ÜÇÜNCÜ KONU
İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ
ARASI İLİŞKİLER
İlhan Arsel'e göre;
İktidar haysiyetten üstün tutulmuştur.
"İKTİDAR'IN 'İLÂHÎ" ve "MUTLAK" NİTELİKLERDE BENİMSENMİŞ BULUNMASININ "İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASI İLİŞKİLER" BAKIMINDAN DOĞURDUĞU OLUMSUZ SONUÇLAR
Şeriat Devletinde İKTİDAR'ın İLÂHÎ ve MUTLAK nitelikte olduğunu ve böyle oluşunun nedenlerinin ne olduğunu gördük. "İlâhî" ve "Mutlak" İ k t i d a r anlayışının Şeriat ülkelerinde kötü ve felâket doğurucu sonuçlar doğurduğunu tarihî olaylar açıkça ortaya vurmaktadır. Bu sonuçlardan birisi de İKTİDAR ve HÜRRİYETLER arası denge'nin kurulamamış olmasıdır. İktidar daima üstün ve Hürriyetler daima ona feda edilebilir olarak kabul edilegelmiş, ve bundan da hem KİŞİ ve hem de TOPLUM çok zarar görmüştür; kişi'nin ve toplum'un maddî ve manevî (fikrî) gelişmesi, olgunluğa kavuşması, mutluluğu diye bir şey bahis konusu olamamıştır."(s. 540)
YÖNETİM VE BAŞKANLIK;
İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKAN VE BAŞKANLIK.
Basit bir derneği, bir vakfı, bir şirketi yönetirken iktidarın nimetlerinden yararlanmak isteyenler sizin hakkınızda o kadar çok şey söylerler ki, sonunda bırakıp gitmek zorunda kalırsınız. Oysa siz namuslu bir şekilde yönetiyorsanız iktidar size nimet değil sadece külfet getirmektedir. Mustafa Kemal'e yapılanları düşünelim. Adnan Menderes'e yapılanları düşünelim. Eğer Allah'a inanılmıyorsa ve eğer iktidar nimetlerinden de yararlanılmıyorsa, çekilen bu çile ve sıkıntılar niçin çekiliyor? Lenin ve Stalin o mücadeleyi niçin yaptılar?
Bunun açıklaması şöyle yapılabilmektedir:
Baştan işe ihtiras nedeniyle başlanıyor, sonra artık başlanan iş bırakılamıyor. İşte bundan dolayı dernek, cemiyet ve şirketlere namuslu yöneticiler bulunamıyor. Çıkarcılar iftiralar yapmakta ve namuslu insanları kaçırmakta, sonra onlar iktidara gelip yağmalamaktadırlar. Bu durum iktidar için daha çok vaki bulmaktadır. Geçici devlet başkanları ya çalmak için orada durmakta veya etliye sütlüye dokunmadan gününü doldurup gitmekte ve çalıp çırpanlara da göz yummaktadır.
Saltanat yönetimlerinin durumu ise böyle değildir. Sultanlar babalarından emanet aldıkları iktidarı şerefle oğullarına teslim etmektedirler. Böylece devleti daha güçlü bir şekilde yönetmekte ve daha çok sahip çıkmaktadırlar. Birçok kimse bu durumu değerlendirerek krallığı ve saltanat sistemini savunmaktadır. İngiltere Krallığı bu espriye dayanır. Hâlen Avrupa ülkelerinin büyük bir çoğunluğu krallıkla yönetilmektedir. Bu düzende asilzadeler asaletlerini korumak, krallar da hanedanlarını korumak için, devlet için, düzen için her türlü fedakârlığı yapmaktadırlar. Devlet başkanı için haysiyet devletin çıkarlarıdır. Ancak geçici başkanlar için ayrıca şahsî haysiyet de sözkonusu olabilir. Osmanlı padişahlarının devlete ihanet etmeleri kesinlikle düşünülemez. Çünkü kendi anlayışlarına göre zaten devlet kendilerinindir. İnsan kendi kendine ihanet eder mi?
İslâm düzeninde;
İktidarda olanların güçlü, cesur ve mesuliyetlerini müdrik olmaları nedeniyle başkanlar muvakkat zamanlar için seçilmezler. Genel olarak kayd-ı hayat şartı ile ömürlerinin sonuna kadar başkandırlar.
Ayrıca kendi mal varlıkları ile devletin mal varlıkları birleşmiştir. Başkan olduktan sonra ayrıca bir mülk sahibi olmazlar. Ölünceye kadar devletin bütün malları kendilerinin sayılır, ölünce de halefine kalır, varislerine kalmaz.
Diğer taraftan yaşlılık, hastalık veya başka nedenlerle başkanlıktan ayrılan başkanın itibarı devam etmektedir. Yine aynı şekilde devleti yönetmede söz sahibi olmaktadır. Bu konuda 'şirket-i mufavada' hükümleri geçerli olup Kur'ân'da miras âyetlerinin yanında tanzim edilmiştir. Burada bu konuyu kısaca arzetmekte yarar görüyoruz.
Şirket-i Mufavada, ilk defa kurulurken ortaklar bütün mal varlıklarını birleştirirler ve tek mal varlığı haline getirirler. Bu mallardan istisna ettikleri olabilir. Onlar o esnada ölmüş gibi mirasçılarına intikal eder. Bundan sonra bunların akrabaları tüm şirket ortaklarının yakınları olmuş olurlar. Bir akrabanın diğer akrabaya olan vecibeleri artık şirkete karşı olmuş olur. Kadınlar ayrı erkekler ayrı olmak üzere mirasından yararlanılır. Miras son ortağın ölümü ile dağıtılır. Bu suretle eski ve yeni başkanlar şirket-i mufavada hükümlerine göre ortak olmuş olurlar. Her gelen başkan ortak olmuş olur. Başkan olması esnasındaki mallar emaneten bu şirkete intikal eder, ölünce de bu kadar mal geri alınır. Ayrılmak isteyen de geri alır. Bu suretle gerek kendisinin gerek yakınlarının hayatları adeta sigortalanmış olur. Bu nedenle başkanlar devleti kendi mülkü gibi idare ederler. Gerekirse devletleri için haysiyetlerini değil canlarını bile verirler.
* * *
Yazara göre;
Hürriyet ile anarşi arasında denge kurulamamıştır.
"I) HÜRRİYET unsuru'nun "Kamu düzeni" ve başka nedenlerle İKTİDAR lehine FEDA EDİLMESİ. ASAYİŞ'i sağlama uğruna katlanılan sonuçlar:
İslâm devleti uygulamasında İKTİDAR ile KİŞİ (Kamu) Hürriyetleri arasındaki ilişkiler BATI'daki gelişmelerden çok farklı ve demokrasi anlayışına çok ters düşen bir doğrultuda olmuştur.
Daha ilk Şeriat devleti örneğinden bugüne gelinceye kadar mutlak hükümdarlık sisteminden başka bir devlet ve hükümet sistemini, ya da İktidar'ı hürriyet ile denge halinde tutma yollarını denemek akıllardan hiç geçmemiştir. Aksine İKTİDAR'ın "kayıtsız ve şartsız" ve hiç bir direnmeye ve engele rastlamadan uygulanması yolları aranmıştır...(s. 540)
İktidar ile hürriyetler arası dengenin iktidar lehine bozulması Şeriat ülkelerinde hiç bir zaman asayişin ve kamu düzeninin sağlanmasına yaramamış ve bu ülkelerde görülen tek şey ANARŞİ ve DESPOTİZM arasında çalkanma olmuştur. Oysa ki Batı ülkeleri, iktidar ile Hürriyet arası dengeyi korumağa çalışmak suretiyle hem despotizm'den uzak kalabilmişler..."(s. 541)
TEŞKİLÂTTA VE YÖNETİMDE DENGE OLMALIDIR.
İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET;
HÜRRİYETLER İÇİN VARDIR.
