumlar alınır olmuştur...

Söylendiğine göre bu tercümanlar arasında Osmanlı devletine en güvenilir hizmet edenler olmakla beraber, devletin sırlarını yabancılara vererek büyük paralar ve zenginlikler yapanlar da olmamış değildir... Bu konuda bk. Thomas Naff, "Reform and the Conduct of Ottoman Diplomacy in the Reign of Selim III, 1789-1807" ("Journal of the American Oriental Society", Vol. 83, 1963, No. 3, sh. 295-315)..."(s. 642)

 

OSMANLIYI YIKAN,

MEDRESENİN DİL ÖĞRENMEMESİDİR.

İSLÂMİYET;

SEYAHATI VE DİL ÖGRENMEYİ FARZ KILMIŞTIR.

 

Museviler tüccar bir kavimdir. Bütün dünyaya dağılmışlardır. Dünyanın değişik dillerini bilmektedirler. Dolayısıyla tercüman olarak değerlendirilmeleri tabiidir. Bu konularda Yahudiler dışında münasebette bulunulan bir de Hıristiyanlar vardı. Hıristiyanlarla Yahudiler arasında hasımlık vardı. Beş asır önce Yahudiler Hıristiyan zulmü sebebiyle İspanya'dan sürülmüş ve Osmanlılara sığınmışlardı.

Rumlar ise Türkler gibi yabancı dilleri bilmiyorlardı. Sonraları ise Yahudiler Hıristiyanları da hakimiyetlerine alıp onları Türklere saldırttılar ve artık güvenilmez oldular. Rumlar da Batı dillerini öğrenmeğe başladılar. Böylece onlar da tercümanlıkta istihdam edildiler. Sonraları onların da ihanetleri öğrenildi ve bunun üzerine alternatif bulunamayınca Türkler gerekli yabancı dilleri öğrenmeye başladılar.

Ancak onların ihaneti gayrimüslimlerden daha büyük oldu. Bu ihanet henüz bitmiş ve tükenmiş değildir. Tabii burada eksik olan husus medresenin yabancı dil öğrenmemiş olmasıdır. Osmanlıyı yıkan ve çökerten de bu eksiklik veya ihmal olmuştur. Çünkü yenilikler 'ilim adamı' aracılığı ile değil 'sokak adamı' ile ülkeye geliyordu. Bilgisiz ve görgüsüz sokak adamlarının ne getirebileceği ise herkesin malumudur.

İslâmiyet;

Seyahat etmeyi ve yabancı dil öğrenmeyi

'farz-ı kifaye' olarak emretmektedir.

Yabancı ülkelerde bunun için Türk bucakları kurulmak istenir. Olmazsa ülkemizde her önemli dilden birer aşiret yerleştirilir ve onlarla sıhrî akrabalıklar kurulur, böylece her ülke ile dil ilişkisinde bulunulmuş olur.

Diğer bir imkân da, herkesin Arapça öğrenmesi ve uluslararası ilişkilerde Arapça'nın uluslararası dil olarak kullanılmasıdır. Bu aynı zamanda çağlar arası irtibatı da sağlar. Bizim bu konuda önerdiğimiz genel çözüm budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda matbaa da günah sayılmıştır.

 

"IV- OSMANLI DEVLETİ'NİN VE TOPLUMU'NUN İSLÂM DÜNYASI DIŞINDAKİ HER ŞEYE KARŞI DÜŞMANLIĞI VE KAPALILIĞI (Devam).

Osmanlı devleti ve toplumu müslümanlık ve İslâm dünyası dışındaki her şeye öylesine yabancı, öylesine düşman, öylesine ilgisiz idi ki "hiristiyan buluşudur" diye matbaayı almaktan kaçınmış, "kafirden gelmedir" diye Batı'nın ilmini, fennini, felsefesini, edebiyat ve tarihini kenara atmış, askerî reformları bile geri çevirmeğe kalkmıştır..."(s. 643)

Osmanlı devleti kendi müslüman unsurlarına yabancı dil öğretip onları devlet işlerinde tercüman olarak kullanmak böylece devlet sırlarını saklı tutulmasını sağlamak yolunu bile düşünmemiştir. Böylesine akılsız ve beyinsiz insanların devletin başında bulunduğu bir toplumdur Osmanlı toplumu.(s. 644)

 

YENİLİKÇİLERLE GELENEKÇİLERİN MÜCADELESİ.

