DÖRDÜNCÜ KONU
ŞERİATIN SAVAŞÇILIK NİTELİĞİNİN
ASKERÎ DEVLET OLUŞTURMASI
İlhan Arsel'e göre;
İslâmiyet'te askerlik kutsal sayılmış,
bundan dolayı demokrasiye geçilememiştir.
"ŞERİAT'IN SAVAŞÇILIK NİTELİĞİ ŞERİAT DEVLETİ'NİN ASKERÎ DEVLET NİTELİĞİ İÇERİSİNDE OLUŞMASI SONUCUNU YARATMIŞTIR. DEMOKRASİYE YÖNELİNEMEYİŞİN BİR NEDENİ DE BU OLMUŞTUR.
SAVAŞ'ı kendisine temel AMAÇ ve VAR OLUŞ nedeni yapan ŞERİAT düzenine dayalı Şeriat DEVLETİ'nin askerî devlet niteliği dışında oluşmasına imkan düşünülemezdi.
Daha ilk kuruluşu anından itibaren Şeriat devleti askeri devlet şeklinde ortaya çıkmış ve bu şekliyle kalagelmiştir. Genel olarak denilebilir ki İslâm'da devletin ASKERİ DEVLET nitelikleri içinde oluşması İslam dininin temel kuralları arasında din'in savaş (Cihad) yolu yayılmasını, ve savaş yolu ile kabul ettirilmesini öngören Tanrı ve Peygamber emirlerindendir...
Şeriat ülkelerinde DEMOKRASİ'ye geçilemeyişin bir nedeni de bu olmuştur."(s. 751)
ASKERLİK NEDEN MUKADDESTİR?
İNSAN HAKLARINI KORUMAK KUTSALDIR.
Allah insanı yaratmış ve ona iki yol göstermiştir. O da bu iki yoldan birini seçecek ve ona göre karşılığını alacaktır. Oysa onun bu iki yoldan birisini seçme hürriyetini tanımayanlar vardır. Onlar baskı yaparak halkı kendi yollarına götürmektedirler. Böylece insan kendi iradesini kullanamamakta ve başkasının iradesiyle hareket eder hale getirilmektedir. Bu da yaradılış gayesine aykırıdır.
İnsanın kendi iradesi ile istediği gibi yaşamasına demokrasi diyoruz. İşte mukaddes olan bu 'irade hürriyeti', yani lâiklik ve demokrasidir. Bu mukaddes hak ve hürriyetleri korumak da orduya aittir. Bundan dolayı askerlik mukaddestir. Zaten bütün devletler askerliği tebcil etmeseler o devletler yaşayamaz ve onların yerine tebcil eden devletler gelir.
Demek ki istenen 'Osmanlılar neden varoldular?' cümlesidir. Batılılar böyle düşünüyor ve biz onların böyle düşünmesini bir açıdan baktığımızda normal kabul edebiliyoruz, ama bir Türkün böyle düşünmesini anlamakta büyük bir zorluk çekiyoruz.
İslâmiyet'te demokrasinin gelmemesi, İslâmiyet'in yaşlı durumda iken demokrasi anlayışının ortaya çıkmış olması nedeniyledir. Kendisi neden bulamadı diyecek olursanız; hiç bir tarihî gelişme günü ve vakti gelmeden gerçekleşemez, deriz. Her şeyin oluşmuş ve ortaya çıkacağı tabiî bir günü vardır. Vakti dolmadan ve günü gelmeden hiç bir şey olmaz.
Bunu bir örnekle anlatalım.
Bugünden 500 yıl sonra Batı çökmüş olacak, İslâm Medeniyeti zirvede olacak, bugün mevcut olmayan gelişmeler olacak; dar düşünceli olan bazı insanlar da 'Batılılar geçmişte bunları neden yapamadılar?' diyeceklerdir.
Hiç şüphe yok ki, Batı dünyası kendi medeniyetinde yapılabilecek her şeyi yapmaktadır. Ama kader onlara bunları yaptırıyor. Bu durum, onların içinde iyiler ve kötüler yoktur anlamında değildir; ve yaptıklarının karşılıklarını görmeyeceklerdir demek de değildir. Asgari olarak niyetlerinden sorumlu olacaklardır.
İslâmiyet'e göre;
İnsan haklarını korumak kutsaldır.
Bir mazlumu kurtarmak bin yıllık ibadet kadar sevaptır. Bunu ancak bir devlet yapar, öyleyse devleti ayakta tutmak da kutsaldır. Ama zulüm yapan kuvvetlere boyun eğmek de o kadar büyük günahtır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, eğer yöneticiler adil ise o ülkede kalır ve o devleti yaşatırsın. Adil değilse o ülkede zımmî olarak kalır ve dâvet yaparsın, ona da izin vermiyorsa hicret edersin.
Mukaddes bir şey kötüye kullanılıyor diye kutsiyetinden bir şey kaybetmez. Meselâ, dinsizler Kur'ân'ı istismar ediyor diye Kur'ân'ın kutsiyetine bir zarar gelmez.
Ordu mukaddestir. Çünkü o ordu devlet ve milletin, can ve malın, demokrasi ve lâikliğin hâmisidir, yani İslâm'ın hâmisidir.
* * *
Yazara göre;
İslâm dini ile Türklerin uyuşması
İslâm'ın savaş dini olmasındandır.
"I- Şeriat devleti Askerî devlet niteliği içerisinde kuruldu; din adına yapılması Tanrı tarafından emredilen Cihad'ları sürdürmek için askerî devlet ve hükümet kuruluşu oldu.
