Yazara göre;
Osmanlılarda yumuşaklık Türklükten,
despotizm ise şeriattan gelmiştir.
"A- ŞERİAT ÜLKELERİ HÜKÜMDARLARININ GADDARLIKLARI, HUNHAR-LIKLARI HAKKINDA.
1400 yıllık İslâm tarihi boyunca Şeriat ülkelerinde devlet başkanlığı yapmış veya şu veya bu şekilde iktidar sahibi olmuş kişilerin başlıca özelliklerini son derece sert, gaddar ve hunhar ve insan hayatına zerre kadar değer vermez niteliklerle sıralamak mümkündür...(s. 502)
Şeriat zihniyeti'nin yarattığı ve geliştirdiği KORKUTUCU ve DEHŞET SALICI TANRI anlayışı Şeriat hükümdarlarını ve iktidar sahiplerini, kendileri doğuştan yumuşak ve rakik olsalar dahi, ister istemez sert ve katı ve hunhar davranışlara sürüklemiştir...(s. 503)
Türk Padişahları arasında bir yandan son derece müşfik, son derece yumuşak ruhlu, ve öldürmekten ve asıp kesmekten hoşlanmaz,... Çünkü onlara Türk'ün öz niteliklerinde yatan insanlık duyguları egemen olmuştur.
Fakat Şeriat ruhuna saplandıkça bambaşka karakterde ve tam bir despot davranışla tarih içerisinde yerlerini alanlar çok olmuştur. Selim I ler, Murad'lar v.s... gibi."(s. 504)
TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
KENDİ ARALARINDA YUMUŞAK, DÜŞMANA KARŞI SERT.
Her yönetim şeklinin kendine özgü özellikleri ve gerekleri vardır. Eğer o özellikleri ve gerekleri kullanmazsanız, orada duramaz ve yaşayamazsınız. İktidar makamı, orada varolan hükümlere göre o fiilleri zorla yaptırır. Ama siz orada durup durmamak, kalıp kalmamak, kabul edip etmemek konusunda serbest olabilirsiniz. Çok kaba bir teşbih olacak ama, teşbihte hata olmazsa, genelevde durup da fahişe olmamak mümkün değildir. Devletin genel yapısı şeriata dayanmıyorsa, siz de onu tesis etme gücüne veya bilgisine sahip değilseniz, siz despotizmle yönetilmek durumundasınız; hattâ diyebiliriz ki despotizmle yönetilmek zorundasınız. Ya bu despot yönetimi kabul edecek veya oradan gideceksiniz.
Dünyadaki en büyük zorba yönetimlerinden biri de, 1950'den önceki CHP yönetimi olmuştur. Yine en yumuşak yönetimlerden biri de 1950'den itibaren Menderes yönetimi olmuştur. Ama sonunda idam sehpasına giden İnönü değil de Menderes olmuştur! Neden? Çünkü şeriat düzeni uygulanmayan yerde ancak askerî ve despot yönetim olabilir. Ya şeriat düzenini getireceksiniz, çok sesli grupların topluma hakim olduğu adil sistemi getire-ceksiniz, ya da ülkeyi zorbalıkla yöneteceksiniz. Bunların dışında uygulayabileceğiniz bir alternatifiniz yoktur. Böyle bir güç elinizde değildir.
Nitekim Türkiye'de her on yılda bir sivil yönetim devriliyor ve askerî yönetim iş başına geliyor. Peki sivil yönetimler ne zaman devrilmeyecek? Şeriat düzeni hem bilgi hem de uygulama olarak gelip hükümran olduğu zaman. Şüphesiz bu düzen Osmanlıların hele hele Tanzimat'tan sonra uygulayageldikleri düzen hiç değildir. Bu düzen, İslâmiyet'in getirdiği ve daha ilk dört halife döneminde bile tam olarak uygulaması yapılamayan bir düzendir. Cumhuriyetçi düzendir, demokratik düzendir, lâik düzendir; ama bunların asla sahteleri değildir Önümüzdeki her bin yılda biraz daha gelişerek uygulanacaktır. Kim bilir, belki ancak onbin yıl sonra ideal ve kâmil uygulama örneklerini verebilecektir.
İslâmiyet'te mü'minler şöyle tasvir edilirler;
Kendi aralarında birbirlerine karşı yumuşak,
Düşmanlarına karşı sert.
Demek ki Müslüman yerine göre yumuşaktır;
Gerektiğinde de son derece serttir.
İslâmiyet, afv ve merhameti daima başta getirmiştir.
Türk ve Arapların yumuşak mı sert mi oldukları konusu ayrı bir konudur. Her ikisi de tek başına ne meziyettir ne de kötü bir şeydir. Bütün mesele bu hasletleri yerinde kullanmaktır. Taş düştüğü yerde ağırdır.
Yazar hep Türklükle İslâmiyet'i birbirine karıştırıyor. Bu son derece yanlıştır. Türklük irsîdir, İslâmlık kesbîdir.Bir topluluk irsî ve kesbî hasletlerini birleştirir ve bir topluluk oluşturur; yoksa irsî hasletleri kesbî hasletlerle değiştiremez.
Türklükle Araplık karşılaştırılabilir, Müslümanlıkla Hıristiyanlık karşılaştırılabilir; ama Türklükle Hıristiyanlık karşılaştırılamaz. Bu ilmen mümkün değildir. Yazarın bütün iddiaları böyle teknik hatalarla doludur.
* * *
Yazara göre;
Emevîler yönetimlerini kaderle meşrulaştırdılar.
"B- İktidarı MUTLAK nitelikler içinde kullanabilmek için KADERCİLİĞİN körüklenmesi ve taassubun ağır basması -Emevi'lerle gelişen gelenek.
Gerek Arap yazar ve düşünürlerin ve gerek Batılı müsteşriklerin ağız birliği ettikleri hususlardan birinin de İslâm dini'ni hoşgörü dini olmaktan çıkarıp orthodox niteliğe sokan ve kaderciliği körükleyen davranışların Türklerden geldiği tezidir...
Ellerinde bulundurdukları iktidarı keyfî ve sorumsuz ve mutlak şekilde kullanabilmek için Emevî halifeleri "kaderci" felsefeyi kökleştirmekte yarar görmüşlerdir...(s. 504)
İktidarın kendilerine Tanrı tarafından layik görülmüş ve verilmiş bulunduğu inancını ancak kaderci felsefenin varlığiyle yaşatabilirlerdi. Aksi takdirde iktidara meşru olarak sahip bulunmak ve bu iktidarı halka kabul ettirmek kolay değildi. Zira halifeliği ele geçirmeleri bir bakıma zorbalık yolu ile üstelik Peygamberin çıktığı aşiretten farklı bir aşiret mensuplarının halifeliğe gelmesi, kutsal nitelikteki kişilerin öldürülmesi, kutsal yerlerin kana bulanması gibi olaylar sonucu olmuştu. Bu nedenledir ki halk kendilerini tam bir meşruiyet içinde görmemekteydi... Bu konuda bk. İ. Goldziher, Le dogme et la loi de İslam, (Traduit par F. Arin, Paris 1920, sh 78)."(s. 505)
SÜNNÎLER NE YAPTILAR?
GEÇMİŞ İÇİN KADERCİ - GELECEK İÇİN SABIRLI
Hz. Ali halife olunca yönetime hâkim olamadı. Çünkü devlet büyümüş ve millî olma niteliğini kaybetmişti. Oysa İslâmî devletin kavmî ve millî olması gerekiyordu. Hz. Ali'nin ilimde son derece ileri olduğu söylenir. Maalesef, "Her kavmin hâdisi (başkanı) vardır"(Ra'd[13]; 7) âyetini okuyup uygulayamamış, Hz. Peygamber'in Mekke'de yaptığı gibi fethedilen ülkelerde kendi millî devletlerini kurduramamış, tersine merkezî yönetime gitmiştir. Ancak merkezî yönetim İslâmî değildir. Bundan dolayı Allah onu muvaffak etmedi. Yerine gayri İslâmî bir yönetim şekli olan saltanat sistemi geldi.