MATBAAYA KARŞI ÇIKMANIN SEBEPLERİ NELERDİR?

 

İnsanlar her zaman yeni şeylerle karşılaşmışlardır. Bu ya kendi ülkelerinde kendi insanlarının deneyimleri, buluşları ve istekleri olarak ortaya çıkar veya yabancı ülke insanlarının buluş, deney ve istekleri olarak ortaya çıkar. Topluluk içinde bunlara ilgi duyulmaz ve parlayan ışık sönüp gider. Doğmadan ölür. Bazen de moda halinde ilgi duyulup hemen yerleşir ve bu yeniliğin olduğu bile hissedilmez. Oysa bir çok yenilik vardır ki, ona karşı reaksiyon doğar, taraflar tartışır ve gündem oluşturur. Yenilikçilerle eskilikçiler arasındaki mücadele sonunda, yenilik anlaşılıp benimsenerek yerleşir. Bu arada yeninin kullanılması da zor olur ve yeni olan zorla kabul ettirilir; ya da zorla eskisi korunur.

Bu dört şıktan en iyisi zorlamadan yapılan tartışmalar sonunda elde edilen yeniliktir veya eskiyi terktir. Değerlendirmeden reddetmek, değerlendirmeden almak veya zorla almak veya reddetmek hep kötü sonuçlara götürür.

Osmanlılarda başlangıçta değerlendirmeden reddetme, sonraları da değerlendirmeden alma hastalığı belirmiştir. Tanzimattan sonra zorla alma hastalığı cumhuriyette en üst seviyeye ulaşmıştır. Matbaa başlangıçta değerlendirilmeden reddedilmiş, sonra da değerlendirilmeden alınmıştır. Bu nedenle hâlâ millî basın tartışmalıdır.

İslâmiyet;

Daima her yerde her işte ve her zaman herkese içtihadı emreder.Bu emir, karşınıza gelen her öneriyi değerlendirin demektir. İçtihadınıza göre alın veya bırakın demektir. İçtihadınızı başkasına anlatın ama asla içtihadınıza davet etmeyin. Davet icmadan sonra olacaktır; yahut o kimsenin de sizin içtihadınıza katılmasından sonra olacaktır.

İslâmiyet'e göre;

Hiç bir şey ne iyidir ne de kötüdür.

Her şeyin iyi veya kötü kullanılması iyi veya kötüdür.

Ateş hem iyidir hem kötüdür. Hiç bir Müslüman, hele alim olursa, hiç bir makinaya, alete, araca haram demez. Haram olan bunların kötü amaçlarla kullanılmasıdır. Ancak bu yönde bir karşı çıkma sözkonusu olabilir.

Matbaaya kötü ve zararlı şeyleri bastığı için, yapılan o baskıya yani basılan kötü şeylere karşı çıkılmış olabilir. Bir de matbaanın doğuracağı ekonomik sadmelerden dolayı bir direnme söz konusu olabilir. Bu dinî değil ekonomik bir direnmedir. Çünkü asırlardır her şey elle yazılıyordu ve sayıları onbinlere ulaşan hattatlar vardı. Bunların aileleri de düşünüldüğünde, matbaanın varlığından ekonomik olarak zarar görecek büyük bir nüfus sözkonusu olmaktadır. Bu ekonomik boyutu gözardı etmemek gerekmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Türkler kendileri için

İslâmiyet'ten başka din tanımadılar.

 

"A- Sosyal ayrıcalık konusunda "İslam'ı katı ve müsamahasız hale getiren Türklerdir" tezi

İlmî tarafsızlığı ve Türk dostluğu ile tanınmış ünlü bilim adamlarından Bernard Lewis bile İslâm dinini sosyal ayrıcalık bakımından "müsamahasız" (hoşgörüden yoksun) hale getirenlerin Türkler olduğu kanısında olanlardandır.