Kuruluşu itibariyle İslâm'da devlet "Askerî devlet" niteliği içerisinde ortaya çıkmıştır. Çünkü İslâm din adına savaş'ları öngören, ve din'in yayılmasını Tanrı emri şeklinde benimseyen bir düzen olarak doğmuştu. Yani sadece SAVUNMA ve saldırılara karşı koyma bakımlarından değil fakat doğrudan doğruya SALDIRI maksadiyle, sırf farklı din'dekilere İslâm'ı kabul ettirme veya araziler kazanma maksadiyle de savaş öngörülmüştür...(s. 751)
İslâm peygamberinin din adına giriştiği savaşlar ve ondan sonraki Halifelerin ayni maksatla davranarak futuhat siyasetini Orta Asyalara kadar götürmüş olmaları, ve Devlet şeklinde ortaya çıkan kuruluşun asıl ve temel AMAC'ının SAVAŞ oluşu nedeniyle Askerî Nitelik devletin başlıca özelliği ve niteliği olacaktı... Savaşçı bir millet olarak temayüz eden Türk'lerin İslâm'ı benimsemelerinde İslâm dini'nin bu savaşcı niteliğinin rolü büyük olmuştur."(s. 752)
SOSYOLOJİ TEKERLEĞİ HENÜZ İCAD EDİLMEDİ!
İSLÂMİYET'TE ZORLAMA YOKTUR UYUM VARDIR
Her insanın ve her topluluğun bir yaradılış kabiliyeti vardır. Bu yaradılış fıtrîdir veya irsîdir. Binlerce yıl değişmez ve bütün özellikleriyle varlığını sürdürür.
İslâmiyet insanı değiştirmeyi değil, insanı olduğu gibi alıp da onun ihtirasını yararlı yöne çevirmeyi hedef alır. Meselâ, Türkler'savaşçı' bir kavim idiler, onları alıp 'barış savaşçısı' yaptı. Araplar tarafsız düşünme yeteneğine sahiptiler, onları ele alıp 'alim' yaptı. Ama Araplar da ilmi insanlığın yararına geliştirdiler. Genel olarak Araplardan savaşçılık, Türklerden de ilmî buluşlar bekleyemezsiniz. Arada bazı istisnalar olabilir ama bu istisnalar bu kavimlerin özellikleri ile ilgili genel hükmü bozamaz. Çünkü onlar öyle yaratılmışlardır ve öyle alışmışlardır.
Ama devlet her çeşit topluluklara imkân verirse, kendiliğinden her yönüyle işbölümü olmuş olur ve topluluk oluşur.
Demek ki, demokrasi ve lâiklik yalnız insanî düşüncelerle değil, devletin çıkarı felsefesine göre de doğrudur. Bununla beraber İslâmiyet insanları asla sınıflara ayırmaz. Halk kendiliğinden istediği tarafa gider.
Bir sosyolog bir mühendis gibidir, mühendis madde ve enerjiyi kullanır, sosyolog ise insanı ve sosyal gücü kullanır. Biri makina yapar biri topluluk kurar. Ne var ki, sosyologlar henüz ilmî aşamaya gelememişler, dolayısıyla topluluğu oluşturamıyorlar. Teşbihte hata olmazsa, daha 'sosyal tekerlek' bile bulunabilmiş değildir. Bu ilim daha yolun başlangıcındadır ve gerekli atılımları yapabilmek için kendi alanında yapılacak veya yapılması gereken yeni keşifleri beklemektedir.
İslâmiyet'e göre;
İslâmiyet'te zorlama yoktur.
Şartlar hazırlanacak ve herkes istediğini yapacak;
Sonunda herkese iyilik veya kötülük bakımından karşılığı verilecektir.
Bunu İslâm ekonomisinden bir örnek vererek açıklamak istiyoruz. Bir makinanın projesi yapılır ve parçaların boyutları ilân edilir. Laboratuvarlara o parçaların ölçülerini yapacak cihazlar yerleştirilir. Her parçanın fiyatı ilân edilerek parça getirenden satın alınır. Diyelim ki, 1000 araba yapacak kadar parçalar geldi. Fiyatlar orada durdurulur. Parçalar montajcılara satılır ve her montajcı araba imal eder. Devlet bunlardan da araba alır ve arabaları maliyetine satmaya başlar. Bu satış arabaların sayısı 500 arabaya düşünceye kadar devam eder. Ondan sonra parça ve araba fiyatları öyle ayarlanır ki 500 araba garajda bekler, 500 arabalık parçalar da ambarda durur. Eksilince fiyatlar artırılır, artırınca düşürülür. Böylece hem parçaların hem de arabanın miktarı istenen sayıda dengelenir.
Bu organizasyon ne yapmıştır? Merkezî bir fabrika yerine, yaygın üretimle büyük işlerin yapılmasını sağlamıştır. Kimseye bir şey denmemiş ama yapılan organizasyon sayesinde istenen elde edilmiştir.
İslâmiyet'in bu liberal hâli askerlik için de geçerlidir.
Türklerin tabiatı ile bundan dolayı uyuşmuştur.
İslâmiyet olumlu olan her şey ile uyuşur.
İşte gerçek İslâmiyet de budur.
* * *
Yazara göre;
İslâm'da ordu ve din iç içedir.
"A- İslâm tarihi boyunca İslâm ülkeleri hep ASKER devlet, askerî hükümet veya ASKER yönetimi şeklinde var olagelmiştir.
İslâm tarihi boyunca İslâm devletlerinin özelliği, sadece DİN ve DEVLET birliği değil ve fakat ASKERÎ ve SİVİL otorite birliği idi. Hiç bir devirde ve hiç bir İslâm devletinde SİVİL otoritenin DİN otoritesi olmaktan çıktığı ya da ASKERÎ otoriteden ayrıldığı görülmemiştir. Her kurulan İslâm devletinde devletin başında bulunan DİN ve DÜNYA iktidarını ve buna bir de ASKERÎ iktidarı katarak hüküm sürmüştür...