Emevîler yönetime hâkim oldular. Bu yönetimin gayri İslâmî olduğu kesindi. Çünkü hiç kimse Muaviye'yi halife seçmemiş, o meşru halifeyi bertaraf ederek kendisini halife yapmıştı. Meseleyi Hâşimî - Emevî çekişmesine çevirmiş, adeta Hz. Muhammed'in ailesinden babası Ebu Sufyan'ın intikamını almıştır. Artık yönetim sistem olarak gayri İslâmî bir şekil almış ve saltanata dönüşmüştü. Saltanat sisteminin esası olan saray hayatı ile başkanların toplumdan tecrit edilmiş yaşayışları başladı. Oysa Hz. Peygamber bilhassa bu noktaya işaret etmiş ve 'sizinle beraber namaz kılanlara biat edin' demişti. Artık birlikte namaz kılmak bir yana, hükümdarların yanına çıkmak bile mümkün değildi. Bu husus 1400 yıl sonra bile bugün de aynen öyle devam etmektedir.
Bütün olanları çok iyi bilmekte olan halk, bu durum karşısında ne yapması gerektiği konusunda ulemaya baş vurdu. Hattâ hayatta olan Hz. Ali'nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e de müracaat ettiler. İslâm âlemi çözüm konusunda sünnî ve şiî görüş olmak üzere ikiye ayrıldı.
Sünnî ulema; olan olmuştur, Emevî devleti kurulmuştur, fitne olacağına bu yönetime biat edelim ve İslâmiyet gelişmesine devam etsin, demişlerdir. Hz. Hasan'ın oğlu bu görüşe katılmıştır ve halifelik iddiasından vazgeçmiştir.
Şiî ulema ve Hz. Hüseyin, bu gayri meşru yönetime karşı çıkılmalı ve iktidarı gasbedenler iktidardan indirilmelidir, demişlerdir. Bunun üzerine savaşı sürdürmüşler ama yenilmişlerdir ve 1400 yıldır hâlâ yenik haldedirler.
Sünnîler Ne Yaptılar?
Sünnîler, fitne çıkmasın diye iktidarı gasbeden bu mütegallibeye biat ettiler. Bu sayede Orta Asya ve Çin, Kuzey Afrika ve Endülüs'e kadar fetihler yapıldı. Sonra yönetim Abbasîlere geçti. Ardından Hülagu istilası oldu, Timur istilası oldu, ama bütün bu saldırılara hep sabredildi. Saltanat sistemini uygulayan Abbasîlere, Selçuklulara ve Osmanlılara da itaat edildi. Ama bu sayede 1400 yıllık I. İslâm Medeniyeti kuruldu, bu sistem yeryüzüne hükümran oldu ve tarihe geçti. Bu gelişmeler Batı Medeniyeti'ni doğurdu. Şimdi de o deneyim ve birikimlerin verdiği güçle, II. İslâm Medeniyeti'ne doğru gidiyoruz...
Benzer olaylar İstiklâl Savaşı'ndan sonra da başımıza geldi. Saltanatı ve hilafeti kurtaracağız diye ortaya çıkanlar, Türkleri değil de değişik kavimlerden müteşekkil olan Anadolu Müslümanlarını bir araya getirdiler ve böylece hep birlikte İstiklâl Savaşı'nı gerçekleştirmiş olduk.. Kime karşı? Hıristiyanlara karşı.
Bundan dolayı İstiklâl Savaşı bütün boyutları ve yönleriyle bir dinî savaştı. İç ve dış haçlı güçlerine karşı yapılmıştı. Cephenin bir tarafında değişik Hıristiyan kavim ve devletler vardı, karşı tarafında da tek devletin devletsiz varisi ama değişik kavimlerden müteşekkil Müslüman Anadolu halkı vardı. Bu Müslüman halk sayesinde İstiklâl Savaşı kazanıldı. Ama savaş kazanıldıktan sonra İslâmiyet'e cephe alındı ve halk zorla dinsizleştirilmeye, zorla Türkleştirilmeye başlandı. Türkleştirme operasyonu başarıya ulaştı.
Müslümanlar bu durumda ne yaptılar? Kaderimiz buymuş dediler ve isyan etmediler, itaat ettiler, sabrettiler. Bu sayede bugün halkı Müslüman olan 65-70 milyonluk güçlü bir İslâm devletine sahip oldular.
Demek ki;
Geçmiş için kaderci;
Gelecek için sabırlı olmak
gerekmektedir.
Babam bir köy hocasıydı ve samimi bir Müslümandı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıklarına şiddetle muhalifti. Ancak o insanlara asla isyan etmedi ve düşman olmadı. Bu yapılanlar siyaset gereği yapılmalıydı. Batı dünyasının baskısı sebebiyle bunların yapılması elzem olmuş ve yapılmıştır. Bunların sonu hayra dönecektir, derdi. Aynı görüşü Sovyet yönetimi için de ileri sürer ve Rusya'da bir gün kömünist yönetimin son bulacağını söylerdi. Ben genç devletlerin yıkılmayacağını söylediğimde de; "hayır, kesinlikle yıkılacak", derdi.
Görüyorsunuz, Müslüman bir köy hocası bile kaderi kabul ediyor ama hiç bir zaman ümidini de kesmiyordu. Bizlere İslâmiyet'i öğretiyor ve istikbalin İslâmiyet'te olduğunu haber veriyordu.
1940'ların ilk yıllarında bunlar oluyor ve bu düşünceler dile getiriliyordu. Daha sonra neler oldu neler? Şimdi nerelerdeyiz ve o mütevazi köy hocasının isabetli istinbatları nasıl da bir bir tezahür ediyor?
Bütün bunlardan şu neticeyi çıkarabiliriz:
Bizler Mustafa Kemal veya Sultan Abdülhamid'i suçlayamayız. İktidara geldikleri için suçlu olabilirler, ama oraya geldikten sonra o günün ve o ortamın şartları neyi gerektiriyorsa onu yapmak zorundaydılar. Aksi halde Menderes'in başına gelenler onların da başına gelebilirdi. O zaman kendilerine de, ülkeye de, halka da zarar vermiş olurlardı.
Suç cehalettedir, bilgisizliktedir, ulemadadır...
Meseleyi şeriatçı olmaya hamledip tembel tembel oturmak, kolaycılık ve gerçeklerden kaçıştır. O gün de bu gün de, yapılması gereken, milleti kurtuluşa götürecek yolları aramak, araştırmak, bulmak, halka anlatmak ve uygulamaktır...
Öyle ümit ediyoruz ki, yazar yazdıklarını yeniden değerlendirir.
Sadece yazar değil, onun gibi düşünenler de değerlendirirler.
Çünkü bundan başka çare ve çözümleri yoktur.
* * *
Yazara göre;
Emevîler cinayetlerini kaderle kapatmışlardır.
"1. Emevîler zamanında KADER felsefesi, sadece iktidarın meşruiyetini tanımlamak için değil fakat keyfi şekilde ve gaddarca kullanılmasını da halka olağan gibi göstermek için işlenmiştir.
Kaderci felsefe, yani her şeyin ve her olayın, ve her sonucun Tanrı iradesi ve dileği gereğince oluştuğunu öngören felsefe, Emevî halifeleri tarafından sadece İktidarı (Halifeliği) meşru kılmak ve göstermek içi değil fakat ayni zamanda iktidarın keyfî ve müstebid ve kötüye kullanılması hallerini dahi meşruiyet havasına bürümek amaciyle geliştirilmek istenmiştir. Bundan dolayıdır ki İslâm'ı kadercilikten uzaklaştırmağa çalışanlara karşı en acımasız ve yıldırıcı bir siyaset izlemişlerdir...
Bu konuda bk. İ. Goldziher, Le dogme et la loi de İslam, (Traduit par F. Arin, Paris 1920, sh 78)."(s. 505)
BAŞKANA İTAAT DEVLETE İTAATTIR.
MESELEYİ KÖKTEN HALLETMEK ZORUNDAYIZ.
Hz. Ali'nin yönetime hakim olamaması sebebiyle bir otorite boşluğu doğmuştu. Artık devlet düzeni yok gibiydi. Yeni devlet savaş yoluyla ve gayri İslâmî yollardan kuruldu. Cinsini yani sistemini de değiştirdi ve saltanata döndü. Bu arada bir çok insan öldü. Müslümanlar şaşkına dönmüşlerdi. Bu durumda ne yapacaklardı? İslâm uleması onlara kadere rıza göstermelerini önerdi ve Emevî Hanedanı'na itaat ettirdi. Bu içtihat doğru muydu? Doğru olduğu varılan sonuçlarla belli olmuştur.