İslâm'ın temel hükümlerine uygun olarak Osmanlı devleti'nin başka dinlere karşı hoşgörü beslediğini ve Hiristiyanlarla Musevileri güvenlik ve barış içerisinde yaşattığını ve fakat buna karşılık bu unsurların Müslüman halk ile kaynaşmaması... için ne mümkünse her şeyi yaptığını söyler... Bk. Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, (Oxford University Press 1968 sh. 14-15)...(s. 644)

Görüş doğrudur ancak eklenmesi gereken husus şudur ki gayrimüslim unsurları kendinden uzak tutan sadece Türk toplumu değil bütün İslâm toplumları olmuştur. Zira İslâm, gayri müslimleri, Müslüman ahali ile birlikte bağrına basmış ve eşit kılmış değildir ki aksi gerçek olabilsin..."(s. 645)

 

TÜRKLER NEDEN MÜSLÜMAN OLDULAR?

İSLÂMİYET'TE, DİNDE ZORLAMA YOKTUR.

 

Dinlerin çoğu tarih öncesinden gelmektedir. Elde yazılı metinler yoktur. Bütün bilgiler dilden dile aktarılmakta ve değişmektedir. Bu dinler zamanla sosyal problemi çözemez olur ve rahatlıkla değişirler. Türklerin de böyle dinî metinleri yoktu. Sadece birtakım efsunculuk ve kadim inançlar din haline gelmişti. Tanrı'ya olan inanç zayıflayınca bâtıl inançlar artar. Dolayısıyla Türklerin belli bir dini yoktu, sadece gelenekleri vardı. Bu gelenekler de topluluğu etkilemiyor, topluluk onu istediği şekle sokuyordu.

İbrani dinleri ile doğu dinlerinin ise yazılı metinleri vardı, mukaddes kitapları vardı, dolayısıyla onlar İslâmiyet'ten sonra da varlıklarını korudular. Ama kitapları olmayan topluluklar İslâmiyet'le karşılaşınca, kendi dinlerini ve bâtıl inanışlarını toptan terkettiler. Nitekim bugün de aynı şey olmaktadır. Kitapları olmayan dinlerin mensupları, okur yazar olunca kitabı olan dinlerden birine girmektedirler.

Türklerin inançları ile ilgili olarak bir kitabı olmadığı için hep birden ve topyekün Müslüman oldular. Sadece Batı bölgelerinde yerleşenler Hıristiyan oldular. Ancak dinî savaşlar Türkleri birbirlerini tanıyamaz hâle getirdi. Şimdi Macar ve Finler Türk olduklarını bilmektedirler. Ama Müslüman Türkler ile Hıristiyan Türkler arasındaki ilişkiler yok denecek kadar azdır veya hiç yoktur.

İslâmiyet'e göre;

Dinde zorlama yoktur.

Ancak herkesin bağlı bulunduğu bir kitabının olması gerekir. Bunlardan tek Tanrı'ya inanan dinlerin İslâm dünyasında Müslümanlarla aynı hukuku vardır. Bunlar pekala muharip sınıftan olabilirler. Onlarla evlenilir ve onların yaptıkları yemekler de yenir.

Tek Tanrı'ya inanmayanlar, İslâm devleti içinde siyasî haklara sahip olamazlar, onlarla evlenmek de caiz değildir ve onların yaptığı yemekler de yenmez. Kimlerin tek Tanrı'ya inandıkları veya inanmadıkları ise içtihatla tesbit edilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda Hıristiyanların rahat yaşadığı

doğru değildir.

 

"B- Millet'i oluşturan çeşitli unsurlara (Ekalliyet'e) karşı Devlet'in olumsuz tutumu:

Kendi öz halkına, ve daha doğrusu müslüman ahaliye karşı tam bir düşman gibi davranan bir DEVLET'in, müslüman olmayan tebaya karşı daha iyi ve daha insanî bir davranış içerisinde bulunmasını beklemek mümkün değildir. Nitekim Şeriat devletlerinde bu her zaman için böyle olmuştur.

Her ne kadar Şeriat ülkelerindeki "gayri müslim" teba'nın, bir çok bakımlardan ve özellikle kendi dinlerine ve inançlarına sahip olarak serbestce ve huzur içerisinde yaşadıkları kabul edilirse de gerçekte bunun böyle olmadığını ve...