Hükümdarların görevleri hürriyetleri korumaktır. Devlet bunun için vardır. Ne var ki, teşkilâtı yetersiz olup hürriyetleri koruyamaz hâle gelince, bizzat hürriyet için hürriyet çiğnenmeye başlanır. Anarşi mi isteniyor, yoksa hürriyet mi isteniyor, bilinemez olur. İçinde yaşadığımız dönemde bile haklıyı ve haksızı birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Bundan dolayıdır ki İslâmiyet teşkilâtta ve yönetimde denge oluşturmuştur.Her şeyden önce yargı birimlerini küçültmüştür. 3 000 ile 10 000 arasında nüfusu olan yerler için yargı oluşturmuştur. Günlük hayatlarını bunlar arasında düzenlemiştir. İlçe merkezi bucakları oluşturarak bucaklar arasında ekonomik koordinasyon sağlanmıştır. 5 000 kişinin en az 2 000'i üreticidir. Bir ilçe de on bucaktan oluşur. Demek ki bir fabrika 20 000 kişiyi çalıştırabilecektir. İlçe merkezinde daha çok hizmet üniteleri vardır. Halk hizmetlilerini kendileri seçmekte, böylece birbirlerine demokratik bağlarla bağlanmış olmaktadırlar. Çıkacak ihtilâflar hakemler yoluyla halledilmekte ve hakemleri de taraflar seçmektedir. İlçelerde birer jandarma bölüğü bulunmakta ve bazı durumlarda şayet bucak başkanı bucağını sivil yönetim usulleri ile yönetemiyorsa bir jandarma müfrezesini çağırıp yönetimi askeriyeye teslim etmektedir. Ama sivil yönetim dönemlerinde asla askerî tedbirlere başvurulmamaktadır.
Osmanlıların bunları yapmamış olması bir kusur sayılmaz. Osmanlılar bildikleri kadarını en iyi şekilde uyguladılar. Bu problemler bugün bile bütün dünyada henüz çözülebilmiş değildir. Her yerde polis idaresi vardır. Sadece seçkin ve ayrıcalıklı insanlar için polis yoktur.
İslâm düzeninde devlet hürriyetler için vardır.
Ancak devlet tehlikeye girerse örfi idarelerde askerî yönetim uygulanabilir. Askerî yönetimi ilân etme yetkisi bucak başkanlarına aittir. İl merkez bucağındaki örfi idare seçilmiş valiler tarafından, devlet merkez bucağında örfi idare seçilmiş devlet başkanları tarafından ilân edilir ve kendileri de geri çekilirler. İstedikleri ve uygun gördükleri zaman örfi idareyi kaldırırlar. Denge böylece kurulmuş olmaktadır. Başkanlar askerî yönetime karışmıyorlar ama istedikleri zaman ilân edip kaldırıyorlar. Başkanlar sebepsiz yere yetkilerini başkalarına vermezler.
* * *
Yazara göre;
İstibdat anarşiden de kötüdür.
Atatürk Türkiyesinde istibdat yoktur.
II) "ANARŞİ" ve "DESPOTİZM" konusunda:
Ünlü bir Alman hukukçusu İHERİNG, Devlet denilen kuruluşun İktidar unsurunu eleştirirken maddî ve zorlayıcı nitelikteki bir Güc'ün arlığını Devlet'in varlığı için başlıca koşul olarak görür... Yani D e s p o t i z m pek alâ bir devlet şekli olabilmiştir... ANARŞİ ile DEVLET bir arada bulunamaz ve ANARŞİ hiç bir şekilde DEVLET şekli olamaz... Bk. P. Wigny, Droit Constitutionnel; Principes et Droit Positive, (1952, Vol. I, sh. 108).
Şu da muhakkak ki Devlet kuruluşu'nun hayatiyetine ve varlığına son veren şey sadece anarşi değil, ve fakat aynı zamanda d e s p o t i z m 'dir de;...(s. 541)
İstibdat rejiminin anarşi denilen musibetten de daha tehlikeli olduğu gerçeğini Batı ülkeleri daha Orta Çağ devirlerinde anlamışlardır. Batının siyasal ve sosyal alanda yarattığı mutlu sonuç ve demokratik gelişme bu gerçekten doğma bir sonuçtur... Orta Doğu ülkeleri içerisinde Batı'daki gerçeği ilk olarak gören ve buna erişilmesi gereken bir amaç gözü ile bakan Atatürk Türkiye'si olmuştur.
Fakat Atatürk'ten bu yana bu amaca yönelmişlik Türkiye için bir hayal olmuştur...
Eşine az rastlanır bir istibdad idaresi altında Osmanlı toplumu kendi yaşantısını, ilk ikiyüz yıl hariç, tam manasiyle bir "Hasta adam" olarak sürdürmüştür..."(s. 542)
KENDİLERİNE HÜRRİYET, BAŞKALARINA ESARET!
BİRKAÇ CÜMLEYLE ŞERİAT DÜZENİNİN ÖZET ANLATIMI.
İnsanların çoğu, yönetimde kendilerine sonsuz hürriyet, karşılarındaki insanlara da sonsuz istibdat olmasını isterler. Eğer bir yönetim adil davranıyorsa, onlara göre onların hürriyetlerini kıstığı için zalim, hasımlarını da serbest bıraktığı için aciz bir idaredir.
Bu düşüncenin ve anlayışın özü şudur:
Kendilerine hürriyet, başkalarına esaret!
İşte bu tür düşünce sahiplerinin barındığı toplulukları yönetmek çok zordur. Yöneticiler adil olursa, her iki taraf onlara saldırır. Bu durumda idamei hayat edebilmek için mutlaka bir tarafta yer almak gerekir ve yönetici hangi tarafta yer almışsa o taraf güçlüdür.
Osmanlılar zamanında dinsizlik yasak, dindarlık serbestti. O zaman Müslümanlara göre padişah çok adil bir kimseydi; dinsizlere göre de çok zalimdi.
Mustafa Kemal yönetiminde durum tersine döndü. Dinsizler hürriyetlerine kavuştular, dindarlar esir edildiler. Bu sefer de Mustafa Kemal dinsizlere göre adil hükümdar oldu; Müslümanlara göre de zalim oldu.
Adnan Menderes ve ondan sonra gelenler taraf tutmadılar, her iki tarafa da adil davrandılar, ne dindarlara dokundular ne de dinsizlere. Bu durumda her iki tarafın gözünde de kötü oldular ve sonunda hapishanelerde zulüm görüp asıldılar.
Şimdi iyisinin hangisi olduğu bellidir. Adil olanı yapmak iyidir ama bu nasıl yapılacaktır? Nasıl yapılacağı bilinmezse, yöneticiler ya bir tarafa yaslanmakta veya sonunda iki tarafa da yâr olamadıklarından asılmaktadır. Tek çıkar yol ve çözüm, İslâmiyet'in gösterdiği yoldur.
İslâm düzeni nasıl olacaktır?
Küçük küçük kantonlar oluşturmak ve;
Kendi yönetimlerini kendilerine bırakmak.
İllerde o il halkından jandarma teşkilâtını oluşturmak ve
Başka ilçelerden jandarma birliklerini ilde yerleştirmek.
İlmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu gruplar oluşturmak.
Bağlanma sistemi ile iktidarı devamlı kontrol etmek.
Hizmetliyi vatandaşa seçtirmek;
Masrafları devlete ödetmek.
Her türlü nizaları hakemler yoluyla halletmek.
Bakınız, birkaç cümlede şeriat düzeni sizlere anlatılabiliyor.
Bu düzenin neresini beğenmiyorsanız, buyrun tartışalım.
Ama tartışmadan peşin hükümlerle reddetmeyelim.
* * *
Yazara göre;
Despotizmin aksine
anarşi çoğu kez hayra vesile olmuştur.
"A- Despotizm ve Despotik İdare tarzı Osmanlı Devletini çökerten ve yıkan başlıca nedenlerden biri ve Despotizmi yapan şey'de ŞERİAT olmuştur.
1878 Osmanlı "Meclis-i Meb'usan"ında Beyrut (Lübnan) temsilcisi olarak görev alan Halil Ganem 1901 yılında Paris'te yayınladığı "Osmanlı Padişahları" adlı kitabında Osmanlı devletinin çöküşü nedenlerini genellikle iki noktada özetler. Bunlardan biri devletin despotik idare tarzıyla yönetilmiş olması ve diğeri de Şeriat sisteminin her şeyin temeli yapılması...