Cumhuriyet döneminde de böyle olmuştur. Halk bütün olanlara ve zulümlere sabretmiş, isyan etmeden mevcut iktidara itaat etmiş ve sabretmiş, sonunda hep halk başarılı olmuştur. Aynı şekilde askerî yönetimlere de karşı çıkmamıştır. Ama bu arada siyaseti de bırakmamış ve mücadelesini sürdürmüştür. Sonunda zafer hep milletin ve halkın olmuştur. Askerler müdahale etme durumunda kaldıklarında haklıydılar. Çünkü meseleler çözümsüz olarak bekliyordu ve zaman onları çözecekti.
İşte biz de bu çalışmalarımızla sorunlarımızı çözmeye çalışıyoruz.
İslâm düzeninde;
Başkana itaat devlete itaattır. Dolayısıyla başkan kötü ve gayrimeşru da olsa, o devletin içinde yaşanıyorsa itaat edilecektir. Sünnî mezheplerin görüşü budur.
Bundan dolayı biz Müslüman Türk Milletine hep cumhuriyet kanunlarına uyun diyoruz. Bunlar yanlış olabilir. İlerde bu yanlışları düzeltebiliriz. Ama karşı gelirsek devletimiz yıkılır ve artık yanlışları doğrularla değiştirme imkânımız da ortadan kalkar.
Zulüm artık çekilmez bir hâl almış olursa o zaman o ülkeyi terkedebilirsin, ama kesinlikle içten o ülkenin çöküp yıkılması için çalışmazsın, çalışamazsın. Otoritesini yitirmiş yönetim yok demektir. Meseleyi kökten halletmek zorundayız. İslâmiyet bunu emreder.
* * *
Yazara göre;
Hükümdarlar mahkemesiz başlar uçururlardı.
"2. DEVLET'in (İktidar'ın) en müstebid davranışlarına ve bütün cinayetlerine Şeriat'ın ve din adamlarının aracı olması; Halk'ın bu tür davranış ve cinayetleri bu nedenle olağan karşılaması (Halife Abdül Melik örneği - Emeviler dönemi) (s. 505)
Bilindiği gibi Batı'nın orta çağ dönemi din adına ve iktidar çıkarına her türlü cinayetlerin devlet veya kilise tarafından (veya bunların işbirliği ile) rahatlıkla işlenebildiği bir dönemdir. İslâm ülkelerinde ise bu tür davranış ve cinayetler belli bir dönem ve belli bir ülke itibariyle değil her dönemde ve her Şeriat ülkesinde görülmüştür. Şeriat düzeni ve din adamları İKTİDAR'ın en despotik en vicdansız uygulamalarına ve her türlü cinayetlerine araç kılınabilmiştir. İslâm'da daha ilk anlardan itibaren bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Emevî hükümdarları, kendi iktidarlarını güçlendirmek ve bu alanda rakipsiz kalabilmek amaciyle en insafsız usulleri ve cinayetleri işlerlerken Kur'an hükümlerini kendilerine destek yaparlar, ve halkı bu cinayetlere bu suretle alıştırırlardı...
Bu konuda bk. İ. Goldziher, Le dogme et la loi de İslam, (Traduit par F. Arin, Paris 1920, sh 78)."(s. 506)
ASKERÎ YÖNETİM VE SİVİL YÖNETİM.
BAŞKANLARIN 'SÜRME' YETKİSİ VARDIR.
Askerî yönetimlerde komutan gerektiğinde kişileri kurşuna dizdirir. Kurşuna dizilmek için suçlu olmak gerekmez. Eğer bir kimsenin varlığı ordunun başarısını engelliyorsa, o insan suçsuz olsa da ölür. Çünkü mağlubiyet halinde hepsi ölmektedir. Cephede savaşırken oradaki suçluları öldürmüyorsun ki suç işleyecekleri öldürmek için suçsuzları da katıyorsun. Sen öldürmezsen o seni öldürecek. Oysa o daha öldürmediği için suç işlememiştir. Bu uygulamalar sivil yönetimde tasvip edilmez.
Bunun dışında, başkanın yönetimin selâmetle seyri için bucaktan çıkarma yani 'sürme' yetkisi olmalıdır. Bu durumda da karşı tarafın mutlaka suçlu olması gerekmez. Ama yönetimin selâmetle yürütülebilmesi için bu yetkinin bulunması şarttır. Kişi uzaklaşmazsa, yine muhakemesiz olarak öldürme hakkı doğar. Ancak bu hak sadece bucak başkanlarına ait olup devlet ve il başkanları bunu ancak kendi bucak sakinlerine uygularlar; devlet ve il geneline uygulayamazlar.
Bu usûl İslâmî usûl olup demokratik yönetim için şarttır.
İslâm düzeninde;
Yönetim bucaklara ayrılmıştır. Bucak başkanları sivil yönetimle bucak-larını yönetirler. Yönetime hakim olamazlarsa, vilayetin jandarma birliklerini davet eder ve idareyi askerî yönetime bırakırlar. Asayiş temin edildiğinde istedikleri zaman da yönetimi geri alırlar.
İllerde anarşi doğarsa yönetim orduya verilir.
Merkez il için de aynı şey istenebilir.
Bunun dışında, her başkanın sürme yetkisi vardır. Sürüldüğü halde bucaktan ayrılmayan kimsenin kanı heder olur. Bu yönetim modelinde başkana verilen bucağından sürme yetkisi o bucakta tüm fitneyi ortadan kaldırır. Sürülen suçlu değildir, hiçbir maddî zarara uğratılmaz ve başkanıyla anlaşmak şartıyla her istediği bucakta yerleşebilir veya böyle sürgünler kendilerine bir bucak kurabilirler.
İslâm düzeninde ve yönetiminde hapishane yoktur. Para cezaları ve sürgün cezaları vardır. Ayrıca suçlu affedilmezse kısas vardır.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
Gaddar Tanrı'ya benzeme özentisi
hükümdarları gaddar yapmıştır.
"C- ŞERİAT DEVLETİ HÜKÜMDARLARI'nın (ve dolayısıyle Osmanlı Padişahları'nın) despotik nitelikleri'nin kökenlerini ŞERİAT KAYNAĞINDA aramak gereği.
Şeriat devletlerinde iktidar sahiplerinin "müstebid", "gaddar", ve "korkutucu" ve "keyfî" davranışları'nın kökenlerini Şeriat'a saplanmışlıkta aramak gereği söz götürmez bir gerçektir...(s. 506)
Şeriat devletinde hükümdarların tek amacı, ve tek hevesi ve bir bakıma kendilerini zorunlu gördükleri tek davranış türü TANRI'nın ve Peygamberi'nin kendi kullarına (yani insanlara) karşı takındıkları tutum ve davranışı izlemek olmuştur. Madem ki Tanrı'nın yeryüzündeki vekili idiler ve madem ki Tanrı ve Peygamber kendi kullarına KORKUTUCU gibi görünmüş ve onlara gerektiğinde gaddarca davranmış onları savaşlara sürüklemiş, ve farklı inançta olanları öldürmüştür, ve madem ki DİN kuralları olarak kendi yerleştirdikleri kurallar dışında başkaca bir yaşam tarzı kabul etmemiş ve kişilere kendi iradelerine göre değil ve fakat bu din kurallarına uygun yaşama zorunluğunu yüklemişlerdir, o halde Tanrı'nın ve Peygamberi'nin vekili olmak nedeniyle yapacakları tek iş onlara uymak ve onlar gibi davranmaktır...(s. 507)
Her ne kadar Türk'ün şeriat öncesi yaşamlarında İktidarın mutlaklığı bahis konusu idiyse de o devirler itibariyle bu mutlaklığın vahşet niteliğine büründüğü pek söylenemez...
Fakat ne var ki Şeriat dehlizlerine daldıktan sonra Türk bu yukardaki niteliklerini yitirmeye başlamış...(s. 508)
Şeriat düzeni içinde kaldıkları sürece İslâm toplumlarına hür ve demokratik bir yöneliş nasip olmamıştır. Bu yöneliş 1400 yıllık İslâm uygulaması sırasında ilk kez Atatürk ile birlikte Türkiye'de XX ci yüzyılın ilk ortalarında Şeriat'tan uzaklaşmakla elde edilebilmiştir..."(s. 509)
İSLÂMİYET'TE TANRI ASLA GADDAR DEĞİLDİR.
BAŞKANIN HALKTAN AYRICALIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜ YOKTUR.
Kâinat bir nizam içindedir.
Tabiî bir hayat ve düzen vardır.
Makroda denge vardır. Mikroda denge vardır.
Bu tabiî düzeni araştırıp öğrenmek kolay bir iş değildir.