1400 yıl boyunca bu böyle olagelmiştir ve bugün dahi durum aynıdır. İslâm ülkelerinin hemen hepsinde SİVİL idare veya SİVİL İKTİDAR askerî iktidarın etkisi altında veyahutta doğrudan doğruya askerî iktidar olarak iş görür..."(s. 752)
OSMANLI DÜZENİNDE YAPILANMA.
İSLÂM DÜZENİNDE ORDU VE HALK.
Her topluluğun dört ana kuruluşu vardır:
1- İlmî teşekkül,
2- Dinî teşekkül,
3- Siyasî teşekkül,
4- Meslekî teşekkül.
Osmanlılarda siyasî teşekküllere mukabil beylikler vardı. Bu beyliklere mıntıkalarının arazi vergilerini toplama hakkı verilmiş, buna mukabil kendilerinden arazinin büyüklüğüne göre bir miktar asker hazır bulundurulması istenmişti. Savaş zamanı bunlar teçhizatları ile orduya katılır ve uygun mesafelerde inşa edilmiş bulunan kervansaraylar da seferde konaklama mekânı olarak kullanılırdı. Savaş hâli dışındaki diğer zamanlarda ise bu askerler iç güvenliği sağlarlardı.
Yeniçeri Ocağı daha sonra icad edilmiştir ve İslâmî değildir. Yeniçeriler Hıristiyan çocuklardan devşirilir ve İslâm terbiyesinden geçirildikten sonra imparatorluğa hizmet etmeye başlarlardı. Bu İslâmî terbiye o kadar şiddetli ve hoşgörülü idi ki, Yeniçerilerin dinî sebeplerle isyan ettikleri hiç vaki olmamıştı.
Halk ise medreseler hâlinde ilmî teşkilâtlarını, tarikatlar hâlinde dinî teşkilâtlarını, âhikuruluşları hâlinde de mesleki teşkilâtlarını kurmuş bulunuyordu. Osmanlılar böylece kendi çağlarındaki en mükemmel teşkilâtlanmayı gerçekleştirmiş bulunuyorlardı. Ordu ise dindardı ama hiç bir zaman iç içe değildi. Herkes bir şeye hizmet ediyor ve âhenk içinde bulunuyordu. Siyasî alandaki teşkilâtlanma eksikliği böyle giderilmeye çalışılıyordu.
İslâm düzeninde;
Orduyu seçmek halka bırakılmıştır.
Bir devlette 10 ordu vardır. Halk kendi bölgesinden olmayan ordulardan birini seçer ve askerlik hizmetini orada yapar. Ordu içinde de erler birliklerini kendileri seçerler. Rütbeliler de seçmek suretiyle bir komutanın emrine girerler. Böylece ordu birbirleriyle anlaşanlar tarafından oluşturulmuş olur.
Bu sistem sayesinde aynı dine mensup olanlar aynı birlikte yer alırlar. Her dine mensup olan savaşı kendi dini için yapmış, ancak sonunda hepsi de devlet için savaşmış olurlar.
Böylece çıkar paralelliği burada da sağlanmış olur.
Bugünkü ordular eski tip orduları yendiler. Yarın bu tip ordular kuran devletler de bugünkü demode ordu tiplerini yeneceklerdir.
İşte değişim, değişime ayak uydurma;
Yeniden yapılanma ve gelişme budur.
Her geri kalan çöker ve yıkılır.
Biz gerçekten ilerlemek ve kalkınmak istiyorsak ne yapmalıyız?
İlmî yeniliklere ve çağın şartlarına açık olup sür'atle asıl yapılması gerekenlere yönelmeliyiz. Bunları yapmalıyız.
Sosyal mühendislik işte budur.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te yenilik ve bid'at haramdır,
Ordu bu tutuculuğun bekçiliğini yapar.
"B- İslâm'ın güçlenmesi, yayılması ve varlığını sürdürmesi nedeniyle ASKERÎ GÜÇ'ün ve askerlik mesleğinin dince kutsal kılın-ması:
Bilginin yapacağı şey sadece rehberliktir, yani Peygamberin koyduğu esasları öğretmek. Bu esasların dışında hiç bir şey getiremez ve koyamaz ve öğretemez. Çünkü.. yeni bir esas koymak,.. "Bid'at" olur, suç olur.. Peygamber bunu açıkça yasaklamıştır... -"Kim bizim bu dinimizde bir şey icad ederse o merduttur".
Bilim adamının yapacağı tek şey, peygamber ne yerleştirmiş ise onu öğrenmek ve öğretmektir. Bunun dışında hiç bir şey yapamaz. Din'in esaslarını öğretebilmesi için bilim adamı KILIÇ kullanan mücahidler gibi yardımcılara muhtaçtır...(s. 753)
Böylece ASKER, din öğretimini yapacak olan Âlimlere, (ki bunları âlim yapan da Tanrı'dır) kılıcı ile destek olacaktır. Din'in yerleşmesinde ve uygulamasında ÂLİM ve ASKER işbirliği halinde olacaklardır..."(s. 754)
İSLÂMİYET'TE İÇTİHATSIZ BİR ŞEY YAPILMAZ.
HER SÖZE KULAK VERME ZORUNLUĞU VARDIR.
Bir toplulukta devamlı değişme vardır. Bu değişme iki yönde yapılmakadır. Değişme ya oluş istikametindedir veya çöküş istikametindedir. Oluş istikameti tek başına olumlu gelişme getirmez. Herkes uzun yolu takip ederken, siz kısadır diye tek başına kalırsanız, helâk olursunuz. Çünkü tek başına yolculuk yapılmaz.
Demek ki, iyi istikamette yenilik yapmak için topluluk oluşturma zorunluğu vardır. Tek başına yenilik yapmak helâke götürür. Bundan dolayı Hz. Peygamber önce küçük bir topluluk oluşturmaya başladı. Bir müddet böyle çalışıp hazırlandılar. 40 kişi olunca açıkça anlatmaya başladılar. Medineliler de Müslümanlara katılınca Arap Yarımadası'ndaki ilk site devletini oluşturdular. Böylece Araplar da devlet aşamasına gelmiş oldular. Ondan sonra hakimiyetleri, gelişmeleri ve yeryüzündeki yayılışları gerçekleşti.