Bk. Khalil Ghanem, Les Sultans Ottomans, Haris 1901-2, 2 bölüm.
Anarşiyi önlemek için girişilen despotik davranışlar ANARŞİ'nin yaratacağı sonuçlardan farklı bir sonuç doğurmaz ve hiç bir zaman doğurmamıştır. Hatta denilebilir ki anarşi bazı hallerde hayırlı sonuçlar bile doğurabildiği halde despotizm için buna benzer bir sonuç düşünmek mümkün değildir. Tarihte anarşik durumların pek olumlu toplum düzenlerine yol açtığı çok görülmüştür... Bundan dolayıdır ki despotizm'i anarşi'ye nazaran ehveni şer sanmak ve Anarşiyi önlemek gayesiyle her ne pahasına olursa olsun İktidar'ın sınırsız ve kaderci uygulamalarına sapmak akıl kârı bir iş değildir..."(s. 544)
OLAN HER ŞEYDE HAYIR VARDIR.
DESPOTİZM DE ANARŞİ DE İYİ DEĞİLDİR.
Tüm kâinat tek Tanrı'nın eseridir.
Varlıkların hepsi birden ahenk içinde dengededir.
Makroda şer diye bir şey yoktur.
Her şey hayırdır ve olan her şeyde hayır vardır.
İnsan yaşlanıp vücudu işe yaramaz olunca mikroplar onu hasta edip öldürürler ve mezarda da çürütüp hayra vesile olurlar. Mikroplar olmasaydı, kişi yaşlanmasaydı veya ölüp de çürümeseydi, o zaman hayat olmazdı. Çünkü şimdi yeryüzünün üstü Himalayalar kadar yükseklikteki cesetlerle kaplanmış olurdu. Ama biz mikroplara, siz mübarek yaratıklarsınız, gelin bizi hasta edin ve öldürün demiyoruz. Tam tersine hastahaneler kurup onların şerrinden kurtulmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla makroda kaderde her şey hayırdır. Anarşi de hayırdır, despotizm de hayırdır.
Meselâ, cumhuriyet döneminde despotizm yapılmasaydı, lâik düzenlerin de problemleri çözemediklerini nerden bilecektik? Onun için geçmişte olan her şey takdiri ilâhîdir ve hayırdır. Gelecekte şer olmaması için tedbirler almalıyız.
İslâm düzeninde;
İnsanlara makro denge değil mikro denge içinde görev verilmiştir. Herkes kendisine verilen işi yapacaktır. Makro dengeyi kader oluşturur. Sosyal ve tabiî kanunlar o dengeyi zaten kurmuşlardır.
Ne despotizm iyidir ne de anarşi iyidir.
Anarşi varolup da yönetici bu anarşi ile başedemezse, kendisi hukuku çiğneyip despotizme başlayamaz, ama askerî birlikleri çağırıp askerî usullerle mesele halledilir. Örfi idare uygulanmaya başladığında isteyenler oradan uzaklaşır ve askerî yönetim sıkıntısını çekmezler.
* * *
Yazara göre;
Şeriatta güvenlikle hürriyet arasında denge yoktur.
"B- Kamu düzenini ve Asayişi var kılmanın yolları konusunda
Kamu düzenini ve toplum huzurunu -Asayişi- sağlamanın pek çeşitli yolları ve usulleri vardır: Bir yelpazenin çeşitli kanatları misâli, dehşet saçıp sindirme'lerden melek sabriyle İblis'i bile yumuşatanına varıncaya kadar...(s. 544)
Orta Çağ'ın özelliği asayişi sağlama uğruna hürriyeti yok etme siyaseti olmuştur. "Orta Çağ Düşünce Tarzı Üzerinde Araştırma" adlı kitabın yazarı G. G. Coulton hür düşünceyi ve serbest fikri yok etme metotlarını o eski karanlık devirlerin başlıca özelliği olarak görür... Bk. G. G. Coulton, Studies In Medieval Thought, (New York, Russel & Russel, 1965, sh. 218); Ayrıca bk. Michael Wilks, The Problem of Sovereignty in the Later Middle Ages, (Cambridge University Press, 1963, sh. 524; E. Cassirer, The Myth of the State, (London 1946, sh. 77).
7 Eylül 1558 tarihinde İspanya Kralı PHILIPPE II'nin yayınladığı bir emirnamede yasaklanmış bir kitabı satmak, satın almak veya okumak ateşte yakılma cezasına bağlanmıştı... Bu konuda bk. Pierre Catoire, André Vesale Mystique & Expérience, (Bruxeles 1947, sh. 140 ve d.).(s. 545)
Batı, son dörtyüz yıl boyunca asayiş ve huzur sağlama uğruna her şeyi yani demokrasinin var olabilmesi için lüzumlu kutsal unsurları feda etme geleneğinden vazgeçmiştir...(s. 546)
Batı medeniyetinin, Batı demokrasi anlayışının emsalsizliği esas itibariyle bu noktada kendisini gösterir; yani Devlet güvenliği unsuru ile Hürriyet unsuru arasındaki dengenin hürriyeti harcarcasına kurulmaması gerektiği gerçeğinde...(s. 547)
Şeriat zihniyetinin hâkim olduğu her yerde İKTİDAR, ve İktidara destek İdare edenler Sınıfı, kendilerini daima huzursuz, daima tehlikede, daima kuşku içerisinde görmüşler ve bu evham nedeniyledir ki halkı ve İdare edilen bütün sınıfları, her çareye başvurarak sulta altında tutmağa çalışmışlardır. KİŞİ'de var olduğunu sandıkları ANARŞİK yani İktidar'a KARŞI GELİCİ içgüdüleri ezmek..."(s. 548)
İSLÂM DÜZENİ TAM BİR HUKUK DÜZENİDİR;
HÜRRİYET İLE GÜVENLİK ARASINDA DENGE VARDIR.
İslâmiyet, hiç bir yönetimin getiremediği güvenliği sağlamıştır.
İslâm düzeninde, sokakta yürüyen adam suç işlememişse yönetimin kesinlikle ona dokunamayacağını bilir. Çünkü İslâmiyet'te suç olup olmadığında veya suç işlendiğinde en küçük bir şüphe, infazı durdurur. Cezalandırmak şöyle dursun, kimse karakola bile davet edilemez. Dikta yönetimlerinde görülen uygulamaların hiçbiri görülmez.
Hapishane sistemi yoktur.
Yerinde soruşturma yapılır.
Dışardan soruşturma yapılır.
Ama kendiliğinden bir kimsenin başına bir şey gelirse, topluluk onu mutlaka tazmin eder. Kişi mağdur edilmez. Dolayısıyla bu duruma bağlı olarak güvenlik ve hürriyet en ideal seviyelerdedir.
Kişi her zaman mezhebini ve bucağını değiştirme imkânına sahiptir.
Hürriyetle güvenlik çelişki içinde değil, aksine denge içindedir.
Zaten güvenlik demek kişinin hür olabilmesi demektir.
Eşkiyalardan ve hürriyetleri gaspedenlerden korunması demektir. Gasp olayının bizzat korumakla görevli olan taraftan gelmemesi için de tek çare hakemlik sistemidir. Kuvvet hakem kararlarını uygulamaktan başka bir görevle yükümlü kılınmazsa, artık denge dışına nasıl çıkılacaktır?
İslâm düzeninde;
Bu temel prensiplerden dolayı devlet asla müdahaleci değildir. Müdahaleyi serbest meslek hizmetlileri ve dayanışma ortaklıklarının başkanları yapar.
Başkan ise hakemler karar verinceye kadar geçici kararlar alır. Hakemler karar verdikten sonra da sadece hakem kararlarını uygulatır.
Ne eğitime, ne ekonomiye, ne ilme, ne de güvenliğe başkan asla karışmaz. Herkes yapmak istediğini yapar ve sonra anormal bir durum varsa mahkemede hesap verir.
İslâm düzeni;
Tam bir hukuk düzenidir.
Hürriyettler ile güvenlik arasında tam denge vardır.
Devletin hiç bir sahada hiç bir şekilde müdahale etme hakkı yoktur.
Siyasî akilesi insanın can güvenliğini sağlar ve
Öldürülmesine mani olur.