20. yüzyılda yapılan araştırmalar şunu göstermiştir ki;
Her tabiî olan şey iyidir ve güzeldir.
Bizim kötü sandığımız bir şey, aslında bizim hayrımıza olabilir.
Şimdi ister Tanrı'yı adil kabul edelim, ister gaddar kabul edelim, ilmin ortaya koyduğu gerçek vardır; Tanrı'ya karşı gelemeyiz. Eski çağların savaşan, galip gelen ve mağlup olan tanrıları artık yoktur.
İster Tanrı'nın varlığını kabul edelim, ister kabul etmeyelim, tabiatta tabiî ve sosyal kanunlar vardır ve biz onları değiştiremeyiz. Bizim yapabileceğimiz şey, o tabiî ve sosyal kanunlara uymaktır. Bu gerçek 20. yüzyılda sosyal ilimlerde de kesin olarak anlaşıldı. Sosyal ve ekonomik kanunlar değiştirilemiyor.
Bu kanunlara karşı çıkan Marx'ın hayali dünyası hiçbir yerde kurulamamıştır. Her yerde aile, ırk, din ve mülkiyet yaşamaya ve varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Nitekim bizzat Marx da aile sahibiydi ve reddettiği şeyleri kendisi özel hayatında yaşıyordu.
İslâmiyet Tanrı'yı asla
'gaddar' olarak takdim etmez.
Aksine Kur'ân altıyüz sahifedir.
Kur'ân, kâinatın özetlenmişidir.
Kur'ân Fatiha suresinde özetlenmiştir.
Fatiha da 'besmele'de özetlenmiştir.
Besmele de dört kelimedir ve iki kelimesi
Allah'ın 'rahmet edici' olduğunu ifade eder.
Kur'ân'ın hemen her sahifesinde Allah'ın bağışlayıcı ve merhametli olduğu ifade edilir. Ancak bu Allah'ın güçsüzlüğü ve suçluları cezalandıramayacağı anlamına gelmeyip, her vesile ile O'nun güçlü olduğunu ve hükmünü galip kılacağını belirler.
Devletin görevi, iyilik edenleri on misli mükâfatlandırmak ve kimseye işlediği suçtan fazla ceza vermemek, çoğunu da bağışlamaktır. Sonra İslâm hükümdarlarının hiçbiri hiç bir zaman kendilerini Tanrı yerine koymadılar. En fazla yaptıkları şey, kendilerini peygamberin yerine koymak olmuştur. Peygamber ise asla Tanrı değildir, asla Tanrı'nın yeryüzündeki vekili de değildir; bundan dolayı İslâmiyet'te peygamberin adı 'elçi'dir. Elçi demek; sadece haber getirir, O'nun adına kendisi hareket edemez, karar veremez demektir. Bu husus Kur'ân'da o kadar vurgulanmıştır ki, ve Hz. Peygamber de o kadar üzerinde durmuştur ki, biz Peygamber'in peygamberliğinden önce onun kulluğuna şehadet ederiz. Biz Peygamber'e dua etmeyiz, onun için dua ederiz. Hz. Peygamber kendisine dua etmemizi istemiş ve böylece onun da kendimiz gibi Allah'ın rahmetine muhtaç kul olduğu hatırlatılmıştır.
Başkan 'hâkim' değil 'hâdim'dir.
İslâmiyet'te 'emir' yoktur, 'ulu'l-emr' vardır.
İkisi arasındaki fark nedir? Görev esnasında yetkilidir.
Görevi bitince tüm yetkileri ve üstünlüğü biter.
İslâmiyet'in başkanları,
'gaddar' yapması mümkün değildir ama 'güçlü' yapar.
İslâm düzeninde;
Devlet başkanının halktan hiç bir ayrılığı ve üstünlüğü yoktur. Kendisine başkan olduğu için itaat edilir, yoksa farklı ve üstün bir varlık olduğu için değil.
İslâmiyet'te dahilik yoktur, kurtarıcılık yoktur, imtiyazlar yoktur. Peygamber ve başkan da dahil olmak üzere herkes Allah'ın kuludur. Herkes şeriata karşı sorumlu olup, kimse başkana karşı sorumlu değildir.
Başkan kendisine verilen görevleri, yine kendisine verilen yetkiler çerçevesinde kullanır. Allah bu görevi halkın eliyle verir. Anlaşmalar sağlayınca bu yetki verilmiş olur. Meselâ, 'mülkün sahibi sensin' deyince 'O'nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk' demektir. 'Sen verirsin, Sen alırsın' derken, ulusun hükümdarları nasbedip indirebileceğini ifade eder; yoksa hükümdarların ulusları varedecekleri ve kurtaracakları ilkesi benimsenmez.
Değerli okuyucu, dikkatli ol!
Yazar sizi nereye götürmek istiyor? İktidarı Allah değil insanlar verir diyerek millî hakimiyet yerine diktatör hakimiyetini önermektedir. Türkiye'nin tek parti yönetimini göklere çıkardığına ve o zaman yapılanları hep mazur gösterip diğerlerini hep suçlu saydığına göre, size neler tavsiye ediyor; artık anlamışsınızdır.
Allah gaddarlara ceza vermeseydi gaddar olurdu. Çünkü gaddarlarla işbirliği yapmış olurdu. Ama Allah gaddar değildir. Gaddarların çoğunu bağışlasa bile, asla iyilerle onları bir tutmayacaktır.
Kur'ân'da;
'Allah' deyince 'topluluk',
'Resul' deyince 'başkanlar' anlaşılır.
İslâm âleminde Hz. Ali'nin tanrı olduğunu söyleyen sapıklar çıkmıştır da, Hz. Muhammed'in tanrı olduğunu iddia eden bir sapık çıkmamıştır. Nasıl olur da böyle bir Allah'a ve peygambere inanan insan 'gaddar' olabilir? Ama gaddarlara karşı gaddar olur. Devleti yıkmak isteyen, düşmanlarla işbirliği yapan herkes devlet tarafından cezalandırılır. Sonraları imparatorluğu parçalayıp düşmanlara yem edenlerin hiyaneti kesin olarak sabit olmuş iken, onları cezalandıranlara nasıl 'gaddar' diyebiliriz?
* * *
Yazara göre;
Tarih şeriat hükümdarlarının zulmüne şahittir.
"D- Şeriat devleti Zihniyeti'nin yetiştirdiği tipik hükümdar örneği:
Şeriat Devleti HÜKÜMDARI'nın genellikle hemen her devirde ve her İslâm ülkesinde tanımlanan özellikleri arasında HALK DÜŞMANLIĞI, HALK'ı CEHALET İÇİNDE TUTMA İSTEĞİ, GADDARLIĞI, İNSAN DEĞERİ TANIMAZLIĞI, DİN ARACINI SALTANAT İÇİN BAŞLICA SİLAH OLARAK BENİMSEMİŞLİĞİ, DİNDAR GÖRÜNÜŞ içerisinde Din ile ilgisi olmayışı, KARAKTER ZAYIFLIĞI, gibi ve buna benzer olumsuz nitelikler yatmıştır... 1400 yıl boyunca yani İslâm devleti'nin ortaya çıktığından bu yana gelmiş geçmiş Hükümdarlar ve İktidar sahipleri arasında büyük çoğunluk bu yukarda belirttiğimiz niteliklere sahip kişiler olmuştur... İlk İslâm devleti'nde ve Emevî ve Abbasî saltanatı zamanında Osmanlı Padişahlarına taş çıkartacak gaddarlıkta ve keyfilikte Hükümdarlar çıkmıştır..."(s. 509)
ZULMÜ SONA ERDİRMENİN TEK YOLU VARDIR;
İSLÂMİYET'İN ŞERİAT DÜZENİNİ GETİRİP UYGULAMAK.
Bir hükümdarın zalim olup olmadığına karar verebilmek için, savaşta yapılanlarla barışta yapılanları birbirinden ayırmak gerekir. Savaşta elde edilen sonuç ne kadar az zayiatla elde edilmişse, o hükümdar o kadar iyi hükümdardır. Meselâ, İstiklâl Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal ve arkadaşları, üç yıllık mücadelede ne kadar zayiat verdiler? Bu durum yalnız kendi milleti için sözkonusu değildir, düşman tarafının zayiatı da düşünülmelidir. Yani savaş sonuna kadar bütün öldürülenler, toplu imhalar, esirler v.s. hep hesaba dahildir. Burada elde edilen sonuç ile verilen toplam insan zayiatı hesaba katılır. Burada öldürülenlerin haklı veya haksız öldürülmesi söz konusu değildir. Burada hükümdarın adil olması değil, insaflı olması istenir, ve her şeyden önce de başarılı olması istenir.