İslâmiyet'te;
İçtihatsız bir yeniliği yapmak da haramdır, reddetmek de haramdır.
İcmaa muhalefet haramdır; o da fikren değil fiilen muhalefet haramdır.
O topluluk içinde kalmak şartı ile fiilen muhalefet yapmak da haramdır.
Yoksa fikren dâvet eder, bir cemaat oluşturur, ayrı bir topluluk kurarsanız, o zaman o yaptığınız bid'at olmaz.
Yazar hep merkezî yönetimi düşünmekte, bütün düşüncelerini ve varsayımlarını buna göre ortaya koymakta, sosyal yapıyı hiç değerlendirmeden aklına getirebildiği her kötülüğü İslâmiyet'e yüklemektedir.
Yapılanın acı tarafı, bu işi yapanın sözde bir ilim adamı olmasıdır. Hem de nüfusunun yüzde yüze yakını Müslüman olan Türkiye'nin vatandaşı ve üniversitesi mensubu bir hukukçu profesör!..
Sadece bu örnek bile, yakın geçmişte ve bugün bulunduğumuz ilmî sevi-yeyi göstermesi açısından son derece ibret verici bir örnektir. Bu noktaya zaman zaman dikkati çekiyor ve vurgu yapıyoruz. İlmî seviyemiz anlaşılmadıkça, yapılması gereken kavranmadıkça, kanaatimizce bir numaralı olan bu en önemli problemimiz çözümsüz olarak varolmaya devam edecektir.
İslâmiyet'te;
Her söze kulak vermek zorunluğu vardır.
Bir yenilik geldiğinde içtihatla vardığın neticeye göre karşı çıkar veya kabul edersin. Ama tartışırsın.
Ne zorla yenilik yapılır ne de zorla eskisi korunur.
Herkes içtihadına göre hareket etmek durumundadır.
İcma yoksa herkes içtihadına göre hareket edecek, bazısı Arapça yazacak, bazısı da Latince yazacaktır. Ta ki yeter sayıda cemaati oluşturup ayrılmaya gitmedikçe fiilen muhalefet edilmeyecektir. İşte bu durum gerçekleşmeden yapılan muhalefete bid'at denmektedir. Yalnız aksine de ittifak hâsıl olunca icmaların değişmesi de mümkündür ki o zaman bu bid'at olmaz.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te hükümet,
halkın değil Tanrı'nın görevlisi kabul edilir.
"II- Şeriat devleti'nde İktidar'a sahip olanların ve genellikle Yönetici'nin görevi toplumu eğitmek, geliştirmek, refaha kavuşturmak değil fakat sadece SAVAŞ'lar açmak (kafirlere karşı), DUA ve İBADET İşleri'ni yürütmek, ve Yargı görevini yerine getirmek.
İKTİDAR'ı millet adına değil fakat TANRI adına elinde bulunduran ve bunun kullanılmasından dolayı millet'e değil sadece TANRI'ya karşı sorumlu bulunan YÖNETİCİ'nin yapmakla görevli olduğu işler genellikle dört noktada toplanmıştır: Bunlardan SAVAŞ'lar açmak ve "Tanrı dini'ni" yaymak, ilk ve en önemli görevdir, (Cihad). SAVAŞ'lar sonucu talan'lar yapmak ve ganimetler toplayıp Şeriat gereğince bunları paylaşmak diğer önemli bir görevdir. Halkın ibadet etmesini ve özellikle CUMA ibadetini ayarlamak üçüncü önemli görevdir. Ve nihayet YARGI işlerini yürütmek görevi vardır.
Toplumu yönetenler toplumun koruyucuları değildirler; doğrudan doğruya Tanrı'nın yer yüzündeki "Muhafızlarıdır"lar."(s. 754)
KAMU HAKLARI 'ALLAH' İLE ÖZDEŞLEŞMİŞTİR.
HER FERDİN VE TOPLULUĞUN ŞAHSİYETİ VARDIR.
İslâm hukukunda;
'Kamu hakları', 'Tanrı hakları' olarak adlandırılır.
Herkesin gelip geçtiği yollara 'sebilullah' dendiği gibi herkesin gelip ibadet ettiği ve kapatılması caiz olmayan yerlere de 'beytullah' yani 'Allah'ın Evi' denmektedir.
Kur'ân'da devlet payı olan vergi 'hakkullah' olarak zikredilmektedir. Faizsiz bankaya yapılan tevdiata 'Allah'ın ikrazı' denmektedir. Kur'ân'da devletle ilgili tüm konular 'Allah' kelimesiyle ifade edilmektedir. Böylece kamuyu temsil eden hükümet de bu nedenle 'Allah'ın malları'nın bekçisi kabul edilmiştir. Yani 'Allah' deyince, devlet ve kamu ile özdeşleşme vardır. Esasen Allah'ı düşünmeden kamu haklarını düşünmek mümkün değildir ve bunun felsefesi de yapılamaz. Çünkü kamu malları ve hakları, sadece yaşayanların değil, devletin geçmişinde yaşamış olan ve gelecekte de yaşayan tüm halkı kapsamına alır. Bu da, ancak Tanrı'nın varlığıyla geçmişin yok olmadığı, geleceğin de şimdiden varolduğu ilkesine dayanır.
Devlete ait hukuk korunduktan sonra, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, bu tenkit noktası olamaz. Burada devletin haklarını vatandaşı ezmeden 'teist felsefe' mi daha iyi korur yoksa 'ateist felsefe' mi? Tartışma budur. Yoksa 'teizm' ile 'ateizm' baştan kabul edilen bir şeydir. O tenkit noktası olamaz.