Devletin bunlardan başka hiç bir güvenlik birliği ve birimi yoktur.
Herkes yaptıklarının hesabını mahkemede verir.
Olağanüstü hallerde askerî yönetim uygulaması başlar.
Artık 'Dâr-ı İslâm' durumu sona erer ve 'Dâr-ı Harb' olur.
Böylece 'hukuk rejimi' değil 'polis rejimi' geçerli olmaya başlar.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te hürriyet
tabiî hukuk olmadığı için doğmamıştır.
"III- Şeriat düzeninde “İKTİDAR" ile "KİŞİ HÜRRİYETLERİ" Arası Denge'nin Bahis Konusu Olmaması. Şeriat hükümlerinin "Despotik İktidar" zeminini hazırlaması.
ŞERİAT düzeninde İKTİDAR ile Kişi HÜRRİYETİ arası denge diye bir şeyin bahis konusu olmaması ve İKTİDAR'ın her daim üstün durum kazanması nedenleri çoktur, ve bu nedenlerin başında, bir kere TABİİ HUKUK diye bir kavramın mevcut olmaması, ve bunun yanında, İKTİDAR'ın her türlü keyfî ve müstebid kullanılmasının ilâhî emirlerle mümkün kılınmaması gelir."(s. 548)
'TABİÎ HUKUK' VE 'AKDÎ HUKUK'
İSLÂM DÜZENİNDE HER İKİ HUKUK DA VARDIR.
İnsan başkasıyla hiç bir anlaşma yapmamış olsa bile, başka insanlara karşı birtakım vecibelerle yükümlüdür. Buna 'tabiî hukuk' diyoruz. Bu her şeyden önce başka insanlara şahsiyet tanımak, kim olursa olsun onu da sizin gibi hak ve görev sahibi saymak ve herkesle diyalog kurmaktır.
Tanıdığınız, tanımadığınız herkese 'selâm' vermenin anlamı budur.
Tanıdığımız olsun veya olmasın, her kim olursa olsun, başka bir insana saldırdığımız zaman suçlu oluruz.
Görüşmeler yapmak görevdir.
Anlaşamazsanız ayrılacaksınız demektir.
Saldırıya uğrarsanız kendiliğinden savunma hakkı doğar.
İşte bütün bunlar ve bunların benzerleri 'tabiî hukuk' içindedir.
Sonra tabiî hukuk verileri içinde oturup anlaşırsanız ve bir mukaveleniz de olursa, yani karşılıklı olarak bir sözleşme yaparsanız, bu da 'akdî hukuk' olur.
Fıkıh kitapları bu iki hukuku belirlemeyle geçer, hep bunları ihtiva eder.
Tabiî hukuka aykırı akitlerin bir kısmı 'bâtıl' bir kısmı 'fâsit'tir.
Meselâ, erkekler arasında evlenme bâtıldır.
Ana babaya karşı görevler tabiî hukuk gereğidir. Bir yerde bir topluluk güvenlik sağlamışsa, ya onların düzenine uyacaksınız ya da orasını terkedeceksiniz. Bu da tabiî hukuk gereğidir.
Batı dünyası, önce tabiî hukuku benimsemiş ve müsbet hukuku reddetmiş; sonra müsbet hukuku benimsemiş ve tabiî hukuku reddetmiştir.
İslâmiyet'te;
Akit serbestliği olduğu için geniş bir müsbet hukuk vardır.
Ayrıca ilâhî emirlere ve nizamlara uyma zorunlu olduğu için tabiî hukuk vardır.
Tabiî ve ilâhî emirleri Muhammed'in emirleri olarak kabul edersen, elbette o zaman tabiî hukuk sözkonusu olamaz. Ama bunun böyle olmadığı içtihat ve icma müesseseleri ile bellidir. Yazarın özellikle anlamadığı veya bile bile anlamak istemediği de işte budur. Bunu anlayıp kabul etse bütün mesele çözülür.
İslâmiyet'e göre;
Anlaşmaya gerek kalmaksızın,
kişinin insan olması nedeniyle oluşmuş bir 'tabiî hukuk' vardır.
Bir de sözleşmelerin getirdiği vecibeler vardır.
Ona da 'müsbet hukuk' denmektedir.
İslâmiyet'e göre;
Tabiî hukuka uymayan müsbet hukuk bâtıl veya fâsittir.
Ancak bunun icma ile sabit olması gerekir.
Bunun kararını hakemler verirler.
Görülüyor ki, adil demokratik mahkemeler kurmadıkça söylenen sözlerin hepsi havada kalır. Demek ki insanın veya insanlığın bir an önce bu hukuk sistemine göre bir yapılanmanın içine girmesi gerekmektedir. Ancak o zaman sorunlar çözüme kavuşmaya başlar ve insanlık içinde bulunduğu bunalım ve buhranlardan kurtulur.
* * *
Yazara göre;
Şeriatın ilâhî oluşu tabiî hukuk fikrine imkân vermez.
"A- DOĞAL (Tabiî) HUKUK FİKRİ'NİN YOKLUĞU
Bilindiği üzere İslâm dünyası Batı anlamındaki TABİİ HUKUK kavramına yer vermemiştir. Yani Tabiatın insan idrakine yerleştirdiği, veya akıl yolu ile bulunabilecek, veya insanların tabiat halinden siyasî toplum haline geçerlerken getirdikleri haklar veya tabiî hukukun diğer tarifleri diye bir şey tanımamıştır. Bilakis ŞERİAT düzeni her şeyi insan idrak ve aklı dışında, her şeyi ilâhî güçler içinde görmüş,...(s. 548) Bu düzen Kişi aklının keşfedebileceği veya ortaya vurabileceği bir şey olmadığı gibi AKIL ve MANTIK'a tamamiyle aykırı da düşebilir olmuştur; fakat düşüyor diye veya TABİİ HUKUK adına bu ŞERİAT düzeninin dışına çıkmak olanağı bulunmamıştır. Çünkü böyle bir davranış Tanrı'ya ve Peygamber'e karşı gelmek olur, kafirlik olur diye kabul edilmiştir. Ayni durum sadece kişiler bakımından değil fakat İKTİDAR'LAR bakımından da böyledir..."(s. 549)
TABİÎ HUKUK VE POZİTİF HUKUK NEDİR?
DEVLET DÜZENİ; TABİÎ HUKUK İLKELERİNE GÖRE OLUŞUR.
Tabiî hukuk, taraflar aralarında anlaşma yapmadan önce mevcut olan hukuktur. Anlaşma o hukuk çerçevesi içinde yapılır. Şimdi şeriatın ilâhî olması belki müsbet hukuka imkân vermez. Yoksa şeriatın tüm hükümleri tabiîdir.
Tabiî hukuktan kasıt nedir?
Tabiî hukuk nasıl tesbit edilecektir?
Her ne hikmetse bundan bir türlü bahsedilmiyor.
Tabiî hukuk ilmî hukuktur.
Pozitif hukuk ise anlaşmalar hukukudur.
Anlaşmalar her zaman değişecek ve bazen tamamen ortadan kalkacaktır. Oysa tabiî hukuk ise kıyamete kadar varolacaktır.
İslâmiyet diyor ki;
Tabiî hukuk vardır ve insan aklı bu tabiî hukuku bilir ve tesbit eder.
Bu hukuk zamanla da değişmez ve bu da icmalarla sabit olur deniyor.
Kur'ân da tabiî hukukun kanunlarını muhtevidir ve yararlanılmalıdır.
İslâmiyet'e göre;
Allah Kur'ân'ı göndermiş ve tabiî hukuk kaidelerini koymuştur.
Herkes Kur'ân'ı kendine göre anlayacaktır. Hattâ Kur'ân yerine Tevrat ve İncil de aynı şeyleri söyler. Aslında ayrıca hiç bir kitaba dayanma şartı da yoktur. Mücerret akıl ve ilim de tabiî hukuku bilebilir.
İslâmiyet, bu tabiî hukuk ilkeleri içinde sözleşmeler yapın;
Devletinizi ve düzeninizi de bu ilkelere göre oluşturun diyor.
Bu konuda daha ne söyleyelim ki?
Anlayana veya anlamak isteyene bunlar yeterlidir.
Anlamayana ve hele anlamak istemeyene, değil saz davul zurna bile az!