Sivil yönetimde durum farklıdır. Kriterler farklıdır. Ne kadar az dava açıldı, ne kadar adil kararlar verildi ve bunlardan ne kadar çok affedildi?
Çok davalar açıldı demek, adalet yok demektir.
Adil kararlar verilmedi demek, zulüm var demektir
Suçlular az affedildi demek, ihsan ve bağış yok demektir.
Elbette istatistiklere dayanarak tesbit edilmesi gereken bu hususları ortaya çıkarmak çok zordur. Tarih hiç bir şeye şahit değildir.
Meselâ, Osmanlı Devleti zamanında her yerde isyanlar vardı. Eşkiyalar kol geziyordu. Cumhuriyet döneminde bunlar ortadan kalktı. Ancak bu bir adalet gereği değildir. Bunlar işkence ve zulüm ile ortadan kalktı. 1980'den önce anarşi zulüm yapıyordu, sonra polis zulüm yaptı ve anarşi kalktı. Hangi yönetim daha zalim? Demirel yönetimi mi? Evren yönetimi mi? Buradan çıkan netice şudur: Her merkezî yönetimde zulüm vardır.
Zulmü sona erdirmenin tek çıkar yolu vardır;
İslâmiyet'in öğrettiği şeriat düzenini demokratik yollarla getirmek;
Sosyal dayanışma grupları,yerinden yönetim ve
Yeminli serbest kamu hizmetlileri.
İşte İslâm düzeni bu kadar basit ve kolay.
Bunlar yapılmadıkça, mevcut zulüm düzeni içinde asıp kesmeler varlık için zorunludur. Mithat Paşa boğdurulmuştur deniyor; biz boğdurulduğunu zannetmiyoruz ama boğdurulmuş ise, Abdülhamid onu boğdurmasaydı o Abdülhamid'i boğduracaktı. Elbette o zaman o kahraman olacaktı. İki yanlıştan bir doğru çıkmaz. O halde kişileri tartışacağımıza sistemleri tartışalım. İslâmî yoldan yönetime gelmeyen veya gelemeyen iktidarlar ile İslâmiyet'i suçlamayalım.
* * *
Yazara göre;
Batılı tarafsız yazarlar da
Abdülhamid'in zulmünü anlatıyorlar.
"Abdülhamid II örneği.
İkinci Abdülhamid'in olumsuz zihniyet ve karakterini ve bu millete yapmış olduğu kötülükleri dile getiren yerli kaynakları çoktur. Fakat bu konuda tam bir fikir edinmek ancak tarafsız sayılabilecek yabancı izlemcileri ve yazarları da gözden geçirmek sayesinde mümkün olabilir. Abdülhamid II hakkında yabancılar tarafından yazılmış kitaplar ve yazılar da çoktur. Fakat bunlar arasında en güvenilir olanı, onunla birlikte uzun yıllar geçirmiş olan A. Vambery'nin anılarıdır. Vambery, Abdülhamid'in kız kardeşi Fatma Sultan'ın Fransızca öğretmenliğini yapmıştır. Abdülhamid'i daha 16 yaşında iken tanımış, onunla beraber bulunmuş ve onun tahta çıkışından sonra da uzun yıllar bu ilişkilerini sürdürmüştür. Abdülhamid hakkındaki anılarını 1909 yılında yayınlamıştır. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, pp. 69-88; Vol. LXV, 1909, pp. 980-993)... Biri de George Washurn adında bir yazardır. İstanbul'da kırk yıl yaşamış ve Robert Kollej'de müdürlük yapmış olan bu yazar "Fifty Years in Constantinople" adlı kitabında (Boston 1909) Abdülhamid'i en belirli yönleriyle tanımlar."(s. 510)
DÜŞMANLARIMIZ YALAN YAZIYOR;
YAZAR YALANLARI BELGE OLARAK ALIYOR.
Allah'a inanmayan insanlar için 'gerçek' ile 'yalan' aynı şeydir. Onlara göre meselâ, Abdülhamid zulmetmemişse bile, biz Abdülhamid'in zulmettiğine insanları inandırırsak o zalim olmuş olur, diye düşünürler. Bu insanlara göre nasılsa Tanrı yoktur. Hesap vermek yoktur. Doğru ve yanlış diye bir şey yoktur: Biz Abdülhamid veya Mustafa Kemal'i nasıl anlatır ve nasıl inandırırsak o öyle olur. Zalim dersek zalim olur, adil dersek adil olur, 'Kızıl Sultan' dersek Kızıl Sultan olur...
Bütün mesele gerçekleri ortaya koymak değil, mesele inandırıcı yalan söylemektir.
İşte bu Tanrı'ya inanmamış olan yalancıların geliştirdikleri bir metot vardır. Biri oturur göz göre göre yalan yazar. Hayret edersiniz, bu kadar yalanı ne diye yazıyorlar. Oysa onlar şöyle düşünüyorlar: Seneler geçtikten sonra, kim nerden neyin doğru neyin yalan olduğunu bilecek? Biz şimdi yalandan yazarız, bu ileride yalanları doğru gösterecek belge olur. Bu metotlardan bir tanesidir.
Bir diğer metot da beyin yıkama metodudur. Bir şeyi hiç tartışmadan daha baştan doğru kabul edersiniz, kişi de duyduğu için inanır. Daha sonra onlar temel ilkeler olur. Yazar İlhan Arsel, Osmanlıların zalim olduklarını kitabın ta başından beri söylüyor, zaman zaman 'eski yalancıların' hikâyelerini de kaynak olarak gösteriyor ve kendisi de birtakım ilâvelerle bu yalanları zenginleştiriyor. Böylece ona göre, 'şeriat zalim olacak' ve 'despotizm adil olacak'. Çünkü uzun vadede her nasılsa öyle inanılacak. Tanrı da olmadığına göre, gerçek ve doğruları kim ortaya çıkaracak?
Oysa Allah vardır ve bunları ortaya çıkarmak için kehanete gerek yoktur. Bir yerde tevhid-i tedrisat kanunu varsa, bir yerde Atatürk'ü koruma kanunu varsa, bir yerde 163 ve benzeri maddeler varsa, bir yerde tek odalar birliği varsa, bir yerde tek diyanet işleri başkanlığı varsa, ... orada nasıl bir yönetimin olacağını bilmek için kâhin olmak gerekmez. Çünkü sosyoloji ilmi kesin sosyal kanunlarla bizlere bunu ispatlar. İlim öyle bir güce sahiptir ki, yalancının mumunu yatsıya kadar bile yaktırmaz. Bir ülkede yirmi yılda sonuçlanabilen davalar, o ülkede nasıl bir adalet mekanizmasının ve genel yönetimin olduğunu açıkça haber verir. Yüzde yüzlere varan enflasyon, ekonomik kalkınmanın ve refah seviyesinin sefaletini haber verir... Siz istediğiniz kadar yalan haber uydurun. Allah kâinatı yaratırken, yalancıları da varederken, yalancıların galip gelmemesi için gerekli tedbirleri almıştır.
Başta değerli okuyucularımız olmak üzere, hiç kimse tasalanmasın. Gerçekler mutlaka anlaşılacaktır. Hep öyle olmuştur ve yine öyle olacaktır. İlim, gerçekçilerin ve doğru insanların en güçlü silahıdır. Biz gerçekleri ilmen ortaya koyuyoruz. İsteyen ilme, isteyen yalanlara inanır. Bizim görevimiz gerçekleri ortaya koymak, kararı insanlara bırakmaktır. Yaza,r Abdülhamid hakkında düşmanlarımızın yazdıklarını belge olarak sunuyor. Dayanakları böylesine çürük. Bütün bunlarla biz Abdülhamid'i savunmuyoruz. Her hükümdar gibi o da kendi şartları içinde iktidara gelmiş ve kararlar almıştır. Biz veya siz olsaydınız ne kararlar alınırdı bilemeyiz. Hele şeriatı da bilmiyorsak. Şeriatı bilmemek onun suçu değildir, suç şeriatı ona öğretmeyendedir. Hattâ her şey olup bittikten sonra söylenecek tek şey kalmaktadır; bütün bunlar ilâhî takdirdir. O halde biz hiç kimseyi ne cennete ne de cehenneme göndermeyelim, bu iyi insandır bu kötü insandır demeyelim. Şu hareket şöyle yapılsaydı daha iyi olurdu veya iyi olmuştur diyelim.