İslâmiyet'e göre;
Her ferdin şahsiyeti var, hak ve vazifeleri vardır.
Her aşiretin, her kabilenin, her şa'bın ve her devleti olan kavmin kişilikleri vardır. Bunlar kişi olma bakımından eşittirler. Davalı ve davacı olabilmekte ve aynı mahkemede eşitlik ilkesi içinde muhakeme edilmektedirler. Bu nedenle topluluklar halkın toplamı değildir.
Topluluk başkan da değildir.
İşte ruhu ve şuuru olmayan bu varlık nasıl hak sahibi oluyor?
Bunun izahı, onun sahibinin Allah olduğunun belirtilmesidir. Yani fert, kişiler dışında mevcut topluluğu ancak arkasında şuurlu Tanrı varsa benimser. Başka türlü topluluğa kişilik ve şahsiyet verilemez.
Bakınız Kur'ân ve fıkıh ne derece aklî sistem oluşturmuş.
Siz ise hiç bir muhakemeye ihtiyaç duymadan Tanrı yok deyip, gayr-i ilmîdir deyip keyfî hukuk istiyorsunuz; buna da aklî ve ilmî diyorsunuz.
Sizin hukukunuz, aklî değil hissîdir ve şehevîdir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda alimlerin görüşü de
her şeyin din savaşı için olduğu görüşünde idi.
"A- Din adına savaş'tan başka amacı olmayan devlet.
Dini yaymak ve Tanrı adına kâfirlere savaş açmak İslâm'ın en önemli bir yönü olduğundan SAVAŞ, devletin başlıca görevi ve amacı olmuştur.
Özellikle Osmanlı Padişahları için bu görev ve amaç dışında düşünülecek ve yapılacak başka bir şey olmamıştır...
Daha önceki yüzyıllarda o büyük İslâm düşünürlerinin, başta Farabî olmak üzere, savaşı yermek şöyle dursun ve fakat öğmek yoluna gitmiş olmaları utanç verici bir şeydir.."(s. 755)
NİÇİN DÜNYAYA GELDİK?
NİÇİN YAŞAMAK İSTİYORUZ?
İnsan bu dünyaya gelir ve yaşar.
Gönlünün istediği gibi yaşamak var, bir de kendini belli kurallar içine koyup yaşamak var. Yaşama biçimimizi eğer belli kurallar içine koymazsak topluluk oluşmaz ve gelecek nesil de olmaz. Koyarsak da sıkılırız.
Şimdi eğer Tanrı yoksa ve biz öldükten sonra dirilmeyeceksek yaşamamıza ne gerek vardır? Yeni insanları üretmeye ve yetiştirmeye ne gerek vardır? Mantık bunu gerektirir. Sonu hiç olacaksa, hiçin hiçi olacaksa, o zaman bu uğraş neden?
Akıl bunun cevabını sadece intiharla verebilir. Böylece ıstırap biter!
Gerçi insanlar sadece akılla yaşamıyorlar, duyguları da vardır. Dolayısıyla akılları ölmeyi kararlaştırsa bile duygular buna izin vermez. Ne var ki, bizim ilmî ve aklî davranmamız gerektiğini ileri sürüyoruz. Alim demek, birtakım mantık silsilesi içinde yaşayışı arayan ve araştıran kimse demektir. İşte bu konuda da ancak Allah'ın varlığını ve ölümden sonraki hayatı kabul ettiğimiz zaman çözüm elde ederiz. Yoksa hiç bir şeyin makul izahını bulamayız. Duygularımızın böyle olması Allah'ın varlolduğunun bir kanıtıdır.
Niçin yaşamak istiyoruz?
Neden geçmiş ile ve gelecek ile bütünleşiyoruz?
Çünkü ölümsüzüz ve ebedî hayata inanıyoruz da ondan.
Yani yeniden varolacak yeni bir hayatımız vardır; olacaktır. Tabiat yalancı değildir. Bu Allah yalancı değildir cümlesinin aynıdır. Bu inanç bize boş duygular vermez. Anlayışımız hatalı olur ama bir gerçeğe dayanır.
İnsan Tanrı'yı güneş sanmakla yanılmış olabilir, ama Tanrı'nın varlığını düşünmekte yanılamaz. Çünkü o zaman Tanrı duygusu yalan üzerinde olmayan bir gerçekçilik üzerinde kurulmuş olur.
* * *
Yazara göre;
Kur'ân Müslümanlara
mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı emreder.
"B- SAVAŞ'ın kutsal nitelikte sayılması İktidar uygulamasında askerî güc'e öncelik ve ağırlık vermiştir.
İslâm'da siyasî ve dinî otorite bir elde bir noktada toplanmış olmakla kalmaz ve fakat bunların her birisi başlı başına kutsal nitelikler taşır...(s. 755)
Kur'an'ın "Hucurat Sûresi"nin 15ci âyet'inde Müslüman'ın tanımlanması "Cihad" unsuruna göre yapılmıştır. "-İnananlar.. Allah uğrunda mallariyle, canlariyle cihad etmiş olanlardır" Ve İman'ın bir parçasıdır savaşa çıkmak...(s. 756)
Hiristiyanlık ve Yahudi dinlerinin de savaşı meşru veya ilâhi sayar olduğunu söyleyenler varsa da pek çok din adamı "savaş" fikri aleyhine çalışmışlardır.
Bu hususlar için bk. Elizezer Be'eri, Army Officers in Arab Politics and Politics, (Praeger 1970, sh. 3, 279, 281)."(s. 757)
KUR'ÂN MÜ'MİNLERE SAVAŞMAYI EMREDER.
MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
Kur'ân, Müslümanlara değil,
Mü'minlere malları ve canlarıyla savaşmayı emreder.
Müslümanlar kimlerdir?
Barışa giren kimselerdir. Yani aralarındaki anlaşmazlıkları savaşla değil hakemle halletmeyi ve barışa girmeyi kabul eden kimselerdir.