* * *
Yazara göre;
Şeriat yöneticilere mutlak şekilde itaat edilmesini ister.
"B- İKTİDARIN KEYFİ ve MÜSTEBİT ŞEKİLDE KULLANILMASININ DİN EMİRLERİYLE MÜMKÜN KILINMASI
Öte yandan İktidar'ın her türlü uygulanışına karşı kişi'nin boyun eğmesi Din emridir, Tanrı emridir. Tanrı'dan gelme İKTİDAR'a ve onu kullananlara kayıtsız ve şartsız itaat gereği, velev ki bu iktidar kötü, müstebid ve haksız olsun, İslâm'ın temel prensibi olmak üzere Kur'ân ve Hadis hükümleriyle yerleşmiştir. Kur'ân'ın LVIII (58) ci Sûresi olan al MUCADALA Sûresi'nin 9 cu Ayeti'nde-: "... Peygamber'e karşı isyana dair konuşmayın" şeklindeki hüküm'den... bu hüküm, bilindiği üzere, Osmanlı Devleti zamanında ilim ve din adamlarınca Abdülhamid'in istibdat rejimini meşru kılmak ve göstermek maksadiyle, destek bir hüküm olmak üzere kullanılmıştır...(s. 549)
Abu YUSUF, "Kitab al-Haraç" adlı kitabında buna benzer daha pek çok hadis hükümleri zikreder ve bu arada: "Bir hadis şöyle der: 'Bana itaat demek Tanrı'ya itaat etmek demektir; İmam'a itaat etmek demek bana itaat etmek demektir; bana karşı isyan demek Tanrı'ya karşı isyan demektir; İmam'a karşı isyan demek bana karşı isyan demektir'...".
Bu hadis Abu Yusuf'un "Kitab al-Harac" adlı kitabından. Ayrıca bk. Henry Siegman, The State and the Individual Sunni Islam" ("The Muslim World", Vol. LIV. No 1, Ocak 1964 sh. 17)..."(s. 550)
MÜSLÜMAN:
YA BAŞKANA İTAAT EDER;
VEYA ORASINI TERKEDİP GİDER.
Bir topluluğa katılan kimse;
O topluluğun sözleşmelerine uymak zorundadır.
Onların sözleşmesi 'başkana itaat edilir' diyorsa;
Başkana itaat edilecektir.
Müslümanlar da sözleşme yazarken;
Başkana itaat edeceklerini yazmalıdırlar.
Başkanın elinde hiç bir güç yoktur. Onun tek gücü halktır.
Çünkü başkanın ne bürokratı var, ne polisi var, ne ordusu vardır.
Bu saydığımız görevler;
Kendi halkından insanlar tarafından nöbetleşe yapılan hizmetlerdir.
Başkanın elindeki tek silah itaattır ve;
İtaat etmeyeni de sürme yetkisidir.
Müslüman;
Ya o topluluğun başkanına itaat eder;
Ya da o topluluğu terkedip gider.
Başkanlar topluluğu temsil ederler.
Başkan başkan kaldıkça ona itaat edilir.
Başkanlığı kabul edilmiyorsa, bırakıp gidilir.
Tek cümleyle:
Ya itaat edeceksin; ya da çekip gideceksin!
Bırakıp gidenler mâlen yani ekonomik bakımdan mağdur edilmezler.
MÜCADELE SURESİ
5 - Allah'a ve Resulüne karşı gelen (onların koyduğu sınırlardan başka sınırlar koymağa kalkan)lar kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır! Biz açık açık âyetler indirdik. Kâfirler için küçük düşürücü bir azab vardır.
6 - Bir gün Allah onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verir. Allah onların yaptıkları işleri hep saymış(zaptetmiş)tir. Onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye şahiddir.
7 - Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları O'dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarını haber verir. Çünkü Allah her şeyi bilendir.
8 - Bakmıyor musun şu adamlara ki gizli gizli konuşmaktan menedilikleri halde yine o menedildikleri işe dönüyorlar; günah, düşmanlık, Resule isyan hususunda gizli gizli konuşuyorlar. Sana geldikleri zaman seni Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar ve kendi içlerinde de: "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azab etse ya" diyorlar. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü gidilecek yerdir orası!
9 - Ey inananlar, kendi aranızda gizli konuştuğunuz zaman (münafıkların yaptıkları gibi) günah, düşmanlık ve Resule karşı gelme üzerinde konuşmayın; iyilik ve takvâ üzerinde konuşun ve huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun.
10 - Gizli konuşmalar şeytanın yapacağı işlerdir. (Şeytan bunu insanlara allayıp pullar ki) iman edenler üzülsün. Oysa o (gizli konuşma veya şeytan), Allah'ın izni olmadıkça, mü'minlere hiç bir zarar veremez. Mü'minler (boş yere üzülmesinler) ve Allah'a dayansınlar.
11 - Ey inananlar, size: "Meclislerde yer açın" dendiği zaman genişletin ki Allah da size genişlik versin. Size: "Kalkın" dendiği zaman, kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te ibadet eden başkan değiştirilmez.
"1- HALK'a "lânet" saçan iktidar sahiplerine dahi İTAAT GEREK.
Halk'a karşı kötü davranan, halka lânetler eden ve ayni şekilde halkın da nefret ettiği ve kendisine lânetler yağdırdığı bir iktidar için endişe edilecek bir durum yoktur. Tanrı ve peygamber emirlerine göre böyle bir iktidara dahi itaat gerekir. Önemli olan şey halkın iktidar sahibini (İmam'ları) beğenmesi, sevmesi veyahutta İKTİDAR'ın (İmam'ların) halka karşı bağlılık duyması, halkı sevmesi ve halkın çıkarlarına çalışması, v.s... değildir. Önemli olan tek şey halkın İKTİDAR'a mutlak itaatidir... MÜSLİM'de mevcut Hadis'lere göre ibadet ettikleri sürece bu tür İktidar sahiplerine halkın itaat etmesi, başkaldırmaması gerekir. Hattâ Tanrı'ya itaatte kusur eden bir İktidar için dahi durum budur. Çünkü Muhammed bunun böyle olması gerektiğini söylemiştir...
Müslim'den gelme bu Hadis'e göre Muhammed,... - "... Hayır, (İktidar sahipleri) ibadetlerinde kusur etmedikleri sürece halkın buna (yani İktidar değiştirmeğe) hakkı yoktur. Eğer içinizden her hangi biriniz İktidarın (yöneticinin) Tanrı emrine karşı itaatsizliğini görecek olursa, onun bu tutumunu yermelidir, ve fakat ona İtaat'dan asla geri kalmamalıdır".
Görülüyor ki Müslim'den alınma bu Hadis'e göre ibadetinde kusur etmez görünen İktidara, velev ki bu iktidar Tanrı'ya itaatsizlik etmiş olsun, mutlak şekilde boyun eğmek öngörülmüştür."(s. 551)
MÜŞAVERE HEYETİ VE MUKARRABUN NE DEMEKTİR?
BUCAK, İL VE DEVLET BAŞKANLARI NASIL SEÇİLİR?
Başkanın çevresinde on kişilik 'müşavere heyeti' bulunur. Başkan bu on kişiyi yönetir. Bunlara 'mukarrabun' denmektedir. Halk ise başkan nezdinde bu on kişi ile temsil olunur. Halkın başkanla bir işi olduğu zaman talebini bu temsilciler aracılığı ile iletir. Bucak böylece yönetilir.
Bu müşavirler;
Bucaklarda orta ehliyetli kimselerdir.
İl bucağında ise yüksek ehliyetlilerdir.
Devlet bucağında üstün ehliyetlilerdir.
Ancak başkanın istişarelerini şeffaf bir şekilde herkese yani bütün vatandaşlara açık bir şekilde yapması gerekir. Başkanın halk ile kendisi arasında aracı koymaması gerekir. Kendisine özel bir bürokrasi kurmaması gerekir. Böyle bir başkan, devamlı olarak topluluk içinde onlarla istişare ettiğine göre o başkana isyan edilmez.