İslâmiyet'e göre;
İnsanlar niyetlerine göre mükâfat ve mücazat görürler. O niyetleri de yalnız Allah bilir. Biz sadece yapılanların doğru veya yanlış olduğuna karar veririz. Kötü niyetle yapılan ne kadar çok iyilikler ve iyi niyetle yapılan ne kadar kötülükler vardır.
Yazar Abdülhamid'e çatıyor, bazı insanlar da Mustafa Kemal'e çatıyor; İslâmiyet'e göre her ikisi de günah işliyor. Onların yaptıkları onlara ait olup, hesaplarını onlar vereceklerdir; biz Allah'ın muhasibi değiliz.
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid çelişkili mizaçlara sahip.
"Şeriat hamuru ile yoğrulmuş karakteri'nin olumsuzluğu:
Denilebilir ki İkinci Abdülhamid'in karakteri, tıpkı kendisinden önceki diğer Şeriat Hükümdarları gibi, birbiriyle bağdaşmaz nitelikler ve çelişmelerle doludur. Fakat bu çelişme ve birbirine ters düşen nitelikler onun karakterinde en belirli şekilde kendisini gösterirdi: İyi görünüş altında en bayağı kötülüklere, cömert davranış içinde cimriliklere, cesaret gösterisi özlemi içinde alçaklık ve korkaklıklara, kurnazlık yanında bilgisizliklere, ... ve hürriyetsever görüntüler içinde en akıl almaz despotizm denemelerine yönelmiş olması, bunun örnekleri arasında belirtilecek hususlardandır."(s. 510)
ABDÜLHAMİD VE M. KEMAL İYİ HİZMETLER YAPTILAR.
HER ŞEY ALLAH'IN İZNİ VE TAKDİRİ İLE OLMUŞTUR.
Abdülhamid, çökmekte olan bir devleti çok kötü şartlarda devraldı. Yapılan savaşlarda bir çok ülkeyi devretti. Barış anlaşmaları yaptı. Meclis kapattı. Ülkeyi kalkındırma hamleleri yaptı. Gerçekten de iktidarda olduğu yıllarda hem ekonomide hem kültür alanında Türk toplumuna ve Osmanlı Devleti'ne çok şeyler kazandırdı. Devlet düzeninde ıslahat yapamadı, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasını önleyemedi; ama onun zamanında kurulmuş olan okullarda okuyanların mücadelesi ve yine onun zamanında kurulmuş olan fabrikalarda yapılan silahlarla yeni Türkiye Devleti kuruldu. Niyetlerini Allah bilir, inşaallah Allah günahlarını affeder ve mekânı cennet olur.
Mustafa Kemal de gerçekten devleti yıkılmış olan bir milleti birleştirdi, İstiklâl Savaşı kazandı, genç Türkiye Devleti'ni kurdu. Yaptığı inkılâplar yıkıcılıkta başarılı oldu ama yapıcılıkta maalesef başarısız oldu. Onun da kötü niyetli olması için hiç bir sebep yoktur. İnşaallah Allah onun da günahlarını affeder ve cennete koyar, bizim duamız budur.
Her iki büyük devlet adamımız zamanında yapılan iyi şeyler, bugünkü devletimize çok etkili olumlu katkılarda bulunmuştur. Yapan ise onlar değil Allah'tır. Ne kadar iyiliğe lâyık idiysek, Allah o kadarını nasip etmiştir. Bizim ne kimseden bir alacağımız var, ne de kimseye bir borcumuz vardır.
İslâmiyet'e göre;
Olan her şey Allah'ın izni ve takdiri ile olmuştur.
Kullar ise niyetlerine göre hesap vereceklerdir.
İyi işler yapanlara hayırlı dua edilir.
Kimse kimseye ibadet edemez, kimse kimsenin tanrısı olamaz.
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid kumar oynar ve
muhasip Agop ile hesaplaşırdı.
"Bilgisizliği-Okumayı sevmez oluşu: bilgi'ye karşı kin beslemesi:
Tıpkı kendisinden önceki Padişahlar gibi Abdülhamid de tam anlamiyle bilgisiz ve okumayı sevmez bir kimse idi; öğrenim ve eğitimi küçümser, okumuş ve bilgili sayılabilecek kişilere karşı kin beslerdi...
Galata'daki para borsasında Rum ajanı Assani aracılığı ile kumar oynardı. Padişah olup koca bir İmparatorluğun başına geçtiği zaman dahi, özel varlığının muhasebesi işlerini gören Agop efendi ile başbaşa oturup para hesabını yaptığı görülürdü.
Bk. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXV, 1909, sh. 71, 76, 980 ve d..."(s. 511)
YALANLARIN SEVİYESİ İNANDIRICILIĞINI YİTİRİYOR.
GELECEK İSLÂMİYET'İN VE İSLÂM MEDENİYETİ'NİNDİR.
Abdülhamid'in kumar oynadığı iddiası, bize göre yalan makinasının en ahlâksız icadıdır ve son derece çirkin bir iftiradır. Biz böyle bir şeye asla ihtimal vermiyoruz. Bundan dolayı üzerinde durmaya bile değmez bir iftira olarak görüyoruz. Fakat bu iddia, başta yazar olmak üzere devlet büyüklerimizin düşmanlarının iddia ve iftiralarının nerelere varabileceğinin korkunç bir örneğidir. Dolayısıyla onların seviyelerini göstermesi açısından da son derece ibret vericidir. Bu çirkin ve son derece seviyesiz iftiraları sayesinde, yazar ve benzerlerinin bazı basit yalanları ile ilgili inandırıcılıklarını da kaybetmektedirler.
Biz, ne Abdülhamid'i ve ne de Mustafa Kemal'i günlük ve özel hayatları ile değerlendirmiyoruz. Mustafa Kemal de içki içiyordu. Mahkeme kararı olmadan eşini boşamıştı. Oysa bu uygulama halkına zorla kabul ettirdiği medeni kanuna aykırı bir davranıştı. Ama bütün bunlar bir başkan veya hükümdar hakkında bize karar verdirmez.
Genel olarak yapılanlar neydi?
Mustafa Kemal iyi bir asker ve devlet kurucusuydu. Tarlayı temizleme anlamında iyi bir inkılâpçı, ama maalesef hazırladığı tarlaya ekin ekmede başarısızdı. Bundan dolayı biz şimdi buğday değil de zararlı otlar ve dikenler biçmek zorunda kalıyoruz.
Meselâ, hanedanı kaldırdı ama gerçek cumhuriyeti getiremedi.
Hanefi hukukunu kaldırdı ama
Şeriatı getiremedi ve yerine yabancı kanunlar koydu.
Dinî baskıyı kaldırdı ama
Her nedense bir türlü gerçek lâikliği getiremedi.
Bunların böyle olduğuna her seferinde değişen anayasalarımız şahitlik etmektedir. Ama biz bütün bunlarla onu asla suçlamıyoruz.
Bize göre, muhakkak daha iyi şeyler yapmak isterdi ama ne onun, ne arkadaşlarının, ne de milletin bunları yapmaya gücü vardı. Kader böyleydi ve bazı iyiliklerin henüz zamanı gelmemişti.
Zamanı gelince onlar da olacaktır.
Bakınız, biz geçmiş için hep kaderciyiz, ama gelecek için değil.
Kur'ân;
1400 yıl sonra bile en açık tazeliği ile yine aynı Kur'ân'dır.
Hadisler hâlen rehber olma özelliklerini sürdürmektedirler.
O halde 1400 yıl önce olduğu gibi yeni bir dünya, yeni bir düzen, yeni bir medeniyet kurabiliriz. Bunun ilk adımları tarafımızdan ve çağdaş Müslümanlar tarafından atılmıaktadır.
Gelecek İslâmiyet'in ve Yeni İslâm Medeniyeti'nindir.
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid çıkarcı idi,
hediye bekler ve rüşvete göz yumardı.
"Etrafındakilerin çalıp çırpmasına ses çıkarmayışı:
Başkalarına imtiyazlar (bazı işlerin tekelini) vermekten geri kalmaz ve karşılığında çıkar beklerdi. Onun gibi yardımcıları ve Saray yetkilileri de zavallı halktan rüşvet diye ne varsa koparırlar ve bütün bunlara Abdülhamid ses çıkarmazdı; bilakis bu çeşit davranışları iktidar'ın uygulanması için gerekli şeyler olarak görürdü: "ganimet ve nimet dağıtımı iktidar tarlasının en bereketli ürünlerini sağlar" derdi.