Bir yabancı yazar, Lawrence E. Browne, The Eclispse of Christianity in Asia, from the Time of Muhammed till the XVI century, (New York 1967) adlı kitabında Halife al-Hakim devri haric İslam devletlerinde Hükümdarların genellikle Hiristiyan ve Musevi tebaaya karşı fazla ezici olmadıklarını ve fakat sadece Müslüman halkın müslim tebaaya karşı kötü davranışlarına veya hücumlarına engel olmadıklarını ve bir de Müslümanların Hiristiyan kişilere karşı iftiralarına sorgusuz sualsiz inandıklarını, ve bütün hatalarının bu olabileceğini belirtir. (A.g.e., sh. 62-3)..."(s. 645)

 

MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYANLAR

900 YIL BİRLİKTE YAŞADILAR.

İSLÂM DÜZENİNDE MÜSLİM VE GAYRİMÜSLİM:

 

Osmanlılar, yaşlılığından dolayı artık varlığını sürdürebilme gücünü yitirmiş Bizans topraklarını alırkan son derece ahenkli bir düzen kurdular. Zaten sayıları çok olan yerliler, ekonomi ile iştigal edecekler ve cüz'î bir vergi vereceklerdir. Türkler ise asker olup iç ve dış güvenliği sağlayacaklardır. Adil hakimlerin hükmü ile ülke adaletle ve saadetle yönetilecektir. Bu durumdan yerliler son derece memnundular, çünkü savaş külfetinden kurtulmuş, kendi toprakları da yine kendilerine kalmıştı. Türkler de memnundular, çünkü İslâmiyet'in emrettiği tebliğ işini başarıyor ve ülkeleri teker teker fethediyorlardı. Kadıların adaletle hükmetmelerine titizlik gösteriliyordu. Fetihler devam ettikçe bu rahatlık da devam ediyordu. Yeniçerilerin istihdamı Hıristiyanlara ayrıca güven de sağladı.

Ancak mağlubiyetlerin ve gerilemenin başlaması devleti zayıf düşürdü. Yavaş yavaş adaletten uzaklaşıldı. Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da zulme uğramaya başladılar. Hele Batılılarla işbirliği yapıp Türkleri katletmeye başlayınca, o zaman da cumhuriyet döneminde kökleri bile kurutuldu. Ama bunun sorumluluğu tamamen onlara aitti. Çünkü önce onlar düşmanla birlik olmak suretiyle ihanet ederek 900 yıldır birlikte yaşadıkları insanları yani Türkleri katletmeye başladılar. Çünkü Batı dünyası onları öyle yapmaları için organize etmişti. Ama iş işten geçtikten sonra da Batı onlara sahip çıkmadı.

Bugünkü Rum ve Ermenilerin bu Batı plan ve kışkırtmalarını iyi değerlendirmeleri gerekir. Batılılara dayanarak veya güvenerek isyan eden diğer kavimlerin de bu olanlardan ders ve ibret almaları gerekir. İsyan eden ve kendi ülkesinde anarşi çıkaranların dostu yoktur. Onlar düşman tarafından sadece araç ve maşa olarak kullanılırlar. Düşmanın işi bittiğinde de acımasız bir şekilde safra olarak bir kenara atılırlar.

İslâm düzeninde;

Müslim olsun gayrimüslim olsun, herkes isterse muharip olur ve askerlik bedelini ödemez. İsteyen de bedenen askerlikten ve savaştan kendisinin muaf tutulmasını ister ve askerlik bedelini verir. Böylece savaş yerine iş hayatı ve ekonomik faaliyetlerle daha çok ilgilenir.

Savaşçılar zımmî olamazlar, zımmîler ise her zaman savaşçı olabilirler. Böylece isteyenler için savaş kalkmış olur,sadece savaşmak isteyenler aralarında savaşırlar ve kazananlar ülkeleri yönetirler.

İşte yine İslâmiyet'in alternatifi olmayan bir çözümünü sunduk.

Hangisi bu kadar iyidir?

Savaşın kalkması mı? Yoksa zorla herkesin savaşması mı?

Elbette isteyenlerin savaşması ilkesi hepsinden üstündür.

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1657 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1383 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1340 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1409 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4245 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1329 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1279 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1367 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1227 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1432 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1442 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1503 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1631 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1288 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1851 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1378 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1302 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1343 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1342 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1380 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1318 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1323 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2710 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1263 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1361 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1357 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1563 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1313 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1343 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1294 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2266 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1267 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1291 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1392 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1663 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1409 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1270 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1309 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1287 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4284 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1542 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1314 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1292 Okunma