Ne var ki, barış düzeninde icabederse yalnız mallarını değil canlarını da veren kimselere ihtiyaç vardır. Bunlar, bu barış düzeninin bekçisi olacaklardır. Ancak herkesin bildiği üzere, her bekçiye güvenilemez, çünkü onu silâhlandırıyorsun, ola ki silâhı sana çevirebilir. Barış sahasını kendi kaprislerinin oynandığı bir sahaya çevirebilir. Para için bunu yapan, kim çok para verirse ona taraf yönelebilir. Ama gönüllü askerler bunu idealleri için yaptıklarından dolayı canla başla savunurlar. İşte böylece barışı korumayı yüklenenlere cennet vadedilmiştir.
Kur'ân açıkça diyor ki; savaşanlarla çalışanlar bir değildir.
Gerçi Allah her ikisine de iyi şeyler vadetmiştir, ama savaşanların derecesi üstündür. İşte bu sayede barış devleti kurulabilir ve barış devleti olarak sürebilir.
İslâmiyet'e göre;
Müslümanlar Allah için savaşırlar, kâfirler ise tağut için savaşırlar. Mü'minler Allah'ın ordusudurlar, kâfirler de şeytanın ordusudurlar.
Unutmamak gerekir ki, hem mü'minler hem kâfirler Allah'ın ordusudur. Allah'tan başka tanrı yoktur. Ancak sonuçları farklıdır. Nasıl topluluk mallarına Allah'ın malları deniyorsa, burada da birine Allah'ın ordusu deniyor; yoksa hepsi de Allah'ındır ve Allah'a aittir.
Bu sözleri anlamak için dengede olan taraflar vardır, ama iki tarafın sahibi aynıdır. İslâmiyet'in teorik olarak zor anlaşılan ve kıyamete kadar da böyle kalacak olan kader meselesidir. Ama pratik olarak anlaşılmıştır.
Biz çalışacağız ve savaşacağız ama sonuç Allah'a aittir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda askerî müdahaleler olağan bir hâl almıştı.
"III- Din'in Askeriye'ye ve savaş unsuruna verdiği önem nedeniyle askeri rejimlerin olağan sayılması geleneği.
Bugünün Şeriat ülkelerinde Askerî yönetimin olağan sayılması nedenlerini eleştiren bir yazar... Orta Doğu ülkelerinin sorunları konusunda uzman sayılan D. A. Rustow, askerî rejimleri "Tarihî gelişim" olarak nitelendirir. Ve nitelendirirken de Orta Doğu'nun tarih boyunca askerî rejimler altında yaşamış olduğunu ve bu bölgedeki geleneklerin askerlik ve savaş konularının kutsallığı temeline dayandığını ve askerlik mesleğinin ve savaş ruhunun büyük değer taşıdığını ve bu değerin din kuralları yolu ile sağlanmış olduğunu söyler...
Bk. D. A. Rustow, The Military in the Middle Eastern Society and Politics, (in "The Military in the Middle East", Edited S. Fisher, Colombus, Ohio, 1963, sh. 9).
Ayrıca bk. Eliezer Be'eri, a.g.e., sh. 5..."(s. 757)
DEVLET YAŞLANINCA ÇÖKMEYE BAŞLAR.
İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKAN BAŞKOMUTANDIR.
Devlet yaşlanınca çökmeye başlar ve ordular mağlup olmaya doğru gider. Ordunun tahsisi azalır ve hasta insanın depreşmesi gibi ordu ve halk depreşmeye başlar. Elbette Osmanlılar için de bu durum böyle idi ve böyle olmuştur
Ne var ki, Osmanlı Hanedanı asla devrilmemiştir. Bu onların güttüğü derin siyaset sonucu idi. Bu öyle bir siyaset olmuştu ki, her iyilik padişahtan ve her kötülük hükümetten bilinirdi. Bundan dolayı halk padişaha adeta tapıyordu. Sadrıazamlardan ise nefret ediyordu.
Öyle zamanlar olmuştu ki, Adnan Menderes gibi masum sadrıazamlar başlarını vermiş ve devlet kurtulmuştur. Ordu aslında demokrasiye karşı harekete geçmiş, ama hıncını iktidar partisinden alıp tekrar demokrasiye dönmeye başlamıştır.
Osmanlılarda askerî müdahaleler yoktu. Yeniçeri kazan kaldırmaları vardı. Askerî müdahaleler Meşrutiyet döneminde başladı ve hâlâ da bir türlü bitmiyor... Müdahale olmasa bile, her nedense hep sözü ediliyor... Korkusu bitmiyor...
İslâm düzeninde;
Başkan başkomutandır ve
askerlerden gelme zorunluğu vardır.
Hz. Peygamber savaşlara katılmış, kılıç kullanmış ve ordular idare etmişti. Hükümdarlar da öyle idi. Alt kademenin müdahalesi ile iktidarda değişiklik söz konusu olmaz. Değişme, ilim adamlarının halkı uyarmaları sonucu başkanın tabiî şekilde gitmesiyle olur.
Ama ihtilâl caiz değildir.
Yapan olursa biz ona itaat ederiz.
Biz o ülkenin mü'mini değilsek arbedelere katılmayız.
* * *
Yazara göre;
Mısır'da ulema Nasır'ı yüceltmek için
sosyalizmi bile benimsedi.
"XXci yüzyılda dahi İslâm ülkelerinde DİN ve ORDU arasında işbirliği durumu olduğu; Mısır'da Ordu'nun el-Ezher desteğine sahip olması:
Üniversiteye mensub din adamları, kendilerine paye veren Nasır'a ULU ÖNDER nazariyle bakar olmuşlardır. Sadece Nasır'ı değil ve fakat onun getirdiği Sosyalist rejimi de İslâm'a uygun bulmaktan geri kalmazlardı...