Bk. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, sh. 71)..."(s. 511)
BAŞKAN, KENDİSİNİ MİLLETE ADAMIŞ İNSANDIR.
FÂSIKLARIN VERDİĞİ HABERLER DOĞRU OLABİLİR Mİ?
Devlet başkanları, başkan olduktan sonra artık kendilerini millete adamış insanlardır. Devlet uğruna kendi öz çocuğunu ve kardeşini bile öldürtmeyi meşru sayan bir zihniyetin, devletinin çıkarından başka bir şey düşünmesi mümkün değildir.
Yazarın yazdıkları, uluslararası yalan tezgahının ürünleridir. Uydurma haber ve olaylardır. Müslümanlar olarak bizler bu yalanlara kesinlikle inanmayız.
Çıkarcılık ve rüşvet iddiaları son derece çirkin ve seviyesiz iddialardır. Bu yalan ve iftiralara kanıt diye sarılan kimse, kesinlikle ilim adamı olamaz veya en azından ilim haysiyetinden yoksundur.
Mustafa Kemal Pakistan ve Hindistan Müslümanlarından gelen paralarla banka kurdu ve kendisi de bu bankaya ortak oldu. Sonra da bu bankanın yönetimini, devleti ile eşleştirdiği Cumhuriyet Halk Partisi'ne bıraktı.
Bunlar bugün tenkit edilmez veya edilmemeli. Çünkü bütün bunlar o gün için ve kendi şartlarında alınmış karar ve tedbirlerdir. Kendine özgü doğruluk ve yanlışlıkları vardır ama bugünkü tenkitler tutarlı değildir. Bu tür hareketlerinden dolayı bir devletin başkanı eleştirilemez. Hele yalanlara istinaden eleştiri tezgahları kurmak, son derece ilkel ve ilim dışı bir yöntemdir.
Din ve Türklük düşmanı bu fâsıkların hatıraları veya haberleri ilmen delil olabilir mi? Prof. unvanlı birinin kaynak olarak bu yalanlara ve iftiralara sarılması, sadece onun genel seviyesini ve ilim anlayışını anlatması açısından ibret vericidir. Dolayısıyla yazdıklarının da ne kadar inandırıcı olabileceğini açıkça ortaya koyan delillerdir.
Kur'ân, bu konuda Hucurât suresinin 6. âyetinde şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar!
Fâsık bir adam bir haber getirirse,
Onun doğruluğunu araştırın,
Yoksa bilmeyerek,
Bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de
sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid cahildi, halkı da cahil bıraktı.
"Halk'ın aydınlanmasına ve eğitim ve öğrenimine düşmanlığı: Tarih ve Felsefe konularını Üniversite öğretim programlarına sokmayışı:
Pek sınırlı bir çerçeve içinde halkın öğrenimine çalışırmış gibi görünmekle beraber toplumdaki bilgisizlik perdesinin yırtılmasını ve insanların uyanmasını asla istemezdi. Halk'ın olsa olsa sadece din konularında eğitimini sağlayacak tedbirleri alır görünürdü. Fakat bilim ışığının yayılmasını ve beyinlerin gelişmesini istemezdi...
Kendisi gerçekten kültürsüz ve bilgisiz olduğu halde bu alanda ne kendi eksiklerini gidermeyi düşünür ve ne de halk'ın seviyesini yükseltmeyi aklından geçirirdi. Aksine Halk'ın fazla eğitim görmesini tehlikeli sayardı...
Bk. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, sh. 79, 80)..."(s. 512)
ABDÜLHAMİD MEKTEPLERİ YERLEŞTİRMİŞTİR.
MEDRESELERE DE ÇOK BÜYÜK ÖNEM VERMİŞTİR.
Abdülhamid'in kendisi cahildi. Cehaletin ne olduğunu çok iyi bildiği için de var gücü ile ve devletin bütün imkânlarını seferber ederek halkının kültürünü yükseltmek için çalışmıştır. Abdülhamid, Türk kültürüne en çok hizmet eden insanların başında gelir.
Daha önce Batı tipi okullar açanlar Avrupa devletlerinin talimatıyla hareket ettikleri için halk bu okullara kesinlikle itibar göstermiyordu. Oysa Abdülhamid kendisini ve yaptıklarını, halka ve Müslümanlara kabul ettirmişti. Dolayısıyla kültür ve eğitim alanında yaptığı hizmetlere, medrese ve ulema karşı çıkmadı, tarikat ve şeyhler karşı çıkmadı, böylece Batı tipi eğitim kurumları halk nezdinde itibar gördü ve tutunabildi. Daha sonra bu okullar ilk meyvalarını verince halk tarafından iyice benimsendi, artık hava ve su gibi tabiî bir ihtiyaç gibi kullanılır oldu.
Bugünkü okullarımız bile, o zaman temelleri atılan eğitim kurumlarının devamıdır. Artık başörtülü kızlarımız bile bu okullarda okumak için sıra bekliyor ve mücadele veriyor. Yazar gibi sözde ilerici ve aydın geçinen birileri de onlara engel olmaya çalışıyor.
Abdülhamid, medreselere de çok büyük önem vermiştir. Ona göre, ileride 'medrese' ile 'mektep' arasında başlayacak olan sağlıklı ve verimli diyalog ülkeyi yüceltecekti. Ama maalesef sonraki yöneticilerin olumsuz uygulamaları sebebiyle tam tersi oldu ve onun idealleri gerçekleşemedi. Mektepliler, medreselerle rekabet edemiyeceklerini anladıkları için medreseleri temelli kapattılar. Tevhid-i tedrisat uygulaması ile tek boyutlu eğitim sistemini getirdiler ve gerçekten de ilmî gelişmelerin önünü tıkadılar. Bugün de korkuları sebebiyle hâlâ medreseleri açamıyorlar. Abdülhamid'i cehaletle itham edenler, ülkemizde en kaba cehalet kapılarını ardına kadar açmış, çok yönlü ilmin kapılarını ise kapatmışlardır.
Bizim teklifimiz şudur:
Gelin İslâmî ilimler ile Batı ilimlerini serbest minderde eşit şartlarda güreştirelim. İlhan Arsel'in kitabını bir üniversitemiz bastı. Demek ki ilgili fakülte ve üniversitenin onayından geçti. Bizim bu kitabımızı da bir ilim adamı veya ilim heyetine inceletelim. Bakalım netice ne olacak? Hangimiz gerçekten ilmî bir eser yazmış, hep birlikte görüp anlayalım. Ömer Nasuhi Bilmen'in kitabı gibi bu kitabımız da basılıp yayımlansın.
İlmî gücünüz ve cesaretiniz yetiyorsa, TRT başta olmak üzere istediğiniz TV kanalında halkın önünde başta yazar olmak üzere o ve onun gibi düşünenlerle tartışalım. Halkımız ve gerçek ilim adamları da hakem olsunlar. Halkımız ve gençlerimiz gerçekleri öğrensinler. Evet, gücünüz yetiyorsa buyrun er meydanına!..
Ama sizin bunlara gücünüz yetmez! Sözde fikir hürriyeti taraftarı sizin gücünüz neye yeter biliyor musunuz? Acaba bu kitapta bir suç cümlesi bulup da savcıya ihbar etmek suretiyle bu görüş sahiplerini nasıl susturabiliriz? İşte sizin aklınız ve gücünüz sadece buna yeter; ama artık o günler de geçti. Artık bunu bile yapamayacaksınız, buna da gücünüz yetmeyecek. Çünkü nice günler geçti, köprülerin altından nice sular aktı ve devir değişip devran döndü. Artık hak ve hakikatların önü açıldı. Çünkü olaylar ve oylar despotizm taraftarlarına doğru değil de, hürriyet ve hakikat taraftarlarına doğru kayıyor. Artık bizi kanunsuz olarak muhakeme ve mahkum edecek bir savcıyı ve hakimi bulamayacaksınız. Çünkü artık cehalet değil ilim güçlüdür, bâtıl değil hak güçlüdür ve o her zaman güçlü olacaktır.
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid anayasayı
1908'de ordu zoru ile yürürlüğe koydu.