Ancak başkan doğrudan doğruya sivil yönetime emir vermez, hüküm verir. Tarafları vardır. O taraflar arasında davayı halleder. Dolayısıyla taraflar onun hakemlik hükmüne uyarlar. Sonra da haklarını hakemler nezdinde ararlar. Bütün bunlara rağmen başkan zulmediyorsa, yine isyan yok, o bucağı terketme vardır.
İl başkanı, merkez bucağı dışında bir yere emredemez.
Devlet başkanı, merkez bucağı dışında hükmedemez.
Yani diğer bucakların kesinlikle iç işlerine müdahale edemez.
Yaptırımlar, ancak ekonomik baskılarla ve abluka ile yaptırılabilir.
Hz. Peygamber (s)'den işte bu çerçevede soruyorlar:
"Ne zamana kadar onu başkan olarak tanıyıp hicret etmeyelim?"
"Sizinle beraber günlük toplantılara katıldıkça,
ayrılmaya değil uyarmaya bakın" diyor.
İslâmiyet'e göre; Başkan seçilirken kriterler konmuştur. Bu kriter asla ibadet ve dindarlık değildir. Hattâ adalet şartı bile getirilmemiştir.
Kur‘ân, 'ilim' ve 'güç' diyor.
Peygamber, 'ilim' ve 'yaş' diyor.
İslâm düzeninde, başkanların dindar olmaları sebebiyle seçilmeleri sözkonusu değildir. Ayrıca, 'emaneti ehline veriniz' emri de, başkanlığın kesin olarak ehil olana verilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. İlk halifeler seçilirken de, çok namaz kılan kimseler olarak seçilmemişlerdir.
Özetlersek:
Halk, bucakları içindeki en çok bilenleri 'ilmî şûra' olarak seçerler. Onlar da aralarında en çok siyasî güce sahip olanı 'ittifakla' başkan seçerler ve o da 'bucak başkanı' olur.
Bucaklardaki ilim şûraları, illerdeki 'ilmî meclis'i yine en çok bilenler esasına göre seçerler ve onlar da 'il şûrası'nı oluştururlar. İl şûrası, aralarında en çok siyasî kabiliyeti olanı 'ittifakla' başkan seçerler ve o da 'il başkanı' olur.
İl meclisi üyeleri 'devlet ilim meclisi' üyelerini seçer, onlar da kendi aralarından en çok bilenleri 'devlet ilim şûrası'na seçerler. Onlar da aralarından en çok siyasî güce sahip olanı 'ittifakla' başkan seçerler ve o da 'devlet başkanı' olur.
Bundan sonra, bu başkanlar ancak ittifakla değiştirilebilir.
Olağanüstü hallerde yasadışı müdahaleler olursa;
O müdahale yeniden devlet kurma demektir.
O konu kitapta yazılmaz.
Bizim anayasalarımızda askerî müdahale yoktur;
Ama askerler hep müdahale ediyor!
* * *
İlhan Arsel'e göre;
İslâmiyet'te şeriata aykırı durumlarda itaat edilmez.
"2- İktidar'a Karşı İtaati Gerektirmeyen Durum -İktidar'ın ibadette Kusur Etmesi ve Kişileri Din'e Aykırı Yola Sürmesi Hali.(s. 551)
Daha önce de belirttiğimiz gibi İktidar sahibi'nin toplum çıkarlarına aykırı davranması ve hatta Tanrı emirlerine uymaması halinde buna karşı kişilerin ve halkın ayaklanması ve başkaldırması gerekmez. Ancak İktidar sahibi ibadette kusur ederse ona karşı gelmek belki mümkün olabilir. Aksi takdirde İKTİDAR ile KİŞİLER (Toplum) arasında nefret ve husumet bulunsa da ve hatta İktidar topluma (veya kişilere) lânet ederek iş görse de iktidar'a itaat etmek gerekir. İslâm Peygamberi'nin bu konuda açıkça emri vardır...
Görülüyor ki din'in şekil koşullarına saygı gösterir bulunduğu takdirde İktidar sahiplerinin halkı hakir görmeleri, küçük görmeleri ve bu şekilde yönetmeleri mümkündür ve buna karşı halkın yapabileceği bir şey yoktur. Sadece itaat edecektir. Bundan dolayıdır ki Şeriat ülkelerinde her devirde, iktidar sahipleri ibadet görevlerini daima herkesin görüp bileceği suretlerde yerine getirmeyi kendileri için son kerte önemli saymışlardır..."(s. 552)
MEVZUATA UYGUN OLAN EMİRLERE İTAAT EDİLİR;
YA ANAYASAYA İTAAT EDERSİN, YA DA GİDERSİN!
Herhangi bir bucakta -bu bucak il veya devlet merkez bucağı da olabilir-tedvin edilmiş mevzuat vardır ve bu mevzuat icmalardan oluşur. Bu icmalar da şunlardır:
1- Beşerî icmalar,
2- Devlet icmaları,
3- İl icmaları,
4- Bucak icmaları.
Bu icmalar dışında sözleşmeler vardır ve bu sözleşmeler kuruluş sözleşmeleridir. Bu sözleşmeler de şunlardır:
1- Devlet sözleşmeleri,
2- İl sözleşmeleri,
3- Bucak sözleşmeleri,
4- Özel sözleşmeler.
5- Nihayet içtihatlar vardır.
Bunların tümü mevzuatı oluşturur.
Dikkat ediyorsanız, şu ana kadar Kitap ve Sünnet'ten hiç bahsetmedik. Çünkü bunlar mevzuatın kaynağıdır; mevzuatınkendisi değildir. Yönetimde bulunan herkes işte bu mevzuata uyacaktır. Herkes kendi içtihatlarına uyacak ve içtihatları da icmalara aykırı olmayacaktır.
Başkan, savaş halinde bulunulduğunda bir emir verdiği zaman o emre itaat edilir. Barış zamanında ise başkan hakemlik yapar ve hüküm verir, başkanın bu hükmüne de itaat edilir. Ancak başkanın istekleri olursa, bu istekler vatandaşın içtihatlarına uygun ise vatandaş bunlara itaat eder. Halk başkan ile doğrudan muhatap olmaz, şûra üyeleri kanalıyla muhatap olur. Onlar da kendilerine bağlı olanlara hitap ederler.
İslâm düzeninde;
Mevzuata uygun olan emirlere itaat edilir.
Bundan daha makul olan hangi ilke getirilebilir?
Bu şu demektir: Halk kendisine göre mevzuata aykırı olan hususlarda başkana itaat etmez. Elbette isyan da etmez. Fakat kendisine göre mevzuata aykırı olarak dediklerini yapmaz. Ama mevzuata uygun ve mevzuatın kendisini yetkili kıldığı hususlarda başkana itaat eder.
Bir vatandaş bunu da yapmayacaksa, başka ne yapılacaktır?
Bize göre elbette Allah vardır.
Ama bir an için -onların dediği gibi- farzedelim ki Tanrı yoktur, Muhammed de peygamber değildir ve Kur'ân'ı da kendisi uydurmuştur. Halk da onu beğenmiş ve kabul etmiştir; hem de zorla değil inanarak benimsemiştir. İşte halkın inanarak benimsediği bu şey 'şeriat'tır; yani 'mevzuat'tır. Muhammed, peygamber olmasa bile insan da değil midir? Acaba şeriata neden 'mevzuat' gözü ile bakılmıyor da şeriata itaat suç sayılıyor.
Sizin bu sakat mantığınızla, 'Bugünkü anayasayı askerler yaptırdı onun için ben bu anayasaya itaat etmem!' diyen bir cahil vatandaş ile sizin aranızda ne fark vardır? Kim yaparsa yapsın, kaynağı ne olursa olsun, ister isteyerek ister zorla kabul etmiş olalım; şu anda Türkiye'de 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasası' yürürlüktedir ve devlet odur.
Bu durumda;
Ya itaat edeceksin,
Ya da bu devlet içinde yaşamayacaksın.
O anayasayıdeğiştirmeyi istemek ayrı şeydir;
Yürürlükte olduğu müddetçe ona itaat etmek ayrı şeydir.
Eğer bir asker çıksa da, 'ahkâmı kanuniye lağvedilmiştir ve ahkâmı şer'iye getirilmiştir' dese ve biz bu durumu isteyerek değil de korkarak kabul etsek, o esnada o mevzuat geçerli olur, yani şeriat geçerli olur. Ama ilk fırsatta bu durumu değiştirebilirsek değiştiririz. Fakat değiştiremediğimiz müddetçe itaat etmeliyiz.