Şüphesiz ki sadece Mısır'da değil ve fakat diğer İslâm ülkelerinde de durum bundan farksızdır."(s. 758)
TOPLULUKLAR DİNLERİ KENDİNE BENZETTİLER.
İSLÂMİYET DİNLERİ BİRLEŞTİRİCİ ANLAYIŞ GETİRDİ.
Tarih boyunca hep dinler gelmiş, toplulukları sevdirerek yüceltmiş, ondan sonra iktidarlar bunlardan yararlanma yoluna gitmişler ve kendi görüşlerini halka din aracılığı ile yaymışlardır. Daha açık ifade edersek diyebiliriz ki, dinleri kendilerine benzetmişlerdir. Genel olarak insanlık tarihi boyunca bu durumun önüne geçilememiş ve engellenememiştir.
İslâmiyet bu gerçeği de görmüş ve inandırıcı gücünü inkâr etmemiştir. Ancak bir din yerine bütün dinleri birleştiren bir başkan olması gerekiyor.
İslâmiyet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den itibaren bu lâiklik anlayışını ilk defa getirmiş ve Medine Site Devleti uygulamasında yeryüzünde ilk uygulama örneğini bizzat göstermiştir. İnsanlık anlayış açısından bugüne kadar ancak belli bir merhaleye ve seviyeye gelebilmiştir.
Bundan sonraki asırlarda İslâmiyet daha iyi anlaşılacak ve insanlığın seviyesiyle mütenasip sistem ve medeniyetler kurulacaktır.
İslâmiyet bunun gerçekleşmesi için insanlığın önünü açmıştır ve bu açıklık kıyamete kadar varolmaya, dolayısıyla insanlığı aydınlatmaya devam edecektir.
Osmanlılar işte bunu yaptılar.
Osmanlılarda başkanlar yani padişahlar, gayrimüslim ve müslim tüm halkın dinî liderlerine saygı göstermiş ve böylece halk yatışmıştır. Bu sayede 600 yıl Anadolu, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika'da hükümran olmuşlardır veya olabilmişlerdir. Diğerlerine nazaran daha iyi olmasalardı, bu ülkelerin halkları Osmanlılara bu kadar uzun zaman sabredemezlerdi.
İslâmiyet, ona inanan ve uygulayanı güçlü kılar.
İnanmayanları da sonunda perişan eder.
Tarih bu gerçeğin şahididir.
* * *
Yazara göre;
Askerin siyasete hakim olduğu yerde demokrasi olmaz.
"IV- Askerî rejimler ve asker siyasetçiler ile demokratik gelişmenin sağlanamayacağı.
Din'in askerî otoriteye ve askerî rejimlere kutsal bir değer vermesi nedeniyle Orta Doğu ülkelerinde ve özellikle Arap toplumlarında demokratik gelişmeler görülmemiştir...Askerî rejimlerin varlığı demokratik gelişmeye engel yaratır çünkü askerî rejim demek çok yönlü siyasî düşünüşün ve plüralist bir siyasî ortamın yokluğu demektir...
Bk. Elizazar Be'ri, a.g.e., sh. 481.
ULEMA adı verilen ve genellikle devletin yönetici sınıfını teşkil eden güçlerle askerlerin (ordu'nun) devamlı şekilde işbirliği yapmaları ve sırf kendi çıkarları uğruna bu işbirliğini sürdürmeleri son derece olumsuz sonuçlar doğurmuştur...
Cumhuriyete geçiş Şeriat devleti uygulanmasına ve esaslarına son vermek demek olduğundan Atatürk'ün kurduğu millî devlet ile birlikte Türk toplumu demokrasi çağına ilk adımlarını atmıştır."(s. 759)
ASKERİ YÖNETİM VE SİVİL YÖNETİM.
İSLÂMİYET: İSLÂM DİNİ VE İSLÂM DÜZENİ.
Askeri yönetim ile sivil yönetim arasında
temelde fark vardır:
Askeri yönetimde gayeye varmak için her yol meşrudur. Başarı sonuçla ölçülür. Takip edilen yolun şu veya bu olması önemli değildir. Bunun başka bir anlamı, kuvvetli kim ise haklı odur. Aslında savaşın kötülüğü de buradan ve bu noktadan başlar. Ama savaşın kuralı budur. Kötü olsa da iyi olsa da budur.
Ayrıca savaş denildiğinde esas olarak anlaşılması gereken totalitarizmdir. Komutan ne derse herkes hiç düşünmeden verilen emre kayıtsız şartsız uyacaktır. Böyle bir disiplin olmadan savaş kazanılması mümkün değildir.
Savaşta ortak ve ritmik hareket esas olup en küçük bir uygunsuzluk veya uyumsuzluk yenilgiye sebep olabilir. Gayenin ortak olması ve bütün yönleriyle ortak hareket edilmesi askerlikte son derece önemlidir.
Son olarak, sorumluluk kollektiftir. Savaşta suçlular suçlarından dolayı asılmazlar, asılmadan kurşunlanarak öldürülürler. Bu nedenledir ki sivil yönetimde idam kararı asmak suretiyle infaz edilir, askerlikte ise kurşunlanmak suretiyle infaz edilir.
Askeri yönetimi dört cümle ile özetleyebiliriz:
1- Kuvvetin üstünlüğü,
2- Emrin üstünlüğü,
3- Gayenin esas olması,
4- Kollektif sorumluluk.
Sivil yönetimde ise bunun tam tersi bir durum vardır:
1- Kim haklı ise kuvvetli odur.
2- Emir değil mevzuat esastır.
3- Herkes hukuka yani mahkemeye karşı sorumludur.
Hakemlere hesap verir, amirlere hesap vermez. Amir azl ve tayin yetkisine sahiptir, ama çalışanların işlerine karışamaz.