"İKİ yüzlülüğü: ORDU'nun harekete geçmesi üzerine HÜRRİYET MÜCAHİDİ KESİLİR ve HALK'ın OLGUNLUĞUNA İNANMIŞ görünür:
Halk'ın olgunlaşmamış ve çocuk zekâlı olduğuna ve Halk'a fazla eğitim vermenin yersizliğine inanmış olan ve hele HÜRRİYET konusunda halk'ı değersiz bulan ve hür rejimler içinde yaşamlara layik görmeyen Abdülhamid, İstibdat yönetimine karşı ORDU'nun Makedonya'da harekete geçmesi ve İstanbul üzerine yürümesi üzerine birdenbire değişir ve hiç sıkılmadan HÜRRİYET MÜCAHİDİ KESİLİR... Sanki halk'ın bilgi durumunda ve seviyesinde mucize kabilinden bir anda değişiklik olmuş gibi 1908 de Anayasa'yı yürürlüğe sokarken: "Görüyorum ki yapılacak bir tek iş kalmıştır, o da Anayasa'yı yeniden yürürlüğe koymak. Öyle sanıyorum ki millet artık şimdi, tahta çıktığım zamana nazaran olgunlaşmıştır", demek ona güç gelmeyecektir."
Bk. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, sh. 86)..."(s. 513)
ABDÜLHAMİD HAİNLERDEN OLUŞAN MECLİSİ KAPATTI
MÜSLÜMAN MÜNEVVERLER YETİŞİNCE TEKRAR AÇTI
Diktatörler genel olarak ülke çıkarı için iş yaparlar. Daima kendilerinden sonra demokrasiye geçmek isterler. Abdülhamid meclis kapatmak zorundaydı. Çünkü meclis, vatan hainlerinden ve düşman işbirlikçilerinden oluşmuş olan ekalliyet temsilcilerinin çoğunlukta olduğu bir meclisti. İstiklâl Savaşı yıllarında bu hainlerin ihaneti kesin olarak sabit oldu.
Yazar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve daha niceleri birlikteler.
Ne hikmetse hepsi de hemfikir ve tam bir işbirliği içinde.
Acaba neden, niçin, kimin adına ve ne yapmak için?
Meclisteki Müslüman milletvekilleri de cahil oldukları için Abdülhamid faydasından çok zararı olan meclisi kapattı. Politikası şuydu: Ben yeni okullar ve üniversiteler açacağım, buralardan Müslüman münevverler yetiştireceğim, ondan sonra meclisi yeniden açacağım. Sözünü tuttu, düşündüğünü ve dediğini yaptı. Elbette bu sözde durmada ordunun da payı vardı ama o subaylar da onun açtığı okullarda yetişmişlerdi. Önceden söz de verdiği için ordunun hareketine karşı çıkmadı. Halbuki isteseydi karşı çıkacak gücü vardı. Ama kan dökülmesini istemiyordu. Hangi diktatör kendi isteği ve halkının menfaatini düşünerek iktidarı terkeder?
Diktatörlerin seçimle iktidarı terkettikleri sadece Türkiye'de görülen bir şeydir. Türkler'in bu konularda çok büyük deneyimleri ve tarihî birikimleri vardır. Askerî yönetimlerden sivil yönetimlere geçiş denemeleri, dünyada ilk defa Türkiye'de denenmiştir. Milletimizdeki bu olumlu hasletler hep İslâm ruhu sayesinde kazanılmıştır.
* * *
Yazara göre;
Abdülhamid inanmıyordu, ama inanmış görünüyordu.
"ŞERİAT düzeni olmadan DEVLET''in yönetilemeyeceğine ve Saltanatın sürdürülemeyeceğine inanmış DİNDAR görünüş içinde DİNSİZLİSİ.
Tıpkı kendisinden önceki bütün Padişahlar ve Hükümdarlar gibi o da ŞERİAT düzeni olmadan ve Din-devlet birliği sağlanmadan saltanat sürmenin mümkün olamayacağını bilirdi. Din olmadan devlet'in yönetilemeyeceğine olduğu kadar devlet desteği olmadan da DİN'in yaşayamayacağına inanmıştı;...
Bk. A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II, and his Court", (İn "The XIX th Century and After", Vol. LXVI, 1909, sh. 73, 74)
Şeriat onun saltanatının ve istibdat rejiminin en güvenilir ve en sağlam aracı idi. Bu nedenle dine sarılmayı kendi çıkarlarının temel kanunu sayardı. ŞERİAT'ı en sıkı ve zecrî bir şekilde uygulamak gereğine inanmıştı... Etrafındakiler onun hiç bir dine gerçek anlamda inanmadığını ve hattâ yalnız kaldığı zamanlar beş vakit namazı dahi kılmaktan kaçındığını, oruç tutmayıp tutar göründüğünü,...
Bk. George Washurn, "Fifty Years in Constantinople" , Boston 1909, sh. XXV. Kafası biraz olsun işler duruma girmiş olanlar... ondan tiksinirlerdi."(s. 514)
YALAN VE HAKARETİN BU KADARI DA OLMAZ!
ÜLKEMİZİ KURTARALIM; BAŞKA TÜRKİYE YOK!
Biz, hiç kimsenin kalbine giremeyiz? Bizim için bir insanın inanmış görünmesi bile yeterlidir. Çünkü bizi görünen ve yapılanlar ilgilendirir. Hiç kimsenin gerçek inancı bizleri ilgilendirmez. O kendileri ile Allah arasında bir konudur.
İstiklâl Savaşı'nda Mustafa Kemal ve arkadaşları da inanmış görünü-yordu; sonra da inanmamış görünüyordu. Acaba hangi tutumları samimiydi? İşte bunlar bizi hiç ilgilendirmez. Ne var ki Mustafa Kemal ve arkadaşlarının inanmış görünmeleri Türkiye'yi kurtardı ve Anadolu'da yeni bir devlet kuruldu. Abdülhamid'in inanmış görünmesi Türkiye'ye Batı müesseselerini getirdi.
Bütün bunlar iyi mi oldu, kötü mü oldu? Tarihte olan her şey iyidir. İyi olmasaydı Allah o olayların olmasına izin vermezdi ve onlar da olmazdı.
Yazar, yalancı düşmanlarımızın yalanları ile bu konuya son vermiş ve noktalamış. En korkunç iftiralarını en sona saklamış. Hele 'nokta' mahiyetinde kullandığı 'tiksinti' kelimesinin kime ait olduğu veya döneceği okuyucunun takdiridir. Abdülhamid'in 'inançsız' olduğunu söylemeleri ve en sonunda bunu da iddia etmelerini, Müslümanların son büyük hükümdarına bu hakareti de yapabilmelerini ise tek kelimeyle kendilerini aynada görme ve karanlık ruhlarının bir yansıması olarak değerlendiriyoruz. Kendileri inançsız ve Allahsız olanlar, karşısındakileri de inançsız ve Allahsız görürler. Biz burada çok azından alıntı yaptığımız bu iftiraları doğrusu başka türlü değerlendiremiyoruz.
İslâmiyet'e göre;
Kişiler değil de olaylar muhakeme edilir.
Kişinin yaptıklarını inkâr etmek toplulukları yanıltır.
Gerçekleri olduğu gibi görüp değerlendirmek gerekir. Dedelerimiz bu ülkeyi fethettiler ve 900 yıl bizlere vatan yaptılar. Şimdi de yeniden savaşarak kazanıp bize teslim ettiler. Ne var ki, bugün devletimiz ağır şekilde hastadır: Enflasyon, açlık, işsizlik, dış borçlar, işkence, adaletsizlik, vergi zulmü, sosyal güvensizlik yetmiyormuş gibianti demokratik kanunlar altında her gün korku içinde yaşıyoruz. Biz bu mirası ellerimizde öldürmeyelim. Gelin çağdaş, çoğulcu, demokratik, lâik, liberal, sosyal ve çok hukuklu şeriat düzenini getirelim de ülkemizi tedavi edelim.
Şeriat düzeni;
İçtihat düzenidir, demokratik ve lâik düzendir...
Yerinden yönetim düzenidir, yeminli serbest hizmetliler düzenidir...
Faizsiz ortaklık düzenidir;
Geleceğin bin yıllık Yeni İslâm Medeniyeti düzenidir.
Siz isterseniz buna şeriat demeyin de ne isterseniz deyin; meselâ, komünizm deyin, sosyalizm deyin, kemalizm deyin, liberalizm deyin, velhâsılı hangi 'izm' hoşunuza gidiyorsa onun ismini verin. Ama ne olur hasta ölmeden gelin de el birlik bu hastayı yani bu ülkeyi kurtaralım.
Çünkü başka Türkiye yok!