Bu anlayış ve mantığın neresi tenkit ediliyor?
İslâmiyet'in bu hükmü, bugün yeryüzünde her yerde fiilen yaşanan bir şeydir, hayatın kendisidir, kaderdir. Bütün insanlığın adeta icma ettiği bu anlayış ve mantığın, icraat ve uygulamanın neresi beğenilmiyor? Yoksa bunlara aykırı düşünenler yeryüzünde bizimle beraber ve bu insanlarla birlikte yaşamıyorlar mı? Bu insanlarla birlikte yaşıyorlarsa bilsinler ki; biz bütün insanların anladığından farklı bir şey anlamıyoruz ve onların yaptığından başka bir şey de yapmıyoruz.
Artık yeter!
Hak ve hakikatı anlayın ve uygulayın!
Biz insanlığın ittifak ettiği ve anlaştığı mevzuat anlayışından başka bir şey önermiyoruz.
* * *
Yazara göre;
Şiiler zalim hükümdara itaat edilmemesi görüşündedirler.
"a- Ebû Bekir'in Görüşü:
"Tanrı kurallarına uymayan İKTİDAR'a (Halife'ye) itaat gerekmez".
Her ne şekilde olursa olsun Halife'ye itaat gereği İslâm'ın daha ilk anlardan itibaren yerleştirdiği bir kural olmuştur. İktidar kötü de kullanılsa, despotik şekilde de uygulansa kişiler için buna karşı gelme yasakları Tanrı ve Peygamber emri olarak yerleşmiştir...
Bunu ilk olarak açıkça belirten Halife Ebu Bekir olmuştur; İslâm'da ilk Halife olarak iş gören Ebu Bekir, Halife seçildikten sonra yaptığı konuşmasında: "Ben Tanrı'ya ve elçisine nasıl itaat ediyorsam siz de bana o şekilde itaat edeceksiniz; şayet Tanrı'nın ve Peygamberinin emirlerini ihmal edecek olursam, bu takdirde sizden itaat beklemeye hakkım olmaz" diye iktidar uygulaması'nın sınırlarının ne olacağını belirtmişti...(s. 553)
Uzun yüzyıllar içerisinde sadece al-Maverdi (XI ci yüzyıl 1058) "al-Ahkam as-Sultaniyah" adlı kitabında biraz demokratik denilebilecek görüşe yer vermiştir. Halifelik koşullarını sıralarken pek kapalı şekilde de olsa kötü halifelere karşı itaat gerekmeyeceği fikrini işlemiştir...
Ve Şİİ'ler, Hariciler de ayni görüşte idiler. Halife'nin din'e aykırı davranışları veya iktidarı kötüye kullanması halinde halk'ın itaat göreviyle bağlı olmadığı fikrini benimseyen mezheb olarak Şİİ mezhebini ve Harici'leri görmekteyiz..."(s. 554)
'İRADE' VARDIR, 'RIZA' VARDIR.
Şİİ VE SÜNNİLERE GÖRE BAŞKANA İTAAT.
İrade vardır, rıza vardır.
Savaşı ganimet alacağım diye seve seve istemek ve ilk fırsatta saldırmak başka, mecbur kalındığında savunma yapmak için savaşmak ise başka şeydir.
Birincisinde hem irade hem de rıza vardır.
Halbuki ikincisinde savaşa rıza yoktur ve savaş zorunlu olarak yapılmaktadır.
İslâm hukukunda iki türlü akit vardır:
Biri, iradenin olması yeterli olup rıza aranmayan akitlerdir.
Diğeri de, rıza şartı aranan akitlerdir.
Bunu bir örnekle anlatalım:
Meselâ,bir kimseye bir mal satıyorsunuz ve ben bunu onbin liraya aldım diyorsunuz. Müşteri de size onikibin lira verdi. Oysa siz o malı altıbin liraya almışsınız. Müşteri daha sonra bu malın altıbin liraya alındığını öğrendi. Bu durumda alışveriş bozulur. Çünkü alışverişte rıza şartı vardır ve tağyir yani yanıltma veya aldatma ise rızayı yok eder, akit bozulur.
Oysa bir erkek bir kıza, ben iki milyon maaş alıyorum diye kandırsa ve kız da onunla evlense, sonra bir milyon aldığı anlaşılsa, nikâh bozulmaz. Ayrılırlarsa, boşanma hükümleri uygulanır. Çünkü nikâhta rıza şartı yoktur, irade şartı vardır. Tağyir yani yanıltma rızayı kaldırır ama iradeyi bozmaz. Dolayısıyla nikâh sahih olur.
Biat yani birinin başkanlığını kabul etme de, İslâmiyet'e göre bir akittir. Yani doğrudan doğruya teker teker seçimdir. Birini kim seçmişse yalnız onun başkanıdır. Ekseriyetin seçtiği seçmenlerin başkanı olamaz. Bundan dolayı seçimde ittifak aranmaktadır. Ancak bu seçme akdî nikâh gibidir. Baskı ile ve zorla da seçmişsen, artık o senin başkanındır ve onun meşru olan emirlerine itaat etmen gerekir. Çünkü seçmede rıza şartı aranmaz.
Hukuk devletinde hükümler kişilere değil fiillere verilir. Yani emir veren ister zalim olsun ister peygamber olsun, emir meşru ise ve verenin yetkisi dahilinde ise o emre itaat edeceksin, değilse itaat etmeyeceksin.
Şiiler ise, başkanların masum olduklarını ve doğrudan doğruya Tanrı'dan vahiy aldıklarını kabul ettikleri için, hükümdar meşru ise kayıtsız şartsız itaat edeceksin, değilse itaat etmeyeceksin. Yani itaatta kişi önemli olup emir önemli değildir.
Sünnilerin anladığı İslâmiyet'te;
Söyleyene değil söylenene bakılır. Söz iyi ise, kim söylerse söylesin kabul edilir. Söz kötü ise, kim söylerse söylesin reddedilir.
İslâmiyet'te hükümdarın iyi veya kötü olması değil, verdiği emrin meşru olup olmamasına bakılır. Meşru olması demek, şeriata uygun olup olmaması demektir.
Yani tabiî hukuka göre değil müsbet hukuka göre hareket edilir. Tabiî hukuk tedvin edilirken etkindir, yoksa kendisi hukuk değildir.
Hukuk yaparken Kur'ân'ın emirlerine uyarsın, ama hukukun kendisi anlaşmalarla oluşur. Akla uysun uymasın, Kitab'a uysun uymasın; tevil edilemiyorsa anlaşmada ne ise o uygulanır. O topluluğu terkederek tabiî hukuka veya Kur'ân'a aykırı olan mevzuatı toptan terkedersin. Ama mevzuatın bazısına inanıp bazısını terk etmek yoktur.
* * *
Yazara göre;
Mekke Emiri Abdullah,
önce Ebu Bekir ve Maverdi'nin görüşlerine sarılmış,
sonra Gazali ve Eş'ari'nin görüşlerine sarılmıştır.
"b- Arap Şeyhleri'nin Osmanlı Halifesine (İsyan) Başkaldırma Davranışları.
İslâm ülkelerinde İKTİDAR'a körü körüne ve sınırsız şekilde itaat formülü XX ci yüzyıla gelinceye dek kusursuz şekilde uygulanan bir doktrin olmuştur. Arap şeyhleri kendi halklarına karşı, bu doktrinin uygulayıcıları olarak son derece insafsız davranmışlardır.(s. 554)
İktidarı en kötü, en keyfî ve hattâ dine aykırı şekilde uyguladıkları zamanlarda dahi kişilerin ve toplumun kendilerine bilinçsiz bir şekilde itaat göstermesini, din kaynaklarına inerek ve al-Aş'arî'nin ve al-Gazâl^'nin otoritesine sığınarak, ister olmuşlardır. Ancak ne var ki kendi çıkarları bahis konusu olduğu an bu formülü terkederek bunun zıddı olabilecek bir davranışı ve daha doğrusu Ebu Bekir'in ve Maverdi'nin öğütlerine değer verir bir tutumu benimsemişlerdir. Mekke Emiri Abdullah'ın (Ürdün kıralı) ve oğlu Hüseyin'in Osmanlı Halifeliğine karşı Arap halklarını ayaklanmaya teşvik ederlerken başvurdukları çare Osmanlı Halifesi'nin ve Türklerin İslâm dinine aykırı davranış içinde bulunduklarını iddia etmek olmuştur..."(s. 555)
'AZİMET' VARDIR, 'RUHSAT' VARDIR;
İSLÂMİYET DÜN VE BUGÜN AYNI ŞEYİ SAVUNUYOR.