4- Diğer taraftan takip edilen yol önemlidir. Meşruiyet önemlidir. Sonuç ise önemli değildir.
Yani sorumluluk sonuca göre değil harekete göredir. Siz yaparsınız, sonuç ne olursa olsun sizi ilgilendirmez. Sorumluluk şahsidir kollektif değildir.
Devlet savaş kurallarına göre kurulur ve barış kurallarına göre yönetilir. Savaşta savaş kuralları uygulanır, sivil yönetimde ise sivil kurallar uygulanır. Öyle ise esas olan askerin sivil yönetime karışması veya karışmaması değil de yerine göre yönetim önemlidir.
Barışta savaş kuralları, savaşta da barış kuralları uygulanmaz.
İslâm düzeninde;
Sivil yönetim ile askeri yönetim ayrı değildir. Askeri mıntıkalar vardır ve orada Darul Harb yani savaş hükümleri uygulanır. Ülkenin diğer yerlerinde ise Darul İslâm yani barış hükümleri uygulanır. Savaşta savaş meydanları ve düşman ülkesinin tamamı Darul Harb hükmündedir.
Çalışanlar savaşa katılmazlar, ancak savaşanlar hem sivil yönetimi hem de askeri yönetimi bilmelidirler. Yerine göre sivil veya askeri yönetimi kullanmalıdırlar. Bu yönetimleri en iyi şekilde kullanabilmek ve uygulayabilmek için de iyi bilmelidirler.
Osmanlılarda ve Türkiye'de, ordunun müdahalesi Meşrutiyet'ten sonra başlamış ve cumhuriyet döneminde de devam etmektedir.
Osmanlılar dönemindeki Yeniçeri isyanları ise ordu disiplinsizliği olup müdahale değildir.
İslâmiyet'i kısaca özetleyelim:
'İslâm Dini' vardır, 'İslâm Düzeni' vardır.
İslâm Dini, iyilik ve kötülük kriterlerine göre haram ve helâller koymuştur.
Dinde zorlama yoktur.
Herkes kendi yaptığının cezasını kendisi çeker.
Herkes hesabını yalnız Allah'a verir. Düzen ona karışmaz.
İslâm Düzeninin temeli ise
herkesin kendi yasasını kendisinin yapmasıdır.
Yani sosyal gruplar olacak veya siteler bulunacak ve her site kendi kamu hukukunu kendisi düzenleyecek, her sosyal grup da özel hukukunu kendisi düzenleyecek.
Devlet özel herhangi bir hukuku değil tüm hukuku koruyacak. Bir emanetçi gibi neyi emanet ederlerse onu korur. Buna 'şeriat sistemi' denir.
Kur'ân Allah'ın kitabıdır.
Ama Kur'ân'ı herkes kendi aklına göre anlayacaktır, kendi ilmine göre anlayacaktır. Kendince makul olmayanları ise hiç nazarı itibara almayacak ve onunla amel etmeyecektir. Müteşabihtir deyip üstünde durmayacaktır.
Bundan dolayıdır ki, İslâmiyet bütünüyle yani düzeniyle ve diniyle akıl dinidir, mantık dinidir, ilim dinidir. Ne var ki, başkasının aklıyla değil, her Müslüman kendi aklıyla, kendi içtihadıyla hareket edecektir.
İslâm düzeniaçısından meseleye bakıldığında;
İlk dört halifeden sonra, siyaset bakımından İslâmiyet'ten uzaklaşılmış ve saltanat sistemine geçilmiştir. Bundan dolayı da tarihte pek çok istenmeyen olaylar geçmiştir.
Bütün bunlara rağmen, gerek İslâm Medeniyeti gerekse Osmanlı Devleti tarihi ömürlerinin en uzunlarını yaşadılar ve çağdaşlarıyla kıyas edilmeyecek derecede üstün oldular.
Nihayet yaşlılık Birinci İslâm Medeniyeti'nin de Osmanlıların da kaçınılmaz mukadder akıbetini getirdi ve tarihten silindiler. Batı Medeniyeti ise şimdi zirvededir, ama o da çökmeye başlamıştır. Yeryüzü Beşinci Hak Medeniyeti'ne, yani yeni ve İkinci İslâm Medeniyeti'ne gebedir. Beşeriyet bu doğumu sabırsızlıkla beklemektedir.
Yaşlanma, içtihat müessesesinin dondurularak şeriat yerine kanun sisteminin oluşması ve bu nedenle yenilik yapılamaması nedeniyle olmuştur. Bu yaşlılık bir müddet sonra yıkılış ve yok olmayı getirmiştir. Ama bütün bu oluşlar tabiî oluşlardır. Eskisi gidecek ki, yenisi ve daha iyisi gelebilsin.
O halde Osmanlılar şeriattan uzaklaştıkları için mi çöktüler yoksa şeriata sarıldıkları için mi? Meselemiz budur.
Arsel'e göre, şeriata sarıldıklarından; Müslümanlara göre de, şeriattan uzaklaştıklarından dolayı çöktüler.
Şeriatın tarifine göre bu durum değişir.
Şeriattan kasıt, bin sene önce tedvin edilmiş mezheplerin getirdikleri ise Arsel haklıdır. Bin sene önceki içtihatlar çağımızın ihtiyaçlarına cevap vermediği için Osmanlılar ve İslâm Medeniyeti çöktü.
Oysa şeriat, herkesin kendi içtihadına göre hareket etmesi ve her zaman içtihatların yenilenmesi gerekirken; şeriatın manası bu iken; içtihat kapısını kapatarak Müslüman halkın şeriattan ayrılmasıyla Osmanlılar yıkılmış ve İslâm Medeniyeti de çökmüştür.
Bu manada ve gerçek manada Müslümanlar haklıdır.
Yazarın, Kur'ân ve Hz. Peygamber (s)'e tevcih ettiği tenkitlerin ise hiç bir tutar tarafı ve ilmî değeri yoktur.