İslâmiyet'te bir kural vardır:
Önce normal zamanlarda nasıl hareket edileceği tesbit edilir. Bu 'azimet'tir. Sonra anormal şartlarda bu normal hareketlerden hangilerinin değiştirilebileceği tesbit edilir. Bu da 'ruhsat'tır.
Meselâ, devlet başkanının seçimle gelmesi yani irade ile birlikte rızanın da olması azimettir; ama eğer seçimle gelen halkın razı olmadığı bir başkan yoksa zorla gelen yani yalnız irade ile oturan bir başkan varsa ruhsatan ona da itaat edilir. Sultanlar 1400 yıl işte bu ruhsattan yararlanarak saltanat sürmüşlerdir.
Emir Abdullah, önce sultanlara karşı halkı isyan ettirmesi için Ebu Bekir örneğini benimsedi. Sonra kendisi iktidar olunca halk isyan etmesin diye, ikinci örneği benimsedi. Biri ruhsattı, biri de azimetti. Mustafa Kemal da bunun benzerini yaptı. Önce hilafeti kurtaracağız diye yola çıktı, sonra o yolu hilafeti kaldırmak için kullandı. Önce, İslâmiyet içtihat müessesesini getirmiştir, en âli ve en üstün bir dindir, dedi. Sonra da, gökten geldiği iddia edilen hükümlerle ülkeyi yönetmeyeceğiz, dedi.
Siyasiler bazen ruhsatla, bazen de azimetle hareket ederler.
Onların hareketleri bizlere hak ölçüsünde örnek olamaz.
İslâmiyet'e göre;
Peygamberler baştan sonuna kadar hep aynı şeyi savunmuş, halkı asla kandırmamışlardır. Mekke'de söylenenler ile Medine'de söylenenler arasında hiç bir fark yoktur. Tüm savunulan fikir, hep tek Tanrı ilkesine ve ahiret inancına dayanır.
İslâmiyet, 1400 yıl önce neyi savunmuşsa, bugün de onları savunuyor. Hükümleri taptazedir. Dün kadını hakir görmüyordu, ama kadını erkek de görmüyordu. Bugün de kadını hakir görmüyor, ama kadın erkek olmadığı gibi erkek de kadın değildir.
İslâmiyet, köle yoktur demiyor, boşanma yoktur demiyor; ama bunlar olmamalı diyor.
* * *
Yazara göre;
Yalnız hükümdara değil her yetkiliye itaat edilecektir.
"3- İKTİDAR'a mutlak itaat gereği ile ilgili bazı Hadisler:
Peygamber'e itaat edenlerin doğrudan doğruya Cennet'e gireceklerine dair olan "Her kim bana itaat ederse Cennet'e girecektir. Her kim de bana âsi olursa o da, davetimi kabul'den ve emirlerime itaat'ten imtina etmiş olur (ve Cennet'e giremez)" şeklindeki Hadis'lerden başlayarak Muhammed'e itaat edenin Tanrı'ya itaat etmiş sayılacağına ve İktidar zulum yolu ile kullanılsa dahi yine de itaat gerektiğine, ve nihayet emir etme yetkisine sahip olanlar kim olursa olsun, hattâ isterse "Başı siyah kuru üzüm gibi saçlı Habeşî bir köle" dahi olsa ya da amirler kendi keyf ve arzularına göre emretseler dahi halkın ona itaat etme görevi bulunduğuna dair Hadis'ler ve buna eklenebilecek daha nice yüzlercesi 1400 yıl boyunca Şeriat devletlerinin kamu yaşamlarının temel prensiplerini oluşturmuştur...(s. 555)
Şunu da hemen eklemek gerekir ki halk'ın itaat zorunluğu sadece Devlet'in başında bulunan'a (Halife'ye) değil ve fakat emretme yetkisine sahip her kese karşıdır..."(s. 556)
AMİRLER DEĞİL EMİR SAHİPLERİ DİNLENİR;
İSLÂMİYET'E GÖRE, VEKİL ASİL GİBİDİR.
Topluluk içinde yaşayabilmek için herkesin ne zaman ne yapacağını diğer fertlerin bilmesi gerekmektedir. Yoksa hiç kimse ortak hareketleri ayarlayamaz.
İnsan hürdür. Her istediğini yapabilir.
Ama onun ne yapacağını bizim bilmemiz gerekir ki, biz de ona göre her istediğimizi yapabilelim. Yoksa topluluk olmaz ve oluşmaz. Bunun için içtihatlar yapılacak ve herkes kendi davranışlarını baştan topluluğa bildirecek, istediği zaman da bunları değiştirecek, değiştirinceye kadar da uyacaktır.
Karşılıklı anlaşmalar da ortak hukuku doğuracaktır.
Şimdi anlaşmada biri diğerine vekil olmaktadır. Yani onun adına hareket etme yetkisini almaktadır. Farzedelim ki ortak bir toplantı yapıyoruz. Toplantıda herkes sıra ile konuşacaktır ve işte bu konuşma sırasını belirleyen yani söz veren bir yetkili belirledik. Bu yetkili veya bir başkası da sözü kesen olarak bulunacaktır. Şimdi bu yetkiyi ona verdiğimize göre, artık onu dinleyeceğiz. Bunun dışında hangi kuralı koyacağız? Yani Kur'ân ne diyecekti? Yetkilileri dinlemeyin şeklinde bir kural mı koyacaktı?
Kur'ân'ın buradaki mucizesi şudur ki;
Kur'ân amirleri dinleyin demiyor,
Emir sahiplerini dinleyin diyor.
Yetkiliyi yetki sınırları içinde dinliyorsunuz. Bu yine temel ilke ile ilgili bir meseledir. Biz söyleyeni değil sözü dinleriz kriteridir; başkanı değil başkanlık makamını dinleriz kriteridir. Bundan dolayı ona itaat devlete itaattır. Çünkü ona o yetkiyi devlet vermiştir. Meselâ, komşunun hukukuna riayet de devletin hukukuna riayettir. Onun için bu hukuku teminat altına almıştır.
İslâmiyet'e göre, vekil asil gibidir.
Bir topluluk bir işin yapılmasını birisine vermişse, ona bazı yetkiler de tanımışsa, onu dinlemek demek kendisini yani topluluğu dinlemek demektir. Elçiye karşı yapılan hareket devlete yapılmış kabul edilir. Bunun dışında da başka bir yol yoktur.
Sayın yazar anayasa profesörüdür ve aynı zamanda kabiliyetli bir profesördür. Nasıl oluyor da, "yetkililerin kendilerine verilen yetkileri içindeki emirlerini dinleyin, onu sevmeseniz veya ona düşman olsanız bile dinleyin", sözünü yeriyor? Doğrusu anlamak mümkün değildir. Meselâ, bir ordu komutanı aynı zamanda baba katilidir. Düşmanla savaştasınız ve bu ordu komutanı düşmana ateş edilmesi emrini veriyor. Düşmanı yenebilmek için ateş edilmesi de gerekiyor. Ama asker veya subaylardan biri diyor ki; bu komutan baba katilidir, bu komutan kötü bir insandır, ben onun emirlerine itaat etmem! Bu yapılacak şey midir?
Bu da İslâmiyet'in getirdiği ve modern dünyanın da kabul etmeye başladığı bir ilkedir: Fiilin cezası var failin değil. Her fiilin cezası ayrıdır, onu çektikçe biter.
Bundan dolayı İslâmiyet'te sabıkalı yoktur. Ceza ne ise odur.
Şehadetten mahrumiyet sabıkadan değil, o suçun cezası olarak vardır.